Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Geçen sene yaptığımız 17 günlük Sicilya gezisi sırasında gittiğimiz yerlerle ilgili paylaşımlarımı, Villa Romana del Casale ile ilgili bir önceki yazım ile tamamlamıştım. (Okumamış olanlar, her zaman olduğu gibi, link aracılığıyla söz konusu yazıma erişim sağlayabilirler). Yazımın sonunda, özellikle yeme-içme konusuna ağırlık veren kısa bir kapanış yazısı da yazacağımı belirtmiştim. İşte o yazı…

Bundan 10-15 yıl önce, Sicilya’ya gitmek çoğumuz için hala bir bilinmeze doğru gitmek hissi uyandırırdı. Sanırım bu konuda, başta Francis Ford Coppola‘nın ünlü Godfather (Baba) filmi olmak üzere, gördüğümüz Mafya filmlerinin etkisi büyüktü. Yıllar içinde, hem Sicilya’da çetelere karşı (zaman zaman bedeli ağır olan) kararlı bir mücadele yapıldı hem de büyük yatırım projeleri ile desteklenen bir kalkınma hareketi yaşandı. Artık çevremizde Sicilya’ya gidenlerin ya da gitmeyi düşünenlerin sayısı arttı.

Konu Sicilya’ya gitmek olunca, sorulması gereken soruların başında adada nerelere gitmeli ile başlamak gerekli kanımca. Bu blogda her zaman vurguladığım gibi, böylesi kararlar son derece kişiseldir. İlgi alanlarınıza, neyi sevip sevmediğinize, ne kadar zaman ayırabileceğinize ve şüphesiz bütçenize bağlı olarak düşünülmesi gereken bir konudur bu. Biz, en baştan beri adanın çevresinde aşağı yukarı bir tam tur yapmaya karar vermiştik. Ayrıca, arkeoloji ve antik şehirlere meraklı olduğumuz için, başta popüler antik ören yerleri olmak üzere, mümkün oldukça yolumuzun üstündeki daha az bilinen yerlere de gittik. Bunların bazıları turların genel rotalarının dışında yerlerdi. Buna karşın, son derece zengin tarihi olan Sicilya’daki arkeolojik alanların çok azını görebildiğimizi düşünüyorum. Zira, sadece adanın kendisinde değil, çevresindeki küçük adalarda bile birçok antik alan olduğunu biliyorum.

Yukarıda belirttiğim gibi, Sicilya’nın çok zengin bir tarihi var. Tıpkı Anadolu gibi, Sicilya’yı da birçok uygarlık vatan bilmiş. Gitmeden önce, bu konuda kısa bir bilgi sunmaya çalıştığım Sicilya’da İki Hafta (1) başlıklı ilk yazımı okumanızı öneririm. Adanın turizm açısından en popüler yerleri, tarihsel olarak Antik Yunan (Grek) bölgeleri olan doğu tarafında. Bunların başında, bildiğiniz gibi, Taormina, Siracusa, Catania var. Ben de buraları çok beğendim. Ancak kanımca, ağırlıklı olarak hala Arap kültürü etkisi taşıyan batı tarafını ya da en azından Palermo‘yu görmeden Sicilya’nın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Palermo’yu veya Cefalù‘yu merkez yaparak batı tarafında bizim de gittiğimiz pek çok yere gidebilirsiniz. Sadece doğu bölgesinde kalmayı düşünürseniz, tam olarak Palermo gibi olmasa da, Catania da büyük bir şehir olarak size Sicilya’nın çok turistik olmayan yönleri hakkında da bir fikir verecektir. Taormina ya da Siracusa’da kalırken, sadece bu güzel şehirleri değil, çevredeki Val di Noto (Barok Vadisi) şehirlerinden bazılarını, arkeoloji merakınız çok fazla olmasa da Villa Romana del Casale’yi görmenizi öneririm. Bence, Sicilya’yı bağımsız ve bizim yaptığımız gibi detaylı gezmek için araba kiralamak gerekli. Bu konuda da öneri ve uyarılarımı serinin ilk yazısında bulacaksınız. Yine park yerleri, yollar, benzin, kaza olması durumu ve benzeri konulardan da daha önce, yaşadıklarımıza dayanarak, bilgiler vermiştim.

Sicilya’nın çok zengin bir mutfağı var. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm milletlerden bir şeyler almışlar ve bunları da belirtmekten çekinmiyorlar. Özellikle adanın batı tarafında, mimaride olduğu gibi, mutfaklarında da Arap etkisini çekinmeden, hatta bir tür gururla belirtiyorlar. Araplar, 250 yıllık hükümranlıkları boyunca, gastronomi açısından Sicilya’ya çok katkıda bulunmuşlar. Onların adaya getirdiği Şam fıstığını Sicilyalılar halen mutfaklarında, sadece tatlı ve dondurmalarda değil, sıcak tabaklarda da çok güzel bir şekilde kullanıyorlar. Bunun yanında, nar da Arapların buraya getirdiği bir meyve. Diğerleri, portakal, limon, şeftali, pamuk, patlıcan ve kayısı. Zeytin ve şarap yapmak için üzüm Sicilya’ya Grekler tarafından getiriliyor. Araplar, var olan zeytin türlerini çeşitlendiriyorlar. Ayrıca, bağcılığa da önem veriyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, deniz ürünleri çok güzel. Dondurma ve tatlılar ise, gerek çeşit gerek lezzet olarak müthiş.

Gezdiklerimiz, gördüklerimiz dışında, Sicilya bizim için yeme-içme açısından da unutamayacağımız bir deneyim oldu. İki yer dışında, yemek yediğimiz yerlerden çok memnun kaldık. Daha hesaplı ve mütevazi yerlerden tutun da oldukça pahalı restoranlara kadar her gittiğimiz yerde çok lezzetli yemekler yedik. Geçtiğimiz yıl Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran vardı. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlardı. Farklı şehirlerde olmak üzere, biz bunların arasından 5 tanesinde yemek yedik ve çok memnun kaldık. Bildiğiniz gibi, Michelin yıldızları veya sıralaması restoranlara bir yıllık bir süre için veriliyor. Bir yıl sonra, kimliklerini açıklamayan hakemler tarafından işletmeler tekrar ziyaret edilip değerlendiriliyorlar. Bu konuda titiz iseniz, gitmeden önce Michelin’in web sitesinden bu restoranların son statülerini kontrol edebilirsiniz.

Restoranlarda genelde başlangıç (antipasti) tabakları epeyce değişik ve zengin. Sebze olarak, patlıcan oldukça yaygın ve çok güzel bir şekilde kullanılıyor. Patlıcan sevdiğim için, özellikle, patlıcan ile yapılan, involtini di melanzane benim favorimdi. Bir tür sarma olan involtini, farklı sebzelerle olduğu gibi, et ya da balık ile de yapılabiliyor. Hangi malzemeden yapılıyorsa, içindeki dolgu (Şam fıstığı, başka sebzeler, peynir, mantar ve benzeri olabilir) o malzeme ile sarılıyor. Deniz ürünleri ile yapılan involtini’ler arasında birkaç kez yediğimiz kılıç balığı (pesce spada) sarma çok lezzetli. Deniz ürünlerinden ahtapot (polpo), midye (cozze), karides (gamberetto), deniz kestanesi (riccio di mare), çipura (orato) ve levrek (branzino) yaygın olarak kullanılıyor. Bir de tabii, aslında başlangıç olan ama, benim gibi sevenler için ana yemek de olabilen arancini var. İstanbul‘da da arancini’yi iyi yapabilen az sayıda İtalyan restoranı var ama Sicilya’dakiler başka. Adanın batısında da (Palermo, Trapani), doğusunda da (Catania, Siracusa) arancini’nin ana vatanı olduğunu iddia eden şehirler var. Ancak, herkesin kabul ettiği gerçek, bu lezzetli yiyeceğin 10. yüzyılda Araplar tarafından icat edildiği.

Birinci tabaklar arasında elbette hamur işleri (pasta) var. Aslen Catania’ya özgü olan pasta alla Norma bunların arasında en meşhuru. Adını, Vincenzo Bellini‘nin Norma operasından alan bu tabak, değişik makarna türleri ile yapılabiliyor. Onu özel kılan, domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen ile yapılan sosu. Bunların dışında elbette pizzalar bol miktarda var. Sicilya’ya özgü olan sfincione, kalın bir pizza.

Sicilya’da ana yemek konusunda oldukça zengin bir seçenek yelpazesi var. Sadece zengin deniz ürünleri kaynağına dayananlar değil, kuzu, keçi ve at etine uzanan özel yemekler var. (Bazı bölgelerde av etlerinin de ünlü olduğunu okudum). Bunların her birinin yanında lezzetli sebze garnitürleri oluyor.

Tatlı konusu başlı başına ayrı bir konu çünkü, Sicilya’da tatlılar da çok güzel. Sicilyalılar, bu konuda da başarılı olmalarını Araplara, onların çeşit çeşit şerbetlerine ve meyve temelli tatlılarına dayandırıyorlar. Bunlar özellikle meyveli jöleler, sorbeler, cassata Siciliana olarak adlandırılan ve içinde badem ezmesi ve meyve kabukları olan süngerimsi kekler ve üstleri meyvalı şekerleme ile kaplı küçük badem ezmeleri olarak karşınıza çıkıyor. Sicilya tatlı mutfağında genel olarak tatlı ile tuzlunun, narenciye ile peynirin ve kurutulmuş meyvelerle bademin karışımı çok lezzetli ve başarılı bir şekilde yapılıyor. Bir de tabii, başlı başına ayrı bir lezzet olan cannoli var ki, anlatmak yetmez… Ricotta peyniri, şekerleme yapılmış meyve ve şam fıstığı ile kremamsı bir hale getirilmiş iç malzemesi, tüp şeklinde ve kızartılmış hamurun içine dolduruluyor ve üstüne pudra şekeri serpiliyor. Yaygın görüşe göre, cannoli de Sicilya’daki Emevi Arapların döneminde (827-1091 yılları arasında), Caltanisetta‘da icat edilmiş. Adanın her yerinde yiyebilirsiniz. Yediğimiz bazı bar ve kafelerde gözlemlediğime göre, hamur kısmını ve dolgusunu ayrı ayrı tutuyorlar ve servis etmeden hemen önce içlerini dolduruyorlar. Dışının sürekli çıtır çıtır olmasını bu şekilde sağlıyorlar sanırım. Sicilya’da dondurmalar da çok güzeldi. Dondurma sevenler için lezzetli seçenekler var. Sıcak havalarda granita da denemek isteyebilirsiniz. İtalya’da da yazın sıklıkla rastalayabileceğiniz granita, şeker, su ve taze meyve şurupları ile yapılıyor. Özellikle Catania, Messina ve daha sonra Palermo granita’nın orijinal yeri olma konusunda iddialılar. Tarihsel olarak yine Orta Çağ’daki Arap dönemi sırasında, Etna Yanardağı‘nın karları ile yapıldığı görüşü yaygın. Ana kara İtalya’sında ise, Romalıların dağlardaki karlarla granita’yı keşfettikleri görüşü de yok değil. Ancak genel kabul, granita’nın Sicilya’ya özgü olduğu yönünde.

Yazımın bundan sonraki bölümünde, kaldığımız veya gittiğimiz yerlerdeki oteller, restoranlar, yemekler ve şaraplar hakkındaki bilgileri kısaca tekrarlayacağım. Üzüm ve şarap konusu da Sicilya’da son derece çeşitli ve zengin. Meraklıların gitmeden önce bu konuda biraz çalışmalarını öneririm.

CEFALÙ

Konaklama:

Cefalù’da İsviçreli Hapimag şirketine ait tesiste kaldık. Bu şirket, Bodrum’daki Sea Garden tatil köyü ve otelinin de sahibi. Kalabilmek için üye olmak gerekiyor. Eğer üyeliğiniz varsa, burada kalabilir ve bazı şehirler için üs olarak kullanabilirsiniz. Biz Cefalù’dan günü birlik gidip gelerek Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Eğer Hapimag üyeliğiniz yoksa, Cefalù ve Palermo’da kalacak yer konusunda çok seçenek var. Sizin için bir seçenek de, Palermo’da kalarak Cefalù ve diğer saydığım yerlere günübirlik gitmek olabilir. Sicilya’da nerede olursa olsun, eğer araba kiraladıysanız, kalacağınız yerin ücretli veya ücretsiz otoparkı olmasına dikkat edin. Özellikle bazı yerlerde otopark ciddi sorun yaratabilir.

Restoran, Yemekler, İçki:

Cortile Pepe (Michelin)

Bir aile işletmesi olan bu restoranda yediğimiz kabak yaprağından involtini çok güzeldi. Pesto ve Şam fıstığı soslu spaccatelle de lezzetliydi.

Kabak yaprağı kullanılarak yapılmış involtini
Pesto ve Şam fıstığı soslu nefis spaccatelle

Şarap olarak yemekte, adanın kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.

Triscele

Yediklerimizi not etmemişim ama, çok memnun kaldık. Onun için önerebilirim. Duomo bölgesine biraz uzak ve çevrede araba park etmek zor. O nedenle, daha önce Cefalù ile ilgili bölümde önerdiğim, sahildeki otoparka arabanızı bırakıp yürümenizi öneririm.

Şarap olarak, Trapani kırsal bölgesindeki Firriato şaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.

Cefalù’da ayrıca, Piazza Marina‘daki dondurmacı da önerebileceğim yerlerden.

Piazza Marina’da yediğimiz o müthiş dondurma…

PALERMO

Restoran, Yemekler, İçki:

Osteria dei Vespri (Michelin)

Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.

Tarçınlı armut, makaron, çikolata, karamelize edilmiş
badem ve portakal ile hazırlanmış enfes tatlı ve birer kadeh
Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018

Bar del Centro di Zama Giuseppe

Çok merkezi bir konumda olan bu yere tesadüfen oturduk. Fazla iddialı görünmeyen bu işletmeden çok memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok güzeldi. Yanında, Sicilya biralarından Birra Messina içtik. Sicilya biraları da denemeye değer.

MONREALE

Restoran, Yemekler, İçki:

Mirto Giovanni

Adını sonradan öğrendiğim, katedralin önündeki meydanda, köşede olan bu bar, Sicilya’da memnun kalmadığımız iki yerden biri oldu. Pizza idare ederdi ama arancini berbattı. Bir şeyler içmek için oturulabilir ama self-servis olan mekanda o da bir mesele çünkü yerel halk sürekli önünüze geçiyor.

CASTELLAMMARE DEL GOLFO

Restoran, Yemekler, İçki:

La Cambusa

Yemekleri kaliteli, buna karşın oldukça ucuz bir restoran. Buranın klasikleşmiş yemeklerinden couscous di pesce (balık kuskusu) ve involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma) çok güzeldi. Yalnız, porsiyonlara dikkat edin çünkü epeyce büyük.

O akşam, deniz ürünleriyle, beyaz şarap içtik. Şarabımız, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 idi.

Castellammare del Golfo ile ilgili yazımda, oraya ertesi gün, Trapani ve Erice‘ye giderken, tekrar uğradığımızı yazmıştım. Bir gece önceki fırtınadan sonra, Castellammare del Golfo’yu pırıl pırıl bir güneşin altında görmek çok güzeldi. Bu kez güzel havanın tadını sahildeki salaş bir mekanda çıkarmıştık. Mekanın adını belirten herhangi bir tabela yoktu. O nedenle adını yazamayacağım ama, sahilde, Via Don Leonardo Zangara‘nın üzerindeydi. Basit ve iddiasız menüden karışık peynir ve şarküteri tabakları seçtik ve bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata içtik. Pek keyifli idi.

AGRIGENTO

Konaklama:

Agrigento’da çok memnun kaldığımız bir Oda-Kahvaltı işletmesinde kaldık. Adı, Dimora dei Templi idi. Küçük ama gayet organize ve temiz bir yerdi. Üstelik, Tapınaklar Vadisi‘ne de yakındı. Odamızdan tapınaklardan ikisinin görülebiliyor olması da ayrı bir hoşluktu.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Terrazza degli Dei (Michelin)

Beş yıldızlı otel Villa Athena‘nın restoranı. Agrigento’daki en güzel iki tapınağın (Concordia ve Juno) manzarası onu en az yemekleri kadar özel yapıyor. Romantik bir ortamda, lezzetli yemekleri ve mükemmel servisi ile hep hatırlayacağım bir gece olacak.

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası

Yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Petit Verdot, Syrah üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Yemek sonrası, tatlı ile yine Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından içtik.

Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Bu noktada, öğlen oturduğumuz bir yerde içtiğimiz bir birayı da önermek istiyorum. Yukarıda, şarapların yanında, Sicilya biralarını da denemenizi önermiştim. Tİ-Mİ-Lİ, filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira. Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretiliyormuş.

MESSINA

Konaklama:

Hotel Royal Palace, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş bir otel ama temiz. Ayrıca, Messina’da görülecek yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde.

Restoran, Yemekler, İçki:

Ristorante I Ruggeri

Akşam yemeği yediğimiz bu restoran, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Messina’da zaten özellikle deniz ürünleri yemeniz öneriliyor. Yemekler lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almerita ailesine ait, Salina adasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilen Malvasia di Lipari üzümünden üretilmiş Didyme 2021 şarabını içtik.

Leziz deniz ürünleri…

TAORMINA

Konaklama:

Villa Paradiso konum, hizmet ve oda kalitesi açısından son derece memnun kaldığımız bir otel oldu. Ayrıca, yakınında anlaşmalı bir otoparkı olması da Taormina için çok önemli.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Napoletana

Sicilya’da yemeklerinden memnun kalmadığımız iki yerden birisi. Trip Advisor’da çok methedilen bir yerdi ancak, hayatımızda yediğimiz en kötü pizza idi diyebilirim. Pişmemiş olmasının nedeni, biz gittiğimizde aşırı kalabalık olmasından dolayı olabilir.

Cinque Archi (Michelin)

Taormina’da Michelin listesinde olan bir mekan ancak, biz burada yemek yemedik. Yemek sonrasında kafesinde oturduk. Her zaman hareketli olan Piazza IX Aprile‘de bir şeyler içmek ve etrafı seyretmek için güzel bir kafe.

Ristorante Cinque Archi, günün her saati cıvıl cıvıl
olan Piazza IX Aprile‘de, Orta Kapı‘ya (Porta di Mezzo) bitişik

Otto Geleng (Michelin)

Grand Hotel Timeo‘nun Michelin yıldızlı efsanevi restoranı Otto Geleng, yemekleri ve atmosferi ile gerçek bir fine dining deneyimi sunuyor. Özel bir kutlama veya anılarda özel bir yeri olmasını istediğiniz bir akşam için ideal bir yer. Executive Şef Roberto Toro‘nun yarattığı tabakların her biri çok rafine ve lezzetliydi.

Otto Geleng‘de lezzet, kalite ve zarafet bir arada
Şef Roberto Toro‘nun özel ikramı

Yemekte, daha önce de içtiğimiz, Donnafugata’nın Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2016 şarabını içtik. Tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabını içtik.

CATANIA

Konaklama:

Doluluk nedeniyle iki gece iki ayrı otelde kaldık. Önce Katane Palace Hotel‘de, sonra Mercure Catania Excelsiorde kaldık. İki oteli de seçme nedenimiz otoparklarının olması ve görmek istediğimiz yerlere yürüme mesafesinde olmalarıydı.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Vicolo

Akşam yemeği için gittiğimiz bu restoran pizza ve benzeri yemekleri ile şarküteri ürünleri iyi olan bir yer. Yediğimiz iki çeşit focaccia lezzetliydi. Yemekle, Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Bu şaraphanenin bağları Palermo yakınlarında imiş. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyormuş.

Al Vicolo’da focaccia

Trattoria del Cavaliere

İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de yedik. Buranın at eti ile hazırlanan bir yemeği ünlüymüş ama biz, rigatoni alla Norma yedik. Catania’ya gelip de alla Norma soslu bir şey yemesek olmazdı. Daha ayrıntılı bilgi için Catania ile ilgili yazıma bakabilirsiniz. Çok lezzetliydi. Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico da çok güzeldi.

Rigatoni alla Norma
Siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico

Şarap olarak, Donnafugata‘nın Cabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılan Tancredi Dolce&Gabbana 2018 şarabını içtik.

İki restoranda da, masaların büyük bölümünde Catanialıların olduğunu belirtmeliyim. Bir restorana yerel insanların da gitmesi her zaman iyi bir işarettir.

SIRACUSA

Konaklama:

Grand Hotel Ortigia‘dan çok memnun kaldık. Konum, servis kalitesi, otopark, her yönden mükemmeldi.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Forte Campana Ristorante Pizzeria

Otelin yakınındaki bir ara sokakta rastladığımız bu küçük restoranda yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Özellikle, yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi.

Deniz kestaneli spaghetti…

Yemekte, Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabını içtik.

Cannoli‘nin ana vatanının Sicilya olduğunu unutmayın…
Burada yediğim de çok güzeldi

Regina Lucia (Michelin)

Duomo Meydanı’nda, çok memnun kaldığımız bir restoran. Yemekler, Siracusa ile ilgili yazımda belirttiğim gibi çok değişik ve lezzetliydi. Hem aydınlatılmış Duomo ve meydanın genel ambiyansı hem de restoranın yarattığı hava çok güzeldi.

Ana yemek şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri (üstte), tatlı olarak Şam fıstığı bisküvisi ve Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması

Şarap olarak burada, daha önce La Cambusa’da içtiğimiz beyaz Pietranera DOC 2021 içtik.

La Volpe e l’Uva

Duomo Meydanı’nda bir başka restoran. Pizza ve pasta da var, deniz ürünleri ve balık da. Lezzetli ama Regina Lucia’nın yemekleri kadar etkileyici değildi.

La Volpe e l’Uva lokantasında tuna balığı, burrata ve kalamar

Burada, Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.

Son olarak, iyi şarap içmeye meraklıysanız, Sicilya’ya gitmeden buraya özgü üzümler ve şaraplar hakkında bir ön araştırma yapmanızı öneririm. Sicilya’da her bölgenin farklı tatlar sunan, kendine özgü üzümleri ve şarapları var. Örneğin, Etna Yanardağı bölgesinin şaraplarının, Sicilyalıların kendi ifadesi ile, “mineralimsi” bir tadı var. Ancak, restoranlarda çoğunlukla adanın değişik bölgelerinin şaraplarını bulmak mümkün. Maceraperest olmak ve bilmeden denemek de bir yöntem tabii ki. Ama, kısıtlı zamanda vakit kaybetmemek için kısa bir araştırma yapılabilir. İyi restoranlara gitmeden (hatta yolculuğa çıkmadan) önce rezervasyon yapmak iyi olur.

Yemek konusunda olduğu gibi, şarap konusunda da herkesin damak zevki elbette farklıdır. Yine de, araştırmalarınızda belki bir ipucu olabilir ümidiyle, aşağıda bizim içtiğimiz şarapları beş üzerinden beğenme derecemize göre sıraladım.

Başka yolculuklarda, başka şehirlerde ve kıtalarda buluşmak dileğiyle…

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Siracusa‘da kaldığımız günlerden birini, son yıllarda sosyal medyada epeyce meşhur olan Villa Romana del Casale‘ye ayırdık. Bu isim size hemen bir şey ifade etmeyebilir ama, bu tarihi yapıda bulunan bir mozaiğe atıfta bulunmak için kullanılan “Romalı bikinili kızlar” ifadesi size bir çağırışım yapacaktır. Villa Romana’ya Catania‘dan da, Siracusa’dan da gitmeniz mümkün. Aslında, Catania’dan gitmek yarım saat kadar daha kısa sürüyor. Ama biz yine de, Siracusa’dan gitmek üzere plan yapmıştık. Gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı, zorunlu nedenlerle bizim Villa Romana del Casale’ye gitmeden önce tekrar Catania’ya gitmemiz gerekti. Siracusa’ya gelmeden önce, Modica yakınlarında lastiğimizin patlamasını ve iki hayırsever Sicilyalının nasıl yardım ettiğini daha önce yazmıştım. (Bu yazıya erişim için linki kullanabilirsiniz). Takılan stepne bizi saatlerce çekici beklemekten kurtarmıştı. Ancak, stepnenin normal boyutlarda olmaması hem belli bir hızın üstünde gitmemizi engelliyor hem de can güvenliği açısından risk yaratıyordu. Arabayı değiştirmek en akıllıca çözümdü ama, Siracusa’daki Avis’in elinde uygun araç yoktu. Mecburen Catania havaalanında, iki hafta önce aracı ilk kiraladığımız Avis’e gitmek zorunda kaldık. Neyse ki, Catania’daki Avis görevlisi hem çok iyi İngilizce konuşuyordu hem de çok hızlı ve pratik bir insandı. Kısa zamanda işimizi halettik ve yeni araba ile yola koyulduk.

Tüm bu işleri yapmak doğal olarak bizden epeyce zaman çaldı. O nedenle, daha önce o gün gitmeye karar verdiğimiz Enna, Aidone ve Piazza Armerina‘yı gezmekten vazgeçtik. Zaman kalırsa, belki en son Caltagirone‘yi de sıkıştırabiliriz diye düşündük. Yine çok güzel, ne çok sıcak ne serin bir gündü. Gökyüzü masmavi, güneş pırıl pırıldı. Yolun iki yanında verimli tarım arazileri, zeytinlikler ve bahçeler vardı. Bir de çok geniş kaktüs tarlaları. Evet, düzenli aralıklarla dikilmiş, sıra sıra kaktüsler. Sicilya’da ve İtalya’da kaktüslerin meyvasının sevildiğini ve yendiğini biliyordum ama hiç böyle özel olarak dikildiklerini görmemiştim. Kaktüsün üzerinde, bir uzantı gibi, yumru şeklinde oluşan bu meyvanın buruk, değişik bir tadı var. Mayhoş tatlardan hoşlananlar sevebilir. Annem çok severdi mesela. Göz alabildiğine uzanan bu kaktüs tarlalarının fotoğrafını çekebilmeyi çok isterdim ama ne yazık ki, yolda duracak uygun bir yer bulamadık.

Sıra sıra kaktüs dikilmiş tarlaların fotoğrafını çekemedim ama, sizin için
iStockphoto‘dan meyvalarının bir fotoğrafını buldum …
Aynı kaktüslere adanın her yerinde saksılar içinde de
rastlamak mümkün. Bunu, Siracusa‘da,
Porta Marina‘da çekmiştim.

Villa Romana del Casale’ye gitmek için, Piazza Armerina’ya gitmeniz gerekiyor. Piazza meydan anlamına geldiği için, gitmeden önce burayı gözümde canlandırmakta zorlandım. Okuduklarıma göre, bir yerleşim yeri idi. Öte yandan, bir yerleşim yerinin adının “meydan” olması da bana epeyce tuhaf geldi. Gittiğimizde gördük ki, burası gerçekten de hiç de küçük olmayan bir yer. Katedrali, müzeleri ve sarayları ile dört başı mamur küçük bir şehir. Önceleri adı sadece, Latince’den gelen, Piazza imiş. 1862 yılında Armerina adı eklenmiş. Romalılar döneminde tarihinin en parlak dönemini yaşamış. Bir dönem bölgenin toplanma ve ticaret merkezi olduğu için bu ismi almış olabilir. Romalılardan kalan eserlerin arasında en önemlisi, hiç şüphesiz, tarih ve arkeoloji meraklılarının akın ettiği Villa Romana del Casale. Piazza Armerina’dan buraya ağaçlıklı bir yolda beş kilometre gittikten sonra varıyorsunuz.

1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan Villa Romana del Casale, M.S. 4. yüzyılda yapılmış. Ancak, yapının temelinin altında ortaya çıkan buluntulara dayanarak, burada daha önce, M.Ö. 1. ile 3. yüzyıllar arasında yapılmış bir başka villa olduğu da saptanmış. Mangone Dağı‘nın eteklerindeki bu ilk villanın üzerine daha sonra, 4. yüzyılda bu etkileyici yapı inşa edilmiş.

Villanın hamamının külhan (praefurnium) bölümü
Orta Çağda seramik fırını olarak kullanılmış
Hamamın ılıklık (tepidarium) bölümünün tabanının altını gösteren bu kesit, kare şeklindeki tuğlalar aracılığı ile yükseltilen zeminin alttan nasıl ısıtıldığını gösteriyor. Külhan bölümünde yanan ocakların ısıttığı hava, yerin altındaki bu boşlukta dolaşarak alttan ısıtmayı sağlıyormuş.

Villanın kime ait olduğu konusunda uzmanlar arasında iki farklı görüş var. İlkine göre burası, bir Romalı aristokrat senatöre ya da Romanın adadaki valisine ait olabilir. İkinci görüşe göre ise, villa doğrudan bir imparatorluk emri ile yapılmış. Hangi görüş kabul görürse görsün, Afrikalı mozaik ustalarının eseri olduğu düşünülen eşsiz mozaikler üst düzey bir zenginlik ve ihtişama işaret ediyorlar. Dev kamusal alanlar, kişisel salon ve odalar ile halka da açık olduğu anlaşılan büyük bir hamam bu döneme ait. Bizans ve erken Orta Çağ dönemlerinde (5. ile 8. yüzyıllar arasında), ilk yapının üzerine bir yerleşim yeri yapılmış ve etrafı sur ile çevrilerek tahkim edilmiş. Bu dönemde, hamam bölümünün soğukluk kısmı (frigidarium) bir Hristiyan ibadethanesine dönüştürülmüş. Arap-Norman dönemine (9. ile 13. yüzyıllar arasında) gelindiğinde Villa Romana del Casale büyük bir Orta Çağ yerleşkesinin (günümüzde Piazza Armerina) parçası haline gelmiş. 12. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir çökme geçiren villa, 13. yüzyılda terk edilmiş. 14. yüzyılda, villanın bulunduğu yerde Casale adı verilen yeni bir köyün kurulması ile beraber burada tekrar bir canlanma başlamışsa da, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan seller nedeniyle göçler olmuş ve yapı zamanla toprak altında kalmış. Giderek unutulan bu muhteşem yapı, 19. yüzyılda yabancı gezginlerin ve bilim insanlarının merakını uyandırmaya başlamış. Bu arada, define avcıları ve işin ehli olmayan kazıcılar nedeniyle tahribatlar da olmuş. İlk olarak 1820 yılında, Sabatino del Muto tarafından Sicilya’daki Britanya Konsolosu adına düzgün bir kazı yapılmış ve kalıntılarla beraber mozaiklerin önemli bir bölümü toprak altından çıkarılmış. 20. yüzyıl boyunca da yapılan düzenli kazılarla Villa Romana del Casale zaman içinde günümüzde gezilebilen haline gelmiş.

Kısaca tarihini anlatmaya çalıştığım Villa Romana del Casale’de ilk olarak büyük hamam bölümü sizi karşılıyor. Biz henüz burayı gezerken, büyük bir turist grubu geldi ve villa kısmına bizden önce girdi. Endişelenecek bir şey yok diye düşündüm. Ancak, sonradan içeride bu durum gerçekten can sıkıcı oldu. Mozaiklere zarar vermemek amacıyla, tüm villanın içini dolaşan, tahtadan ve yüksekte bir yürüme yolu yapılmış. İçeriyi bu yolu izleyerek geziyorsunuz. Tur rehberinin aşırı uzun ve detaylı anlatımlarına bir de grubun tüm yürüyüş yolunu kaplaması eklenince, her salonda bırakın ağız tadıyla mozaiklere bakmayı, şöyle birkaç kare fotoğraf çekebilmek bile imkansız oldu. Sonunda, dayanamadık ve tur rehberini kibarca uyardık. Kadının tepkisi soğuk ama profesyonelce oldu, öne geçebileceğimizi söyledi. Tam geçerken, yaş ortalaması epeyce yüksek olan gruptan bir adam terbiyesizce küfür etti. Ortam gerildi. Bir iki karşılıklı atışmadan sonra, biz öne geçtik ve daha rahat gezmeye başladık. Villanın içinde oldukça ayrıntılı, tatmin edici açıklama tabelaları var.

Masaj odasının tabanındaki mozaikte bir atlete yardımcıları çeşitli kokulu yağlarla masaj yapıyorlar. Yardımcıların sayısının dört olması, kişinin oldukça varlıklı olduğunu gösteriyor. Genel olarak, masaj hamam sefasının son aşaması olarak kabul ediliyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, villanın hamam bölümü halkın kullanımına da açık şekilde yapılmış. Bu nedenle hamama bir genel, bir de villadan, ev halkının kullandığı, özel bir giriş var. Ayrıca, hamamın, gymnasium, masaj odası, tuvalet, dinlenme bölümleri gibi, sadece ev sahibine özel kısımları da var. Evin genelindeki mozaikler, güzelliklerinin yanında, o mekanın ne amaçla kullanıldığı konusunda da birer ipucu görevi görüyorlar. Örneğin, masaj odasında vücuduna yağlarla masaj yapılan bir atlet, kilerde yiyecek, yatak odasında sevişen bir çift mozaikleri var.

Villanın bir zamanlar muhteşem bir girişi olduğu söyleniyor. İki yanında iki tane havuzlu çeşme olan bir kapıdan, revaklı bir ilk avluya girilirmiş. Burada, sol tarafta dışardan gelenler için doğrudan hamama bir giriş var. Karşıya doğru yürürseniz de önce bir antreden geçip, villanın özel
bölümündeki ikinci bir revaklı avluya giriliyor.
Antre
Sütunların arkasında ikinci revaklı avlu
Antrede, misafielerin karşılanmasını anlatan mozaik

Villanın kişisel alanları, çevresi revaklı dikdörtgen bir avlunun etrafında sıralanmış. Giriş yapılan ilk revaklı avlu ve antereden sonra bu bölüme ulaşıyorsunuz ve avluyu çepeçevre geziyorsunuz. Avlunun ortasında bir de havuz var. Tam karşıda ise, büyük bir bazilika bölümü var. Daha önce birkaç kez belirttiğim üzere, bazilika kelimesi, daha sonraki yaygın kullanımından ötürü, bir Hristiyan ibadethanesini çağrıştırsa da, aslında kökü Grekçe olan bir kelime. Romalılar tarafından belli tür yapılara bu isim verilmiş. Söz konusu yapıların özelliği, uzun ve sağlı sollu iki sıra sütun ile desteklenmiş olmaları. En sonda ise, yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) var. Sanırım böylesi bir yapıyı, bir ana nef ve iki yan nefi, karşıda da altarın bulunduğu apsisi olan bir kilise ya da katedral olarak kolayca gözünüzün önüne getirebildiniz. Ancak, bu planla inşa edilen bazilikalar Romalılar tarafından mahkeme salonu ya da büyük sivil toplantılar için yapılmışlar.

Villanın özel alanındaki odalar, ortasında havuz
bulunan, ikinci revaklı avlunun çevresine sıralanmışlar
Avluyu çevreleyen revağın tabanındaki mozaiklerde,
madalyon benzeri desenlerin ortasında,
çeşitli hayvan başları var

İnanılmaz ince bir işçilik ile yapılmış olan mozaiklerin, incelemek için insanın saatlerini alacak detayları var. Ancak, tabii ki bunun için yeterli vakit yok. Eminim, birkaç kere gidilirse, her seferinde farklı şeyler göze çarpacaktır. Burada size, etkileyici bulduğum, aynı zamanda villanın en çok ilgi gören salonlarından bazılarından söz edeceğim. Bunlardan ilki, hamam bölümündeki Salone del Circo. “İki Apsisli Salon” olarak da anılan bu salonun gymnasium (spor salonu) olduğu tahmin ediliyor. Yerdeki mozaikte bir quadriga (dört atın çektiği savaş arabası) yarışı var. Mozağin ortasındaki dikilitaştan dolayı buranın, Roma’daki Circus Maximus hipodromunun bir canlandırması olduğu düşünülüyor. Salon da zaten hipodromlara benzer tarzda, elips şeklinde. Mısır’dan getirilen bir obelisk olan bu dikilitaş Circus Maximus’a İmparator Augustus veya II. Constantius tarafından koydurulmuş. Hatırlarsanız, Sultanahmet’teki eski hipodrom alanının (Osmanlı dönemindeki At meydanı) ortasında da aynı şekilde Mısır’dan getirilmiş bir obelisk var.

Salone del Circo
Diğer adıyla, İki Apsisli Salon
Ortadaki dikilitaşın daha iyi görülebilmesi için, fotoğraf kalitesinden ödün verme pahasına sizin için resmi
biraz büyüttüm ve koyulaştırdım

Hamamdan villanın özel tarafına geçerken, ailenin kullanımı için yapılmış bir latrina, yani tuvalet var. Trapeze benzer bu bölümde duvar kenarında bir dizi tuvalet varmış. Tuvaletlerin altında, alanı çevreleyen duvar boyunca giden bir kanalizasyon sistemi var. Oturak kısımları, 1960’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında elden geçirilmiş. Tuvalet salonunun ortasındaki alanda da çeşitli hayvanların görüldüğü bir mozaik var.

Tuvalet (Latrina)
Aslında tuvaletler duvar boyunca, çepeçevre sıralı imiş. Kanalizasyon
kısmının da görülebilmesi için, restorasyon
sırasında sadece bir bölümü yapılmış.

Villanın ev kısmından hamama geçilen bir odadaki mozaikte, evin hanımını iki yanında birer sarışın çocuk ile yıkanmaya giderken görüyoruz. Bir görüşe göre bu çocuklar evin hanımının kendi çocukları. Diğer bir görüşe göre ise bunlar, hamama giden hanımlarına eşlik eden, Cermen ırkından iki köle. Sarışın figürlerin yanlarında görünen hizmetkarlar hamamda gerekecek eşyaları taşıyorlar.

Villadan hamam bölümüne özel geçiş
Evin hanımı hamama gidiyor

Yine ilginç bir mozaiğin bulunduğu bir başka oda, “küçük av odası” olarak geçiyor. Oturma odası veya kışın kullanılan bir yemek odası olduğu tahmin edilen bu oda da adını mozaikte aktarılan sahnelerden alıyor. Tam ortadaki açık havada yenen bir yemek sahnesinin etrafında çeşitli av sahneleri var. Bu sahnelerin özellikle iki tanesi çok ilgi çekici. Sol altta, at üzerindeki iki avcı boynuzlu üç geyiği, iki ağaç kütüğüne gerdikleri ağa doğru kovalayarak, yakalamaya çalışıyorlar. Bu sahnenin üst tarafında ise, iki tane kuş avcısı görüyoruz. Ağacın yaprakları arasına saklanan avlarını görmeye çalışıyorlar. Omuzunda bir şahin olan avcılardan birisi, çok gerçekçi bir şekilde, daha iyi görebilmek için bir elini alnına götürerek, güneşe karşı siper yapıyor. Sağ alt köşede ise, bir yaban domuzu avı sahnesi var. Avcılardan biri domuzun saldırısı ile yaralanmış, yerde yatıyor. Bir başka avcı yaralının yardımına koşmuş. Bu sırada, yüksek bir yerden taş atan başka avcılar domuzu bir bataklık alana doğru gitmeye zorluyorlar. Kapana kısılan domuzun ayakları yavaş yavaş batıyor.

Küçük Av Odası
Sol alt köşede geyik avı sahnesi, onun üstünde kuş avcıları
Sağ alt köşede domuz avı sahnesi

Villanın bu yazıda geçen salonlarının dışında, birçok değişik amaç için kullanılan ve servis odası olarak adlandırılan odası var. Platform aracılığı ile çizilen rotayı takip ederek, bana göre Villa Romana del Casale’nin en çarpıcı yer mozağine ulaşıyorsunuz. “Büyük av” olarak adlandırılan bu mozaik, bazilika bölümünün antresi görevini gören uzun koridoru kaplıyor. Mozaik o kadar büyük ki, tek bir fotoğraf karesine sığdırmak imkansız. Ayrıca insan, hangi köşesini inceleyeceğini şaşırıyor. O kadar güzel ayrıntılarla dolu ki. Mozaiğin konusu; başkent Roma’daki sirk gösterileri için imparatorluğun her köşesinde yapılan vahşi ve egzotik hayvan avları, avlanan hayvanların zarar görmeden, sağlam bir şekilde Roma’ya ulaşmaları için tahta kafeslere konmaları, kara yolu ile en yakın limana (Afrika’da bunun büyük olasılıkla Kartaca olduğu belirtiliyor) ulaştırılmaları, orada gemilere yüklenmeleri ve tabii ki, tüm bu süreçleri yürüten avcılar, askerler, atlılar, esirler ve gemiciler. Bu sahnelerin hepsi, uzun koridor boyunca resmedilmiş olan imparatorluğun doğudan batıya uzanan geniş toprakları üzerinde yer alıyor.

Sayısız sahne ile dolu Büyük Av mozağinden birkaç bölüm

Gelelim “bikinili kızlar” odasına. Aslında servis odalarından birisi olarak adlandırılan bu odanın da tabanı benzerleri gibi geometrik desenli bir mozaik ile kaplıymış. Daha sonra orijinal tabanın üzerine, atletizmin çeşitli dallarında yarışan kadın atletlerin resmedildiği bu mozaik yapılmış. Kızların kıyafetleri günümüzün bikinilerine benzetildiği için halk arasında “bikinili kızlar” olarak anılsalar da, aslında bunlar kadın atletler. Karşılaşmalar arasında ağırlık kaldırma, disk atma, koşu ve top oyunları olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Aşağıda solda toga giyinmiş bir yetkili kazananlara verilen bir taç ve palmiye dalı tutuyor. Aşağıda ortada ise, katıldığı karşılaşmayı kazanan bir katılımcı tacı ve palmiye yaprağı ile görünüyor.

İmparatorluğun dört bir köşesinde avlanan hayvanlar, taşınıyor
ve gemilere yüklenerek Roma’ya yollanıyor

Villanın en ünlü mozaiklerinden bir başkası, bulunduğu odanın büyük olasılıkla bir yatak odası olduğunu ima ediyor. Burada bulunan mozaiğin ortasında birbirine sarılmış, sevişen bir çift var.

Bikinili Kızlar” olarak anılan mozaikte çeşitli dallarda yarışan kadın atletler var. Altta ortada, bir karşılaşmayı kazanan atlet ödül olarak tacını ve palmiye dalını almış. Mozaiğin sol üst köşesinde, önceden bu tabanın geometrik desenli bir mozaik ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz. Sonradan üzerine bu atlet kızlar mozaiği yapılmış.
Sanki voleybol oynuyorlar gibi…
Koşan atletlerden biri
Odaya koridordan bakış

Bazilika bölümü aslında önünde bulunan “büyük av” koridorundan görülebiliyor ama, mozaiklerin üstüne basılamayacağı için, bu bölüme girmek için dışarı çıkıp, bir başka kapıdan girmeniz gerekiyor. Burası mimari olarak ilginç çünkü yukarıda sözünü ettiğim orijinal bazilika mimarisinin daha sonra nasıl evrilerek Hristiyan ibadethanelerine uyarlandığını insan daha net anlayabiliyor.

Yatak odasındaki ünlü mozaik

Bazilika bölümünde, daha önce Agrigento‘daki Tapınaklar Vadisi’nde Düşen İkarusheykelini gördüğümüz Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014) iki eseri de var. Mitoraj’ın bu eserleri de birer İkarus. Belli ki, Yunan mitolojisinin bu kahramanı Mitoraj’ın zihnini epeyce meşgul etmiş. Efsaneye göre, İkarus Girit’teki Knossos’tan babası Daedalus’un kendisi için yaptığı kanatları kullanarak kaçar. Kanatlar kuş tüyünden yapılmıştır ve balmumu ile vücuduna yapıştırılmıştır. İkarus kurtulmasına kurtulmuştur ama, babasının sözünü dinlemeyerek güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlarını tutan balmumu erir ve Ege Denizi‘ne düşer, boğulur. Bu efsaneye dayanarak, Ege Denizi’nde bir adanın adı, İkaria‘dır. Mitoraj Ikaro adlı heykelinde, kanatlarını kaybetmiş, yenilmiş ve başı öne eğik bir İkarus canlandırmış. İkinci heykel, Ikara, bir dişidir. Aslında Yunan mitolojisinde dişi İkarus yok ama, İkarus’a ithaf edilen adanın ismi bu dişiyi çağrıştırıyor. Kanatları olan bu heykel aslında sanatçı tarafından bir androjen olarak yapılmış. Belki İkarus’u izlemek istiyor ama, ayak bileğine yapışmış bir el onu tutuyor… Igor Mitoraj’ın villanın girişinde de güzel bir eseri var: “Sonsuza Kadar Çift“…

Roma’daki Circus Maximus hipodromuna
gönderme yapılan bir başka mozaik
Homeros‘un Odysseia destanından bir sahne
Ulysses (yani Odysseus) insan yiyen dev Polyphemus‘a şarap sunarken
Bir yunusa binmiş Arion ve lir ile çaldığı müziğin büyüsüne kapılarak onu izleyen deniz hayvanları ve yaratıkları
Geometrik motifleri ile dikkat çeken bir mozaik. Sağ taraftaki erkeğin kıyafetinden dolayı kendisinin önemli
bir kişi olduğu sonucuna varılmş.

O gün Siracusa’ya dönmeden, Villa Romana del Casale’den 45 dakikalık bir uzaklıkta olan Caltagirone‘ye de gittik. Val di Noto‘nun (Barok Vadisi) Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerinden birisi olan Caltagirone seramikleri ile ünlü. Ancak, burada Puglia‘nın seramikleri ile ünlü Grottaglie şehrindeki havayı bulamadık. Birkaç sene önce gittiğimiz Grottaglie’de yanyana, bazıları birer sanat galerisi havasında, bir sürü seramik atölyesi vardı. Üretilen şeyler ince bir zevk ürünüydü. Caltagirone’de o tür yerler görmedik. Girdiğimiz dükkanlarda da bizi etkileyen bir şey bulamadık. Belki hava kararmak üzere olduğu için biraz acele ettik ve tam olarak doğru atölye ya da dükkanlara rastlayamadık. Bilemiyorum. Gerçi sonunda Caltagirone’deki bir atölyede yapılmış, duvara asılan çok güzel bir seramik balık aldık ama, ertesi gün Siracusa’dan. Dükkan sahibi, Caltagirone’de özel bir atölyeye yaptırdığını söyledi.

Bir nymphaeum bulunan revaklı oval salon.
Buradaki mozaikler, mekanın işlevine
uygun olarak, su ve deniz ile ilintili

Caltagirone’yi çok fazla gezemedik ama, ünlü seramik merdivenlerini gördük. Scalinata di Santa Maria del Monte (Santa Maria del Monte Merdiveni) olarak bilinen bu basamaklar, 1606 yılında, eski Caltagirone’yi tepede kurulan yeni şehire bağlamak için yapılmış. 130 metreden fazla bir uzunluğu olan 150 basamaklı merdivenlerin yapımı 10 sene sürmüş. 1954 yılında, yukarıdaki Santa Maria del Monte Kilisesi’ne çıkan merdivenin her basamağı yerel seramik sanatçıları tarafından donatılmışlar. Her basamakta, Sicilya’dan gelmiş geçmiş farklı milletlerin, farklı yüzyıllara ait eserlerini temsil eden motifler kullanılmış. Her yıl mayıs ayındaki Çiçek Festivali sırasında basamaklar çiçeklerle donatılıyormuş.

Bazilikaya “büyük av” koridorundan bakış
“Büyük av” koridorunun mozaiklerine zarar
gelmemesi için bazilikaya dışarıdan giriliyor
Igor Mitoraj‘ın Ikaro ve Ikara heykelleri
Igor Mitoraj’ın villanın girişindeki “Sonsuza Kadar Çift” heykeli

Bu yazı ile birlikte, 2022 Ekim ayında iki haftadan biraz fazla bir süre boyunca gezdiğimiz Sicilya ile ilgili yazı dizimin de sonuna gelmiş oluyorum. Dilerim, daha önce gidenlerin anılarını tazelemelerine, henüz gitmeyenlerin de gezi planlarını yapmalarına katkıda bulunabilmişimdir. Kendi adıma, son derece ilginç binlerce yıllık tarihi, arkeolojik ve tarihi eserlerinin zenginliği, müzeleri ve müthiş mutfağı ile Sicilya’nın, gezdiğim tüm yerler arasında çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.

Caltagirone‘deki Scalinata di
Santa Maria del Monte merdivenleri

Sadık bir okuyucum olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, bundan sonra yazacağım kısa bir yazıda önceki yazılarımda sözünü ettiğim yeme-içme mekanları, yediklerimiz, içtiğimiz Sicilya şarapları ve benzeri konuları toparlayacağım. Sonrasında ise, yeni yolculuklar, yeni heyecanlar ve anılar gelecek…

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sözü hiç dolandırmadan baştan söyleyeyim. Eğer bir gün tekrar Sicilya‘ya gidersem, Siracusa kesinlikle tekrar gitmek isteyeceğim şehirlerden birisi olacaktır. Siracusa, birçok bakımdan çok beğendiğim bir şehirdi. Özellikle şehir merkezinin bulunduğu Ortigia Adası‘nın ambiansı, tarihi eserleri, Arkeolojik Parkı, restoran ve kafeleri, dükkanları pek güzeldi. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Siracusa’ya geldiğimiz ilk gün biz, bavullarımızı bile açmadan, hemen Val di Noto‘ya (Barok Vadisi) doğru yola çıkmıştık. Akşam döndüğümüzde, geç vakit otelin yakınında yemek yemiş (Ristorante Pizzeria Al Forte Campana) ve yatmıştık.

Grand Hotel Ortigia

Siracusa’da kaldığımız Grand Hotel Ortigia, 1890 yılında açılmış, beş yıldızlı bir oteldi. İki köprü ile ana karaya bağlı olan Ortigia Adası’nda, deniz kenarında, çok hoş bir işletme. Titizlikle yönetilen, ödediğiniz ücretin hakkını veren bir oteldi. En üst katta, denize bakan odamız da çok güzeldi. Sabahları odanın balkonunda oturup, hem bir gün önce yaptıklarımızı not etmek hem de önümüzdeki marinadaki tekneleri, martıları ve adanın çevresini dolaştıran gezi motorlarının gidişini izlemek büyük bir keyif olmuştu benim için. Pırıl pırıl güneşin altında masmavi bir gökyüzü ve deniz, sadece seyrek gezi motorlarının sesi ile bölünen sessizlik ve sakinlik… Unutamayacağım bir güzellikti. Aynı katta bulunan kahvaltı ve yemek salonu da aynı manzarayı bir başka açıdan sunuyordu. Otelin bizim için bir başka önemli özelliği de, önünde kendisine ait bir otoparkı olması idi.

Siracusa, antik dünyanın en önemli süper güçlerinden birisi olmuş bir şehir. Bir dönem o kadar kuvvetlenmiş ki, Grek dünyasında prestij olarak Atina‘yı geçmiş. O zamanlar Syracusae olarak bilinen ve Sicilya’nın doğu kıyısında bulunan Siracusa, M.Ö. 734 yılında Yunanistan’ın Korint bölgesinden buraya gelen Grekler tarafından kurulmuş. Bu da demek oluyor ki, Taormina‘nın yakınlarındaki Naxos ile hemen hemen aynı tarihte kurulmuş. M.Ö. 485 yılında, Sicilya’nın güney sahilinde bir başka site devleti olan Gela‘nın diktatörü Hippocrates tarafından ele geçirilmiş. Bir dizi diktatörün yönetiminden sonra, M.Ö. 465 yılında yaşanan bir devrimden sonra demokratik düzene geçilmiş. Peleponez Savaşları (M.Ö. 431-404) sırasında, M.Ö. 413 yılında, Siracusa tarafından desteklenen Selinunte‘ye karşı Segesta‘ya destek olmak için yola çıkan Atinalılar, oraya gitmek yerine Siracusa’ya saldırmışlar. Sonuç, ağır bir yenilgiye uğrayan Atinalılar için tam bir hüsran olmuş. M.Ö. 405 ile 367 yılları arasında yönetimde olan I. Dionisius (Büyük olan diye de bilinir) zamanında Siracusa, en güçlü Grek site devleti haline gelmiş ve ezeli rakibi Kartacalılara karşı üç savaş kazanmış. M.Ö. 465’teki demokratik devrime rağmen bir despot olan I. Dionisius zamanında Siracusa, büyük bir imar dönemi geçirmiş. İnşa edilen kamusal yapılarla şehir, Batı Dünyası’nın en mamur yerleşim yerlerinden birisi haline gelmiş. M.Ö. 213 ile 211 yılları arasında Siracusa Romalılar tarafından kuşatılmış. Bu dönemde, Siracusa doğumlu olan Arşimet Romalılara karşı tüm bilimsel ve mekanik yaratıcılığını ve zekasını kullanmış. Başvurduğu yöntemler arasında, Romalıların görüşlerini engellemek ve aynı zamanda belki de gemilerini yakmak için dev ayna ve merceklerin kullanılması da varmış. Tüm bunlara rağmen, Siracusa M.Ö. 211 yılında Romalılar tarafından zaptedilmiş. Bu sırada Arşimet, kuşatmayı yöneten Roma Konsülü ve General Marcus Claudius Marcellus‘un aksi yönde verdiği kesin talimata karşın, bir Romalı asker tarafından öldürülmüş. Marcellus çok değer verdiği bu bilim insanının öldürülmesine çok kızmış. Konu hakkında çok sonra yazan Plutark‘a (M.S. 45–119) göre, öldürme olayı hakkında iki değişik anlatım varmış. En popüler anlatıma göre şehir zapt edildiği sırada Arşimet bir matematik çizimi üzerine düşünmekteymiş. Romalı bir asker onu komutan Marcellus’a götürmek için emir verince, Arşimet önce problemi çözmesi gerektiğini söylemiş. Bu yanıta çok sinirlenen asker Arşimet’i bir kılıç darbesi ile öldürmüş. Bir başka anlatıma göre ise, Arşimet o sırada matematiksel problem çözümünde kullandığı bir takım aletler taşıyormuş. Bunların değerli şeyler olduklarını düşünen asker, bilgini öldürmüş.

Odamızın da bulunduğu otelin teras katından manzara

Siracusa Roma döneminde eskisi kadar etkin bir şehir olmasa da, Romalıların Sicilya’daki yönetim merkezi yapılmış. İmparatorluğun Doğu ve Batı yönetim bölgeleri arasında önemli bir ticaret limanı haline gelmiş. Bu arada, Tarsuslu Aziz Paul‘ün şehre gelmesinden sonra Siracusa’da Hristiyanlık yayılmaya başlamış. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Ostrogotların, daha sonra Bizans İmparatorluğu‘nun (M.S. 535) ve M.S. 878 yılında Arapların eline geçmiş. Orta Çağ boyunca Siracusa’nın önemi gittikçe azalmış. Yaklaşık 250 yıl süren Arap dönemi sırasında adanın başkenti Siracusa’dan Palermo‘ya taşınmış. Katedral camiye dönüştürülmüş ve Ortigia Adası’nda İslami tarzda binalar yapılmış. Ticaretin yanında, şehirde sanatsal ve kültürel faaliyetler de oldukça fazla olmuş. Aralarında Sicilyalı Arap şairlerin en önemlisi sayılan İbn Hamdis de olmak üzere, birçok Arap şair yetişmiş. Sicilya’nın geri kalanında olduğu gibi, Siracusa’daki Arap hakimiyetine Normanlar son vermiş. Bir taraftan Norman, diğer taraftan Alman Hohenstaufen hanedanından olan Kutsal Roma İmparatoru ve aynı zamanda Sicilya Kralı II. Frederick‘in ölümünden sonra yaşanan kargaşa sırasında Siracusalılar, Fransız Angevin (diğer adıyla Anjou) hanedanına karşı Aragonluları tutmuşlar. Bu sayede, adanın İspanyol yönetimi boyunca önemli ayrıcalıklarla ödüllendirilmişler.

Önümüzdeki sakin marina

Siracusa, 1542 ve 1693 depremleri sırasında çok ağır bir şekilde tahrip olmuş ve Val di Noto’daki şehirler gibi, Barok tarzda yeniden yapılmış. 1729 yılında veba, 1837 yılında ise kolera felaketi yaşanmış. Kolera salgını, yönetimde olan İspanyol Bourbon hanedanına karşı bir ayaklanma başlamasına neden olmuş. Ceza olarak, bölge merkezi Noto’ya taşınmış ama huzursuzluk bastırılamamış. Siracusalılar adadaki 1848 devrim hareketine katılmışlar. İtalya’nın 1865’te birleşmesinden sonra Siracusa tekrar bölge merkezi konumuna kavuşmuş. 19. yüzyılın sonuna doğru şehrin duvarları yıkılmış ve Ortigia Adası’nı karaya bağlayan bir köprü yapılmış. Ayrıca, Siracusa’ya demiryolu bağlantısı da inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında hem Almanlar hem de Müttefik Kuvvetleri tarafından çok yoğun bombardımana tutulan Siracusa, savaş sonrasında yaşanan endüstrileşme sürecinde kuzeye doğru hızla genişlemeye başlamış. Günümüzde Siracusa’nın başlıca gelir kaynakları tarıma dayalı sanayi ve ticaret ile birlikte balıkçılık endüstrisi ve turizm.

Siracusa’nın muhteşem bir arkeolojik parkı var. Parco Archeologico della Neapolis şehrin eşsiz Grek ve Roma mirasından günümüze kalanları şahane bir doğal ortamda görebileceğiniz ve arkeolojik kalıntıların arasında kendinizi bir yandan da gerçekten bir park ortamında hissedeceğiniz bir yer. Bakımlı çimenlikleri, çam, selvi ve zeytin ağaçları ile kuş cıvıltılarının yarattığı ortam açısından Siracusa’nın Neapolis (Yenişehir) Arkeolojik Parkı’nı, Sicilya’da gördüğümüz benzerleri arasında bir numaraya koyabilirim.

Parco Archeologico della Neapolis
gerçekten bakımlı bir park görünümünde

Neapolis Arkeolojik Parkı’na gitmek için, Ortigia Adası’ndan köprü yoluyla karaya çıkmanız ve kuzeybatıdaki tepenin yukarısına doğru gitmeniz gerekiyor. 35 hektarlık bir alan kapladığı söylenen arkeolojik parkın çevresi yüksek demir parmaklıklarla çevrili. Arabanızı bu parmaklıkların dışında, yol boyunca park edebilirsiniz. Arkeolojik parkın en önemli iki çekim noktası hiç şüphesiz Grek Tiyatrosu ve Roma Amfiyatrosu. Ancak, Latomia adı verilen antik taş ocaklarının bulunduğu bölümü de gezmeyi ihmal etmeyin.

Bilet alıp, içeri girdikten sonra yolu ve tabelaları takip ederek aşağı doğru ilerleyin. Arkeolojik parkın farklı bölümlerine girmek için, aldığınız bileti farklı turnikelerde okutmanız gerekecek. O nedenle, biletinizi kaybetmeyin. Biz, ilk önce sol taraftaki eserlere yöneldik. Şüphesiz siz, kendi isteğinize bağlı olarak sağ taraftan da başlayabilirsiniz.

Hieron Altarı

İlk olarak, Tanrı Zeus’a adanmış Hieron Altarı karşımıza çıktı. M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı belirtilen bu sunağın kalıntılarından bile, zamanında ne kadar devasa bir yapı olduğu anlaşılıyor. Antik dönem Grek dünyasının en büyük altarı olarak tanımlanıyor. Adını, burayı yaptıran, Siracusalı diktatör II. Hieron‘dan almış. Sonraki yüzyıllarda sunağın taşları başka yapıların inşası için acımasızca talan edilmiş. Özellikle 15. yüzyılda, Ortigia adasının çevresinde İspanyollar tarafından yapılan kale surları için buradan çok taş götürülmüş.

Roma Amfiyatrosu

Yine aynı tarafta bulunan Roma amfiyatrosu ve çevresi, kendinizi en çok bir parktaymış gibi hissedeceğiniz alan. Kuş seslerinin dışında hemen hemen hiç ses olmayan bu bölümde sanki gezenler de sessizliği bozmaktan çekiniyorlarmış gibiydi. Bir ağacın altındaki üç görevli de huzurun tadını çıkarıyor, oturdukları sandalyelerde alçak sesle sohbet ediyorlardı. Biçilmiş çimenlerin ve peyzaj düşünülerek dikildikleri belli olan ağaçların taçlandırdığı amfitiyatro ise ortada yer alıyordu. M.Ö. 1. yüzyılda yapılmış olan amfitiyatro, benzerleri gibi, gladyatör karşılaşmaları için yapılmış. Arkeologlar yerin altındaki bazı hücre ve koridor gibi bölümlerin suya karşı yalıtıldıklarını saptamışlar. Buradan hareketle, amfitiyatronun su oyunları için de kullanılmış olabileceği sonucuna varmışlar. Taormina ile ilgili yazımı okuyanlar belki anımsarlar, Romalıların büyük havuzlarda deniz savaşları simülasyonları yapmaktan çok hoşlandıklarını yazmıştım. Eğlenmek için yapılan bu oyunların gerçekleştirildikleri büyük havuzlara ya da bu havuzları barındıran binalara da Naumachie veya Naumachia adı verilirmiş. Bu durumda, Siracusa’nın Roma amfitiyatrosu istendiği zaman bir Naumachia’ya dönüştürülebilecek şekilde yapılmış diyebiliriz.

Üzerlerinde bulunan derin izlerden dolayı, amfitiyatronun ortasındaki sütunların bazı sahne mekanizmaları için yapılmış olabileceği belirtiliyor. M.S. 399 yılında gladyatör okulları Theodosius tarafından kapatılmış. M.S. 404 yılında da gladyatör dövüşleri Honorius tarafından kesin olarak yasaklanmış. Bundan sonra amfitiyatro başka türlü eğlenceler için kullanılmaya başlanmış. Zaman içinde terk edilen yapı, 16. yüzyılda Siracusa’nın şehir surlarının yapımı için İspanyollar tarafından sökülmeye başlanmış.
Amfitiyatronun etrafındaki bazı izlerden buranın daha önce bir taş ocağı olarak kullanıldığına karar verilmiş. Taş ocağının dikey duvarlarında
oyulmuş bu nişlere adak amaçlı olarak küçük
tanrı ve tanrıça heykelleri konurmuş

Arkeolojik parkın içindeki ana yürüme yolunun sağ tarafına geçtiğinizde, bu kez Teatro Greco‘ya, yani Grek Tiyatrosu‘na ulaşacaksınız. Bu bölümün turnikelerinden geçtikten sonra tiyatro hemen görünmediğinden dolayı giriş kısmının tabelasını kolaylıkla es geçebilirsiniz. Nitekim, bizim için de öyle oldu. Bu girişi görmeden aşağılara inmişiz. Oraları gezip, epeyi bir sorup soruşturduktan sonra, tekrar geri dönüp gezebildik.

Siracusa‘nın muhteşem Grek Tiyatrosu

Siracusa’nın Grek Tiyatrosu, özellikle aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında, çok etkileyici. 15.000 kişilik oturma kapasitesi ile Sicilya’da günümüze kadar en iyi korunabilmiş antik tiyatro olduğu belirtiliyor. M.Ö. 5. yüzyılda, mimar Damocopos tarafından yapılmış. İzleyen yüzyıllarda üzerinde çok değişiklik yapılmış. Bunların arasında en temel değişim, M.Ö. 3. yüzyılda, Romalılar döneminde olmuş. Antik Yunanlılar bu tiyatroyu Sophocles, Euripides ve Aeschylus gibi antik tiyatro ustalarının eserlerinin sergilenmesi için kullanırken, Romalılar yapıyı bir gladyatör karşılaşmaları arenasına çevirmişler. Günümüzde tiyatroda antik Yunan eserleri sahneleniyor.

15.000 kişilik oturma kapasitesi olan tiyatroda günümüzde de
Antik Yunan eserleri sahneleniyor

Tiyatrodan aşağıya doğru inen yolu izlediğiniz zaman Latomia del Paradiso olarak adlandırılan bölüme ineceksiniz. Latomia Yunanca taş ve kesmek kelimelerinden geliyor. Yani burası bir taş ocağı. Antik kentleri gezerken yapımlarında kullanılan taşların nasıl ve nereden getirildiği konusunu çok az düşünürüz. Siracusa’daki antik anıtlar buradaki kireçtaşı ocaklarından çıkartılan taşlarla yapılmışlar. İnsan eliyle oyulmuş mağaralarda taşların nasıl kesilip çıkarıldığını açıkça görebiliyorsunuz. Burası aynı zamanda esirlerin tutulduğu bir açık hava cezaevi. Atina ile yapılan savaş sırasında burada binlerce esir tutulduğu söyleniyor. Tahmin edeceğiniz gibi, taş ocaklarında da bu esirler kullanılmış. Latomia’nın adına Paradiso (cennet) kelimesinin eklenme sebebi, daha sonra dikilen limon ve portakal ağaçları ile buranın hoş bir bahçe haline getirilmesinden dolayı. Siracusa’da benzer tarzda birkaç Latomia daha var.

Latomia del Paradiso

Latomia bölümündeki Orecchio di Dionisio (Dionisius’un Kulağı) mağarası, antik kentteki en çok ilgi çeken ve ziyaret edilen yerlerden birisi. Ters bir kulak şekline benzetildiği için bu isimle anılıyor. İnanılmaz bir akustiği olan mağarada fısıltı bile duyuluyor. Söylenceye göre, büyük despot I. Dionisius mağaranın bu özelliğinden yararlanarak gizlice esirlerin konuşmalarını dinlermiş.

Dışarıdan ve içeriden Orecchio di Dionisio
(Dionisius’un Kulağı) mağarası
Solda Grotta dei Cordari ve ilerde sağda Grotta del Salnitro

Latomia del Paradiso’daki diğer mağaralardan Grotta dei Cordari adını, buranın 1984 yılına kadar urgan ve ip üreticileri tarafından kullanılmış olmasından alıyor. Grotta del Salnitro‘nun adı ise, uzun yıllar mağaranın nemli duvarlarındaki mineral tuzlardan yararlanılarak yapılan salnitro (güherçile) üretiminden geliyor. Güherçile (potasyum nitrat), gübre, ilaç ve patlayıcı madde yapımında kullanılan bir madde.

Grotta del Salnitro’da antik eserlerin yapımında
kullanılan taşların nasıl kesilip çıkarıldıklarını
çok açık bir şekilde görebiliyorsunuz

Neapolis Arkeolojik Parkı’nı gezerken sizi bizim düştüğümüz, sıcakta pek de hoş olmayan, bir tuzaktan korumak isterim. Gezerken, karşımıza Arşimet’in Mezarı ibareli bir yön tabelası çıktı. Heyecan içinde tabelayı izlemeye başladık. Ancak, işaret edilen ve insana sıcakta sonsuz gibi gelen merdivenlerle ulaşılan tepeye tırmanmak giderek bir işkence haline gelmeye başladı. Yine de yılmadık. Büyük bilginin mezarını görmek için değer diye düşündük. Kan ter içinde yukarı çıktık. Bizi bir tabela karşıladı: “ARŞİMET’in MEZARI- Yanlış bir şekilde, ünlü bilim adamının mezarı olduğu düşünülen Roma dönemi mezarı“. Arkeolojik Park yönetiminden birileri ziyaretçilerle fena halde dalga geçiyordu anlaşılan! İşin kötü tarafı, etrafta o tırmanışı hak edecek başka görülecek pek bir şeyin de olmamasıydı. Dönüşte tekrar aşağı doğru inerken bir sürü insan, bizim kısa bir süre önce yaptığımız gibi, oflaya puflaya sıcakta yukarı çıkıyordu. Bir an onları uyarmayı düşündük. Sonra, “Neme lazım… Herkes gerçeği kendi keşfetsin ve kendi pişmanlığını kendi yaşasın”, dedik ve yolumuza devam ettik…

Arşimet’in mezarı için yönlendirildiğimiz yer ve…
Karşımıza çıkan tabela….

Arkeolojik Park’tan girdiğiniz kapıdan çıkıyorsunuz. Bu civarda, yürüme mesafesinde görülebilecek birkaç yer daha var. Bunlardan biri, Via Teacrito sokağının sol tarafına açılan Via San Giovanni alle Catacombe sokağının içindeki Basilica di San Giovanni. Siracusa’nın ilk katedrali olarak kabul edilen San Giovanni Bazilikası, ilk olarak M.S. 6. yüzyılda, Bizans döneminde, burada çok önceden var olan katakombların üzerine yapılmış. Söz konusu katakomblar M.S. 4. yüzyıldan kalma. Bu bölüm, sadece belli saatlerde yapılan rehberli turlarla gezilebiliyor. Yapılan bazilikanın altar kısmı tam olarak aşağıda bulunan Aziz Marciano‘nun kriptinin üzerine gelecek şekilde inşa edilmiş. Siracusa’nın ilk piskoposu olan Aziz Marciano, M.S. 254 yılında Romalılar tarafından kırbaçlanarak öldürülmüş. Şehrin Arapların elinde bulunduğu dönemde bazilika neredeyse tamamen yıkılmış. Sonraki Norman döneminde yeniden yapıldıysa da, 1693 depreminde çatısı çökmüş ve bir daha yapılmamış. Yapı bu döneme kadar katedral statüsünde imiş. Ancak, daha sonra bir piskopos atanmadığı için, bu özelliğini kaybetmiş.

Siracusa’nın ilk katedrali Basilica di San Giovanni
Bazilikanın tavanı 1693 depreminde çökmüş ve bir daha yapılmamış
Sütun detayı

Yakınlardaki bir diğer gezmeye değer yer, Museo Archeologico Regionale Paolo Orsi arkeoloji müzesi. Bizim gezmeye vakit bulamadığımız bu müzenin, Sicilya’daki en zengin koleksiyona sahip arkeolojik müze olduğu belirtiliyor. Müzenin karşısında göreceğiniz, biraz tuhaf görünümlü, modern kilise, 20. yüzyılda yapılmış bir Katolik kilisesi olan Madonna delle Lacrime Bazilikası. Kimi yorumlara göre bir göz yaşını simgeleyen yapı, kimileri tarafından ise, ters çevrilmiş bir dondurma külahına benzetiliyor. 1966 yılında başlanıp, 1994 yılında tamamlanan bazilikanın yapımı, 29 Ağustos-1 Eylül 1953 tarihinde yaşandığı iddia edilen bir mucizeye dayanıyor. Buna göre, söz konusu tarihler arasında altarda görülen Meryem Ana ikonunun gözlerinden gerçek göz yaşları dökülmüş. O tarihte evli bir çiftin evinde bulunan ikonanın “ağlaması” büyük olay olmuş. Uzun incelemelerden sonra, göz yaşlarının “gerçek oldukları” Papa tarafından ilan edilmiş ve ikona için bir kilise yapılmasına karar verilmiş. Ancak, kilisenin bulunduğu alanın altında arkeolojik eserler olduğu tespit edildiği için, yapım aşamasında büyük protestolar ve tartışmalar yaşanmış. Günümüzde kutsal mabed olarak kabul edilen bazilikaya her yıl, rahatsızlıklarından kurtulmak için buraya gelerek dua eden, binlerce hacı akın ediyormuş.

Madonna delle Lacrime Bazilikası
“Mucize ikona” altardaki haçın altında
Bazilikanın konik kubbesinin içeriden görünüşü

Ana karadaki bu gezmeden sonra tekrar şehrin en eski bölgesi olan Ortigia Adası’na geri döndük. Burası aynı zamanda bence şehrin en güzel tarafı. Ortigia’yı gezmeye Apollo Tapınağı‘ndan başlamak iyi bir fikir. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki en eski Dorik tarzda yapılmış anıt kabul ediliyor. Tapınağın bir diğer önemi de, mimari olarak Sicilya’da tapınakların yapımında kullanılan malzemenin değişmesi açısından bir dönüm noktası olması. Önceden tapınaklar tahtadan yapılıyorken, belirtildiğine göre, ilk olarak Siracusa’daki Apollo Tapınağı ile birlikte bu tür yapılar taştan yapılmaya başlanmış. Tapınakta yüzyıllar boyunca çeşitli değişiklikler yapılmış. Geç Roma döneminde paganlara yapılan baskılar çerçevesinde önce kapatılmış. Daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Arapların döneminde camiye ve son olarak Normanların döneminde bir bazilikaya dönüştürülmüş. 1537 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken (V. Charles veya V. Karl) tarafından Sicilya’nın tahkimi için yapılacak yeni sur ve kalelerde kullanılmak üzere, taş ocağı haline getirtilmiş. Tapınağın taşları yoğun inşaat faaliyetleri için talan edilmiş. Ortigia Adası’nın çevresindeki surların yapımında kullanılmışlar. 1562 yılında tapınağın bir bölümü, çevredeki başka binalarla birlikte, yakınındaki İspanyol askeri kışlasının içine katılmış. Bazı bölümlerinin üstüne ise, evler yapılmış. 1890 yılında Apollo Tapınağı bir anlamda yeniden keşfedilmiş. 20. yüzyılın başlarında arkeolog Paolo Orsi‘nin çabaları sonucu üstündeki binalar boşaltılıp, kaldırılarak günümüzde gördüğümüz haliyle ortaya çıkarılmış.

Otelimizin yakınında karşımıza çıkan bu kalıntılar
Grek dönemine ait bir sokaktan günümüze kalanlar
Ortigia Adası‘ndaki Apollo Tapınağı
M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki
en eski Dorik tarzda yapılmış anıt
Apollo Tapınağı da İspanyol döneminde yapılan
surlar için kullanılmak üzere talan edilmiş

Apollo Tapınağı’nın bulunduğu meydandan ayrılıp, şık dükkanların bulunduğu Corso Giacomo Matteotti caddesi boyunca yürürseniz, bir başka ünlü meydana varıyorsunuz. Barok dönemi binalarla çevrili ve ortasında yuvarlak bir çeşme bulunan bu meydanın adı, Piazza Archimede. Yani Arşimet Meydanı. Bu meydan Apollo Tapınağı ile Siracusa Katedrali (Duomo) arasındaki mesafenin hemen hemen ortasında yer alıyor. Diana Çeşmesi olarak bilinen ortadaki çeşme, 1907 yılında heykeltıraş Giulio Moschetti tarafından yapılmış. Eser, su perisi Aretusa‘nın, ona aşık olan nehir tanrısı Alpheus tarafından kovalanmasını ve ortadaki yükseltide heykeli bulunan tanrıça Diana’nın (Yunan mitolojisinde Artemis) periyi korumak için onu bir su kaynağına çevirmesini konu ediniyor. Aretusa isimli su perisi antik Grek dünyasında yeryüzündeki sadece iki su kaynağı ile bu şekilde ilişkilendirilmiş. Bunlardan biri, daha sonra göreceğimiz, Siracusa’daki Ortigia Adası’nda bulunan kaynakmış. Diğerinin ise, Yunanistandaki Elis şehrindeki bir kaynak olduğu söyleniyor. Piazza Archimede’de bulunan Cafe Archimede Diana Çeşmesini incelemek, dinlenmek, bir şeyler içmek ve gelen geçeni seyretmek için iyi bir yer.

Piazza Archimede‘deki Diana Çeşmesi

Yazımın başında Siracusa’yı ve özellikle buradaki Ortigia Adası’nı ne kadar sevdiğimi belirtmiştim. Taormina ile birlikte, Sicilya’da en beğendiğim iki yerleşim yerinden birisi oldu Siracusa’nın Ortigia bölgesi. Engebesiz, yayvan bir alanda, çok hoş ve huzur verici bir yer. Yazın çok sakin olmayabilir ama o zaman bile kalabalığın insanın içini sıkmayacağını düşünüyorum. Ortigia’da beni gerek gece gerekse gündüz büyüleyen yer Duomo ve onun bulunduğu meydan, Piazza del Duomo oldu. İlk olarak hava karardıktan sonra gördüğüm bu meydanı daha sonra, gündüz görünce de çok sevdim. Meydanın en güzel köşesinde bulunan Siracusa Katedrali (Duomo di Siracusa) ve meydanı çevreleyen, aralarında Belediye Sarayı’nın da bulunduğu, saraylar Noto’daki binalarda kullanılan taşlardan daha beyaz bir kireç taşı ile yapılmışlar. Etrafındaki yüksek duvarlara rağmen görülebilen Başpiskoposluk Sarayı’nın bahçesindeki limon ağaçlarının görüntüsü de ayrı güzel. Gündüz güneş ışıkları altında pırıl pırıl görünen meydan gece ise, yapılan kısık ve yumuşak tonda aydınlatma ile müthiş etkileyici, adeta büyüleyici bir havaya bürünüyor. Arşimet Meydanı’ndan buraya gelmek için Via Roma‘yı izlemeniz yeterli. 250 metre kadar sonra katedrale ulaşıyorsunuz.

Duomo di Siracusa
Gündüz ayrı güzel…
Alaca karanlıkta ayrı güzel…

İtalya’nın herhangi bir bölgesinde ya da Sicilya’da, birçok yerleşim yerini kapsayan bir geziye çıktıysanız, bir süre sonra katedral ve kilise gezmekten sıkılabilirsiniz. Her şehrin illaki bir Duomo’su ya da herhangi bir nedenle ünlü olmuş bir, bazen birden fazla kilisesi vardır. Bir süre sonra,

– Aman, yeter artık, diyebilir ve gezmekten vazgeçebilirsiniz.

Siracusa Katedrali’nin dış cephesinde Athena Tapınağı‘nın
sütunlarını bariz bir şekilde görmek mümkün

Bunu anlayışla karşılayabilirim. Ancak, benim size önerim, Siracusa Katedrali’ni es geçmemeniz… Açıklayayım. Siracusa’daki katedral sadece o çok güzel Barok ön cephesi için değil, bütünleştiği Grek döneminden kalma Athena Tapınağı nedeniyle de çok özel bir yapı. Yukarıda sözünü ettiğim Apollo Tapınağı’na yapıldığı gibi, pagan tapınakların sonradan kiliseye dönüştürüldüğünü çok görmüş ya da okumuşuzdur. Ülkemizde, Yunanistan’da ya da İtalya’da böyle pek çok yer var. Ama genelde buralarda, işlevi değiştirilen yapıdan ya çok az ya da hiç belirgin bir iz olmaz. Çoğunlukla, eski yapının temelinin üzerine, kalan taşlar kullanılarak, bambaşka bir yapı inşa edilmiştir. Bu durumda, eski halini gözümüzün önüne getirmek çok da kolay olmaz. Siracusa Katedrali’nin kanımca en etkileyici ve güzel yanı, o koca antik tapınağın yüzyıllar sonra yapılan Hristiyan ibadet yerinin mimarisi ile son derece estetik bir şekilde bütünleştirilmiş olması. Öyle ki, gerek dışarıdan gerekse içeriden tapınağın o heybetli sütunlarını belirgin bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu unutamayacağım bir deneyim oldu benim için.

Tapınak sütunlarının katedralin içinden görünümü
Katedralin ana nefi
Tavan 16. yüzyılda yapılmış ancak, Siracusa’nın
asil ailelerine ait armalar bir sonraki yüzyılda eklenmiş
Ana nefin iki yanındaki yan nefleri ayıran kemer ve
sütunlar Bizanslilar tarafından yapılmış

Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış. Bazı kaynaklara göre, M.Ö. 480 yılında, Himera Savaşı‘nda Kartacalılara karşı kazanılan zaferin şerefine, Siracusa despotu Gelone tarafından yaptırılmış. Tapınak M.S. 6. yüzyılda Bizanslılar tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Meryem Ana’ya adanmış. Bizanslılar bunu yaparken, tapınağın sütunlarının aralarını doldurmuşlar. Bu sayede, Athena Tapınağı da bir anlamda ayakta kalmış. 7. yüzyılda başına bir piskopos gelmesi ile birlikte katedral statüsü kazanmış. 9. yüzyılda gelen Arap yönetimi sırasında yapı cami olarak kullanıldıktan sonra, 12. yüzyılda Normanlar ile birlikte tekrar kiliseye dönüşmüş. 15. yüzyılda renkli mermer kullanılarak kilisenin tabanı yeniden yapılmış. Tüm bu yönetim değişiklikleri sırasında, her yeni gelen yapıya yeni şeyler katmış. 1693 yılında yaşanan büyük deprem sırasında, daha önce Normanların yaptığı ön cephe ve çan kulesi yıkılmış. Çan kulesi bir daha hiç yapılmamış ama, katedralin ön cephesi mimar Andrea Palma tarafından Barok tarzda yeniden yapılmış.

Katedralin ana altarı
Ana altarda Hz. Meryem’in doğumunun resmedildiği
tabloyu kimin yaptığı bilinmiyor
Grek vaftiz kurnasının bronz aslanlardan
yapılmış ayakları Norman dönemden. Duvarlarda
Arap-Norman stilde mozaikler.
Sağ taraftaki nefte bulunan şapellerden Haç Şapeli
Altarın üstündeki haç, Bizans dönemine ait.

Duomo’ya ilk olarak akşam saatlerinde gitmiştik. Katedral ziyarete kapanmıştı. Bilet gişesi de o nedenle açık değildi. Kapıdaki yazıda, katedralin akşam ayini için açık olduğu yazıyordu. Biz de içeri girdik. Katedralin büyük bölümü karanlıktaydı. Görünürdeki bölümler çok sınırlıydı. Doğrusu buna bir anlam veremedim. Bir başka gün içeri bilet alarak girdiğimiz zaman, bunun nedeni ortaya çıktı. Bu kez, katedralin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Biletli ziyaret saatlerinin dışında, katedralin görülecek yerleri aydınlatılmıyordu.

Azize Lucia Şapeli
Altarın altındaki kutuda sergilenen kemiğin
Santa Lucia’ya ait olduğu iddia ediliyor
17. yüzyılda gümüş ustası Pietro Rizzo tarafından yapılmış olan Santa Lucia’nın bu gümüşten heykeli, yılda iki kere (Mayıs ayının ilk pazar günü ve 13 Aralık’ta) kutlanan Azize Lucia Festivali sırasında, uzun bir kortej ve saatler süren bir yürüyüş ile kentin sokaklarından geçiriliyormuş
Siracusa Katedrali’nin sağ taraftaki yan nefinde bulunan Kutsal Ayin Şapeli

Katedralin içi, aslında oldukça sade. Bir tane ana nef, onun her iki yanında da iki tane yan nef var. Bu iki yan nef ana neften, Bizanslılar tarafından yapılmış bir dizi sütun ve kemer ile ayrılmış. Ana nefte bulunan süslü Barok altar 17. yüzyılda yapılmış. Sağ taraftaki koridorda bir dizi şapel var. Bunlardan ilkinde bulunan vaftiz kurnasının çanak kısmı aslen Grek dönemine ait. Üzerlerine oturtulan bronz aslanlar ise Normanlardan kalmış. İkinci şapel, Romalılar tarafından öldürülen, Siracusa’nın koruyucu Azizesi, Santa Lucia’ya ithaf edilmiş. Burada, Santa Lucia’nın sol koluna ait olduğu iddia edilen bir kemik de sergileniyor. Sol taraftaki nefin sonunda, Bizanslılardan günümüze kalmış tek orijinal apsis var. Buradaki Madonna heykeli (Madonna della Neve- Karın Meryem Anası), 1512 yılında Antonello Gagini (1478-1536) tarafından yapılmış. Bu tarafta, sol duvar boyunca Grek tapınağının orijinal sütunlarını belirgin bir şekilde görebilirsiniz.

Katedralde Bizans döneminden kalan tek
orijinal apsis sol taraftaki yan nefte
Madonna della Neve heykeli
Antonello Gagini (1478-1536)

Duomo meydanının güney köşesinde, Başpiskoposluk Sarayı’na bitişik olan Santa Lucia alla Badia Kilisesi, ilk olarak 15. yüzyılda yapılmış. Benzer birçok yapı gibi 1693 depreminde yıkılınca, 1695-1703 yılları arasında, şimdi gördüğümüz kilise yapılmış. Bu kiliseye gitme nedenimiz, Caravaggio olarak bilinen, Michelangelo Merisi‘nin Azize Lucia’nın Gömülmesi (1608) adlı tablosunu görmekti. Güzel, Barok özellikleri taşıyan kiliseyi gezdik. Burası tek nefli, 18. yüzyılda yapılmış stucco süslemeleri (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) olan bir kilise. Tavanda, Marcello Vieri tarafından yapılmış olan freskde şehrin koruyucu Azizesi olan Santa Lucia’nın Siracusa’yı kıtlıktan koruması resmedilmiş. Altar’da, 1579 yılında Deodato Guinaccia tarafından yapılan Azize Lucia’nın Şehadete Götürülmesi tablosu asılı. Altarı kaplayan gümüş antependium (altara örtülen örtü veya metalden yapılmış kaplama), 1726 yılında Messinalı gümüş ustası Francesco Turco tarafından yapılmış. Kilisenin ayrıca çok güzel yer karoları var.

Santa Lucia alla Badia Kilisesi

Altarın üstünde, Deodato Guinaccia tarafından yapılan
Azize Lucia’nın Şehadete Götürülmesi tablosu asılı

Kiliseyi gezdik ama Caravaggio’nun tablosunu göremedik. Kilisenin içinde, bir dizüstü bilgisayarın başındaki görevliye tablonun nerede olduğunu sordum. Adam, Sicilya’da karşılaştığım en antipatik insandı diyebilirim. Burnundan, tenezzül ediyormuş edası ile, tablonun iki seneden beri orada olmadığını, Ortigia’nın dışında olduğunu söyledi. Lütfedip, yerin adını da söylemedi. Kiliseden çıkarken baktığımız krokiden tablonun kopyasının kilisenin girişindeki ufak bir salonda olduğunu öğrendik ve oraya yöneldik. Adam o kadarcık bir bilgi verme lüzumunu bile görmemişti. Tablonun kopyası bile pek güzeldi. Aslı kim bilir nasıldır…

Kilisenin yer karoları çok güzel
Artık Borgato semtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘nda olan Caravaggio‘nun Azize Lucia’nın Gömülmesi isimli tablosu

Daha sonra, merak edip araştırdım ve belki de görevlinin niye o kadar sevimsiz davranmış olabileceğini anladım. Caravaggio’nun o tablosu esasen, sanatçıya zamanında eseri sipariş de eden, Borgato semtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘na aitmiş. 2009 yılında bazilika restorasyona girince, geçici olarak buraya getirilmiş. Bu arada, tablo nedeniyle Santa Lucia alla Badia Kilisesi ziyaretçi akınına uğramaya başlamış. Günde 3000 kişinin tabloyu görmeye geldiği zamanlar olmuş. Bu nedenle, Caravaggio’nun tablosu için Borgato’daki ve Ortigia’daki, ikisi de Santa Lucia’ya adanmış, ibadethane arasında bir savaş başlamış. Birisi eseri geri alabilmek, diğeri de geri vermemek için büyük bir tartışma başlatmışlar. Televizyon kanallarında her iki tarafı destekleyen uzmanlar günlerce görüşlerini belirtmişler. Kimi, uygun olmayan rutubet koşullarından kimi tablonun Ortigia’da daha görünür olacağından dem vurmuşlar. Sonunda, kazanan taraf tablonun asıl sahibi olan Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası olmuş. Restorasyon bitince, 2020 yılında, eser yuvasına dönmüş. Santa Lucia alla Badia Kilisesi’ndeki görevlinin suratsızlığının altında hala unutamadıkları bu yenilgi olabilir diye düşünüyorum….

Tatlı su kaynağı Fonte Aretusa ve burada yetişen papirüsler

Siracusa’nın bir diğer ilginç noktası, bir tatlı su kaynağı olan Fonte Aretusa. Yukarıda, Piazza Archimede’deki çeşmeden söz ederken, su perisi Aretusa’dan ve Tanrıça Diana’nın (Artemis) onu nehir tanrısı Alpheius’un elinden kurtarmak için nasıl bir su kaynağına dönüştürdüğünden bahsetmiştim. İşte, Sicilya’daki Greklere göre, o kaynak Fonte Aretusa. Bir havuz haline getirilmiş kaynağın bir özelliği de, içinde yabani papirüs bitkilerinin yetişiyor olması. Siracusalılar, Nil nehrinin çevresinin dışında dünyada papirüsün bir tek Siracusa’da bu kadar bol yetiştiğini savunuyorlar. Uzmanlar papirüsün Mısır’dan mı geldiğini, yoksa Siracusa’nın doğal bir bitkisi mi olduğunu hala tartışıyorlarmış. Ancak, Siracusalı despot II. Gerone ve Firavun Ptolemy Philadelphus arasındaki ilişki nedeniyle, bu değerli bitkinin firavun tarafından adaya hediye olarak gönderildiği fikri ağır basmaktaymış. Siracusa’da yabani papirüs, Fonte Aretusa’nın dışında, Ciane nehrinin kıyılarında bol miktarda yetişiyormuş. Biz nehir kıyısına gitmedik ama, şehir içindeki bu su kaynağı sayesinde ben de hayatımda ilk olarak papirüs bitkisini gördüm. Bana, eskiden Bodrum Kalesi’nin dibindeki deniz kıyısında gördüğümüz, benim de bir aralar evde yetiştirdiğim Japon Şemsiyesi adlı bitkiyi andırdı. Ama, ondan biraz daha uçuşkan ve püsküllü idi. Siracusa’da bir de fırsat bulunursa gezilebilecek Papirüs Müzesi var.

Castello Maniace

Ortigia Adası’nın en uç kısmında, 1232-1240 yılları arasında Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II. Frederick tarafından yaptırılmış bir kale, Castello Maniace var. İlk başta bir kraliyet sarayı olarak da kullanılan kale, sonraki yüzyıllarda giderek sadece askeri bir nitelik almış ve 1970 yılına kadar bu amaç için kullanılmış. Buradan güzel bir manzara var. Ayrıca, kaleye doğru giden sokakları da görmek ilginç. Adanın bu tarafında farklı bir hava var. Bazı sokaklar, dışları Barok tarzda süslemelerle bezeli saraylar, küçük dükkanlar çok hoş. Ortigia’nın merkezinde daha “turistik” ürünler satan dükkanlar var. Oysa, buradaki dükkanlar daha özel ürünler satan, butik dükkanlar. Bunlar arasında alış veriş yaptığımız bir tanesindeki seramik ürünler özellikle çok güzeldi.

Ortigia sokakları
Bir saray balkonundan detay

Kaleden, deniz kenarındaki Lungomare Alfeo boyunca kuzeye doğru yürüyüp, Fonte Aretusa’nın yanından geçtikten sonra, ağaçlık bir yürüyüş yolu olan Foro Italico‘ya varıyorsunuz. Sıcak havada insana ilaç gibi gelen bu yol sizi Porta Marina‘ya götürüyor. Bizim otelden de görünen bu tarihi kapı, 15. yüzyılda İspanyollar tarafından adayı çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış.

Ağaçlık bir yürüyüş yolu Foro Italico
Porta Marina kapısından dışarı doğru bakış. Solda otelimiz
Grand Hotel Ortigia, sağda Siracusa Ticaret Odası.
Otelin terasından ağaçlık Foro Italico yolu ve onun sonunda Porta Marina

Siracusa’da üç gece kaldık. Burada kaldığımız sırada, bir önceki yazımda anlattığım Val di Noto’ya ve bir sonraki yazımın konusu olan Villa Romana del Casale‘ye de gittik. (Romalı bikinili kızları görmeden Sicilya’dan ayrılmak olmazdı). Buna rağmen Siracusa’yı da gezebildik. Tarihi şehir küçük olduğu için, özellikle Ortigia Adası’nda görülecek yerler birbirine çok yakın. Görmek istediğim yerler arasında Galeria Regionale de vardı. Özellikle, burada sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) Annunciazione tablosu aklımdaydı ama, vaktimiz yetmedi. Da Messina’nın Cefalù ve Messina‘da gördüğümüz eserleri ile yetinmeye karar verdik.

Regina Lucia‘da (saat yönünde) üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta, ana yemek mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe
Ana yemek şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri (üstte), tatlı olarak Şam fıstığı bisküvisi ve Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması

Siracusa gastronomik açıdan da çok memnun kaldığımız bir şehir oldu. İlk akşam yemek yediğimiz daha mütevazi restoranda da, sonraki iki akşam gittiğimiz daha pahalı restoranlarda da yediklerimiz çok lezzetliydi. Duomo Meydanı’nda, katedralin karşısında bulunan ve bir Michelin restoranı olan Regina Lucia, gerek ambiyans gerekse mutfak olarak çok güzeldi. Restoranın mutfağı, Michelin’in sitesinde “modern” olarak tanımlanmış. Başımızdan kötü bir deneyim geçtiği için biz aslında genel olarak benzer şekilde tanımlanmış Michelin restoranlarından uzak dururuz. O nedenle, eğer önceden yer ayırtmayı düşünseydim, bu ibareyi görünce büyük olasılıkla vazgeçerdim. Daha önce gittiğimiz hemen hemen tüm restoranlara bir ay öncesinden yer ayırtmıştım ama, Siracusa’da yemek işlerini biraz oluruna bırakmaya karar vermiştik. Dolayısı ile, Regina Lucia gözümüze iyi göründüğü için oturmaya karar verdiğimiz bir yer oldu. Şansımıza, gittiğimiz zaman yer de vardı. Pişman olmadık neyse ki. Başlangıç olarak üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta yedik. Ben, ana yemek olarak zeytinyağında emülsifiye edilmiş (her ne demek ise) mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe yedim. Eşim, ana yemek olarak şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri, tatlı olarak ise şam fıstığı bisküvisi ve reduction tekniği ile hazırlanmış (alkolü buharlaştırılarak uçurulmuş) Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması yedi. Şarap olarak, Pietranera DOC 2021 içtik. Son gece, yine Duomo Meydanı’nda, bir başka restorana gittik. Burası, La Volpe e l’Uva idi. Adını, Ezop’un Tilki ve Üzümler öyküsünden almış. Her türlü pizza ve salata olan bu restoranda deniz ürünleri ve et de var. Yediklerimden aklımda kalanlar, patlıcan yatağında tuna balığı ve kalamar. Lezzetli idi ama bir önceki gece yediklerimiz kadar alengirli ve gurme değildi. Yemekte Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.

La Volpe e l’Uva lokantasında tuna balığı, burrata ve kalamar

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da Catania‘dan sonraki durağımız Siracusa oldu. İki şehirin arası yaklaşık 70 kilometre. Gittiğiniz (otoyol ya da parasız) yola bağlı olarak yaklaşık 10 dakika fark ediyor. Catania’dan sonra Siracusa çok sakin ve temiz bir sayfiye şehri havası ile karşılıyor insanı. Bizim otelimiz, ana karaya iki köprü ile bağlanmış olan Ortigia adasında idi. Otelden ve yerinden çok memnun kaldık ama, tüm bunlardan daha sonraki yazımda söz edeceğim. Zira biz, otele giriş yaptıktan sonra, bavulları bile açmadan Barok Vadisi‘ne doğru yola çıktık.

Barok Vadisi olarak adı geçen bölgenin resmi coğrafi adı Val di Noto (Noto Vadisi) aslında. Adanın güney doğusunda bulunan bu bölgenin sekiz şehri, geç Barok dönemin eşsiz mimari eserlerine sahip oldukları için, Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyorlar. Catania da bu şehirlerden birisi. Diğer şehirler Modica, Noto, Palazzolo Acreide, Ragusa, Scicli, Caltagirone ve Militello Val di Catania. Bu şehirlerden bazılarının tamamı (Caltagirone, Noto ve Ragusa), bazılarının belli bölgeleri (Catania ve Scicli), diğerlerinin ise tarihi bölgelerindeki bazı tekil anıtları (Modica, Palazzolo Acreide ve Militello Val di Catania) Unesco Listesi’ne alınmışlar. Söz konusu yerleşim yerlerinin hepsi, 1693 yılındaki büyük deprem felaketi ile birlikte yerle bir olmuşlar ve daha sonra Barok stilde, her biri neredeyse birer tiyatro dekoru görünümünde, yeniden inşa edilmişler. Bazı şehirler, örneğin Catania, eski şehrin bulunduğu orijinal konumda yeniden inşa edilmiş ya da tamir görmüşken, diğerleri eski bulundukları yerlerin yanına veya biraz daha uzağına yapılmışlar.

Özellikle son dönemlerde hızla restore edilip, turizme açılan bölgenin kimi yerleri, yumuşak sarı tonlardaki taşlardan yapılmış saray, katedral ve kiliseleri ile çok etkileyici ve çekici. Vadinin tamamını hakkıyla gezmek için birkaç gün gerekir. O kadar vaktimiz olmadığı için, yine bir seçim yapmak zorunda kaldık. İlk olarak Noto’ya gitmeye karar verdik.

Noto, günümüzde Sicilya’nın en güzel Barok tarzdaki şehri kabul ediliyor. 1693 depreminde tamamen yok olan Noto’nun yeniden yaratılması için şehrin ileri gelenlerinden Prens Landolina ve Camastra Dükü Giuseppe Lanza hiç vakit kaybetmeden harekete geçmişler. Böylece, eski şehrin uzağındaki bir başka tepenin yamaçlarında yeni Noto şehri kurulmuş.

Noto’nun eski şehir merkezini gezmek için arabanızı en iyi park edeceğiniz yer, Giardini Pubblici olarak adlandırılan şehir parkı boyunca uzanan yol. Navigasyona bu şekilde girilirse, kolayca bulunuyor. Otomattan park bileti alıp camın önüne koymayı da unutmamak gerek. Noto’da görülecek en güzel anıtsal binalar Corso Vittorio Emanuele caddesinin üzerinde veya çok yakınında bulunuyor. Görkemli Porta Reale kapısı işte sizin yaya bölgesi olan bu caddeye girmenizi sağlayacak. Bir zafer takı şeklindeki Porta Reale’nin diğer bir adı da Porta Ferdinandea çünkü, Sicilya’nın İspanyol Bourbon hanedanından kralı olan II. Ferdinand‘ın onuruna yapılmış. Kapı, Notolu asilzade Cannicarao Markisi tarafından, Napolili mimar Orazio Angelini‘ye yaptırılmış ve kralın şehri ziyaret ettiği 5 Ekim 1838 günü açılmış. Üzerinde bulunan armalardan birisi Cannicarao ailesinin, diğeri ise Noto şehrinin arması. Kapının en tepesinde üç tane sembolik heykel var. Kule şeklinde olan heykel, Noto’nun yüzyıllar boyu gösterdiği gücü, köpek şeklinde olan hükümdara olan bağlılığı, pelikan ise özveriyi simgeliyor. Bazı kaynaklarda bunun bir pelikan yerine, doğurganlığı simgeleyen bir leylek de olabileceği belirtiliyor.

Arabanızı Giardini Pubblici parkının yanındaki
yol boyunca park edebilirsiniz

1693 depreminden önceki eski Noto, Sicilya’ya M.Ö. 1200-1000 yılları arasında İtalya’nın kuzeybatı bölgesindeki Liguria‘dan gelen ve Sicel veya Siculi olarak adlandırılan bir topluluk tarafından kurulmuş. Şehrin ilk adının Neas olduğu belirtiliyor. Daha sonra Siracusalılar tarafından fethedilen Noto, bundan sonra Helen kültürü, adetleri ve ritüellerinin etkisi altına girmiş. Romalıların eline geçmesinden sonra önce bir federasyon şehri statüsü almış. Federasyon şehirleri, Romalılara bir anlaşma ile bağlanan ve bir savaş durumunda Romalılar için savaşan ancak Romalı sayılmayan şehirler olarak tanımlanıyorlar. Ancak, İmparatorluk döneminde Noto, yurttaşlarının Romalı sayıldığı bir statü olan Latin Municipium ilan edilmiş ve böylece, kendi kendini yönetme hakkı da dahil olmak üzere, birçok ayrıcalık kazanmış. Araplar tarafından ele geçirildikten sonra şehir, askeri olarak tahkim edilerek, bölgenin başkenti yapılmış. Şehre Noto ismi de Araplar tarafından verilmiş. 250 yıllık Arap hakimiyeti altında yaşadıktan sonra 1090 yılında Normanlara teslim olan Noto’nun kaderi bundan sonra Sicilya’nın genel tarihinin izleğinde devam etmiş.

Noto’nun günümüzdeki yerinde 1693 depreminden sonra, eski şehrin yıkılmasının ardından, inşa edildiğini belirtmiştim. Bu yeniden yapım, sadece estetik olarak değil, şehrin planlanması açısından da birçok olanak sunmuş. Estetik açıdan üç mimarın, Rosario Gagliardi, Vincenzo Sinatra ve Paolo Labisi‘nin katkıları ile müthiş uyumlu, tiyatro dekoru gibi bir şehir yaratılmış. Mimari tarz olarak sadece Barok ile yetinilmeyip, Rönesans dönemi ve kimi İspanyol unsurlarıyla zenginleştirilmiş bir ortam ortaya çıkarılmış. Bina inşaalarında kullanılan bölgenin sarımtrak taşları da çok sıcak bir hava yaratmış. Güneş ışıklarının altında insanın ruhunu okşayan bir sıcaklık ve estetik var bu şehirde. Biz gittiğimiz zaman, çok sayıda turist olmasına rağmen, çok hoş bir sakinlik de vardı aynı zamanda.

San Francesco d’Assisi all’Immacolata Kilisesi

Noto’nun üç ana caddesi de doğu-batı ekseninde tasarlanmış. Böylece caddelerin gün boyu güneş ışıkları ile aydınlanması amaçlanmış. Şehrin planlanmasındaki bir özellik de, başlıca üç sosyal sınıfa göre bir konumlandırma yapılmış olması. Corso Vittorio Emanuele ruhban sınıf için ayrlmış. Bu nedenle, bu caddenin etrafında çok sayıda kilise var. Kentin katedrali de bu caddenin üzerinde. Corso Vittorio Emanuele’nin üst tarafı aristokrat sınıfa, alt tarafı ise sıradan halka yönelik yapılmış.

San Francesco d’Assisi all’Immacolata’nın içi

Porta Reale’den Corso Vittorio Emanuele’ye girdiğiniz zaman ilk olarak sağ tarafta, görkemli merdivenlerin tepesinde San Francesco d’Assisi all’Immacolata kilisesini gezebilirsiniz. Kilise, 1711-1750 yılları arasında, mimarlar Rosario Gagliardi ve Vincenzo Sinatra tarafından yapılmış. Kilise, diğer Fransisken kiliselerinde olduğu gibi, tek nefli bir kilise. Binaya bitişik bir de Fransisken manastırı var. İçeriye girince, Barok tarzda ama bembeyaz süslemelerle karşılaştık. Bol yaldızlı çok sayıda Barok tarzda kilise gördükten sonra, bu ilk başta bana oldukça şaşırtıcı göründü. Etrafta, orta yaşlarının biraz üstünde görünen bir görevliden başka kimseler yoktu. Önce bizi uzaktan izlemekle yetindi. Sonra, yanıma yaklaştı ve altarın önüne dizilmiş sepetler içindeki çiçekleri göstererek, saat 15:30’da burada bir cenaze töreni olacağını söyledi. Ölenin yaşlı olup olmadığını sorunca,

– Çok yaşlı değil ama, hayat işte… , dedi.

Adam çiçekleri gösterdi ve başladı anlatmaya…
Yukarıdaki “Kutsal Aile” tablosu 1783 yılında sanatçı G. Bonanno tarafından yapılmış. Alt taraftaki Rahip Giuseppe Bonasia’nın mezartaşı 1693 depremi öncesi Noto’dan buraya getirilmiş. Kabartmada rahibin elinde tuttuğu kitabın üstünde, “İnsanoğlu, unutma, topraksın ve
toprağa döneceksin”, yazıyor.

Bu kısa konuşmadan sonra adam, kendiliğinden anlatmaya başladı. Bu kilisenin süslemelerinin aslında yaldızla boyalı olduğunu, bir zamanlar içerisinin ışıl ışıl parladığını söyledi. Daha sonraki tarihlerde kenti saran bir veba salgını sırasında kilise hastaneye çevrilmiş ve hasta ya da ölmek üzere olanlar burada yerlerde yatırılmışlar. Bu arada, önlemler çerçevesinde tüm duvarlar kireç ile beyaza boyanmış. Görevli bunları anlatırken bize bazı yaldız kalıntılarını da gösterdi. Eski haline döndürülmesinin düşünülüp düşünülmediğini sorduğumda, bunun yapılmak istendiğini ancak, maddi açıdan çok zor olduğunu belirtti. Böyle bir restorasyon için 4 milyon Euro gerekiyormuş.

Santa Chiara

Aynı meydanda, San Francesco d’Assisi kilisesinin çaprazında Santa Chiara kilisesi var. Öğlen için kapalı olduğunu görünce, daha sonra gezmek üzere Corso üzerindeki yürüyüşümüze devam ettik. İtalya’da katedrallerin ve kiliselerin çoğu öğle tatili için kapanıyor. Gezerken buna da dikkat etmek ve mümkünse gezi programını ona göre düzenlemek gerekiyor. Çevrede görülecek alternatif yerler varsa çok problem olmayabiliyor, ama bazen bir yere oturup beklemek şart oluyor.

Cattedrale di San Nicolò (Duomo)
Katedralin içi

Kısa bir yürüyüşten sonra Piazza del Duomo‘ya (Duomo Meydanı) geldik. Meydanın sağ tarafında, yine görkemli bir merdivenin tepesinde Cattedrale di San Nicolò (Duomo) sol tarafında ise, Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı) var. Mimar Vincenzo Sinatra’nın eseri olan Belediye Sarayı’nın yapımına 18. yüzyılın ortalarında başlanmış. Orijinal tasarımında sadece alt kat varmış. İkinci kat 1950’li yıllarda eklenmiş. Mimar Sinatra’nın Fransız saraylarından esinlendiği söyleniyor. O nedenle alt katta bir “Aynalı Salon” var. Bu salon, Belediye Sarayı’nın gezilmesi için kullanılan başlıca pazarlama aracı ancak, gözünüzün önüne sakın Versailles‘daki o ünlü salon gibi bir yer gelmesin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Görkem konusu bir yana, çok küçük bir yer. Bu anlamda insan verilen 3’er Euro’ya (Aynalı Salon ve teras için ayrı ayrı) biraz acıyor. Neyse ki, bir üst kattaki terastan manzara çok güzel. Çok yüksekte olmasa da, buradan karşıdaki katedrale ve meydana bakmak çok etkileyici. Güneş ışıkları altındaki o sarımtrak taşlarla yapılmış binaların görünümü, öğle saatlerinin sessizliğinde bir sokak müzisyenin ustaca yaptığı müziğin eşliğinde büyüleyici ve çok huzur verici idi. Noto denince sanırım hep hatırlayacağım bir duygu yaşattı bana o an orada olmak.

Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı)
Belediye Sarayı’nda Aynalı Salon
Salonun tavanı

Cattedrale di San Nicolò’nun (Duomo) yapımı iki aşamada olmuş. İlk inşaata 18. yüzyılın başında başlanmış. Bu dönemde mimarın papaz Angelo Italia olduğu tahmin ediliyor. 1727 yılında yapının sorumluluğu mimar Rosario Gagliardi’ye geçmiş. Kendisi, Italia tarafından yapılan ilk tasarımı biraz değiştirerek çalışmaya devam etmiş ama, katedralin ön cephesini tamamlayamamış. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci yapım aşaması sırasında çalışmalar, Gagliardi’nin tasarımına yeni değişiklikler yapan, Vincenzo Sinatra tarafından yürütülmüş ve inşaat bitirilmiş.

Belediye Sarayı’nın terasından Noto’ya bakış ve uzaklardan gelen müzik…

Noto Katedrali’nin kubbesi tarihi boyunca üç kere yıkılıp yeniden yapılmış. 1760 yılındaki ilk yıkılıştan sonra kubbe, Catania‘daki San Nicolò Kilisesi‘nin bulunduğu Piazza Dante‘yi de tasarlayan, Stefano Ittar tarafından yeniden inşa edilmiş. 1848 yılında tekrar yıkılmış. Bu kez, mimar Francesco Cassone kubbeyi Neoklasik tarzda yapmış. Son olarak, 1996 yılında katedralin içinde yıkılan bir sütun nedeniyle kubbe tekrar çökmüş. Sebep olarak, yapım hatası ve 1990 yılında yaşanan bir depremin yol açtığı hasar gösterilmiş. Uzun bir çalışmadan sonra, katedral 2007 yılında güçlendirilmiş şekide bir kez daha halka açılmış. Orijinal olarak neredeyse tamamen sade ya da çok az süslü olan San Nicolò katedrali’nin içi, 1950-1956 yılları arasında Nicola Arduino and Armando Baldinelli tarafından fresklerle süslenmiş. 1996 yılında yaşanan yıkımda bu süslemeler de yok olmuşlar.

Katedralden çıktıktan sonra Corso Vittorio Emanuele boyunca yürümeye devam ederseniz, sağdaki Via Corrado Nicolaci‘nin içinde (125 numarada) Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayını göreceksiniz. Binanın dışı, özellikle balkonları tutan kirişleri, inanılmaz güzellikte canavarlar, atlar, melekler ve mitolojik karakterlerle süslenmiş. Tam bir Barok sivil mimari örneği. Esasen, binanın dışı içinden daha görkemli ve güzel. O nedenle, eğer çok vaktiniz yoksa, içeriyi gezmek yerine, sarayın karşısındaki kafede oturup, bir kadeh şarap eşliğinde binayı doya doya seyredebilirsiniz.

Via Corrado Nicolaci sokağı ve ilerde sol kolda
Nicolaci di Villadorata Sarayı
Sarayın dış cephe süslemelerinden ayrıntılar

Nicolaci ailesi, 1575 yılında İtalya’nın Calabria bölgesinden Noto’ya gelmiş. Üst orta sınıftan olan Nicolaciler tuna balığı endüstrisinde gösterdikleri başarı sayesinde XVII. yüzyılda iyice zenginleşmişler. Bu arada, 1693 yılında yaşanan büyük depremden kurtulabilen yörenin az sayıda aristokratı bölgede özgün bir oligarşik yönetim oluştururarak, iyice güçlenmişler. Ortaya çıkan durum, Nicolaci ailesi için de bir fırsat yaratmış. Büyük ekonomik güçleri sayesinde, bu dönemde Nicolacilerin sosyal ve politik yükselişleri de başlamış. Aristokrat Landolina ailesinin arazilerini ve ünvanlarını satmak zorunda kalması sonucu, aileden Corradino Nicolaci 1701 yılında Bonfala Baronu olmuş. İlerleyen yıllarda satın alınan diğer Baronluklarla birlikte, 1774 yılında o tarihte ailenin başında olan Corrado Nicolaci Villadorata Prensi ünvanını almış. Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayı 1737 yılında yaptırılmış. Yaşayan son Prens Nicolaci, 1989 yılında sarayın bir bölümünü Noto belediyesi’ne satmış. 2004 yılında ölen Prens, hiç evlenmediği ve yasal oğulları olmadığı için Villadorata Prensliği de kendisi ile birlikte sona ermiş.

Sarayın içinden bazı bölümler

Vaktimiz azaldığı için Noto ziyaretimizi bu kadarla sınırladık. Ama, arabamıza dönüş yolunda, daha önce kapalı olan Santa Chiara Kilisesi’ni de bir görmek istedik. Tam kapısına geldiğimiz sırada büyük bir grubun içeriye girmekte olduğunu gördük ve çıkmalarını beklemeye karar verdik. O sıralar, hatırlarsanız, henüz pandemi tam olarak bitmemişti. Beklerken köşedeki meyve suyu satıcısından birer taze sıkılmış meyva suyu içmek iyi bir fikir gibi geldi. Satıcı adamdan bize birer tane nar ve portakal karışık meyva suyu sıkmasını istedik. O sırada yoldan, rehberleri ile birlikte küçük bir Amerikalı grup geçiyordu. Durup bizim meyva suyularımızın sıkılmasını izlemeye başladılar. Bu arada gruptakiler kendi aralarında konuşmaya daldılar. Şunu belirtmeliyim ki, konuşmaların içeriği, topluluğun zeka düzeyi hakkında hiç de olumlu bir izlenim vermiyordu. Gruptaki bir kadın, yine kadın olan Sicilyalı rehbere,

– Vay canına ! Şimdi adam o kocaman narı sıkacak mı? Hem de eliyle! Ne kadar çok kuvvet gerekiyordur kim bilir,

tarzında, genellikle Amerikalıların çok abartılı bulduğum hayret ve takdir ifadelerini bolca kullanarak, sorular sormaya başladı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Grup bizim arkamızda duruyordu. Bu arada rehber kadın da, böyle taze meyva suyu sıkmanın nasıl Sicilya’ya özgü, çok özel bir şey olduğunu anlatıyor, coştukça coşuyordu…. Derken, grubun biraz dışında duran ve aklı başında görünen Amerikalı bir adam sakin bir sesle,

– Ben Türkiye’de aynen böyle sokakta sıkılan meyva suyu içtim, dedi.

Rehber, duymamazlıktan geldi. Anlatmaya devam etti. Bir süre sonra, aynı Amerikalı adam, bu kez daha yüksek ve kararlı bir sesle,

– Bunu Türkiye’de de yapıyorlar. Ben orada içtim, diye tekrar etti.

Bu sefer kadın duymamış gibi yapamadı.

– Evet, Yunanistan, Ermenistan, Türkiye gibi Akdeniz ülkelerinde de var, demek zorunda kaldı.

Ermenistan’ın bir Akdeniz ülkesi olmasını anlayamadık ama, o arada bizim nefis meyva suları da hazır olmuştu. Bunlar sanki Taormina‘da içtiğimizden de güzeldi. Sıcakta ilaç gibi geldi….

Meyva sularımız sıkılıyor…

Santa Chiara Kilisesi, 18. yüzyılın ilk yarısında mimar Rosario Gagliardi‘nin tasarımı ile yapılmış. İçerisi elips şeklinde olan kilise Noto’nun Barok incilerinden biri olarak kabul edilse de, bana biraz bakımsız göründü. Kaynakları kısıtlı olabilir. Kilisede bulunan Meryem Ana ve Çocuk heykeli 16. yüzyılda yapılmış. Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’nin (1478-1536) eseri olduğu düşünülen heykel, 1693’te yıkılan Eski Noto’dan getirilmiş.

Santa Chiara Kilisesi‘nin altarı
Altardan detay
Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’ye (1478-1536)
atfedilen Meryem Ana ve Çocuk heykeli
Kilisenin tavan süslemeleri

Noto’dan ayrıldık. Barok Vadisi’nin bir başka ünlü şehri Modica’ya doğru yola çıktık. Gittiğimiz güzergâhta, yolun iki tarafında tarlalar, bağlar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun kalitesi hariç, her şey gayet hoştu. Ancak, yoldaki adım başı karşımıza çıkan çukurlar son derece tehlikeli görünüyorlardı. Sanıyorum ilk yazımda Sicilya’da otoyolların dışındaki bazı ara yolların çok tehlikeli olabildiklerinden söz etmiştim. Ya çok karanlık, ya çok virajlı ya da çok bozuk olabiliyorlar. O nedenle, mümkünse, güneş battıktan sonra bu yollara girilmemesini önermiştim. Burada bu uyarımı tekrar etmek istiyorum. Biz Modica yolunda ilerlerken saat henüz dört civarıydı. Keyifle gidiyor, çok yaklaştığımız Modica hakkında konuşuyorduk ki, birden kaçamadığımız, çok derin bir çukura girdik. Arabayı hemen sol tarafta bulunan yan yol gibi, toprak ve çimenlik bir alana çektik. Sol tarafta bir tarla, az ilerimizde dört beş evden oluşan bir bina topluluğu vardı. Korktuğumuz gibi, sol ön tekerlek patlamıştı. İşin kötüsü, arabadaki kriko ve benzeri aletlerin bir kısmı kırık bir kısmı da bizim arabaya uygun değildi. Büyük olasılıkla bir başka arabadan gelişigüzel alınıp, konmuştu. Bu noktada yine daha önce belirttiğim önemli bir noktayı tekrarlamak istiyorum. Sicilya’ya gittiğiniz zaman eğer araba kiralarsanız, teslim almadan önce mutlaka arabadaki yedek lastiği ve gerekli aletleri kontrol edin.

Durum kötü görünüyordu. Yoldan gelen geçen kimseler de yoktu. Bir önceki hafta Agrigento‘da yaşadığımız trafik kazasında Avis’in çağrı merkezinin hiçbir işe yaramadığını deneyimlemiştik. Biz bir şekilde işleri yoluna koymuş, Carabinieri (Jandarma) de olay yerinden ayrılmışken yardım isteyen telefonumuza anca dönüş yapmışlardı. Şimdi de mecburen yine onları arayacak ve büyük olasılıkla yardım ekibi veya çekicinin gelmesi için saatlerce bekleyecektik…

Biz ne yapalım, ne edelim diye konuşurken, ilerideki evlerden bize doğru uzanan yan yoldan beyaz renkli bir BMW araba geldi. İçinde genç bir adam vardı. Camı açıp, bir şeyler söyledi. Önce, dar yoldan geçemediği için kenara çekilmemizi istediğini sandım.

– Yardıma ihtiyacınız var mı?

diye soruyormuş.

Lastiğimizin patladığını söyleyince arabadan indi. Bir lastiğe bir de elimizdeki aletlere baktı.

– Bunlar bu arabaya uygun değil. Gidiyorum, beni bekleyin. 10 dakika sonra geleceğim, dedi.

Genç, araba ile ana yola çıkarak, geri döndü ve geldiği yöne doğru gözden kayboldu. Beklemeye başladık. Açıkçası, pek ümitli değildik. Ama, 10-15 dakika sonra, genç yanında araba tamircisi görünümünde orta yaşlı bir adam ile birlikte geri geldi ve hemen işe koyuldular. Kendi aralarında Sicilya lehçesinde konuştukları için tek kelime anlamıyordum. Aslında, lehçe demek ne kadar doğru bilemiyorum çünkü, Sicilyalılar konuştukları dile “Sicilyaca” demeyi tercih ediyorlar. Dil uzmanları da çoğunlukla Sicilyacanın ayrı bir Latin veya Romen dili (İngilizcede Romance languages) olduğu görüşündeler. Romen dilleri, M.S. V. yüzyılın ortalarında yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’nun daha önce hüküm sürdüğü ülkelerde, resmi ve idari dilin yok olmasından sonra, her bölgenin giderek çok önceden varolan eski dilleri ile Latince’yi birleştirerek türettikleri dillere verilen isim. Bir süre sonra Latice’den türetilen, Hispano-Romen, Italo-Romen, Balkan-Romen ve benzeri diller resmi Romen (Latin) dilinin yerini almaya başlamış. Öyle ki, farklı bölgelerde yaşayan bu insanlar birbirlerini anlamaz olmuşlar. Daha ileri aşamada ise, bu diller Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence gibi dillere evrilmişler. İşte Sicilya’da konuşulan dil de, her ne kadar giderek İtalyanca’nın etkisi altına girmeye başlasa da, bu Latin ya da Romen dillerden birisi kabul ediliyor. Bu dil, adanın farklı bölgelerinde de farklılaşabiliyormuş. Batı tarafında hala bol miktarda Arapça kelime kullanılırken, doğu tarafta eski Grekçe ağırlıklı imiş.

Adam, getirdiği profesyonel aletlerle çok kısa sürede lastiği değiştirdi. Bir de üstelik, bizim patlamış lastiği ve ortalarda duran işe yaramaz aletleri bizim bagaja yerleştirdi. Derin bir şükran duygusu ile kendisine,

– Yardımınız için çok teşekkür ederiz. Sizin için bir şey yapabilir miyiz, bir şey verebilir miyiz?

diye sorunca, ikisi birden,

– Hayır, hayır, olmaz, diyerek itiraz ettiler.

Sonra, genç adamın getirdiği, lastiği asıl değiştiren orta yaşlı olanı İtalyanca,

– Nereden geliyorsunuz ?

diye sordu.

İstanbul’dan, Türkiye’den geldiğimiz söyleyince,

– Bir gün biz de Türkiye’ye gelirsek, birileri de bize yardım eder, dedi.

Ben de ona,

– Türkiye’de de sizin gibi iyi insanlar var, dedim.

– Eminim vardır, dedi…

Eşyalarını topladı. Vedalaştık. Genç olanı, diğer adamı götürmeyi teklif etti ama, o yürümeyi tercih etti. İkisi, zıt yönlere doğru uzaklaştılar. O iki insanın yüzleri hala gözümün önünde. İzlediğimiz Mafya filmlerinin etkisi ile Sicilya’ya gitmek konusunda çekinceli davrananlara, orada böyle insanların da olduğunu söylemek istiyorum. Her yerde olduğu gibi, iyisi de kötüsü de, hırlısı da hırsızı da vardır mutlaka. Hiçbir yerde tedbiri elden bırakmamak lazım. Ama işte, böyle insanlar da var…

Biz de Modica’ya doğru yola çıktık. Modica da Barok Vadisi’nin güzel şehirlerinden birisi. Ayrıca, çikolatası ile ünlü. Bir de gastronomi açısından önemli olduğunu okumuştum ancak, biz burada bir şey yemedik. Şehrin, Aşağı Modica ve Yukarı Modica olmak üzere, iki bölümü var. Biz, epeyce vakit kaybettiğimiz için, Aşağı Modica’ya yöneldik. Ana cadde, Corso Umberto I üzerinde bir park yeri bulduk. Otomattan bir bilet aldık ve ön cama koyduk.

Modica’da Corso Umberto I Caddesi

Şehir, güneşli havada hoş ve sakin görünüyordu. Latince Motyca veya Mutyca, Sicilyaca Muòrica olarak adlandırılan Modica’nın tarihi Neolitik Çağ’a kadar götürülebiliyor. Ancak şehir olarak, Noto gibi, Modica da ilk başta Sicilya’nın yerli halklarından sayılan Sicel veya Siculi topluluğunun kurduğu bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkmış. Büyük olasılıkla, bölgenin güçlü şehri Siracusa’nın uydusu olmuş. Daha sonra, bölgedeki diğer kentler gibi, Romalılar tarafından işgal edilmiş (M.Ö. 241). Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Vandal kavimlerden Ostrogotların eline geçmiş. M.S. 535 yılında, Bizanslı komutan Belisarus, Ostrogotları buradan atmış ve Modica’yı o sırada İmparator I. Jüstinyen‘nin yönetiminde olan Bizans İmparatorluğu‘na katmış. Bu dönemde şehirde nüfus hala Grekçe konuştuğu için bu geçiş kültürel olarak çok kolay olmuş. M.S. 845 yılında Araplar Modica’yı işgal etmişler ve şehrin ismini Mudiqah olarak değiştirmişler. 11. yüzyılda, uzun bir savaş döneminden sonra, Modica da diğer Barok Vadisi (Val di Noto) şehirleri gibi, Arapların elinden Norman hakimiyetine geçmiş. 1296 yılında Modica, adanın güney üçte birini elinde bulunduran Chiaramonte ailesinin yönetiminde, para basmak gibi önemli ayrıcalıklara sahip, yarı-bağımsız feodal bir yapının bölgedeki başkenti olmuş. Palermo ile ilgili ikinci yazımı okuyanlar Chiaramonte ailesini ve onlara ait, daha sonra hem Engizisyon mahkemelerinin yapıldığı hem de mahkumların hapsedildiği Palazzo Chiaramonte Steri sarayını hatırlayacaklardır. Engizisyondan söz etmişken, Sicilya İspanyol Hapsburg Hanedanı yönetimi altında iken, 1474 yılında, Modica’da çok büyük bir Yahudi katliamı yaşandığını da belirteyim. Hazreti Meryem‘in göğe yükseldiği ve cennete kabul edildiği gün (Assumption Day) olarak kutlanan 15 Ağustos 1474 günü, fanatik Katolik rahipler tarafından yönlendiren kalabalıklar 360 masum Yahudi Modicalıyı vahşice katletmişler. Sicilya’da yaşanan en büyük Yahudi katliamlarından biri sayılan bu olay, daha sonra yaşanan diğerleri ve Engizisyon baskıları sonucu, Sicilyalı Yahudiler de, İspanya ve Portekiz’dekiler gibi, topraklarından göç etmek zorunda kalmışlar ve Osmanlı Devleti‘ne sığınmışlar.

Artık katedral olmamasına rağmen Duomo olarak da anılmaya
devam edilen Chiesa di San Pietro

1693 yılında yaşanan büyük depremden Modica da payını almış. 1734 yılında İspanyol Bourbon Hanedanı’nın eline geçen şehir, 1860 yılında tüm İtalya gibi yeni kurulan birleşik İtalya’ya katılmış. 1902 yılında yaşanan sel felaketi Modica’yı bir kez daha tahrip etmiş.

Modica’da, Corso Umberto I üzerinde bölgenin tipik sarı taşlarından yapılmış tarihi sarayları, kiliseleri ve Chiesa di San Pietro‘yu (San Pietro Kilisesi) görebilirsiniz. Cadde üzerinde aynı zamanda şık butikler, şarap evleri, barlar ve restoranlar da var. Burası şehrin ana caddesi.

San Pietro Kilisesi’nin önündeki 12 Havarilerin heykelleri

San Pietro Kilisesi, katedral olmamasına karşın, Duomo adınının kullanılmaya devam edildiği bir ibadet yeri. Cefalù ile ilgili, serinin ikinci yazısında bahsettiğim gibi, Katolik bir ibadet mekanının katedral olabilmesi için başında Vatikan tarafından atanmış bir piskopos olması gerekiyor. Bu statü yapının büyük olması ile alakalı değil. Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş olan ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılan Duomo ise, aynı zamanda katedraller için kullanılıyor. Ancak, bazı yapılar katedral staüsünü yitirse de, Duomo ifadesi kullanılmaya devam edilebiliyor. Burada da belli ki böyle bir durum söz konusu. Artık bir piskopos tarafından yönetiliyor olmasa da, Duomo olarak adlandırılıyor. Şu anda şehrin katedrali, Yukarı Modica’daki Duomo di San Giorgio.

Biz tekrar San Pietro Kilise’sine dönelim. Kilise, çok basamaklı bir merdivenin tepesinde. Ancak, Noto’daki katedralden farklı olarak, buradaki merdivenin iki yanında yukarıya doğru sıralanmış halde, 12 Havarilerin heykelleri var. Kilise 18. yüzyılda, 1693 depreminde yıkılan bir kilisenin temelleri üzerine yapılmış. İnşaatta eski yapının pek çok unsuru tekrar kullanılmış. İç süslemeleri, 19. yüzyılda yapılmış.

Kilisenin merdivenlerinin altındaki
bordo tenteli çikolatacı dükkanı
Modica çikolatasından almayı ihmal etmedik…

Dumo di San Pietro’nun merdivenlerinin altında bir çikolatacı dükkanı var. Yüzünüzü kiliseye döndüğünüz zaman, merdivenlerin sağ tarafına doğru yürüyün. Dükkanı göreceksiniz. Burası çok hoş bir dükkandı. İçeride çok güzel bir caz müziği çalıyordu. Kasanın bulunduğu tezgahın arkasındaki dükkan sahibi, sadece İtalya’da değil, Sicilya’da da görmeye alıştığımız şekilde, titiz ve güzel giyimliydi. Biz içeri girerken, bizi selamladı ve buyur etti. Sonrasında ise, dükkanın içinde serbestçe gezindik. Koyu renk ahşaptan masa, tezgah ve raflarda bölgeye özgü yiyecekler sergileniyordu. Tabii ki başta çeşit çeşit Modica çikolataları. Küçük kapların içine, tatmanız için, ambalajlı çikolataların örneklerinden konmuştu. Çoğunu tattıktan sonra, portakallı, biberli (acı), keçi boynuzlu ve tarçınlı olanlarda karar kıldım. Modica çikolatası yendiği zaman insana oldukça farklı ve kum gibi taneli geliyor. Bunun sebebi, yapım yönteminde yatıyor. Söz konusu yöntem, 16. yüzyılda Sicilya’yı ellerinde bulunduran İspanyolların Orta Amerika’da, Azteklerden öğrendikleri bir tarifmiş. Benzer çikolatalar günümüzde Meksika ve Guetemala‘da da yapılmaktaymış. Buna göre, kakao taneleri kesinlikle öğütülmeyip, elde dövülerek parçalanıyormuş. Kumlu gibi tat bundan olsa gerek. Ayrıca, içine kakao yağı eklenmiyormuş. Üretimin eriterek değil, “soğuk” olarak yapıldığı vurgulanıyor. Modica çikolatasında, Aztek formülünden farklı olarak, az miktarda şeker olduğu da belirtiliyor.

Mağara kilise Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore‘ye
sağ taraftaki küçük kapıdan giriliyor
Kilisenin içindeki freskler
XII. ile XIV. yüzyıl arasında yapılmışlar

Modica’ya gelirken mümkün olursa, Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore kilisesini bulmaya ve görmeye karar vermiştim. San Pietro Kilise’sine çok uzak olmayan bu mağara kilise, Via Clemente Grimaldi, 691 adresinde bulunuyor. Haritada konumuna bakıp, bulmak için bir deneme yapmaya karar verdik. Çikolatacıdan çıkınca, ana caddeye dönmeden ara sokaklara girdik ve çok geçmeden kiliseyi bulduk. Okuduğum kitapta kapıdaki zili çalmamız yazıyordu ama buna gerek kalmadı. Küçük bir meydana bakan kilisenin kapısı açıktı ve önünde açıklama tabelaları vardı. Kapıya doğru yöneldiğimizde içeriden bizim gibi gezmeye gelen birkaç kişi çıkıyordu. Onlarla birlikte çıkan genç ve esmer bir kadın bizi karşıladı ve kendini tanıttı. Burada gönüllü olarak çalıştığını söyledi ve kilise hakkında bize bilgi verdi.

Mağaraya oyulmuş, duvarları fresklerle kaplı San Nicolò Inferiore Kilisesi, 1986 yılında meydanda top oynayan çocukların orada bulunan binanın bodrumuna toplarının kaçması ile ortaya çıkmış. 11. ve 12. yüzyıllar arasında yapıldığı düşünülen kilisenin bulunduğu yer aslında bir özel mülkmüş ve kilisenin varlığı sahipleri tarafından yüzyıllarca bilinmesine karşın, devlet tarafından el konulur kaygısı ile bir sır olarak saklanmış. Burada böyle bir kilisenin olduğu ortaya çıktıktan sonra, yerel bir dernek ve Duccio Belgiorno isimli yerel bir uzman tarafından kilisenin kazılma ve restore edilme süreci başlamış. Duvarlarda, Bizans tarzında, XII. ile XIV. yüzyıl arasında, kimi yerlerde üst üste yapılmış freskler var. Kilise Doğu Hristiyan (Ortodoks) kiliseleri özellikleri taşıyor. Kilisenin saklı tutulması, sonraki yüzyıllarda Katolikleşen adada varlığını gizli olarak sürdüren ve burayı kullanan, “Doğu Kilisesi”ne inanmış bir tarikat yüzünden olması kuvvetli bir olasılık.

Kilisenin içindeki kazı çalışmaları devam ediyor.
İçeride yukarıdaki gibi beş tane mezar olduğu düşünülüyor.
Vaftiz havuzu olduğu tahmin edilen bölüm de tam olarak ortaya çıkarılmayı bekliyor

Son olarak planladığımız Ragusa‘yı görme girişimimiz, ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik içine kadar gitmiş ve Duomo’nun çok yakınına varmışken. Biz Ragusa’ya varana kadar hava iyice kararmıştı. Şehir sarımtrak, yumuşak bir ışıkla aydınlatılmıştı ve çok güzel görünüyordu. Gündüz halini bilemiyorum ama, gece bu hali bana Matera‘yı hatırlattı. Tüm bu güzelliğe karşın, şehrin dar ve karışık sokakları bize bir karabasan yaşattı. Park yeri bulabilmek için dönüp durduk. Bir de, Ragusa gibi dar ve sıkışık sokakların olduğu her yerde olduğu gibi, Google Maps’in kafası tamamen karıştı. (İstanbul’un tarihi bölgelerinde de aynı durum söz konusu oluyor). Bizi Ragusa’nın bulunduğu tepeye üç kere çıkarttıp, indirtti. Sonunda, pes ettik. İyice yorulmuş ve acıkmıştık. Lastiğimizin patladığı ve neredeyse hiç durmadan gezdiğimiz uzun bir gün olmuştu. Arabadan inmeden gitmeye karar verdik. Sonradan, bana Sicilya gezimiz için çok önemli bilgiler sağlayan Seeking Sicily kitabında, yazar John Keahey‘in de Ragusa’nın sokaklarını ancak birkaç başarısız deneme ve ziyaretten sonra çözdüğünü okuyunca içim rahatladı…

Siracusa‘daki ilk gece yemek yediğimiz,
otelin yakınındaki restoran
Deniz kestaneli spaghetti…
Cannoli‘nin ana vatanının Sicilya olduğunu unutmayın…
Burada yediğim de çok güzeldi

Siracusa’ya döndüğümüzde saat akşam sekiz buçuğu geçiyordu. Saat ona doğru, otelin yakınındaki bir ara sokakta gördüğümüz, basit bir yerde yemek yedik. Al Forte Campana Ristorante Pizzeria‘da yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi. Birkaç kere daha belirttiğim gibi, Sicilya’da lezzetli ve iyi yemek yemek her fiyat seviyesindeki restoranlarda mümkün. Yemekle birlikte içtiğimiz Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabı güzeldi.

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Nasıl ki, yıllar önce gittiğim Toscana‘nın güzel yerleşim yeri Lucca büyük opera bestecisi Giacomo Puccini‘nin (1858-1924) doğduğu şehir ise, Catania da bu alanda bir başka büyük bestecinin, Vincenzo Bellini‘nin (1801-1835) dünyaya geldiği şehir. Her ikisi de hemşerilerinin gurur kaynağı. İkisi de yaşamlarına başladıkları şehirlerde ölmemişler ama, Bellini’nin cenazesi sonradan doğduğu şehire, Catania’ya getirilmiş.

Taormina‘dan Sicilya’nın ikinci büyük kenti olan Catania’ya bir saatten kısa bir sürede gidilebiliyor. Öğle saatlerinde yola çıkmıştık. Catania’ya çok rahat geldik. Böylece, on gün önce uçağımızın indiği, Etna Yanardağı‘nın gölgesindeki bu kente geri dönmüş olduk. Catania da, Sicilya’nın diğer iki büyük kenti Palermo ve Messina gibi, bir zamanlar görkemli olduğu hisssedilen ama, ufak yerlere göre daha bakımsız, pis ve yer yer döküntü bir kent. Tüm bunlar turistlerle dolu olmasına engel değil. Öyle ki, otellerin doluluğu yüzünden, kaldığımız iki gece iki farklı otelde konaklamak zorunda kaldık. İlk gece kaldığımız Katane Palace Hotel‘i bulmak zor olmadı. Tarihi bir binadaki otel de, Catania gibi, bir zamanlar görkemli olup biraz yaldızı dökülmüş izlenimi veriyordu. Ertesi gece kaldığımız Mercure Catania Excelsior oteli de, daha modern bir binada olmasına ve temizlik yönünden bir eksiği olmamasına karşın, biraz bakıma gereksinimi varmış gibi duruyordu. İki oteli seçme nedenimiz de en başta otoparklarının olması idi. Daha önce belirttiğim gibi, eğer araba kiraladıysanız, Sicilya’da yapacağınız konaklamalarda otellerin otoparklarının olmasına dikkat etmenizde yarar var. Otel seçimlerinde ikinci kriterimiz, görmek istediğimiz yerlere yürüyüş mesafesinde olmaları idi.

Etna Yanardağı‘nın gölgesindeki kent Catania

Yukarıda, Catania için Etna’nın gölgesindeki kent ifadesini kullandım. Gerçekten de Catania’nın kaderi tarihte pek çok kez Etna’nın “kaprislerinden” etkilenmiş. Etna’nın yıkıcı etkisi çağlar boyunca ya şiddetli patlama ya da yanardağın yarattığı sismik hareketlerin yol açtığı depremler şeklinde olmuş. Örneğin, 1669 yılında yanardağın şiddetli patlamasının sonucu fışkıran lavlar şehir duvarlarını aşmış ve tam bir felakete sebep olmuş. Şehir henüz kendine gelmeye çalışırken, bu kez 1693 yılında yaşanan şiddetli bir deprem her şeyi yerle bir etmiş. Catania ve çevresini gezerken bu iki tarihten sık sık söz edildiğini göreceksiniz. Depremden kısa bir süre sonra Catania, Palermolu mimar Giovanni Battista Vaccarini‘nin Barok tarzda yaptığı tasarımlarla yeniden inşa edilmiş. Vaccarini binalarda bol miktarda siyah lav taşı kullanmış. Kimi binaların hem içinde hem dışında kullanılan lav taşı, belli bölgelerde şehre oldukça karanlık bir hava veriyor. Daha önce Taormina’da da siyah lav taşının kullanıldığını görmüştük. Ancak orada yarattığı izlenim Catania’daki gibi karanlık ve iç kapayıcı değil. Bu, Taormina’da siyah lav taşının ağırlıklı olarak sadece süsleme detaylarında kullanılmış olmasından dolayı olabilir.

Latince adı Catana ya da Catina olan Catania, M.Ö. 729 yılında aşağı yukarı 80 kilometre kuzeyde bulunan Naxoslular tarafından kurulmuş. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, Naxos Sicilya’da antik Greklerin kurduğu ilk koloni devlet. Aslen Yunanistan’ın Euboea (Eğriboz) adasındaki Chalcis‘den Sicilya’ya gelen Naxoslular, kendi kolonilerini kurduktan kısa bir süre sonra (M.Ö. 735), tıpkı Taormina’yı kurdukları gibi, Catania’yı kurmuşlar. M.Ö. 5. yüzyılda şehir, bir başka Grek kolonisi olan Siracusa‘nın diktatörü I. Hieron ve oğlu Deinomenes tarafından ele geçirilmiş ve adı, Etna’ya ithafen, Aetna olarak değiştirilmiş. Şehir halkının ayaklanarak Denomenes ve adamlarını buradan kovmasından sonra tekrar Catania adına geri dönülmüş. M.Ö. 263 yılında Catania Sicilya’da Romalıların eline geçen ilk şehirlerden biri olmuş ve bu kez bir Roma kolonisi olmuş. İmparator Decius ve Diocletian dönemlerinde şehirdeki Hristiyanlar ciddi şekilde eziyet görmüş. Bu dönemde verilen şehitler arasında bulunan Azize Agatha Catania’nın koruyucusu kabul edilmiş. Batı Roma’nın yıkılmasının ardından gelen barbar kavimlerin istilasından sonra Bizans, Arap ve Norman hakimiyetleri altında yaşamış. Catanialılar, Almanya’nın Swabia bölgesi kökenli Kutsal Roma İmparatorlarına karşı düşmanca bir tavır sergilemişler. Şehir bu nedenle, aynı zamanda Sicilya kralı olan bu imparatorlardan VI. Henry ve II. Frederick tarafından talan edilmiş. (Sicilya’nın tarihi hakkında bilgi için, linki kullanarak bu serinin ilk yazısına bakabilirsiniz). Sicilya bir yandan Aragon bir yandan Habsburg hanedanından olan İspanyol krallar tarafından yönetildiği sırada Catania sık sık onların kalmayı tercih ettikleri bir şehir olmuş. 16. ve 17. yüzyıllarda şehir sivil itaatsizlik, korsan saldırıları, salgın hastalıklar, kıtlık, Etna’nın patlamaları ve depremlerin yol açtığı kargaşalı bir dönem yaşamış. 1734 yılında Catania, Sicilya’nın tamamı ile birlikte bir başka İspanyol hanedanının eline geçerek, İspanyol Bourbon Napoli Krallığı‘nın bir parçası olmuş. Önce 1837 yılında yaşanan bir kolera salgınının ardından, daha sonra 1848 yılında Sicilya’nın otonomisi için adanın diğer şehirleri ile birlikte yapılan halk ayaklanmaları İspanyol yönetim tarafından şiddetle bastırılmış. 1861 yılında Garibaldi tarafından Sicilya’da İspanyol yönetimine son verildikten sonra, Catania da birleşik İtalya Krallığı’nın bir parçası olmuş. Şehir, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetler tarafından çok yoğun bir şekilde bombalanmış.

Duomo‘nun bulunduğu Piazza del Duomo

Günümüzde Catania Sicilya’nın en önemli endüstri ve taşımacılık merkezlerinden birisi. Diğer iki büyük şehir olan Palermo ve Messina ile Siracusa’ya demiryolu ile bağlı. Catania limanı da İtalya’nın en canlı ihracat limanlarından birisi. Etna lavı bazlı toprağı nedeniyle şehrin çevresi çok verimli bir tarım bölgesi aynı zamanda. Bu bölgede yetişen özellikle badem ve portakal önemli ihracat kalemleri arasında yer alıyor.

Vincenzo Bellini‘nin heykeli

Catania’da görülecek yerler genel olarak Via Etnea, ve Piazza del Duomo meydanında bu caddeye dik bir açı ile değen Via Vittorio Emanuele II caddesi civarında. Kaldığımız iki otel de Via Etnea’ya yürüme mesafesinde idi. Via Etnea üzerinden Piazza del Duomo’ya doğru yürürken Piazza Stesicoro‘da Vincenzo Bellini’nin heykeli ile karşılaştık. Heykeltıraş Giulio Monteverde‘nin yaptığı heykel 1882 yılında açılmış. Yapılışı sırasında heykelin nereye konulacağı konusu epeyce tartışılmış. Bazıları heykelin Vincenzo Bellini Meydanı‘ndaki Teatro Massimo Bellini operasının önüne, bazıları da Piazza del Duomo’ya konmasını istemiş. Sonunda, şehrin koruyucu azizesine ithaf edilmiş olan Sant’Agata alla Fornace kilisesinin karşısındaki, halen bulunduğu yere konmasına karar verilmiş. Bestecinin heykelinin üstünde bulunduğu sütunun çevresindeki dört heykel kendisinin bestelediği dört ünlü operayı temsil ediyor: Norma, I Puritani, La Sonnambula ve Il Pirata.

Sant’Agata alla Fornace Kilisesi
Anfiteatro Romano, resimde uzakta görünen Bellini heykeli ile
Sant’Agata alla Fornace Kilisesi arasında yer alıyor

Anfiteatro Romano (Roma Amfitiyatrosu), Sant’Agata alla Fornace ile Bellini’nin heykelinin arasında yer alıyor. Yapım tarihinin M.S. 1. yüzyıl ile 2. yüzyıl arasında olduğu tahmin edilen yapı bir zamanlar 15.000 seyirci kapasitesine sahipmiş. M.S. 5. yüzyıla gelindiğinde artık işlevini yitirmiş. 12. yüzyılda taşlarının bir kısmı sökülerek Duomo’nun yapımında kullanılmış. Günümüzde görünen kısmı orijinal tiyatronun sadece kuzey tarafı.

Amfitiyatronun sadece kuzey bölümü günümüze kalabilmiş

Via Etnea sağlı sollu dükkanlar ile dolu. Eğer Sicilya’da hediyelik eşya dışında alış veriş yapmak isterseniz, Catania bunun için uygun bir yer. Ayrıca, cadde üzerindeki çok katlı mağaza Rinascente‘nin yiyecek bölümü de, sadece Sicilya’ya özgü ürünler için değil, İtalya’nın değişik bölgelerinin peynirlerini, şaraplarını ve her biri pahalı bir şarap kalitesindeki gerçek Modena balzamik sirkelerini (en iyi ve ünlü marka, 1605 yılından beri üretilen Giusti‘dir) bulabilirsiniz. (Modena ile ilgili yazımda, şarap gibi meşe fıçılarda bekletilerek balzamik sirke üretimi yapılan Giusti tesisinden söz etmiştim. Erişim için linke tıklayabilirsiniz). Catania’nın, Duomo Meydanı’ndan çok uzak olmayan ünlü bir balık pazarı da var. Çeşit çeşit irili ufaklı balığın satıldığı pazar, sabah 7’den öğleden sonra 2’ye kadar açık oluyor. Meraklılar gezmek için buraya da uğrayabilirler.

Basilica Cattedrale di Sant’Agata (Duomo)

Via Etnea’nın bitimi aynı zamanda Basilica Cattedrale di Sant’Agata‘nın, yani Duomo’nun bulunduğu meydan oluyor. Meydanın ortasındaki filli çeşme, Fontana dell’Elefante, aynı zamanda şehrin simgesi. Çeşme 1736 yılında, Giovanni Battista Vaccarini tarafından yapılmış. Vaccarini çeşmenin yapımında, Gian Lorenzo Bernini‘nin Roma‘daki “Minerva Fili” eserinden esinlenmiş. Çeşmenin kaidesinde bulunan iki heykel, Catania’nın iki önemli nehiri olan Simeto ve Amenano‘yu simgeliyor. Roma döneminden kaldığı belirtilen ve sırtında bir Mısır dikilitaşı taşıyan siyah fil, lav taşından yapılmış. Catanialıların U Liotru diye bahsettikleri bu filin adı, Bizans döneminde kente bir filin sırtında gelen Eliodor isimli bir sihirbazdan geliyormuş. Zaman içinde bu isim Liotru halini almış. Catanialılar filin kentlerini Etna’nın patlamalarından koruduğuna inanırlarmış.

Catania’nın simgesi fil Liotru

Catania Katedrali, Etna Yanardağı’nın patlamaları ve yol açtığı depremler nedeniyle tarihte birkaç kez yıkılıp, yeniden yapılmış. İlk olarak, Catania’yı Araplardan alan Norman Kont Ruggero‘nun (daha sonra Sicilya Kralı I. Ruggero oluyor) emriyle 1078-1093 yılları arasında, burada bulunan Roma hamamlarının üzerine yapılmış. 1169 yılında yaşanan bir deprem sırasında neredeyse tamamen yıkılmış. Aynı sene çıkan bir yangın ve 1693 yılındaki deprem sonucunda daha da büyük hasar görmüş. Sonunda, 1711 yılında Vaccarini tarafından Barok stilde yeniden yapılmış. Ancak, yapıda Norman döneminden kalan, lav taşından yapılmış, kısımlar hala var. Bunların çoğu, o sırada hala ayakta olan Roma döneminden kalma yapılardan sökülerek, Normanlar tarafından inşaatta kullanılmış. Çan kulesi ilk olarak 1387 yılında yapılmış. 1662 yılında üstüne saat konmuş.

Sant’Agata Katedrali’nin içi
Duomo’nun apsis bölümündeki siyah lav taşından yapılmış kısımlar yapının Norman döneminden kalan unsurları

Duomo meydanına vardığımızda, katedral öğle tatili için kapanıyordu. Saat 2’ye kadar vakit geçirmek için Duomo’nun tam karşısındaki kafeye oturduk. Biraz da dinlenelim dedik. Her içeri gittiğinde bir türlü geri gelmeyen, yarı uykulu garson bizi biraz gerdi ama, buradan katedrale bakmak ve meydanı izlemek güzeldi.

Duomo’nun karşısındaki kafeye oturup öğle tatili için
kapanan katedralin açılmasını bekledik

Katedralin içinde en ilgimi çeken köşe besteci Bellini’nin mezarı oldu. Alışılmışın dışında, ana kolonlardan birine yapılmış anıt mezar bence çok zarifti. Bellini ve ölümü hakkında aşağıda daha detaylı olarak yazacağım. Katedralin içinde ayrıca Azize Agatha’ya ait olduğu söylenen kutsal emanetler ile bazı İspanyol asillerin ve piskoposların mezarları da var.

Duomo’nun içinde Vincenzo Bellini’nin mezarı

Piazza del Duomo’dan Via Vittorio Emanuele II caddesine yöneldik ve görmek istediğimiz Teatro Romano‘yu kolayca bulduk. Buraya değişik kaynaklarda Teatro Antico veya Teatro Greco Romano da dendiği oluyor. Sanırım sonuncu adlandırmanın sebebi, Romalıların bu tiyatroyu daha önce aynı noktada bulunan Helenistik dönemde (M.Ö. 323- M.Ö. 32) yapılmış bir tiyatronun üstüne inşa etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Grekler tiyatroyu tiyatro eserlerinin sahnelenmesi için kullanmışlar. Romalılar ise, inşa ettikleri yeni tiyatroda gladyatör karşılaşmaları düzenlemeyi tercih etmişler. Teatro Romano’nun günümüzde görünen kısımlarının M.S. 2. yüzyıldan kalan bölümler ile 3. ve 4. yüzyıllarda yapılan değişiklikler olduğu ifade ediliyor. Tiyatro, 11. yüzyılda yağmalanmaya başlanmış. Taşları başka yapılarda kullanılmış ve bazı bölümlerinin üstüne evler yapılmış.

Teatro Greco Romano’nun girişi
Helenistik dönemde yapılmış bir tiyatronun üstüne
Romalılar tarafından inşa edilen tiyatro

Teatro Romano’dan çıkarken kapıdaki görevliye Bellini’nin evinin nerede olduğunu sordum.

– Duomo’ya doğru geri yürüyün. Hemen ilk köşeden sola dönün. Orada, dedi.

Tarife göre Museo Belliniano‘yu kolayca bulduk. Bellini’nin doğduğu ve ömrünün ilk 18 yılını geçirdiği apartman dairesi, avlusu olan büyük bir binanın içinde. 18. yüzyılın başında yapılmış olan binanın yerinde daha önce 1693 depremi sırasında yıkılan Palazzo Gravina Cruyllas sarayı varmış. Bir prense ait olan saray zamanında Sicilya Kralını ve daha sonra genel valilerini ağırlamış. Deprem sonrası yapılan şimdiki binanın mimarı bilinmiyor. Yapı, kısmen Teatro Romano’nun üstüne yapılmış. Bellini’nin burada doğmuş olması nedeniyle 1923 yılında Ulusal Miras ilan edilmiş. 1930 yılında bir bölümü müze olarak açılmış.

Vincenzo Bellini’nin doğduğu dairenin bulunduğu bina
Binanın avlusundan müzeye giriş

Bellini’nin evinde, ayakta tutmak için neredeyse amatörce bir tutku ile çaba gösterilen müzelerin insana biraz hüzün veren havası var. Bunu girer girmez hissettim. Müze oldukça iyi düzenlenmiş. Hepsinde olmasa da, bilgi panolarının çoğunda İngilizce açıklamalar var. Ancak, sergilenen eşyaların bulunduğu camekanlarda sadece İtalyanca bilgi verilmiş. Müze, üç salon halinde düzenlenmiş. Birinci salonda Bellini’nin içine doğduğu tarihsel dönem ve ailesi ile ilgili bilgiler ve müzik aletleri sergileniyor. İkinci salonda Bellini’nin 1832 yılında ünlü bir besteci olarak Catania’ya geri gelişi ile ilgili anı ve belgeler, üçüncü salonda ise Eylül 1876 yılında bestecinin cenazesinin, ölümünden 41 yıl sonra, Paris’ten getirilişi ile ilgili fotoğraflar, belgeler ve sanatçının ölüm maskı bulunuyor.

Genç Bellini’nin tablosu
Napolili sanatçı Federico Mandarelli (1826-1893)
tarafından yapılmış

Vincenzo Bellini, 3 Kasım 1801 günü, aslen İtalya’nın Abruzzo bölgesinden Catania’ya göç etmiş müzisyen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Büyükbabası, Napoli konservatuvarında eğitim gördükten sonra, 1763 yılında Catania’ya gelmiş. Burada, müzik alanında gösterdiği başarı nedeniyle şehir senatosu tarafından “maestro di capella” konumuna yükseltilmiş. Aynı zamanda, Paterno Castello isimli asil bir ailenin himayesine girmiş. Babası ise, büyükbabası kadar başarılı olamamış. Ailesini güçlükle geçindirebilmiş.

Sanatçının büyükbabasının piyanosu

Bellini, ilk müzik eğitimini büyükbabasından ve babasından almış. Catania’da o dönem hakim olan müzik anlayışı nedeniyle, ilk besteleri kilise müziği tarzında olmuş. Büyükbabasının saygın konumu ve şehir yönetiminin desteği ile 1819 yılında, burslu olarak okumak üzere, Napoli’ye gitmiş. Burada, Napoli’nin köklü müzik geleneğinin temsilcilerinden dersler almış. Kısa zamanda başarı gösterince önemli bir emprezaryonun (belli bir yüzde karşılığında sanatçıların program teklifi veya bestecilerin eser siparişi almasını sağlayan kişi) dikkatini çekmiş ve ondan Napoli Operası için bir sipariş almış. Bianca e Fernando isimli bu operanın kazandığı başarı kendisine başka siparişler de getirmiş. 1827 yılında Milano‘daki La Scala için bestelediği Il Pirata Bellini için uluslararası şöhretin yolunu açmış.

Bellini’ye ait mektuplar, notalar ve belgeler
Bellini’nin 1832’de Catania’ya geldiği zaman
Fragala-Ardizzone ailesinin evinde
çaldığı dolap şeklindeki dikey piyano
(William&Matthew Stodart, Londra, 1810 yapımı)

Bellini’nin en büyük şansı, dönemin en iyi libretto (opera, kantat, oratoryo gibi eserlerin metni) yazarı, Felice Romani ile çalışmak olmuş. Daha sonra bestelediği altı opera için Romani ile iş birliği yapmış. Bu operaların en önemlileri, Shakespeare‘in Romeo ve Juliet isimli eserine dayanan I Capuleti e i Montecchi (1830), La Sonnambula (1831) ve Norma (1831). Konusu, Romalılar tarafından tarihte başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük bir kısmı olarak tanımlanan Galya bölgesinde geçen Norma operası, günümüzde hala bir başyapıt olarak kabul edilmektedir.

1832 yılının başında Bellini Milano’dan ayrılarak önce, bir ay kalacağı Napoli’ye, oradan da bindiği bir buharlı gemi ile Sicilya’da Messina’ya gitmiş. Burada yapılan büyük karşılamadan sonra, akrabaları, yakınları ve hayranları ile birlikte karadan Catania’ya gelmiş. Doğduğu şehirde onuruna büyük kutlamalar yapılmış, davetler verilmiş. Bir ay sonra, Milano’ya dönmeden önce gittiği Palermo’da da aynı saygı ve coşku ile karşılanmış. Bellini, 1833 yılında kısa bir süre Londra‘da yaşadıktan sonra Paris‘e gitmiş. Burada, besteci Giochino Rossini‘nin desteği ve etkisi ile, Théâtre-Italien için, son operası olan I Puritani (1835) isimli eserini bestelemiş.

Bellini’nin ölüm maskı
Bellini’nin Paris Père Lachaise Mezarlığı‘ındaki ilk mezarının 1876 yılında çekilmiş iki fotoğrafı. Artık boş olsa da,
günümüzde hala duruyor.

Vincenzo Bellini, 23 Eylül 1835 günü, Puteaux‘da ölmüş. Yapılan otopside ölüm nedeni, bağırsak ve karaciğer enflamasyonuna bağlı olarak, şiddetli dizanteri olarak belirtilmiş. Dostu Rossini’nin girişimleri ile yapılan ayin ve büyük bir törenden sonra 2 Ekim 1835 günü Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş. Catania şehir yönetiminin girişimleri sonucunda, ölümünden 41 sene sonra, Eylül 1876’da cenazesi Paris’ten, trenle İtalya’yı boydan boya geçerek, Catania’ya getirilmiş. Cenaze, İtalya’nın birleşmesinin üzerinden (1861) henüz kısa bir süre geçmiş olması nedeniyle, yol üstündeki tüm yerleşim yerlerinden geçerken milli duygularla karşılanmış ve saygıyla uğurlanmış. En büyük tören ise Catania’da yapılmış. Siyah atların çektiği cenaze arabası şehir halkının toplandığı caddeler boyunca ilerleyerek, Bellini’nin tekrar defnedildiği Duomo’ya getirilmiş ve heykeltıraş Giovanni Battista Tassara‘nın (1841-1916) eseri olan zarif mezarın bulunduğu yere gömülmüş.

Vincenzo Bellini’nin kemikleri 1876 yılında Paris’ten Catania’ya
getirilirken kullanılan tabut
Vincenzo Bellini’nin Giovanni Battista Tassara‘nın (1841-1916)
tasarımı olan zarif mezarı…

Bellini’nin müzesini gezerken, müze görevlisi genç bir kadın bize çok yetersiz İngilizcesi ile bir şeyler açıklamak için adeta çırpınıyordu. Eşim, bana İtalyanca anlatabileceğini söyleyince sevinçten gözleri parladı ve açıklamalarda yer almayan bir sürü bilgi verdi. Örneğin, Bellini ile Rossini’nin çok iyi arkadaş olduklarını, buna karşın bir başka Catanialı besteci olan Giovanni Pacini‘nin (1796-1867) onu hep kıskandığını, her fırsatta önünü kesmeye çalıştığını anlattı. Kadın o kadar tutku ile anlatıyordu ki, Bellini’ye büyük bir hayranlık duyduğu ve kendisinin de besteci hakkında çok araştırıp, okuduğu belliydi. Müzenin geliştirileceğini, konferans salonunun modernleştirileceğini söyledi. Sonra, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bir kez daha gözleri parladı.

– Ah! Ne güzel! Ben de bir gün İstanbul’a gitmek ve bütün tarihi eserleri görmek istiyorum, dedi.

Castello Ursino (Ursino Kalesi), 1239-1250 yılları arasında, II. Frederick için yapılmış. Kare planlı, dört köşesinde büyük kuleler bulunan kale, Catania’da 1693 depreminden önce yapılan ve ayakta kalabilen ender yapılardan birisi. İlk yapıldığında deniz kenarında bulunan kale, daha sonra Etna’dan fışkıran lavların denizi doldurması nedeniyle denizden 400 metre kadar içeride kalmış. Kale günümüzde arkeolojik eserlerin ve zengin bir sanat koleksiyonunun sergilendiği bir müze ama, bizim gezmek için zamanımız olmadı.

Castello Ursino

Catania’daki San Nicolò l’Arena Kilisesi tuhaf görünümlü, ürkütücü bir yapı. Bunun nedenleri eklektik mimarisi, en tepesinde kullanılan siyah lav taşının verdiği karamsar hava ve önündeki tamamlanmamış dev sütunlar olabilir. Kilisenin yanında bulunan Benediktin tarikatına ait manastır da yine aynı ismi taşıyor (Monastero dei Benedettini di San Nicolò). Bazı kaynaklar, San Nicolo kilisesinin Sicilya’daki en büyük kilise olduğunu belirtiyor. Bazıları da, ona bitişik olan manastır için aynı şeyi yazıyor. Bu ifadelerin gerçekliğinden emin olamadım ama, ikisinin de çok büyük olduğunu söyleyebilirim.

San Nicolò l’Arena Kilisesi

Piazza Dante‘de bulunan San Nicolò Kilisesi’ni bulmamız biraz vaktimizi aldı. Oraya vardığımızda öğlen saat 1’e 10 vardı. Kitabımda kilisenin saat 1’de kapandığı yazıyordu ama kapıdaki görevli vaktinden önce demir kapıları kapatıyordu bile. Oysa ben 10 dakika önce de olsa, içeri girersek, saat 1’den sonra yeni gelenleri içeri almasalarda, bizim gezmemize izin verirler diye ummuştum. Görevli bizim olduğumuz yerde kalakaldığımızı görünce, uzaktan kilisenin saat 2’de tekrar açılacağını söyledi. Meydandaki kafede yer bulamayınca, yakın bir sokaktaki kafeye oturduk. Piazza Dante’yi çevreleyen binalar, kilise ve manastırın karşısında bir yarım ay oluşturacak şekilde tasarlanmış. Ortada ise büyük bir meydan var. Buranın tasarımı, 1769 yılında Stefano Ittar tarafından yapılmış.

Kilise hiçbir zaman tamamlanamamış

San Nicolò Kilisesi’nin yapımı, yanındaki San Nicolò Manastırı’nın tarihi ile ilintili. Daha önce Etna Yanardağı’nın eteklerinde bulunan bir manastırda yaşayan Benediktin rahipleri 16. yüzyılın ortasında Catania’ya taşınmaya karar vermişler. Taşındıktan sonra da, manastırın yanında bir kilisenin uygun olacağını düşünmüşler. Yapılan ilk kilise, Etna’nın 1669 yılındaki patlaması sırasında hasar görünce, mimar Giovanni Battista Contini‘den yeni bir kilise yapmasını istemişler. 1693 yılındaki büyük deprem sırasında bu binanın o güne kadar tamamlanabilen yerleri de hasar görmüş ve inşaat yarım kalmış. Yapımın yeniden başlayabilmesi 1730 yılını bulmuş. Bu arada başka mimarlar da kilisenin yapımına katılmışlar. Battaglia Santangelo‘nun tasarımı olan ön cepheye (fasad) 1796 yılında başlanmış. Ancak, 1797 yılında yapım için gerekli olan kireç taşı tedarikçisi ile çıkan bir anlaşmazlık yüzünden inşaat durmuş ve bir daha da başlamamış.

San Nicolò l’Arena Kilisesi‘nin tepesinden liman bölgesine doğru bakış

Birer kahve içip, geri döndük. Saat 2 olmasına rağmen, kilisenin demirli kapısında hiçbir hareket yoktu. Derken, 2’yi biraz geçe elinde alış veriş torbaları olan topluca bir kadın geldi ve çantasından çıkardığı koca bir anahtarla asma kilidi açtı. Bize 3’er Euroluk biletlerimizi kesti ve torbalarını bilet gişesinin altına yerleştirmeye koyuldu. Farklı bir ülkede, bambaşka bir çalışma alanı olsa da, öğle tatilini alış veriş yaparak değerlendiren bu kadın portresi bana hiç yabancı görünmedi.

Piazza Dante 1769 yılında Stefano Ittar tarafından yarım ay şeklinde tasarlanmış. Ön taraftaki binaların şekli meydan hakkında bir fikir veriyor.

Sicilya gezimizin başında çıktığımız onca çatı ve kuleden sonra bir daha hiçbir yere çıkmamaya karar vermiştik ama, biz kendimizi yine yukarıda bulduk. Gene biraz yorucu oldu ama, kilisenin çatısından Catania’yı görmek çok güzeldi. Şehrin denize göre konumunu daha iyi anlamamızı sağladı.

San Nicolò Kilisesi’nde, San Benedetto ve San Nicolò şapelleri arasında uzanan meridyen çizgisi

Kilisenin içi, dışının heybeti ile orantılı bir şekilde, çok geniş. Ana altarın dışında, sağlı sollu sıralanmış, yan altarlar da var. İçerideki en ilgi çekici şey, kilisenin planını belirleyen haç formunun kısa kolunu oluşturan alanda, boylu boyunca yerde uzanan meridyen çizgisi. İtalya’da birden fazla katedralde gördüğümüz meridyen çizgileri daima insanları bu yapılara çeken bir unsur oluyor. Biz kilisenin içinde gezerken de Sicilyalı, yaşlıca bir kadın geldi. Bir başka turiste meridyen çizgisinin nerede olduğunu sordu. Kız, ya soruyu anlamadı ya da gerçekten bilmiyordu. Ellerini, bilmiyorum anlamında iki yana açınca, ben biraz ilerideki meridyen çizgisini gösterdim. Yaşlı kadın teşekkür etti ve nereden geldiğimizi sordu. İstanbul’dan geliyor olmak İtalya’da daima ilgi uyandırır. Ancak, bu hanım anlaşılan bizim ülkenin siyasi durumu ile çok ilgiliydi. Ayrılırken, iyi dilekler ve bol şans diledi…

Meridyenden detaylar

San Nicolò Kilisesi’nin tabanında, San Benedetto ve San Nicolò şapelleri arasında uzanan meridyen çizgisi, aynı zamanda Waltershausen Baronu olan Wolfgang Sartorius ve profesör Christian Peters tarafından 1841 yılında tamamlanmış. İki bilim adamı aslında Etna’yı incelemek için Sicilya’da bulunurken bu siparişi almışlar. Bir tür yatay güneş saati olan meridyen çizgisi, yılın her bir günü için yerel saate göre öğle saatini gösteriyor. Bunun için gerekli güneş ışığı ise kilisenin duvarındaki yüksek bir noktaya açılan bir delikten giriyor. San Nicolò’nun meridyen çizgisi 37,07 metre imiş. Işık hüzmesinin girmesi için kilisenin San Benedetto şapelinin duvarına açılan delik ise, yaklaşık 24 metre yukarıda. Meridyen çizgisi yılın günlerine karşılık olarak 365’e bölünmüş. Yerde ayrıca zodyak işaretleri de var.

Kilisenin yanındaki San Nicolò Manastırı
Kilisenin merdivenlerine oturmuş üniversite öğrencileri
Kilisenin çatısından manastıra bakış.
Manastırın avlusundaki dikdörtgen bölge kazı alanı.

Kiliseden sonra ona bitişik olan San Nicolò Manastırı’na da gittik. Burası, tıpkı Palermo’da Palazzo Chiaramonte Steri‘nin Palermo Üniversitesi‘ne tahsis edilmesi gibi, 1977 yılında Catania Üniversitesi‘ne verilmiş. Bu, oturduğumuz kafede niye o kadar çok üniversite öğrencisi olduğunu da açıklıyordu. Bazı öğrenciler kilisenin merdivenlerinde oturuyorlardı. Manastırın ana kapısından içeri girince, avlunun ve onu çevreleyen, bir zamanlar keşiş hücreleri olan dersliklerin de dolu olduğunu gördük. Bu dersliklerin açık kapı ve pencerelerinden dışarıya ders anlatan öğretim üyelerinin sesleri geliyordu. Catania Üniversitesi’nin bu yerleşkesinde Edebiyat ve Felsefe Fakültesi bulunuyormuş. Yerleşkenin en ilgi çeken yeri şüphesiz ana binası. Üstündeki barok süslemelerle bir sarayı andırıyor. Bu süslemelerin yapımına 1703 yılında başlanmış ve tamamlanmaları 20 yıl sürmüş. Manastırın ortamı, o kadar görkemli ve zenginmiş ki, o dönemde burayı ziyaret eden gezginler anılarında kendilerini bir an için bir manastır yerine kralın sarayında sandıklarını belirtmişler. Ayrıca, manastırın çok zengin bir kütüphanesi ve sanat koleksiyonu olduğu da söyleniyor. San Nicolò Manastırı’nı rehberli turlarla gezmek mümkün ancak, tur günlerinin gününü ve saatini denk getirmeniz gerekiyor. Bazı günler sadece küçük okul çocukları için turlar yapılıyor. Manastır ayrıca, üzerinde oturduğu kalıntılar ile de ilgi çekici. 1978’den beri aralıksız yapılan kazılarla burada Neolitik ve Bakır çağlarının yanında Grek ve Roma dönemine ait izlere rastlanmış. Avludaki kazı alanında bir Roma hamamının kalıntıları bulunmuş. Manastır’ın arazisinde ayrıca şehrin akropolü olduğu düşünülen yerde bir kazı, mozaikler ve bir Roma evinin kalıntıları var.

San Nicolò Manastırı’nın Barok
süslemeleri bir sarayınkinden farksız

Yukarıda yazdığım yerleri bir buçuk günde gezdik. İlk akşam, Via Colosseo 5/7 numaradaki Al Vicolo‘da yedik. Önceden yer ayırtmıştım ama ayırtmadan da gidilebilir gibime geldi, çünkü benim rezervasyonu bulamadılar. Navigasyonu kullanarak gittik ama önce ufak bir şaşkınlık yaşadık. Geldiğimiz yer sokak arasında, bir mutfağın önünde üç beş masadan ibaret bir yerdi. Tüm masalar boştu. Etrafta görevli de görünmüyordu. Bir internet kazığı yediğimizi düşünerek oturmamaya karar verdik. Köşeyi dönünce, esas restoran ile karşılaştık. Burası dar bir çıkmaz sokağın bir kısmını kaplayan kocaman bir yerdi. Neredeyse tüm masalar dolu, cıvıl cıvıldı. İlk gittiğimiz arka taraf personelin yemek yediği bir yer olabilir çünkü, orada da aynı logo ile Al Vicolo yazıyordu. Her neyse… İyi ki, aynı yoldan geri dönmek yerine sokağın köşesini dönmüşüz.

Al Vicolo’da focaccia
Modus Bibendi Rosso 2016

Al Vicolo’da masalar, bizim bir zamanlar Asmalımescit’te olduğu gibi, tahtadan yapılmış bir platformun üzerine yerleştirilmiş. Garson önde, biz arkada yürürken, birden beklemediğim bir şekilde, havada uçtuğumu hissettim. Sanki bir an havada asılı kaldım gibime geldi. Sonra, çevre masalarda oturanların bana donmuş ve dehşet içinde bir ifade ile bakan yüzleri, devrilen sandalye sesleri ve bana doğru koşan garsonlar… İleri doğru baktığım için kenarı sarı ile boyanmış ve alttan hafif aydınlatılmış, çok alçak basamağı görmemiştim. Sonradan, platform boyunca bunlardan birkaç metre aralıkla birkaç tane olduğunu gördüm. Olayı ufak birkaç sıyrıkla atlattım. Üstümdeki deri ceket ve kalın tayt beni korumuştu ama ağrılar birkaç gün sürdü. Restoranın sahibi ya da yöneticisi geldi. Kibarca basamakların sarı çizgisini ve ışıkları gösterdi. Biraz panik oldular çünkü, biliyorsunuz bu gibi durumlar yurt dışında büyük dava konusu olabiliyor. Buz getirdiler. 15- 20 dakika sonra biraz kendime geldim. Sevimli, simsiyah gözlerinin içi gülen garson sipariş için geldi,

– Evet, şimdi baştan başlayalım, dedi gülümseyerek…

Al Vicolo, pizza ve benzeri yemeklerle şarküteri için çok doğru bir yer. Biz iki değişik focaccia yedik. Çok lezzetliydi. Uzun tahtalar üzerinde getiriyorlar. Yanında, bağları Palermo yakınında olan Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyor.

1922’den beri…
Rigatoni alla Norma

İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de (Via Paternò, 11) yedik. Yürüyerek giderken navigasyon bizi çok uzun ve karanlık, yer yer korkutucu yollardan götürdü. Oysa dönüşte, Via Etnea’dan çok yakın ve kolay erişilebilir olduğunu gördük. Trattoria del Cavaliere hem yerel halk hem de turistlerle doluydu. Yemekler güzeldi. Buranın aslında at eti ile yaptıkları yemekleri ünlüymüş ama biz, “Catania’ya gelip de Rigatoni alla Norma yenmezse olmaz”, diye düşündük. Tahmin edeceğiniz üzere, bu yemeğin adı Bellini’nin Norma operasına yapılan bir gönderme. Rivayete göre, İtalyan yazar Nino Mortaglio (1870-1921) bu yemeği yediği zaman, gerçek bir şahaser olduğunu ifade etmek için, “Bu gerçekten bir Norma”, demiş. Daha çok rigatoni veya penne ile yapılan Pasta alla Norma‘nın içinde ayrıca domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen var. Tüm Sicilya’da karşınıza çıkabilir ama asıl yeri, Catania’dır. (Catania’ya özgü bir başka ünlü tabak da Arancini. Adanın başka yerlerinde yemiş olsanız da, içinde çeşitli malzemeler olabilen bu kızartılmış pirinç toplarını Catania’da bir tadın derim). Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico‘yu beğendik. Şarap olarak, Donnafugata‘nın Cabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılan Tancredi Dolce&Gabbana 2018 şarabını içtik.

Tartufo Classico

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Derler ki, dünyanın en romantik şehri Paris‘tir. Bu, Fransızların en az yüz yıldır sürdürdükleri bir pazarlama kampanyasıdır. Haydi bu iki cümleye “bence” ifadesini ekleyeyim de, kimse bana gönül koymasın. Bir tarih, sanat ve kültür şehri olan Paris’i severim. Birkaç kez gitmişliğim de vardır. Ama, en romantik payesi verilirse, orada bir durun derim. Bir kere, eğer şehirler romantik olup olmadıklarına göre sınıflandırılabiliyorsa, bu son derece öznel bir değerlendirme olacaktır. Romantizm, içinde bulunduğunuz ruh hali ve kiminle birlikte olduğunuz bir yana, zevklerinizin, bilgi ve görgünüzün, alışkanlıklarınızın ve yetiştiğiniz kültürün de bir fonsiyonudur kanımca. O nedenle kişiden kişiye değişir. Varsayalım ki, kesin bir tanım yapamıyoruz ama, romantik yerler konusunda hepimiz için üç aşağı beş yukarı bazı ortak kriterler var. Yine de, Paris’ten çok daha romantik bulduğum pek çok yer gördüğümü söyleyebilirim. Çoğu İtalya’da idi. Artık bunlara Sicilya‘nın dünyaca ünlü yerleşim yeri Taormina‘yı da rahatlıkla ekleyebilirim. Herkes gibi ben de gitmeden önce Taormina’nın büyüsünü giden tanıdıklarımdan çok işitmiştim. Bu konuda hiç hayal kırıklığına uğramadığımı peşinen söyleyebilirim. Ben de Taormina’yı çok sevimli, güzel ve (özellikle gece) çok büyülü bulduğumu söyleyebilirim.

Bir önceki yazımda uzun bir günün sonunda nasıl Taormina’ya ulaştığımızı, çok memnun kalmadığımız pizzacı La Napoletana‘yı, ama buna karşılık içtiğimiz özel şarabı yazmıştım. Çok yorgun olmamıza karşın yemekten sonra yine de hemen otele dönmedik. Kendimizi kalabalık sokaklara bıraktık. Taormina zaten çok büyük bir yer olmadığı için, kendinizi ekim ayında bile çok yoğun olan insan selinin akışına bırakabilirsiniz. Bu şekilde Taormina’nın popüler noktalarından en az birine ulaşmanız garanti.

Yemek sonrası bir kahve için Taormina’daki Michelin listesindeki restoranlardan birisi olan Cinque Archi‘nin zemin katındaki kafesine oturduk. Burası, Taormina’nın ünlü meydanlarından Piazza IX Aprile‘de olan bir yer. Meydan gece gündüz dolu. Yıldızlı, ılık bir gecede açık havada oturmak çok güzeldi. Yayaların keyifle gezindiği yolun karşı tarafında kafenin masaları devam ediyordu. O karşı tarafta canlı müzik yapan bir orkestra vardı. Derken bir tango melodisi duyuldu. Bésame Mucho… Yaşları epeyce ileri, iyi giyimli bir çift kalkıp tango yapmaya başladı. Şarkıyı söyleyen kız biraz detone olsa da çiftin lacivert ceketli, bordo fularlı ve göğüs cebinde beyaz mendili olan yaşlı adamın liderliğinde yaptığı tangoyu izlemek doğrusu pek hoştu.

Biraz daha müzik dinleyip etrafı seyrettikten sonra otelimiz Villa Paradiso‘ya döndük. Ertesi gün daha da iyi anlayacağımız üzere, otelin yeri son derece iyiydi. Via Roma 2 adresindeki otel, Via Roma ile Via Bagnoli Croci‘nin kesiştiği köşede idi. En üst katta olan odamızın bize ait terası bir taraftan Via Bagnoli Croci’ye diğer taraftan ise, Taormina’nın ünlü parkının (Giardino Pubblico) üzerinden denize bakıyordu. Etna Yanardağı‘nın da bulunması gereken muhteşem manzara, ne yazık ki tam önümüzde yükselen dev bir selvi ağacı nedeniyle kısmen engellenmişti. Ağaç büyümeden önce, Etna ile birlikte, manzara gerçekten muhteşemdi herhalde. Aklıma Bodrum‘daki Casita Mantı‘dan bir zamanlar bakmaya doyamadığım Bodrum Kalesi manzarası geldi. Birkaç yıl aradan sonra gidip de, uzakta uzamış olan bir ağaç yüzünden kalenin kapandığını görünce çok bozulmuştum. Villa Paradiso’da da Etnalı manzara için bu teraslı odayı özel olarak tutmuştuk. Yine bir ağaç yüzünden olana bakın… Neyse, aynı manzarayı kahvaltıda otelin diğer kanadının en üst katındaki restoranından doya doya seyrettik. Manzara sitemim bir yana, otelden ve güler yüzlü personelden son derece memnun kaldık. Taormina’ya gitmeyi düşünenlere önerebilirim.

Neyse ki, odamızın terasından göremediğimiz manzarayı kahvaltı salonunda doya doya seyrettik. Eşsiz Etna ve deniz manzarası. Solda ağaçların tepesi görünen yer şehir parkı, Giardino Pubblico.

Sabah, gezmeye çıkmadan önce, terasımızda bir süre oturdum. Hem açık havada güneşin tadını çıkarmak hem de gezi notlarımı düzene sokmak istedim. Ilık havanın keyfini çıkarırken, terasın arka sokağa bakan tarafından birtakım Almanca konuşmalar duydum. Karşı apartmanın benimle aynı hizadaki penceresinde duran yaşlı bir adam alt katın penceresindeki yaşlı bir kadınla neşe içinde sohbet ediyordu. Pencerenin önünde, dışarı doğru uzanan çamaşır telinde plaj havlusu ve mayolar asılıydı. Öylece bir süre konuşmaya devam edip, gülüştüler. Rusya krizi nedeniyle yaşanması beklenen doğal gaz sıkıntısından dolayı Alman hükümetinin yaşlı emeklilere para verdiğini ve sıcak ülkelere gitmelerini teşvik ettiğini okumuştum. Bu iki yaşlının da onlardan olduklarını düşündüm.

Taormina, coğrafi olarak oldukça ilginç bir yerde. Üzerinde bulunduğu yaklaşık 300 metre yüksekliği olan tepe, denizden neredeyse doksan derece bir açı ile yükseliyor. Taormina’ya gelişimizi içeren bir önceki yazımda anlattığım enteresan viyadük de bu coğrafi yapı nedeniyle bir zorunluluk olarak yapılmış olabilir. Söz konusu tepe aslında, Messina ve Catania arasında bulunan Tauro Dağı‘nın (Monte Tauro) eteklerinde bulunuyor. Latince adı Tauromenium olan Taormina adını bu dağdan almış. Taormina’nın en eski sakinlerinin, Sicilya’nın üç eski halkından Siculi (Sicel de deniyor) topluluğu olduğu belirtiliyor. (Sicilya’nın bu eski sakinlerinden yazı dizimin ilki olan Sicilya’da İki Hafta (1) başlıklı yazımda bahsetmiştim. Erişim için tıklayabilirsiniz). Siceller, M.Ö. 1200-1000 arası dönemde İtalya’nın Liguria bölgesinden Sicilya’ya gelmişler ve adanın doğu tarafına yerleşmişler.

Uzaktan Piazza IX Aprile meydanındaki
Porta di Mezzo (Orta Kapı). Üzerindeki saatten
dolayı Saat Kulesi de deniyor. Sağ tarafta, San Giuseppe Kilisesi ‘nin sekizgen kubbeli çan kulesi.

Sicilya’nın doğusunda kültürel olarak günümüzde de etkileri süren Grekler, adaya M.Ö. 800’lerde gelip gitmeye başlamış, M.Ö. 735 yılında da ilk kolonilerini, Taormina’nın hemen güneyindeki Naxos‘da kurmuşlar. Taormina da bu dönemde Greklerin eline geçmiş. Giderek doğu taraftaki bu kolonilerin sayısı artmış ve bir süre sonra batıya doğru yayılarak, daha önce gezdiğimiz Agrigento ve Selinunte gibi site devletlerini kurmuşlar. M.Ö. 392 yılında, güneydeki güçlü site devleti Siracusa‘nın ünlü diktatörü Dionysius I Taormina’ya, buradan daha önce sürülen Sicelleri tekrar yerleştirmiş. M.Ö. 358 yılında, bu kez güneydeki Naxos’tan bir grup göçmen Taormina’ya gelmiş ve şehir, yöneticisi Andromachus‘un yönetimi altında zenginleşmiş. Sicilya’da Romalılar tarafından Grek döneminin sona erdirildiği süreçte Taormina, önce M.Ö. 210 yılında bir ittifak şeklinde, daha sonra İmparator Augustus (M.Ö. 63- M.S. 14) zamanında ise kolonoliştirilerek, Roma hakimiyeti altına girmiş. Ancak Taormina, gerek Romalılar gerekse daha sonraki Bizans döneminde zenginlik olarak gerilemiş.

Ekim ayında sokaklar, kafeler ve restoranlar turistlerle dolup taşıyor. Turistik amaçla boyanmış bu araba günün her saatinde Taormina’nın bir köşesinde karşınıza çıkıyor. Bir halk arabası olan FIAT 500 (Cinquecento), İtalyanlar için 1958-1975 arası yılların ikonik arabasıdır. Son yıllarda ana hatları benzetilerek, günümüze uyarlanmış modelleri de yapıldı.

Taormina M.S. 902 yılında Araplar tarafından yerle bir edilmiş. Bir ara bir toparlanma yaşamışsa da, M.S. 962 yılında Araplar tarafından tekrar ele geçirilmiş. Şehrin adı, Fatimi Halife al-Muʿizz‘e ithafen, Muʿizzīyah olarak değiştirilmiş. 1078 yılında Normanların ele geçirdiği Taormina, onların ve sonraları İspanyolların döneminde gelişmiş ve genişlemiş. 16. yüzyılda şehrin katedrali ve birçok saray yapılmış.

Taormina 18. yüzyıldan başlayarak yabancı gezginlerin uğrak yeri olmuş. Günümüzde de, sadece Sicilya’nın değil, dünyanın en popüler yerlerinden birisi. Bunun sonucu olarak, şehrin temel gelir kaynağı turizm. Bizim gittiğimiz ekim ayı ortasında bile zaman zaman sokaklarda güçlükle yürünüyordu. Yaz aylarında gitmek, aşırı sıcak ve yine kalabalık olması nedeniyle, çok fazla önerilmiyor. Ekimde yaşadığımız sıcaktan dolayı bu önermenin gerçekliğine inanıyorum. Eğer bir tarih kısıtınız yoksa, ilkbahar ve sonbahar en çok önerilen dönemler.

Corso Umberto I caddesi

Taormina’yı bir günde gezmeniz mümkün. Burada konaklayanların çoğu, bizim kaldığımız otelde gözlemlediğim gibi, Taormina’da konaklayarak, Etna Yanardağı’na, Catania’ya, Naxos’a veya Siracusa’ya gidiyorlar. Daha önce de yazdığım üzere, daha önce Napoli‘deki Vezüv Yanardağı‘na tırmanıp, kraterin içine kadar girmiş birisi olarak Etna’yı zaten listeden çıkarmıştım. Etna ve çevresinin ilginç olduğuna şüphem yok ancak, gittiğim yerlerde doğa ile tarih arasında bir seçim söz konusu olduğunda, tercihim daima tarihten yana olmuştur. Gidilebilecek diğer yerlere daha sonra özel olarak gidip kalacağımız için, biz Taormina’yı doya doya gezmeye karar verdik.

Tüm Sicilya’da olduğu gibi, bu restoranın adı da Homer‘in
Odysseia destanına bir gönderme.

Taormina’yı boydan boya kesen Corso Umberto I caddesi bir yaya bölgesi. Görülecek yerlere, bu caddeyi izleyerek veya yakınında kalarak gitmeniz mümkün. Şehrin merkezi, Corso Umberto I caddesi ve ona açılan, çoğu trafiğe kapalı, bir sürü sokak ve dar geçitten oluşuyor. Buralar, Taormina’nın Normanlar zamanından başlayarak inşa edilen Orta Çağ’dan kalma bölgesi. Ana caddeye açılan labirente benzer sokaklar ve aralıklar birtakım irili ufaklı meydanlara açılıyor. Çiçeklerle süslenmiş meydanlarda şirin kafeler, barlar, restoranlar, Sicilya’nın eşsiz tatlılarının satıldığı pastaneler ve dondurmacılar var. Sıcaktan ve kalabalıktan her bunaldığımızda bir yere oturduk ve birer Aperol ya da kahve içtik, dondurma ve tatlılardan yedik. Doğrusu ilaç gibi geldi.

Sayısız şirin restoranlardan gözüme çarpan biri…

Şehrin çoğu tarihi saray, konak ve sıra evleri restore edilmiş ve çeşitli amaçlar için kullanılır hale getirilmiş. Çok sayıda, (en lüks markalardan, butiklerden, sanat galerilerinden ve kuyumculardan daha turistik eşya satanlara kadar) irili ufaklı dükkan var.

Çoğu eski yerleşim yerinde olduğu gibi, Taormina’ya da kent kapılarından giriyorsunuz. Yine o zamanlara uygun olarak ve bizim de kadim kentlerimizde olduğu gibi, bu kapılar isimlerini o yönden gelinen (veya gidilen) yerleşim yerlerinden alıyorlar. İşte Taormina’daki ana kapılar da buna uygun olarak, Porta Messina ve Porta Catania isimlerini almışlar. Elimdeki kaynaklardan biri Taormina’da gezi rotasını Porta Messina’dan başlatmıştı. Bu benim de aklıma yattı ve biz de oradan başladık çünkü, böylece gezimizin sonunda otelimizin yakınına dönmüş olacaktık. Siz aynı rotayı tersten giderek de izleyebilirsiniz.

Porta Messina‘ya dışarıdan bakış

Messina Kapısı (Porta Messina), Taormina’nın ana caddesi olan Corso Umberto I’in bir başında bulunuyor. Caddenin diğer ucu ise, Catania Kapısı (Porta Catania) ile sınırlandırılmış. Bu iki kapının arasında bir yerde ise, Porta di Mezzo (Orta Kapı) adında bir kapı daha var. Buraya, üzerindeki saatten dolayı, Saat Kulesi de deniyor.

Porta Messina’ya Corso Umberto I caddesinden bakış

Porta Messina’nın bir diğer adı da, kapıyı yaptıran İspanyol Bourbon Kral Ferdinand I olduğu için, Porta Ferdinandea. Kapının üstündeki plakette Romen sayıları ile 1808 yılında açıldığı yazıyor. Duvarın sağında ve solunda sadece bir bölümü günümüze kadar gelebilmiş duvarlar, Araplar tarafından yapılan şehir duvarlarının kalıntıları.

Palazzo Corvaja

Porta Messina’dan Corso Umberto I caddesine girdikten kısa bir süre sonra Vittorio Emanuele II Meydanı‘na (Piazza Vittorio Emanuele II) geliyorsunuz. Burada köşedeki, Arap tarzında bir kulesi de olan, eski yapı dikkatinizi çekecektir. Palazzo Corvaja isimli bu eklektik saray ilk olarak 10. yüzyılda, Araplar tarafından, Taormina Bizanslılardan alındığı zaman, yapılmış. Kübik şekilli kule, şehrin savunma sisteminin bir parçası olarak yapılmış. Yapı, şehrin daha sonraki dönemlerinin hakimleri tarafından 13. ve 14. yüzyıllarda değiştirilerek ve eklemeler yapılarak, zaman içinde günümüzde görülen haline bürünmüş. Şu anda gördüğümüz; Arap (kulesi), Norman (15. yüzyıldan kalma büyük salon) ve Gotik (pencere detayları) bir karışım. Sarayın Normanlar tarafından yapılan büyük salonunda, 1411 yılında Sicilya Parlamentosu toplanmış ve Sicilya kralını seçmiş. Sarayın adı, 16. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ortasına kadar yapının mülkiyetine sahip olan ve ona son şeklini veren, Taormina’nın en kuvvetli ve asil ailelerinden Corvaja ailesinden geliyormuş. İkinci Dünya Savaşı bittiği zaman, içinde uzun süreden beri birkaç ailenin birlikte yaşadığı Palazzo Corvaja, son derece kötü bir durumda imiş. 1945 yılında, Taormina’nın belediye başkanı binayı boşalttırmış ve 1945-1948 yılları arasında Napolili mimar Armando Dillon tarafından restore edilmesini sağlamış. Günümüzde binada bir turizm ofisi ve Sicilya Halk Sanatları Müzesi var.

Corvaja Sarayı’nın yanındaki hafif yokuş,
Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru çıkın
Odeon Romano

Corso Umberto I caddesini izlemeye devam etmeden önce, bu civarda görülmesi gereken iki yer var. Bunlardan ilki Taormina’ya her gelenin mutlaka gittiği bir yer. Orayı sonraya bırakalım ve önce daha az bilinen ve gidilen bir yere gidelim. Burası, kısmen meydana bakan Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi‘nin altında kalmış olan Odeon Romano. Bir köşesinde Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi, diğer köşesinde Palazzo Corvaja olan, hafif yokuş, Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru izlerseniz, odeonu sol kolda göreceksiniz. Roma Odeonu veya “küçük tiyatro” olarak bilinen bu yapı, M.Ö. 21 yılında, Taormina stratejik konumu nedeniyle Romalıların askeri bir kolonisi haline geldiği zaman yapılmış. Küçük olmasının sebebi, halkın kullanımı yerine, şehrin az sayıda elitinin kullanımı için düşünülmüş olmasından kaynaklanıyor. Üstü kapalı ve 200’den az seyirci kapasitesi olan odeonda konserler ve edebi sunumlar yapıldığı belirtiliyor. Bu küçük tiyatronun varlığı, 1892 yılında kazara bulunana kadar hiç bilinmiyormuş. Kuzeydoğuya bakan odeonun oturma yerleri tuğladan yapılmış. Sahne kısmında ise, daha önce Grekler tarafından M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin edilen ve bazıları tarafından Afrodit’e adandığı söylenen, sütunlu bir tapınak varmış. Anlaşılan, Romalılar bu eski tapınağı sahnenin sürekli dekoru olarak düşünmüşler. Ancak, sahnede yer alan bu tapınak kısmı ve bazı duvarlar köşedeki Santa Caterina kilisesinin yapımı sırasında yok edilmiş. Kalıntıları, kilisenin içinde görmeniz mümkün. Bunun için, kilisenin bulunduğu meydana geri döndüğünüz zaman kısa bir süre için içeri girmeniz yeterli.

Odeon’un sahne kısmının üzerine
Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi yapılmış
Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi’nin Vittorio Emanuele II Meydanı‘na bakan girişi. Sağ tarafta görünen,
Palazzo Corvaja.

Bir Kapuçin (Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak kayıtlarda, burada daha evvel bulunan bir başka kilisenin 1610 yılında Kapuçin tarikatı tarafından satın alındığı bilgisine rastlanmış. Kilisenin kriptinde bulunan bir mezartaşında 1663 tarihinin bulunması nedeniyle, yapımın bu iki tarih arasında bir zamanda tamamlandığı düşünülüyor. Kilisenin ana altarında bulunan Aziz Caterina’nın şehit edilmesi tablosunun, 16. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı ressam Jacopo Vignerio‘ya ait olabileceği belirtiliyor.

Bir Kapuçin (Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin altarı
Kilisenin temelinde ortaya çıkarılan Odeon Romano’ya ait kalıntılar

Vittorio Emanuele II Meydanı’nda, Santa Caterina kilisesinin karşısında bulunan Via Teatro Greco sokağını takip ederseniz, Taormina’da en çok ziyaret edilen ören yeri olduğunu tahmin ettiğim, ünlü Teatro Greco‘ya (Grek Tiyatrosu) ulaşacaksınız. Kıvrılarak giden bu sokak boyunca hediyelik eşya dükkanları ve nefis, önünüzde taze taze sıkılan, portakal ve nar suyu satan büfeler var. Uzun bir kuyrukta bekledikten sonra, sıcak altında gezdiğiniz tiyatrodan çıkınca birer taze meyva suyunu herkese öneririm. Sicilya yazılarımın ilkinde belirttiğim gibi, portakal ve nar Arapların Sicilya’ya getirdikleri ve tarımını başlattıkları çok sayıda bitki türlerinden ikisi. Diğerleri, limon, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türleri.

Arkeolojik eserlere özel bir ilgisi olsun olmasın, buraya gelen yabancıların neredeyse tamamının gittiği Taormina Antik Grek Tiyatrosu, tarihi değerinin yanında, buradan muhteşem bir manzarası olmasıyla da ünlü. Etna Yanardağı’nı, Taormina’nın aşağılardaki sahilini ve uzaklarda İtalya’nın Calabria bölgesindeki dağları kapsayan manzara gerçekten büyüleyici. Özellikle, gün batımı için buraya gelmek çok popüler bir turistik aktivite. Biz o akşam, aynı sokak üzerinde, tiyatronun hemen altında bulunan ünlü bir otelin terasındaki restoranında yer ayırtmış olduğumuz için, ziyaretimizi gün batımına denk getirmedik. Sanırım, tiyatronun kapanmasına yakın o saatlerde bilet kuyruğu çok daha uzun oluyordur.

Taormina’nın Grek Tiyatrosu’ndan eşsiz manzara

Taormina’daki Grek Tiyatrosu, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış. Siracusa’nın antik Grek tiyatrosundan sonra, sadece Sicilya’daki değil, İtalya ve Kuzey Afrika’daki en büyük antik tiyatro olarak tanımlanıyor. Roma İmparatoru Augustus döneminde tiyatronun yeniden yapıldığı ya da genişletildiği konusunda elde yeteri kadar belge olmadığı belirtilmesine rağmen, tiyatro alanında bulunan Augustus büst ve heykellerinin bu olasılığı güçlendirdiği söyleniyor. Ancak, Romalılar döneminde tiyatronun genişletildiği ve bazı yerlerinin değiştirildiği biliniyor. Örneğin, Grekler tiyatrolarında sahne arkasında deniz ve ufku görmeyi tercih ederlerken, Roma dönemi tiyatrolarında sahnenin arkadan sütunlar ve bir duvar ile sınırlandırıldığı ve bu şekilde seyircinin dikkatinin sahnede olan bitene yöneltildiği biliniyor. Taormina antik tiyatrosunda da sahne arkasına benzer bir bölüm eklenmiş. Zaman içinde bu ilave yapının ortasının çökmesi, tiyatronun tepesinden günümüzde yine eşsiz bir manzara ortaya çıkarmış. M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda tiyatro Romalılar tarafından, gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı bir arenaya dönüştürülmüş. 19. yüzyılda restore edilen yapı günümüzde tiyatro, konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor.

Tiyatroyu gezdikten sonra, geri dönüp tekrar Vittorio Emanuele II Meydanı’na ve oradan Corso Umberto I caddesine gidebilirsiniz. Caddede ilerken, soldan ilk aralık sizi Naumachie (Via Naumachia, 13) olarak adlandırılan esere götürecek.

Tiyatro günümüzde konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor

Naumachie ya da Naumachia, Romalılar döneminde bir eğlence türü olarak deniz savaşları simülasyonlarının yapıldığı büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verilen isimmiş. 1943 yılında gün ışığına çıkarılan bu 130 metre uzunluğundaki duvara, belirttiğim amaç için kullanıldığı düşünülerek, yanlışlıkla söz konusu isim verilmiş. Ancak daha sonra, yapının bu amaçla yapılmadığı keşfedilmiş ama, ismi bu şekilde kalmış. M.Ö. 1. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Naumachie, tiyatrodan sonra, Taormina’nın en eski yapısı.

Naumachie‘ye giriş

Burası başta, şehrin hamamına su sağlayan bir sarnıç olarak yapılmış. Daha sonra, bir nymphaeum‘a, yani su perilerine (nymph) adanmış bir anıta dönüştürülerek, Gymnasium‘un (Antik Yunan ve Roma’da spor merkezi) bir parçası haline getirilmiş. Bir agora‘ya baktığı anlaşılan duvarda 18 tane niş bulunuyor. Bir zamanlar bu nişlerde heykeller varmış. Duvarın bir diğer işlevi de mimari olarak üstündeki terasa destek sağlamakmış. Günümüzde de, Corso Umberto I caddesi için aynı işlevi görüyor.

Agora’ya bakan duvardaki 18 nişin içinde bir zamanlar heykeller varmış

Yolu ve kalabalığı izleyerek, bu kez Taormina’nın en çok vakit geçirilen meydanı, Piazza IX Aprile‘ye geliyoruz. Aşağıya bakan taraftaki demir parmaklık nedeniyle dev bir balkona benzeyen meydandan bakınca çok etkileyici bir manzara var. Bu, müthiş güzel ve panoramik bir deniz ve Etna Yanardağı manzarası. Eğer şanslıysanız, gece karanlıkta buradan, Etna’dan yükselen kıvılcımları görebilirsiniz. Meydanın adı, 9 Nisan 1860 gününden geliyor. Bu tarihte, Taormina Katedrali’nde yapılan ayin yarıda kesilerek halka Garibaldinin, Sicilya’yı İtalya ile birleştirecek olan hareketi başlatmak için, Marsala‘da karaya çıktığı müjdelenmiş. Aslında, bu doğru olmayan bir habermiş. Garibaldi Sicilya’ya bir ay sonra ayak basmış. Buna rağmen, Taorminalılar şehirlerinin en güzel meydanına, tarih yanlışlığı olmasına rağmen, unutmak istemedikleri o günü isim olarak vermişler.

Günün her saati cıvıl cıvıl olan Piazza IX Aprile. Karşıda, Orta Kapı (Porta di Mezzo) ve ona bitişik
Ristorante Cinque Archi

Manzarayı içercesine, doya doya seyrettikten sonra, her zaman kalabalık olan bu meydanda sokak çalgıcılarını gönlünüzce izleyebilir, dolup taşan kafelerden birinde yer bulabilirseniz oturup biraz dinlenebilirsiniz. Hatırlarsanız, bizim bir gece önce oturduğumuz, Cinque Archi restoranının kafesi de bu meydanda idi.

San Giuseppe Kilisesi

Yüzünüzü denize doğru döndüğünüzde sol tarafta göreceğiniz Sant’Agostino Kilisesi meydanı, bir biblo gibi, sade bir zarafetle süslüyor. Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan kilise 1448 yılında, Taormina’da yaşanan bir veba salgınının ardından, bir şükran ifadesi olarak yapılmış. Önceleri Aziz Sebastiano’ya adanmış olsa da, şehre Aziz Agostino’nun cemaatinden papazların gelmesinden ve buraya yerleşmelerinden sonra, kilisenin adı değiştirilmiş ve burası bir manastır halini almış. Zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış olan kilisenin sadece giriş kapısının üstündeki gül şeklindeki penceresinin ve kemerli giriş kapısının üst tarafının 15. yüzyıldaki orijinalliğini koruduğu belirtiliyor.

Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan Sant’Agostino Kilisesi

Piazza IX Aprile’de denize tam karşıdan bakan kilisenin adı, San Giuseppe Kilisesi (Aziz Josef). Barok tarzda olan kilisenin yapım tarihi 1600’lerin sonu ile 1700’lerin başları. Meydandan kiliseye çift taraflı bir merdiven ile çıkılıyor. Binanın sağ tarafında, tepesinde sekizgen bir kubbe olan bir çan kulesi bulunuyor. San Giuseppe Kilisesi bir zamanlar “Araftaki Ruhlar Kardeşliği”ne ait olduğu için, kilisenin dış yüzeyinde ve içinde ateşler içinde yanan insan figürleri var. Ateş, insanın günahlarından arınmasını simgeliyormuş.

San Giuseppe Kilisesi

San Giuseppe Kilisesi’nden çıktığınız zaman, sağ tarafta Cinque Archi restoranını ve ona bitişik Porta di Mezzo’yu (Orta Kapı) göreceksiniz. Buraya Saat Kulesi de dendiğini yukarıda belirtmiştim. Şehrin bu ortadaki kapısından geçince, Taormina’nın Antik ve Helenistik bölgelerini geride bırakarak, Normanlar döneminde gelişmeye başlayan Orta Çağ dönemi yerleşim alanına girmiş oluyorsunuz. Bu nedenle buraya Borgo Medievale de deniyor. Kapı (ya da kule) 12. yüzyılda, Grek-Roma kalıntılarının üzerine yapılmış. 1676 yılında, Taormina XIV. Louis’nin Fransız ordusu tarafından işgal edildiği sırada tahrip olmuş. 1679 yılında yapılan onarım sırasında tepesine saat yerleştirilmiş. Kulenin tepesindeki çanlar sadece, her yıl Taormina’nın koruyucu Azizi olan San Pancrazio’nun bayramının olduğu 9 Temmuz günü ve şehrin belediye başkanının seçildiği gün çalınıyormuş.

San Giuseppe Kilisesi’nin içinden detaylar

Orta Kapı’yı geçtikten sonra Corso Umberto I caddesi boyunca yürümeye devam edin. Bu arada, tüm bu cadde boyunca sağlı sollu sıralanmış dükkanlara da göz atmanızı öneririm. İlginç takı dükkanları var. Etna’nın siyah lav taşı ile birlikte inci veya mercan karışımlı yapılmış takıların bazıları çok güzel. Gerçek olanlar elbette daha pahalı. Eğer özellikle taklit istenmiyorsa, plastik olma ihtimali yüksek, ucuz ürünlere karşı dikkatli olmak gerek.

Otel lobileri, sanat galerileri, dükkanlar rengârenk…

Piazza del Duomo (Duomo Meydanı) ve buradaki Cattedrale di San Nicolò, yani Duomo, Taormina’nın bir başka turistik çekim noktası. Barili Aziz Nicolò‘ya adanmış. Aslına bakarsanız, Bari‘ den değil bizim Demre‘den Noel Baba‘dır o. Kemikleri 1087 yılında Anadolu‘dan çalınıp, İtalya’nın Puglia bölgesindeki Bari’ye götürülmüş. Bari’ye gidenler onun adını taşıyan bazilikanın kriptinde mezarını görebilirler. Barili olarak anılır ama Anadolu’dan olduğunu bilen bilir.

Cattedrale di San Nicolò (Duomo)

Taormina Katedrali’nin ilk yapım tarihi 13. yüzyıl. Burada bulunan, yine Aziz Nicolò’ya adanmış bir başka kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha sonra, 15, 16 ve 18. yüzyıllarda yeniden inşa edilmiş. Aslında, ilk bakışta bir katedralden çok, bir kaleyi andırıyor. Sanırım bu, yapımında kullanılan taşlardan ve tepesindeki kaleyi andıran burçlardan kaynaklanıyor. Ana kapının üzerinde bulunan gül şeklindeki pencere için Siracusa taşı kullanılmış. Yapının içinde bulunan altı adet pembe Taormina mermerinden yapılmış sütunun büyük tiyatrodan buraya getirilmiş olabileceği söyleniyor. Katedral, 1945-1948 yılları arasında, Palazzo Corvaja’yı da restore eden Armando Dillon tarafından tamamen elden geçirilmiş ve güçlendirilmiş.

Duomo’nun içi ve altardan detay

Duomo’nun önünde bulunan çeşme de birkaç dakikalık bir incelemeyi hak ediyor. 1635 yılında, Barok stilde yapılan çeşmenin en tepesinde Taormina’nın amblemi olan bir Kentaur (Yunan mitolojisinde yarı insan yarı at olan yaratıklar) var. Genelde erkek olarak canlandırılan Kentaurlar burada dişi olarak canlandırılmış.

Duomo Meydanı’ndaki çeşme
Bu kadar gezmeden sonra birer Aperol içerek
dinlenmek için iyi bir yerdi

Duomo Meydanı’ndan yukarı doğru çıkan Salita Badia Vecchia (Badia Vecchia Yokuşu) sizi Badia Vecchia‘ya götürecek. Bu yapı aslında Taormina’nın şehir duvarlarının bir parçası olan bir kule imiş. 13. yüzyılda inşa edilmiş. 14. yüzyılda restore edilmiş ve genişletilmiş. Bir manastıra çevrilmiş. Gotik stilde yapılmış olan binada, özellikle pencere detaylarında Arap-Norman etkisi görülüyor. Çerçevelerdeki siyah renkli süslemeler, Sicilya’nın bu bölgesinde sıkça rastlandığı gibi, lav taşından yapılmış. Yolun yokuş ve biraz dolambaçlı olması nedeniyle buraya ulaşmak sıcakta epeyce zordu. Buraya asıl gitmek isteme nedenimiz, Taormina Arkeoloji Müzesi‘nin burada olmasından dolayı idi ama, müze geçici bir süre için kapatılmıştı. Binayı, görebildiğimiz kadarıyla, dışarıdan incelemek ve harika manzaranın tadının çıkarmakla yetinmek zorunda kaldık.

Badia Vecchia’ya giderken yolda rastladığımız
M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış bir mozaik
Civarda gözüme çarpan tarihi konutlar.
Pencere pervazlarında Etna Yanardağı’nın
siyah lav taşları kullanılmış.
Sicilya’da sokaklarda sıkça rastlanan bir adak köşesi

Yokuştan aşağıya, Duomo Meydanı’na indikten kısa bir süre sonra Corso Umberto I sizi caddenin diğer ucundaki Porta Catania’ya, yani Catania Kapısı’na götürüyor. Bir gece önce Taormina’ya geldiğimiz zaman bu kapının önünden geçerek otele gitmiştik. Porta Messina gibi eski şehir duvarlarının bir parçası olan Porta Catania 1440 yılında yapılmış. Kapının üstünde yapım tarihi ve İspanyol arması var.

Dışarıdan görebildiğimiz Badia Vecchia ve buradan
büyüleyici Etna manzarası

Porta Catania’nin dışına çıktıktan sonra sola dönüp, aşağıya doğru devam ederseniz, San Stefano Sarayı‘na (Palazzo Duchi di San Stefano) ulaşıyorsunuz. Günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış olan saray, bir zamanlar İspanyol asıllı De Spuches Düküne ve ailesine aitken, 1964 yılında Taormina Belediyesi tarafından satın alınmış ve restore edilmiş. Günümüzde, Sicilya Gotik tarzının muhteşem bir örneği olan bu yapı, İtalyan heykel sanatçısı Giuseppe Mazzullo‘nun (1913-1988) vakfı tarafından, müze ve süreli sergi mekanı olarak kullanılıyormuş. Zamanımız az olduğu için biz gezmedik ama, Arap ve Norman mimari güzelliklerinin harika bir şekilde birbirini bütünlediği binaya dışarıdan baktık. Yine Etna lav taşı ile Siracusa mermerinin ince karışımı ile yaratılan Arap etkisi ve gerek yapının kule benzeri planı gerekse tepedeki kırlangıç kuyruğu benzeri burçların verdiği Norman hava çok güzeldi.

Porta Catania
Yolunuzun üstünde göreceğiniz Hotel Villa Riis aslında
1884 yılında yapılmış bir malikâne

Yola, bizim otelimizin de bulunduğu, Via Roma üzerinden devam edince Taormina’nın bir başka ilginç yapısına geldik. Günümüzde, Four Seasons tarafından işletilen ve gecelik ücreti 7000 Euro’dan fazla süitleri olan bu muhteşem kompleks, tarihi San Domenico Sarayı (Palazzo San Domenico). Bu ilginç yapıyı sabah kahvaltıda bizim otelin tepesinden, daha uzaktan ama daha bütünsel olarak görmüştüm. San Domenico Sarayı 15. yüzyıldan kalma bir bina. Kendisi de manastır yaşamını seçmiş bir asil olan Baron Damiano Rosso d’Altavilla tarafından San Domenico tarikatına bağışlanmış. Tarikat binaya baron öldükten beş yıl sonra, 1430 yılında taşınmış. Bundan sonraki 400 yıl boyunca San Domenico rahipleri küçük bir cemaat olarak burada yaşamaya devam etmişler. 1866 yılında, İtalya’nın birleşerek tek devlet haline gelmesinden (Risorgimento) sonra, tarikatların gücünü bastırmak ve mallarına el koymak amacıyla bir yasa çıkarılınca, devlet görevlileri Taormina’daki San Domenico Manastırı’nın da kapısına dayanmışlar. O dönemde manastırda kalan tek kişi Vincenzo Bottari Cacciola adında bir rahipmiş. Buna rağmen, binanın anahtarlarını, onlara vermemek için çok direnen rahibin elinden zorla alabilmişler. Ancak, rahip Vincenzo yılmamış. Baron Damiano Rosso d’Altavilla’nın 400 yıl önce bıraktığı vasiyetnameyi ortaya çıkarmış. Baronun vasiyetinde yapının San Dominico rahiplerine ödünç verildiği yazılı imiş. Böylelikle, manastır binasının aslında Baronun varislerine ait olduğu ve devletin el koyamayacağı anlaşılmış. Rahip Vincenzo, Baron Damiano Rosso’nun varisi Prens Cerami‘yi durumdan haberdar edince, yapının mülkiyeti kendisine geçmiş.

San Domenico Sarayı

San Domenico Manastırı’nın lüks bir otele dönüştürülmesi ve bu amaçla ana binaya ek olarak büyük bir uzantının yapılması Prens Cerami’nin fikriymiş. Dönüşüm tamamlanınca, San Domenico Avrupa’nın ilk büyük ve lüks otellerinden birisi olmuş. Zamanla Taormina’nın ünü dünya çapında artınca, otel de zengin ve ünlü konukların kalmak istedikleri bir yer haline gelmiş. Şöhreti Avrupa sınırlarını aşmış. 1900’lerin başında otel İngiltere Kralı Edward VII ve Baron Rothchild gibi ünlüleri ağırlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Ordusu tarafından karargâh olarak kullanıldığı için otel çok yoğun bombardıman altında kalmış.

Savaştan sonra binanın restore edilmesi ve otelin yeniden açılması birkaç yıl almış. 1950’lere gelindiğinde, yine zenginlerin düğünlerinin yapıldığı, çılgın partilerin verildiği bir yere dönüşmüş. Bu dönemde, Greta Garbo, Ingrid Bergman, Audrey Hepburn, Elizabeth Taylor ve Sophia Loren gibi ünlü sinema sanatçıları otelde kalmışlar. 2017 yılında 43.üncüsü yapılan G7 zirvesi de San Domenico Sarayı’nda yapılmış.

Lady Florence Trevelyan‘ın eseri olan Giardino Pubblico
(şehir parkı). Parkın içindeki bu yapılar
aslında kuşlar için yapılmış.

O gün Taormina’da gezimizin son durağı, aynı zamanda otelimize çok yakın olan, şehir parkı (Giardino Pubblico) oldu. Taormina’nın ciğeri olarak tanımlanan bu büyük park, içinde aralarında dev manolya ve palmiye ağaçları ile kaktüsler olan, egzotik ağaçlar ve çiçeklerle dolu, büyük bir asma bahçe. Sıcak havada bu bahçenin gölgesine sığınmak insana ilaç gibi geliyor. Deniz ve Etna manzarası da cabası. Parkın yaratıcısı, bir İskoç asili olan, Lady Florence Trevelyan (1852-1907). Bir rivayete göre, daha sonra İngiltere Kralı VII. Edward olarak tahta çıkacak olan Galler Prensi ile yaşadığı bir gönül ilişkisi nedeniyle Kraliçe Victoria tarafından ülkesinden gönderilmiş. Trevelyan Avrupa’da iki yıl dolaştıktan sonra Taormina’ya yerleşmiş. Önce, Taormina’nın alt tarafında, sahile kumluk bir yol ile bağlı olan Isola Bella adasını satın almış. Burada bir ev ve getirttiği çeşit çeşit fideleri, çiçekleri diktiği muhteşem bir bahçe yaptırmış. Bahçesi aynı zamanda doğadaki nadide kuşlar için bir koruma alanı olmuş. Lady Trevelyan daha sonra, 1884 yılında, Taormina’nın belediye başkanı, Prof. Salvatore Cacciola ile evlenmiş ve Taormina’nın içine taşınmış. Parkın bulunduğu alanı satın alarak, bu kez burada bu şahane bahçeyi yaratmış. Bahçenin içine, temel işlevleri kuşlar için sığınacak ve yaşayacak mekanlar olan değişik pagodalar ve süslü yapılar da koydurmuş. Park, 1922 yılında Taormina şehir mülkiyetine geçmiş. Lady Trevelyan’ın ilk göz ağrısı olan Isola Bella adası ise, 1990 yılına kadar kişisel mülkiyet statüsünü koruduktan sonra, Sicilya Özerk Yönetimi tarafından Milli Park ilan edilmiş.

Lady Florence Trevelyan’ın parktaki büstü.
Büstün altına adının önce sadece kendi soyadı,
daha sonra ise eşi Profesör Salvatore Cacciola’nın soyadı ile
birlikte yazılması ilgimi çekti.

1787 yılında, İtalya gezisinin bir parçası olarak, Taormina’yı ziyaret eden Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), buradaki antik Grek tiyatrosu için şöyle demiş: “Herhangi başka bir tiyatroda hiçbir seyirci böylesine bir manzaraya sahip olmamıştır”. Taormina’da büyülenen Goethe’nin izlenimlerini İtalya Seyahati adlı kitabında okuyanlar, bu tarihten sonra Taormina’ya yavaş yavaş akın etmeye başlamışlar. Taormina sanatçıların, yazarların, şairlerin ve ressamların en gözde tatil yerlerinden birisi olmaya başlamış. Ancak, önceleri Taormina’da doğru dürüst kalacak yer yokmuş. Bu konuda ileri görüşlü bir kişi olan Don Francesco La Floresta 1850 yılından itibaren evinin odalarını kiraya vermeye başlamış. İşte bugün Taormina’nın en ünlü ve lüks otellerinden biri olan, antik tiyatro ile aynı sokakta ve onun karşisında bulunan Grand Hotel Timeo‘nun temeli böyle atılmış. Otel adını, Taormina’nın M.Ö. 358 yılındaki kurucusunun oğlu Tauromenion‘dan almış. 150 yılı aşkın bir süredir devam eden gelenek, bizim de o akşam otelin Michelin yıldızlı restoranı Otto Geleng‘de şahit olduğumuz üzere, gelişerek hizmet kavramının en üst noktasına erişmiş. Böyle olunca, otelin ünlü konukları da eksik olmamış. 1904 yılında yatıyla Taormina’ya gelen Kaiser Wilhelm II tüm oteli kapatmış ve burada bir süre kalmış. Richard Wagner (1813-1883) de otelde kalanlar arasında. (Goethe geldiğine göre, Wagner’in gelmesinin de doğal olduğunu düşünüyorum).

Söylendiğine göre, D.H. Lawrence (1885-1930) otelde kaldığı sırada bir gün otelin bahçesinde gezerken Lady Trevelyan ile karşılaşmış ve ondan ilham alarak ünlü Lady Chatterley’nin Sevgilisi kitabını otelin terasında yazmaya başlamış. Bu nedenle sonradan bu terasa Edebi Teras adı verilmiş. Lady Trevelyan’ın otelin tarihindeki özel yerinin bir başka nedeni daha var. Lady Trevelyan Taormina’ya ilk geldiği zaman otelin bir katını kiralayarak, kendi zevkine göre dekore ettirmiş ve beş köpeği ile birlikte bir süre burada yaşamış. Bu sırada, otelin günümüzde hayranlık uyandıran bahçesini de düzenlemiş. Grand Hotel Timeo’da kalan edebiyat tarihine geçmiş diğer isimler arasında Oscar Wilde (1854-1900) ve Tennesee Williams (1911-1983) sayılabilir. Truman Capote (1924-1984) da ünlü Tiffany’de Kahvaltı kitabını iki sene boyunca kaldığı bu otelde yazmış. Tüm bu ışıltılı isimlere ek olarak, Elizabeth Taylor‘dan Audrey Hepburn‘e, Valentino‘dan Madonna ve Elton John‘a kadar birçok ünlünün de buradan gelip geçtiğini ekleyebilirim.

O akşam evlenme yıldönümümüzdü. Aylar öncesinden, otelin şahane deniz, Naxos Bahçeleri ve Etna manzaralı Edebi Teras’ında bulunan Otto Geleng restoranda yer ayırtmıştık. Taormina’da bütün gün gezdikten sonra parkın yakınındaki otelimize döndük, biraz dinlendik ve akşam için giyindik. Via Teatro Greco, 59 adresindeki Grand Hotel Timeo ve restoranı Otto Geleng’e doğru yola çıktık. Gündüz yürüdüğümüz güzergâhı bu kez tersine doğru yürüdük.

Otto Geleng‘de lezzet, kalite ve zarafet bir arada
Tatlılarda bir miktar altın ihmal edilmemiş…

Yemek için adım attığımız büyülü ortamdan söz etmeden önce, restorana adını veren Otto Geleng de birkaç cümlelik bir açıklamayı hak ediyor. 1843-1939 yılları arasında yaşamış olan Alman ressam Otto Geleng’in Taormina ile gönül bağı, Berlin’deki Kraliyet Akademisi’ndeki hocası Profesör Biermann’ın yaptığı sulu boya Taormina tablolarını gördüğü zaman başlamış. Biermann’ın yaptığı Taormina Antik Grek Tiyatrosu tablolarından çok etkilenen Geleng, mezun olunca gitmeye çoktan karar verdiği Taormina’ya doğru yola çıkmış. Taormina’ya gelince, Don Francesco’nun sonradan Grand Hotel Timeo haline gelecek olan konukevinde kalmış. Uzun bir kalıştan sonra Berlin’e döndüğü zaman artık elinde, Taormina’nın manzaralarından oluşan, çok zengin bir resim dosyası varmış. Eserleri çok beğenen hocası Biermann kendisine bunları Paris’teki eleştirmenlere götürmesini önermiş. Ancak, tablolar Fransız eleştirmenler üzerinde bekledikleri etkiyi yaratmamış. Karla kaplı Etna ve çiçek açmış badem ağaçlarının arasından eşsiz manzara görüntüleri onlara fazla yapay gelmiş. Sadece gördüğü güzellikleri resmettiğini söyleyen Geleng, eleştirmenlere bir öneride bulunmuş. Buna bir tür bahse girmek diyebiliriz. Eleştirmenler Taormina’ya gelip, Geleng’in yaptığı resimlerle gerçek Taormina manzarasını karşılaştıracaklar ve eğer Otto Geleng’in abarttığını düşünürlerse, tüm yolculuk ve konaklama masrafları Geleng tarafından ödenecekmiş. Eğer aksi olursa, yani Taormina’yı gördükten sonra Geleng’in yaptığı manzaraların gerçeğin tuvale yansıması olduğuna karar verirlerse, sanatçının tüm resimlerini satın alacaklar ve basında Taormina’nın reklamını yapacaklarmış. Tahmin edeceğiniz gibi, bu bahisin kazananları Taormina ve Otto Geleng olmuş…

Şef Roberto Toro‘nun özel ikramı
Ve… Armağanı…

Otto Geleng’deki akşam yemeği bir rüya gibiydi. Çiçekler ve manzaranın dışında, dantel masa örtüleri, gümüş servis takımları, zarif kadehler ve mumlarla tamamlanan ambiyans büyüleyici, servis mükemmel, Executive Şef Roberto Toro‘nun yaratıcılığının ürünü yemeklerin her bir lokması çok lezzetli idi. Yemeğin sonunda, şefin yıldönümümüz için özel ikramı olarak getirilen tatlı ve hediye ettiği kendi kitabı da unutamayacağımız jestler oldu. Mükemmel olduğunu belirttiğim servis, bir kez daha bana Türkiye’de en iyi restoranlarda bile neden bu kaliteye çok sık ulaşılamadığını düşündürdü. Titiz ve özenli ama konukları sıkmayan, sıcak ama aynı zamanda profesyonel ve mesafeli bir hizmet kalitesi. Gerek baş garson gerekse kadın sommelier (şarap garsonu) Veronica dört dörtlük bir hizmet verdiler o gece. Yemek ile birlikte Donnafugata’nın Nero d’Avola üzümünden yapılan Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2016 şarabını, tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Muscat of Alexandria (yerel ismiyle Zibibbo) üzümünden yapılan Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabını içtik.

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Messina‘daki Museo Interdisciplinare Regionale (Disiplinlerarası Bölgesel Müze), adından da anlaşıldığı üzere, içinde çeşitli dallarda sanat eserlerini ve dekoratif objeleri barındıran çok zengin bir müze. Koleksiyon, daha önce var olan bir kent müzesinin sahip olduğu eserlere 1908 yılındaki büyük depremden sonra çeşitli özel ve kamusal mülklerden kurtarılan sanat eserlerinin ve değerli eşyaların eklenmesi ile oluşturulmuş. Bu eserlerin arasında, müzenin bahçesinde sergilenen çok sayıda kilise, manastır gibi eski binalardan geriye kalan parçalar da var. Bunlar, depremden çok zarar gören bazı tarihi mimari yapılardan kurtarılabilen eserler. Ait oldukları binalar daha sonra zorunlu olarak yıkılmışlar.

Müze, 1970’lerde yapıldığı anlaşılan oldukça büyük bir binada bulunuyor. Geniş de bir bahçesi var. Biz gittiğimiz zaman, müzenin çalışanlarından oldukça kalabalık bir grup bina girişinde sohbet ediyordu. Kapıya yaklaştığımızda, sanki bizi evlerine buyur ediyorlarmış gibi selamladılar ve içeriye davet ettiler. Doğrusu bu hallerini çok sempatik buldum. Sonra, her biri kendi görev yerlerine dağılırken, içlerinden iki tanesi de bilet bankosunun arkasına geçti. Anlaşılan tüm müze personeli bir sabah sohbeti için kapı önüne çıkmıştı.

Müzenin bahçesinde kilise ve manastır gibi
eski binalardan parçalar sergileniyor

Birkaç katlı müzenin içi çok geniş ve ferah. Katlar arasında geçişin rampalarla olması gezmeyi kolaylaştırıyor. Hepsinde olmasa da, eserlerin çoğunda İngilizce açıklamalar var. Sergilenen eserler temel olarak 12. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış. Bu döneme ait tablo, heykel ve çeşitli zanaat dallarının nadide ürünleri kronolojik bir sıraya göre düzenlenmişler. Eserleri sergilenen sanatçıların çoğu Messinalı olmakla beraber, daha önce Messinalı zenginlerin koleksiyonlarında veya yıkılan kiliselerde bulunan başka bölgelerden Rönesans sanatçılarına ait eserler de var.

Norman-Arap Sanatı (12. yüzyıl ortası)
Orijinal olarak bir Norman sarayı için bordür olarak yapılmış. Daha sonraki dönemlerde çeşitli kilise ve saraylar ile Duomo’da kullanılmış. Bordürdeki yazılar Arap Nesih harfleri ile yazılmış. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’da Arap hakimiyeti 827-1061 yılları arasında yaşanmış ama, kültürel olarak Arap etkisi daha sonra yüzyıllarca sürmüş.
Melek Mikail
Bizans sanatı (XIV. yüzyıl)
Sicilya’da Bizans etkisi, Araplarınkine benzer bir şekilde, hakimiyetlerinden (535-827) çok soraki dönemlerde de devam etmiş. Konstantinopolis’ten getirtilen mozaik ustaları aracılığıyla adadaki Bizans sanatının varlığı uzun süre devam etmiş.
XVI. yüzyıldan seramikler

Bir önceki yazımda bu müzede sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) eserlerini özellikle merak ettiğimi belirtmiştim. Kimi sanat uzmanlarına göre, Antonello da Messina’nın eserlerini görmek Sicilya’yı ziyaret etmek için başlı başına bir neden olabilir. Kendisi, dünyada Rönesans döneminde yaşamış en ünlü Sicilyalı ressamlardan birisi kabul ediliyor. Eserleri, aralarında Paris’teki Musée du Louvre, Londra’daki National Gallery, Berlin’deki Gemäldegalerie ve New York’taki Metropolitan Museum of Art olan, dünyanın en ünlü müzelerinde sergileniyor. Sicilya’da ise altı tane eseri olduğu belirtiliyor. Bu saptamaya göre biz Sicilya gezimizde, Cefalù‘da gördüğümüz “Bilinmeyen Adamın Portresi” ve Messina’da gördüğümüz iki tablosu ile beraber, sanatçının adadaki eserlerinin yarısını görmüş olduk.

Senato makam arabası (1742)

Asıl adı Antonello di Giovanni di Antonio olan “Messinalı Antonello”, 1430 yılında bu şehirde doğmuş ve 1479 yılında yine bu şehirde ölmüş. Ancak, ömrünün tamamını Messina’da geçirmemiş. Bu şekilde, bir erken Rönesans sanatçısı olarak, hem dönemin diğer ünlü sanatçılarını etkilemiş hem de onlardan etkilenmiş. Antonello ilk derslerini heykeltıraş olan babasından almış. Roma’da geçirdiği çıraklık döneminden sonra yirmi yaşında Napoli’de sanatçı Niccolò Antonio Colantonio‘nun atölyesine kabul edilmiş. Colantonio’nun yanında eğitim görmek Antonello için Flaman resim sanatı ile tanışma ve pek çok şey öğrenme fırsatı sağlamış. Unutmayalım ki, o dönem Sicilya ve Güney İtalya’da hüküm süren İspanyol yönetimi aynı zamanda Habsburg hanedanından. (1734 yılından itibaren bu bölgeyi İspanyol Bourbon hanedanı yönetmeye başlamış). Hollanda da Habsburg’ların yönetimi altında olduğu için aynı yönetim altındaki ülkelerin sanatçılarının karşılıklı etkileşim içinde olmaları gayet mümkün. Bunun ötesinde, Antonello’nun Napoli’de olduğu sırada burada Hollanda resim sanatına büyük bir merak olduğu belirtiliyor. Ayrıca, ustası Colantonio’nun hamisi Aragonlu Kral V. Alfonso da bir Flaman resim sanatı hayranı. Sanat tarihçileri, Antonello da Messina’nın Napoli’de Kral V. Alfonso’nun sahip olduğu bir yağlı boya eseri görmesinin sanatsal açıdan onun için bir dönüm noktası olduğunu söylüyorlar. Lomellini Tryptych olarak adlandırılan eser Hollandalı ressam Jan Van Eyck‘ın (1395-1441) yaptığı bir tablo. Antonello yaşı itibariyle Van Eyck’a yetişememiş olsa da, onun atölyesinden yetişmiş ve onun devamı kabul edilen Hollandalı sanatçı Petrus Christus‘u (1420-1472/73) tanıma fırsatı buluyor. Bu etkileşim sayesinde Antonello da Messina, Flaman resim sanatına özgü mikroskopik detaylar ve ışığın farklı yüzeyler üzerinde resmedilmesi konusunda ustalaşıyor. Antonello da Messina’nın Christus aracılığı ile Van Eyck ekolünden öğrendiği bir diğer şey de, hem genel olarak resmettiği kompozisyonlardaki hem de insan yüzlerindeki sakinlik oluyor. Bunun yanında, o zamana kadar dönemin diğer İtalyan sanatçıları gibi, insan portrelerini tam profilden yapıyorken, daha sonra Flaman sanatçılara özgü, koyu renk bir fon üzerine tam karşıdan veya dörtte üç bir açı ile yapmaya başlıyor. Tüm bunların karşılığında, Christus da İtalyan sanatçıların uyguladığı doğrusal perspektifi (linear perspective) uygulayan ilk Flaman sanatçı oluyor. Da Messina’nın Van Ryck ekolünden öğrendiği ve ustalaştığı tüm bu teknikleri 1475-1476 yıllarında gittiği Venedik’te birlikte olduğu Gentile ve Giovanni Bellini kardeşlere aktardığı biliniyor. Nitekim, 1480 yılında İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet‘in portresini yapan Gentile Bellini de Osmanlı hükümdarını siyah bir fon üzerine, tam profil olmayan bir açı ile resmetmiş.

Antonello da Messina’nın günümüzde Sicilya’da bulunan tablolarının hepsi 1465-1475 yılları arasında burada yapılmış. Ancak, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale’deki eserlerden biri olan iki-taraflı tablet, 2003 yılında bir Christie’s müzayedesinden 220.000 İngiliz Sterlin’i karşılığında satın alınarak Sicilya’ya getirilebilmiş. Panelin bir yüzünde Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken, öbür tarafında Hz. İsa (Ecce Homo) tasvir edilmiş. Eserin boyutunun küçük olması nedeniyle (16 cm x 11,9 cm) tabletin kişisel dua için yapılmış olduğu düşünülüyor.

Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken
İki-taraflı Tablet
Antonello da Messina (1430-1479)
Ecce Homo
Tabletin diğer yüzünde resmedilen Hz. İsa.
Roma valisi Pontius Pilate dövülmüş, bağlanmış ve kafasında dikenli bir taç olan İsa peygamberi çarmıha gerilmeden hemen önce kalabalık halka göstermiş ve onun için Ecce Homo (İşte İnsan) demiş. Bu tanım daha sonra sanatta
Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki halini
ifade etmek için kullanılmış.


Müzedeki Antonello da Messina’ya ait ikinci eser, Aziz Gregory Poliptiği (Polyptych of St Gregory). Yunanca polu (çok) ve ptychē (katlı, katlamalı) kelimelerinden türetilen poliptik, dört ya da daha fazla parçadan oluşan çoklu panel tablo demek oluyor. Bunların ikili olanlarına diptik, üçlü olanlarına triptik deniliyor. Eser, 1473 yılında Messina’daki Santa Maria Extra Moenia Manastırı’nın kilisesi için yapılmış.

Aziz Gregory Poliptiği (1473)
Antonello da Messina (1430-1479)

Museo Interdisciplinare Regionale’nin gururla sergilediği Caravaggio‘nun (1571-1610) iki eseri, Lazarus’un Dirilişi ve Çobanların Tapınması, sanatçının 1608-1609 yıllarında Sicilya’da geçirdiği dokuz ay sırasında yaptığı eserlerden iki tanesi. Aslen Milano yakınlarındaki Caravaggio köyünde doğan ve bu isimle anılan Michelangelo Merisi (Caravaggio), kariyerini Roma’da sürdürürken 1606 yılında işlediği bir cinayet yüzünden idama mahkum olunca, Roma’dan kaçıyor. 1606-1610 yılları arasında Napoli, Malta ve Sicilya’da saklanıyor. Sicilya’dan sonra, bir af umuduyla, tekrar Napoli’ye dönüyor. Ancak, kısa bir süre sonra, kimi kaynaklara göre frengiden, kimine göre ise bir intikam cinayeti sonucu ölüyor. Floransa’daki Galeria Ufizzi ve Roma’daki çeşitli kilise ve müzelerde gördüğüm eserlerinden tanıdığım Caravaggio sevdiğim bir ressam. Messina’da karşıma çıkması da çok hoşuma gitti. Dev boyuttaki iki eserini de etkileyici buldum.

Lazarus’un Dirilişi
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)
Çobanların Tapınması
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)

Messina ile ilgili bir önceki yazımda gece gittiğimiz Fontana di Nettuno‘dan (Neptün Çeşmesi) bahsetmiş ve heykellerin kopya olduklarını, asıllarının bu müzede korumaya alınmış olduklarını belirtmiştim. Ertesi gün, heykellerden ikisini müzede gördük. Çeşmenin ortasında Neptün (Poseidon) tepede dururken, iki yanında iki mitolojik canavar, Scylla ve Carybdis zincirlenmiş olarak duruyorlar. Müzede, Neptün ve Scylla heykelleri sergileniyordu. Diğerinin neden sergilenmediği konusunda bir bilgi yoktu. Belki restorasyonda idi, bilemiyorum. Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Toskanalı Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) Orion Çeşmesi ‘ni yapmak üzere Messina’ya geldikten birkaç yıl sonra, sipariş aldığı bu ikinci çeşmeyi yapmaya başlamış ve 1557 yılında tamamlamış. Homer‘in Odysseia destanının kahramanı Odysseus, Troia Savaşı‘ndan sonra evi Ithaka‘ya dönüş yolunda, dar bir boğazdan geçerken Scylla ve Charybdis isimli bu iki ölümsüz ve korkunç canavar ile karşılaşır. Sonraları, söz konusu boğazın Messina Boğazı olduğuna inanılmıştır.

Bir gece önce Fontana di Nettuno‘da
gördüğümüz kopya heykeller
Fontana di Nettuno’nun Museo Interdisciplinare
Regionale‘de sergilenen orijinal heykelleri

Müzeden sonra, Messina’nın deniz fenerinin bulunduğu Capo Peloro‘ya (Peloro Burnu) gittik. Burası aynı zamanda adanın İtalya’ya en yakın olduğu nokta. Tıpkı Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı‘nın bulunduğu İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde olduğu gibi, sanki elinizi uzatsanız karşı kıyıya değecekmişsiniz gibi geliyor insana. Sicilya bayrağındaki Triscele sembolünün üç bacağından birisi Peloro Burnu’nu temsil ediyor.

Capo Peloro (Peloro Burnu)
Punta del Faro (Deniz Feneri bölgesi)
Karşıdaki dağlar İtalya

Günlerden cumartesi ve hava çok güzel olunca, Capo Peloro’daki plaj da denize giren yerli halk ile doluydu. Surf yapanlar ve sahilde uçurtma uçuranlarla birlikte çok güzel bir manzara vardı. Sahilde bir yazlık kafede oturduk. Haftasonu tatilinin ve havanın tadını çıkaran İtalyanların o çok sevdiğim yaşamdan keyif alan ve telaşsız hali bize de bulaştı. Sanki gidecek yolumuz yokmuş ve biz de oranın yerlisiymişiz gibi, kendimizi bir süre o rehavete kaptırdık. Ancak, yola da koyulmak gerekiyordu…

Capo Peloro’da denize girenler

Sanırım, Baba (Godfather) filminin sinema tarihinin en iyi ve en ünlü filmlerinden biri kabul edildiğini belirtirsem, abartmış sayılmam… Francis Ford Coppola (1939- ) tarafından çekilmiş olan üç filmlik seri toplam 28 Akademi Ödülü’ne (Oscar) aday gösterildi. Aldığı toplam ödül sayısı 9 oldu. Mario Puzo‘nun (1920-1999) 1969 yılında yazdığı aynı isimli kitaptan uyarlanan film sadece 50 yıl öncenin filmseverlerini değil, nesiller boyunca sinema meraklılarını etkiledi. Mafya babası Don Vito Corleone rolündeki Marlon Brando‘nun ve oğlu Michael Corleone rolünde Al Pacino‘nun performansını bunca sene sonra bile unutmak ne mümkün. İlki 1972 yılında çekilen Baba serisinin senaryosu da romanın yazarı Mario Puzo tarafından yazıldı. İkinci film 1974’te, üçüncü film 1990 yılında çekildi. Seri için dördüncü filmin de çekileceği söylentileri çıktıysa da, sonradan vaz geçildiği söylendi.

Hatırlanacağı üzere, Baba filmi Sicilya’nın Corleone köyünden göç eden New Yorklu bir Mafya ailesinini anlatır. Ailenin soyadı da Corleone’dir zaten. Coppola filmin Sicilya’da geçen bölümlerini çekmek için Corleone köyüne gittiği zaman hayal kırıklığına uğramış. Palermo’ya bağlı olan Corleone aslında adanın batı tarafında, Palermo’nun güneyinde bir yerleşim yeri. Corleone’ye gittiği zaman Coppola’nın burada karşılaştığı modern ve çirkin binalar yönetmenin yaratmak istediği ambiyans için Sicilya’da başka yerler aramasına yol açmış. Palermo’ya çok uzak olmayan Corleone de muhtemelen II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmıştı ve o nedenle konut ihtiyacını gidermek için zevksiz bir takım binalar yapılmıştı.

Baba film serisinin Sicilya’da (Corleone köyünü canlandırmak üzere) çekilen sahneleri aslında üç ayrı yerleşim yerinde çekilmiş. Savoca, Forza d’Agro ve Motta Camastra. Bu köylerin dışında, Castello degli Schiavi (Köleler Şatosu) gibi bazı farklı mekanlar da kullanılmış. Filmin kazandığı başarı, çekim yapılan mekanlara da şöhret ve kazanç getirmiş. Özellikle Savoca, buraya olan turist akını nedeniyle daha uzun süre Baba filminin ekmeğini yiyeceğe benziyor. Biz de Messina’dan Taormina’ya giderken Savoca’ya gittik. Çok kısa bir süre için de Forza d’Agro’ya uğrayabildik.

Savoca‘nın çevresi çalılık veya bodur ağaç olarak
yetişen mürver bitkisi ile dolu

Savoca Messina’ya 42, Taormina’ya ise 21 kilometre uzaklıkta. İki şehrin arasında. Yapacağınız Sicilya gezisinde Messina’ya gitmeseniz bile, Taormina‘dan buraya gelebilirsiniz. Savoca, Orta Çağ’dan kalma bir yerleşim yerinin ambiyansı dışında, etrafındaki bağlar, zeytinlikler ve limon bahçeleri ile son derece pitoresk bir yer. Savoca adının Sicilya dilinde mürver anlamına gelen “savucu” kelimesinden geldiği söyleniyor. Çiçek açma mevsimi olmadığı için biz fark etmedik ama, köyün çevresindeki arazi mürver bitkisi ile doluymuş. İlkbaharda çok güzel bir görüntü olsa gerek. Köyün armasında da mürver dalları var.

Savoca’nın tepesinden aşağıya bakış

Savoca 1134 yılında, daha sonra Sicilya kralı olan, Norman Kont Ruggero II (Roger) tarafından, bir kale olarak kurulmuş. Bir dönem korsanların saldırılarına uğramış. İspanyol yönetimi altında köy zenginleşmiş. Bu arada aristokrat ve burjuva bir sınıf oluşmuş. Köyde bu dönemden kalan malikaneler var. Bunlardan biri köy meydanındaki Palazzo Trimarchi. 1773 yılında yapılmış olan malikhanenin günümüzde giriş katında bulunan Bar Vitelli, Baba filminin bazı sahnelerinin burada çekilmiş olması sebebiyle çok ünlü.

Bar Vitelli
Baba filmi ile ünlenen mekanlardan biri

Savoca’da arabayı ana meydana oldukça yakın bir yerde park ettik. Meydan her milletten turist ile doluydu. Bar Vitelli’nin önündeki bahçede insanlar bir şeyler yiyor içiyordu. Bir dağın tepesinde olan köyden manzara çok güzeldi. Teras gibi düzenlenmiş olan meydanda bir de Coppola’nın anısına buraya konmuş çelik bir heykel vardı. Bu heykel internete Savoca diye girdiğiniz zaman çoğunlukla karşınıza çıkan bir eser. Coppola kamerasının arkasında, sanki o güzelim vadiyi filme alıyormuş gibi canlandırılmış. Savoca’dan Francis Ford Coppola’ya bir vefa borcu karşılığı sanki…

Francis Ford Coppola‘ya (1939- ) Övgü
Sanatçı: Nino Ucchino

Meydanda gezinip, fotoğraf çekerken, turistleri gezdirmek için düzenlenmiş iki tane triportör gördüm. İkisi de gıpgıcırdı. Daha önce böyle bir şeye Küba‘da, Gamaguey‘de, binmiştik. Burada da binmek hoş olur diye düşündüm. Şoföre nereye götürdüklerini ve ne kadar olduğunu sordum. Adam başı sekiz Euro’ya yukarı götürdüğünü söyleyince bindik. Yaptığımız en akıllıca şeylerden biri oldu bu. Yaya olarak köyün üst tarafına çıkmaya çalışanların yanından, onların imrenen bakışları altında, hem de çok eğlenerek geçip, gittik. Bu insanların hepsi yukarıdaki San Nicolò Kilisesi‘ne gidiyor ya da oradan dönüyorlardı. Aziz Nikola’ya (Noel Baba) adanmış bu kilise ilk olarak 13. yüzyılda yapılmış ama, özellikle 1693’teki iki depremde çok hasar almış. Günümüzde görülen ve biraz da kaleyi andıran kilise 18. yüzyılda yapılmış. Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar Savoca’daki işçi halk bu kilisenin çevresine ve önündeki küçük meydana gömülmüş. Meydanın altında bir crypt varmış. Ancak, yukarıdaki tarihi özelliklerin hiçbiri insanların, sıcağa rağmen o zorlu yokuşu çıkıp, buraya akın etmesinin nedeni değil. San Nicolò Kilisesi’nin meşhur olma nedeni, Baba filminde Michael Corleone ile Apollonia’nın düğün sahnesinin burada çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Aperol keyfi…

Adam çok tatlıydı. Bizi San Nicolò Kilisesi’nin biraz yukarısındaki müzenin önündeki terasa götürdü. Manzara çok güzeldi. Terasta masalar ve büfeye dönüştürülmüş bir araba, arabanın içinde de servis yapan bir kadın vardı. Kadın adamın belki eşi, dostu ya da birlikte yardımlaşarak iş yaptığı bir hemşerisi idi.

– Siz şimdi burada dinlenip birer Aperol için. Manzaranın tadını çıkarın. 20 dakika sonra aşağıda, kilisenin önünde buluşalım, dedi.

Dediğini yaptık. İyonya Denizi’ni seyrederek Aperol’lerimizi yudumladık. Bol bol fotoğraf çektik. Aşağıya yürüyüp, kilisenin önüne geldiğimizde sözleştiğimiz saati biraz geçirmiştik ama şoför hiç dert etmememizi söyledi. Hatta kiliseyi rahat rahat gezmemiz için bizi teşvik etti. Zaten çok büyük bir kilise değildi. Gezerken, Baba filmindeki düğün sahnesini hatırlamaya çalıştım. Bir tek kilisenin kapısının önündeki Corleone ailesinin düğün fotoğrafı sahnesi aklıma geldi açıkçası.

San Nicolò Kilisesi ve bizi yukarı götüren triportör
San Nicolò Kilisesi’nin içi

Kiliseyi gezdikten sonra tekrar triportöre binip, aşağıdaki ana meydana döndük. Kendi arabamıza doğru yürürken eşim gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri koştuk. Neyse ki, bizim adam henüz yeni müşteri almamıştı. Orada bekliyordu. Gözlük onun taşıtında çıkmayınca, yukarıdaki büfedeki kadına telefon etti. Evet, gözlük oradaydı.

– Siz bekleyin. Ben gider getiririm, dedi.

Kısa bir bekleyişten sonra gözlüğü getirdi. Kendisine bu hiçbir şey talep etmeden yaptığı iyilik için ayrıca bir 8 Euro verdik. Adam çok teşekkür etti. Karşılıklı iyi niyetlerle ayrıldık.

Bu arada, Savoca’da gezecek başka yerler de olduğunu belirteyim. 1250 yılında yapılmış San Michele Kilisesi, 1130 yılında yapılmış olan köyün ana kilisesi Santa Maria ve eski bir sinagog kalıntısı bunlardan bazıları. Okuduğuma göre, bir de bir Kapuçin Manastırı varmış. 1574 yılında kurulan manastır aristokrat Sicilyalıların eğitim gördüğü önemli merkezlerden biriymiş. Ayrıca bu manastırda, tıpkı Palermo’da gezdiğimiz Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) gibi, asillerin mumyalanıp saklandığı bir yeraltı mezarlığı varmış. Eğer Palermo’da göremediyseniz, burada 367 Sicilyalı aristokratın mumyasını görebilirsiniz.

Forza d’Agro
Baba filminin bazı sahnelerinin çekildiği bir başka köy

Savoca’dan sonra, Baba filminin çekildiği diğer köylerden Forza d’Agro‘ya gittik. Burası, Taormina’ya Savoca’dan da yakın, 420 metre yüksekliği olan bir tepenin üzerine konuşlanmış bir başka Orta Çağ köyü. Oraya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Sokaklarda ve ana meydanda kimsecikler yoktu. Gitmesek de olurmuş diye düşünüyorum. Şöyle bir gezip, (aslında tuvalete gidebilmek için) meydandaki kafede birer kahve içip, Taormina’ya doğru yola çıktık.

Cattedrale di S. Maria Annunziata e Assunta (XV. yy.)
Forza d’Agro

Forza d’Agro ile Taormina arası araba ile aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Ana yoldan ayrıldıktan sonra denizden 250 metre yüksekte bulunan Taormina’ya çıkmak için bugüne kadar gördüğüm en karmaşık viyadükten geçmeniz gerekiyor. Lunaparklardaki hız trenlerinin (roller coaster) parkurlarına benzer keskin viraj ve iniş çıkışları, üstelik de birkaç kez, dolanmanız gerekiyor. Sonra yine çok geniş olmayan bir yoldan yukarı doğru devam ediyorsunuz.

Büyük olasılıkla Orta Çağ’da burada bulunan kaleden (Fortezza d’Agro) geriye kalan kemer Arco Durazzesco ve ardında görünen kilise ve manastır,, Chiesa della SS Trinità e Convento Agostiniano. Kilisenin önündeki meydan da Baba filminin bazı sahneleri için kullanılmış. Solda görünen Bar Eden buraya gelen turistlerin başlıca soluklanma mekanı.

Taormina’ya vardığımızda hava kararmıştı. Araba ile şehre girişimiz biraz stresli oldu. Dar ve tek yönlü olan sokaklarda araba kullanmanın zorluğuna ek olarak, bir de rehavet içinde, biraz da şaşkın şaşkın yürüyen insan kalabalığı ve sürekli arkadan sıkıştıran arabaların verdiği rahatsızlık bizi biraz gerdi. Sonunda, Via Roma, 2 adresindeki otelimiz Villa Paradiso‘yu bulduk. Bagajı boşaltıktan sonra, biraz ilerideki, otel ile anlaşmalı garaja arabamızı bıraktık. Eğer Taormina’ya araba ile gitmeyi düşünüyorsanız, otelinizin otopark koşullarından emin olunuz. Çoğu otelin otopakı veya anlaşmalı bir garajı yok.

Sonunda, otelin en üst katında, kendisine ait özel terası olan, odamıza yerleştik. Doğrusu, yine çok uzun bir gün olmuştu. Böyle olacağı zaten belliydi. O nedenle, o akşam için özel bir restorana rezervasyon yaptırmamıştım. Bir pizzacıya gidip, sonra erkenden yatarız diye düşünmüştük. Yine de internetten bir araştırma yapmış ve sıralamalarda üstte görünen La Napoletanada karar kılmıştık. Ara bir sokakta, küçük bir meydanı kaplayan bu pizzacı inanılmaz kalabalıktı. Mutfak ve garsonlar bir fabrika üretim hattındaymışçasına çalışıyorlardı. Masalar boşalıyor ve sürekli yeni müşteriler oturuyordu. Ancak, burada yediğimiz pizza tüm tatilimiz boyunca Sicilya’da yediğimiz en kötü yemek oldu. Bir kere pizzalar doğru dürüst pişmemişti. Sanırım yoğunluktan yeteri kadar fırında tutulmamışlardı. Ödediğimiz hesap çok makul olmakla beraber, burası gitmenizi önereceğim bir yer değil. Öte yandan, pizza ile içtiğimiz şarap çok özeldi. Başka bir yerde karşınıza çıkarsa içmenizi öneririm. Şarap, güney Sicilya’nın Ragusa vilayetine bağlı Vittoria beldesi sınırları içerisinde yetiştirilen Nero D’Avola ve Frappato üzümleri kullanılarak Donnafugata şaraphanesinde üretilen Donnafugata-Floramundi Cerasuolo di Vittoria DOCG 2018 idi. Cerasuolo di Vittoria Sicilya’nın ilk ve halen tek DOCG etiketli şarabı. Birbirini çok iyi tamamlayan bu iki üzümden Nero D’Avola şaraba derinlik ve gövde katarken, Frappato tazelik, berraklık, aroma ve zarafet veriyor. DOCG (Denominazione di Origine Controllata e Garantita) İtalyan şaraplarının sahip olabileceği en yüksek kalite belgesi. Açılımından da anlaşılabileceği üzere, DOCG damgası bir şişe şarabın üretim yöntemlerinin denetlenerek kontrol edildiğini ve kalitesinin garanti edildiğini ifade ediyor.

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya gezimizin sekizinci gününde, sabah saat on buçuk civarında, çok şiddetli yağış altında Cefalù‘dan Messina‘ya doğru yola çıktık. Ne adanın kuzey sahili boyunca doğuya doğru izlediğimiz bu güzergah ne de Messina, Sicilya’ya tur yapan acentaların tercihleri arasında yer alıyor. Bunu eleştirmek amacıyla belirtmiyorum. Sonuçta onlar, sınırlı bir zaman diliminde ortalama bir talebe yanıt vermek durumunda kalıyorlar. Ayrıca, her yer bir grup götürmek için ticari açıdan kazançlı olmayabiliyor. O nedenle, Sicilya turlarında Taormina, Siracusa, Agrigento, belki Palermo (çoğunda orası da yok) gibi daha bilinir yerlere gitmek acentalar için genel müşteri memnuniyeti ve kâr açısından daha güvenli limanlar.

Bizim gittiğimiz rotayı tarihte izlemiş çok önemli bir hükümdar vardı. Kendisi, Katolik dünyasının lideri, Sicilya’nın dışında, hem İtalya hem İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan, Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) (1500-1558) idi. Osmanlı Donanması’nın komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, orayı geri almayı kendine görev edinmiş ve 1535 yılının yaz aylarında bir Haçlı Seferi düzenlemişti. Şarlken, kendisinin de katıldığı savaşı kazanarak Tunus’u geri alınca, büyük bir fatih olarak Sicilya’ya gelmiş, Trapani‘de karaya çıktıktan sonra, Palermo’da onuruna yapılan muhteşem kutlamalara katılmıştı. (Gerçi, o öldükten çok sonra, 1574 yılında Osmanlı Tunus’u geri alacak ve 1881 yılına kadar elinde tutacaktı ama, bu henüz bilinmiyordu). Günlerce süren kutlamalardan sonra Şarlken Palermo’dan yola çıkmış, sahil boyunca ilerleyerek Messina’ya gitmiş, buradan da İtalya’ya geçmişti.

Messina Boğazı
Karşı kıyı, İtalya

Benim Messina’yı görmek istememin birkaç nedeni vardı. Birincisi, bir İstanbullu olarak, Sicilya ile İtalya arasındaki Messina Boğazı‘nı çok merak etmemdi. Messina’dan, karşı kıyıdaki İtalya’ya doğru bakmayı çok istiyordum. İkincisi, Cefalù’daki Museo Mandralisca‘da bir eserini gördüğümüz ressam Antonello da Messina‘nın (1430-1479), yani Messinalı Antonello’nun, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale‘deki diğer eserlerini görmekti. Ancak, tüm bunlara biraz sonra değineceğim. Şimdi tekrar Palermo-Messina arasındaki yolculuğumuza dönelim.

Yola çıktığımızda çok şiddetli yağmur yağdığını belirtmiştim. Cefalù ile Messina arasındaki paralı yol iki saat sürüyor. Bu yolun bir özelliği, Sicilya’nın hiçbir yerinde rastlamayacağınız kadar çok tünelden geçmek durumunda olmanız. Bu son derece dağlık arazinin bazı yerlerinde tünellerin resmen biri bitiyor biri başlıyor. Neredeyse etrafı ve gökyüzünü hiç görmüyorsunuz. İtiraf edeyim, bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Daha sonra, bir tanıdığımızdan bu tünellerin Avrupa Birliği‘nden sağlanan kaynaklarla yapıldıklarını öğrendik.

Henüz on beş, yirmi dakika yol gitmiştik ki, birden benzinimizin çok az olduğunu fark ettik. Sicilya’da şehirler arası ve paralı yollarda benzinci olmadığından daha önce söz etmiş, bulunduğunuz yerleşim yerinden ayrılmadan önce mutlaka benzin işini haletmeniz gerektiğini özellikle belirtmiştim. Paralı yolda, hele de tünellerin birinde yolda kalma olasılığı bizi dehşete düşürdü. Agrigento’da geçirdiğimiz trafik kazası olayından sonra, araç kiralama şirketinden çekici gelmesinin saatler alabileceğini düşündükçe soğuk terler dökmeye başladık. Otoyoldan, ilk rastladığımız çıkıştan çıkmaya karar verdik. Pollina yazan tabelayı görür görmez saptık. Benim tahminim şehrin, daha önce otoyoldan gittiğimiz yerleşim yerlerinde olduğu gibi, çıkıştan çok kısa bir uzaklık sonrasında erişilebilir bir konumda olduğu şeklindeydi. Ne yazık ki, öyle değilmiş… Yaşadığımız gerilim öyle kolay biteceğe benzemiyordu…

Otoyoldan saptıktan sonra kendimizi, dağlara doğru kıvrılan, dar ve ıssız bir yolda bulduk. Her yön tabelasında, her dönemeçte umutlandık ama, nafile. Görünürde Pollina diye bir yer yoktu. Benzincinin ise, o yolda olması zaten neredeyse imkansızdı çünkü, bir istasyon için gerekli uygun bir yer de yoktu. Gittikçe gerilmeye başladık. Kalbim çarpmaya başladı. Artan kaygı ile, giderek koltuğun ucuna doğru oturmaya başlamıştım. Oralarda, dağ başında kalmak tam bir facia olacaktı…

Derken, uzaktaki bir tepenin üzerinde, Orta Çağ’dan kalmış gibi görünen Pollina’yı gördük. Biraz ferahladık ama, daha oraya kıvrıla kıvrıla giden epeyce bir yol vardı önümüzde. Sonunda şehre geldik. Girişte hiçbir benzinci olmadığı gibi, herhangi bir benzinci reklamı ya da benzinciyi gösteren bir yön tabelası da yoktu. Dik bir yokuşta, bir grup kadın bağaj kapısı açık duran ve içinde meyva-sebze bulunan bir kamyonetten alış veriş yapıyordu. İçlerinden birisine canhıraş bir şekilde sorduk. Yokuşu geri inip, sağa dönmemizi söyledi. Sonunda, kendimizi benzinciye attık. Dolu depo ile yola koyulduğumuzda, yaşadıklarımızın etkisinden hâlâ kurtulamamıştık. Benzin bitseydi neler olabilirdi diye daha epeyce bir süre konuştuk…

Messina’ya giderken, yolumuzun üstündeki Tindari‘yi de görmeye karar vermiştik. Tindari’de hem bir Grek antik kenti var hem de Siyah Madonna‘sı ile ünlü bir kutsal kilisesi. Kilise öğle tatili için kapalı olduğundan, önce Tindari Arkeolojik Parkı‘na yöneldik.

Antik adı Tyndaris olan Tindari, bir tepe üstünde, esintili ve şahane manzarası olan bir yer. Tiren Denizi (Korsika ve Sardinya adaları, İtalya yarımadası ve Sicilya arasında kalan deniz) kıyısındaki geniş bir koya yukarıdan bakıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu yüzden şehrin konumu son derece stratejik. Bir de, Etna Yanardağı ve kuzeydeki Eolie Adaları‘nı kapsayan bir manzaraya sahip. Bu adaların içinde en büyük adanın Lipari olması nedeniyle, söz konusu adalara Lipari Takımadaları dendiği de oluyor.

Tindari‘den manzara

Tyndaris (Tindari) antik kenti, Sicilya’daki Grek şehirleri içinde tarihte en geç kurulmuş olanı. M.Ö. 396 yılında, Siracusalı despot Dionysius tarafından kurulmuş. Yukarıda belirttiğim stratejik konumunu düşününce, daha önce burada herhangi bir şehir devleti kurulmamış olmasına insan şaşıyor. Buranın ilk yerleşenleri, Peleponez Savaşı‘ndan (M.Ö. 431-M.Ö. 404) sonra Spartalılar tarafından Yunanistan’ın Messenia bölgesinden sürülen Grekler olmuş. Despot Dionysius, sayıları 600 olan bu kişileri önce Sicilya’da Messana‘ya (günümüzde Messina) yerleştirmiş. Ancak, Spartalıların bu durumdan hoşlanmamaları üzerine, yerleşim yeri olarak Tyndaris’in bulunduğu yeri göstermiş. (Okuduğum kaynaklarda Spartalıların bu ilk yerleşim yerine (Messina’ya) niye itiraz ettiklerini bulamadım doğrusu). Sürgünler, burada şehirlerini kurmuş ve ismini de kendileri vermişler. Başka bölgelerden gelenleri de kabul ederek, kısa zamanda nüfuslarını 5000 kişiye çıkarmışlar.

Tindari, sratejik konumu nedeniyle, Kartacalılar ve Romalılar arasındaki mücadele sırasında önem kazanmış. Kartacalılar burada kurdukları garnizonlarını uzun süre bırakmamışlar. M.Ö. 257 yılında Tindari açıkları ile Lipari adaları arasında yapılan deniz savaşında Romalıların galip gelmesine karşın, kentin Romalılara tam olarak geçişi ancak Panormos‘un (günümüzde Palermo) ele geçirilidiği M.Ö. 254 yılında olmuş. Romalılar döneminde ve sonrasında Tindari tarihte kendine belirgin bir yer bulamamış. Depremlerle yıkılan ve bir bölümü bulunduğu tepeden denize düşen şehir, zamanla önemini yitirmiş. Yine de, fakirleşmesine karşın, Sicilya’nın Bizans döneminde de (M.S. 535-827) varlığını bir ölçüde sürdürmüş.

Tindari antik kentinde Roma döneminden kalan bazilika ve ardında görünen Siyah Meryem Ana Kutsal Kilisesi

Antik kent oldukça geniş bir alana yayılıyor. Ancak, gezerken insan kazılar açısından burada daha yapılacak çok iş olduğunu düşünüyor. Arazinin önemli bir kısmı otlarla kaplı. M.S. 5. yüzyılda, Roma döneminde yapılan bazilikanın kalıntılarının arasından Tindari Siyah Meryem Ana Kutsal Kilisesi‘nin görüntüsü oldukça etkileyici. Bazilika denilince ilk aklımıza gelen bir kilise olsa da aslında bu yapılar, Roma döneminde kamuya açık toplantılar ve mahkemeler için kullanılırmış. Bazilikaların özelliği olan, sütunlu, uzun bir mekan ve bitiminde yer alan yarım daire şeklindeki apsis, daha sonraları kilise binaları için model olarak kullanılmaya başlanmış.

Tiyatro
(M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile M.Ö. 3. yüzyılın başı)

Arkeolojik alanda çok büyük olmayan bir antik tiyatro var. M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başı arasında yapılmış. Oturma kapasitesinin 3000 kişi olduğu belirtiliyor. Şehrin Romalıların eline geçmesinden sonra, tiyatro eserlerinin sahnelenmesi yerine, gladyatör karşılaşmaları için kullanılmaya başlanmış.

Tiyatrodan manzara

Bana göre ortaya çıkarılan kalıntıların arasında en dikkate değer bölüm, mozaiklerin bulunduğu Roma hamamı. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan hamamın frigidarium (içinde havuz olan soğukluk), tepidarium (terleme ve masaj için kullanılan terleme), calidarium (banyo yapılan sıcaklık) ve Türkçede külhan olarak adlandırılan hamam için gerekli ateşin yakıldığı praefurnium bölümlerini görebiliyorsunuz. Hamamın ana alanına açılan küçük odalarda yer mozaikleri var. Bunlardan bir tanesinin fotoğrafını, dizinin ilk yazısında, günümüzde Sicilya özerk bölgesinin bayrağında bulunan Triscele sembolünden söz ederken paylaşmıştım. Bir diğer mozaikde ise, Tindari (Tyndaris) yerleşim yerinin ismini aldığı, Yunan mitolojisindeki aynı anneden (Leda) doğma ama farklı iki babadan (Zeus ve Kral Tindaro) olma, Tindaridi olarak da bilinen, ikiz kardeşler Castor ve Pollux görülebiliyor. Agrigento yazımı okuyanlar, oradaki arkeolojik parktaki Castor ve Pollux kutsal alanını hatırlayacaklardır.

Triscele olarak adlandırılan sembol Sicilya’da Antik Yunanlılar tarafından uğur işareti olarak kullanılmış. Günümüzde Triscele sembolü Sicilya bayrağında yer almaktadır. Aynı sembol, ilginç bir şekilde, Britanya Adası ve İrlanda arasındaki özerk Man Adası‘nın bayrağında da bulunmaktadır. Uzmanlar bu ortak sembolün iki adanın ortak Norman
geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorlar.
Tindaridi olarak da bilinen, ikiz kardeşler Castor ve Pollux

Tindari Arkeolojik Parkı’nı gezdikten sonra, Siyah Madonna’nın bulunduğu kilisenin (Santuario di Maria Santissima del Tindari) açılmasını beklemek ve bir şeyler yemek için meydandaki restorana oturduk. Çok temiz bir yerdi. Sahibi arı gibi çalışıyordu. Ayrıca, kilisenin tam karşısında, çok güzel bir konumu vardı. Kilise aslında, 1950’li yıllarda, burada bulunan Tindari Kalesi’nin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha önce Siyah Madonna’nın bulunduğu, buraya çok uzak olmayan, kilise ziyaretçilere dar gelmeye başlayınca, günümüzdeki bu kilisenin inşa edilmesine karar verilmiş. Heykelin kendisi, M.S. 800 yılında yapılmış bir Bizans eseri. Anadolu’da bulunduğu ve çok nadide olduğu belirtilen bir sedir ağacından yapılmış. İtalya’daki hemen hemen tüm deniz kıyısındaki yerleşim yerlerinde olduğu gibi, bu Meryem Ana heykelinin de bir deniz felaketinden kurtulma/kurtarılma efsanesi var. Deprem, salgın ve düşman saldırılarına karşı koruyucu olduğuna inanılıyor. Altında, Nigro sum sed formosa (Siyahım ama güzelim) yazıyor. Avrupa’da, çoğu Fransa, İtalya, Almanya ve İspanya’da olmak üzere, 500’ün üzerinde Siyah Madonna olduğu söyleniyor. Neden siyah oldukları konusunda, teolojik olanlar da dahil olmak üzere, çok çeşitli görüşler var. Bazı kaynaklara göre ise, siyah olmalarının nedeni, kullanılan ağacın zaman içinde kararması.

. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan Roma hamamının praefurnium (külhan) bölümü
Hamamın kuzeyinde bulunan atriumlu
ev kalıntıları (Roma dönemi, M.S. 2. yy.)

Palermo ve Catania‘dan sonra Sicilya’nın üçüncü büyük kenti olan Messina’da, Palermo’da hissettiklerime benzer duygular yaşadım. Çünkü burası da, tıpkı Palermo gibi, bir zamanlar görkemli olduğu belli olan ama günümüzde bakımsızlıktan dolayı insana hayranlıkla karışık bir hüzün yaşatan bir şehir. Daha sonra gittiğimiz Catania’da da benzer duygulara kapılıyor insan. Önceki yazılarımdan birinde de söz etmiştim; Sicilya’nın büyük şehirleri, daha küçük yerleşim ve turistik yerlerine kıyasla, daha çok bakıma muhtaç görünüyor. Bu durum, büyük şehirlerdeki nüfus yoğunluğuna karşın, eldeki yerel kaynakların gerekli restorasyonları yapmak için yeterli olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Messina’da çok sayıda görkemli, Art Nouveau tarzda yapılmış bina var. Bunların bir kısmı restorasyondan geçirilmiş ancak, daha yapılacak çok iş olduğu da gözden kaçmıyor.

Siyah Madonna Kilisesi’nin tam karşısındaki restoran
Santuario di Maria Santissima del Tindari
(Siyah Madonna Kilisesi)

Messina’ya vardığımızda akşam üzeri idi. Otelimiz, Hotel Royal Palace (Via T. Cannizzaro, 3) Messina’da görmek istediğimiz yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde idi. O da, şehrin geneline benzer bir şekilde, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş görünüyordu. Mimarisi, 1970’lerde yapılmış olabileceğini düşündürdü bana. Belli ki, bir zamanlar modern ve gösterişli bir otelmiş. Temizlik açısından hiçbir eksiği yoktu. O da, bir gece kalacağımız Messina’da bizim için yeterli oldu.

Nigro sum sed formosa (Siyahım ama güzelim)

Messina Boğazı‘nın kıyısındaki Messina kentinin tarihi epeyce eskilere dayanıyor. Yunanca Zankle, Latince Messana olarak tarihe geçmiş olan Messina, boğazın diğer tarafında bulunan İtalya’nın Reggio di Calabria kenti ile karşı karşıya bir konuma sahip. Genelde açık denize bakmaktan çok keyif almadığım için bu manzara çok hoşuma gitti. Bana İstanbul Boğazı’nı anımsattı. Galiba Messina Boğazı’nı o nedenle de merak ediyordum. Acaba İstanbul Boğazı’na benziyor muydu? Gece, tıpkı bizim Boğaz’da olduğu gibi, karşı kıyının ışıklarını görmek çok güzel. Burası aynı zamanda Messina Boğazı’nın en dar yeri (5,1 km). Bizim Boğaz’ın en dar yeri ise, 700 metre. Zaten, uzunlukları hemen hemen aynı olsa da (İstanbul 31,7 km, Messina 32 km), Messina Boğazı genel olarak İstanbul Boğazı’ından çok daha geniş. Messina Boğazı’nın kuzey girişinde genişlik 3 km, (İstanbul Boğazı’nda 4,7 km), güney ucunda ise 16 km (İstanbul Boğazı’nda 2,5 km).

Messina Boğazı‘nda gece manzarası
Karşı kıyı, İtalya’nın Reggio di Calabria kenti
Messina’nın ünlü Madonna della Lettera heykeli

Tarihte Messina’nın adı M.Ö. 730 yıllarında geçmeye başlamış. Burada bir koloni kuranların Yunanistan’ın Euboia (Eğriboz) adasındaki Chalkis‘den (günümüzde, Halkida) gelen Grekler olduğu biliniyor. Gelenler, limanın bulunduğu bölgenin doğal şeklinden ötürü buraya, Grekçe orak anlamına gelen Zankle ismini vermişler. M.Ö. 5. yüzyılda gelen ikinci bir Grek göç dalgası ile ise, o sıralar Pers işgali altında olan Samos (Sisam) Adası ve Batı Anadolu’daki Miletustan gelen insanlar Messina’ya yerleşmişler. Şehir, sonraki dönemlerde Kartaca ile adanın doğusunda bulanan güçlü Grek site devleti Siracusa arasındaki savaşlar sırasında arada kalmış. Çeşitli kereler işgal edilmiş. Daha sonra şehir için Kartacalılar ve Romalılar arasında da mücadele devam etmiş. Nihayet, Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan 1. Pön Savaşı’nın sonunda (M.Ö. 241) Messina özgür şehir statüsüne kavuşarak Romalıların müttefiki haline gelmiş.

Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Messina 476 yılında Gotların, 535 yılında Bizanslıların, 842 yılında Arapların ve 1061 yılında Normanların eline geçmiş. Sicilya tarihine paralel olarak geçirdiği Fransız ve İspanyol işgallerinden sonra, 1821, 1847 ve 1848 yıllarında İspanyol Bourbon hanedanına karşı ayaklanmalar olmuş. 1861 yılında, tüm İtalya’nın politik birleşmesinin sağlandığı Risorgimento hareketi ile birlikte, özgürlüğüne kavuşmuş.

Messina Katedrali (Duomo)

Tüm işgal ve savaşların dışında, tarihte Messina’nın başından geçen birkaç önemli felaket olmuş. Örneğin, 1347 yılında Ceneviz gemileri ile Kırım’dan gelen veba hastalığı Messina’yı kasıp kavurduğu gibi, buradan İtalya’ya da yayılmış. 1743 yılında ikinci bir veba dalgası şehri vurmuş. 1783 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle şehir neredeyse tamamiyle yok olmuş. Messina’nın yeniden yapımı ve kültürel yaşamının canlandırılması henüz tam olarak gerçekleşmeden, 1894 yılında bir deprem daha yaşanmış. Ancak, asıl büyük deprem ve ardından tsunami felaketi 28 Aralık 1908 günü olmuş. 100.000’nin üzerinde insan ölmüş. Eski eserlerin büyük bir kısmı zarar görmüş. İnsanlar, depremden kurtulanlar için şehrin dışına yapılan son derece derme çatma binalarda 1930’ların sonlarına kadar yaşamak zorunda kalmışlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, Messina Alman ve İtalyan faşist kuvvetlerinin birliği olan Axis güçlerinin adaya mühimmat ve asker yollamak için kullandığı en stratejik nokta olmuş. Bu nedenle şehir 1943 yılında İngiliz ve Amerikan kuvvetleri tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış. Birkaç ay içinde 6500 ton bomba atılmış. Messina’nın üçte biri bu bombardımanlarla yok olmuş.

Duomo’nun içi
II. Dünya Savaşı sırasındaki ağır bombardıman nedeniyle katedralin ana ve yan altarlarındaki mozaikler tahrip olmuş

Messina’nın bir ilginç özelliği de, burada halen Yunanca konuşan bir azınlığın olması. Bu insanlar, 1533 ve 1534 yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu‘nun genişleme sürecinde Mora (Peleponez) Yarımadası‘ndan Messina’ya göç etmişler. 2012 yılında resmi olarak azınlık statüsü kazanmışlar.

Messina’da gezmeye Duomo Meydanı‘ndan (Piazza del Duomo) başlayabilirsiniz. Resmi adı Basilica Cattedrale Metropolitana di Santa Maria Assunta olan Duomo, Sicilya’da Normanların hüküm sürdüğü 12. yüzyılda yapılmış. Katedral 1197 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı VI. Henry ile eşi Kraliçe Constance’ın huzurunda takdis edilmiş. Ancak, tarih boyunca geçirdiği yangın ve deprem gibi birçok afet nedeniyle, birkaç kez yeniden inşa edilmiş. Özellikle 1908 depreminde çok hasar görmüş. Depremin yapıda neden olduğu yıkım henüz tamir edilmişken, II. Dünya Savaşı sırasında da ağır bombardıman nedeniyle tahrip olmuş. Bu nedenle, ana ve onun yanındaki altarlardaki mozaikler orijinal değil. Aslına uygun olarak yeniden yapılmışlar. Katedralin mimari yapısı, Sicilya’daki tüm Norman katedrallerine benziyor.

Duomo’nun çan kulesi ve üzerindeki astronomik saat

Katedralin yanında bulunan çan kulesinin üzerindeki ünlü astronomik saat dikkat çekici. 1933 yılında Strasbourg‘daki Ungerer şirketi taradından tasarlanmış ve yapılmış. Dünyadaki en büyük ve en karmaşık mekanik ve astronomik saat olduğu belirtiliyor. Saatin her gün öğlen 12’de başlayan ve 12 dakika süren gösterisi şehrin başlıca turistik aktivitelerinden birisi.

Görebildiğimiz kadarıyla Orion Çeşmesi (Fontana di Orion)

Duomo’nun önündeki Orion Çeşmesi (Fontana di Orion) ne yazık ki restorasyonda olduğu için çok fazla görünür değildi. İskele ve tahta perdelerin arasından çok azını görebildik. Oysa çeşme, şehrin önemli simgelerinden birisi. Şehir senatosunun özel siparişi üzerine, 1547-1553 yılları arasında, Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) tarafından yapılmış. Çeşme, Camaro nehrinden şehre su getirmek üzere yapılan ilk su kemerinin yapımını kutlamak üzere sipariş verilmiş. Biz göremedik ama; çeşmenin ortasında ve tepede mitolojik karakter Orion ve ayaklarının dibinde köpeği Sirius, onların bulunduğu yükseltiyi destekleyen ve Nil, Tiber, Ebro ve yerel Camaro nehirlerini simgeleyen dört heykel varmış. Yunan mitolojisinde denizler ve deprem tanrısı Poseidon‘un (Roma’da karşılığı Neptün) oğlu olan dev avcı Orion, aynı zamanda efsanevi olarak Messina’nın kurucusu kabul ediliyor. Konuyu dağıtmamak için ayrıntısına girmeyeceğim efsaneye göre Zeus Orion’u, günümüzde aynı isimle bildiğimiz bir takımyıldız olarak göğe yerleştirmiş.

Messina Belediye Sarayı
Fontana di Nettuno (Neptün Çeşmesi)
Çeşmenin orijinal heykelleri koruma altına alınmış

Bir sonraki durağımız, akşam yemeği yiyeceğimiz restorana yakın bir konumda olan Messina’nın bir başka ünlü çeşmesi oldu. Burası, Fontana di Nettuno (Neptün Çeşmesi). Yukarıda belirttiğim gibi, Yunan mitolojisindeki Poseidon ile Roma mitolojisindeki Neptün aynı karakterler. Neptün Çeşmesi de, Orion Çeşmesi gibi, Toskanalı heykeltıraş Montorsoli tarafından yapılmış. Sanatçı, Orion’un babası Neptün’ün çeşmesini 1557 yılında tamamlamış. Çeşme bugünkü konumundan önce birkaç kere yer değiştirmiş. Günümüzde çeşmede görülen heykeller birer replika. Asılları, doğa şartlarından etkilenmemeleri için, bir sonraki gün gittiğimiz, Messina’nın bölgesel müzesinde (Museo Interdisciplinare Regionale) sergileniyorlar.

Gündüz gözüyle Madonna della Lettera

Neptün Çeşmesi’nin karşısında, Messina’nın bir başka önemli şehir simgesini göreceksiniz. Bu, yüksek bir sütun üzerinde bulunan, üzeri altın yaldız kaplama, bronzdan bir Meryem Ana heykeli. Kaidesi ile birlikte 60 metre yükseklikte bulunan heykel, 1934 yılında sanatçı Tore Edmondo Calabrò tarafından yapılmış. Madonna della Lettera olarak anılan heykel, Messina’da her yıl 3 Haziran’da yapılan bir kutlamaya ithafen yapılmış. Şehir halkının inancına göre, Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul M.S. 42 yılında, Hristiyanlığı yaymak üzere, Mesina’ya gelmiş. Filistin’e geri dönerken bir grup Messina yurttaşı, Meryem Ana’yı görmek ve şehirlerini takdis ettirmek için onunla gitmiş. Bu insanlar 3 Haziran 42 tarihinde Hz. Meryem ile buluşmuşlar. O da, Messinalılara hitaben İbranice bir kutsama mektubu yazmış ve etrafına saçından bir tutam bağlamış. Mektuptaki cümlelerden birisi olan Vos et ipsam civitatem benedicimus (Sizi ve şehrinizi kutsuyorum), anıtın altına Latince olarak dev harflerle yazılmış. Aslında, anıtın altında bulunan ve üzerinde yukarıdaki cümlenin yer aldığı yapı da tarihi bir eser. Konum olarak Messina’nın orak şeklindeki doğal limanının ucunda bulunan bu yapı, tarihi San Salvatore Kalesi (Forte San Salvatore). Şehrin savunması için, 1537-1540 yılları arasında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken tarafından yaptırılmış. Bergamolu mimar Antonio Ferramolino‘nun tasarladığı kale, topoğrafya ile gayet uyumlu bir şekilde, üzerinde bulunduğu yarımada boyunca inşa edilmiş. Kale Sicilya tarihinde önemli bir yere sahip. 1674 yılında İspanyol yönetimine karşı yapılan ayaklanma sırasında halk tarafından ele geçirilmiş. 1860-1861 yıllarındaki Risorgimento mücadelesi sırasında ise burası, Bourbon Sicilya Krallığı’nın adada tutunabildiği son yer haline gelmiş. Kale 12 Mart 1861 tarihinde Sicilyalılar tarafından alınınca, yaklaşık 600 yıllık İspanyol hükümranlığı da sona ermiş.

Leziz deniz ürünleri…

Hava giderek kararmaya başladı ve yemek saati de yaklaştı. Bir süre karşıdaki İtalya kıyılarının ışıklarını izledikten sonra, önceden yerimizi ayırttığımız restoranı aramaya koyulduk. Aslında, Via Pozzo Leone, 23 adresinde bulunan Ristorante I Ruggeri bulunduğumuz yerden çok uzakta değildi ama, birkaç kez aynı sokaklarda dolandıktan sonra bulduk. Şansımıza, gittiğimiz zaman boş masa vardı çünkü, çalışanlar yaptırdığım rezervasyondan habersizdiler. İnternetten yaptığım rezervasyon hangi kara deliğe düştü bilmiyorum ama, bizi yine de bir masaya buyur ettiler. Burası, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Zaten Messina’da özellikle deniz ürünleri yenmesi öneriliyor. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almerita ailesine ait, Salina adasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilen Malvasia di Lipari üzümünden üretilmiş Didyme (2021) şarabını içtik. Salina, Sicilya’nın kuzeyindeki Eolie (Lipari) Takımadaları‘nın ikinci büyük adası. Antik Yunanlılar Salina’ya, adayı yaratan ve bugün sönmüş olan iki volkana atfen, ikiz anlamına gelen “Didyme” ismini vermişler.

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Agrigento’da geçirdiğimiz duygusal gelgitlerle dolu bir önceki günün ardından, sabah yine kaldığımız Dimora dei Templi‘nin terasında kahvaltı yaptıktan ve bize servis yapan Sicilyalı genç ile vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. O gün hedefimiz, Selinunte antik kentini, Mazara del Vallo‘yu ve Marsala‘yı gezdikten sonra, Cefalù‘ya dönmekti. Ertesi gün Cefalù’dan Palermo‘ya giderek orada daha önce gezemediğimiz yerleri gezecektik. Bu değişik rotayı ve programı neden izlemek zorunda kaldığımızı dizinin ilk yazısında (tıklayarak erişebilirsiniz) anlatmıştım. Bütünsellik açısından daha uygun olduğunu düşündüğüm için, Palermo’yu gezdiğimiz ilk ve ikinci günle ilgili yazılarımı da daha önce peşpeşe yayınlamıştım.

Evet, yukarıda belirttiğim gibi, Dorik tapınaklarla dolu bir başka antik kent olan Selinunte’ye gitmek üzere otelden ayrıldık. Ancak, Agrigento’yu geride bırakmadan önce görmek istediğim bir yer daha vardı. Burası, İtalyanların büyük şair ve edebiyatçısı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev ve mezarının bulunduğu müze idi. Pirandello ülkemizde romanları, kısa öyküleri ve şiirlerinden çok, tiyatro oyunları ile tanınıyor diye düşünüyorum. Eserleri çeşitli yıllarda özel ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sahnelendi. İlk aklıma gelenler; Altı Kişi Yazarını Arıyor, Size Öyle Geliyorsa Öyledir ve Ağzı Çiçekli Adam. Pirandello, gençliğinde Nasyonal Faşist Parti üyesi olmasına karşın, günümüzde liberal ve sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere, edebiyatçılar tarafından çağdaş tiyatroya en çok katkıda bulunan yazarlardan biri olarak kabul ediliyor. Britanyalı akademisyen Profesör Anthony Mortimer’a göre, “Pirandello, hem İtalyan edebiyatında hem de dünya tiyatrosunda bir devrim yapmıştır.” Pirandello bu anlamda Absürd Tiyatro akımının kurucuları sayılan Samuel Beckett (1906-1989) ve Eugène Ionesco‘nun (1909-1994) öncülü sayılıyor. Ben şahsen, Sicilya’ya gidene kadar Pirandello’nun aslen buralı olduğunu bilmiyordum. Gidince öğrendim ve bir edebiyatsever olarak bu müzeyi görmek istedim. Konuya özel ilgi duymayanlar Pirandello’nun müzesini ziyaret etmeyebilirler.

Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev
Evde sergilenen az sayıda mobilyadan birkaçı

Luigi Pirandello 1867 yılında, Agrigento’ya 4 kilometre uzaklıkta bulunan Caos (İtalyanca’da Chaos) mevkindeki bu evde, hem anne hem baba tarafından çok zengin bir aileye doğmuş. Babası çok varlıklı bir sülfür sanayicisi, annesi ise Agrigentolu büyük burjuva bir aileden gelen çok iyi eğitimli bir kadınmış. İlk eğitimini evde alan Pirandello, küçük yaşlardan itibaren evdeki hizmetlilerin anlattığı masal ve efsanelere ilgi duymuş. On iki yaşında ilk tragedyasını yazmış. Babasının ısrarı üzerine önce teknik bir orta okula kayıt olsa da, daha sonra edebiyat ve beşeri bilimleri tercih etmiş.

Luigi Pirandello (1884)
Kaynak: wikipedia.org
Pirandello’nun doğduğu evin bahçesindeki büstü

1880 yılında aile Palermo’ya taşınmış. Burada liseyi bitiren Pirandello aynı zamanda hem 19. yüzyıl İtalyan şairlerini yoğun olarak okumaya hem de ilk şiirlerini yazmaya başlamış. Bu dönemde babasının evlilik dışı ilişkilerinin farkına varan Pirandello duygusal olarak babasından uzaklaşmaya başlamış. Annesine her zaman duyduğu, eserlerine de yansıyan sevgisi ve düşkünlüğü daha da artmış. Pirandello üniversite eğitimine Palermo Üniversitesi’nin Hukuk ve Edebiyat bölümlerinde başlamış. Özellikle Hukuk bölümündeki ortam onun politikaya ilgisini artırmış. Kendisi doğrudan yer almasa da, ileride Fasci Siciliani adını alacak olan demokrat ve sosyalist harekete sempati duymuş ve bu hareketin lider idealogları ile yakın arkadaş olmuş. 1887 yılına gelindiğinde, çalışmalarına kesin olarak edebiyat alanında devam etmeye karar veren Pirandello, yüksek eğitimi için Roma‘ya gitmiş. Burada sık sık gittiği tiyatrolar onun bu edebiyat dalına ilgi duymasına yol açmış. Eğitimi devam ederken, Latince profesörü ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Roma Üniversitesi’nden ayrılıp, doktora çalışmalarına devam etmek için, Bonn‘a gitmiş. Filoloji doktorasını tamamlama sürecinde Alman Romantikleri‘ni ve özellikle Goethe‘yi (1749-1832) yoğun olarak okuma fırsatı bulmuş. 1891 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Roma’ya dönen Pirandello, 1893 yılından itibaren edebiyatın çeşitli dallarında eserler yazmaya başlamış.

Luigi ve kardeşi Rosolina’nın resim defteri
Yazarın mektupları ve el yazmalarından bazıları

1903 yılında, Pirandello’nun babasının Agrigento yakınlarında bulunan Aragona‘daki sülfür madenlerini sel basınca, aile maddi krize girmiş. Babası sadece ailenin kendi kaynaklarını değil, Pirandello’nun eşinin drahomasını da bu işletmeye yatırdığı için bu krizin sonuçları çok ağır olmuş. Pirandello’nun eşi ömür boyu sürecek bir ruhsal bunalıma girmiş. Pirandello’nun kendisi ise, bir ara intihar etmeyi düşündükten sonra, verdiği İtalyanca ve Almanca derslerin sayısını artırarak ve o zamana kadar ücretsiz yazı yazdığı edebi dergilerden ücret talep ederek, üç çocuklu çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmış. 1904 yılında Pirandello kendisine tanınırlık kazandıran ilk romanını (Mattia Pascal) yayınlamış ve ondan sonraki on yıl boyunca roman ve kısa öykü dalında eserler vermeye devam etmiş. 1916 yılında tiyatro yeniden ilgisini çekmeye başlamış ve yazdığı eserleri kısa zamanda sadece İtalya’da değil, başta Londra olmak üzere Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York‘da sahnelenmeye başlanmış. 1922-1924 yılları arasında uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı iyice artan Pirandello bu arada Fransızların Légion d’honneur nişanına da layık görülmüş. Yine bu sıralarda Benito Mussolini‘ye (1883-1945) bir mektup yazarak Nasyonal Faşist Parti üyesi olmak istediğini bildirmiş. Bu hareketinin sonunda, Mussolini’nin desteği ile Roma’da kendi tiyatrosunu (Teatro d’Arte di Roma) kurmuş. Pirandello’nun gerçekten faşist olup olmadığı daima bir tartışma konusu olmuş. Her ne kadar, “Faşistim çünkü İtalyanım” demiş olsa da, parti ile temel konularda sürekli tartışma yaşamış. Kendisini, “Bu dünyada sadece bir insanım, ben apolitiğim”, diye tanımlamış. Parti ile fikir ayrılıkları 1927 yılında parti kimliğini parti genel sekreterinin gözleri önünde yırtmasına kadar varmış. Tüm bunlar nedeniyle, Pirandello’nun aslında düşünsel olarak değil, pratik nedenlerle, kariyerine faydası olacağı için parti üyesi olduğu fikri yaygın. Öte yandan Pirandello, 1934 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü madalyasını 1935 yılında İtalya’nın Etiyopya‘yı (o zamanlarki adıyla Habeşistan’ı) işgali için düzenlenen kampanya sırasında, eritilmek üzere, partiye bağışlamaktan da kaçınmamış.

Pirandello 1934 yılında Nobel ödülünü aldıktan sonra katılmak zorunda kaldığı çok sayıda davetten bir süre sonra sıkıldığını sık sık ifade etmiş
Kaynak: wikipedia.org
1935’te Albert Einstein ile beraber
Kaynak: wikipedia.org

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapılmış olan Pirandello’nun doğduğu ev, aslen yazarın anne tarafına ait kırsal bir villa. Ev ve çevresindeki zeytin ağaçları ile dolu arazisi bir tepeden, yazarın “Afrika Denizi” diye betimlediği, Sicilya ile Afrika kıtası arasındaki denize bakıyor. Yazarın annesi Caterina Ricci Gramitto Luigi Pirandello’yu, 1867 yılında yaşanan bir kolera salgını sırasında, hastalıktan korunmak için çekildiği bu evde doğurmuş. Ev, ailenin yaşadığı mali krizden sonra birkaç el değiştirmiş. 1943 yılında, yakınındaki bir cephane çöplüğünde yaşanan bir patlama nedeniyle ağır hasar almış. 1949 yılında ulusal anıt statüsü verilmiş. 1952 yılında Sicilya bölgesel yönetimi satın aldıktan sonra kapsamlı bir restorasyon yapılmış. Günümüzde müzenin giriş katında Pirandello ile ilgili süreli sergiler düzenleniyor. Üst katta ise, yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, mektupları, el yazmaları, kitaplarının imzalı ilk basımları, aldığı ödüller ve ünlü oyunlarının afişleri sergileniyor. Ayrıca, yazarın eserlerinden alıntılar ve çeşitli konular üzerine düşünceleri farklı görsel araçlarla (projeksiyon, film vb.) gösteriliyor. Bunların arasında, Pirandello’nun özellikle ölüm üzerine düşünceleri beni çok etkiledi…

Yazarın eserlerinin ilk basımlarından örnekler

Pirandello, Nobel ödülünü aldıktan iki yıl sonra, 10 Aralık 1936 günü Roma’daki evinde ölmüş. Ölmeden önce kesinlikle istemediğini belirtmesine karşın, cenazesi devlet töreni ile kaldırılmış. Oysa, ” Öldüğüm zaman beni giydirmeyin. Beni çıplak olarak bir çarşafa sarın. Yatağın üstünde çiçekler ve mum ışığı olmasın. Sadece bir cenaze arabası olsun. Çıplak. Bana kimse eşlik etmesin. Akrabalar ve arkadaşlar olmasın. Araba, at, arabacı, o kadar. Beni yakın”, demiş. Kilise yakılmaya karşı olduğu, Faşist Parti de bir kimsesiz gibi gömülmesini redettiği için, bu istekleri yerine getirilmemiş. Vasiyeti ancak 1947 yılında hayata geçirilmiş ve külleri, arzuladığı gibi, Sicilya’ya, doğduğu yere getirilmiş.

…. küllerimin konduğu kap Sicilya’ya götürülsün ve doğduğum yer olan Girgenti’nin (Agrigento’nun o zamanki adı) kırsal bölgesinde sert bir kayanın içine yerleştirilsin “

Luigi Pirandello

1947 yılında Pirandello’nun külleri, Sicilya’nın Antik Yunan dönemine ait bu vazonun içinde doğduğu yere,
Sicilya’ya taşınmış

Pirandello’nun mezarı doğduğu evin çok yakınında, tam da onun istediği gibi, “Afrika denizi”ni gören bir noktada. Çok uzun olmayan bir yürüyüşle, tepenin yamacı boyunca yürüyüp, ulaşıyorsunuz. Biz giderken yabancı bir çift mezardan geri dönüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Yazarın külleri, vasiyet ettiği gibi, heykeltıraş Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu anıtsal bir kayanın içine yerleştirilmiş. Sessizlikte, yüzümü mezarın baktığı denize döndüm ve hafif dalgalı denizi izledim bir süre. Biraz puslu havada göremedim ama, Afrika karşıda bir yerlerde olmalıydı…

Sanatçı Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu ve Pirandello’nun vasiyet ettiği gibi küllerinin içine yerleştirildiği anıtsal kaya mezar
Modern tiyatronun öncüsü bir büyük sanatçının anısına…

Agrigento’dan Selinunte’ye gitmek için batıya doğru aşağı yukarı 120 kilometre kadar gitmeniz gerekiyor. M.Ö. 628 yılında kurulduğu tahmin edilen ve o zamanlar ismi Selinus olan bu Grek kolonisi, Sicilya’nın doğusunda bulunan bir başka Grek kolonisinden, Megara Hyblaea‘dan gelen Grekler tarafından kurulmuş. Megara Hyblaealılar ise, Selinunte’yi kurmadan 100 yıl kadar önce Yunanistan’daki Megara‘dan gelmişler. (Hatırlanacağı üzere, İstanbul’da M.Ö. 658 yılında, günümüzde Topkapı Sarayı‘nın bulunduğu, Birinci Tepe‘de ilk şehir devleti Byzantium‘u kuran Byzas da Megara’dan gelmiştir). İki nehir arasında kurulmuş olan Selinunte, söylendiğine göre adını burada bol miktarda yetişen yabani kerevizden (selinon) almış. Bu nedenle, kereviz yaprağı motifi kentin paralarında yaygın olarak kullanılmış.

Selinus (Selinunte)
Sicilya’nın batısında, deniz kenarında bir Grek koloni kenti

Selinunte, Sicilya’nın güneybatı köşesinde bulunuyor. Burası aynı zamanda, adadaki Grek kolonileri arasında en batıda bulunan koloni. Bu nedenle, Selinuntelilerin Fenikeliler, yine onlardan olan Kartacalılar ve Sicilya’nın yerli halkları ile en baştan ilişkide olmaları kaçınılmaz olmuş. Başlarda Fenikelilerle bir sorun yaşamazken, daha önce gezdiğimiz Segesta ile bitmeyen bir düşmanlık ve savaş yaşamışlar. Segesta ile ilgili yazımda (erişim için tıklayabilirsiniz) belirttiğim gibi, buranın halkı olan Elymianlar Anadolu kökenli, Grek olmayan bir halk. Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180) sonra Troia‘dan göç etmişler ve tarihsel olarak Sicilya’nın yerel kabul edilen üç halkından birisini oluşturuyorlar. Selinunte ile Segesta arasındaki bitmeyen sınır ve güç savaşları sırasında, Segesta’yı tutan Atina ile Selinunte’nin müttefiki olan, adanın doğusundaki Siracusa arasında da savaşlar olmuş. Öyle ki, Atinalılar Segesta’ya destek olmak için Sicilya’ya bir sefer düzenlemişler. Ancak, Selinunte yerine Siracusa’ya saldırmışlar. M.Ö. 415-413 arasında zamanın bu iki süper gücü arasındaki mücadelede Atina yenilince, Segestalılar bu sefer Kartacalıları yardıma çağırmışlar.

Üzerinde yabani kereviz yaprağı motifleri olan antik Selinunte paraları
Kaynak: wikipedia.org

M.Ö. 409 yılında, dokuz günlük bir kuşatmadan sonra, Selinunte Kartacalıar tarafından yerle bir edilmiş. Şehir nüfusunun neredeyse tamamı ya öldürülmüş ya da esir alınmış. Bu saldırıdan sonra Selinunte hiçbir zaman eski şaşalı günlerine dönememiş. Daha sonra, Kartacılarla Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sırasında da arada kalan şehir, M.Ö. 250 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve bir daha inşa edilmemek üzere tarihten silinmiş. Kalan halk, şehirden geri çekilirken Kartacalılar tarafından Lilybaeum‘a (günümüzde Marsala) götürülmüş.

Tanrıça Hera’ya adanmış olabileceği düşünülen Tapınak E (M.Ö. 460-450)
Tapınağın içi

Selinunte, kurulduktan sonra 200 yıl içinde dev tapınakları ve iki limanı olan çok muhteşem bir şehir devleti haline gelmiş. Bir dönem, Antik Çağ için oldukça fazla sayılacak 100.000’nin üzerinde bir nüfusa ulaşmış. Deniz kenarında etkileyici Dorik tapınakları olan kent, kuzey-güney ekseninde uzanan, yaklaşık 4000 dönümlük bir alana yayılmış. Bu nedenle, günümüzde de antik kentin içinde bulunduğu arkeolojik parkın, Avrupa’nın en büyük arkeolojik ören yeri olduğu belirtiliyor. Arkeolojik alan başlıca dört bölgeden oluşuyor. Kısıtlı zamanda seçim yapma gerekliliği yüzünden biz, şehrin doğusundaki ve akropol bölgesindeki tapınaklara gitmeye karar verdik. Bir de ören yerinin müzesini gezebildik. Buraların dışında, antik kentin kuzeyindeki Mannuzza tepesinde ev kalıntıları, batı tarafta Demeter‘e adanmış bir kutsal alan ve nekropol (mezarlık) bölgesi varmış. Zaman kısıtının dışında bir de, gökyüzünde gittikçe kararan yağmur bulutları bizi böyle bir seçim yapmaya itti.

Selinunte’de gezdiğimiz doğu tapınakları ve akropoldeki tapınakların arasındaki uzaklık epeyce fazla. Neyse ki, arkeolojik alanın çeşitli noktaları arasında işleyen elektrikli servis araçları var. Bu, Türkiye’de de geniş ve düz bir alana yayılan antik kentler için düşünülebilecek iyi bir çözüm olabilir. Bisiklet kiralamak da mümkünmüş.

Tapınak E

Arabayı Selinunte Arkeolojik Parkı‘nın girişindeki park yerine bıraktık. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, İtalya’da mümkünse arabanızı dolu bagaj ile bırakmayın ya da güvenli bir yere park ettiğinizden emin olun. Aksi takdirde, arabanız çok kısa bir zamanda soyulabilir.

Antik kentte ilk gezdiğimiz doğu bölgesi tapınakları parkın giriş kapısına daha yakın bir yerde ama, yine de yürümek için uzak. Kısa bir beklemeden sonra gelen servise binerek tapınakların bulunduğu yere gittik. Selinunte’deki tapınakların tam olarak hangi tanrılara adandıkları bilinmiyor. O nedenle, tapınaklar her birine verilen harflerle anılıyorlar. Doğu bölgesindeki tapınaklar E, F ve G olarak adlandıırlmışlar. Esasında tüm tapınakların adanmış olabilecekleri tanrılar için bazı iddialar var ama, anlaşılan bilimsel olarak kanıtlanamadığı için bu şekilde anılmaya devam ediliyorlar.

Günümüzde bir taş yığını olan Tapınak G bir zamanlar Selinunte’deki en büyük tapınakmış ve Anadolu’daki büyük Iyon tapınakları ile rekabet etmek üzere tasarlanmış. Bu amaçla, Didim‘deki Apollo Tapınağı‘nı çağrıştıran bir plana göre yapılmış. Ancak, M.Ö. 530 yılında yapımına başlanan tapınak hiçbir zaman tam olarak bitirilememş.

Tapınak E, bu gruptakilerin en yenisi. M.Ö. 460-450 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı kaynaklar Hera’ya (Roma mitolojisindeki adıyla Juno’ya) adanmış olabileceğini belirtiyorlar. Hera, Yunan mitolojisinde evlilik, kadın ve doğum tanrıçasıdır. Tapınağın günümüzde ayakta görünen hali büyük oranda 1956-1959 yılları arasında, çevredeki orijinal taşlar kullanılarak yapılan yeniden inşa sonucu ayağa kaldırılmış. Bazı çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, bence bu çalışma tapınağın eski görkeminin algılanması açısından başarılı olmuş. Zira, Selinunte’deki tapınakların bir çoğu günümüzde bir taş yığını halinde duruyorlar. Bu yıkıma büyük ölçüde Orta Çağ’da yaşanan depremler neden olmuş. Tapınak F, doğu bölgesindeki tapınakların içinde en küçük ve en eski olanı. M.Ö. 550-M.Ö. 540 arasında yapılmış. Tapınak G ise, zamanında Selinunte’deki en büyük tapınakmış. Yapımı kesintiler nedeniyle çok uzun sürmüş. İnşasına M.Ö. 530 yılında başlandığı belirtiliyor. M.Ö. 409 yılında, Kartacalılar şehirde taş taş üstünde bırakmayınca tapınak da tamamlanamamış. Kalıntı yığınındaki taşlarda göze çarpan stil farklılıkları yüz seneden fazla süren ve tamamlanamayan inşaatın kanıtları olarak duruyorlar. Eldeki bulgulara dayanarak, Tapınak G’nin şehrin Hazinesi olarak da kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş.

Tapınakların yapımında kullanılan makaraların bir kopyası

Selinunte’nin ve tapınaklarının inşası için gerekli taşlar, şehrin 11 kilometre kuzeybatısında bulunan Cave di Cusa‘dan getirilmişler. Burası, Antik Çağ’da kullanılmış tarihi bir taş ocağı. M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısından M.Ö. 409’daki Kartaca işgaline kadar, 150 yıl kullanılmış. Şu anda arkeolojik sit alanı olan Cave di Cusa’da o zamanlar, gerekli taşların ocaktan kesilip çıkarılması için 150 kadar kölenin kullanıldığı belirtiliyor. Selinunte’de, taş ocağından getirilen taşların işlenerek nasıl üst üste konduklarını anlayabilmeniz için antik çağda kullanılan makaraların kopyaları yapılmış. Böylece insan, bu dev yapıların nasıl inşa edildiklerini gözünde canlandırabiliyor. İnşaatta kullanılan bloklar, Tapınak G’nin taş yığını arasındaki bazı taşların üzerlerinde görülen at nalı şeklindeki oyuklara geçirilen halatlar ve sözünü ettiğim dev makaralarla yerlerinden kaldırılırlarmış. Hatırlarsanız, taşlardaki benzer oyuklara Agrigento Tapınaklar Vadisi‘ndeki Zeus Tapınağı‘nda da rastlamıştık.

Bir başka açıdan yine Tapınak E

Tepesinde Dorik tapınaklar bulunan akropol şehrin denize hakim bir noktasında. Daha önce belirttiğim üzere buraya da, parkın içindeki müzeye olduğu gibi, elektrikli servis aracı ile ulaşım sağlanıyor. Buralar doğu bölgesine oldukça uzak. Arabada giderken yürüyerek gitmeyi tercih edenlere rasladık. Biraz imrenerek baktılar bize gibime geldi. Yol bizim Segesta’da çıkmak zorunda kaldığımız kadar yokuş ve zorlu bir yol değildi. Ama, yağmur bulutları ile kararan hava giderek tehditkar bir hal almaya başlamıştı.

Akropol bölgesinde, ön tarafta Tapınak A ve Tapınak O‘dan
geriye kalan taş yığınları. Arkada, sütunları görünen Tapınak C (M.Ö. 550) bu bölgedeki en eski tapınak.

Akropolde A, B, C, D, O ve Y tapınaklarının kalıntıları var. Bunlardan denize en yakın olan iki tanesi, A ve O, aynı yıllarda (M.Ö. 490-M.Ö. 460) ve aynı plan ile yapılmışlar. Günümüzde taş yığını olarak duruyorlar. Akropoldeki en eski tapınak, C tapınağı. M.Ö. 550 yılında yapılmış. Tapınak alanında bulunan çok sayıda mühür nedeniyle buranın, kutsal alan olmanın dışında, arşiv olarak kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş. Tapınak C ile Tapınak D (M.Ö. 540) arasındaki bölgede M.S. 5. yüzyılda kalıntıların taşları kullanılarak yapılmış bir Bizans köyünün kalıntıları var. Buradaki yapıların bir kısmı, Orta Çağ’da olan depremlerde tapınaklarla birlikte zarar görmüşler. Bazı evlerin üstüne tapınakların sütunları devrilmiş. Tapınak D’nin doğusunda bulunan Y Tapınağı, kesin olarak bilinmemekle beraber, M.Ö. 550 civarında yapılmış. Buraya Küçük Metoplar Tapınağı da deniyor. Metop, Dor tipi tapınakların frizlerinde bulunan düz veya kabartmalarla bezeli süslemelere verilen isim. Tapınak Y’de en güzel örnekleri bulunan bu metoplar daha sonra şehir içinde başka yapılarda ve kent duvarlarında dolgu olarak kullanılmışlar. Arkeolojik parkın müzesinde hem Tapınak Y’nin küçük bir ayağa kaldırılmış kesitini hem de tepedeki metopların kopyalarını görmek mümkün. Orijinalleri, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne götürülmüşler. Bu bölgedeki en yeni tapınak, Helenistik dönemde, M.Ö. 250 yılı civarında yapımış olan Tapınak B.

Selinunte Arkeolojik Parkı’nda bulunan müzenin koleksiyonu Prehistorik (Tarih Öncesi) çağlara kadar uzanıyor

Biz akropol bölgesini gezerken yağmur başladı. Öyle ince ince değil. İri damlalar düşmeye başladı. Bizi ören yerinin girişine götürecek servisi beklerken, durağın olduğu yerde bulunan kafede birer kahve içtik. Açık havada idik ama ağaçlar bizi korudu. Dinlenmek iyi geldi doğrusu.

Akropol bölgesindeki Tapınak Y‘nin bir bölümünün müzedeki rekonstrüksiyonu (yeniden inşası). Bir tek tepedeki metoplar orijinal değil.
Metop, Dorik tapınaklarda sütunların tepesindeki alınlıkta yer alan kabartmalara verilen mimari isim. Artemis ve Akteon‘nun canlandırıldığı bu metop Tapınak E‘ye ait bir kopya. Aslı, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyor.

Selinunte Arkeolojik Park’ından ayrılıp arabamıza bindiğimiz sırada yağmur iyiden iyiye şiddetlenmeye başladı ve Sicilya’nın batı sahili boyunca kuzeye doğru giderken, kâh azalıp kâh artarak, bizi izledi. Bizim niyetimiz, yol üstünde Mazara del Vallo ve Marsala‘yı da gezmekti. Marsala bölgesinin ünlü bir şarap üretim bölgesi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, her iki yerleşim yeri de çok bakımsız ve çirkin modern apartmanlar, binalarla dolu görünüyordu. Bu bölge, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından çok yoğun olarak bombalanmış. Şehirlerin tarihi yapıları hasar almış ve belli ki hepsini ayağa kaldırmak için yeteri kadar kaynak bulunamamış. İmkanları oldukça kısıtlı anlaşılan. Buralarda konaklamak için doğru dürüst yer bulmak da zor. Bizim açımızdan bir diğer çekince de, arabanın bagajında bavullarımızın olması idi. Ne de olsa, buralar aynı zamanda bir dönem Mafya‘nın çok kuvvetli olmasıyla ünlü yerler.

Akropolden yakındaki Marinella di Selinunte köyüne bakış

Marsala’da, Arkeoloji Müzesi’ni gezmeye niyetlendik. Ancak, müzenin özel otoparkının olmaması ve sahil yolu ile müzenin yan tarafındaki umuma açık otopark alanının çok tekin görünmemesi nedeniyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Palermo yönünde, çok şiddetli yağış altında gittik. Akşam saat 21:30 için Cefalùda, Triscele isimli restoranda yer ayırtmıştık. Memnun kaldığımız bu restoran ve içtiğimiz şaraptan Cefalù ile ilgili yazımda söz etmiştim. Okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler bağlantı aracılığı ile erişim sağlayabilirler.

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Agrigento‘da sabah gözlerimizi pırıl pırıl ve erken saatte bile sıcak olan bir havaya açtık. Buraya gelme nedenimiz olan Tapınaklar Vadisi‘ni gezerken hava daha da ısındı. Arkeolojik kalıntıları gezerken zaman zaman ciddi şekilde zorlandık. Temmuz ve ağustos sıcağında gelenler ne yapıyorlar, hiç bilemiyorum. Ekim ayında olduğumuza inanmak gerçekten zordu.

Üst üste oldukça yoğun bir program izleyerek ve araba ile uzun mesafeler giderek geçen dört günün ardından, biraz olsun dinlenmiş hissettim kendimi. Kahvaltının terasta olacağı bize önceden bildirilmişti. Yukarı çıktık. Uzaktan yine bir gece önce çok güzel aydınlatılmış olarak gördüğümüz tapınaklar görünüyordu. Bizi İngilizce konuşan, genç ve sempatik bir erkek çalışan karşıladı. Tüm servisi de o yaptı. Daha sonra, yaşça daha büyük ve sadece İtalyanca konuşan bir hanım daha geldi. O daha çok işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyor gibiydi. Samimi ve cana yakın ama, biraz çekingendi. Yabancı dil bilmiyor olması bir etken olabilir diye düşündüm. Bizim dışımızda, bir iki masada daha kahvaltı yapan yabancılar vardı.

Otel odamızdan görülen tapınaklardan Hera Lacinia ya da Juno Tapınağı

Genç adam hem her masaya servis yapıyor hem de güler yüzle sohbet ediyordu. Kahvaltılar sırasında birlikte olduğumuz iki sabahın ardından, bu Sicilyalı gencin en büyük hayalinin Amerika’ya gitmek olduğunu öğrendik. Ancak, son yıllarda Amerika’ya kaçak gitmenin ve orada bir yaşam kurmanın zorlaşmış olması nedeniyle, önce Kanada’ya gitmeye karar vermişti. Bir tanıdığının yardımıyla orada kamyon şoförlüğü yapabileceğini, Kanada vatandaşlığı aldıktan sonra ABD’ye daha rahat yerleşebileceğini düşünüyordu. Neden Sicilya’dan gitmek istediğini sorduğumda bana, orada gençler için bir gelecek olmadığından söz etti. Çalışma alanlarının kısıtlı olduğunu, kendisinin daha iyi imkanlarla yaşamak istediğini söyledi. Hayranlıkla, büyükannesinin çocukluk arkadaşı olan bir kişiden bahsetti. Büyükannesi ile aynı köyden olan bu adam, yıllar önce Sicilya’dan kaçak bir şekilde ABD’ye gitmiş. Bir süre sağda solda çalıştıktan sonra, ABD vatandaşı olabilmek için Vietnam Savaşı‘na katılmış. Kendisine sunulan şart bu olmuş. ABD adına savaşması ve eğer hayatta kalırsa, bunun karşılığında vatandaşlık alması… (Bir yerde, Irak Savaşı sırasında da bu yöntemin kullanıldığını ve o nedenle ABD tarafından oraya gönderilen bazı askerlerin doğru dürüst İngilizce bile konuşamadıklarını okuduğumu hatırladım). Savaş dönüşü vatandaş olmuş ve New York’da NYPD’de (New York Polis Departmanı) uzun yıllar polis olarak görev yapmış. Emekli olduktan sonra New York’da bir restoran zinciri açmış ve çok zengin olmuş. Genç adam tüm bunları gözleri parlayarak anlattı bize…

Uzaklarda görünen Herakles Tapınağı

Terasın üstü bir tente ile kapatılmıştı. Kahvaltının sonuna doğru güneş de gittikçe yakıcı olmaya başlayınca, kalktık. Kaldığımız Dimora dei Templi, tapınakların bulunduğu Arkeolojik Park‘a (Parco Valle dei Templi Agrigento) araba ile birkaç dakikalık mesafede idi. Girişteki otopark turist arabaları ve özel arabalarla doluydu. Upuzun bir bilet kuyruğu ve adeta bir insan seli vardı. Ekim ayında bu denli bir turist kalabalığı beni oldukça şaşırttı. Kısa bir süre sonra biz de o kalabalığa karıştık.

Agrigento‘da Tapınaklar Vadisi‘nin gerisindeki çok katlı binalar

Günümüzün çirkin binaları uzaktan Tapınaklar Vadisi’ni sıkıştırmış olsa da, doğal bir eğimle denize doğru uzanan, zeytin ve badem ağaçları ile yabani kekik dolu bu arazinin bir zamanlar nasıl olduğunu hayal etmek hâlâ mümkün. Bu konuda en önemli etken hiç şüphesiz Concordia Tapınağı (Tempio della Concordia), çünkü söz konusu yapı, dünyada en iyi korunmuş şekilde günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi. Atina‘daki Hephaestus Tapınağı‘ndan (Theseion olarak da bilinir) sonra en sağlam şekilde ayakta kalmış antik Yunan döneminden kalma tapınak olduğu kabul ediliyor. Vadide Concordia’nın dışında, onun kadar sağlam kalmamış olsalar da, birkaç tapınak daha var. Sırtınızı modern Agrigento’ya verip, denize doğru baktığınızda gerçekten çok güzel bir manzara buluyorsunuz karşınızda. Özellikle gece, tapınaklar çok güzel aydınlatılıyor. İnsanın bakmaya doyamadığı, büyüleyici bir görüntü…

Muhteşem Concordia Tapınağı, dünyada en iyi korunmuş şekilde
günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi

Antik Çağ’da Akragas olarak bilinen Agrigento, M.Ö 580 yılında Rodos ve Sicilya’nın güneybatı bölgesindeki Gela kentinden gelen Grek koloniciler tarafından kurulmuş. Sicilya’da Grek kolonileri M.Ö. 735 yılından itibaren görülmeye başlanıyor ancak, bu erken koloniler adanın doğu tarafında kuruluyor. Adanın batı bölgeleri bir süre daha Fenikelilerin elinde kalmaya devam ediyor. (Eğer okumadıysanız, Sicilya tarihi le ilgili kısa bir özet için, serinin ilk yazısı olan Sicilya’da İki Hafta başlıklı yazımı okumanızı öneririm). Zenginliğinin doruğunda olduğu yıllarda Akragas (Agrigento), Atina ile rekabet edebilecek bir görkeme sahipmiş. Öyle ki, Grek şair Pindar burası için, “insanoğlunun oturduğu en güzel şehir” demiş. Kuruluşundan M.Ö. 5. yüzyılın sonuna kadar şehirde çok yoğun bir inşaat dönemi olmuş. Günümüze kalan eserlerin çoğu ve 12 kilometrelik, 9 giriş kapısı bulunan, şehir duvarları da bu döneme ait kalıntılar. Akragas ve Hypsas nehirlerinin arasında kurulmuş olan şehrin limanı (empórion) ise, bu iki akarsunun denize döküldüğü, günümüzde San Leone balıkçı köyünün bulunduğu, yerde imiş. Akragaslılar yaptıkları muhteşem tapınaklar kadar, zevk ve sefaya düşkünlükleri ile de ünlü olmuşlar. Filozof Plato bu konu ile ilgili olarak Akragaslılar için, “Sonsuza kadar kalmak üzere inşa ediyorlar ama, sanki yarın öleceklermiş gibi eğleniyorlar”, demiş.

Antik Agrigento kent duvarlarından bir bölüm

Akragas zaman içinde küçük bir yerleşim yeri olmaktan çıkıp, o dönem için büyük sayılan, 200.000’in üstünde nüfuslu bir şehir devletine dönüşmüş. Bu süreçte, Phalaris ve Theron isimli yöneticilerin altında diktatörlük dönemleri yaşadıktan sonra, filozof Empedokles‘in önderliğinde demokrasiye geçmiş. M.Ö. 406 yılında, Kartacalılar tarafından şehir yerle bir edilmiş ve Akragas 3. yüzyılın sonuna kadar bir daha kendine gelememiş. M.Ö. 264 ile 146 yılları arasında Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan Pön Savaşları sırasında Akragas için de çetin çarpışmalar olmuş. Sonunda, M.Ö. 210 yılında şehir Romalıların eline geçmiş. Romalılar, Akragas’ın adını Agrigentum olarak değiştirmişler ve büyük bir imar dönemi başlatmışlar. Tiyatro, meclis binası (bouleuterion) ve birkaç tapınak Romalıların döneminde yapılmış. Bu arada, yapılan inşaatlarla birlikte şehir, günümüzde Arkeoloji Müzesinin bulunduğu Aziz Nikolas tepesinin çevresine doğru kaymış. Civarda ortaya çıkarılan zengin villalarının da bu döneme ait oldukları saptanmış. Çeşitli arkeolojik buluntular üzerinde görülen yazılardan Agrigentum’un zenginliğinin en çok sülfür madenciliği, işlenmesi ve ticaretine dayandığı saptanmış. Sicilya’da en önemli sülfür madenlerinin bulunduğu Racalmuto, Agrigento’ya sadece yarım saat uzaklıkta bulunuyor. Bölgede binlerce yıl süren sülfür madenciliği Sicilya topraklarının bağrındaki bir başka trajedinin kaynağı…

Ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989)
Kaynak: www.mubi.com

Dünyada sülfürün kullanılmadığı bir üretimin neredeyse olmadığı belirtiliyor. Sicilya, volkanik yapısı nedeniyle sülfür açısından çok zengin bir ada. Talebin iyice arttığı Endüstri Devrimi sırasında Sicilya’daki sülfür daha da önem kazanmış. 19. yüzyılda dünyada kullanılan sülfürün %90’ı Sicilya’dan sağlanıyormuş. Ancak, endüstrileşen ülkeler zenginleşirken, ağır sömürü altında çalıştırılan Sicilyalılar bu zenginlikten hiç pay alamamışlar. Yerin altındaki madenlerde, 45 derece sıcakta, 6 yaşından başlayarak çalıştırılırlarmış. Aşağıda sıcak, sülfürün çıkardığı gaz ve rutubet nedeniyle güçlükle nefes alarak, çıplak olarak çalışıyorlarmış çünkü başka türlü bu şartlara dayanmak mümkün olmuyormuş. Çocuklar, özellikle dar tünellerden geçebildikleri için kullanılıyormuş. Küçük bedenleri ile sırtlarında taşıdıkları sülfür dolu sepetleri yukarı taşıyorlarmış. Sicilya dilinde carusu olarak adlandırılan bu çocuk işçilerin kullanımı II. Dünya Savaşı’ndan sonra bile devam etmiş. Çocuklar madenlerde sadece fiziksel güç olarak sömürülmemişler, cinsel istismara da maruz kalmışlar. Çalışma sırasında evlerinden bir hafta on gün boyunca uzak kalan madencilerin arasında çocuk işçiler bu tür şeyler de yaşarlarmış ve bu durum normal karşılanırmış. Bir sülfür madencisinin ortalama ömrü 40 yılmış. Kendisi de Racalmutolu olan İtalyan Komünist Partisi üyesi, ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989) bu sömürü düzenine çeşitli kitaplarında değinmiş. Dünyada yer kabuğunun derinliklerinden ham petrol çıkarma teknikleri geliştikçe, sülfür bir yan ürün olarak elde edilmeye başlanmış. Bu çok daha ucuz ve güvenli yöntemin ortaya çıkması ile birlikte Sicilya sülfür üretimindeki tekel konumunu kaybetmiş. Sicilya’dan Amerika’ya olan büyük göçlerin en önemli nedeninin sülfür madenciliğinin bir kazanç kapısı olmaktan çıkması olduğu belirtiliyor. Şimdi biz, Agrigento tarihini özetlemeye devam edelim…

1950-1960’lı yıllarda Sicilya’da sülfür madeni işçileri
Kaynak: www.weirditaly.com

Geç Antik Dönem ve erken Orta Çağ arasında Tapınaklar Vadisi Hristiyanlar için bir mezarlık alanı haline gelmiş. Bizanslılar buradaki pagan tapınakları yerle bir etmişler. Bir tek, kiliseye dönüştürülen Concordia Tapınağı bu talandan kurtulmuş. Müslüman istilaları sırasında şehir, daha sonra modern şehrin gelişeceği yukarı kısımlara doğru kaymış. Bu sırada Tapınaklar Vadisi tarımsal üretim ve özellikle seramik üzerine çalışan zanaat atölyelerinin mekanı haline gelmiş. Antik alan bir yandan da inşaat malzemesi olarak kullanılmak üzere yapılan büyük bir talana maruz kalmış. Sonra, 18. yüzyıla kadar buralar terk edilmiş.

Hera Lacinia (Juno )Tapınağı
Yapımı M.Ö. 5. yüzyılın ortaları

UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer alan Agrigento’daki Arkeolojik Park alanında ilk karşınıza çıkan tapınak, Hera Lacinia Tapınağı. (Juno Tapınağı olarak da biliniyor). Bölgede bulunan çoğu tapınak gibi, hangi tanrı ya da tanrıçaya adandığı kesin olarak bilinmiyor. Romalı bir yazarın yanlış yorumlanan bir metni nedeniyle Hera Lacinia olarak anıldığı düşünülüyor. (Juno, tanrıça Hera’nın Roma mitolojisindeki adıdır). Dorik stildeki tapınağın M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı duvarlardaki kızılımsı izlerden tapınağın M.Ö. 406 yılındaki Kartaca saldırısı sırasında ciddi bir yangın geçirdiği sonucuna varılmış. Büyük olasılıkla Romalılar tarafından restore edilmiş. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çeşitli restorasyon projeleri yakın zamanlarda da farklı müdahaleler şeklinde devam etmiş.

M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda kent duvarlarına oyularak
yapılan Hristiyan mezarları

Parkın anayolunda ilerlerken sol kolda, M.Ö. 6. yüzyılda yapımına başlanan kent duvarını göreceksiniz. Duvarların kimi yerlerinde doğal kaya oluşumlarından yararlanılmış ve bunlara sadece duvar ilaveleri yapılmış. Duvarlara düzenli şekilde oyulmuş kovuklar ise, çok daha sonra, M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda yapılmış Hristiyan mezarları. Bu mezarlara “arcosolia” deniyor. Alanda bu döneme ait katakomb ya da normal mezar şeklinde mezarlıklar da var. Romalılar döneminde ayrıca şehir duvarının yakınında sarnıçlar da yapılmış.

Concordia Tapınağı’nın yaklaşık olarak M.Ö. 5. yüzyılın
ikinci yarısında yapıldığı tahmin ediliyor

Bir sonraki tapınak, daha önce sözünü ettiğim muhteşem Condordia Tapınağı. Hera Lacinia Tapınağı gibi, bu tapınağın da ismini bir yanlış yorumlama sonucu aldığı belirtiliyor. Yine Dorik tarzda yapılmış olan Concordia Tapınağı aşağı yukarı M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Kısa kenarlarında altı, uzun kenarlarında on üç sütun bulunuyor. Tapınak, M.S. 6. yüzyılın sonlarına doğru, Agrigento Piskoposu Gregorio tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Aziz Peter ve Aziz Paul’e adanmış. Uzmanlara göre, bu sayede günümüze kadar yok olmadan ayakta kalmış.

Concordia Tapınağı farklı açılardan insanı büyüleyen bir yapı

Herkesin fotoğraf çekmek için birbiri ile yarıştığı, görsel olarak son derece etkileyici Concordia Tapınağı’nın önünde yan yatmış bronz bir heykel bulunuyor. Sizler de çeşitli yayınlarda bu heykeli görmüş olabilirsiniz çünkü, arkasındaki tapınak ile birlikte, oldukça ünlü bir kareyi oluşturuyor. Önünde fotoğraf çektirmek için insanlar dakikalarca sıra beklemeye razılar. İtiraf edeyim, ben de bekledim. Bu sırada, fotoğraf için poz veren bazı Amerikalı kadın turistlerin esprilerini oldukça kaba ve bayağı bulduğumu söylemeliyim. Kimisi de, heykelin de tarihi bir eser olduğunu sanıyordu. Oysa, “Düşen Ikarus” heykeli, Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014), 2011-2013 yılları arasında Agrigento Tapınaklar Vadisinde, özel bir kişisel sergi kapsamında sergilenen 17 eserinden birisi. Bu heykel, sergi sona erdikten sonra burada bırakılmış.

Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın “Düşen Ikarus” heykeli

Bir sonraki (M. Ö. geç 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen) Herakles Tapınağı, Agrigento’daki en eski tapınak olarak kabul ediliyor. 1835 yılında burada yapılan kazılarda bulunan Roma dönemine ait bir heykel, tapınağın Romalılar döneminde değişiklik geçirdiğine ve burada Asclepius kültünün hakim kılındığına bir işaret olarak görülüyor. Aslında şehir duvarlarının dışında, ancak uzaktan ya da özel izinle görülebilen, Asclepius’a (Apollo‘nun oğlu olan, Yunan mitolojisindeki Tıp Tanrısı) adanmış ayrı bir tapınak da var. 1922-1924 yılları arasında, İngiliz ordusunda görevli Sir Alexander Hardcastle‘ın insiyatifi ile, Herakles Tapınağında çeşitli restorasyon çalışmaları yapılmış. Hardcastle, Girgenti‘ye (Agrigento’nun o zamanki adı) 1921 yılında, tıpkı kendisinden çok önce buralara gelen Alman edebiyatçı, eleştirmen, tiyatro direktörü ve devlet adamı J.W. Goethe (1749-1832) ve daha pek çok gezgin gibi, ılıman iklimi ve buradaki arkeolojik kalıntıları görmek için gelmiş. Kısa bir süre sonra, daimi olarak yerleşmeye karar vermiş ve Concordia Tapınağı ile Herakles Tapınağı arasında bulunan araziye bir villa yaptırmış. Adını Villa Aurea koymuş. Günümüzde bu evde arkeolojik parkın idari ofisleri bulunuyor. Bahçesini gezebiliyorsunuz. Hardcastle, o sırada Tapınaklar Vadisi’nde yapılan kazıları finanse ederek, Herakles Tapınağı’nın sekiz sütununun ayağa kaldırılmasını ve başka birçok eserin toprak altından çıkarılmasını sağlamış. Ayrıca, onun sayesinde bazı tapınakların çevresine ya da üstüne yapılan evler boşaltılarak, yıkılmış. 1933 yılında öldüğü zaman, şehrin Bonamorone Mezarlığı’nın, kendi keşfettiği antik Grek şehir duvarlarına en yakın bölgesine gömülmüş.

Herakles Tapınağı, Tapınaklar Vadisi’ndeki en eski tapınak kabul ediliyor
(M. Ö. geç 6. yüzyıl)
Villa Aurea
Herakles Tapınağı’nın yakınındaki Theron’un Mezarı
Uzaktan görülebilen yapının daha önce tepesinde bir kule olduğu tahmin ediliyor. Mezarın aslında M.Ö. erken 5. yüzyılda yaşamış olan Akragaslı (Agrigentolu) diktatör Theron ile hiçbir ilgisi olmadığı belirtiliyor. Bu isim büyük olasılıkla yanlışlıkla verilmiş çünkü, mezarın aslında çok daha sonra, Helenistik dönemde (M.Ö.323-M.Ö. 32) yapıldığı düşünülüyor.

Agrigento Tapınaklar Vadisi’nde adandığı tanrı antik kayıtlara geçmiş ve bu nedenle kesin olarak bilinen tek tapınak, Zeus Tapınağı. Bugün bir taş yığını olsa da, zamanında Batı Grek Dünyası’nın en büyük tapınağı olduğu belirtiliyor. Bazı kayıtlar, M.Ö. 210 yılında Agrigento’yu ele geçiren Romalıların, saldırılara devam eden Kartacalılara karşı bu yapıyı bir kale gibi kullandıklarını belirtiyor. Tapınağın içinde bazı bölümlerin Romalılar tarafından sarnıca dönüştürülmüş olması bu nedenle olabilir. Ne yazık ki, 6000 metre kareyi kaplayan bu tapınak, Orta Çağ’dan itibaren bir taş ocağı olarak kullanılmış. 18. yüzyılda da, Agrigento’ya bağlı bir yerleşim yeri olan Porto Empedocle‘nin liman inşaatı sırasında epeyce talan edilmiş. Kısa kenarlarında 7, uzun kenarlarında 14 sütun olan tapınağın bir özelliği de, ana sütunların arasında 38 tane Telamon olması. Telamon mimaride, erkek figürü şeklinde yapılmış dev boyutlardaki taşıyıcı sütunlara verilen isim. Bunlara ayrıca, Yunan mitolojisine gönderme yapılarak, Atlas da denebiliyor. Bilindiği gibi, bir Titan olan Atlas, Zeus’a başkaldırmış ve diğer Titanlarla birlikte yenilmiş. Bu yüzden Zeus onu, evreni sırtında taşımakla cezalandırmış. Agrigento Tapınaklar Vadisi’ndeki Zeus Tapınağı’nda bulunan 8 metre boyundaki Telamonlar da dev tapınağın yükünü taşıyorlarmış. Tapınağın Greklerin Kartacalılara karşı kazandığı Himera zaferinden (M.Ö. 480) sonra yapıldığını düşünen bazı kaynaklara göre, söz konusu Telamonlar Kartacalıları da temsil ediyor olabilirler.

Zeus Tapınağı
Tapınağın yapımında vinç gibi kullanılan dev makaraların izleri
Zeus Tapınağı’nın 38 Telamon’undan birisi arkeolojik alanda yerde yatıyor


Zeus Tapınağı’nın alanında yerde yatık olarak bir araya getirilmiş bir Telamon var. Ancak, bu heykel sütunların boyutlarını kayrayabilmek ve yıkılan tapınağı gözünüzde canlandırabilmek için, şehrin Aziz Nikolas tepesinde bulunan Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ni ziyaret etmeniz gerekiyor.

Yaklaşık 8 metre yükseklikleri olduğu belirtilen Telamon’ların gerçek boyutlarını ve konumlarını kavrayabilmek için Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne gitmek gerekiyor
Kazılardan çıkarılmış Zeus Tapınağı’na ait Telamon başları
Tapınağın maketi Telamon’ların orijinal konumlarını kavramanızı sağlıyor

Tapınaklar Vadisi için aldığınız bilet ile aynı zamanda arkeoloji müzesini de gezebiliyorsunuz. Ancak bunun için ya Via dei Templi‘yi izleyerek yokuş yukarı yürümeniz ya da arabanız ile gitmeniz gerekiyor. Giderken bu bölgenin, daha önce sözünü ettiğim, şehrin Romalılar tarafından genişletilen (ve Roma-Helen olarak adlandırılan) bölümü olduğunu hatırlamakta yarar var. Sadece uzaktan ya da özel izin ile görülebilen, Romalılardan kalma, tiyatro ve meclis binası da yine bu tarafta. Biz, sıcak havada doğal olarak, araba ile gitmeyi tercih ettik fakat önce bir öğlen yemeği yedik. Yemekte ne yediğimizi değil ama, içtiğimiz güzel birayı not etmişim. Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira olan Tİ-Mİ-Lİ, Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretilmektedir. Yüksek fermentasyonlu biralarda görülen güçlü ve güzel acı tart bir lezzeti vardı.

Kitonik Tanrılar (Yeraltı Tanrıları) Kutsal Alanı
Kentin 5. kapısına yakın olan bu alanın M.Ö. 6. yüzyıl boyunca çeşitli zamanlarda yapıldığı düşünülüyor. Alan içindeki bu Dorik tapınak, Yunan ve Roma mitololojilerinde aynı anne (Leda) ama farklı babalardan (Zeus ve Sparta kralı Tyndareus) olma ikiz kardeşlere atfen Castor ve Pollux Tapınağı olarak adlandırılmış. Ancak uzmanlar, M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan tapınağın aslında yeraltı tanrıları Demeter ve kızı Persefon‘a adanmış
olması gerektiğini düşünüyorlar.
Aynı alan içinde bulunan sunak altarı
Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bira Tİ-Mİ-Lİ

Agrigento’nun Arkeoloji Müzesi, çok büyük olmamakla beraber, çok güzel bir müze. Müzeye ismi verilen Pietro Griffo, 1941 ve 1968 yılları arasında Agrigento’da kazı ve bölge müdürlüğü yapmış bir arkeolog. Mimar Franco Minissi tarafından tasarlanan müze binası, 1967 yılında kapılarını açmış. Müze alanı içinde 14. yüzyıldan kalma ve Aziz Nikolas Kilisesi‘nin bir uzantısı olan bir manastır da var. Müzede, Agrigento kazılarından çıkarılanların yanında, özel koleksiyonlardan ve müzelerden satın alınmış 5000 civarında eser sergileniyor. Bunlar, kronoloji ve topografyaya göre tasniflenmiş olarak, 17 salonda sergileniyorlar.

M.Ö. 7 yüzyıldan kalan bu altın tas ve yanındaki iki yüzük uzmanlar tarafından Fenike-Kıbrıs sanatının en güzel örnekleri arasında gösteriliyorlar. Yüzüklerden solda olanın üstünde buzağısını emziren bir inek, diğerinde ise yürüyen bir kurt resmedilmiş.
Büyük olasılıkla Gela‘da yapılmış, M.Ö. 7 yüzyılın ikinci yarısına ait bir dinos. O dönemde doğrudan kadehten şarap içmek ayıp sayıldığı için, önce dinos olarak adlandırılan bu kaplarda şarap ve su karıştırılırmış. Kabın üzerindeki üç bacaklı Triskeles deseni aslen Greklerde güneşin dönüşünü ifade eden bir astronomik sembol ve uğur işareti imiş. Daha sonra, Sicilya’nın üç coğrafi burnunu temsil etmek için kullanılmış. Günümüzde Sicilya bayrağında (Trinacria) da bu sembol var.
Üzerinde saçlarının bir kısmı ve tacı bulunan kafatası
(M.Ö. 5. yüzyılın sonu)

Müzede yaklaşık iki buçuk saat kaldık. Sicilya’ya gelmeden önce, akşam saat sekiz buçuk için çok özel bir restorana rezervasyon yaptırmıştık. Daha birkaç saat vaktimiz vardı. Bu süreyi, Agrigento’ya yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan Scala dei Turchi‘yi (Türk Merdivenleri) görmeye giderek değerlendirmek istedik. Kireçtaşı bazlı, jeolojik bir oluşum olan Scala dei Turchi’nin Türklerle ilişkilendirilmesi, bir zamanlar Türk korsanların denizde kopan fırtınalardan korunmak için gemilerini buraya demirlemelerinden kaynaklanıyor. Resimlerde son derece güzel görünen bu yere gitmek için tekrar Via dei Templi’den yokuş aşağı, sahile doğru inmemiz gerekiyordu. Rotamızı belirleyip, müzenin otoparkından çıktık.

Müze zengin bir Antik Yunan seramik koleksiyonuna sahip

Ne yazık ki, Scala dei Turchi’yi görmek kısmet değilmiş… Otoparktan çıktıktan sonra, yan yoldaki DUR işaretine uyarak soldan gelen trafiği kontrol edip, anayola çıkıyorduk ki, aniden yukarıdan son sürat aşağı doğru beliren bir araba sol ön çamurluktan bize çarptı. Hemen durduk. Bize çarpan araba da biraz ileride durdu. Bu tür trafik kazalarında insanın sinirleri zaten geriliyor. Siz buna bir de kazanın yabancı bir ülkede olmasının stresini ekleyin. Sakin olmaya çalışarak, arabadan inmeye yelteniyorduk ki, bize çarpan arabanın ön yolcu koltuğundan yaşı epeyce ileri ama süsü püsü yerinde bir kadın indi ve bir yandan ellerini kollarını sallayarak, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırarak bize doğru gelmeye başladı. Şoför tarafından da yaşlı bir adam indi. O da kadın gibi davranma gayretindeydi ama, takınmaya çalıştığı tavır üzerinde biraz eğreti duruyordu. Daha çok tedirgin ve ürkek bir tavrı vardı. Arabadan indik. Yaşlı kadın sürekli bağırıyordu. Kâh DUR işaretini gösteriyor kâh yoldan geçerken yavaşlayan arabalara bizi şikayet ediyordu. İtalyanca, neden bağırdığını sordum. Aynı soruyu yaşlı adama da sordum. Biraz sakinleştiler. O arada onların arabadan bir yaşlı kadın daha indi ve üstümüze gelmeye başladı ama, benim birkaç cümlemden sonra tekrar arabaya binmesi çok uzun sürmedi.

Bizim araç kiraladığımız şirketten kasko sigortamız vardı. Tek yapılması gereken, bize verilen bir formu doldurmamız ve karşı tarafa da imzalatmamızdı. Buna müthiş itiraz ettikleri gibi, iki arabanın fotoğrafını çekmemizi de engellediler. Bu bağırış çağırış bir süre devam etti. Bu arada kadın sürekli birilerini arıyordu. Anlaşılan bir yere gezmeye gidiyorlardı. Günlerinin rezil olduğunu söyleyerek sürekli bizi şikayet ediyordu. Arada bize de, “Carabinieri“yi (Jandarma) çağıracağını söyleyip duruyordu. Ne amaçla yaptığını bilmiyorum ama, blöf yapıyordu herhalde ki, ben birkaç kez derhal çağırmasını söyleyince önce bir durakladı, sonra telefon etti. Beklerken, onların arabayı biraz inceleyince, her yerinin vuruk olduğunu gözlemledik. O sırada eşim de bir yandan, arabayı kiraladığımız uluslararası şirketin müşteri hizmetlerine ulaşmaya çalışıyordu. Uzun süre telefona yanıt veren olmadı. Sonra telefona, sürekli ezberlediği İngilizce aynı kalıp cümleleri tekrarlayan birisi çıktı. Tek elle tutulur önerisi, çekici göndermekti. Oysa çekiciye gerek yoktu. Bir çözüm önermeden, on dakika sonra arayacağını söyleyerek, telefonu kapattı.

Gidemediğimiz Scala dei Turchi
Kaynak: iStock

Çok uzun olmayan bir bekleyişten sonra, içinde iki Carabinieri bulunan, lacivert bir araba geldi ve bize çarpan arabanın önünde park etti. Jandarmalardan biri arabadan indi ve bize doğru geldi. Bizim yaşlı kadın yine bağırarak, kendini onun önüne attı ve şikayet etmeye başladı. Bunun üzerine, çok özenle ütülenmiş üniformalı, yakışıklı ve kibar jandarma kadını eliyle işaret ederek durdurdu, sakin olmasını, her iki tarafı da dinleyeceğini ama soruları kendisinin soracağını söyleyerek, kibarca ikaz etti. Önce, her birimize ayrı ayrı yaralı olup olmadığımızı sordu. Sonra, her iki arabanın sürücü ve tüm yolcularının kimliklerini istedi. Kibar ama otoriter bir tavrı vardı. Önce karşı tarafı, sonra beni dinledi. Bu sırada benim en büyük dileğim, jandarmanın milliyetçi duygulara kapılmadan, en azından tarafsız davranması idi. Bizim arabanın vurulan kısmına bakarken, ufak bir mimiği bizi umutlandırdı çünkü bu, bizim değil, karşı tarafın suçlu olduğunu ima eden belli belirsiz bir hareketti. Jandarmaya diğer sürücünün, vergi pul parası ödemek istemediği için, formu doldurmayı reddettiğini söyledim. Bunun anlamsız olduğunu çünkü, böyle bir pul parası olmadığını söyledi.

Saatler ilerlemeye başladı… Bu arada tek iyi olay, başka bir arabanın gelip, iki yaşlı kadını gidecekleri yere götürmesi oldu. Belki bir davete ya da yemeğe gidiyorlardı. Onlar gidince, ortalık sakinleşti. Yaşlı adam da daha bir kibarlaştı. Sanırım karısının yanında, kendisinden beklendiği gibi davranmaya çalışıyordu. Carabinieri önce, bu iş kayda geçerse ve biz suçlu bulunursak, hem bizim hem karşı tarafın masraflarını ödemek zorunda kalacağımızı söyledi. Tam kapsamlı kaskomuz olduğunu söyleyince ve formu doldurursak bir şey ödemeyeceğimizi belirtince, bu sefer adamla bir köşede uzun bir konuşmaya girişti. Zararlı çıkacağımız bir durum olmaması için konuşulanları izlemeye çalışıyor ama, her şeyi de duyamıyordum. Sonunda, nasıl oldu bilmiyorum, Carabinieri adamı ikna etti. O zamana kadar arabadan hiç inmemiş olan arkadaşına haber verdi ve bundan sonrasını ona devretti. Bu ikinci jandarma, şaşırtıcı bir şekilde, iyi İngilizce konuşuyordu. İtalya’da böyle bir şeye büyük şehirlerde bile rastlamanız oldukça düşük bir olasılıktır. Agrigento’da İngilizce bilen bir jandarma ile karşılaşmamız oldukça sıra dışı idi. Öte yandan, ilk jandarma kimliklerimizi ona götürdüğü halde o zamana kadar olaya niye müdahale etmedi, bilmiyorum.

Sonunda, formlar bizim arabanın kaputunun üstüne yayıldı ve doldurulmaya başlandı. Sonradan gelen jandarma, formun her maddesini hem diğer sürücüye açıklayarak hem de bize İngilizceye çevirerek doldurttu. (Evet, o uluslararası ünlü araç kiralama şirketinin kaza için koyduğu formlar tamamen İtalyanca idi!) Ben de anlayabildiğim kadarıyla formu izlemeye ve bir şey kaçırmamaya çalıştım. Günlük hayatta İtalyanca iletişim kurabilmek başka bir şey, araba ve sigorta terimlerini bilmek bambaşka bir şey. Yine de, aleyhimize olabilecek bir iki yerde itiraz ettik ve değiştirttik. Formu doldurmak bu şekilde epeyce sürdü. O sırada ilk Carabinieri benimle sohbete başladı. Nerede kaldığımızı, kaç gün kalacağımızı, Sicilya’yı beğenip beğenmediğimizi, İtalyancayı nerede öğrendiğimi ve benzeri sordu. Sinirlerim gevşedi. Biraz rahatladım. Nihayet form dolduruldu, imzalar atıldı. Yaşlı adam kibar bir şekilde benimle vedalaştı ve güzel bir akşam geçirmemizi diledi. Yanında eşi olmayınca epeyce değişmişti! Carabinieri’ler de aynı kibar dileklerde bulunup, olay yerinden ayrıldılar. Tüm bunlar olurken, aradan iki buçuk saat geçmiş ve bizi kiralama şirketinden arayan, soran kimse olmamıştı. Tam biz de oradan ayrılıyorduk ki, telefon çaldı. Yine çekici isteyip, istemediğimizi sordular…

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası
Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Akşam yemeği için çok özel bir yere rezervasyonumuz olduğunu belirtmiştim. Kaza nedeniyle biraz gerilmiş olsak da, aynı zamanda bir Michelin restoranı olan La Terrazza degli Dei‘ye gitmeden, her şeyi geride bırakarak, güzel bir gece geçirmeye karar vermiştik. “Tanrıların Terası”, beş yıldızlı otel Villa Athena‘ya ait bir restoran. Otel, Tapınaklar Vadisi Arkeolojik Park’ının içinde (Via Passeggiata Archeologica, 33), ayrı bir girişi olan bir yer. Binanın kendisi de 18. yüzyıldan kalma eski bir konut. Villa Athena ve restoranı Terrazza degli Dei’nin en büyük ayrıcalığı konumu nedeniyle sahip olduğu manzara olsa gerek. Zira buradan, 2500 yıllık Concordia ve Juno tapınaklarının muhteşem bir görüntüsü var. Biz de bu gerçekten büyülü ortamda çok güzel bir akşam yemeği yedik. Binayı çevreleyen zeytin ve badem ağaçlarının ürünlerinin kullanıldığı çok lezzetli yemekler yedik. Teras yine Amerikalılarla doluydu. O akşam yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah, Petit Verdot üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Rezervasyon sırasında o gecenin bizim için özel olduğunu belirttiğim için, yemek sonrası ufak bir pasta ve yanında yine Donnafugata’nın Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından ikram ettiler. Bir de, kendi kullandıkları özel zeytinyağından orta boy bir şişe hediye ettiler. Asıl sürpriz ise en sonda oldu. O zamana kadar profesyonelce çok iyi bir servis veren ama oldukça donuk bir yüz ifadesi ile mesafeli duran garsonumuz önce, fonda tapınakların olduğu poz poz fotoğraflarımızı çekti. Sonra, terası çevreleyen çiçek ve sarmaşıklardan bana kendi elleri ile minik bir buket yaptı. İtalyan erkeklerinin o neşeli ve nüktedan haliyle “Karıma söylemeyin”, demeyi de ihmal etmedi…