Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Agrigento’da geçirdiğimiz duygusal gelgitlerle dolu bir önceki günün ardından, sabah yine kaldığımız Dimora dei Templi‘nin terasında kahvaltı yaptıktan ve bize servis yapan Sicilyalı genç ile vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. O gün hedefimiz, Selinunte antik kentini, Mazara del Vallo‘yu ve Marsala‘yı gezdikten sonra, Cefalù‘ya dönmekti. Ertesi gün Cefalù’dan Palermo‘ya giderek orada daha önce gezemediğimiz yerleri gezecektik. Bu değişik rotayı ve programı neden izlemek zorunda kaldığımızı dizinin ilk yazısında (tıklayarak erişebilirsiniz) anlatmıştım. Bütünsellik açısından daha uygun olduğunu düşündüğüm için, Palermo’yu gezdiğimiz ilk ve ikinci günle ilgili yazılarımı da daha önce peşpeşe yayınlamıştım.

Evet, yukarıda belirttiğim gibi, Dorik tapınaklarla dolu bir başka antik kent olan Selinunte’ye gitmek üzere otelden ayrıldık. Ancak, Agrigento’yu geride bırakmadan önce görmek istediğim bir yer daha vardı. Burası, İtalyanların büyük şair ve edebiyatçısı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev ve mezarının bulunduğu müze idi. Pirandello ülkemizde romanları, kısa öyküleri ve şiirlerinden çok, tiyatro oyunları ile tanınıyor diye düşünüyorum. Eserleri çeşitli yıllarda özel ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sahnelendi. İlk aklıma gelenler; Altı Kişi Yazarını Arıyor, Size Öyle Geliyorsa Öyledir ve Ağzı Çiçekli Adam. Pirandello, gençliğinde Nasyonal Faşist Parti üyesi olmasına karşın, günümüzde liberal ve sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere, edebiyatçılar tarafından çağdaş tiyatroya en çok katkıda bulunan yazarlardan biri olarak kabul ediliyor. Britanyalı akademisyen Profesör Anthony Mortimer’a göre, “Pirandello, hem İtalyan edebiyatında hem de dünya tiyatrosunda bir devrim yapmıştır.” Pirandello bu anlamda Absürd Tiyatro akımının kurucuları sayılan Samuel Beckett (1906-1989) ve Eugène Ionesco‘nun (1909-1994) öncülü sayılıyor. Ben şahsen, Sicilya’ya gidene kadar Pirandello’nun aslen buralı olduğunu bilmiyordum. Gidince öğrendim ve bir edebiyatsever olarak bu müzeyi görmek istedim. Konuya özel ilgi duymayanlar Pirandello’nun müzesini ziyaret etmeyebilirler.

Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev
Evde sergilenen az sayıda mobilyadan birkaçı

Luigi Pirandello 1867 yılında, Agrigento’ya 4 kilometre uzaklıkta bulunan Caos (İtalyanca’da Chaos) mevkindeki bu evde, hem anne hem baba tarafından çok zengin bir aileye doğmuş. Babası çok varlıklı bir sülfür sanayicisi, annesi ise Agrigentolu büyük burjuva bir aileden gelen çok iyi eğitimli bir kadınmış. İlk eğitimini evde alan Pirandello, küçük yaşlardan itibaren evdeki hizmetlilerin anlattığı masal ve efsanelere ilgi duymuş. On iki yaşında ilk tragedyasını yazmış. Babasının ısrarı üzerine önce teknik bir orta okula kayıt olsa da, daha sonra edebiyat ve beşeri bilimleri tercih etmiş.

Luigi Pirandello (1884)
Kaynak: wikipedia.org
Pirandello’nun doğduğu evin bahçesindeki büstü

1880 yılında aile Palermo’ya taşınmış. Burada liseyi bitiren Pirandello aynı zamanda hem 19. yüzyıl İtalyan şairlerini yoğun olarak okumaya hem de ilk şiirlerini yazmaya başlamış. Bu dönemde babasının evlilik dışı ilişkilerinin farkına varan Pirandello duygusal olarak babasından uzaklaşmaya başlamış. Annesine her zaman duyduğu, eserlerine de yansıyan sevgisi ve düşkünlüğü daha da artmış. Pirandello üniversite eğitimine Palermo Üniversitesi’nin Hukuk ve Edebiyat bölümlerinde başlamış. Özellikle Hukuk bölümündeki ortam onun politikaya ilgisini artırmış. Kendisi doğrudan yer almasa da, ileride Fasci Siciliani adını alacak olan demokrat ve sosyalist harekete sempati duymuş ve bu hareketin lider idealogları ile yakın arkadaş olmuş. 1887 yılına gelindiğinde, çalışmalarına kesin olarak edebiyat alanında devam etmeye karar veren Pirandello, yüksek eğitimi için Roma‘ya gitmiş. Burada sık sık gittiği tiyatrolar onun bu edebiyat dalına ilgi duymasına yol açmış. Eğitimi devam ederken, Latince profesörü ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Roma Üniversitesi’nden ayrılıp, doktora çalışmalarına devam etmek için, Bonn‘a gitmiş. Filoloji doktorasını tamamlama sürecinde Alman Romantikleri‘ni ve özellikle Goethe‘yi (1749-1832) yoğun olarak okuma fırsatı bulmuş. 1891 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Roma’ya dönen Pirandello, 1893 yılından itibaren edebiyatın çeşitli dallarında eserler yazmaya başlamış.

Luigi ve kardeşi Rosolina’nın resim defteri
Yazarın mektupları ve el yazmalarından bazıları

1903 yılında, Pirandello’nun babasının Agrigento yakınlarında bulunan Aragona‘daki sülfür madenlerini sel basınca, aile maddi krize girmiş. Babası sadece ailenin kendi kaynaklarını değil, Pirandello’nun eşinin drahomasını da bu işletmeye yatırdığı için bu krizin sonuçları çok ağır olmuş. Pirandello’nun eşi ömür boyu sürecek bir ruhsal bunalıma girmiş. Pirandello’nun kendisi ise, bir ara intihar etmeyi düşündükten sonra, verdiği İtalyanca ve Almanca derslerin sayısını artırarak ve o zamana kadar ücretsiz yazı yazdığı edebi dergilerden ücret talep ederek, üç çocuklu çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmış. 1904 yılında Pirandello kendisine tanınırlık kazandıran ilk romanını (Mattia Pascal) yayınlamış ve ondan sonraki on yıl boyunca roman ve kısa öykü dalında eserler vermeye devam etmiş. 1916 yılında tiyatro yeniden ilgisini çekmeye başlamış ve yazdığı eserleri kısa zamanda sadece İtalya’da değil, başta Londra olmak üzere Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York‘da sahnelenmeye başlanmış. 1922-1924 yılları arasında uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı iyice artan Pirandello bu arada Fransızların Légion d’honneur nişanına da layık görülmüş. Yine bu sıralarda Benito Mussolini‘ye (1883-1945) bir mektup yazarak Nasyonal Faşist Parti üyesi olmak istediğini bildirmiş. Bu hareketinin sonunda, Mussolini’nin desteği ile Roma’da kendi tiyatrosunu (Teatro d’Arte di Roma) kurmuş. Pirandello’nun gerçekten faşist olup olmadığı daima bir tartışma konusu olmuş. Her ne kadar, “Faşistim çünkü İtalyanım” demiş olsa da, parti ile temel konularda sürekli tartışma yaşamış. Kendisini, “Bu dünyada sadece bir insanım, ben apolitiğim”, diye tanımlamış. Parti ile fikir ayrılıkları 1927 yılında parti kimliğini parti genel sekreterinin gözleri önünde yırtmasına kadar varmış. Tüm bunlar nedeniyle, Pirandello’nun aslında düşünsel olarak değil, pratik nedenlerle, kariyerine faydası olacağı için parti üyesi olduğu fikri yaygın. Öte yandan Pirandello, 1934 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü madalyasını 1935 yılında İtalya’nın Etiyopya‘yı (o zamanlarki adıyla Habeşistan’ı) işgali için düzenlenen kampanya sırasında, eritilmek üzere, partiye bağışlamaktan da kaçınmamış.

Pirandello 1934 yılında Nobel ödülünü aldıktan sonra katılmak zorunda kaldığı çok sayıda davetten bir süre sonra sıkıldığını sık sık ifade etmiş
Kaynak: wikipedia.org
1935’te Albert Einstein ile beraber
Kaynak: wikipedia.org

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapılmış olan Pirandello’nun doğduğu ev, aslen yazarın anne tarafına ait kırsal bir villa. Ev ve çevresindeki zeytin ağaçları ile dolu arazisi bir tepeden, yazarın “Afrika Denizi” diye betimlediği, Sicilya ile Afrika kıtası arasındaki denize bakıyor. Yazarın annesi Caterina Ricci Gramitto Luigi Pirandello’yu, 1867 yılında yaşanan bir kolera salgını sırasında, hastalıktan korunmak için çekildiği bu evde doğurmuş. Ev, ailenin yaşadığı mali krizden sonra birkaç el değiştirmiş. 1943 yılında, yakınındaki bir cephane çöplüğünde yaşanan bir patlama nedeniyle ağır hasar almış. 1949 yılında ulusal anıt statüsü verilmiş. 1952 yılında Sicilya bölgesel yönetimi satın aldıktan sonra kapsamlı bir restorasyon yapılmış. Günümüzde müzenin giriş katında Pirandello ile ilgili süreli sergiler düzenleniyor. Üst katta ise, yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, mektupları, el yazmaları, kitaplarının imzalı ilk basımları, aldığı ödüller ve ünlü oyunlarının afişleri sergileniyor. Ayrıca, yazarın eserlerinden alıntılar ve çeşitli konular üzerine düşünceleri farklı görsel araçlarla (projeksiyon, film vb.) gösteriliyor. Bunların arasında, Pirandello’nun özellikle ölüm üzerine düşünceleri beni çok etkiledi…

Yazarın eserlerinin ilk basımlarından örnekler

Pirandello, Nobel ödülünü aldıktan iki yıl sonra, 10 Aralık 1936 günü Roma’daki evinde ölmüş. Ölmeden önce kesinlikle istemediğini belirtmesine karşın, cenazesi devlet töreni ile kaldırılmış. Oysa, ” Öldüğüm zaman beni giydirmeyin. Beni çıplak olarak bir çarşafa sarın. Yatağın üstünde çiçekler ve mum ışığı olmasın. Sadece bir cenaze arabası olsun. Çıplak. Bana kimse eşlik etmesin. Akrabalar ve arkadaşlar olmasın. Araba, at, arabacı, o kadar. Beni yakın”, demiş. Kilise yakılmaya karşı olduğu, Faşist Parti de bir kimsesiz gibi gömülmesini redettiği için, bu istekleri yerine getirilmemiş. Vasiyeti ancak 1947 yılında hayata geçirilmiş ve külleri, arzuladığı gibi, Sicilya’ya, doğduğu yere getirilmiş.

…. küllerimin konduğu kap Sicilya’ya götürülsün ve doğduğum yer olan Girgenti’nin (Agrigento’nun o zamanki adı) kırsal bölgesinde sert bir kayanın içine yerleştirilsin “

Luigi Pirandello

1947 yılında Pirandello’nun külleri, Sicilya’nın Antik Yunan dönemine ait bu vazonun içinde doğduğu yere,
Sicilya’ya taşınmış

Pirandello’nun mezarı doğduğu evin çok yakınında, tam da onun istediği gibi, “Afrika denizi”ni gören bir noktada. Çok uzun olmayan bir yürüyüşle, tepenin yamacı boyunca yürüyüp, ulaşıyorsunuz. Biz giderken yabancı bir çift mezardan geri dönüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Yazarın külleri, vasiyet ettiği gibi, heykeltıraş Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu anıtsal bir kayanın içine yerleştirilmiş. Sessizlikte, yüzümü mezarın baktığı denize döndüm ve hafif dalgalı denizi izledim bir süre. Biraz puslu havada göremedim ama, Afrika karşıda bir yerlerde olmalıydı…

Sanatçı Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu ve Pirandello’nun vasiyet ettiği gibi küllerinin içine yerleştirildiği anıtsal kaya mezar
Modern tiyatronun öncüsü bir büyük sanatçının anısına…

Agrigento’dan Selinunte’ye gitmek için batıya doğru aşağı yukarı 120 kilometre kadar gitmeniz gerekiyor. M.Ö. 628 yılında kurulduğu tahmin edilen ve o zamanlar ismi Selinus olan bu Grek kolonisi, Sicilya’nın doğusunda bulunan bir başka Grek kolonisinden, Megara Hyblaea‘dan gelen Grekler tarafından kurulmuş. Megara Hyblaealılar ise, Selinunte’yi kurmadan 100 yıl kadar önce Yunanistan’daki Megara‘dan gelmişler. (Hatırlanacağı üzere, İstanbul’da M.Ö. 658 yılında, günümüzde Topkapı Sarayı‘nın bulunduğu, Birinci Tepe‘de ilk şehir devleti Byzantium‘u kuran Byzas da Megara’dan gelmiştir). İki nehir arasında kurulmuş olan Selinunte, söylendiğine göre adını burada bol miktarda yetişen yabani kerevizden (selinon) almış. Bu nedenle, kereviz yaprağı motifi kentin paralarında yaygın olarak kullanılmış.

Selinus (Selinunte)
Sicilya’nın batısında, deniz kenarında bir Grek koloni kenti

Selinunte, Sicilya’nın güneybatı köşesinde bulunuyor. Burası aynı zamanda, adadaki Grek kolonileri arasında en batıda bulunan koloni. Bu nedenle, Selinuntelilerin Fenikeliler, yine onlardan olan Kartacalılar ve Sicilya’nın yerli halkları ile en baştan ilişkide olmaları kaçınılmaz olmuş. Başlarda Fenikelilerle bir sorun yaşamazken, daha önce gezdiğimiz Segesta ile bitmeyen bir düşmanlık ve savaş yaşamışlar. Segesta ile ilgili yazımda (erişim için tıklayabilirsiniz) belirttiğim gibi, buranın halkı olan Elymianlar Anadolu kökenli, Grek olmayan bir halk. Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180) sonra Troia‘dan göç etmişler ve tarihsel olarak Sicilya’nın yerel kabul edilen üç halkından birisini oluşturuyorlar. Selinunte ile Segesta arasındaki bitmeyen sınır ve güç savaşları sırasında, Segesta’yı tutan Atina ile Selinunte’nin müttefiki olan, adanın doğusundaki Siracusa arasında da savaşlar olmuş. Öyle ki, Atinalılar Segesta’ya destek olmak için Sicilya’ya bir sefer düzenlemişler. Ancak, Selinunte yerine Siracusa’ya saldırmışlar. M.Ö. 415-413 arasında zamanın bu iki süper gücü arasındaki mücadelede Atina yenilince, Segestalılar bu sefer Kartacalıları yardıma çağırmışlar.

Üzerinde yabani kereviz yaprağı motifleri olan antik Selinunte paraları
Kaynak: wikipedia.org

M.Ö. 409 yılında, dokuz günlük bir kuşatmadan sonra, Selinunte Kartacalıar tarafından yerle bir edilmiş. Şehir nüfusunun neredeyse tamamı ya öldürülmüş ya da esir alınmış. Bu saldırıdan sonra Selinunte hiçbir zaman eski şaşalı günlerine dönememiş. Daha sonra, Kartacılarla Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sırasında da arada kalan şehir, M.Ö. 250 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve bir daha inşa edilmemek üzere tarihten silinmiş. Kalan halk, şehirden geri çekilirken Kartacalılar tarafından Lilybaeum‘a (günümüzde Marsala) götürülmüş.

Tanrıça Hera’ya adanmış olabileceği düşünülen Tapınak E (M.Ö. 460-450)
Tapınağın içi

Selinunte, kurulduktan sonra 200 yıl içinde dev tapınakları ve iki limanı olan çok muhteşem bir şehir devleti haline gelmiş. Bir dönem, Antik Çağ için oldukça fazla sayılacak 100.000’nin üzerinde bir nüfusa ulaşmış. Deniz kenarında etkileyici Dorik tapınakları olan kent, kuzey-güney ekseninde uzanan, yaklaşık 4000 dönümlük bir alana yayılmış. Bu nedenle, günümüzde de antik kentin içinde bulunduğu arkeolojik parkın, Avrupa’nın en büyük arkeolojik ören yeri olduğu belirtiliyor. Arkeolojik alan başlıca dört bölgeden oluşuyor. Kısıtlı zamanda seçim yapma gerekliliği yüzünden biz, şehrin doğusundaki ve akropol bölgesindeki tapınaklara gitmeye karar verdik. Bir de ören yerinin müzesini gezebildik. Buraların dışında, antik kentin kuzeyindeki Mannuzza tepesinde ev kalıntıları, batı tarafta Demeter‘e adanmış bir kutsal alan ve nekropol (mezarlık) bölgesi varmış. Zaman kısıtının dışında bir de, gökyüzünde gittikçe kararan yağmur bulutları bizi böyle bir seçim yapmaya itti.

Selinunte’de gezdiğimiz doğu tapınakları ve akropoldeki tapınakların arasındaki uzaklık epeyce fazla. Neyse ki, arkeolojik alanın çeşitli noktaları arasında işleyen elektrikli servis araçları var. Bu, Türkiye’de de geniş ve düz bir alana yayılan antik kentler için düşünülebilecek iyi bir çözüm olabilir. Bisiklet kiralamak da mümkünmüş.

Tapınak E

Arabayı Selinunte Arkeolojik Parkı‘nın girişindeki park yerine bıraktık. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, İtalya’da mümkünse arabanızı dolu bagaj ile bırakmayın ya da güvenli bir yere park ettiğinizden emin olun. Aksi takdirde, arabanız çok kısa bir zamanda soyulabilir.

Antik kentte ilk gezdiğimiz doğu bölgesi tapınakları parkın giriş kapısına daha yakın bir yerde ama, yine de yürümek için uzak. Kısa bir beklemeden sonra gelen servise binerek tapınakların bulunduğu yere gittik. Selinunte’deki tapınakların tam olarak hangi tanrılara adandıkları bilinmiyor. O nedenle, tapınaklar her birine verilen harflerle anılıyorlar. Doğu bölgesindeki tapınaklar E, F ve G olarak adlandıırlmışlar. Esasında tüm tapınakların adanmış olabilecekleri tanrılar için bazı iddialar var ama, anlaşılan bilimsel olarak kanıtlanamadığı için bu şekilde anılmaya devam ediliyorlar.

Günümüzde bir taş yığını olan Tapınak G bir zamanlar Selinunte’deki en büyük tapınakmış ve Anadolu’daki büyük Iyon tapınakları ile rekabet etmek üzere tasarlanmış. Bu amaçla, Didim‘deki Apollo Tapınağı‘nı çağrıştıran bir plana göre yapılmış. Ancak, M.Ö. 530 yılında yapımına başlanan tapınak hiçbir zaman tam olarak bitirilememş.

Tapınak E, bu gruptakilerin en yenisi. M.Ö. 460-450 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı kaynaklar Hera’ya (Roma mitolojisindeki adıyla Juno’ya) adanmış olabileceğini belirtiyorlar. Hera, Yunan mitolojisinde evlilik, kadın ve doğum tanrıçasıdır. Tapınağın günümüzde ayakta görünen hali büyük oranda 1956-1959 yılları arasında, çevredeki orijinal taşlar kullanılarak yapılan yeniden inşa sonucu ayağa kaldırılmış. Bazı çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, bence bu çalışma tapınağın eski görkeminin algılanması açısından başarılı olmuş. Zira, Selinunte’deki tapınakların bir çoğu günümüzde bir taş yığını halinde duruyorlar. Bu yıkıma büyük ölçüde Orta Çağ’da yaşanan depremler neden olmuş. Tapınak F, doğu bölgesindeki tapınakların içinde en küçük ve en eski olanı. M.Ö. 550-M.Ö. 540 arasında yapılmış. Tapınak G ise, zamanında Selinunte’deki en büyük tapınakmış. Yapımı kesintiler nedeniyle çok uzun sürmüş. İnşasına M.Ö. 530 yılında başlandığı belirtiliyor. M.Ö. 409 yılında, Kartacalılar şehirde taş taş üstünde bırakmayınca tapınak da tamamlanamamış. Kalıntı yığınındaki taşlarda göze çarpan stil farklılıkları yüz seneden fazla süren ve tamamlanamayan inşaatın kanıtları olarak duruyorlar. Eldeki bulgulara dayanarak, Tapınak G’nin şehrin Hazinesi olarak da kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş.

Tapınakların yapımında kullanılan makaraların bir kopyası

Selinunte’nin ve tapınaklarının inşası için gerekli taşlar, şehrin 11 kilometre kuzeybatısında bulunan Cave di Cusa‘dan getirilmişler. Burası, Antik Çağ’da kullanılmış tarihi bir taş ocağı. M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısından M.Ö. 409’daki Kartaca işgaline kadar, 150 yıl kullanılmış. Şu anda arkeolojik sit alanı olan Cave di Cusa’da o zamanlar, gerekli taşların ocaktan kesilip çıkarılması için 150 kadar kölenin kullanıldığı belirtiliyor. Selinunte’de, taş ocağından getirilen taşların işlenerek nasıl üst üste konduklarını anlayabilmeniz için antik çağda kullanılan makaraların kopyaları yapılmış. Böylece insan, bu dev yapıların nasıl inşa edildiklerini gözünde canlandırabiliyor. İnşaatta kullanılan bloklar, Tapınak G’nin taş yığını arasındaki bazı taşların üzerlerinde görülen at nalı şeklindeki oyuklara geçirilen halatlar ve sözünü ettiğim dev makaralarla yerlerinden kaldırılırlarmış. Hatırlarsanız, taşlardaki benzer oyuklara Agrigento Tapınaklar Vadisi‘ndeki Zeus Tapınağı‘nda da rastlamıştık.

Bir başka açıdan yine Tapınak E

Tepesinde Dorik tapınaklar bulunan akropol şehrin denize hakim bir noktasında. Daha önce belirttiğim üzere buraya da, parkın içindeki müzeye olduğu gibi, elektrikli servis aracı ile ulaşım sağlanıyor. Buralar doğu bölgesine oldukça uzak. Arabada giderken yürüyerek gitmeyi tercih edenlere rasladık. Biraz imrenerek baktılar bize gibime geldi. Yol bizim Segesta’da çıkmak zorunda kaldığımız kadar yokuş ve zorlu bir yol değildi. Ama, yağmur bulutları ile kararan hava giderek tehditkar bir hal almaya başlamıştı.

Akropol bölgesinde, ön tarafta Tapınak A ve Tapınak O‘dan
geriye kalan taş yığınları. Arkada, sütunları görünen Tapınak C (M.Ö. 550) bu bölgedeki en eski tapınak.

Akropolde A, B, C, D, O ve Y tapınaklarının kalıntıları var. Bunlardan denize en yakın olan iki tanesi, A ve O, aynı yıllarda (M.Ö. 490-M.Ö. 460) ve aynı plan ile yapılmışlar. Günümüzde taş yığını olarak duruyorlar. Akropoldeki en eski tapınak, C tapınağı. M.Ö. 550 yılında yapılmış. Tapınak alanında bulunan çok sayıda mühür nedeniyle buranın, kutsal alan olmanın dışında, arşiv olarak kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş. Tapınak C ile Tapınak D (M.Ö. 540) arasındaki bölgede M.S. 5. yüzyılda kalıntıların taşları kullanılarak yapılmış bir Bizans köyünün kalıntıları var. Buradaki yapıların bir kısmı, Orta Çağ’da olan depremlerde tapınaklarla birlikte zarar görmüşler. Bazı evlerin üstüne tapınakların sütunları devrilmiş. Tapınak D’nin doğusunda bulunan Y Tapınağı, kesin olarak bilinmemekle beraber, M.Ö. 550 civarında yapılmış. Buraya Küçük Metoplar Tapınağı da deniyor. Metop, Dor tipi tapınakların frizlerinde bulunan düz veya kabartmalarla bezeli süslemelere verilen isim. Tapınak Y’de en güzel örnekleri bulunan bu metoplar daha sonra şehir içinde başka yapılarda ve kent duvarlarında dolgu olarak kullanılmışlar. Arkeolojik parkın müzesinde hem Tapınak Y’nin küçük bir ayağa kaldırılmış kesitini hem de tepedeki metopların kopyalarını görmek mümkün. Orijinalleri, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne götürülmüşler. Bu bölgedeki en yeni tapınak, Helenistik dönemde, M.Ö. 250 yılı civarında yapımış olan Tapınak B.

Selinunte Arkeolojik Parkı’nda bulunan müzenin koleksiyonu Prehistorik (Tarih Öncesi) çağlara kadar uzanıyor

Biz akropol bölgesini gezerken yağmur başladı. Öyle ince ince değil. İri damlalar düşmeye başladı. Bizi ören yerinin girişine götürecek servisi beklerken, durağın olduğu yerde bulunan kafede birer kahve içtik. Açık havada idik ama ağaçlar bizi korudu. Dinlenmek iyi geldi doğrusu.

Akropol bölgesindeki Tapınak Y‘nin bir bölümünün müzedeki rekonstrüksiyonu (yeniden inşası). Bir tek tepedeki metoplar orijinal değil.
Metop, Dorik tapınaklarda sütunların tepesindeki alınlıkta yer alan kabartmalara verilen mimari isim. Artemis ve Akteon‘nun canlandırıldığı bu metop Tapınak E‘ye ait bir kopya. Aslı, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyor.

Selinunte Arkeolojik Park’ından ayrılıp arabamıza bindiğimiz sırada yağmur iyiden iyiye şiddetlenmeye başladı ve Sicilya’nın batı sahili boyunca kuzeye doğru giderken, kâh azalıp kâh artarak, bizi izledi. Bizim niyetimiz, yol üstünde Mazara del Vallo ve Marsala‘yı da gezmekti. Marsala bölgesinin ünlü bir şarap üretim bölgesi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, her iki yerleşim yeri de çok bakımsız ve çirkin modern apartmanlar, binalarla dolu görünüyordu. Bu bölge, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından çok yoğun olarak bombalanmış. Şehirlerin tarihi yapıları hasar almış ve belli ki hepsini ayağa kaldırmak için yeteri kadar kaynak bulunamamış. İmkanları oldukça kısıtlı anlaşılan. Buralarda konaklamak için doğru dürüst yer bulmak da zor. Bizim açımızdan bir diğer çekince de, arabanın bagajında bavullarımızın olması idi. Ne de olsa, buralar aynı zamanda bir dönem Mafya‘nın çok kuvvetli olmasıyla ünlü yerler.

Akropolden yakındaki Marinella di Selinunte köyüne bakış

Marsala’da, Arkeoloji Müzesi’ni gezmeye niyetlendik. Ancak, müzenin özel otoparkının olmaması ve sahil yolu ile müzenin yan tarafındaki umuma açık otopark alanının çok tekin görünmemesi nedeniyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Palermo yönünde, çok şiddetli yağış altında gittik. Akşam saat 21:30 için Cefalùda, Triscele isimli restoranda yer ayırtmıştık. Memnun kaldığımız bu restoran ve içtiğimiz şaraptan Cefalù ile ilgili yazımda söz etmiştim. Okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler bağlantı aracılığı ile erişim sağlayabilirler.

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Castellammare del Golfo‘dan neredeyse istemeye istemeye ayrıldık. Bir gece önce yoğun yağış altında ve karanlıkta gördüğümüz bu balıkçı köyü güneşli havada ne kadar da farklıydı. Sakin, sessiz ve çok şirindi. Oturduğumuz salaş yer, adet olduğu üzere, riposo (bizde daha çok İspanyolca siesta kelimesi ile bilinen öğle paydosunun İtalyancadaki ismi) için kapanıyor olmasaydı, belki de birer bira daha içecek, keyifle peynir ve şarküteri yemeye devam edecektik. Ama, akşama Agrigento‘da olmak, bir de üstelik giderken Trapani ve Erice‘yi görmek istiyorsak, bir an önce yola koyulmamız gerekiyordu. Toplam 250 kilometre yol demek olacaktı bu.

Günümüzde herkesin ucundan da olsa bulaştığı sosyal medyada artık yolculuklar, gidilen yerler bolca paylaşılır oldu. Teknolojnin olanakları sayesinde görsellerle daha da çekici hale gelen bu paylaşımlarda genel olarak geziler, sorunsuz ve birazda düşman çatlatan cinsinden, alabildiğine masalsı bir havada yansıtılıyor. Her şeyin sorunsuz, pürüzsüz yaşandığı, sadece zevk ve keyifle su gibi akan günler… Ne güzel değil mi? Oysa, gerçek hayatın her zaman böyle olmadığını biliyoruz. Bizim Sicilya gezimizde de zorluklar ve aksilikler olmadı değil. Üstelik, bunların bazıları oldukça ciddi idi. Ama hiç birisi nedeniyle moralimizi ve keyfimizi bozmadık. Tadımız kaçmadan rotamıza devam ettik.

Trapani’de Corso Vittorio Emanuele
Chiesa dei Gesuiti (Kilisesi)
1614 yılında Messinalı mimar Natale Masuccio tarafından tasarlanmış. Mimari açıdan Barok stile geçişi yansıtıyor. İçindeki stucco süslemeler, ünlü usta Giacomo Serpotta‘nın öğrencisi, Bartolomeo Sanseverino tarafından yapılmış.

Trapani yolunda ilk endişemiz benzin konusunda oldu. Sicilya’da yollarda benzinci neredeyse yok gibi. Otoyol veya parasız yol fark etmiyor. O nedenle, yola çıkmadan ya da meskun yerlere yakın noktalardan geçerken benzin almanızda fayda var. Bir diğer konu ise, benzincilerin hemen hemen tamamının self-servis olması ve bu istasyonlarda size yardım edecek herhangi bir görevli de bulunmaması. Trapani’ye giderken, çok acil olmasa da, akşama kadar gideceğimiz yolu düşünerek benzin almaya karar verdik. Sonunda Trapani’de, küçük bir meydanda öylesine duran iki benzin pompasından benzin almayı denemeye karar verdik. Başka ülkelerdeki deneyimlerimize dayanarak bildiğimiz yöntemlerle birkaç denemede bulunduk. Sonuç, boşuna bir çaba oldu. Canımız sıkıldı. Oysa, daha atlattığımız tehlikenin farkında bile değildik…

Palazzo Senatorio (Senato Sarayı)
Günümüzde Belediye Sarayı olarak kullanılan bina, 17. yüzyılda yapılmış. 1828 yılında tepesindeki iki saat eklenmiş. Sol tarafta, binaya bitişik, Porta Oscura.
Porta Oscura ve Saat Kulesi
Kapı, eski Trapani’nin dört şehir kapısından birisi ve en eski olanı. Senato Sarayı ile birlikte, 13. yüzyılda Kral Aragonlu Giacomo tarafından yaptırılan, günümüzün Corso Vittorio Emanuele caddesine açılıyor. O zamanlar caddenin adi Rua Grande imiş. Tepesindeki kulenin üstündeki astronomik saat, 1596 yılında Giuseppe Mennella tarafından yapılmış. Avrupa’nın en eski astronomik saatlerinden birisi
olduğu belirtiliyor.

Benzin noktasına geldiğimizde, ben biraz endişe içinde arabadan inerken, gürültüyle bir şey düştü gibi oldu. Baktığımda, bir ucu şarj için arabaya takılı olan telefon kablosunun yere sarkan ucunu gördüm. Doğrusu, onun nasıl olup da o kadar ses çıkardığına aklım pek ermedi ama, üzerinde durmadım. Ne de olsa, şimdi daha büyük bir sorun ile ilgilenmemiz gerekiyordu. O sırada eşim, pompaya daha çok yanaşmak için bir manevra yaptı. Üzerinde, herhangi bir dilde, hiçbir açıklama olmayan benzin pompasındaki başarısız denemeden sonra tam arabaya biniyorduk ki, yerde tesadüfen bir telefon gördük. Eşimin telefonuydu. Üstelik, az önceki manevra sırasında üstünden geçilmesine ramak kalmış bir noktada. Tabii bir de, ezilmekten kurtulmuş telefonu yerde hiç görmeden, arabaya binip gitme olasılığı vardı. Artık, ne zaman farkına varırdık, bilmiyorum…

Cattedrale San Lorenzo (Duomo di Trapani)
İlk olarak 1421 yılında inşa edilmiş. 1639 yılında tamamen yenilenmiş. 1743 yılında mimar G.B. Amico‘nun planına göre Barok bir görünüm kazanmış. 1844
yılında katedral statüsü verilmiş.
Duomo’nun kapısından detaylar

Arabaya bindik ve daha işlek bir noktada, tercihan bir görevlinin bulunduğu, bir benzinci aramaya karar verdik. Sahilde daha büyük bir benzinci bulduk ama, orada da görevli yoktu. İnmiş yine bakınırken, genç bir çocuk arabası ile geldi. O da benzin alacaktı. Artık, arabanın kiralık olduğunu anladığından mı yoksa yüzümüzdeki ifadeden mi bilmiyorum, yardım isteyip istemediğimizi sordu. Hem kendi benzin alırken bize adım adım gösterdi hem de biz alana kadar bekledi.

Corso Vittorio Emanuele üzerindeki tarihi binaların bir kısmında restorasyon yapılmış. Çoğu hala
elden geçirilmeyi bekliyor.

Benzin sorununu haletmiştik ama, önemli bir diğer sorun daha vardı. Kiraladığımız arabanın navigasyonunun pratik olmaması, sürekli olarak telefonlarımızı kullanmamızı gerektiriyordu. Bu nedenle telefon şarjlarımız kısa zamanda tükeniyordu. Yanımızda getirdiğimiz şarj kablolarının uçları ise, arabanın şarj ünitesine uymuyordu. O güne kadar yedek şarjlarla idare etmiştik ama, gideceğimiz yollar uzadıkça ve ara yollara sapma gereksinimi arttıkça, onlar da yetmez oldu. Bundan dolayı oldukça zor anlar yaşadık. Gereksiz yere yanlış yollara saptık. Sicilya’da araba ile gezmeyi düşünenlere bu konuyu da unutmamaları gerektiğini özellikle belirtmek istiyorum. Yanınızda her türlü giriş için uygun şarj kabloları götürmeyi ihmal etmeyin.

Kimi yapılarda yine Arap mimarisinden esintiler göze çarpıyor. Araplar 9. yüzyılda Sicilya’nın ilk önce Trapani bölgesine ayak basmışlar ve buradan adanın tamamını istila etmeye başlamışlar.

Benzin aldıktan sonra, biraz rahatlamış olarak, arabayı sahile park ettik. Bagajın dolu olması tüm İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da bir risktir. O nedenle, göz önünde yerlere park etmekte yarar var. Biz de, görevlilerin bulunduğu limanın girişine yakın bir yere park ettik. Otomattan park fişimizi alıp, cama yerleştirmeyi de ihmal etmedik.

Trapani’nin adı, Yunanca orak demek olan Drepanon‘dan geliyor. Şehrin Latince adı ise, Drepanum imiş. Gerçekten de yukarıdan baktığınızda açıkça görebileceğiniz gibi, şehrin yerleştiği coğrafi alanın doğal biçimi, bir orak gibi denize doğru incelerek uzayan bir yay şeklinde. Aslında Trapani tarihte önceleri, şehre yukarıdan bakan Erice Dağı‘nın (Monte San Giuliano olarak da biliniyor) tepesindeki Erice yerleşim yerinin limanı olarak kullanılmış. Erice, tıpkı Segesta gibi, M.Ö. 12. yüzyılda Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian kavimi tarafından kurulmuş. Sicilya’nın üç yerel halkından biri kabul edilen Elymianlar Trapani’yi kendilerine liman yaparak, burada Demir Çağı‘ndan itibaren ticaretin gelişmesine önayak olmuşlar. Öyle ki, tuna balığı, mercan ve buradaki tuzlalardan elde edilen deniz tuzuna dayanan ticaret ile Trapani zamanla Kartaca, Venedik ve Doğu Akdeniz (Levant) arasında önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. Trapani’de günümüzde de balıkçılık, balık endüstrisi, tuz üretimi, mermercilik ve şarapçılığa dayalı bir ekonomi var. Trapani ile Marsala arasındaki sahilde tuzlalar bulunuyor. Erice’ye çıktığınız zaman tuzlaları yukarıdan da görmeniz mümkün. Bunlar, Dünya Doğayı Koruma Vakfı‘nın (WWF) özel koruması altında faaliyet gösteriyorlar. Önceki yazılarımda belirtiğim gibi, Trapani’ye bağlı olan Marsala ayrıca Sicilya’nın şarapları ile ünlü bir bölgesi. Ticaret dışında, Trapani günümüzde aynı zamanda önemli bir feribot limanı. Buradan Egadi Adaları‘na, Pantelleria adasına, Sardinya‘ya, Fransa‘ya ve Tunus‘a seferler yapılıyor. Şehrin bir de, Avrupa’dan ucuz biletli uçak seferlerinin yapıldığı, Trapani-Birgi isimli bir havaalanı var.

Erice‘de bulutların arasından Trapani manzarası.
Dikkatli bakınca uzakta, sağ tarafta sahildeki tuzlaları görmek mümkün.

Trapani M.Ö. 260 yılında Kartacalıların, daha sonra ise (M.Ö. 241) Romalıların eline geçmiş. Tüm Sicilya’da olduğu gibi, Romalılardan sonra sırasıyla, Vandal, Ostrogot, Bizans, Arap ve Norman işgaline uğramış. Haçlı Seferleri sırasında askeri açıdan Akdeniz’deki önemli limanlardan biri haline gelmiş. 17. yüzyılda (İspanyol Aragon hanedanı döneminde) Trapani veba salgını, açlık ve ayaklanmalar nedeniyle neredeyse terk edilmiş bir şehir haline gelmiş. 18. yüzyıldaki İspanyol Bourbon hanedanı döneminde ise, tekrar canlanmaya başlamış. Trapani bölgesi aynı zamanda bu hanedanın sonunu getiren ve adanın İtalya ile birliğini sağlayan Giuseppe Garibaldi‘nin (1807-1882) Sicilya’ya ayak bastığı yer. 11 Mayıs 1860 günü Marsala’da karaya çıkan Garibaldi, Sicilya’da Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) sürecini başlatmış. Daha önce belirttiğim gibi, 1861’de yapılan bir halk oylaması ile Sicilya İtalya ile birleşmiş olsa da, daha sonra çıkan isyanlar ve çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle, bu sürecin günümüzde dahi tam olarak tamamlandığı söylenemez. Ada halen özerk bölge statüsünde.

Trapani’de Giuseppe Garibaldi‘nin (1807-1882) heykeli

II. Dünya Savaşı sırasında Trapani ve civarı, Palermo gibi, ağır bombardıman görmüş. Neredeyse yerle bir olan şehir savaştan sonra Erice Dağı’nın dibine kadar genişlemiş. Buralarda genellikle çok çirkin, dört-beş katlı yapılar var. Son yıllarda şehrin tarihi bölgesindeki eski yapılar ve saraylar restore edilmeye başlanmış ama, bir kısmı hala oldukça bakımsız görünüyor. Gezilecek yerler yoğun olarak şehrin bir “orak” gibi denize doğru uzanan burun kısmında, Via Torrearsa ve onu dik kesen Corso Vittorio Emanuele‘nin üzerinde bulunuyor. Burnun en ucunda, 1671 yılında İspanyollar tarafından yapılmış kule Torre di Ligny var. Sahilde, denizden gelecek saldırılara karşı yapılmış surlar da bulunuyor.

Erice’ye Trapani Kapısı‘ndan giriş

Monte San Giuliano’nun (Erice Dağı) tepesinde kartal yuvası gibi konuşlanmış olan Erice’ye gitmek için iki yol var. Birisi karadan, diğeri teleferik ile. Teleferik ile yukarı çıkmak ilginç olabilir ama, biz araba ile gitmeyi tercih ettik. Trapani ile Erice arası aslında sadece 12-13 kilometre. Ancak yol hem dik hem çok virajlı. Bir de üstelik dar. Araba herhangi bir nedenden dolayı arıza yapsa ya da lastiğiniz patlasa, kenara çekebileceğiniz bir yer de yok. Neyse ki, öyle bir şey olmadı ve biz yarım saat kadar sonra Erice’nin tarihi şehir kapısının dışında park ettik. Bu arada, hava iyice bulutlanmaya başlamıştı. Yağmur ha indirdi, ha indirecek gibiydi. Bir de üstelik, güneşin batmasına çok az kalmıştı.

Erice sokakları

Erice hakkında ilk duygularım şaşkınlık oldu diyebilirim. Denizden 750 metre kadar yükseklikteki bu küçük yerleşim yeri sanki Orta Çağ‘da donup kalmış gibiydi. Mimari olarak da, bana Sicilya’da değil de, Avrupa’nın daha kuzey bölgelerinde olduğum hissini verdi. Farklı ülkelerde, farklı zamanlarda donup kalmış gibi duran, oldukça değişik yer görmüşümdür ama, Erice bunların hepsinden farklıydı. Kanımca bunda, bazı sokaklarda neredeyse hiç insan olmamasının da etkisi vardı. Bana sanki, her an bir köşeden, o kendilerine has giysileri ve kılıçları ile, birkaç Tapınak Şövalyesi çıkacak gibi geldi…

Sant’Isidoro ve Beato Luigi Kilisesi (1666)
San Giuliano Kilisesi (1612-1615)

Yukarıda belirttiğim gibi Erice, Anadolu’da Troia‘dan geldiklerine inanılan Elymianlar (ya da Elimiler) tarafından kurulmuş bir kent. Adını Yunan mitolojisindeki Eryx‘ten almış olsa da, Erice hiçbir zaman bir Grek kolonisi olmamış ama o da, tıpkı Segesta gibi, daha sonra kültürel olarak Helenleşmiş. Erice, Elymianlardan başlayarak, Fenikeliler, Grekler, Romalılar, ilk Hristiyanlar, Normanlar, Svabyalılar ve Aragonlular tarafından hep kutsal kabul edilmiş. Normanlardan önce, Arapların eline geçtiği sırada, ismi Cebel Hamid (Hamid Dağı) olarak değiştirilmiş. 1167 yılında burayı ele geçiren Normanlar ise, 20. yüzyılın başına kadar kullanılmaya devam edilen, Monte San Giuliano adını vermişler.

Erice’de Duomo ve Kral III. Federico‘nun Kulesi

Erice’ye, park yerinin bulunduğu, Trapani Kapısı‘ndan (Porta Trapani) giriyorsunuz. Kapı, aynen bizim eski şehir kapılarımızda olduğu gibi, Trapani yönüne baktığı için bu adı almış. Kapının parçası olduğu surlar Elymianlardan ve Fenikelilerden kalmış, Orta Çağ’da dönemin gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmiş.

Doumo’nun içi
Duomo’nun mermer apsis kısmı 1513 yılında Giuliano Mancino tarafından yapılmış

Erice, büyüklüğünden beklenilmeyecek sayıda kilise ve manastırlarla dolu bir yer. Manastırların her biri değişik el sanatları ve zanaatlarda uzmanlaşmışlar. Kimisi ipek üzerine sırma işleme, kimi halı dokuma konusunda ileri gitmişler. Bir Benediktin manastırı olan Santissimo Salvatore, kendilerine özgü tarifleri ve sırları ile, pastacılık konusunda çok ünlü imiş. Buradan yetişen pastacılar daha sonra kendi dükkanlarını açarlarmış. Günümüze kadar, kuşaktan kuşağa geçerek gelen bu tarifler Erice’de hala kullanılıyor. Erice’de, Via Vittorio Emanuele caddesi, 14 adresindeki Maria Grammatico Pastanesi (La Pasticceria di Maria Grammatico), okuduğuma göre, Sicilya’daki en iyi pastane olma iddiasına sahipmiş. Biz gezerken kapalı olduğu için, maalesef o konuda size bir fikir veremeyeceğim.

Kısıtlı sürede tüm kilise ve manastırları gezmek elbette mümkün değil. Ama, Aragonlu Kral III. Federico‘nun (1272-1337) 1314 yılında yaptırdığı Duomo (Il Real Duomo) ve kule Trapani kapısına çok yakın. En azından orası gezilebilir. Bembeyaz taş ve Carrara mermerinden yapılmış olan Duomo tam bir Orta Çağ yapısı. İçeride, Gotik mimarinin kendine özgü hatları hakim. Yapımında, daha sonra gittiğimiz Castello di Venere‘nin taşları kullanılmış. 1865 yılında içi Neo-Gotik tarzda yeniden düzenlenmiş ama küçük şapellere dokunulmamış. Duomo’nun yanındaki, Kral Federico’nun Kulesi (La Torre di Re Federico) olarak adlandırılan çan kulesinin ilk yapımının Kartacılar ve Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-241) döneminde olduğu düşünülüyor. Kral Federico III tarafından yeniden yaptırılmış. Aragonlu Federico III, Sicilyalıların Fransızlara karşı ayaklanmaları (I Vespri Siciliani) (1282) ve aynı zamanda Fransızlar ve Aragonlular arasında yaşanan taht kavgası sırasında Erice’de birkaç yıl geçirmiş ve Duomo’yu da bir şükran ifadesi olarak yaptırmış.

San Martino Kilisesi‘nde duvarlardaki freskler Manno Kardeşlere ait
Kiliseye adını veren Aziz Martino’nun tahtadan yapılmış
heykeli, 1556 yılında Ericeli sanatçı Gianluca Curatolo tarafından yapılmış

12. yüzyılın başında, Sicilya’nın ilk Norman hükümdarı, Kont Ruggero (Roger) tarafından yaptırılan San Martino Kilisesi, gezebildiğimiz ikinci ibadet yeri oldu. Kilise aslında aynı ismi taşıyan dini bir kardeşlik için yapılmış. 1682 yılında yeniden yapılmış. Süsleme ve dekorasyonların tamamlanması bir yüzyıl daha sürmüş. Kilisenin avlusundan geçilen La Congrega, San Martino kardeşliğinin üyelerinin toplandığı özel bir bölüm. Kilise kısmında olduğu gibi, buradaki stucco’ların (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) içlerinde de Manno Kardeşler tarafından yapılmış freskler bulunuyor.

Kilisenin revaklı avlusu
Kilisenin San Martino kardeşliğinin toplandığı La Congrega bölümündeki ahşap altar 17. yüzyılda yapılmış. Daha önce, kilisesin ana altarı olarak kullanılmış.

Hava kararmaya ve bulutlar iyice Erice’nin üzerine bir kılıf gibi çökmeye başlayınca, çok fazla oyalanmamaya karar verdik. Sokaklar iyice tenhalaşmıştı. Bazı kapı önlerinde yerli halktan birkaç yaşlı oturmuş, sohbet ediyordu. Bir tanesine Castello di Venere‘ye (Venüs Kalesi) nasıl gidileceğini sordum. Adam tarif etti. Duomo’da bize verilen haritada gidiş çok basitmiş gibi görünüyordu ama, labirent gibi sokaklarda yol iz bulmak hiç de öyle çabuk olmuyordu. Bir de yollara döşenmiş küçük taşlar yürümeyi, spor ayakkabılara rağmen, inanılmaz zorlaştırıyordu. Sonunda, nefes nefese bir halde, kaleyi bulmayı başardık.

Erice’de Castello di Venere (Venüs Kalesi)

Castello Venere, Norman döneminde yapılmış bir kale. Daha önce burada, Tanrıça Venüs‘e (yani Afrodit’e) adanmış bir tapınak varmış. Bu tapınağın, Troia’dan kaçan ve daha sonra Roma’yı kuran Aeneas tarafından yaptırıldığına inanılırmış. Efsaneye göre burada, Venüs’e adak olarak kesilmesine karar verilen kurbanlık hayvanlar öldürülmek üzere altara kendi istekleri ile yürürlermiş.

Kale, daha önce burada bulunan, Tanrıça Venüs’e (Afrodit)
adanmış bir tapınağın üstüne yapılmış

Trapani Kapısı’na yakın bir köşedeki pastane ve barda kısa bir mola verdikten sonra Trapani’ye doğru yola koyulduk. Karanlıkta inerken yol daha da bir korkunç geldi bana. Önümüzde, Agrigento’ya gitmek için, daha iki saatten fazla sürecek bir yol vardı. Aklıma yine telefonların şarj sorunu gelince ürperdim. Erice’den dağın dibindeki Trapani’ye inerken bile yol bulmakta zorlanırken, o yolu navigasyonsuz nasıl gidecektik? Trapani’de hafiften yağmur yağıyordu. Şehirde, bir pazartesi iş çıkışı keşmekeşi vardı. Oturacak bir yer bulup, telefonlarımızı şarj etmeye çalışmayı düşünürken, birden bir köşede açık bir dükkan gördüm. Aynı zamanda yedek parça ve benzeri satan bir cep telefonu servisi idi burası. Ve, inanılmaz bir şekilde, önünde boş park yeri vardı!

Erice’den ayrılmadan kısa bir süre önce aralanan
bulutların arasından aşağıya bakış…

Dükkanda çok fazla sıra yoktu ama, çalışanların hiç de aceleleri olmadığı için, uygun şarj kablosunu alıp çıkmamız yarım saatten fazla sürdü. Bu önemli sorunu haledebildiğimize o kadar sevindik ki, bu zaman kaybı canımızı hiç sıkmadı. Hele, Trapani ile Agrigento arasında izlenmesi gereken yolları, sapılacak noktaları bir bir geçerken, o dükkana rastladığımız için defalarca şükrettik. Yol, cep telefonunun navigasyonu olmadan bulunabilecek gibi değildi. Ayrıca, yolun bir bölümü de oldukça ürkütücü idi. Zifiri karanlık ve son derece virajlı bir yolda dakikalar ve kilometreler bitmek bilmedi. Yolları artık avuçlarının içi gibi bilen ve arkanızdan hızla gelen yerel sürücülerin yarattığı stres ile karanlıkta daha da fazla gözleri alan araba farları da cabasıydı. Sanırım ilk yazımda da belirtmiştim. Eğer Sicilya’da araba ile tur yapmayı düşünüyorsanız, şehirler arası ve özellikle otoyol olmayan yerlerde karanlığa kalmamanız iyi olur.

Sonunda, gece saat 10’u biraz geçe, Agrigento’da kalacağımız Dimora dei Templi‘ye vardık. Bir tepede, ağaçların arasında bulunan bu “Oda-Kahvaltı”yı internetten bulmuştuk. Etraf biraz karanlık ve sessizdi. Bizi karşılayan hiçbir görevli yoktu ama, içeri nereden ve hangi kapı şifresi ile gireceğimiz, oda numaramız, anahtarımızın nerede olduğu; hepsi daha önceden adım adım bildirilmişti. Oda ferahtı ve güzel döşenmişti. Bir de, balkona çıkınca uzaktan, son derece güzel aydınlatılmış tapınaklar görünüyordu. Karanlıkta büyülü bir havaları vardı. Buraya gelme sebebimiz işte bu tapınakların bulunduğu, Agrigento‘nun ünlü Tapınaklar Vadisi idi. Görmek için sabırsızlanıyordum. Burası aynı zamanda, Sicilya’da gezeceğimiz gerçek anlamda ilk Grek antik kenti olacaktı. Ama önce, günün yorgunluğunu atmak için, iyi bir uyku gerekiyordu.