Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Geçen sene yaptığımız 17 günlük Sicilya gezisi sırasında gittiğimiz yerlerle ilgili paylaşımlarımı, Villa Romana del Casale ile ilgili bir önceki yazım ile tamamlamıştım. (Okumamış olanlar, her zaman olduğu gibi, link aracılığıyla söz konusu yazıma erişim sağlayabilirler). Yazımın sonunda, özellikle yeme-içme konusuna ağırlık veren kısa bir kapanış yazısı da yazacağımı belirtmiştim. İşte o yazı…

Bundan 10-15 yıl önce, Sicilya’ya gitmek çoğumuz için hala bir bilinmeze doğru gitmek hissi uyandırırdı. Sanırım bu konuda, başta Francis Ford Coppola‘nın ünlü Godfather (Baba) filmi olmak üzere, gördüğümüz Mafya filmlerinin etkisi büyüktü. Yıllar içinde, hem Sicilya’da çetelere karşı (zaman zaman bedeli ağır olan) kararlı bir mücadele yapıldı hem de büyük yatırım projeleri ile desteklenen bir kalkınma hareketi yaşandı. Artık çevremizde Sicilya’ya gidenlerin ya da gitmeyi düşünenlerin sayısı arttı.

Konu Sicilya’ya gitmek olunca, sorulması gereken soruların başında adada nerelere gitmeli ile başlamak gerekli kanımca. Bu blogda her zaman vurguladığım gibi, böylesi kararlar son derece kişiseldir. İlgi alanlarınıza, neyi sevip sevmediğinize, ne kadar zaman ayırabileceğinize ve şüphesiz bütçenize bağlı olarak düşünülmesi gereken bir konudur bu. Biz, en baştan beri adanın çevresinde aşağı yukarı bir tam tur yapmaya karar vermiştik. Ayrıca, arkeoloji ve antik şehirlere meraklı olduğumuz için, başta popüler antik ören yerleri olmak üzere, mümkün oldukça yolumuzun üstündeki daha az bilinen yerlere de gittik. Bunların bazıları turların genel rotalarının dışında yerlerdi. Buna karşın, son derece zengin tarihi olan Sicilya’daki arkeolojik alanların çok azını görebildiğimizi düşünüyorum. Zira, sadece adanın kendisinde değil, çevresindeki küçük adalarda bile birçok antik alan olduğunu biliyorum.

Yukarıda belirttiğim gibi, Sicilya’nın çok zengin bir tarihi var. Tıpkı Anadolu gibi, Sicilya’yı da birçok uygarlık vatan bilmiş. Gitmeden önce, bu konuda kısa bir bilgi sunmaya çalıştığım Sicilya’da İki Hafta (1) başlıklı ilk yazımı okumanızı öneririm. Adanın turizm açısından en popüler yerleri, tarihsel olarak Antik Yunan (Grek) bölgeleri olan doğu tarafında. Bunların başında, bildiğiniz gibi, Taormina, Siracusa, Catania var. Ben de buraları çok beğendim. Ancak kanımca, ağırlıklı olarak hala Arap kültürü etkisi taşıyan batı tarafını ya da en azından Palermo‘yu görmeden Sicilya’nın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Palermo’yu veya Cefalù‘yu merkez yaparak batı tarafında bizim de gittiğimiz pek çok yere gidebilirsiniz. Sadece doğu bölgesinde kalmayı düşünürseniz, tam olarak Palermo gibi olmasa da, Catania da büyük bir şehir olarak size Sicilya’nın çok turistik olmayan yönleri hakkında da bir fikir verecektir. Taormina ya da Siracusa’da kalırken, sadece bu güzel şehirleri değil, çevredeki Val di Noto (Barok Vadisi) şehirlerinden bazılarını, arkeoloji merakınız çok fazla olmasa da Villa Romana del Casale’yi görmenizi öneririm. Bence, Sicilya’yı bağımsız ve bizim yaptığımız gibi detaylı gezmek için araba kiralamak gerekli. Bu konuda da öneri ve uyarılarımı serinin ilk yazısında bulacaksınız. Yine park yerleri, yollar, benzin, kaza olması durumu ve benzeri konulardan da daha önce, yaşadıklarımıza dayanarak, bilgiler vermiştim.

Sicilya’nın çok zengin bir mutfağı var. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm milletlerden bir şeyler almışlar ve bunları da belirtmekten çekinmiyorlar. Özellikle adanın batı tarafında, mimaride olduğu gibi, mutfaklarında da Arap etkisini çekinmeden, hatta bir tür gururla belirtiyorlar. Araplar, 250 yıllık hükümranlıkları boyunca, gastronomi açısından Sicilya’ya çok katkıda bulunmuşlar. Onların adaya getirdiği Şam fıstığını Sicilyalılar halen mutfaklarında, sadece tatlı ve dondurmalarda değil, sıcak tabaklarda da çok güzel bir şekilde kullanıyorlar. Bunun yanında, nar da Arapların buraya getirdiği bir meyve. Diğerleri, portakal, limon, şeftali, pamuk, patlıcan ve kayısı. Zeytin ve şarap yapmak için üzüm Sicilya’ya Grekler tarafından getiriliyor. Araplar, var olan zeytin türlerini çeşitlendiriyorlar. Ayrıca, bağcılığa da önem veriyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, deniz ürünleri çok güzel. Dondurma ve tatlılar ise, gerek çeşit gerek lezzet olarak müthiş.

Gezdiklerimiz, gördüklerimiz dışında, Sicilya bizim için yeme-içme açısından da unutamayacağımız bir deneyim oldu. İki yer dışında, yemek yediğimiz yerlerden çok memnun kaldık. Daha hesaplı ve mütevazi yerlerden tutun da oldukça pahalı restoranlara kadar her gittiğimiz yerde çok lezzetli yemekler yedik. Geçtiğimiz yıl Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran vardı. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlardı. Farklı şehirlerde olmak üzere, biz bunların arasından 5 tanesinde yemek yedik ve çok memnun kaldık. Bildiğiniz gibi, Michelin yıldızları veya sıralaması restoranlara bir yıllık bir süre için veriliyor. Bir yıl sonra, kimliklerini açıklamayan hakemler tarafından işletmeler tekrar ziyaret edilip değerlendiriliyorlar. Bu konuda titiz iseniz, gitmeden önce Michelin’in web sitesinden bu restoranların son statülerini kontrol edebilirsiniz.

Restoranlarda genelde başlangıç (antipasti) tabakları epeyce değişik ve zengin. Sebze olarak, patlıcan oldukça yaygın ve çok güzel bir şekilde kullanılıyor. Patlıcan sevdiğim için, özellikle, patlıcan ile yapılan, involtini di melanzane benim favorimdi. Bir tür sarma olan involtini, farklı sebzelerle olduğu gibi, et ya da balık ile de yapılabiliyor. Hangi malzemeden yapılıyorsa, içindeki dolgu (Şam fıstığı, başka sebzeler, peynir, mantar ve benzeri olabilir) o malzeme ile sarılıyor. Deniz ürünleri ile yapılan involtini’ler arasında birkaç kez yediğimiz kılıç balığı (pesce spada) sarma çok lezzetli. Deniz ürünlerinden ahtapot (polpo), midye (cozze), karides (gamberetto), deniz kestanesi (riccio di mare), çipura (orato) ve levrek (branzino) yaygın olarak kullanılıyor. Bir de tabii, aslında başlangıç olan ama, benim gibi sevenler için ana yemek de olabilen arancini var. İstanbul‘da da arancini’yi iyi yapabilen az sayıda İtalyan restoranı var ama Sicilya’dakiler başka. Adanın batısında da (Palermo, Trapani), doğusunda da (Catania, Siracusa) arancini’nin ana vatanı olduğunu iddia eden şehirler var. Ancak, herkesin kabul ettiği gerçek, bu lezzetli yiyeceğin 10. yüzyılda Araplar tarafından icat edildiği.

Birinci tabaklar arasında elbette hamur işleri (pasta) var. Aslen Catania’ya özgü olan pasta alla Norma bunların arasında en meşhuru. Adını, Vincenzo Bellini‘nin Norma operasından alan bu tabak, değişik makarna türleri ile yapılabiliyor. Onu özel kılan, domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen ile yapılan sosu. Bunların dışında elbette pizzalar bol miktarda var. Sicilya’ya özgü olan sfincione, kalın bir pizza.

Sicilya’da ana yemek konusunda oldukça zengin bir seçenek yelpazesi var. Sadece zengin deniz ürünleri kaynağına dayananlar değil, kuzu, keçi ve at etine uzanan özel yemekler var. (Bazı bölgelerde av etlerinin de ünlü olduğunu okudum). Bunların her birinin yanında lezzetli sebze garnitürleri oluyor.

Tatlı konusu başlı başına ayrı bir konu çünkü, Sicilya’da tatlılar da çok güzel. Sicilyalılar, bu konuda da başarılı olmalarını Araplara, onların çeşit çeşit şerbetlerine ve meyve temelli tatlılarına dayandırıyorlar. Bunlar özellikle meyveli jöleler, sorbeler, cassata Siciliana olarak adlandırılan ve içinde badem ezmesi ve meyve kabukları olan süngerimsi kekler ve üstleri meyvalı şekerleme ile kaplı küçük badem ezmeleri olarak karşınıza çıkıyor. Sicilya tatlı mutfağında genel olarak tatlı ile tuzlunun, narenciye ile peynirin ve kurutulmuş meyvelerle bademin karışımı çok lezzetli ve başarılı bir şekilde yapılıyor. Bir de tabii, başlı başına ayrı bir lezzet olan cannoli var ki, anlatmak yetmez… Ricotta peyniri, şekerleme yapılmış meyve ve şam fıstığı ile kremamsı bir hale getirilmiş iç malzemesi, tüp şeklinde ve kızartılmış hamurun içine dolduruluyor ve üstüne pudra şekeri serpiliyor. Yaygın görüşe göre, cannoli de Sicilya’daki Emevi Arapların döneminde (827-1091 yılları arasında), Caltanisetta‘da icat edilmiş. Adanın her yerinde yiyebilirsiniz. Yediğimiz bazı bar ve kafelerde gözlemlediğime göre, hamur kısmını ve dolgusunu ayrı ayrı tutuyorlar ve servis etmeden hemen önce içlerini dolduruyorlar. Dışının sürekli çıtır çıtır olmasını bu şekilde sağlıyorlar sanırım. Sicilya’da dondurmalar da çok güzeldi. Dondurma sevenler için lezzetli seçenekler var. Sıcak havalarda granita da denemek isteyebilirsiniz. İtalya’da da yazın sıklıkla rastalayabileceğiniz granita, şeker, su ve taze meyve şurupları ile yapılıyor. Özellikle Catania, Messina ve daha sonra Palermo granita’nın orijinal yeri olma konusunda iddialılar. Tarihsel olarak yine Orta Çağ’daki Arap dönemi sırasında, Etna Yanardağı‘nın karları ile yapıldığı görüşü yaygın. Ana kara İtalya’sında ise, Romalıların dağlardaki karlarla granita’yı keşfettikleri görüşü de yok değil. Ancak genel kabul, granita’nın Sicilya’ya özgü olduğu yönünde.

Yazımın bundan sonraki bölümünde, kaldığımız veya gittiğimiz yerlerdeki oteller, restoranlar, yemekler ve şaraplar hakkındaki bilgileri kısaca tekrarlayacağım. Üzüm ve şarap konusu da Sicilya’da son derece çeşitli ve zengin. Meraklıların gitmeden önce bu konuda biraz çalışmalarını öneririm.

CEFALÙ

Konaklama:

Cefalù’da İsviçreli Hapimag şirketine ait tesiste kaldık. Bu şirket, Bodrum’daki Sea Garden tatil köyü ve otelinin de sahibi. Kalabilmek için üye olmak gerekiyor. Eğer üyeliğiniz varsa, burada kalabilir ve bazı şehirler için üs olarak kullanabilirsiniz. Biz Cefalù’dan günü birlik gidip gelerek Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Eğer Hapimag üyeliğiniz yoksa, Cefalù ve Palermo’da kalacak yer konusunda çok seçenek var. Sizin için bir seçenek de, Palermo’da kalarak Cefalù ve diğer saydığım yerlere günübirlik gitmek olabilir. Sicilya’da nerede olursa olsun, eğer araba kiraladıysanız, kalacağınız yerin ücretli veya ücretsiz otoparkı olmasına dikkat edin. Özellikle bazı yerlerde otopark ciddi sorun yaratabilir.

Restoran, Yemekler, İçki:

Cortile Pepe (Michelin)

Bir aile işletmesi olan bu restoranda yediğimiz kabak yaprağından involtini çok güzeldi. Pesto ve Şam fıstığı soslu spaccatelle de lezzetliydi.

Kabak yaprağı kullanılarak yapılmış involtini
Pesto ve Şam fıstığı soslu nefis spaccatelle

Şarap olarak yemekte, adanın kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.

Triscele

Yediklerimizi not etmemişim ama, çok memnun kaldık. Onun için önerebilirim. Duomo bölgesine biraz uzak ve çevrede araba park etmek zor. O nedenle, daha önce Cefalù ile ilgili bölümde önerdiğim, sahildeki otoparka arabanızı bırakıp yürümenizi öneririm.

Şarap olarak, Trapani kırsal bölgesindeki Firriato şaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.

Cefalù’da ayrıca, Piazza Marina‘daki dondurmacı da önerebileceğim yerlerden.

Piazza Marina’da yediğimiz o müthiş dondurma…

PALERMO

Restoran, Yemekler, İçki:

Osteria dei Vespri (Michelin)

Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.

Tarçınlı armut, makaron, çikolata, karamelize edilmiş
badem ve portakal ile hazırlanmış enfes tatlı ve birer kadeh
Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018

Bar del Centro di Zama Giuseppe

Çok merkezi bir konumda olan bu yere tesadüfen oturduk. Fazla iddialı görünmeyen bu işletmeden çok memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok güzeldi. Yanında, Sicilya biralarından Birra Messina içtik. Sicilya biraları da denemeye değer.

MONREALE

Restoran, Yemekler, İçki:

Mirto Giovanni

Adını sonradan öğrendiğim, katedralin önündeki meydanda, köşede olan bu bar, Sicilya’da memnun kalmadığımız iki yerden biri oldu. Pizza idare ederdi ama arancini berbattı. Bir şeyler içmek için oturulabilir ama self-servis olan mekanda o da bir mesele çünkü yerel halk sürekli önünüze geçiyor.

CASTELLAMMARE DEL GOLFO

Restoran, Yemekler, İçki:

La Cambusa

Yemekleri kaliteli, buna karşın oldukça ucuz bir restoran. Buranın klasikleşmiş yemeklerinden couscous di pesce (balık kuskusu) ve involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma) çok güzeldi. Yalnız, porsiyonlara dikkat edin çünkü epeyce büyük.

O akşam, deniz ürünleriyle, beyaz şarap içtik. Şarabımız, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 idi.

Castellammare del Golfo ile ilgili yazımda, oraya ertesi gün, Trapani ve Erice‘ye giderken, tekrar uğradığımızı yazmıştım. Bir gece önceki fırtınadan sonra, Castellammare del Golfo’yu pırıl pırıl bir güneşin altında görmek çok güzeldi. Bu kez güzel havanın tadını sahildeki salaş bir mekanda çıkarmıştık. Mekanın adını belirten herhangi bir tabela yoktu. O nedenle adını yazamayacağım ama, sahilde, Via Don Leonardo Zangara‘nın üzerindeydi. Basit ve iddiasız menüden karışık peynir ve şarküteri tabakları seçtik ve bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata içtik. Pek keyifli idi.

AGRIGENTO

Konaklama:

Agrigento’da çok memnun kaldığımız bir Oda-Kahvaltı işletmesinde kaldık. Adı, Dimora dei Templi idi. Küçük ama gayet organize ve temiz bir yerdi. Üstelik, Tapınaklar Vadisi‘ne de yakındı. Odamızdan tapınaklardan ikisinin görülebiliyor olması da ayrı bir hoşluktu.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Terrazza degli Dei (Michelin)

Beş yıldızlı otel Villa Athena‘nın restoranı. Agrigento’daki en güzel iki tapınağın (Concordia ve Juno) manzarası onu en az yemekleri kadar özel yapıyor. Romantik bir ortamda, lezzetli yemekleri ve mükemmel servisi ile hep hatırlayacağım bir gece olacak.

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası

Yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Petit Verdot, Syrah üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Yemek sonrası, tatlı ile yine Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından içtik.

Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Bu noktada, öğlen oturduğumuz bir yerde içtiğimiz bir birayı da önermek istiyorum. Yukarıda, şarapların yanında, Sicilya biralarını da denemenizi önermiştim. Tİ-Mİ-Lİ, filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira. Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretiliyormuş.

MESSINA

Konaklama:

Hotel Royal Palace, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş bir otel ama temiz. Ayrıca, Messina’da görülecek yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde.

Restoran, Yemekler, İçki:

Ristorante I Ruggeri

Akşam yemeği yediğimiz bu restoran, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Messina’da zaten özellikle deniz ürünleri yemeniz öneriliyor. Yemekler lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almerita ailesine ait, Salina adasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilen Malvasia di Lipari üzümünden üretilmiş Didyme 2021 şarabını içtik.

Leziz deniz ürünleri…

TAORMINA

Konaklama:

Villa Paradiso konum, hizmet ve oda kalitesi açısından son derece memnun kaldığımız bir otel oldu. Ayrıca, yakınında anlaşmalı bir otoparkı olması da Taormina için çok önemli.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Napoletana

Sicilya’da yemeklerinden memnun kalmadığımız iki yerden birisi. Trip Advisor’da çok methedilen bir yerdi ancak, hayatımızda yediğimiz en kötü pizza idi diyebilirim. Pişmemiş olmasının nedeni, biz gittiğimizde aşırı kalabalık olmasından dolayı olabilir.

Cinque Archi (Michelin)

Taormina’da Michelin listesinde olan bir mekan ancak, biz burada yemek yemedik. Yemek sonrasında kafesinde oturduk. Her zaman hareketli olan Piazza IX Aprile‘de bir şeyler içmek ve etrafı seyretmek için güzel bir kafe.

Ristorante Cinque Archi, günün her saati cıvıl cıvıl
olan Piazza IX Aprile‘de, Orta Kapı‘ya (Porta di Mezzo) bitişik

Otto Geleng (Michelin)

Grand Hotel Timeo‘nun Michelin yıldızlı efsanevi restoranı Otto Geleng, yemekleri ve atmosferi ile gerçek bir fine dining deneyimi sunuyor. Özel bir kutlama veya anılarda özel bir yeri olmasını istediğiniz bir akşam için ideal bir yer. Executive Şef Roberto Toro‘nun yarattığı tabakların her biri çok rafine ve lezzetliydi.

Otto Geleng‘de lezzet, kalite ve zarafet bir arada
Şef Roberto Toro‘nun özel ikramı

Yemekte, daha önce de içtiğimiz, Donnafugata’nın Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2016 şarabını içtik. Tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabını içtik.

CATANIA

Konaklama:

Doluluk nedeniyle iki gece iki ayrı otelde kaldık. Önce Katane Palace Hotel‘de, sonra Mercure Catania Excelsiorde kaldık. İki oteli de seçme nedenimiz otoparklarının olması ve görmek istediğimiz yerlere yürüme mesafesinde olmalarıydı.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Vicolo

Akşam yemeği için gittiğimiz bu restoran pizza ve benzeri yemekleri ile şarküteri ürünleri iyi olan bir yer. Yediğimiz iki çeşit focaccia lezzetliydi. Yemekle, Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Bu şaraphanenin bağları Palermo yakınlarında imiş. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyormuş.

Al Vicolo’da focaccia

Trattoria del Cavaliere

İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de yedik. Buranın at eti ile hazırlanan bir yemeği ünlüymüş ama biz, rigatoni alla Norma yedik. Catania’ya gelip de alla Norma soslu bir şey yemesek olmazdı. Daha ayrıntılı bilgi için Catania ile ilgili yazıma bakabilirsiniz. Çok lezzetliydi. Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico da çok güzeldi.

Rigatoni alla Norma
Siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico

Şarap olarak, Donnafugata‘nın Cabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılan Tancredi Dolce&Gabbana 2018 şarabını içtik.

İki restoranda da, masaların büyük bölümünde Catanialıların olduğunu belirtmeliyim. Bir restorana yerel insanların da gitmesi her zaman iyi bir işarettir.

SIRACUSA

Konaklama:

Grand Hotel Ortigia‘dan çok memnun kaldık. Konum, servis kalitesi, otopark, her yönden mükemmeldi.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Forte Campana Ristorante Pizzeria

Otelin yakınındaki bir ara sokakta rastladığımız bu küçük restoranda yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Özellikle, yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi.

Deniz kestaneli spaghetti…

Yemekte, Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabını içtik.

Cannoli‘nin ana vatanının Sicilya olduğunu unutmayın…
Burada yediğim de çok güzeldi

Regina Lucia (Michelin)

Duomo Meydanı’nda, çok memnun kaldığımız bir restoran. Yemekler, Siracusa ile ilgili yazımda belirttiğim gibi çok değişik ve lezzetliydi. Hem aydınlatılmış Duomo ve meydanın genel ambiyansı hem de restoranın yarattığı hava çok güzeldi.

Ana yemek şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri (üstte), tatlı olarak Şam fıstığı bisküvisi ve Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması

Şarap olarak burada, daha önce La Cambusa’da içtiğimiz beyaz Pietranera DOC 2021 içtik.

La Volpe e l’Uva

Duomo Meydanı’nda bir başka restoran. Pizza ve pasta da var, deniz ürünleri ve balık da. Lezzetli ama Regina Lucia’nın yemekleri kadar etkileyici değildi.

La Volpe e l’Uva lokantasında tuna balığı, burrata ve kalamar

Burada, Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.

Son olarak, iyi şarap içmeye meraklıysanız, Sicilya’ya gitmeden buraya özgü üzümler ve şaraplar hakkında bir ön araştırma yapmanızı öneririm. Sicilya’da her bölgenin farklı tatlar sunan, kendine özgü üzümleri ve şarapları var. Örneğin, Etna Yanardağı bölgesinin şaraplarının, Sicilyalıların kendi ifadesi ile, “mineralimsi” bir tadı var. Ancak, restoranlarda çoğunlukla adanın değişik bölgelerinin şaraplarını bulmak mümkün. Maceraperest olmak ve bilmeden denemek de bir yöntem tabii ki. Ama, kısıtlı zamanda vakit kaybetmemek için kısa bir araştırma yapılabilir. İyi restoranlara gitmeden (hatta yolculuğa çıkmadan) önce rezervasyon yapmak iyi olur.

Yemek konusunda olduğu gibi, şarap konusunda da herkesin damak zevki elbette farklıdır. Yine de, araştırmalarınızda belki bir ipucu olabilir ümidiyle, aşağıda bizim içtiğimiz şarapları beş üzerinden beğenme derecemize göre sıraladım.

Başka yolculuklarda, başka şehirlerde ve kıtalarda buluşmak dileğiyle…

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Evet, artık Palermo ve civarından daha batıya doğru gitme zamanı gelmişti…

Sicilya’ya her giden, ilgi alanı ve zevkine göre, kendisine farklı rotalar çizebilir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bizim gittiğimiz kimi yerleri başka birisi tercih etmeyebilir. Adanın tamamen farklı köşelerini keşfe çıkabilir. Ancak, eğer şimdiye kadar yazdıklarım ilginizi çektiyse, bu yazının içeriğini oluşturan yerlere de ilgi duyacağınızı düşünüyorum. Örneğin, Cefalù‘daki Duomo ve Palermo’daki Arap-Norman stilinde yapılmış eserleri beğendiyseniz, Monreale Katedrali‘ni de görmek isteyeceksinizdir. Zira burası, söz konusu mimari tarzın doruk noktası kabul ediliyor. Daha önce, Sicilya’nın kuzeyinde bulunan Arap-Norman stilinde yapılmış dokuz eserin UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olduğundan söz etmiştim. İşte Monreale’nin Duomo‘su da onlardan birisi. Diğerleri, Cefalù’daki Duomo ve Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü.

Bir diğer yer, tarihi Demir Çağı‘na (M.Ö. 1200-M.Ö. 550) kadar uzanan bir yerleşim yeri, Segesta. Burası, kültürel olarak adanın Grek geçmişi ile de ilk tanıştığımız yer oldu bizim için. Sicilya’da, burada göreceğiniz tapınak ve yerleşim yerine benzer çok yer var. Hatta çeşitli noktalarda Segesta’dan çok daha muhteşem yerler de bulunuyor. Ancak, buradaki tapınağın pitoresk görünümü benim için ayrı bir güzellik değeri taşıyor. Bu arada Sicilya’da, Yunanistan’da görebileceğinizden çok daha fazla sayıda ve nispeten sağlam bir şekilde ayakta duran Grek tapınağının bulunduğunu da belirtmeliyim. Sicilya için boşuna, “en büyük Eski Yunan adası” demiyorlar. Ben de sosyal medyada gördüğüm bu ifadenin çok doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum.

Castellammare del Golfo, aynı ismi taşıyan koyun kıyısındaki bir balıkçı köyü. Aslında, hem köy hem de koy adını deniz kenarındaki kaleden almış. Burası da bir zamanlar, Monreale gibi, Mafya‘nın yuvalandığı yerlerden biriymiş. Şimdiki sakin halini görünce insanın buna inanması zor oluyor. Bu şüphesiz, başta Giovanni Falcone (1939-1992) ve Paolo Borsellino (1940-1992) olmak üzere, bu uğurda ölümü dahi göze alan hukukçu ve bürokratların kararlı mücadeleleri ile başarılmış. (Daha fazla bilgi için, eğer henüz okumadıysanız, Palermo ile ilgili birinci yazımı okumanızı öneririm. Kolay erişim için linke tıklayabilirsiniz). Trapani‘ye bağlı olan Castellammare del Golfo, aynı zamanda yakınındaki doğa parkı (Riserva Naturale dello Zingaro) ve plajları ile ünlü. Sicilya tatilinize denize girmeyi de katmak isterseniz, burası gitmeyi planlayabileceğiniz yerlerden birisi olabilir.

Kağıt üzerinde güzergâhımızın Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo şeklinde olması mantıklı görünmüştü. Akşam yine Cefalù’ya dönecektik. Eğer Palermo’da kalacaksanız, bu geziyi oradan da günübirlik olarak yapabilirsiniz. Zaten, belirtiğim yerler konum olarak Palermo’ya daha yakın. Son anda emin olmak için yaptığım bir kontrol üzerine, pazar günleri Monreale’deki Duomo‘nun öğleden sonra saat 2’de açıldığını fark ettim. Sicilya’da gezerken görülecek yerlerin açılış ve kapanış saatlerini sık sık kontrol etmekte yarar var. Bazı yerlerin açık olduğu saatler sadece mevsime göre değil, dini bayramlara, özel günlere ve kimi yerde haftanın günlerine göre de farklılık gösterebiliyor. Monreale Katedrali ile ilgili bu bilgi üzerine biz de önce Segesta’ya, sonra Monreale’ye gitmeye karar verdik. Castellammare del Golfo’ya ise zaten en başından beri en son gitmeyi ve akşam yemeğini orada yemeyi düşünüyorduk. Sicilya’ya gelmeden, oranın önerilen bir restoranında yer ayırtmıştım. Sonradan, zorunlu olarak yaptığımız bu değişikliğe şükrettik çünkü, akşama doğru feci bir yağmur indirdi. O yağmurda Segesta antik kentini gezmemiz söz konusu bile olamazdı.

Segesta antik kenti, deniz seviyesinden 305 metre yükseklikte bulunan Monte Barbaro‘nun tepesinde kurulmuş. Yukarıda olmasına karşın, deniz ticareti açısından elverişli bir noktada olması şehir için daima bir zenginlik kaynağı olmuş. Segesta, arkeolojik buluntulardaki yazıların Grekçe olması ve ünlü tapınağın Dorik stilde yapılmış olması nedeniyle kültürel olarak Antik Yunan şehri kabul edilmekle beraber, tarihi çok daha eskilere giden bir yerleşim yeri. Burası ilk olarak, M.Ö. 12. yüzyılda, Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian (bazı kaynaklarda Elimi olarak geçiyor) kavimi tarafından kurulmuş. Başta Tukidides olmak üzere birçok tarihçi Elymianların, Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180 civarı) kaçan Troialılardan oluştuklarını düşünüyor. Hatta bu nedenle, kendi köklerinin de Troia olduğuna inanan Romalılar Elymianlara ve kurdukları şehirlere özel ilgi göstermişler. Troia Savaşı’nın, köken olarak Sicilya tarihinde özel bir yeri var. Örneğin, adaya çok daha sonra gelen ve M.Ö. 735’ten itibaren şehir devletleri kuran Greklerin de, Troia Savaşı’ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’ındaki site devletlerinden gelen insanlar oldukları düşünülüyor.

Segesta’da Afrodit Urania Tapınağı (M.Ö. 5. yüzyıl)

Paralara ve çanak çömlek üzerindeki yazılara dayanılarak Segesta’nın M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kültürel açıdan bir Grek site devleti haline geldiği belirtiliyor. (Kültürel olgusuna vurgu yapmamın nedeni, pek çok kaynakta Segesta’da aslında Grek bir nüfusun var olmadığının belirtilmesinden dolayı). Şehre ait bir darphane ve ordu kuruluyor. Bu dönemde aynı zamanda, mimari olarak Dorik stilin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı görülüyor. Kendi ürettikleri şarap, mısır, ceviz, zeytin, yün ve keresteye dayalı ticaret, Segesta’yı bölgenin önemli bir ticaret merkezi haline getiriyor. Bununla beraber, bir başka kent devleti olan komşu Selinunte ile aralarındaki sınır mücadeleleri başlıyor. Gezimizin ilerleyen günlerinde Selinunte’yi de gezdik. Bu iki şehir devleti arasındaki mücadele o kadar büyüyor ki, bir süre sonra Segestalılar Atinalılarla ittifak kurarken, Selinunte de adanın doğusunda güçlü bir site devleti olan Siracusa ile birleşiyor. Sonunda Atinalılar Sicilya’ya bir sefer düzenliyorlar ama, Selinunte yerine onu destekleyen Siracusa’ya saldırıyorlar. M.Ö. 415-M.Ö. 413 arasında yapılan bu sefer, Atina güçlerinin tamamen yok edilmesi ile sonuçlanıyor. Bu sefer aynı zamanda, o sırada Yunan ana karasında Atina ve Sparta arasındaki Peleponez Savaşları‘nın (M.Ö. 431-M.Ö. 404) da bir uzantısı sayılabilir çünkü, Selinunte’yi destekleyen ve Atina’yı ağır yenilgiye uğratan Siracusa da Sparta’nın müttefiki.

Tapınağın uzun kenarlarında 14, kısa kenarlarında 6 tane sütun var

İki şehir arasındaki savaşlar daha sonraki dönemlerde de sürerken, Segesta duruma göre sık sık Grekler ve Kartacalılar arasında taraf değiştirmiş. M.Ö. 409 yılında Kartacalı Hannibal, rakipleri Selinunte’yi tamamen yok edince Kartaca’yı tutmuşlar. Ancak, bu galibiyetin etkisi çok uzun sürmemiş. M.Ö. 307 yılında Siracusalı tiran Agathocles Segesta’yı yerle bir etmiş, 10.000’ne yakın kişiyi öldürmüş, kalanların çoğunu ise esir olarak satmış. Segesta, M.Ö. 264-241 yıllarında Kartacalılar ve Romalılar arasında yapılan Birinci Pön Savaşı sırasında Romalıları tutunca, adanın Roma hakimiyeti döneminde rahat bir döneme girmiş. Özgür şehir statüsüne kavuşmuş.

Arkeolojik kazılar, şehrin daha sonra Arapların eline geçtiğini ve izleyen Norman döneminde bile burada bir Müslüman nüfusun bulunduğunu gösteriyor. Bir Norman kalesi kalıntısının yanında bulunan 12. yüzyıldan kalma cami ve Müslüman mezarlığı kalıntıları bunun kanıtı. Bu yapıların, daha sonra Segesta’yı ele geçiren Hristiyan derebeyi tarafından yıkıldığı belirtiliyor. Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra ise, Segesta tamamen terk ediliyor.

Segesta antik kentinin bulunduğu alan, Sicilya’nın birçok yerinde olduğu gibi, bir Arkeolojik Park olarak tanımlanıyor. Parco Archeologico di Segesta, yukarıda belirttiğim gibi, Monte Barbaro’nun tepesinde, arasında bir vadi bulunan iki zirvenin üstüne yayılmış. Etrafında şehir duvarları kalıntıları var ancak, yerleşim yerinin planı tam olarak ortaya çıkarılamamış. Bazı kısımları epeyce dik. Yerleşim için buralar taraçalandırılmış.

Segesta’nın ünlü tapınağı, arkeolojik parkın girişinin sağ tarafında bulunan daha alçakça bir tepenin üzerinde bulunuyor. Arzu edenler için buraya golf arabaları ile de ulaşım sağlanıyor. Biz bilet gişesindeki genç görevlinin, “Çok da gerekli değil” havasındaki sözlerine ve o yöne doğru yürüyen epeyce sayıda insan olmasına dayanarak, buraya yürüyerek çıktık. Yürünemeyecek bir uzaklık ve yol değil ama sıcakta biraz sıkıntılı oldu. Ancak, bu daha sonra yaşayacaklarımızın yanında hiçbir şeydi doğrusu…

Günümüzde Segesta’da bulunan antik tiyatronun M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak yapının, geç 4. yüzyıl ile erken
3. yüzyılda yapılmış bir başka tiyatronun yerine
yapıldığı görüşü de hakim.

Şehrin akropol, agora, tiyatro, nekropol (mezarlık), kiliseler, cami, kale ve evlerin bulunduğu yerleşim bölümü, girişin sol tarafında bulunan, daha dik ve yüksek Monte Barbaro’nun üzerinde. Yine aynı görevli bize bu yönde mesafenin sadece bir kilometre olduğunu söyledi. Tepenin ne kadar dik olduğu konusunda ise hiçbir bilgi vermedi. O sıcakta, yokuşu kıvrılarak çıkan bu yolu büyük bir zorlukla çıktık. Yol üzerinde az sayıda yeri inceleyerek tepeye ulaşmamız iki saate yakın sürdü. Oysa daha sonra, bu yolun bir değil, dört kilometre olduğunu ve tiyatronun da bulunduğu esas bölüme aşağıdan otobüsle ring seferi yapıldığını öğrendik. Gereksiz bir yorgunluk oldu bizim için. Eğer Segesta’ya giderseniz, yukarıya çıkmak için otobüse binmenizi öneririm. Yol üstündeki az sayıda kalıntıyı çok görmek isterseniz, aşağıya yürüyerek inebilirsiniz. Bu zorlu çıkışın bize tek faydası, yukarıdan daha da güzel görünen Dorik tapınağın doya doya fotoğrafını çekebilmek oldu. İnerken de çekilebilir tabii ama, biz inerken yağmur bulutları Segesta’nın üzerinde artık iyice yoğunlaşmaya, hatta bir iki yağmur damlası düşmeye başlamıştı bile.

Yeşilliklerin arasına kondurulmuş bir biblo gibi görünen Segesta’nın tapınağının yapımına M.Ö. 430-420 arasında başlandığı tahmin ediliyor. Ne var ki, Afrodit Urania‘ya adanmış olan tapınak hiçbir zaman bitirilmemiş. Bunun büyük bir ihtimalle Selinunte ile yapılan savaşlardan kaynaklanmş olabileceği belirtiliyor. (Urania, Afrodit’in ruhani yanını vurgulamak için Grekler tarafından kullanılmış bir ifade). Tapınağın sütun süslemeleri ve sütun tabanlarının tamamlanmamış olduğu göze çarpıyor. Tapınakta bir altar olmadığı gibi, çatısının da hiç kapatılmamış olduğu anlaşılıyor. Tüm bu eksikliklere karşın, daha önce belirttiğim gibi, özellikle uzaktan çok etkileyici. 19. yüzyılda buraya yolculuk yapan birçok ressam tuallerine, aralarında Goethe‘nin bulunduğu edebiyatçılar da yazılarına, şiirlerine bu büyüleyici güzelliği yansıtmışlar.

Segesta Tapınağı (1843)
Ressam Thomas Cole (1801-1848)
Yüz seksen yıldan beri tapınağın çevresi hemen hemen hiç değişmemiş…

Yağmura yakalanmadan Segesta’dan ayrıldık. Çıkarken, rehber cihazı ve kulaklıklarımızı geri veriyorduk ki, gişedeki aynı görevlinin bu kez bir İtalyan aileye bize söylediklerini tekrarladığını ve onların da, “Eh, o kadarcık yol bir şey değil”, dediklerini duydum. Onlar için üzüldüm ama, doğrusu kendilerini uyaracak vaktimiz yoktu. Görevli ya antik kenti hiç gezmemiş ya da o tepeye kendi yaya olarak hiç tırmanmamıştı. Belki de, otobüsten haberi olmayanlara bu oyunu oynamaktan keyif alıyordu.

Monreale Katedrali ve içindeki muhteşem Bizans mozaikleri

Monreale’ye vardığımızda gökyüzü bulutlardan artık iyice kararmıştı. Şehir, Sicilya taşrasındaki birçok kent gibi, bir tepenin üzerindeydi. Arabayı, Duomo tabelalarının bizi yönlendirdiği güzergahta ulaştığımız büyük bir otoparka park ettik. Etraf tur otobüsleri ile doluydu. Buradan merdivenlerle yukarı çıkıp, yine tabelaları izleyince kendimizi Duomo’ya yandan bitişik bir meydanda bulduk. Tehditkar kara bulutların altında meydan ve şehir, katedralin çevresindeki turist kalabalığının dışında, son derece sakin görünüyordu. Öyle ki insan, bu şehrin bir zamanlar Mafya’nın önemli bir kalesi olduğuna ve katedralin atanmış piskoposunun bile haraç, rüşvet, sahtekarlık ve benzeri suçlar nedeniyle soruşturmadan geçirildiğine zor inanıyordu. 1983-84 yıllarında çok sayıda yerel Carabinieri (Jandarma) öldürüldüğü için buraya Sicilya’nın en büyük jandarma garnizonu kurulmuş. Mafya günleri geride kalmış görünse de, kimileri burada derinlerde hala bir uyuyan Mafya varlığı olduğunu düşünüyor.

Luigi Valadier‘nin eseri olan, gümüşten yapılmış ana altarda
Meryem Ana‘nın yaşamı anlatılıyor

Monreale dar sokakları, Barok kiliseleri ve köşe başlarında bar ve kafeleri olan bir yer. Ancak, buranın en büyük ilgi odağı şüphesiz katedrali. Yapıda görecekleriniz Bizans-Norman ya da Sicilya-Norman olarak adlandırılabilecek sanatın muhteşem örnekleri olarak kabul ediliyor. Tabii Arap etkisini de unutmamak lazım. Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, Sicilya’da Arap etkisi, onların bu topraklarda hükümranlıkları sona erdikten çok sonra bile, iki yüzyıl kadar, devam etmiş. Kendilerinin zaten Sicilya’yı 250 yıl kadar yönettiklerini de düşünürseniz, bu kültürel olarak hiç de azımsanmayacak uzunlukta bir dönem. Norman krallar, sadece mimari ve sanat olarak değil, sarayda harem, giyim, kuşam gibi birçok Arap geleneğini sürdürmüşler. Hatta bir dönem Arapça, sarayın resmi dili olarak kullanılmış.

Katedralin yer mozaiklerinde Arap etkisi göze çarpıyor

Monreale Katedrali’nin yapımına 1172 yılında, Sicilya’nın Norman Kralı II. William (İtalyanca Guglielmo) zamanında başlanmış ve on yıl sürmüş. Kral buraya Benediktin keşişleri için bir manastır ve katedral yaptırmaya ve bütün yerleşkeyi Meryem Ana‘ya adamaya karar vermiş. Katedralin bronzdan yapılmış ana giriş kapısı, 1186 yılında sanatçı Bonanno Pisano tarafından yapılmış. Orta çağ’da yapılmış en büyük kapı olarak tanımlanıyor. İçeride, 6400 metre kare olduğu belirtilen duvar mozaikleri gerçekten nefes kesiyor. Bu mozaikler, o dönem Konstantinopolis‘ten getirtilen Bizanslı sanatçılar ve onlarla çalışan Sicilyalı ustalar tarafından yapılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi, kullanılan altın nedeniyle göz alan mozaiklerde İncil’den çeşitli sahneler resmedilmiş. Bunların arasında, bu tip yapılarda adetten olduğu üzere, II. William’ın katedrali (maketini) Meryem Ana’ya sunduğu bir mozaik de var.

Monreale Katedralinin bazı bölümlerini görebilmek için bilet almak gerekiyor. Roano Şapeli de bunlardan biri. Şapeli yaptıran Giovanni Roano, İspanya’da doğmuş. 1659 yılında Cefalù, 1673 yılında da Monreale Piskoposu olarak atanmış.
1686-1692 yılları arasında Cizvit Angelo Italia tarafından yapılan Roano Şapeli Sicilya Barok‘u olarak adlandırılan tarzın
en muhteşem örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
Şapelin süslemelerindeki renk ve motiflerde
İber Yarımadası’na özgü sanatsal dokunuşlar var

Katedralin görülecek başlıca yerleri, İtalya’nın ve Sicilya’nın birçok yerindeki dini merkezlerde olduğu gibi, paralı. İçeri ücretsiz girebiliyor ama, buraları görebilmek için bilet alıyorsunuz. Norman Kralları I. William ve II. William’ın mezarlarının bulunduğu bölüme, manastır kısmının revaklı bahçesine, katedral müzesine, etkileyici Roano şapeline ve yukarıdaki teras kısmına bu bilet ile girebiliyorsunuz. Monreale’nin Duomo’sunu gezerken yer döşemelerini de gözden kaçırmamalısınız. Arap etkisinin bariz bir şekilde görüldüğü yer mozaiklerinde ve süslemelerinde sadece motifler değil, çeşitli hayvan figürleri de var.

Norman Kral Mezarları
Arkada, kırmızı mermerden olan mezar, “Kötü” lakaplı Kral I. William‘a (1131-1166) ait. Öndeki, onun oğlu, “İyi” lakaplı Kral II. William‘ın (1153-1189) mezarı.
Yine Arap etkisinin görüldüğü yer mozaiklerinden örnekler…

Doğrusu, Segesta’daki tepeyi tırmandıktan sonra Monreale’de katedralin tepesine çıkmaya hiç niyetimiz yoktu. Ancak, pazar günleri manastır kısmının kapalı olduğunu, ama avlusunu yukarıdan görebileceğimizi öğrendikten sonra, gücümüzü kuvvetimizi toplayıp, oraya da çıkmaya karar verdik. Arap mimari özelliklerinin en güzel şekilde kullanıldığını okuduğum avluyu uzaktan da olsa bu şekilde görebilecektik. Yukarı çıkış kolay olmadı ama, değdi. Güney kulesinden yukarı çıkıp, hem manastır kısmını hem de Palermo’ya kadar olan manzarayı doya doya seyrettikten sonra kuzey kulesinden aşağıya iniyorsunuz. Bu arada katedralin arşiv bölümünden geçiyor, dahası içeriye açılan pencerelerden az önce aşağıda gördüğünüz o muhteşem mozaikleri bu kez, yukarıdan ve başka açılardan görebiliyorsunuz.

Katedralin arşivinde tarihleri 1400’lere kadar giden
belgelerin bulunduğu bölüm
Duomo’nun içerisine yukarıdan bakış

Duomo’yu gezip dışarı çıktığımızda, çatıda iken hafif hafif serpiştiren yağmur, artık iyice kendini hissettitmeye başlamıştı. Katedralin önündeki meydanda bulunan yerlerden birinde oturup hem bir şeyler yemeye hem de biraz dinlenmeye karar verdik. Yağmur da o sırada diner belki diye düşündük. Gözümüze kestirdiğimiz, tam karşımızdaki yere gittik. Birazdan “riposo“nun (siesta) başlayacağını, sadece içecek verebileceklerini söylediler. Bunun üzerine, çapraz köşede, dolup taşıyor gibi görünen ve bar ile pastahane arası gibi duran bir yere gidelim dedik. Doğrusu burası, yemek kalitesi olarak Sicilya’da yemek yediğimiz en kötü iki yerden birisi olarak kafamda yer etti. Yediğimiz pizza fena değildi ama hevesle aldığımız arancini berbattı. Türkiye’de bile bu nefis Sicilya yiyeceğini çok daha iyi bir şekilde yapan yerler var. Neyse ki, sonraki günlerimizde, Sicilya’nın çeşitli kentlerinde çok lezzetli arancini’ler yedik de bu kötü deneyimin acısını çıkardık. Yemeklerin yanında, servis de berbattı. Self-servis olan mekanda ne sıra belli ne sistem. Barmenin ve yemek siparişlerini alan (ikisi de birbirinden asık yüzlü) genç kızın tanıdıkları durmadan önünüze geçiyor ve bir de uzun sohbetlerle zaman geçiriyorlardı. Gelen yerel halktan tipler de filmlerden fırlamış, Mafya vari tipler gibi göründüler gözüme. Monreale’nin karanlık geçmişini bilmem bu izlenimimde etken oldu şüphesiz….

Katedralin çatısından görme fırsatı bulduğumuz manastır kısmı
Manastır avlusunu çevreleyen revak sütunlarında
açıkça görülebilen Arap etkisi var

Yemekleri sipariş ettikten ve içecekleri zar zor aldıktan sonra, kapının önündeki masamıza gidiyordum ki, şimşekler çakmaya başladı. Yağmur şiddetlendi. Tepemizdeki, birkaç masayı örten kare şemsiyenin kenarlarından oluk oluk yağmur suyu akıyordu. Tam bir fırtına hali vardı. Yerel insanlar havaya daha hazırlıklı görünüyorlardı. Çoğu Amerikalı olan turistler ise, yazlık kıyafetleri içinde tir tir titriyorlardı. Biz de tedbirli gruptandık ama yine de çok tatsızdı. Zaman zaman şemsiyenin orta yerinde biriken yağmur suyu da kendine bir yol bulup, aşağıya kovadan dökülürcesine akıyordu. Bu sevimsiz ortamda bir saate yakın kaldık çünkü, aşırı yağmur ve rüzgardan dolayı, şemsiye ile bile arabaya yürümek imkansız gibi görünüyordu. Bu zorunlu bekleyiş sırasında etraftaki masalara baktım. Monreale’nin çocukluktan çıkmış ama henüz tam olarak yetişkin olamamış gençleri, pazar günü çocuklarını dondurma yemeye getirmiş genç çiftler, yemeğin üstüne önündeki grappa‘yı yudumlayan ve belki ertesi gün çalşmak için yine fabrikaya gitmek zorunda olduğunun bilinci ile bu kasvetli havada içine sıkıntı basmış adamlar, yaşı geçmiş ama yine de pazar günü için giyinmiş ve rujunu sürmeyi ihmal etmemiş kadınlar…

Katedralin terasından meydana bakış.
Katedrali gezmeyi bitirdikten sonra önce, tam karşıda (fotoğrafta sağ tarafta) görülen yere oturduk. Yemek servisi yapamayacaklarını öğrenince, sol çaprazda, önünde büyük bir tente olan bar/pastaneye geçtik…

Nihayet yağmur biraz yavaşladı. Hızlı adımlarla arabaya döndük. Bir sonraki durağımız olan Castellammare del Golfo’ya doğru yola koyulduk.

Monreale’den yaklaşık bir saat uzaklıkta, kendisi ile aynı ismi taşıyan körfezin kıyısında bulunan Castellammare del Golfo, temel olarak balıkçılıkla geçinen bir köy. Burada manzaranın çok güzel olduğunu okumuştum. Ancak, erken kararan hava ve yoğun yağış nedeniyle biz hiçbir şey anlamadık. Bir de üstelik, bir yamaçta konuşlanmış olan bu yerleşim yerinde yine navigasyonun azizliğine uğrayıp, korkunç dik yokuşlar ve son derece dar sokaklarda birkaç kez dönüp durmak zorunda kaldık. Bu gibi yerlerde başlıca sorun, internetin yavaşlığı nedeniyle, sizin sapmanız gereken sokakları çoktan geçip gitmiş olmanız oluyor. Farkına varıp, geriye dönmeye çalışırken kendinizi başka çıkmaz sokaklarda buluyorsunuz ve bu durum kimi zaman bir kâbusa dönüyor.

Her neyse… Sonunda, limanın bulunduğu sahile inmeyi başardık. Şans eseri, yer ayırttığım La Cambusa isimli restoranın karşısında park edecek yer de bulduk. Buna rağmen, şemsiyelerimiz fayda etmedi. Kapının önüne geldiğimizde biraz ıslanmıştık. Ancak, cam kapının ardındaki garson ve onun arkasındaki şef garson bizi içeriye almaya niyetli gibi görünmüyordu. Önce saatin henüz yedi olmamış olabileceğini düşündüm. Çünkü, riposo‘dan sonra restoranlar genel olarak saat yedide açılıyorlar. Yediye birkaç dakika vardı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, neredeyse zorla içeri girdik. Görünen oydu ki, o isteksizlik daha çok içeriyi yağmur suyu basmış olmasındandı. Garson canla başla ortalığı paspaslamaya çalışıyordu. Oldukça suratsız görünen şef garson bizi önce, suların az da olsa girmeye devam ettiği, yere kadar inen camların kenarındaki bir masaya oturtmaya çalıştı. Kabul etmeyince, söylenerek ikinci sırada bir masayı gösterdi. Biraz keyfimiz kaçtı. Adamı, Sicilya’da karşılaştığımız en aksi insanlardan biri olarak hatırlayacağım. Bu geziden önce ve sonra, birkaç arkadaşımdan Sicilyalıların genel olarak İtalyan ana karasındaki insanlar kadar sıcak olmadıkları yorumunu duymuştum. Bu doğru sayılabilir. Oldukça mesafeliler. Okuduğum bazı kaynaklarda bunun en temel nedeni olarak, adanın tarih boyunca çok farklı milletler tarafından sürekli işgal edilmiş olmasına işaret ediliyor. Bu durumun insanlarda yabancılara karşı bir güvensizlik ve mesafe yarattığı belirtiliyor. Öte yandan, Sicilya’da çok sıcak ve candan insanlarla da karşılaştık.

Girişteki kriz durumunu atlattıktan ve şefin de sadece bize karşı değil, çalışanlara, hatta yavaş yavaş masaları doldurmaya başlayan yerli halktan müşterilere de benzer bir suratsızlıkla davrandığını izleyince biraz rahatladık. Şef garsonu olduğu gibi kabul etmeye karar verdik. Bir de, asık yüzlü idi ama, en azından profesyoneldi.

La Cambusa’nın yemekleri çok lezzetli ve buraya özgü, eğer yolunuz düşerse tatmanızı önerdiğim, ünlü birkaç tabağı var. Bunların başında couscous di pesce (balık kuskusu) geliyor. Restoranın açıldığı 1995’ten beri klasikleşmiş bir giriş tabağı. Bir diğeri, tipik bir Sicilya yemeği olan involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma). İkisinden de yedik. İkisi de çok lezizdi. Ancak, porsiyonlar inanılmaz büyüktü. Gidecek olanları bu konuda uyarmak isterim. Öncesinde bir şey yememek veya paylaşmak iyi bir fikir olabilir. O akşam, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 şarabını içtik. Zibibbo (Muscat de Alexandria) muscat familyası üyesi bir beyaz üzüm çeşidi olup, çoğunlukla Sicilya adasında ve Trapani bölgesine bağlı Pantelleria adasında ekilmektedir. Şarapla beraber, iki kişi 88 Euro verdik. Yemek kalitesi, porsiyonlar ve içkinin dahil olmasını düşününce, epeyce ucuz bir akşam yemeği oldu.

Yemekler güzeldi ama, biz Castellammare del Golfo’dan hiçbir şey anlamamıştık. Bütün gece, pencerelerin ötesindeki, deniz olması gereken, karanlığa baktık durduk. Yağmur da dinmek bilmemişti. Giderek tek boş masanın kalmadığı restorandan ayrılırken, yağmur yine iyice hızlandı. Yoğun yağış altında Cefalù’ya geri döndük.

Castellammare del Golfo‘ya yukarıdan bakış.
Solda köye adını veren, deniz kenarındaki kale.
Geldiğimiz Palermo yönüne doğru manzara

Ertesi gün, tekrar batıya doğru yola çıkarken, yağmur dehşet bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Tam, yolumuz üstünde olan Castellammare del Golfo’nun yakınından geçerken, hava birden açtı. Çıkan güneş ile birlikte gökyüzü aydınlandı. Ani bir karar ile, bir önceki akşam doğru dürüst göremediğimiz Castellammare del Golfo’ya sapmaya karar verdik. Sonradan, böyle bir şey yaptığımıza çok sevindim. Meğer burası ne kadar sevimli ve güzel bir yermiş…

Castellammare del Golfo
Ristorante La Cambusa

Eski kaynaklara dayanılarak, Castellammare del Golfo’nun tarihte ilk olarak Segesta antik kentinin limanı olarak kullanılan bir yer olduğu belirtiliyor. Köy daha sonra, M.S. 827 yılında, Araplar tarafından ele geçirilmiş. Araplar buraya, basamaklar demek olan “Al Madarig” adını vermişler. Bunun büyük olasılıkla, limandan yukarıya doğru çıkan basamaklı sokak nedeniyle olduğu söyleniyor. Günümüzde sahilde görülen kaleyi de ilk olarak Araplar yapmış, daha sonra Normanlar tarafından genişletilmiş. Aslında o zamanlar kale, sahile yakın bir kayalığın üstüne yapılmış ve kara ile arasında yukarı kaldırılabilen tahta bir köprü varmış. Balıkçılık, Antik Çağlar’dan beri Castellammare del Golfo’nun en temel geçim kaynağı olmuş. Günümüzde de balıkçılık, turizm ile birlikte, bu yerleşim yerinin başlıca gelir kaynağı. Castellammare del Golfo’nun bir diğer özelliği ise, Amerika’daki Mafya oluşumu ile bağlantısı. 20. yüzyılın başında New York‘ta faaliyet gösteren en ünlü Mafya çetelerinin yönetici ve elemanları buradan Amerika’ya göçmen gidenlerden meydana gelmiş. Yoğun olarak yerleştikleri Little Italy, İtalyan Harlem’i olarak da bilinen Doğu Harlem, Bushwick ve Brooklyn civarlarında yıllarca kendi kanun tanımaz düzenlerini kurmuşlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra giden ikinci göçmen dalgası da, bir önceki yerlere ek olarak, Queens, Bronx ve Staten Adası ilçelerine yayılmışlar.

Castellammare del Golfo Kalesi

Bizim bir sonraki güneşli günde gördüğümüz Castellammare del Golfo’nun geçmişte Mafya ile herhangi bir bağlantısı olduğuna inanmak zordu. Etraf son derece sessiz ve sakindi. Önce, önerildiği üzere, yukarıdaki meydandan limanı doya doya seyrettik. Masmavi deniz, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Aşağıda tarihi kale ve onun solunda, karaya doğru iyice sokulmuş olan liman bölgesinin bulunduğu koy vardı. Bir süre sonra aşağıya indik. Sahilde yürürken La Cambusa’nın önünden de geçtik. Birkaç garson dışarıya masalar kuruyordu. Bir gece önce kopan fırtına sanki hiç olmamış gibiydi. Yürümeye devam ettik ve bu kez Via Don Leonardo Zangara üzerinde oldukça salaş görünen bir yeri gözümüze kestirip, oturduk. Tüm masalar doluydu. Herkes, tatlı tatlı ısıtan güneşin altında, oldukça basit menüden seçtikleri birkaç çeşit yemeğin tadını çıkarıyordu. Biz de, bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata eşliğinde, karışık peynir ve şarküteri tabaklarımızı keyifle yedik. Bir süre sonra, mekan öğlen için kapanma hazırlıklarına girişince, istemeye istemeye kalktık. Gerçi yolcu yolunda gerekti. Yolumuz ne de olsa uzundu ve bu, güzergahtan program dışı bir sapma olmuştu. Trapani ve Erice‘yi gördükten sonra hedefimiz, Sicilya’da ikinci konaklama noktamız olan, Agrigento ve ünlü Tapınaklar Vadisi idi…

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Saat öğleden sonra üç buçukta Cefalù sokaklarına bıraktık kendimizi. Hava epeyce sıcak. Sahilde denize giren oldukça çok insan var. Buna karşın, gölgeler serin. Bu sevimli Orta Çağ kentinin taş döşenmiş sokaklarından şehrin içlerine doğru yürüdükçe serinlikte insanın ürperdiği bile oluyor. Her yer turist dolu. Yerli halk denize girmeyi tercih ederken, yabancılar görülecek yerlere akın ediyorlar. En çok Amerikalılar göze çarpıyor. Tüm Sicilya gezimiz boyunca bu böyle devam etti. Amerikalılar çoğunluktaydılar. Belki bir kısmı birkaç kuşak önce Sicilya’dan göç etmiş ailelerden geliyorlardı bilemiyorum, ama gittiğimiz her şehirde değişik gelir grupları ve entelektüel seviyelerde Amerikalılar karşımıza çıktı.

Doğrusu o kadar erken kalktıktan ve onca yol yorgunluğundan sonra, şimdi Cefalù’da dolaşmaktan bu kadar keyif alacağımı tahmin etmezdim. 06.50’de kalkan İstanbul-Catania uçağına binebilmek için sabah 02.20’de kalktık. Uçak yolculuğu iki saat on dakika sürdü. Catania saati ile saat 08.00’de indik. Polis kontrolü, bagaj alımı, kiralık araç işlemleri derken yola koyulduk. Doğrusu, öğlen Cefalù’da olur ve hemen gezmeye başlarız diye düşünüyordum ama, buraya gelmemiz, birinci yazımda söz ettiğim nedenlerden dolayı, biraz uzun sürdü. (Okumamış olanlara, önce birinci yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linki kullanabilirsiniz).

Cefalù’da bir sokak ve uzakta Duomo

Cefalù’da biz şehre 10-12 dakikalık mesafedeki bir tesiste kaldık. Burası, Türkiye’de de Bodrum’da tatil köyü ve oteli (Sea Garden) olan, İsviçre kökenli, Hapimag şirketine ait. Kalabilmek için üye olmanız gerekiyor. Hapimag üyesi iseniz, burada kalabilirsiniz. Değilseniz, Cefalù’da gerek şehrin içinde gerekse biraz dışında kalabileceğiniz otel ve apart oteller ile Airbnb ve Bed and Breakfast (Oda Kahvaltı) tarzında epeyce yer var. Eğer bizim gibi, şehrin içinde değil de, biraz dışında kalacaksanız, Cefalù’da park yeri bulmanın biraz zor olduğunu söylemek isterim. Bunun için en iyi çözüm, navigasyondan Lungomare (sahil boyu demek) caddesini bulmak ve oradaki büyük, açık hava araç parkına arabanızı bırakmak.

Hapimag Cefalù

Cefalù’yu gezmeye Duomo olarak adlandırılan Cefalù Katedrali’nden başlayabilirsiniz. Şehre hakim bir noktada, kale gibi yükselen Duomo Cefalù’da gezilecek en önemli yer diyebiliriz. Katedral, Sicilya’nın kuzeyinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Arap-Norman stilde yapılmış dokuz eserden birisi. Bu gruptaki diğer eserler; Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü ile Monreale’deki katedral.

Cefalù Katedrali (Duomo)

Cefalù Katedrali’ni gezmeden önce İtalya ve Sicilya’da çok karşılaşılan Duomo kelimesine bir açıklık getirmek iyi olabilir. Bildiğiniz gibi, İtalya’daki pek çok şehirde (Floransa, Milano, Pisa gibi) Duomo olarak adlandırılan ünlü ibadet yerleri var. Kelime bize İngilizce’deki dome (kubbe) kelimesini anımsatsa da (her ikisi de aynı Latince kökten türetilmiş olmasına rağmen), farklı bir anlamı var. Duomo, Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılıyor. Geleneksel olarak Duomo aynı zamanda bir katedral olması gerekirken, günümüzde artık katedral statüsünü yitirmiş ibadet yerleri de Duomo olarak anılmaya devam edebiliyor. Bir dini ibadethanenin katedral olması, yaygın olarak sanıldığının aksine, yapının büyüklüğü ile ilgili bir durum değil. Küçük bir yapı da pekala bir katedral olabiliyor zira, burada belirleyici olan, söz konusu ibadethaneye en üst dini kurum tarafından (Katoliklerde Papa, Ortodokslarda Patrik vb.) bir piskopos atanmış olması. Örneğin, İstanbul’dan örnek vermek gerekirse, büyüklüğüne bakarak, Beyoğlu’ndaki Sant’Antonio di Padova Kilisesi’ne (Sent Antuan) kimilerince katedral denir. Oysa değildir. Öte yandan, Harbiye’deki Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nin bahçesinde bulunan Saint Esprit bir katedraldir çünkü, Papa tarafından atanmış bir piskopos yönetimindedir. Son olarak, bazilika kelimesine de değineyim. Bazilika, kökü Grekçe olup, orijinal olarak Romalılar tarafından bazı yapılar için kullanılmış bir kelime. Bu yapılar uzun, iki sıra sütunlarla desteklenmiş ve en sonunda yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) olan binalar. Romalılar bu tür yerleri zamanında mahkeme salonları veya büyük sivil toplantılar için kullanmışlar. Zamanla bu mimari tarz, Hristiyan ibadethanelerine de uygulanmış. Katolik dünyada bir ibadethanenin bazilika statüsüne sahip olması için yapının dini, tarihi veya mimari bir özelliğinden (veya özelliklerinden) dolayı Papa tarafından, bazı ayrıcalıklarla birlikte, bu şekilde taltif edilmesi ile olabiliyor. Bu nedenden dolayı, bir ibadethane aynı zamanda hem katedral hem bazilika olabiliyorken, her bazilika katedral olmayabiliyor.

Katedralin içi ve muhteşem Bizans mozaikleri

Aynı zamanda bir bazilika olan Cefalù Katedrali, kale görünümlü, etkileyici bir yapı. Sicilya’nın Norman işgali altında bulunduğu dönemde, 1131 yılında yapımına başlanmış. (Adanın renkli tarihi hakkında bir fikir edinmek için, bir önceki yazıma bakabilirsiniz). Efsaneye göre katedral, ünlü Sicilya Kralı II. Roger’in (1095-1154) denizde tutulduğu bir fırtınadan zor kurtularak, Cefalù’da sahile çıktıktan sonra ettiği bir yemin üzerine yapılmış. Yapıda Norman etkisi ve yine onların kullanmayı çok sevdikleri Arap mimari özellikleri göze çarpıyor. Roger II katedralin içinde kendisi ve eşi için birer lahit de yaptırmış ama öldüğünde yapı bitmemiş olduğu için buraya gömülememiş. Roger II’nin mezarını daha sonra, gömüldüğü Palermo Katedrali’nde göreceğiz. Cefalù Katedrali’nin apsisini süsleyen muhteşem mozaiklerin yapımına 1145 yılında başlanmış. Bunun için Roger II Konstantinopolis’ten (İstanbul) Bizanslı mozaik ustaları getirmiş. Bu nedenle, Bizanlıların Sicilya’dan ayrılmasının üstünden yüz yıllar geçmiş olsa da, bu mozaikler Bizans eseri sayılıyorlar. Katedralin yapımı yüz yıldan fazla sürmüş ve ön cephesi ancak 1240 yılında tamamlanabilmiş.

Korumaya alınan yer karolarının birinde açıkça görülebileceği gibi, katedralin yapımında Arap motifleri ve mimari özellikleri epeyce kullanılmış

Cefalù Katedrali’ni gezdikten sonra, meydandan denize doğru inen sokaklardan biri olan Via Mandralisca sizi Museo Mandralisca’ya götürecek. Gitmeden, katedralin önündeki meydanda bulunan kafelerden birinde soluklanmak da iyi bir fikir olabilir ama, biz daha sonra sahilde bir dondurmacıyı tercih ettik. Mandralisca Müzesi, 1809 yılında, aynı zamanda Mandralisca Baronu olan, tüccar ve koleksiyoncu Enrico Pirajno tarafından kurulmuş. Müzenin bulunduğu bina Baron ve ailesinin bir zamanlar oturduğu Palazzo Mandralisca, yani “Mandralisca Sarayı”. Belki büyük konak demek daha doğru olur. Sicilya ve İtalya’da çok sık karşılaşacağınız bu palazzo ifadesinin her zaman büyük saraylara denk gelmediğini belirtmem gerek.

Museo Mandralisca‘da bulunan Sicilya’nın Grek döneminden kalma bu vazonun üzerindeki balık ayıklayan adam figürleri, ada mutfağındaki deniz ürünleri kültürünün
çok eskilere dayandığının bir kanıtı

Enrico Pirajno yaşamı boyunca tablolar, sanat eserleri, arkeolojik buluntular, belgeler, deniz kabukları, doldurulmuş hayvanlar gibi birçok şey toplamış. Arkeolojik buluntular ağırlıklı olarak Cefalù çevresinde çıkarılmışlar. Ayrıca, nümismatik (eski para kolleksiyonculuğu) bölümünde M.Ö. 5. yüzyıla kadar giden bir koleksiyon görebilirsiniz. Sanat galerisi bölümünde Sicilyalı sanatçıların 15.-18. yüzyıl arasında yapılmış eserleri var. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, Antonello da Messina (1430-1479) tarafından yapılmış olan, “Bilinmeyen Adamın Portresi” isimli tablo. Messinalı büyük ressamın bu tablosu, özellikle resmedilen modelin kibirli ve Makyavelist olarak tanımlanan yüz ifadesi nedeniyle ünlenmiş. Baronun söz konusu tabloyu Lipari adasındaki bir ezcanede bulduğu söyleniyor. İlerleyen günlerde, Messinalı Antonello‘nun başka eserlerini de kendi memleketinde görme fırsatımız oldu.

Bilinmeyen Adamın Portresi
Antonello da Messina (1430-1479)

Müzeden çıkınca sahile doğru yürüyüp sola dönerseniz (Via Vittorio Emanuele), ilginç bir Orta Çağ yapısı göreceksiniz. Burası Lavatoio Medievale olarak adlandırılan ve Araplardan kalma bir çamaşırhane. Orta çağ boyunca halk tarafından ortak kullanılmış olan bu çamaşırhane aklıma hemen Gökçeada’daki çamaşırhaneleri getirdi ama, burası orada gördüklerimizden oldukça farklı. Deniz seviyesindeki Arap Çamaşırhanesi sokak seviyesinden dört metre aşağıda. O nedenle, geniş bir merdiven ile iniliyor. Çamaşırhanede, 22 musluktan akan, Cefalino ırmağının suyu kullanılıyor. Bunların 15 tanesi arslan kafası şeklinde. Irmak daha önce çamaşırhanenin yanında akarken, 17. yüzyılda üstü kapatılmış. 20. yüzyılda da kullanılmaya devam edilen çamaşırhanede her gün toplanan kadınlar birlikte şarkı söyleyerek ve eğlenerek çamaşırlarını yıkarlarmış. Restorasyonu 1991 yılında tamamlanan çamaşırhane, Cefalù’da en çok ziyaret edilen yerlerden birisi.

Araplardan kalan çamaşırhane

Via Vittorio Emanuele’den geldiğiniz yöne doğru geri dönerseniz, müzenin bulunduğu Via Mandralisca’yı geçtikten sonra, sol kolda bir başka tarihi yapıyı göreceksiniz: Porta Pescara. Burası, kentin eski, Araplardan kalma, liman bölgesinde bir zamanlar bulunan dört kapıdan günümüze kadar kalabilmiş tek kapı. Adını, kapıyı 1570 yılında restore ettiren genel validen alıyor. Kapının üstünde Sicilya Krallarının arması var. Yapının doğal olarak çizdiği çerçeve çok fotoğrafik ve sürekli fotoğaf çektiren birilerinin olması nedeniyle boş olarak yakalamak çok zor. Burası size bir yerlerden tanıdık geliyorsa, çok haklısınız. Porta Pescara, Cefalù’daki birkaç başka yer ile birlikte, benim de çok sevdiğim, Giuseppe Tornatore’nin 1988 yapımı o şahane filmi, Cinema Paradiso’da da kullanılan yerlerden birisi.

Porta Pescara

Cefalù’nun bir başka sinematografik noktası, Porta Pescara’nın ilerisindeki Piazza Marina’da göreceğiniz taş kemerler. Eski liman (Porto Vecchio) boyunca uzanan şehir duvarlarının restore edilmiş bir bölümü olan bu kemerler Tiren Denizi’ne (Mar Tirreno) doğru çok güzel bir görünüm sunuyorlar. Piazza Marina’ya gitmişken, oradaki dondurmacıda oturup dondurma yemenizi öneririm. Meydanı kaplayan masaları ile buradaki tek dondurmacı burası zaten. Biz yemedik ama, aynı yerin restoranı da var. Artisanal dedikleri, fabrikasyon olmayan, dondurmaları ve kap olarak kullandıkları çikolatalı waffle’dan kaseleri çok güzeldi. Bu vesile ile Sicilya’da çok güzel dondurmalar yiyebileceğinizi söylemek isterim. Tüm meyva çeşitlerinin dışında, özellikle fıstık, fındık, tuzlu karamel ve çikolata… Hepsi çok lezzetli. O kadar yediğimiz dondurma arasında bir tek Siracusa’daki Duomo meydanında bulunan dondurmacının ürünleri sıradan geldi bana.

Piazza Marina’daki kemerler

Yeme içme konularına geçmeden ince, Cefalù’da görebileceğiniz yerlere ufak bir ilave yapmak istiyorum. Ben gezilecek yerler konusunda çok ayrıntılı bir plan yapmama rağmen, Sicilya’ya gidince bazı yerleri listemden çıkarmak zorunda kaldım. Bizimki gibi yoğun olan bir gezi programında bazen vakit kalmadı bazen de biz koşturmacaya biraz ara vermek istedik. Cefalù’da da tepedeki Orta Çağ kalesi La Rocca ve Tempio di Diana’ya (Diana Tapınağı) gitmedik. İkincisi M.Ö. 4. yüzyıldan kalma, Artemis’e adanmış bir tapınak. Bildiğiniz gibi, Yunan mitolojisindeki tanrı ve tanrıçaların Roma mitolojisinde aldıkları isimler farklı. (Örneğin, Zeus-Jüpiter, Afrodit-Venüs, Artemis-Diana vb.) Tek istisna, her ikisinde de aynı ismi taşıyan Apollo.

Piazza Marina’da yediğimiz o müthiş dondurma…

Cefalù’da iki akşam yemek yedik. Gittiğmiz iki restorandan da çok memnun kaldık. Sicilya gastronomi açısından bir cennet diyebilirim. İtalya’da bir süre yaşamış ve hemen hemen her yıl İtalya’nın farklı bölgelerine giden birisi olarak bunu rahatlıkla söyliyebilirim. Hatta bence Sicilya mutfağı, o şöhreti çok öne çıkmış olan Emilia-Romagna bölgesinin mutfağından bile ileri. Sicilyalılar adayı işgal eden tüm milletlerin mutfaklarından bir şeyler alıp, bambaşka şeyler yaratmışlar. Örneğin, Araplardan aldıklarını belirttikleri tuzlu tatlı karışımı lezzeti yemeklerde çok güzel kullanıyorlar. Kuşkonmazı yemeklerde kullanmayı ve eti iyi pişirmeyi Romalılardan öğrenmişler. Balık ve deniz ürünlerinin mutfaklarında çok geniş bir yeri var. Bunun yanında, sığır, domuz, av hayvanları ve sakatat var. Hemen hemen hiç olmayan ise tavuk. Her nedense, tavuk ve yumurta tarihsel olarak sığır ve domuza göre daha pahalı olduğu için, Sicilya mutfağında hemen hemen hiç yok. Her türlü sebzeyi, ama özellikle patlıcanı çok güzel kullanıyorlar. Örneğin, tipik bir Sicilya tabağı olan Pasta alla Norma’da olduğu gibi. Patlıcan ve makarna bu kadar mı güzel yakışır birbirine…. Esas yeri Catania olsa da, siz adanın başka yerlerinde de tadabilirsiniz bu özel yemeği. Evet, opera sevenler iyi tahmin ettiler! Catania ünlü besteci Vincenzo Bellini’nin şehri ve yemek de adını onun Norma operasından alıyor. Catania ile ilgili yazımda daha geniş olarak söz edeceğim.

Tatlılar ise, bir başka aleme götürüyor insanı. Sadece ünlü cannoli değil, daha bir sürü tatlıları, turtaları, badem ezmeleri ve kekleri var. Badem ve fıstık kullanımları çok yaygın ve başarılı. Tüm tattığım tatlıların ortak özelliği, son derece az yağlı ve hafif olmaları idi. Ağır olacağını düşündüğüm birkaç tatlı beni bu konuda özellikle şaşırttı.

Antik Yunan kolonisi Sicilya’yı ziyaret eden ünlü filozof Plato (M.Ö. 428 veya 427-M.Ö. 348 veya 347) da, daha o tarihlerde bile, adanın mutfak kültüründen çok etkilenmiş. Hatta, günümüzde bile ayakta duran muhteşem tapınakların bulunduğu Agrigento halkı için şöyle demiş: “Daima sanki sonsuza kadar yaşayacaklarmış gibi inşa ediyorlar: daima ertesi gün öleceklermiş gibi yemek yiyorlar”. Sicilya mutfağı hakkında bir fikir sahibi olduktan sonra, tatil boyunca gönlümce yemek yemeğe karar vermiştim. Öyle de yaptım. Genellikle çok dikkatli yemek yememe karşın, kurallarımı kaldırdım ve her şeyden yedim. Hiç pişman olmadım. Sanırım her gün yürüdüğümüz uzun yolların da katkısı ile, dönüşte sadece iki kilo fazlam vardı. Onu da kısa bir süre içerisinde verdim. Size de kendinizi bu şahane lezzetlerden mahrum bırakmamanızı öneririm. Ne de olsa, Sicilya genelde çok sık gidilen bir yer değil.

Halen Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran bulunuyor. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlar. Biz Sicilya’da kaldığımız süre içerisinde farklı şehirlerde olmak üzere, bu restoranlardan 5 tanesine gittik. Yıllar önce Berlin’de yaşadığımız bir Michelin restoranı deneyiminin aksine, Sicilya’da gittiklerimizin hepsinden çok memnun kaldık. Sanıyorum bunda, mümkün olduğu kadaz füzyon ve deneysel menü sunan restoranlar yerine, daha çok yerel Sicilya ve Akdeniz mutfağı ürünleri sunan işletmeleri seçmemizin büyük payı oldu. Mutfaklarını çağdaş ve modern olarak tanımlayan restoranların da sundukları menülerde hiç bir uçuk kaçıklıkla karşılaşmadık. Her şey çok lezzetliydi. Gezi boyunca sadece iki yerde kötü deneyimimiz oldu. Onları da yeri gelince, uzak durmanız için, yazacağım.

Cefalù’da ilk akşam, bir Michelin seçimi olan Cortile Pepe’de yemek yedik. Doumo’ya yakın sokaklardan birinde olan bu restoran bir aile işletmesi. Burada yediğimiz kabak yaprağından yapılmış involtini özellikle aklımda kaldı. Involtini ile Sicilya’da çok karşılaşacaksınız. Genel anlamda sarma olarak çevirebilirsiniz ama aklınıza sadece asma yaprağı gelmesin. Her türlü sebze ile yapılabildiği gibi (örneğin ince kesilmiş patlıcan ile yapılan da çok lezzetli), et ya da balık ile de yapılabiliyor. Özellikle, birkaç kez yediğimiz, kılıç balığından yapılanı çok güzel. İçlerine ise, dışı ile uyumlu olarak, peynir, başka sebzeler, et, deniz mahsülü ve fıstık konabiliyor. Şarap olarak yemek ile, Sicilya’ya özgü, adanın sadece kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.

Cortile Pepe
Kabak yaprağı kullanılarak yapılmış involtini
Pesto ve Şam fıstığı soslu nefis spaccatelle

İkinci akşam yemek yediğimiz Triscele, bir Michelin restoranı olmamasına rağmen, çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Burası, Duomo’dan biraz daha uzakta. Ancak, çevresinde park yeri bulmak çok zor. O nedenle, size yine daha önce önerdiğim deniz kenarındaki otoparka arabanızı park edip, yürümenizi öneririm. Bizim gittiğimiz gece bir de aşırı bir yağmur vardı ve tam bir kabus oldu. Neyse ki, mekanın hem yemekleri hem de servisi çok iyiyidi. Yediklerimizi not etmemişim ama, şarap olarak Trapani kırsal bölgesindeki Firriato şaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.

Eğer bir şarap severseniz, Sicilya’da kendinize oldukça geniş ve değişik bir seçki yelpazesi bulacaksınız. Daha önce Etna bölgesi şaraplarından söz etmiştim. Ancak, adanın batı tarafı da bu konuda zengin. Hatta Trapani bölgesindeki bağların, yüz ölçümü olarak Toscana’daki bağlardan bile daha büyük olduğu söyleniyor. Adanın en kaliteli şaraplarının üreticisi Donnafugata’nın ana üretim yeri de yine Trapani bölgesindeki Marsala’da. Diğer iki üretim yeri, büyüklük sırasıyla, Pantelleria adası ve Palermo’nun güneyindeki Contessa Entellina. Bu şaraphanenin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah ve Petit Verdot üzümlerinden üretilen Mille e una Notte (Bin Bir Gece) şarabı özellikle aklınızda bulunsun. Bu çok güzel şarabı pahalı bulmanız halinde, bir alt kalitede ve daha ucuz olan, yine Donnafugata’nın Cabarnet Sauvignon, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden üretilen Tancredi Terre Siciliana IGT şarabını içebilirsiniz. Marsala ayrıca, dessert wine olarak adlandırılan ve tatlılarla içilen şarapları ile de ünlü. Sicilya’nın birbirinden güzel tatlıları ile bunlardan da denemenizi öneririm.

Bir sonraki yazımda Palermo’yu gezeceğiz…