Gece yatmadan babam, bugün kitapçıya gideceğimizi söylemişti. Çok sevinçliyim… Roma’da İngilizce kitap satan çok fazla sayıda kitapçı yok. Olanların içinde ise, hem genel olarak hem de çocuk kitapları açısından en zengin olanı Lion Bookshop. Babam da en çok orayı seviyor. O nedenle, “kitapçıya gideceğiz” dediği zaman, nereye gideceğimizi biliyorum artık.
Şehir merkezinde, Via del Corso’ya doğru yola çıkıyoruz. Trafik çok fazla değil. Gideceğimiz yeri de biliyoruz. Bazen, Roma’nın hiç gitmediğimiz bölgelerine gittiğimiz zaman ve özellikle gece ise, dönüşte babam yolları karıştırıyor. Labirent gibi sokaklarda dönüp, duruyoruz. Ta ki, bizim evin tarafına giden bir belediye otobüsüne rastlayana kadar. O zaman sevinçle peşine takılıyor, otobüsle birlikte her durakta durup, kalkarak, saatler sürse de, sonunda eve varıyoruz…
Şansımız var. Arabayı park edecek bir yer de bulduk yakındaki sokaklardan birinde. Çok kısa bir yürüyüşten sonra, işte geldik. Kapıdan girer girmez o çok sevdiğim koku karşılıyor bizi. Kitap ve raflardan gelen ahşap karışımı, insana sıcaklık ve huzur veren koku…
Lion Bookshop, birbirine kemerli geçişlerle bağlı birkaç salondan oluşuyor. Ana salonda, sırtını kocaman bir pencereye vermiş, büyük, ahşap bir masada oturan yaşlı bir İngiliz hanım oluyor hep. Genelde birkaç saatten kısa olmayan ziyaretlerimizin sonunda, ödemeyi de ona yapıyoruz. Babama söyleyecek bir iki cümlesi oluyor her zaman. Kah aldığımız kitaplarla ilgili, kah hava durumu ile ilgili… Kibar bir hanım. Ayaklarının dibindeki bir sepette Pug cinsi, yaşlı bir köpeği var. Köpeğin hiç sepetten çıktığını görmedim. Genelde uyuyor oluyor.
Her zaman yaptığımız gibi, içerde babamla ayrılıyoruz. O, tarih, siyaset, felsefe ve sanat kitaplarının olduğu bölümlere, ben de çocuk kitaplarının olduğu salona yöneliyorum. Çocuk kitapları kısmı da, diğer bölümler gibi, çok zengin Lion Bookshop’da. En çok Enid Blyton’ın kitaplarını seviyorum. Bunlar, genelde kahramanları çocuklar olan, macera kitapları. Her kitapta ayrı bir macera, çözülmesi gereken ayrı bir sır… Babamdan öğrendiğim gibi, kitapların arkasını okuyup, içlerini karıştırıyorum biraz.
Zaman nasıl geçmiş, fark etmemişim bile… Yine kucak dolusu kitabım oldu. Pazartesi günü, okul servisinde, Hindistanlı arkadaşım Vandana’ya aldığım kitapları sayarım artık. Bana hep çok şanslı olduğumu söylüyor. Vandana Lions Bookshop’a ailesi ile gittiği zaman, bir tane kitap almasına izin veriyorlarmış çünkü…
Çocukluk anılarımda özel bir yeri vardır Lion Bookshop’un. İnsanı alıp, başka dünyalara götüren zengin kitap koleksiyonu, sıcak havası ve kokusu ile her zaman hatırladığım bir kitapçı… Bir kitapsever olmamda belki de babamdan sonra en önemli etken olmuştur orası. Uzun yıllar sonra, Beyoğlu’ndaki Robinson Crusoe kitapevi de içeri girer girmez, Marcel Proust’un “istem dışı hatırlama” dediği şekilde, bana çocukluğumun Roma’sındaki o kitapçıyı hatırlatmıştı… Günümüzde maalesef, ikisi de yok artık… İnternetten edindiğim bilgiye göre, 1947 yılında Roma’da açılan Lion Bookshop, 64 yıl sonra, 2011 yılında kapılarını kapatmış.
Dışarda hava çok güzel. Güneşli, pırıl pırıl bir bahar günü. Roma baharda çok güzeldir… Ağustos ayı hariç, her mevsimde ayrı güzeldir ama, bahar aylarında bir başka güzeldir. Çünkü o zaman, şehrin genel büyülü havasına bir de uyanan doğa eşlik eder. Yemyeşil ağaçlar, çiçeklerle dolu parklar ve dev saksıların içine yerleştirilmiş açelya çiçekleri ile bezenmiş İspanyol merdivenleri…
“Acıktın mı?” diye soruyor babam. Evet, hem de çok acıktım. Midem kazınıyor. “E, hadi o zaman,” diyor. Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra, “Alfredo”dayız… Fettuccine’nin kralı (sonraları kendini imparatorluğa terfi ettirdi) Alfredo… Cumartesi öğlen olduğu için içerisi oldukça kalabalık. Beyaz örtülü masalarda, 1960’ların şık hanımları ve beyleri oturuyorlar. Güzel bir şarap eşliğinde, tabii ki fettuccine yiyorlar. Alfredo’ya geldiyseniz…
Beyaz örtülü masaların arasından Signor Alfredo kollarını açarak bize doğru geliyor. Babamla birkaç cümlelik kısa bir selamlaşmadan sonra, bizi güzel bir masaya oturtuyor. Siparişimizi veriyoruz ve beklemeye başlıyoruz. Önce kırmızı şarap ve su geliyor. Babam bana da, bir kadehin dibine az miktarda şarap koyup, üstüne su ekliyor. Kadehlerimizi tokuşturup, birer yudum alıyoruz. Açlığım iyice artıyor sanki…
Bana inanılmaz uzun gelen bir süre sonra, büyük bir kayık tabakta “Alfredo usulü fettuccine”miz geliyor… Aynı anda, Signor Alfredo da masamızda beliriyor. Jilet gibi ütülenmiş beyaz ceketi ve siyah kravatı ile son derece karizmatik. Önce bize gülümsüyor. Sonra, ceketinin göğüs cebinden altın bir kaşık ve çatal çıkarıp, fettuccine’yi servis tabağında, ahenkli hareketlerle, karıştırıyor. Bir yandan yutkunuyorum, bir yandan da gözlerimi ellerinden ayıramıyorum. Evet, nihayet bitti… Tabaklarımıza yaptığı paylaşım ile birlikte bu törensel servis sona eriyor. Artık bu muhteşem lezzetin tadını çıkarabiliriz…
Alfredo’nun fettuccine’si, yüz yılı aşkın geçmişi ile hem İtalyanların hem de Roma’ya gelen turistlerin vazgeçilmezi olmaya devam ediyor. Ben şahsen, yurtdışına gittiğim zaman, bir işletmenin başarısını oraya yerli halkın gidip, gitmemesi ile ölçerim. Benim için, yerel halkın ilgisi, bir işletmenin otantik ve kaliteli olma göstergesidir. Gördüğüm kadarı ile, bunca yıl sonra bile, Alfredo hala eski Alfredo…
Babamla yemeklerimizi yerken, arada bir Signor Alfredo yanımıza gelip, her şeyin yolunda olup, olmadığını soruyor. Kendisi bir anlamda, bu müthiş lezzetin var olma nedeni… Önceki gelişlerinden birinde babama restoranın öyküsünü anlatmış.
Masamıza uğradığı seferlerden birinde Signor Alfredo, yanında restoranın bir kartpostalını getiriyor ve bize hitaben arkasını imzalıyor. “Fettuccine’nin İmparatoru”. Tarih, 7 Nisan 1969…
Çocukluğumda ismi L’originale Alfredo, günümüzde ise Il Vero Alfredo (gerçek Alfredo) olan bu restoranın tarihi 1914’e kadar gidiyor. Her şey, 1908 yılında küçük bir restoran sahibi olan Alfredo’nun hanımının doğum yapması ile başlıyor. Oğulları Alfredo 2’nin doğumundan sonra eşi o kadar halsiz düşüyor ki, Alfredo 1 onun sağlığına kavuşması için kendi elleri ile özel bir tarif geliştiriyor. Tereyağ ve Parmesan peyniri kullanarak yaptığı bu makarna çeşidi, hiçbir şey yemeyen eşinin çok hoşuna gidiyor ve kadıncağız sağlığına kavuşuyor.
İnsanın tadı damağında kalan bu lezzeti aile, üç kuşaktan beri, aynı başarı ile sürdürüyor. Yıllar boyunca, Roma’ya gelen ünlü devlet adamları ve sanatçılar da Il Vero Alfredo’nun şöhretine şöhret katıyorlar. Bu gelenlerden ikisi ise, sessiz sinema döneminin ünlü Amerikalı film artistleri Mary Pickford ve Douglas Fairbanks, Alfredo efsanesine bir boyut daha katıyorlar. Balayı için Roma’ya gelip, Alfredo’nun fettuccine’sini yiyen ve çok beğenen çift, kendilerine gösterilen misafirperverliğe karşılık olarak, 1927 yılında Alfredo’ya som altından bir kaşık ve çatal hediye ediyorlar. Üstlerinde “Makarnanın Kralı Alfredo’ya” yazısı olan bu altın kaşık ve çatal, o günden sonra restorana gelen tüm müşterilerin fettuccine’lerini, tabaklarına servis yapmadan önce, karıştırmak için kullanılmaya başlanıyor.
15 Ekim 2015 akşamı Roma’da, Il Vero Alfredo’nun kapısından içeri giriyoruz. Sonbaharın akşam serinliğinden sonra içeri girmek iyi geliyor. İçerisi henüz çok dolu değil. Masalarda birkaç İtalyan aile ve turistler var. Yerimize oturtulmayı bekliyoruz. Restoranın web sayfasından yer ayırtırken, bir sonraki gün Roma Büyükelçiliğinde evleneceğimizi yazmış ve bu özel akşam nedeniyle güzel bir masa vermelerini rica etmiştim.
Aradan geçen yıllar içinde, restoran pek fazla değişmiş görünmüyor. Aynı kare masalar ve bembeyaz, kolalı masa örtüleri. Görebildiğim tek önemli değişiklik, çocukluğumun Signor Alfredo’sunun artık orada olmaması. Bizi karşılayan, onun yerine geçen oğlu, Alfredo 3. Dedesinden babasına geçen işletme, artık torun Alfredo’nun olmuş.
Torun Alfredo bizi köşede, güzel bir yere oturtuyor ama, masada bizim için özel bir özen gösterilmiş gibi durmuyor. Diğer masalara ne kadar özen gösterilmişse, o kadar. Bir an için, rezervasyona koyduğum o özel not için pişman oluyorum… Gereksiz bir şey mi yaptım? Hatta, komik mi oldum acaba?
Alfredo 3, babası kadar konuşkan ve sempatik de görünmüyor doğrusu. Mesafeli bir kibarlıkla, siparişi alıyor ve gidiyor. Beklemeye başlıyoruz. Merak içindeyim… Acaba çocukluğumdan hatırladığım o tat, hala aynı mı? Yoksa, anılarımıza sık sık yaptığımız gibi, fazla mı gözümde büyütmüşüm?
Yine önce, şarabımız geliyor. Beklemeye devam ediyoruz…
Derken, üzerinden dumanlar tüten büyük servis tabağında fettuccine’miz geliyor. Alfredo 3, çocukluğumdan hatırladığım, aynı törensel hareketlerle cebinden altın kaşık ve çatalı çıkarıyor… İyice karıştırdıktan sonra, tabaklarımıza bölüyor. Benim tabağımı önüme koyarken,
“Signora, bu özel gecenizin şerefine, fettuccine’nizi yemeniz için, altın kaşık ve çatalımızı size bırakıyorum. Şimdiden kutlarım” diyor…
Sakin bir gündü… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi idi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 1480, günlerden 28 Temmuz’du. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilirdi. Ama o sabah, her zamanki gibi deniz kokusunu içlerine çekip, o yöne bakan Otranto’lular başka bir şey gördüler. Dehşete düştüler…
“Mamma li Turchi!” “Mamma li Turchi!”…
“Anneciğim, Türkler geliyor!”… “Türkler geliyor!”…
Osmanlı filosu 140 gemi, 18.000 asker ve 700 süvari ile, yelkenlerini açmış, çarşaf gibi denizin üstünde süzülerek geliyordu, bu küçük yerleşim yerine doğru.
Türklerin gelişi, sadece Otranto’da değil, Güney İtalya’nın tüm Apulia (Puglia) bölgesinde uzun zamandır endişe ile bekleniyordu. “Büyük Türk” Constantinopolis’i alalı 27 sene olmuştu ve o zamandan beri batıya doğru seferleri dur durak bilmemişti. Madem ki Bizans’ı almıştı, hayali Roma olmalıydı… Rivayet de oydu ki, Vatikan ve İtalya’nın diğer devletleri arasında süregelen siyasi oyunlar sırasında şimdilik Osmanlı’nın yanında olmayı seçen Venedik, Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’u aldığına göre artık, Bizans şehirleri olan, Brindisi, Taranto ve Otranto’nun da onun olduğunu fısıldamıştı… Zaten, yaklaşmakta olan Osmanlı donanması Korfu adasının yanından İtalya’ya doğru geçip giderken, orada olan Venedik donanması hiçbir engellemede bulunmamıştı…
Sakin bir gün… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 2016, günlerden 18 Ekim. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilir. Ama bu sabah, ufuk puslu. Karşı kıyılar görünmüyor…
İşte, 536 yıl sonra, iki Türk Otranto’dayız…
Sokaklarda çok az insan var. Onların da çoğu, bizim gibi, buralara sonbaharda gelmeyi tercih etmiş gezginler. Arabayı, kentin tarihi merkezinin dışında, iki katlı modern evlerin sıralı olduğu bir sokakta park ediyoruz.
Güneşli yerler ılık olmasına karşın, gölgede yürürken serinlikten insanın içi ürperiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra, Otranto kalesinin önüne geliyoruz. Fazla yüksek olmayan bu kale 12. yüzyılda Normanlar tarafından yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda Aragonlular tarafından yeniden inşa edilip, güçlendirilmiş. Türklerden sonra…
Yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu Gedik Ahmet Paşa komutasındaydı. Apulia (Puglia) kaynaklarına göre Paşa,” zayıf, esmer tenli, iri burunlu, seyrek sakallı, orta boylu” idi. Güney İtalya seferine, Arnavutluk’un Avlonya limanından yola çıkmıştı. İtalyanlar, Gedik Ahmet Paşa’nın sadece fiziksel özelliklerini sıralamakla kalmamışlardı. Ondan aynı zamanda, “son derece gaddar” olarak da söz etmişlerdi. O sıralar, “Büyük Türk” hastaydı. Otuz yıldan fazla süren hükümranlığının sonuna yaklaşmaktaydı. O nedenle kendisi çıkmamıştı sefere…
İlk plan, Brindisi’ye çıkmaktı. Ama sonra, daha güneydeki kıyıların karaya çıkmak için daha elverişli olduğu öğrenilince, Otranto civarındaki Roca Kalesi’nin yakınlarına bir süvari alayı çıkarıldı. Bu öncü alay, Otranto’ya kadar giderek, çok sayıda yöre sakinini esir aldı, sığır ele geçirdi. Halk, korku içinde, kaleye sığındı…
Türklerin Otranto’da karaya çıktığı haberi tüm İtalya’ya hızla yayıldı. Başta Vatikan olmak üzere, tüm İtalyan devletlerini bir korku aldı. Papa derhal harekete geçerek, sadece İtalya’daki devletlere değil, tüm Hristiyanlık alemine, Türklere karşı savaşmak için, çağrıda bulundu. “Kafir Türkler” Roma’ya yaklaşıyorlardı. Otranto’nun Roma’ya uzaklığı 600-650 Km civarındaydı…
Öncü süvari alayının ardından, Gedik Ahmet Paşa tüm orduyu karaya çıkarıp, Otranto’ya doğru harekete geçti. Kaleye ulaşınca Paşa, İtalyanca bilen bir elçi aracılığıyla, şehrin teslim olmasını istedi. Reddedilince, şehri topa tutmaya başladı.
Kalenin önünde, gezmek için içeriye girmek üzere olan birkaç kişi var. Bir kadın kapıya yakın bir noktaya şövalesini kurmuş, resim yapıyor. Bizim gözlerimiz
“Il Duomo” tabelasını arıyor. Sola, aşağı doğru kıvrılan yola sapıyoruz. Katedrale gidiyoruz.
Sabah Lecce’den yola çıktığımızdan beri içimizde bir ağırlık, bir sıkıntı var… Otranto’nun sessizliği ve sakinliği bu sıkıntıyı daha da artırıyor sanki… Oysa, ne güzel bir gün… Pırıl pırıl bir sonbahar günü. Böylesi sonbahar günlerini çok severim aslında. Ama işte… Burada içimi bir kasvet ve sıkıntı basıyor…
Birbirimizle pek konuşmuyoruz. Bir iki kelime söylesek de, çok alçak sesle oluyor. Bizim nedenimiz farklı ama, insan zaten bu sessizliği bozmak istemiyor…
Osmanlı Ordusu, Otranto kalesini yaklaşık iki hafta topa tuttu. Kale surlarına ve iç kısımlara sürekli taş gülleler yağıyordu. Bunların bazıları inanılmaz büyüktü. Topsuz, küçük bir garnizon olan Otranto bu saldırıya ancak iki hafta dayanabildi.
11 Ağustos günü, surlarda açılan bir delikten içeri akın eden Osmanlı askerleri Otranto’yu aldılar. Şehrin tüm yaşlı erkekleri kılıçtan geçirildi. 8000 kadar genç erkek ve kadın köle olarak Arnavutluk’a götürüldü. Kuşatmadan önce 22.000 civarında olan Otranto nüfusunun 12.000 kadarının bu arada öldürüldüğü tahmin ediliyor.
Otranto’nun düşmesinden sonra, Osmanlı süvarileri batıda Taranto’ya, kuzeyde
Lecce’ye ve Brindisi’ye kadar akınlarını sürdürdüler. Öyle görünüyordu ki, Papa’nın korkuları yersiz değildi. Gedik Ahmet Paşa, Otranto’yu tüm İtalya’yı istila etmek için bir üs olarak kullanacaktı…
Hafif eğimli yolun sonunda ufak bir meydana varıyoruz. Duomo, yani Santa Maria Annunziata’ya adanmış katedral, meydanın sağ tarafımızda kalan kenarında yer alıyor. On ikinci yüzyılda yapılmış bu yapı, beklediğimden küçük ve gösterişsiz görünüyor gözüme. Oysa, Otranto’nun resmi web sitesinde, Salento yarımadasındaki en büyük katedral olduğu yazıyor. Osmanlı ordusu, Otranto’da kaldığı süre boyunca cami olarak kullanmış burayı. Heyecanlanıyor, içeri girmek için sabırsızlanıyorum. Bir yandan da, içimde o sıkıntı ve kasvet duygusu devam ediyor…
İçeri giriyoruz. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım katedrallere kıyasla oldukça sade bir yer ama, tabanı kaplayan mozaik döşeme hemen dikkat çekiyor. Hayat ağacını temsil eden dev mozaik, alışılagelmiş bir aile ağacı şeklinde yapılmış. Ağacın gövdesi iki filin üstünde duruyor. Resmedilenlerin arasında ise, neler var, neler… Nuh’un Gemisi, Adem ile Havva, Kıyamet günü gibi dini motiflerin yanında, Herkül ve Diana gibi mitolojik tanrılar, Büyük İskender, Kral Arthur gibi tarihi kişiler ve bir sürü hayvan… Ejderhalar, maymunlar, yılanlar, deniz canavarları…
Gördüğümüz şeyler ne kadar ilginç olursa olsun, benim aklım katedralin o özel bölümünde… Aylardır, çeşitli kaynaklardan hakkında tekrar tekrar okuduğum, fotoğraflarına baktığım o şapeli görmek için sabırsızlanıyorum. Yavaştan alıyor olmam, başka şeyleri uzun uzun inceliyormuşum gibi yapmam… Gerçek değil hiç biri… İçim içimi yiyor…
Gedik Ahmet Paşa, şehir ele geçirildikten ve talan edildikten sonra, halkın Müslümanlığı kabul etmesini istedi. Tüm baskılara rağmen, Otranto’luların bunu kabul etmemesi üzerine, 14 Ağustos 1480 günü, şehirdeki on beş yaşından büyük sekiz yüz erkek yakınlardaki Minerva Tepesi’ne götürüldü. Teker teker şahadet getirmeleri istenen bu erkeklerin, sırayla kafaları uçuruldu. İnfazlar, sıranın kendilerine gelmesini bekleyenlere izlettirildi… Cesetler, kurda kuşa yem olmak üzere, gömülmeden, açıkta bırakıldı… 1771’de, Papa XIV. Clemens tüm ölenleri şehit ilan etti. Şimdi bu tepenin adı, Şehitler Tepesi.
Şehitler Şapeli, ana giriş kapısını arkanıza aldığınız zaman, ana “altar”ın sağına düşüyor. Demir parmaklıklı ayrı bir kapıdan girilen bu küçük şapelde üç tane büyük camekan var. Biri, Meryem Ana ve İsa heykelinin tam arkasında ve ortada, diğer ikisi yanlarda. Üçü birlikte, kilise ve şapellerde normalde “altar”ın arka tarafına yerleştirilen büyük tabloların düzeninde sergileniyorlar. Aradaki fark şu ki, bu camekanlarda sergilenenler dini konulu tablo veya objeler değil… Üçünde de, bir milim boş kalmayacak şekilde, kafatasları ve kemikler var. 14 Ağustos 1480 günü, Şehitler Tepesi’nde katledilen 800 Otranto’lu erkeğe ait…
Daha önce fotoğraflarına defalarca baktığım için hazırlıklı olsam da, gördüğüm kemikler beni dehşete düşürüyor… Kalbime bir ağırlık çöküyor…Din adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Son derece ürkütücü ve düşündürücü bir görünüm… Bu insanlar savaşta ölmemişler. Dinlerinden vaz geçmek istemedikleri için katledilmişler. Kimin tarafından ve hangi din adına yapılmış olursa olsun, insan geçmişte ve günümüzde yapılan bu tür katliamlara lanet okumadan edemiyor…
Bir yandan da, 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in bile o zaman Bizans halkına böyle bir şeyi reva görmediğini, Patrikhaneye dokunmadığını ve halkın dinini yaşamasına izin verdiğini düşünüyorum. “Büyük Türk” bu yüce gönüllüğü göstermişken, Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto’da yaptığı bu zorlama ve katliamın sebebi ne olabilir ki ? Belki, söylendiği gibi, Sultan fethedilen yerlerin yönetimini Gedik Ahmet Paşa’ya vermeye söz verdiği için… Belki, Roma’ya ve Papa’ya düzenli bir ordu ile ilk olarak bu kadar yaklaşıldığı ve bu şekilde tüm Hristiyan alemine bir göz dağı verilmek istendiği için… Bir de tabii, Gedik Ahmet Paşa’nın gaddar olması var…
Yutkunarak etrafıma bakınıyor, fotoğraf çekiyorum. Bizimle beraber şapelde bulunan herkesin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Yüz hatları gergin ve renkler de biraz uçmuş gibi… Kafamın içinde bir uğultu ile, “altar”ın önünde yer alan açıklamaları okuyorum. Tekrar tekrar camekanlara bakıyorum.
Öte yandan, bu kafatası ve kemikleri bu şekilde sergileyen zihniyeti de sorgulamadan edemiyorum. Acıyı canlı tutma adına yapılan bu düzenlemenin, asırlar boyunca katedrale dua etmek için gelen insanlar ve çocuklar üzerinde yarattığı travma korkunç olmalı. Günümüze kadar gelen “Türk korkusu”nun ve “Türk nefreti”nin sebebini bulmak için çok dolambaçlı analizlere gerek yok. “Türkler geliyor” diye korkutularak uyutulan, büyütülen çocukların DNA’larına bu duyguların işlememesi nerdeyse mümkün değil.
Sersemlemiş bir halde dışarı çıkıyoruz. Pek fazla konuşmuyoruz. Zaten, buraya gelirken, yüksek sesle Türkçe konuşmamaya karar vermiştik… Biraz içimiz açılsın diye sokaklarda gezelim diyoruz. Otranto sokakları çok güzel, sakin ve sevimli. Etrafta çok fazla insan yok. Hediyelik eşya dükkanları var sağda solda. Yaz mevsiminde çok daha canlıdır büyük olasılıkla. Sahil tarafına yöneliyoruz. Deniz, kıyıdan itibaren cam göbeği renginde. Çok berrak ve güzel… Ama işte… Hiçbir şey bizi bu girdiğimiz ruh halinden çıkaramıyor. Otranto’dan gitmeye karar veriyoruz.
Osmanlı ordusu Otranto’da on beş ay kaldı. Bu sırada, Türkleri Apulia (Puglia)’dan atmak üzere Papa, Napoli Kralı, Macar Kralı, Milano ve Ferrara Dükleri ve Cenova ile Floransa Cumhuriyetleri bir ortak savunma ittifakı yaptılar. Venedik bu ittifaka katılmamayı tercih etti. Ancak, Osmanlı’nın buralardan çekilmesi söz konusu ittifakın zaferi sonucu değil, 1481 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ölmesi ve ardından gelen, şehzadeleri Bayezid ve Cem arasında çıkan çatışmanın sebep olduğu, istikrarsızlık döneminden dolayı oldu.
Geldiğimiz zaman, katedrale doğru yürürken, yol üstünde bir dükkan gözüme çarpmıştı. Kapısının önündeki çapraz ayaklı sehpalarda ve vitrininde suluboya resimler vardı. Arabaya dönerken oraya girmek istiyorum. Fazla büyük olmayan dükkanın duvarları ve ortadaki büyük masanın üstü de resimlerle dolu. Dükkan sahibi, aydınlık yüzlü ve kibar bir ihtiyar. Resimleri kendisi yapıyormuş. Otranto manzaraları, kalesi, katedrali ve… Bir duvarda, “Şehitler Tepesi”nde yaşanan o olayı canlandıran bir resim… Hiçbir şey demeden uzun uzun bakıyorum…
Sonra, resimlerin arasından kalenin bir resmini beğeniyoruz. Yaşlı adam, resmi paketlerken bana İtalyanca, “Madam, siz Fransız mısınız?” diye soruyor. Uzun süre cevap vermiyorum… Soran olursa, söylememeye karar vermiştik. Ama, adamcağızın bakışları o kadar iyi kalpli, yumuşak ve görmüş, geçirmiş ki… “Katedralde az önce gördüklerimden sonra, üzgünüm ama…” diye başlıyorum cümleye. “Yoksa, siz Türk müsünüz?” diye soruyor. “Evet…” diyorum. “Çok trajik bir olay… Çok üzücü…”
Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyor. “Üzülmeyin… Tarih maalesef, zaman zaman çok acımasız ve kötüdür. Çok uzun zaman önce olmuş bir olay o. Üzülmeyin…” diyor.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı”, Franz Babinger, Oğlak Bilimsel Kitaplar,
s. 336-340
2- “Büyük Türk- İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmed”, John Freely,
Doğan Kitap, s.173-180
3- “Unspoilt Puglia”, Eric & Lu Van Wesenbeeck, Station NV, s.355-359
Hiç kimseden, herhangi bir tüyo veya geri bildirim almadan keşfettiğim ve unutamayacak kadar çok beğendiğim kitap ve filmlerin benim için ayrı bir yeri vardır. Sadece iç güdülere dayanarak yapılan böyle bir seçimin sonucunda ulaşılan keyif ve memnuniyet hali alınan riskin en büyük ödülü olur. Bu süreçte, ben farkında olmasam da, bilinçaltımı tetikleyen bir şeyler mutlaka vardır. Bilemiyorum… Filmin afişi, afişte yer alan bir ifade… Kitabın kapağı, kitabın ilk cümlesi veya rastgele açılan bir sayfada göze çarpan bir cümle… Hepsi olabilir…
Sözünü ettiğim, tanıdığınız bir yönetmene ait, beğendiğiniz oyuncuların oynadığı bir filme gitmek ya da sevdiğiniz bir yazarın kimsenin önermediği bir kitabının peşine düşmek değil. O, insanın kendisini biraz daha garantiye aldığı, benim de genelde izlediğim bir yol. Diğeri ise, bilinmezlerle dolu bir serüven…
Yirmi seneyi aşkın bir zaman önce, hakkında hiçbir şey bilmeden gittiğim bir film hem sanatsal ve görsel olarak, hem de konusu itibariyle benim için unutulmaz oldu. O film sayesinde Klasik Batı müziğinin en trajik kahramanlarından haberdar oldum. Onlar için üzüldüm, hüzünlendim…
O sıralar, iki şehir ve iki ev arasında bir hayat yaşıyor, Ankara ve İstanbul arasında gidip, geliyorduk. Ankara’da olduğumuz günlerden bir gündü. Canımın sıkkın olduğunu, içimin daraldığını hatırlıyorum. Öyle belli bir nedenden dolayı değil de, genel bir kapana kısılmışlık hali… Bari sinemaya gideyim dedim. Kısa bir süreliğine de olsa, başka dünyalara dalmak insana iyi gelir bu gibi durumlarda.
Çok değil, günümüzden birkaç on yıl önce Türkiye’de sinemaların çoğunun fiziksel koşulları, bugün gençlerin adım atmak istemeyeceği haldeydi. Işıklar yanarken bile karanlık olan, izbe, havasız ve son derece rahatsız koltuklu yerler. Şikayet etmezdik yine de. Elektrikler kesilmesin, film kopmasın yeter. Şimdiki halini bilmiyorum ama, Konur sokaktaki Metropol sineması da o zamanın sinemalarının belirttiğim tüm özelliklerini taşıyordu.
Bilet alıp, girdim. Hafta içi ve gündüz olduğu için koca salonda pek fazla seyirci yoktu. Olanlar da salonun çeşitli köşelerine dağılmıştı. Ortalardaki bir sıranın ortasında bir yer gözüme kestirip, yerleştim. Salonun yapısı nedeniyle, sürekli yukarı doğru bakmak gerekecekti. O nedenle, nerede oturulursa oturulsun, boyun ağrısı kaçınılmaz gibi görünüyordu.
Az sonra başlayacak filme dikkatimi çeken afişi olmuştu. Afişte, eski kostümler içinde, başında ortasından tüyler fışkıran bir başlık olan bir adam vardı. Sahne makyajı olduğunu düşündüren beyaza boyanmış yüzü ve kıpkırmızı dudakları ile şarkı söylüyor gibiydi…
Farinelli filmi 1994 yılında, bir Belçika, Fransa, İtalya ortak yapımı olarak çekilmiş. Yönetmeni Gérard Corbiau, başrol oyuncusu Stefano Dionisi. Ne yönetmenini, ne de başrol oyuncusu dahil olmak üzere, oyuncularını tanıdığım bu film, çeşitli festivallerde farklı dallarda aldığı pek çok ödülün dışında, 1995 yılında (yabancı dilde film dalında) Altın Küre ödülünü ve birkaç dalda Cesar ödülünü almış. Ayrıca, yine 1995 yılında, yabancı dilde film dalında Oscar’a aday gösterilmiş.
Filmin afişinde, Farinelli isminin altında bir ibare daha bulunuyordu. IL CASTRATO… Kelime bir şeyler çağrıştırsa da, bu film özelini aşan konu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Klasik Batı müziği konusunda genel kültürü ve zevki fena sayılmayacak bir insan olmama karşın, o güne kadar hiç bilmediğim bazı tarihsel gerçeklerden ancak bu film sayesinde haberdar oldum. Çok şaşırdım… Çarpıldım diyebilirim…
Yaşamı filme konu olan Farinelli 18. yüzyılın en meşhur opera sanatçılarından birisi. Asıl adı Carlo Broschi. Farinelli ismi onun sahne için kullandığı takma adı. Farinelli, 1705 yılında İtalya’nın Puglia (Apulia olarak da anılmaktadır) bölgesinde doğmuş ve 1782’de ölmüş. 15 yaşından itibaren tüm Avrupa’da, saraylarda ve konser salonlarında verdiği konserlerle ulaştığı şöhret çeşitli kaynaklarda günümüzün popüler yıldızlarının şöhretine benzetiliyor. Uğruna maddi ve manevi her şeyin feda edilebildiği, sayıları gittikçe artan bir hayran kitlesinin sürekli takip ettiği bir yıldız…
Farinelli, küçük yaşlardan itibaren müziğe olan yeteneği fark edilmiş ve eğitim almış bir çocuk. Zaten ağabeyi Riccardo Broschi de bir besteci ve kardeşi için özel besteler yapıyor. Tüm bunlarda şaşılacak bir şey yok gibi görünüyor. Müzikle ilgili bir aileye doğmuş, güzel sesli ve yetenekli bir çocuk şöhret basamaklarını çıkıyor ve kariyerini İspanya kralının sarayında tamamlıyor. Ancak…
Farinelli, sadece dönemin en büyük opera sanatçısı değil, aynı zamanda en güzel sesli “castrato”su. Yani hadım edilmiş sanatçısı… “Castrato”lar(*), günah olduğu gerekçesi ile, Vatikan tarafından kadınların kilise korolarında ve sahnelerde şarkı söylemesi yasaklandığı için, 16.yüzyıldan başlayarak, yaklaşık 350 yıl boyunca müzik tarihinde yer almışlar. Bazı Papalar, bu vahşi ve insanlık dışı uygulamayı resmi olarak yasaklamış gibi görünseler de, başta Vatikan korosu olmak üzere, kilise korolarında yaygın olarak kullanılmalarına göz yumarak, bir yandan da küçük erkek çocuklarının hadım edilmesini teşvik etmişler.
İyi bir castrato olabilmek için, öncelikle, erkek çocuğunun en geç on iki yaşında, yani ergenliğe ulaşmadan, hadım edilmesi gerekmekteydi. Başarılı castrato’lar o kadar şan, şöhret ve para sahibi olabiliyorlardı ki, pek çok fakir aile gönüllü olarak bu işlemi çocuklarına yaptırmaktaydı. Bazı kaynaklar, 1700’lerin başlarında, İtalya’da yılda tahminen ortalama 3000-4000 arası erkek çocuğun hadım edildiğini belirtiyorlar.
Çoğunlukla bir berber, istisnai olarak ise bir doktor tarafından yapılan bu işlem sırasında çocuklar afyon ile uyuşturulup, sıcak su veya, Farinelli filminde olduğu gibi, sıcak süt dolu bir küvete konuyor ve işlem yapılıyordu. Kendisine ne olduğunu anlamayan bu çocuklara, biraz daha büyüdükleri zaman, küçükken bir kaza geçirdikleri (genelde attan düştükleri) söylenerek, durumları sözde açıklanıyordu…
Castrato’ lara yapılmış otopsiler, bu insanlık dışı işlem sonucunda, erkek çocukların ses tellerinin gelişmeyip, bir kadın sopranonun ses tellerinin boyutunda kaldığını göstermiş. Öte yandan, göğüs kafesleri ve çeneleri genişlediği için kadın sesini çok daha güçlü bir şekilde çıkarabilmeleri mümkünmüş. İşte onları kilise koroları ve operalar için vaz geçilmez yapan da bu karışım olmuş.
Ne yazık ki, muhteşem sesli bir castrato olmak için sadece hadım edilmek yeterli değilmiş. Bunun dışında hem yetenek, hem de iyi bir eğitim şartmış. O nedenle, müzik tarihinin bu çılgınlık dönemi sırasında, başarıyı yakalayamamış ve boşu boşuna hadım edilmiş pek çok erkek çocuk da heba olmuş.
Başta Handel, Mozart, Monteverdi, Hasse ve Pergolesi olmak üzere, dönemin pek çok bestecisi, castrato’lar için özel olarak aryalar ve opera eserleri bestelemişler. Bu eserlerin arasında, örneğin, Mozart’ın Idomeneo ve Handel’in Rinaldo operaları da var. Günümüzde castrato’lar olmadığı için, söz konusu roller kadın sopranolar tarafından canlandırılmaktalar.
Castrato’larla ilgili merak edilen bir diğer konu seslerinin tam olarak nasıl olduğu. O dönemde kayıt olmadığı için bunu tam olarak bilmemiz mümkün değil tabii. 1902 ve 1904 yıllarına ait tek kayıt ise, gerek teknik yetersizlik, gerekse ses rengi nedeniyle büyüleyici olmaktan epeyce uzak. Ancak, o zamanlar castrato’lar üzerine yapılan yorumlar bize, bazılarının inanılmaz güzel seslerinin olduğunu anlatıyor. Örneğin, libretto(**) yazarı Paolo Rolli 1734’de Farinelli için şunları söylemiş: “Farinelli’yi duyana kadar, insan sesinin başarabileceklerinin çok ufak bir bölümünü duymuştum. Şimdi biliyorum ki, duyulması gereken her şeyi duydum”. Sesinin güzel olmasının dışında, bazı kaynaklar Farinelli’nin tek bir nefeste 250 nota söyleyebildiğini ve bir notayı bir dakikadan daha uzun bir süre sürdürebildiğini yazıyorlar.
Filmde, Farinelli’nin sesinin gerçeğe yakın olabilmesi için soprano Ewa Mallass Godlewska ve kontrtenor Derek Lee Ragin’in sesleri dijital olarak birlikte kayıt edilmiş ve ortaya gerçekten insanı yüreğinden vuran bir ses çıkmış. Özellikle Farinelli’nin, Handel’in Rinaldo operasından “Lascia ch’io pianga” aryasını söylediği sahne çok etkileyici. Bu sahnede Farinelli, aralarında Handel’in de bulunduğu seyircilere aryayı söylerken, bir yandan da çocukluğunu ve hadım edilişini hatırlıyor. Sesi nedeniyle sadece kadın hayranları değil, onu locasından izleyen Handel de aşırı duygulanıp, fenalık geçiriyor… Filmin bu sahnesini izlemek için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.
1650-1750 yılları arasında altın çağını yaşayan castrato geleneği, Napolyon’un
İtalya’yı fethetmesi ile yavaş yavaş yok olmaya başladı. Öteden beri bu uygulamaya karşı olan Fransızlar, uygulamayı engellemek için önlemler aldılar. 1810’lara gelindiğinde castrato’lar iyice azalmışlardı. Buna karşın, tek tük de olsa, Vatikan’ın Sistin Kilisesi korosunda yirminci yüzyılın başlarına kadar varlıklarını sürdürdüler. Sonunda, 1903 yılında Papa tarafından alınan bir kararla bu gelenek, yine başlangıç yeri olan Vatikan’da bitti. Ancak, bitmeden önce, The Gramophone Company tarafından yapılan bir kayıt, tarihteki son castrato’nun sesinin günümüze ulaşmasını sağladı.
Müzik tarihinin son castrato’su, Alessandro Moreschi 1858-1922 yılları arasında yaşadı. Yirmi beş yaşında girdiği Sistin kilisesinin korosunda koro şefliğine kadar yükseldi ve 1913 yılında emekli oldu. Öldüğü zaman pek az arayanı soranı kalmıştı… Ancak, 1902 ve 1904 yıllarında Vatikan’da yapılan kayıtlar sesinin günümüze ulaşmasını sağladı. Şimdi bir CD’de toplanmış olan bu kayıtlarda Moreschi Sistin kilisesi korosu ile birlikte aryalar söylüyor. Doğru söylemek gerekirse, bu CD’yi dinlerken insan oldukça tuhaf duygulara kapılıyor. Bir rahatsızlık duyma hali, bir hüzün…
Yapılan kayıtın belli noktalarında Moreschi ‘nin sesini güzel bulmama rağmen, genel olarak beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu belki de Farinelli ‘ninki gibi bir ses bekliyor olmamdan kaynaklandı. Uzmanlar bunun birkaç nedeni olabileceğini belirtiyorlar. Birincisi, kayıtlar sırasında Moreschi ‘nin yaşının ileri olması (44). İkincisi, Moreschi ‘nin kayıt sırasında gerilip, heyecanlanmış olma ihtimali. Üçüncüsü, zamanın teknolojisinin henüz çok ilkel olması. Yüz yılı aşkın bir zaman önce yapılan kayıtlardaki teknik yetersizlik, kayıtlardaki cızırtı ve sesin uzaktan geliyor olması ile zaten hemen fark ediliyor. Bunların hepsi doğru olabilir. Sonuçta, bir Farinelli olmasa da, Alessandro Moreschi de güzel sesiyle zamanında Roma’nın Meleği unvanına sahip olmuş…
(Son castrato Alessandro Moreschi’nin sesini dinlemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)
_________________________________________________________
* Kastrato olarak okunur. Çoğulu “castrati” (kastrati)dir.
** Libretto, opera, operet, kantat, oratoryo gibi eserlerin sözel metinlerine ve bu
metinlerin bulunduğu kitapçığa verilen addır.
Mayıs ve Haziran aylarında yolunuz, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi saldırılarına veya işgaline uğramış ülkelerinden birine düşerse, bununla ilgili bir anma törenine veya bir anıtta böyle bir törenden geriye kalan çelenklere, sergilere, televizyonlarda belgesel filmlere ve açık oturumlara mutlaka rastlarsınız. Amaç, bu korkunç savaşta ölen milyonlarca insanı anmak ve savaşı yaşayıp, kurtulmuş, sayıları giderek azalan kurbanlar ile empati kurmaktır. Bir de tabii, bu büyük insanlık dramının unutulmasına izin vermemek, genç kuşaklara tarihsel gerçekleri anlatarak, böyle bir felaketin tekrar yaşanmaması için onları bilinçlendirmektir.
6 Haziran 1944’te başlayan Müttefiklerin Normandiya Çıkarması, Naziler için sonun başlangıcı olmuş ve 8 Mayıs 1945’te Alman ordusunun kayıtsız şartsız teslim olması ile birlikte, Avrupa’da 1939’dan beri süren İkinci Dünya Savaşı sona ermiştir. İstatistiklere göre savaş sırasında 60 milyondan fazla insan ölmüştür. Bu insanların yaklaşık 6 milyonu, çoluk çocuk demeden, sistemli bir şekilde tecrit edilen, toplama kamplarına gönderilen, işkence gören, üzerlerinde insanlık dışı deneyler yapılan ve gaz odalarında öldürülen Yahudilerdir.
İnsanlık tarihi sayısız savaşlar ve katliamlarla dolu. Bu gidişle de, daha pek çokları yaşanacak gibi görünüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi için mücadele vermiş Müttefik ülkeleri ve bu savaşta mağdur olmuş kimi ülkeler bile, savaş sonrasında dünyanın çeşitli yerlerinde savaşlara, insanlık trajedilerine sebep oldular. Olmaya da devam ediyorlar… Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı vicdanlarımızı en çok rahatsız eden, bizi insanlık adına utandıran bir savaş olma özelliğini koruyor. Bitişinin üzerinden 72 yıl geçmiş olsa da…
Koşa, koşa eve geldim. Bugün okulda zaman bir türlü geçmek bilmedi. Aklım sürekli radyodaki Çocuk Bahçesi programında seslendirilen “Arkası Yarın” da idi. Acaba Anne Frank ve ailesi saklandıkları yerde savaş sonuna kadar yakalanmadan kalabilecekler mi? Benden birkaç yaş büyük olan bu küçük kız ve ailesi kurtulacak mı?
Kimseye bir şey yapmamış olan bu insanları Nazilerin niye yakalayıp, öldürmek istediklerini anlamıyorum… Annem, inançları farklı olduğu için diyor. Onlar Yahudi olduğu içinmiş. Yine bir şey anlamıyorum ama, bu Nazileri sevmiyorum ben… Almanmış onlar. Anne Frank de Alman ama… Almanya’da huzurları kalmayınca ailece Amsterdam’a gelmişler. Babası burada ticaret hayatına devam ederken, birkaç yıl sonra Naziler Hollanda’yı da işgal ediyorlar. Hayat onlar için burada da giderek yaşanmaz hale gelince, bir başka aile ile birlikte saklanmaya karar veriyorlar. Babasının iş yerinin çatı katında oluşturulan gizli dairede saklanmaya başlıyorlar. Birkaç ay sonra aralarına katılan bir diğer kişi ile beraber, toplam sekiz kişi, iki yıldan fazla bir süre bu dar alanda saklanıyorlar.
Ne kadar zor olmalı öyle kapalı kalmak… Dışarı çıkıp, temiz havayı soluyamamak… Yine de ne kadar umut dolu Anne Frank… Her gün defterine o gün olanları, hayallerini, hissettiklerini yazıyor. Kötü günler bitip, özgür olunca yazar olmak istiyor.
Dokuz yaşımdayken her gün bir bölümünü radyoda dinlediğim Anne Frank’in yaşam öyküsü hiç aklımdan çıkmadı… Diyebilirim ki, “Anne Frank’in Hatıra Defteri” ( o zamanlar “anı” veya “günce” kelimeleri yoktu henüz) benim, insanların ne kadar acımasız ve vahşi olabileceklerini ilk olarak öğrenmemi sağladı.
Yıllar sonra, serin bir Bahar sabahında, Amsterdam’da Prinsengracht kanalının üstündeki 263 numaralı binanın önünde kuyruktayız. Epeyce sıra bekleyeceğiz galiba…Burası Anne Frank’in ve ailesinin 6 Temmuz 1942- 4 Ağustos 1944 tarihleri arasında saklandıkları ev. Sıra beklerken elini tuttuğum kızım, nerdeyse benim Anne Frank’i öğrendiğim yaşta. Ona neler göreceğimizi ve Anne Frank’i biraz anlatıyorum… Gözlerinden onun da, o yaşlardayken benim gibi, bu insanların neden saklanmak zorunda kaldıklarını, neden ölüm korkusu ile yaşadıklarını kavramakta zorlandığını anlıyorum…
Uzun bir bekleyişten sonra içeri giriyoruz. İşte, gizli bölmeye geçişi sağlayan kitaplık şeklindeki kapı ve yukarıya çıkan merdivenler. Yattıkları odalar, beraber yemek yedikleri ortak alan, mutfak, tuvalet ve banyo… O dönemde saklanmak zorunda kalan pek çok insanınkinden daha iyi koşullar bunlar, şüphesiz. Yine de, sekiz kişinin burada kapalı kalması, gündüz sessiz olma zorunluluğu, açık havaya çıkamama ve en önemlisi, gerilen sinirler nedeniyle zaman zaman kişiler arasında yaşanan tatsızlıklar hiç de öyle kolay baş edilebilecek durumlar değil. Bir de sürekli yakalanma korkusu…
Bu kadar uzun süre saklanabildikten sonra, insan Anne Frank ve diğerlerinin kurtulmuş olmasını diliyor. Ama, ne yazık ki, öyle olmuyor… Üstelik, Avrupa’nın bu karanlıktan kurtulmasına o kadar az kalmışken…
Onlar saklandıkları yerde yakalandıklarında, Normandiya Çıkartmasının üzerinden iki ay geçmiş olmasına, Almanların kayıtsız şartsız teslim olmalarına dokuz ay kalmış olmasına rağmen, Auschwitz’e gitmekten kurtulamıyorlar.
İçimi derin bir üzüntü ve hüzün kaplıyor…
Farklı nedenlerle de olsa , benzer duyguları üç dört yıl önce gittiğim Prag’da da hissettim. Bu güzel şehirde gördüğüm iki yer bana acı verdi. Bunlar, Eski Yahudi Mezarlığı ve Pinkas Sinagogu idi. Girişi Pinkas Sinagogundan olan Eski Yahudi Mezarlığı, savaşla ve katliamla alakalı olmasa da, insanda çok tuhaf bir keder uyandırıyor… Burası, Avrupa’nın ayakta kalabilmiş en eski Yahudi mezarlığı. On beşinci yüzyılın başlarından 1787’ye kadar kullanılmış. O dönemde Yahudilerin ölülerini başka bir yere gömmelerine izin verilmediği için, bu daracık alana 12.000 mezar taşı sıkıştırılmış. Ancak alttaki, üst üste mezarların 100.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. İşte bu sıkışıklık, birbirinin üstüne yığılmış bu yosun kaplı mezar taşları bende tuhaf bir etki yarattı.
Mezar taşlarının arasında dolaşmak mümkün değil ama, erişilebilir olanları inceleyince, taşların üzerinde sadece isim ve tarih olmadığı, ölenlerin mesleklerini anlatan kabartmalar da olduğu görülüyor. Terzi için bir makas, piyanist için bir çift el…
Pinkas Sinagogu ise, bahçesindeki mezarlık gibi çok eski olmasına rağmen, esas olarak İkinci Dünya Savaşı ile ilintili olarak önemli. Burası, 1535 yılında yapılmış ve 1941 yılına kadar ibadete açık kalmış. Savaştan sonra ise, Naziler tarafından öldürülen yaklaşık 80.000 Yahudi Çek vatandaşının anısına bir anıta dönüştürülmüş. 1968’deki Sovyet işgalinden sonra yirmi yıldan fazla bir süre kapalı tutulmuş ve 1995 yılında, restorasyondan sonra, yeniden açılabilmiş.
Burada beni çarpan şeyin ne olduğu üzerine çok düşündüm… Belki de, basit olması idi. Duvarlarda sadece, satır satır yazılmış, kurbanların isimleri, doğum ve ölüm, ya da kaybolma tarihleri vardı. Birbiri ardına, satırlar boyunca… Ölenleri sadece bir sayı, bir istatistik olarak değil, isimleri ile sergilenmiş olarak görmek insanın idrak sınırlarını gerçekten zorluyor.
Gördüklerinizi sindirmeye çalışırken, bir üst katta bir kez daha sarsılıyorsunuz. Pinkas Sinagogunun birinci katında, 1942-1944 yılları arasında Terezin Gettosunda yaşamak zorunda kalmış çocukların yaptığı resimler sergileniyor. Çoğu Auschwitz-Birkenau toplama kamplarındaki gaz odalarında ölmüş olan bu çocuklar, resimlerde getto yaşamını, eve ve güzel günlere dönme özlemlerini resmetmişler… Yürek sızlatıyor gerçekten…
İnsanlar var oldukça, savaşlar da olacak. Dünya barışı istemek ütopik bir özlem belki… Ama, yine de çabalamaya değer. Çünkü aslında, savaşlarda kazanan ve kaybeden yok. İki taraf da çok şey kaybediyor. (Ya da, çeşitli ülkelerin silah sanayileri tek kazanan taraf oluyor demek lazım.) Sonrasında, veya aynı savaşın içinde bile, zalim olan mazlum, mazlum olan da zalim olabiliyor…
Amerikalı yazar Kurt Vonnegut’un Slaughterhouse 5 ( Türkçesi “Mezbaha 5” olarak April Yayınları tarafından yayınlanmış) kitabı bugüne kadar okuduğum en savaş karşıtı kitap. Bitirdikten sonra birkaç gün etkisinden kurtulamadım. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda geçen sayısız kitap okudum ve beğendim ama, hiç biri benim için bu kadar çarpıcı olmadı. Kitabın kahramanı Billy Pilgrim’in zaman içinde gidip, gelmesine tanıklık ederken insan savaşın anlamsızlığı üzerine tekrar, tekrar düşünmeden edemiyor. Savaşın yarattığı yıkım ve katliam sırasında ortaya çıkan bazı absürd durumlar ve olaylar ise insanı basbayağı güldürüyor. Tıpkı “gerçek hayattaki “gibi… Örneğin, Billy Pilgrim’in Almanlar tarafından esir alındığında üstünde doğru dürüst bir üniforması ve ayakkabıları olmadığı için, savaş sonuna kadar ayaklarında gümüş yaldıza boyanmış botlar ve toga gibi sarındığı gök mavisi bir perde ile gezmek zorunda kalması gibi. Bu bana, 1999 yılında depreme Yalova’da yakalanan bir tanıdığımın günlerce kısacık geceliğinden görünen bacaklarını örtmek için beline bağladığı masa örtüsü ile gezmek zorunda kalmasını hatırlattı. Hayatın yarattığı kimi traji-komik durumlar insana böyle bir şeyin ancak kurgu olabileceği hissini verebiliyor…
Slaughterhouse 5’ deki savaş sahnelerinin ve özellikle Dresden’in İngiliz ve Amerikan hava kuvvetleri tarafından bombalanması sırasında kitapta gelişen olayların gerçek olma olasılığı çok yüksek, çünkü Kurt Vonnegut da Almanlara esir düşmüş ve Dresden bombalanırken oradaymış. Tıpkı kahramanı Billy Pilgrim gibi…
Kurt Vonnegut (1922-2007) dördüncü kuşaktan Alman asıllı bir Amerikalı olarak Indianapolis’ de doğmuş ve Cornell’de bio-kimya okumuş. Kitapta Almanların elinde savaş esiri iken yaşadığı Dresden bombardımanını bütün canlılığı ile anlatırken, bizim de sürekli olarak hem genel olarak savaşları, hem de Dresden bombardımanını sorgulamamızı sağlıyor. Dresden bombardımanı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine doğru, Almanların bozguna uğratılacağı nerdeyse kesinleşmişken, 13 Şubat 1945 gecesi yapılıyor ve o güne kadar sapasağlam ayakta olan şehirde yaklaşık 130.000 kişi ölüyor. Şehir yerle bir oluyor. Sadece insan sayısına bakılacak olursa, Dresden’de, Amerikan kuvvetlerinin 9 Mart 1945’te Tokyo’ya ( 83.793 can kaybı) ve Hiroshima’ya ( 71.379 can kaybı) yaptığı saldırılardan daha büyük bir katliam yapılıyor. Bunun yanında, pek çok tarihi ve kültürel eser yok oluyor.
Billy Pilgrim ve diğer Amerika’lı esirler bombardımandan önce Dresden’e geldiklerinde, balık istifi şeklinde dolduruldukları yük vagonunun kapıları açılınca gördükleri şehir onları büyülüyor. İçlerinden çoğu için gördükleri bu şehir, o güne kadar ömürlerinde gördükleri en güzel şehir oluyor. Billy Pilgrim ise, gördüğü manzaranın “Cennet” in resmi olduğunu düşünüyor. Bombardımandan sonra ise, her yer harabeye dönüyor.
Dresden’in bombalanmasını haklı gösterecek neden bulmakta zorlanan Amerika Birleşik Devletleri burada yaratılan can ve mal kaybını 20 yıldan fazla bir süre kendi halkından bile saklıyor. Ancak 1960’ların sonuna doğru konu gündeme geliyor. Bu gibi durumlarda hep olduğu gibi, olayı haklı gösterecek pek çok neden öne sürülüyor tabii ki.
Devletler, başta ekonomik nedenler olmak üzere, çeşitli bahanelerle halkları birbirine kırdıradursunlar, kimi insanların özündeki iyiliği yok edemiyorlar. Dresden yerle bir olduktan sonra, Billy Pilgrim ve yüz tane Amerikan esiri başlarındaki dört Alman askeri ile sığındıkları yerden çıkıyorlar. Şehir tamamen harabeye dönmüş. Neredeyse canlı kalmamış. Hep birlikte şehrin dışına doğru yürüyüşe geçiyorlar. Bir süre sonra, şehrin eteklerinde, kör bir adamın karısı ve iki kızıyla birlikte işlettiği bir hana geliyorlar. Han sahipleri bir gün önceki bombardımanı ve sonrasında şehrin saatlerce yanmasını uzaktan izlemişler. Ertesi gün hanlarını her zamanki gibi tertemiz ve düzenli olarak açmışlar ve beklemeye başlamışlar. Ama şehirden gelen hiç kimse olmamış… Ta ki, başlarında Alman muhafızlarla Amerikalı esirler kapılarını çalana kadar. Han sahibi esirlere ahırında yatacak yer vermiş. Ayrıca çorba, kahve ve birazcık da bira. Sonra da, yatmadan önce gelip, onlara Almanca olarak, “ İyi geceler Amerikalılar, iyi uyuyun” demiş.
“Davetimize küçük kızınızı da getirin”, demiş General Oster babama. Alman General Oster ve eşi, Roma’nın en güzel semtlerinden Parioli’de oturuyorlar. Burası Roma’nın en varlıklı ve güzel semtlerinden biri. Şık binaları ve büyük parkları var. Doyamadığımız, Gian Lorenzo Bernini heykelleri ve Rafael tabloları nedeniyle babamla tekrar tekrar gittiğimiz Galleria Borghese de bu semtte.
General Oster ve eşi ile daha önce tanışmıştım. Bizim eve de gelmişlerdi birkaç kere. Ama, evlerine ilk olarak gidiyorum. Kapıdan içeri girer girmez bayılıyorum bu daireye. Duvarlar koyu yeşil kumaş kaplı. Pencerelerde duvarlarla uyumlu kalın kadife perdeler var. Tablolar, mobilyalar ve aksesuarlar ince bir zevki yansıtıyor. Ama ben en çok, o tavana kadar olan kitaplıkları seviyorum. Hayran hayran kitaplara baktığımı gören General, kitap okumayı sevip, sevmediğimi soruyor. Çok seviyorum… O da çok seviyormuş.
General, seyrek sarı saçlı, orta boylu, ama yapılı bir insan. Daha önce onu üniforması içinde de gördüm ama, bu akşam koyu renk bir takım elbise giymiş, güzel bir kravat takmış. Çerçevesiz, ince altın rengi saplı gözlüklerinin arkasından masmavi gözleri ile bana gülümsüyor. Çok iyi bir insana benziyor. Öte yandan, kafam biraz karışık… Yolda gelirken babam, General Oster’ in İkinci Dünya Savaş’ı sırasında Alman Ordusunda genç bir subay olduğunu söyledi. O zaman… Demek ki, bir Nazi idi… İki yıl önce radyoda yaşam öyküsünü dinlediğim Anne Frank’in, ailesinin ve diğer tüm Yahudilerin peşine düşen Nazi’ lerden… İçim ürperdi…
Slaughterhouse 5 (Mezbaha 5) kitabını okurken, aklıma sık sık, annem ve babamın bana aktardıkları, General Oster’in bir cümlesi geldi. Bir gün, yine bir davette, General Oster babama,“ Alman olduğumuz için bizden nefret etmiyorsunuz değil mi?” diye sormuş. Yıl, o zamanlar 1968. Savaşın üzerinden henüz 23 yıl geçmiş. Yaralar hala canlı ve kişisel… Bu soru, daha o zaman beni çok üzmüştü. Çocuk olmama rağmen, Hitler gibi bir yarı deli yüzünden tüm Alman halkının suçluluk duygusu içinde olması, dünya gözünde aynı kefeye konması bana çok büyük haksızlık gibi gelmişti. Kim bilir, bu ne büyük bir yüktü ? Oysa, General kendini böyle hissedecek en son insan olmalıydı…
General Oster, Hitler ve Nazi rejimine direniş gösteren ve Alman Askeri İstihbaratındaki pozisyonu sayesinde 1938’den, tutuklandığı 1943 yılına kadar pek çok Yahudi’ye yardımcı olan ve kurtaran General Hans Paul Oster’in oğluydu. Temmuz 1944’de Hitler’e yapılan başarısız suikast sonrasında, Amiral Wilhelm Canaris ile birlikte, Nisan 1945’te kurşuna dizilerek idam edilmişti. Babası kurşuna dizildikten sonra Hitler, genç bir subay olan oğul Oster’ den de şüphelenmiş ama, çok kısa bir süre sonra Alman ordusu teslim olmak zorunda kaldığı için, bir şey yapamamıştı. Söz konusu Temmuz suikastini konu alan ve Tom Cruise’ın oynadığı, 2008 yılı yapımı Valkyrie filminde de General Hans Oster’den söz edilir.
Hiçbir millet, din, mezhep veya siyasi görüş sahibi insan topluluğu topyekun iyi veya kötü değil… Önemli olan, “insan” olmak… Vicdan sahibi olmak…
Miramare’nin resepsiyonundaki kadın görevli değişik bir tip. Ağzı bol laf yapıyor ve çok yüksek perdeden konuşuyor. İnsanda sürekli palavra atıyor hissi uyandırıyor. İltifatlarının da dozu biraz fazla sanki… Gelin görün ki, bize çok yerinde bir tavsiyede bulunuyor ve yardımcı oluyor. Ona, Positano‘dan Capri’ye giden tur teknelerini sorduğumda, eğer gitmek istiyorsak hemen ertesi gün gitmemizi, daha sonra havanın bozacağını söylüyor. Haksız sayılmaz. Ekim ayının ortasını geçtik. Hava epeyce serin.
Güney İtalya’ya gittiğiniz zaman eğer, gezmenin dışında, denize de girmek istiyorsanız, öyle Eylül ayının ikinci yarısına, Ekim’e kalmamanızda yarar var. Buralarda hava bizim Antalya bölgesi ile karıştırılmamalı. Sonbahar, deniz için oldukça serin. Öte yandan, Temmuz- Ağustos da fazla sıcak ve kalabalık olabiliyor. Bana kalırsa, Haziran ve Eylül’ün ilk yarısı ideal. Eğer biraz serince olan deniz suyu sizin için sorun değilse, Nisanın ikinci yarısı ve Mayıs ayı da olabilir.
Ertesi gün gidebileceğimizi söyleyince, kadın teknede yer ayırtmak için telefon ediyor. Yüksek sesle, bağıra çağıra, Napoli lehçesi ile ve (telefonda konuşuyor olsa da) el hareketlerini ihmal etmeden, bize yer ayırtıyor.
Sabah otelin, bizim odanın tam altına denk düşen ve kaptan köşkünü andıran, müthiş manzaralı restoranında kahvaltımızı yapıyoruz. O ölümcül iki yüz basamağı inip, tam zamanında sahilde, bize tarif edilen, teknenin kalkacağı yerde oluyoruz. Tekne, büyükçe bir sürat teknesi. Değişik milletlerden on kişiyiz. Amerikalı, Hint ya da Pakistan asıllı İngiliz, İsviçreli, Kanadalı… Kaptanımız Dario genç, yakışıklı ve kibar bir çocuk. Oldukça iyi İngilizce konuşuyor. Bugün yapacağı seferin bu sezonun son seferi olacağını, sonra “kış uykusu” misali, dinlenme ve hayattan keyif almakla geçecek kış aylarının tadını çıkaracağını anlıyoruz konuşmasından. Kışın İsviçre’ye kayağa gittiğini de…
Hava bazen bulutlu, bazen açıyor ve epeyce serin. Teknenin üstü açık olduğu için, zaman zaman rüzgar insanın tam anlamıyla içine işliyor. Öte yandan, manzara çok güzel. Vahşi bir güzellik… Vezüv yanardağının yarattığı tektonik hareketler ve suyun yarattığı aşınma nedeniyle bu sahilde ve bölgenin adalarında inanılmaz kaya oluşumları var. Hepsi de koruma altında.
Varlığıyla Napoli körfezine ve civarına güzellik katan Vezüv yanardağına çocukken gitmiş, kraterinin belli bir noktasına kadar inmiştim. Vezüv, Avrupa kara parçasının hala aktif olan tek yanardağı. En son 1944’de patlamış. Tarihteki en meşhur patlama ise İ.S. 79 yılında, Pompei ve Herculaneum şehirlerinin yok olmasına sebep olanı. Uzun yıllar önce birkaç kez gittiğim Pompei de hala hafızamda canlı. Tekrar görmek istememe rağmen bu seferki İtalya gezimizde vakit yok maalesef. Belki bir başka sefer…
Positano’dan Capri’ye sürat teknesi ile 45-50 dakikada gidiliyor. Dario yolda sürekli bilgi veriyor, İtalyanlara özgü espriler, sevimlilikler yapıyor. Karaya yanaşacağımız, adanın kuzeyindeki Marina Grande’den önce, ünlü Grotta Azzurra’ya (Turkuaz Mağara) gideceğimizi, şansımız varsa ve dalgalar izin verirse, içeri girebileceğimizi söylüyor.
Grotta Azzurra, Capri adasının kuzeybatısında. Mağaraya giriş yatay ve alçak bir delikten yapılabiliyor. O nedenle, siz girerken denizden dalga gelmemesi çok önemli. Bu açıdan, tabii ki, ilkbahar ve yaz ayları daha az riskli.
Mağaranın önüne vardığımız zaman, bizi bir gürültü, patırtı ve hengame karşılıyor. Mağaranın girişi çok dar olduğu için, büyük teknelerle girmek imkansız. Onun için, dört kişi alan sandallara binmeniz ve mağaradan içeri girerken sandalın içine tamamen yatmanız gerekiyor. Göremediğim için tam olarak bilemiyorum ama, sandalcı da bir şekilde, bir yere yapışarak sizi içeri sokuyor. Ancak, bu giriş öyle hemen olmuyor…
Grotta Azzurra’yı Capri’nin sandalcılar kooperatifi işletiyor. Mağarayı görmek istiyorsanız, hem Kültür Bakanlığına, hem sandalcılar kooperatifine, adam başı toplam 13 Euro ödemeniz ve en önemlisi, sıraya girmeniz gerekiyor. Her sandal sadece dört kişi aldığı için ve buraya sadece bizimki gibi tekneler değil, çok daha büyük tekneler de geldiği için uzun süre bekleniyor. Bu süre, sezon sonunda bir saate yakın olduğuna göre, yaz aylarında birkaç saate kadar çıkıyor olsa gerek.
Dario, kooperatif görevlileriyle konuşarak, bizim teknenin sıraya girmesini sağladıktan sonra, demir atıyor ve ayaklarını uzatıp, keyifle sandalcıları izliyor. Yüzünde müstehzi bir ifade var… Bekleme süresi boyunca sandalcıların birbirleri ile bağırarak konuşmaları, el kol hareketleri yapmaları bitmiyor. Napoli lehçesi(*) ile konuştukları için hiçbir şey anlamıyorum. “Napolitence” apayrı bir dil sanki. Sabah yola çıktığımızda, Dario da kendini tanıtırken, İngilizce dışında iki dil konuştuğunu, bunların İtalyanca ve “Napolitano” olduğunu söylemişti! Sandalcıları ilgiyle izlediğimizi gören Dario gülerek, “Merak etmeyin, kavga etmiyorlar. Normal konuşuyorlar” diyor. Kavga ettikleri zaman, bir yere yanaşırken kullandıkları, mızrak benzeri sopalar havada uçuşuyormuş…
Beklerken, arada bir deniz dalgalanıyor, müthiş bir çırpıntı oluyor. Öyle zamanlarda içeri girişi durduruyorlar. Eğer uzun zaman devam ederse, mağarayı o gün için tamamen kapatabiliyorlarmış. Bu kadar uzun süre bekledikten sonra, girememek çok acı olur doğrusu…
Sonunda sıra bize geliyor. Teknemize sandallar yanaşıyor. Bunlardan birine, iki çift olarak biniyoruz ve bize söylendiği gibi, sandalın dibine dümdüz yatıyoruz. Heyecan dorukta…Sandalcıların haberleşmek için bağrışmaları heyecanımı artırıyor. Nefesimizi tutuyoruz ve içeri giriyoruz…
İşte girdik… İçerisi zifiri karanlık…Masmavi bir manzara beklerken, bu karanlık ile karşılaşmak bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bunun için mi bu kadar saat bekledik diye aklımdan geçirirken, kafamı geriye doğru, girdiğimiz delikten tarafa çevirince, nefesimi tutuyorum… Bu ne güzellik… Dışardan gelen ışık ile su, turkuazın en güzel tonlarında… İnsan bakmaya doyamıyor. Kim bilir, yaz aylarının pırıl pırıl güneşi vurduğunda görüntü ne kadar muhteşem oluyordur.
Mağaranın içinde kalış süresi 10 dakikayı geçmiyor. Sandalcılar içerde 2-3 tur atarken, bir yandan da, yüksek sesle şarkı söylüyorlar. Her biri farklı bir şarkı söylediği için, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Bizimki var gücüyle, “O Sole Mio” döktürüyor. Mağaraya girdiğimiz şekilde dışarı çıktığımız zaman, verdiğimiz 10 Euro bahşişi pek beğenmiş görünmüyor. Belli ki, performansının daha fazla bahşiş hak ettiğini düşünüyor.
Teknemizde mağarayı görmek isteyen herkes içeri girip, çıktıktan sonra, demir alıyoruz ve Marina Grande’ye doğru gidiyoruz. Orada karaya çıkacak ve Capri’de dört saat geçireceğiz.
Capri adasının genel olarak kayalık bir yapısı var. Bazı kaynaklar, adadaki kayalıkların bir kısmının oluşumunu 65 ile 190 milyon yıl öncesine kadar götürüyorlar. Güney İtalya’nın pek çok yerinde olduğu gibi Capri adasında da (başta adanın ismi olmak üzere) antik Yunanlıların izleri var.
Marina Grande’de karaya çıkıyoruz ve dağılıyoruz. Adada başlıca iki büyük yerleşim merkezi var. Anacapri ve Capri. Anacapri, antik Yunancada “yukarıdaki Capri” demekmiş. Biz Anacapri ile gezmeye başlayalım diyoruz. Sonrasında, daha aşağıdaki Capri’ye gelir, orayı gezer ve limana döneriz. Bol bol vaktimiz var gibi görünüyor…
Ekim ayının oldukça serin bir günü olmasına rağmen Capri’de o kadar çok turist var ki, yukarıya, Anacapri’ye gidecek otobüse binebilmek için kuyrukta tam bir saat beklememiz gerekiyor. Orta boydaki otobüsler dar ve bir tarafı kayalık yolda öylesine hızlı gidiyorlar, karşıdan gelen arabalarla o kadar milimetrik bir şekilde yan yana geçiyorlar ki, yüreğim ağzıma geliyor. Otuz seneyi aşkın bir süredir Datça’ya gidip, gelen ve Marmaris-Datça yolunun en eski halini bilen birisi olarak, yolun dar olması değil de, şoförün bu kadar hızlı kullanması beni ürkütüyor. Manzara ise, çok güzel…
Yaklaşık on beş dakika sonra Anacapri’deyiz. Sokaklarda geziniyoruz biraz. Keşke hava biraz daha iyi olsaydı… Çok daha keyifli olurdu. Yazın buraların, ürünlerinin bir kısmını kapı önüne çıkarmış butikleri, tasarım takı dükkanları, kaldırımlara yayılmış cafe ve restoranları ile ne kadar sevimli olduğunu hayal edebiliyorum. Bir daha gelirsek, hiç olmazsa bir gece kalmayı çok isterim.
Vakit tahminimizden de hızlı bir şekilde azalıyor. Bu kadar az sürede her şeyi göremeyeceğimiz açık. Bir seçim yapmak gerekiyor. Kararımızı veriyoruz ve San Michele kilisesine doğru yöneliyoruz.
San Michele kilisesi, Anacapri’nin arı kovanı gibi kaynayan sokaklarından kısa bir yürüyüş mesafesinde, sakin küçük bir meydanda yer alıyor. 1698-1719 yılları arasında yapılmış olan bu kilisenin dışardan oldukça sade bir görünümü var. Beyaza boyanmış bina, Barok dönem için epeyce mütevazi. Ancak, bu küçük kilisenin içinde insanı hayran bırakan bir sanat şaheseri var.
Ufak bir giriş ücreti ödeyip, içeri giriyoruz ve girer, girmez gördüğümüz şey bizi etkisi altına alıyor. Kilisenin tabanı tamamen, elle boyanmış seramik karolarla kaplı. Bu karolar, tamamı Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu resmedecek şekilde boyanmış. Adem ve Havva’nın dışında, ağaçlar, çeşitli bitkiler, hayvanlar… İnanılmaz güzellikte renk tonları… Bu muhteşem eser, dönemin Napolili en iyi seramik ustalarından olan Leonardo Chiaiese tarafından, 1761 yılında yapılmış. Son derece iyi korunmuş olmasının nedeni üstüne çok az basılmış olmasından kaynaklanıyor. Çok akıllıca bir şekilde, bu sekizgen tabanın etrafına, çepeçevre, ahşaptan, dar bir platform yapılmış. Onun üzerinde yürüyerek, tüm detayları yakından inceleyebiliyorsunuz. Ama eserin tamamını en iyi şekilde görmek için, yukarıya, orgun bulunduğu, balkonumsu yere çıkmanız gerekiyor. İnsan bakmaya doyamıyor gerçekten…
Seramik tabanı dışında, kilisenin mermer ana altarı, mermer görünümü verilmiş ahşaptan yapılma yan altarları, Barok dönemin Napolili ressamlarına ait tabloları da güzel. Kilise çok büyük olmamasına rağmen, üzerinde beyaz kabartmalar olan açık sarıya boyanmış duvarlar ve kubbe insana bir ferahlık, hafiflik hissi veriyor. Canım gitmek istemiyor. Tekrar tekrar bazı ayrıntılara bakıyorum. Ama, hem vaktimiz azalıyor, hem de bu küçük kiliseyi görmek isteyen sıradaki insanlara yer açmak gerekiyor.
Aklım hala gördüklerimde, dışarı çıkıyoruz. Daha çok şey görmek, örneğin hemen otobüsle Capri’ye inmek ya da bir bistroda oturup, karnımızı doyurmak ve keyif yapmak arasında bir seçim yapmak gerekiyor. İkincisi ağır basıyor. Yaş aldıkça, son yıllarda bende gelişen bir eğilim bu. Artık, yolculuklarda ağırdan almak, gördüklerimi sindirmek, adeta tüketircesine, hızlı hızlı birkaç şey daha görmek yerine biraz keyif yapmak, günün orta yerinde bir cafe’de köpüklü şarap veya kahve yudumlamak çok daha hoşuma gidiyor. Hala, öyle yapmadığım yolculuklarım da olmuyor değil. İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Şu dünyada vaktim azalıyor duygusu da yok değil bende. Ama, en azından İtalya’da, bu, bana göre, yaşama zevkini doruğa çıkarmış insanların ülkesinde, daha aheste gezmek gerek diye düşünüyorum…
Çevre sokaklarda biraz dolaşıp, bir köşede, kaldırımdan hafif bir yükseltiyle ayrılmış bir bistroyu gözümüze kestiriyoruz. Masalar dolu ama, kaldırıma bakan terasında, güneş alan, güzel bir masa buluyoruz. Burası, İtalya’da çokça rastlayacağınız, tipik bir aile işletmesi. Birer kadeh güzel kırmızı şarap ve bu taraflara özgü, dev boyuttaki bruschetta’larla karnımızı doyuruyoruz. Çok lezzetli… Ayhan Sicimoğlu’na katılıyorum. İtalya’da kötü yemek yemeniz mümkün değil. En ücra dağ köyüne de gitseniz, ufacık bir lokantada harika şeyler yersiniz. Bir tek et yemekleri konusunda muhalefet şerhimi koyacağım. Et yemeklerinde, özellikle güney İtalya’da, çok memnun kalmadığım örneklere rastladığım oldu çünkü.
Bize, muhtemelen buranın sahibi olan, yaşlıca bir adam servis yapıyor. Güler yüzlü ve kibar. Hesabı ödeyip, kalktıktan sonra, sokaklarda Capri’ye giden otobüslerin kalktığı yeri ararken, kendisi ile yeniden karşılaşıyoruz. Muhtemelen riposo ( dinlenme) için eve gidiyor. Restoranını açık tutup, biraz daha para kazanmak söz konusu bile olamaz. Şimdi o da evine gidecek. Güzel bir şarap eşliğinde yemeğini yiyecek ve muhtemelen biraz da uzanıp, dinlenecek… Riposo, yani bizdeki yaygın (İspanyolca) ismiyle, siesta, özellikle güney İtalya’da çok önemli. Dükkanlar, restoranlar birkaç saatliğine (kışın biraz daha az, yazın daha fazla) kapanır. Aç kalmak istemiyorsanız, bu saatlere dikkat etmek gerek.
Restoran sahibinin bize tarif ettiği yerden Capri’ye giden otobüse biniyoruz. Ama, vakit o kadar azaldı ki, orada çok kalamadan, Marina Grande’ye doğru yola çıkıyoruz. Dario, 16:10’da kesin olarak kalkarım demişti. Tekneye son binenler biziz…
Teknede bizi güzel bir ikram bekliyor. Kaptanımız Dario, birkaç değişik peynir, çeşitli atıştırmalıklar ve şaraptan oluşan ufak bir büfe hazırlamış. İyice artan rüzgar ve serin havada, güçlükle yiyip, içiyoruz. Keşke hava birazcık daha sıcak olsaydı. En azından, rüzgar bu kadar sert esmeseydi. Yine de, sezonun son gününde de olsa bu geziyi yapabilmiş olmamız büyük şans.
Dönüş yolunda adanın doğu tarafından dolanıp, güneyine doğru iniyoruz. Grotta Azzurra gibi içlerine girilebilir mağaralar olmasalar da, Grotta Bianco (Beyaz Mağara) ve Grotta Verde (Yeşil Mağara) de çok ilginç. Özellikle Beyaz Mağarada, suyun içinde, dizi dizi beyaz mercanları görmek mümkün.
Tabii, Capri’de bir de Faraglioni kaya oluşumları var. Serinin bir filminde James Bond’un sürat teknesi ile altından hızla geçtiği o ünlü, kemer şeklindeki kaya kütlesi. Dario, eğer altından geçerken sevdiğinizi sürekli öperseniz, birlikte uzun bir yaşamınız olacağını söylüyor…
(*)- İtalya’da bölgelere göre binin üzerinde lehçe bulunmaktadır. Bu, yöresel ağız veya aksan ile karıştırılmamalıdır. Bazı lehçeler, ait oldukları bölgeye bağlı olarak, Almanca, Yunanca, Slovakça, Hırvatça vb.den etkilenmiştir. Bu nedenle, 1861’de İtalya’nın birleşmesinden sonra ortak bir dil kullanımı için çok çaba gösterilmiştir. Günümüzde, uluslararası İtalyanca olarak bilinen lehçe, Floransa lehçesidir ve bunun yaygınlaşmasında televizyonun büyük yararı olmuştur. Ancak, İtalyanlar yerel lehçelerini kullanmayı sürdürmektedirler. Anlamadığınızı belirttiğiniz zaman, sizinle “resmi” İtalyanca ile iletişim kurarlar.
2015 yılının Ekim ayında Positano‘da kaldığımız Miramare otelindeki odamızın nefis bir deniz ve plaj manzarası vardı. Hem odamızdan hem de tam altına denk düşen yemek salonundan plajı tüm ayrıntıları ile kuşbakışı görmek mümkündü. İki yüz basamak yükseklikten seçebildiğim kadarı ile plajda çok büyük değişiklik olmamış, sadece, eskiden 1960’lar tarzı, hafif salaş olan yerler daha modernleşmiş ama sevimliliklerini kaybetmemişlerdi. Aradaki fark hiçbir şekilde beni, yıllar sonra yeniden gördüğüm Bodrum, Gümüşlük veya Kuşadası gibi şoke etmedi.
Üç katlı Miramare oteli, kırmızı ile kiremit rengi arası boyası ile hem denizden, hem de Positano koyunun değişik yerlerinden kolayca fark edilen, kartal yuvası gibi bir yapı. Özellikle, “özel odalar” olarak ifade edilen üç odasından muhteşem bir manzarası var. Temiz ve düzgün işletilen bir otel olmasına karşın, ödenen ücretin çoğunun manzara için ödendiğini düşünebilirsiniz. Ancak, kanımca, özel bir nedenden ötürü oraya gitmişseniz buna değer. Sabahları inanılmaz manzaralı bir banyoya girmek, akşamları yorgun argın otele dönüp, balkonda ayaklarınızı uzatıp, bir aperatif yudumlamak müthiş keyifli…
Öte yandan, Positano’da çok daha ekonomik ve sevimli konaklama çözümleri de bulmak mümkün. Zevkle döşenmiş kiralık evlerden, dairelerden birini kiralayabilir, öğlen ve akşam yemekleri için sayısız yiyecek yerlerinden birini deneyebilir veya bakkaldan alacağınız kaliteli bir şişe şarap, büyük bir salkım iri, siyah üzüm ve çeşit çeşit peynirlerle mükellef bir çilingir sofrası kurabilirsiniz.
Hiç şüphesiz, Amalfi sahilini en iyi gezme şekli bir araba kiralamak. Yerleşim yerlerinin arasında otobüs seferleri de olmakla beraber, bu hem pratik değil, hem de insanı kısıtlayıcı bir yöntem. Otobüs, sadece tek bir yerde kalmak planlanıyor, çevredeki diğer yerleşim yerlerini görmek düşünülmüyorsa kullanılabilir.
Positano’ya, kayalıkların tepesindeki dar ve virajlı yoldan, aşağıdaki masmavi denizi seyrederek varılıyor. Sol tarafta limon ve asma bahçeleri, sağınızda deniz… Kayaların üstüne oturtulmuş bu yerleşim yerine araba ile girmek mümkün olmadığı için, arabanızı ya yukardaki umumi park yerlerinden birine veya oteliniz için ayrılmış park yerine park etmeniz gerekiyor.
Miramare’nin, birkaç arabanın zor sığdığı park yerini bulduk ve rezervasyon onayında belirtildiği gibi, duvardaki telefondan otele geldiğimizi haber verdik. Beklememizi, biraz sonra bavulları taşımak için birisinin geleceğini söylediler. Çok geçmeden, iri yarı bir otel personeli geldi. İki bavulumuzu elindeki uzun kayışın birer ucuna bağlayıp, kayışı, bavulları iki omuzundan aşağı sallandıracak şekilde, boynunun arkasına attı. Üçüncü bavulumuzu da eline alıp, kendisini takip etmemizi söyledi. Ondan sonra, sadece merdivenlerden oluşan, daracık ve dik sokaklardan aşağı doğru bir iniş başladı.
Kalışımızın sonuna doğru kondisyonumuzda bir gelişme olsa da, doğrusu bu merdiven işi Positano’nun tek zorlayıcı yanı oldu. Özellikle, sahilden otele gelmek için çıkılması gereken iki yüz basamak tam bir ölüm kalım meselesi gibiydi. Sonraki günlerin birinde gittiğimiz Amalfi’de, bir dükkan sahibi nerede kaldığımızı sordu. Ben Positano diye yanıt verince, “Ah Signora, belli bir yaştan sonra Positano yerine Amalfi’de yaşamak ve kalmak daha iyi. Burası daha az dik bir yer” dedi. Söylediğinde haksız değildi ama, güzel olmasına rağmen, Amalfi de bir Positano değildi… Üstelik, Positano’da da daha az dik konumlarda olan yerlerde kalmak mümkün. Örneğin, ben çocukken Yvette’in kiraladığı, Santa Maria Assunta kilisesinin karşısındaki eve inen yol daha hafif eğimli ve daha az yorucuydu. Sahile de oldukça yakındı.
Paskalya zamanı olması nedeniyle etraf henüz yaz ayları gibi turistlerle dolup, taşmıyor. Positano’da kum, büyük olasılıkla volkanik coğrafya nedeniyle, oldukça koyu renkli. Neredeyse siyahımsı. Yvette ile plajda tembellik yapıyoruz. O şezlongunda uzanmış bulmaca çözüyor, ben de onun biraz ilerisinde havluya uzanmışım. Gözlerim kapalı. Gözkapaklarımın üzerinde hissettiğim güneş ışınlarının etkisi ile gördüğüm renk cümbüşüne dalıp, gitmişim yine. Kendime göre hayaller kuruyorum. On, on bir yaş hayalleri…
Birden bire çevremde bir gürültü kopuyor. Etrafımda bağıran bir grup İtalyan çocuk var. Benim yaşlarımdalar ve bana bir şeyler söylüyorlar. Önce hiçbir şey anlayamıyorum. Şaşkınlık içindeyim. Sonra, yavaş, yavaş dediklerini algılıyorum ve şaşkınlığım daha da artıyor.
Nerden ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bu çocuklar benim Türk olduğumu öğrenmişler. Belki de esnafla sohbet eden, şakalaşan Yvette’den yayıldı bu bilgi. Her nasıl öğrenmişlerse öğrenmişler ve belli ki çok heyecanlanmışlar. Etrafımda adeta yamyam dansı yaparak Türkiye’de insanların nasıl giyindiğini, peçe takıp, takmadığımızı, develere mi bindiğimizi soruyorlar hep bir ağızdan. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Havlumu hızla yerden alıp, Yvette’in yanına gidiyorum. Kalbim küt, küt atıyor. Bir yandan da, ben bikini giymiş haldeyken böyle sorular soruyor olmaları bana çok aptalca geliyor. Yvette başını bulmacasından kaldırıp, Fransız aksanlı İtalyancası ile çocuklara bir şeyler söylüyor ve çocuklar dağılıyor. Sonra bana dönüyor ve eğer denize gireceksem girmemi çünkü birazdan akşam yemeğine çıkacağımızı söylüyor. Bir yandan da, eliyle plajın sonunda derme çatma bir restoranı işaret ediyor.
O akşam ve sonrasında, Yvette ile pek çok sefer gittiğimiz o restoranda yediğim peynir panelerin tadını hala unutmuş değilim. Yıllar sonra Positano’da, o müthiş tadı damağımda tekrar hissedebilmek, dışı kıtır, içi yarı akışkan peynir pane lokmalarını yemeden önce dilimin üzerinde birkaç saniye keyifle tutmak için o salaş restoranı boşuna aradı gözlerim. Hafızamda Boğaz kenarındaki veya Güney sahillerimizdeki salaş balık restoranlarını çağrıştıran o yer artık yoktu. Onun yerinde, beş yıldızlı Covo dei Saraceni oteli ve otele ait, bembeyaz, kolalı masa örtüleri, harika aydınlatması ile romantik bir ambiyansı olan restoranı bulunuyordu…
Covo dei Saraceni, sırtınızı Santa Maria Assunta kilisesine, yüzünüzü denize döndüğünüz zaman Positano’nun ana plajının en sağında yer alıyor. Otel kısmı, diğer binalar gibi, arkadaki kayalık oluşuma adeta oyularak, birkaç katlı olarak yapılmış. Unutulmaz tatları ve en kaliteli şarapları mükemmel bir servis ile sunan restoranı ise nerdeyse plajın ve denizin üstünde. Yer ayırtırken balayımız için burada olduğumuzu belirttiğimiz için olsa gerek, bizi terasın en güzel masasına buyur ediyorlar. Kendimi bir an için elli, altmış yıl öncesinin filmlerine ışınlanmış gibi hissediyorum. Sanki, kafamı çevireceğim ve ilerdeki masada buğulu bakışları ile Ingrid Bergman oturuyor olacak. Yanında, beyaz smokini, papyon kravatı ve elinde sigarası ile Humphrey Bogart…
Menüyü incelemeden önce, birkaç dakika için ortamın, manzaranın, dalga seslerinin ve deniz kokusunun tadına varmak istiyor insan… Garsonumuz bize bu süreyi tanıyacak kadar duyarlı, deneyimli ve kibar. Çok iyi bir İngiliz aksanıyla, mükemmel İngilizce konuşuyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde, eğitimini İngiltere’de yaptığını öğreniyoruz.
Bence, çocukluğumun İtalya’sı ile günümüzün İtalya’sı arasındaki en önemli fark İngilizce konuşan İtalyanların sayısındaki artış olmuş. Özellikle sokaktaki İtalyanların. Bu konuda çok yol kat ettiklerini belirtmeliyim. 1960’lı yıllarda sokakta, dükkanlarda, turistik yerlerde birisine İngilizce bir şey sorup, yanıt almanız hemen, hemen imkansızken, son birkaç yılki gidişlerimde, ben hevesle İtalyanca söze başlasam bile, beklemediğim insanların (örneğin, Pisa havaalanındaki temizlik görevlisi, Roma tren garındaki bagaj taşıyıcısı, Toskana’nın çok da işlek olmayan bir noktasındaki benzin istasyonu görevlisi gibi) İngilizce konuşması beni çok şaşırttı. Bu anlamda, Avrupa Birliğine katılımın İtalyanlara çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Fransızlar bu konuda inatlarını sürdüredursunlar, İtalyanlar çok yol almışlar.
İşinin ehli bir garsonun ilgilendiği masayı uzaktan takip edip, gerektiği anda yanı başınızda olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. En ufak bir talep için, ısrarla sizden tarafa bakmayan garsonların görüş alanına girmeye çabalamaktan da, sürekli tepenizde olanlarından da hoşlanmam. Covo dei Saraceni’deki garsonumuz bu konuda çok usta. Kibarlığı da, servis sırasında yaptığı küçük sohbetler de tam kararında. Yemek ve şarap seçiminde yaptığı öneriler bizi çok memnun ediyor. İsabetli yönlendirmelerinden cesaret alarak, gecenin ilerleyen saatlerinde, listelerinde olmayan ama, bizim çok beğendiğimiz bir kırmızı şarap hakkında fikrini soruyoruz. Amarone della Valpolicella (by Masi) dememizle birlikte garsonumuz başını sallayıp, bir takım ağız burun hareketleri yapıyor. Birden içime bir şüphe düşüyor…Yoksa iki gece önce Roma’da misafirlerimize ikram ettiğimiz şarap sandığımız kadar iyi bir şarap değil miydi? Biz endişe ile bir şeyler söylemesini beklerken, garsonumuz “O, başka bir hikaye… Amarone della Valpolicella (by Masi) çok özel günlerde içilecek, çok özel bir şaraptır” diyor. Mutlu oluyoruz ve kendisine düğün yemeğimizde ikram ettiğimizi söylüyoruz. Gülümsüyor ve, “Çok doğru bir seçim… Tebrik ederim. Ben de o şarabı yılda ancak bir kere, çok özel günlerde içerim” diyor.
Yediğimiz her şey son derece leziz olmakla beraber, Covo dei Saraceni’den anılarımıza kattığımız unutulmaz tatlar, en sondaki tatlılar ve onların eşliğinde içtiğimiz tatlı şarap (dessert wine) oldu. Kulağa garip gelse de, çikolata ile kaplı patlıcan tatlısı inanılmaz bir deneyim. İrice bir top halinde önünüze gelen bu tatlının üstüne garsonun döktüğü sıcak çikolata sosu, tatlının içine doğru çöküp, yarılarak açılmasına neden oluyor. Hem bu tatlı, hem de limonlu sorbé ve dondurma eşliğinde içtiğimiz tatlı şarabı ise yine garsonumuz önerdi. Muffato’yu (en iyisinin Cantinetta Antinori yapımı olduğunu da öğrendik) o kadar beğendik ki, izleyen günlerde önümüze çıkan tüm marketlerde, şarap dükkanlarında bıkmadan arayıp, sonunda Sorrento’da bir yerde bulduk. Dükkan sahibi kadına sevinç içinde, Muffato’yu Amalfi bölgesinde gittiğimiz her yerde aradığımızı söyleyince, “Ama Signora, doğrudan bana gelmeliydiniz” dedi ve göz kırptı…
Devam edecek…
Bir Positano akşamı sürprizi… Canlı müzik eşliğinde sokakta dans edenler… (17/10/2015)
Kırmızı, üstü açık, spor arabada son sürat gidiyoruz. Yvette arabayı yine korkusuzca kullanıyor. Ben de korkmuyorum. Ona güveniyorum. Çocuk olmama karşın arabayı ustalıkla kullandığını fark edebiliyorum. Kemerim bağlı. Güneş içimizi ısıtmakla kalmıyor, şortumdan açıkta kalan çöp gibi bacaklarımı da yakıyor bir yandan.
Paskalya zamanı ve okulum üç hafta tatil. Roma’dan güneye doğru indikçe insan artık Bahar’ın geldiğini daha çok hissediyor. Rüzgar Bahar, deniz, çayır, çimen ve her türlü çiçek kokusunu içimize dolduruyor. Tatlı bir sarhoşluk hali…
Yvette Positano’da ev tutmuş. Napoli’nin güneyindeki bu şirin kasabaya Amalfi sahili boyunca giden dar ve bol virajlı yoldan varılıyor. Sol tarafta sarp ve dik kayalar, sağ tarafta ise yüksek uçurumların dibinde uzanan masmavi, pırıl pırıl deniz. Müthiş bir manzara…
45 yıl sonra Positano’ya tekrar gittiğimde bu güzelim manzarayı bozacak bir tek çivinin bile çakılmamış olduğunu, yolun kalitesi iyileştirilmiş olsa da, ülkemizde sıklıkla yapıldığı gibi kayaların dinamitlenerek, yolun genişletilmediğini hem hayret, hem de sevinçle gördüm. Dik yamaca, birbirinin deniz manzarasını kapamayacak şekilde, kartal yuvası gibi yapılmış evler aynen duruyordu. Öyle ki, üç sene üst üste Paskalya tatilinde kaldığımız evi de elimle koymuş gibi buldum. Badana rengi bile aynıydı. Kimsenin aklına bu iki ya da üç katlı şirin evleri yıkıp, yüksek apartmanlar yapmak gelmemişti…
Positano, Amalfi sahilinin en popüler yerleşim yerlerinden biri. Ortaçağda denizci bir devlet olan Amalfi Cumhuriyetinin bir liman şehri. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda zenginliğinin doruğuna ulaşmışken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde eski zenginliğini kaybetmiş. Amerika’ya göç dalgası nedeniyle nüfusu da epeyce azalmış. Ta ki, 1950’li yıllarda turizm ile yıldızı yeniden parlayana kadar. Bazılarına göre, John Steinbeck 1953 yılında Harper’s Bazaar dergisinde Positano ile ilgili bir yazı yazarak bu konuda önemli bir rol oynamış. Ondan sonra Positano’nun uluslararası şöhreti giderek artmış. Capri adası ve tüm Amalfi sahili ile birlikte zenginlerin, sanatçıların, gezginlerin uğrak yeri olmuş.
Virajlı yolun bazı yerlerinde yol o kadar daralıyor ki, karşıdan gelen arabaya sürtmemek için azami dikkat gerekiyor. Yvette ister istemez daha yavaş gitmek zorunda artık. Bu sayede radyodan yayılan müziği duyabiliyorum. Domenico Modugno bizi “uçuruyor” (Nel blu dipinto di blu !). Bu zamansız şarkı neredeyse on yıllık o zamanlar. Yvette normalde İtalyan radyosu dinlemez ama anlaşılan çevremizdeki güzellik nedeniyle o da bu manzaraya ancak İtalyanca bir şarkının yakışacağını düşünüyor.
Positano’ya varınca arabayı yerleşim bölgesinin girişinde bırakmamız gerekiyor çünkü buraya taşıt girmiyor. Aşağıdaki sahile doğru inen dik yamaca sıralanmış rengarenk evler merdivenlerden oluşan, bazı yerlerde inanılmaz daralan sokaklarla birbirine bağlanmış. Bavulları yüklenip, inişe geçmekten başka çare yok. Nerdeyse boyum kadar bavulu sürükleye, sürükleye Yvette’in arkasından iniyorum aşağı. Merdivenli sokaklar boyunca bikiniler, elbiseler, hırkalar satan butikler ve seramikçi dükkanları sıralı. Hakim renkler sarı, turuncu, cart yeşil, çingene pembesi. Tam bir cümbüş.
Çocuk olarak, yüz yıl sürmüş gibi gelen bir süreden sonra Yvette, “ İşte burası,” diyor. Kollarım kopmuş bir vaziyette etrafa bakıyorum. Yorgunluktan bitmişim ama şikayet yok çünkü biliyorum ki Yvette asla kulak asmayacaktır. Yvette ile birlikte olmanın birinci şartı, kendi işini kendin yapacaksın… O ne zaman yardıma gerçekten ihtiyacın olduğunu bilir…
Önünde durduğumuz evin tanımlaması zor, gülkurusu ile kavuniçi arası, hoş bir rengi var. Positano’daki diğer evler gibi kod farkı sayesinde üç dört kata sahip. Giriş kapısı ufacık bir meydana bakıyor (Flavio Gioia) ve karşıda Santa Maria Assunta kilisesi var. Kilisenin heybetli ana kapısının üzerinde türlü, türlü deniz hayvanları, deniz yıldızları, dev dalgalar, dalgalarla boğuşan yelkenliler var. Çünkü Aziz Meryem aynı zamanda denizcilerin koruyucusu… Çok büyük olmayan bu kilisenin tarihi 10.yüzyıla kadar gidiyor ancak, günümüzde 18. yüzyılda restorasyondan geçmiş halini görüyoruz.
Santa Maria Assunta kilisesi ile ilgili çocukluğumdan kafama kazınan en önemli ayrıntı kilisenin ana mihrabının üstünde yer alan Meryem Ana ikonası ve onunla ilintili efsane. Meryem Ana’nın zenci olarak tasvir edildiği bu ikonanın büyük olasılıkla Benedikt rahipleri tarafından Bizans’dan buraya getirildiği ve 13. yüzyılda (bazı kaynaklar 12. yüzyıl da diyor) yapıldığı düşünülüyor. Şimdi öğreniyorum ki, söz konusu ikona ile Positano’yu ilişkilendiren efsanenin değişik versiyonları var. Benim ilk öğrendiğim hali ise şu şekilde: İtalya’nın tüm güney kıyıları gibi Positano da bir dönem yoğun bir şekilde korsanların saldırısına uğruyormuş. Bir keresinde, korsanlar Santa Maria Assunta kilisesindeki bu ikonayı yerinden indirip, gemiye yüklemişler ve denize açılmışlar. Ancak, denizin ortasında öyle büyük bir fırtına kopmuş ki, neye uğradıklarını şaşırmışlar. Dev dalgalar koca gemiyi neredeyse alabora ediyormuş. Korkuya kapılan korsanlar geri dönüp, ikonayı yerine bırakmak zorunda kalmışlar.
1960’ların sonunda Positano’da korsan yerine “Türk” kelimesini kullanıyorlardı. Aynı şekilde, yukardaki ve benzeri tüm öykülerde, efsanelerde Türklerden söz ediliyordu. Seramikleri ile ünlü Positano’nun sokaklarında, kulakları küpeli, sarıklı ve ellerinde palaları, kılıçları olan Türkleri gösteren pek çok seramik pano hatırlıyorum. Bu panolardan birindeki bir tiplemeyi Yvette babama benzetmiş ve beni çok güldürmüştü. Ondan sonra bu işi oyun haline getirmiş ve Yvette’in de tanıdığı tüm Türkleri bu duvar resimlerindeki figürlerle eşleştirmeye başlamıştık. Yaklaşık yarım asır sonra Positano’ya tekrar gittiğimde kentin duvarlarında artık bu tür panolar olmadığını ve “Türk” ifadesinin yerine “Saracini”nin(*) kullanıldığını fark ettim. Bu dönüşümün tam olarak nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum ama, benim tahminim hem günümüzde bu tür ifadelerin “politik doğruluk” (political correctness) açısından uygun olmadığının düşünülmesi, hem de İtalya’ya giden Türklerin sayısının artmış olması etkin olmuş bu konuda.
Günümüzde hayal etmek epeyce zor ama, bundan elli yıl öncesinin dünyasında, bırakın internetin varlığını, televizyon ve uydu yayınlarının bile doğru dürüst olmadığını, insanların bu kadar rahatlıkla seyahat edemediklerini, bilginin çok daha rahat saklandığını, çarpıtıldığını hatırlayalım. Böylesi bir ortamda “Türk” kelimesinin yarattığı çağırışım şimdikinden çok farklıydı. Günümüzde İtalya’da Türk olduğunuzu, hele İstanbul’dan geldiğinizi söylemenin yarattığı ilgi, alaka, sempatiye karşın, 1960’ların sonunda yüzlerde beliren, yüzyılların birikimi ile kuşaktan kuşağa geçmiş dehşet, hayret ve ürkme ifadelerinin arasında büyük fark var benim kişisel deneyimlerim açısından.
Yvette dairenin kapısını anahtarla açıyor ve içinde gerekenden fazla eşya olmayan, güneş ışınları ile pırıl pırıl, ferah bir daireye giriyoruz. Yerler kiremit rengi, sekizgen, seramik karolarla kaplı. Duvarlar beyaza boyanmış. Göz alıcı aydınlık biraz da ondan. Duvarlarda bel hizasına gelen yükseklikte, beyaz fon üzerine mor, sarı, mavi çiçeklerin yer aldığı seramik bordürler var çepeçevre. Mobilyalar koyu renk ve rüstik. Yvette’in bana uygun gördüğü odaya yerleşmem fazla uzun sürmüyor. Çok geçmeden plaja gitmek için hazırım.
(*)- Saracini, Orta Çağdan itibaren bazı Hristiyan yazarlar tarafından Müslüman korsanlar için kullanılan isimdir. Bazen sadece Müslüman yerine de kullanılmaktaydı.
Bizim eve gelip, giden çok olurdu. Babam çevresini kendi meslektaşları ile sınırlı tutmazdı. Her meslekten, her sosyal çevreden, yaş grubundan ve milliyetten kişilerle rahatlıkla iletişim kurardı. Türk ve yabancı diplomatlar, gazeteciler, askerler, doktorlar, akademisyenler, yazarlar… Bu insanların bazıları renkli kişilikleri, mimikleri ve anlattıkları ile hala aklımdalar.
Evde aramızda kendisinden kısaca “Saatçi” diye söz ettiğimiz Saatçi Salih ne zaman bizim eve gelmeye başladı, tam olarak hatırlamıyorum. Ankara’da, Kızılay’da şimdi yerini hayal meyal hatırladığım bir yerde, merdiven altında ufacık bir dükkanı vardı ve saat tamiri yapardı. Önceleri, bizim evdeki bozulan alengirli saatleri tamir etmek için gelirdi. Sağa sola sallanan duvar saati, fanuslu saat, kol saatleri… Her türlü saat. O zamanın saatlerinin de henüz hemen hepsi mekanik saatlerdi. Kurulmaları gereken, el yıkarken su kaçırmamak gereken saatler. Dijital saatlerin yaygınlaşmasına daha epeyce zaman vardı.
“Saatçi” sadece bizim değil, eş, dost ve akrabaların saatlerini tamir ettikten sonra da, yıllarca bize gelmeye devam etti. Kısa boylu, siyah saçlı ve bıyıklı, güleç yüzlü bir adamdı. İrice bir burnu vardı. Daima giydiği yelekli takım elbisesinin üstüne kışın, kendisine iki beden büyükmüş gibi duran, uzun bir palto giyerdi. Kafasında geniş kenarlı bir fötr şapkası olurdu. Orta yaşlıydı ama evli değildi. Ulus ya da Samanpazarı taraflarında bir yerlerde tek başına yaşardı diye kalmış aklımda. Aslen Erzurumluydu. Babamı çok severdi. Bazı Pazar günleri, babamla sohbet etmek için, ansızın kapıyı çalardı. Oturma odasında oturur, konuşurlardı. Kimi zaman, babam ona meşgul olacağı bazı tamirat işleri verir, kendisi başka şeylerle meşgul olur, arada da konuşurlardı. Ben de duruma göre, bazen yanlarında kalır, bazen de, “Saatçi” başka bir boyuta geçtiği zaman, odama kaçardım…
İşinde çok yetenekli idi. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki saat kulelerinin bozulan saatlerini tamir etmesi için belediyelerce özel olarak davet edilirdi. Osmanlı döneminden kalma bu saatleri tamir etmek için kendisi devasa parçalar üretir, takardı. Hatta, yanlış hatırlamıyorsam, 1908 yılında yapılmış olan Yozgat saat kulesinde tamirat yaparken, ayağına saatin bir parçası olan demir bir topun düştüğünü ve yaralandığını anlatmıştı. Bir de, İstanbul Zeytinburnu’ndaki Balıklı Rum Hastanesi ile ilgili bir hikayesi vardı…
Balıklı Rum Hastanesinin kilisesinin kulesindeki 1893’ten kalma saat bozulunca, papaz efendiler tamir ettirmek için araştırma yapmışlar ve çeşitli saat kulelerini tekrar işlevsel hale getiren bizim “Saatçi”ye ulaşmışlar. Saati tamir etmesi için İstanbul’a çağırmışlar. “Saatçi” kabul etmiş ama, bir koşulla. Saati tamir ederken, bir hafta boyunca kuleden beş vakit ezan okumak şartıyla… Papaz efendiler kabul etmişler. Bence bunda bir sakınca görmemelerinin en önemli nedeni, Balıklı Rum Hastanesinin uzmanlık alanı olan hastalara fazlaca alışkın olmalarıydı. Zira, bizim “Saatçi” de çok zeki ve yetenekli olmasına karşın, o “başka boyuta” geçtiği zamanlarda kendini kah Orgeneral, kah Genel Kurmay Başkanı olarak görürdü… Sonunda, Saatçi Salih kilisenin kulesinden hem beş vakit ezan okumuş, hem de saati tamir etmiş.
Kırk küsur yıl önce tamir edilen ve çalışan sözünü ettiğim bu saatlerin şimdi yine bozuk olduklarını okudum maalesef. Dilerim, günümüzde de işinin ehli birileri çıkar ve tamir eder onları.
Babam, daima gülümseyerek bahsettiği “Saatçi”nin zekasının genlerinden geldiğini söylerdi hep. Kayıp bir cevher olduğunu, fırsat bulup, okuyabilse ne kadar başarılı olabileceğini de…
1970’li yılların başlarında bir yaz günü, karayolu ile Diyarbakır’dan Siirt’e doğru gidiyoruz. Hava çok sıcak. Kırk derecelere gelmiş dayanmış. Esinti olsun diye arabanın tüm pencerelerini açmamız da fayda etmiyor. İçeri esen hava bir alev topu gibi… Üstelik yol yapımları nedeniyle ortalık toz toprak içinde. İnsanın genzi yanıyor.
Yolun sağında ve solunda, göz alabildiğine, kıraç ve bir tek insanın görülmediği topraklar uzanıyor. Arada bir yanından geçtiğimiz Karayolları şantiyelerinde çalışan işçilerin dışında kimse yok yollarda. İşçiler güneşten korunabilmek için kafalarına mendil bağlamışlar. İçim acıyor… Bu sıcakta saatlerce yollarda çalışmak korkunç geliyor…
Kırk yıl sonra Güneydoğu Anadolu bölgesine gidip, şehirlerarası yolları ve çevre yollarını görünce hem bu işçileri hatırlamış, hem de bölgenin yemyeşil haline, ekili topraklarına hayret etmiştim. İnanılmaz bir değişimdi… Yıllarca duyduğumuz, bildiğimiz GAP projesinin bölgeye katkısını tam olarak kavrayabilmem için gözümle görmem gerekiyormuş. Bölgenin önceki halini bilmeyenlerin benim kadar etkilendiklerini sanmıyorum.
Diyarbakır- Siirt arası aşağı yukarı iki yüz kilometre ama, bozuk yollar ve inşaatlar nedeniyle, normalden daha uzun zaman alıyor gitmek. Aslında, Siirt’e değil, Siirt’e bağlı Aydınlar köyüne gidiyoruz. Babamın söylediğine göre orijinal adı Tillo imiş bu köyün. Ancak, yöredeki tüm yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildiği için Aydınlar olarak değiştirilmiş.(2013 yılında TBMM’de çıkan bir yasa uyarınca, bölgede aynı uygulamaya maruz kalan tüm yerleşim yerleri ile birlikte, tekrar orijinal adını aldı ve Tillo oldu.) Aydınlar adının verilmesinin nedeni, buranın asırlar boyunca medrese eğitiminin önemli merkezlerinden biri olmasından ve pek çok İslam aliminin burada yetişmiş olmasındanmış. Bu alimler içinde en önemlisi ise, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri imiş. Hem bir din bilgini, hem de bir bilim adamı.
Babam yol boyunca anlatmaya devam ederken, ana yoldan içeri sapıyoruz. Yol daha da kötüleşiyor… Çukurlardan kaçmaya çalışarak ve arkamızda bir toz bulutu kaldırarak ilerliyoruz. Sıcak hala inanılmaz…
İbrahim Hakkı Hazretleri 1703 yılında Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğmuş. Küçük yaşta annesini kaybettikten sonra, babasının daha önce gelerek himayesine girdiği İsmail Fakirullah Hazretleri’nin yanına, Tillo’ya gelmiş. Burada sadece dini eğitim değil, fen bilimleri eğitimi de almış. Yaşamı boyunca yazdığı kitaplarda, Tasavvuf dışında, astronomi, fizik, tıp, eczacılık, psikoloji ve sosyoloji üzerine okuduklarına ve kendi bulgularına, düşüncelerine yer vermiş. Tüm bu konuları kapsayan en önemli eseri Marifetname (1757) ününün ve saygınlığının artmasına neden olsa da, dünya çapında hayranlık kazanmasının nedeni, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne duyduğu saygı ve minnetin ifadesi olarak, onun türbesinde yarattığı ve “Güneş” ya da “Işık Hadisesi” olarak adlandırılan bir mekanizma olmuş. 1780 yılında vefat ettiği zaman da İsmail Fakirullah Hazretlerinin türbesine, onun ayak ucuna gömülmüş.
Nihayet köye geldik… Yaz sıcağında çayır, çimen kavrulmuş. Çevredeki tüm tepelerde sarımtırak, boz bir renk hakim. Ama evlerin bahçelerinde ağaçlar var. Babam, yolda gördüğümüz bir adama İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ailesinin evini soruyor. Adam tarif ediyor. Kolayca buluyoruz. Demir bahçe kapısından içeri girip, eve kadar olan kısa yolu geçiyoruz ve kapıyı çalıyoruz. Kapı açılıyor, babam kendini tanıtıyor, bizi buyur ediyorlar. Ayakkabılarımızı çıkarıp, giriyoruz…
Karşılıklı iki divan ve camlı bir dolabın olduğu bir odaya geçiyoruz. Ben babamın yanına oturuyorum. Bizimle ilgilenen kişi İbrahim Hakkı Hazretleri’nin üçüncü ya da dördüncü kuşak torunu olmalı. Hal hatırdan sonra, İbrahim Hakkı üzerine konuşulmaya başlanıyor. Babam, yabancı ve yerli kaynaklardan hakkında okuduklarından söz ediyor. Biraz sonra, orijinal el yazması Marifetname’yi ve onunla beraber İbrahim Hakkı Hazretleri’nin birkaç kitabını daha çıkarıp, babamın eline veriyorlar. Nefesimiz kesiliyor… İki yüz yıldan daha eski bu kitaba dokunabiliyor olmak beni çok heyecanlandırıyor…Babam sayfaları büyük bir dikkat ve özenle çevirirken, bir yandan da açıklamaları dinliyoruz. Güneş sistemi, yıldızların konumları, bitki çizimleri inanılmaz güzel.
Marifetname ansiklopedi anlayışı ile yazılmış. Allah’ın varlığı gibi dini konulardan sonra, cisimler, madenler, bitkiler, insan, anatomi, geometri, astronomi, takvim ve coğrafya konularına geçilmiş. Torununun belirttiğine göre, bu bölümde dünyanın döndüğü de yazıyormuş. Bir diğer ilginç nokta ise, Evrim Teorisi’nden söz etmesi…
Zaman nasıl geçti, anlamadım. Buraya geleli saatler oldu… Kitapların dışında, İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait çeşitli gereçleri de elimize alıp, inceleme fırsatımız oldu. Astronomide kullanılan usturlaplar, pergel takımları, dünya küreleri ve başka gereçler. Bir de, baston benzeri bir şey var beni çok etkileyen. İbrahim Hakkı Hazretleri uyku ile vakit harcamak istemediği için baston benzeri bir şey yaptırmış. Alt kısmı baston gibi olan bu sopanın tutacak kısmı insanın alnını dayayabileceği kadar geniş yapılmış. Geceleri, çok yorulduğunda alnını buraya dayar ve bir süre gözlerini kaparmış. Derin uykuya daldığı zaman baston alnından kayıp, düştüğü için uyanır ve çalışmaya devam edermiş.
Kitapları incelerken, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunu baktığımız el yazmaları için zaman zaman İngiliz ve Amerikalıların gelip, satın almak için yüksek rakamlar önerdiklerini ama, onları asla satmayacaklarını belirtiyor. Bu bizi çok sevindiriyor. Bilinçli olmalarını takdir ediyoruz. Zaten hem onların ailede, hem de köyde yüksek öğrenim görenlerin oranının çok yüksek olduğunu, kendi gençlerinin bir tanesinin de ODTÜ fizik bölümünde okuduğunu söylüyor.
Şimdi sıra, gitmeden önce, dünyaca ünlü “Işık Hadisesi”nin gerçekleştiği türbeyi ziyaret etmekte… Hep beraber dışarı çıkıp, türbeye gidiyoruz. Burası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’nin türbesi.
Türbeye girmeden önce, köyün 3-4 kilometre doğusundaki bir tepeyi gösteriyorlar. Tepenin üzerinde, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin harçsız taşlardan yaptırdığı söylenen bir duvar var. Duvarda 40×50 santimetre ebadında bir pencere olduğunu belirtiyorlar. Uzaktan pencereyi göremiyoruz ama, duvar görünüyor. Yılda iki kere, gündüz ve gecenin süre olarak eşitlendiği 21 Mart ve 23 Eylül (ekinoks) günlerinde, sabah yeni doğan güneşin ilk ışıkları bu duvardaki pencereden geçiyor. Bu sırada, duvar nedeniyle, tüm köy ve türbenin tamamı karanlıkta kalıyor. Sadece tek bir ışık huzmesi tüm köyü geçiyor. Önce, türbenin hemen yanındaki 10 metrelik kule penceresinden kuledeki cam prizmalara çarpıyor, sonra orada kırılarak, türbenin penceresinden giriyor ve İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının başucunu aydınlatıyor. İbrahim Hakkı Hazretleri hocasına olan saygısını ve vefasını bu şekilde, yılda iki kere, belirtmiş oluyor.
Tarih uygun olmadığı için biz bu mekanizmayı gözlerimizle göremiyoruz ama, bu açıklamaları dinlemek bile heyecan verici… 18. Yüzyılda, Tillo’da böyle bir şeyin hayata geçirilebilmesi için kullanılan astronomi, enlem- boylam, fizik ve matematik bilgisi insanı hayrete düşürüyor. İşin acı yanı şu ki, 1960’ların başında bu mekanizmayı incelemek için gelen Amerikalı bilim adamları kuledeki prizmaları kıpırdattıkları için artık ışık huzmesi İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının baş kısmına değil, ayakucuna düşüyormuş. Tüm uğraşmalarına rağmen düzeltememişler. (Günümüzde, Siirt Valiliğinin girişimleri sonucunda, mekanizmanın TÜBİTAK ve çeşitli üniversitelerden bilim insanlarından oluşan bir heyet tarafından düzeltildiğini ve 50 yıl sonra yine eski haline döndüğünü öğrendim).
Artık dönüş yolundayız… Hava biraz olsun serinlemiş. Yol inşaatında çalışan işçiler çoktan paydos yapmışlar. İsimsiz kahramanlar…
İbrahim Hakkı gençliğinde bir ara Erzurum’a geri dönüyor ve evleniyor. Çocukları oluyor. Ancak daha sonra, tekrar Tillo’ya dönüp, ölmüş hocasının kızıyla ikinci evliliğini yapıyor.
Saatçi Salih’in soyu İbrahim Hakkı’nın Erzurum’daki evliliğinden geliyor. Hayat ona bambaşka bir yol çiziyor…
Sinemayı küçüklüğümden beri çok severim. Günümüzde “evde sinema” teknolojisi ne kadar gelişmiş olursa olsun, benim için hala iyi bir filmi sinema salonunda izlemenin tadı başkadır. Özellikle soğuk ve yağışlı günlerde dolu bir sinema salonunda film izlemeye bayılırım…Tabii ki sağınızda, solunuzda, önünüzde, arkanızda topluluk içinde olduklarını unutmamış, sinema adabını bilen insanların olması koşulu ile. Yoksa tüm filmi bir sinir harbi içinde izlemeye, hatta bazen uyarmaya, insanlarla atışmaya mecbur kalabilirsiniz. Keyif almak için gittiğiniz sinemadan sinir içinde çıkabilirsiniz. Artık hışırtılı şeyler yiyen, ağzını şapırdatanları saymıyorum bile. Bünyemiz onlara karşı belli bir bağışıklık geliştirdi galiba. Ama, şu film sırasında çalan cep telefonuna cevap verip, uzun uzun sinemada olduğunu ve çıkınca arayacağını anlatanlara alışamadım hala…
Sinema ile ilgili hatırlayabildiğim en eski anılarım dört- beş yaşlarıma ait. Selanik’te oturduğumuz evin karşısında bir sinema vardı. REX sineması. Ağabeyimle oranın müdavimiydik. Her hafta mutlaka gider, bazı filmleri üst üste, birkaç kez izlerdik. Yeter ki, kapıdaki film afişinin üstünde “Akatallilon” yazmasın. Çünkü, bu ibare filmin 15 yaşın altındaki izleyiciler için uygun olmadığını gösterir ve bu konuda asla taviz verilmezdi. Eğer film “ Katallilon” olarak sınıflandırılmışsa çocuklar için uygun olduğunu, şiddet içermediğini ifade ederdi.
Yanımızda daima sıkı bir cips ve Coca Cola stoku olurdu. O zamanlar henüz gazlı içeceklerin zararları konusunda dünyada bir endişe olmadığı için çocukluğumuzda istediğimiz kadar içerdik bu meşrubatları. Ama benim asıl favorim, bir tür zencefilli gazoz olan Ginger Ale idi. Coca Cola’nınkine benzeyen ama, koyu yeşil renkli teneke kutuda, açık sarı renkli bir içecekti. Çok severdim…Beyaz, ince kesekağıtlarındaki tuzlu, çıtır çıtır cipsleri de, içecekleri de, annemler toptan alırlardı. O zamanlar Türkiye’de cips üretimi henüz yoktu.
O dönemde izlediğimiz filmlerden en çok Elvis Presley filmlerini hatırlıyorum. Özellikle, Hawaii’de geçen bir filminden bazı sahneleri çok net anımsıyorum. Boynunda çiçeklerden yapılmış uzun kolyesi ile gitar çalıp, şarkı söyleyen halini. Şimdi araştırınca Elvis’in 1961-1963 yılları arasında yedi film çevirdiğini ve bunlardan birisinin de Blue Hawaii (bu filmdeki harika şarkısı No More…) olduğunu öğreniyorum. Bu filmler doğal olarak, Elvis’in şarkı söylediği sahnelerin bol olduğu, hafif ve eğlenceli filmlerdi. Günümüzde Romantik Komedi türüne sokulan filmlerden. Bayılırdım… O yıllar ağabeyimin ilk gençlik yılları olduğu için o da, dönemin çoğu genci gibi, Elvis hayranıydı. Dünyada bir Elvis fırtınası esiyor, genç kızlar onun için çıldırıyordu. Yıllar sonra bir yerde okuduğuma göre, Elvis’in şarkı söylerken kalçalarını sallaması o zamanlar o kadar müstehcen ve erotik bulunmuş ki, Amerika’da bazı televizyon kanallarında belden aşağısı gösterilmezmiş. Kimi babalar kızlarının Elvis’i izlemesini yasaklarlarmış.
Evde de Elvis’in 33’lük uzun çalarlarını dinlerdik. Benim için hala Elvis Presley’in yeri bambaşkadır. Geçmişten günümüze, alt yapısı sağlam pek çok ünlü sanatçı da Elvis Presley’den ilham aldıklarını açıkça belirtiyorlar. John Lennon, Bob Dylan, Elton John, Mick Jagger, Bono, Bon Jovi ve daha pek çokları… John Lennon, “Elvis’i duyana kadar beni hiçbir şey gerçekten etkilemedi. Elvis olmasaydı, Beatles da olmazdı” demiş. Mick Jagger ise, “ Hiç kimse, ama hiç kimse onun eşiti değil, olamayacak da. O en tepedeydi ve hala öyle” diye ifade etmiş hayranlığını. Elvis Presley’in sahne performansından çok etkilendiğini söyleyen Robbie Williams için ise o bir “efsane, bir Kral”… Elvis gibi, daracık bir aralıkta sesini bu kadar hızlı alçaltıp, yükseltebilen ve duygu yükleyebilen bir sanatçı bilmiyorum. Neyse ki, teknolojik olarak günümüze göre daha ilkel koşullarda olsa da, konserleri kayıt edilmiş ve bunları You Tube’da şimdi izleyebiliyoruz. Şarkı söyleyişini görüntülü olarak dinlemek çok daha etkileyici. In the Ghetto, Just Pretend, Release Me, Always On My Mind, Are You Lonesome Tonight ? favorilerim…
Elvis filmleri dışında bol bol Jerry Lewis, Dean Martin ve Frank Sinatra filmleri gelirdi. Arada bir de Zeki Müren filmleri. O dönemde çok fazla renkli Türk filmi çekilmediği için özellikle bir tane renkli çekilmiş Zeki Müren filmini hatırlıyorum. Daha doğrusu, filmin tamamını değil de, bir sahnesini. Zeki Müren şarkı söyleyerek sütunlu bir mekanda yürüyor ve her sütunun arkasından farklı bir renkte, pullu, tüylü, değişik bir kıyafetle çıkıyor. Zeki Müren’in filminin gösterildiği hafta sinema dolup, taşmıştı. Selanik’te başta Zeki Müren olmak üzere, Türk müziği çok sevilirdi. Oturduğumuz apartmanın sahil tarafında bir dizi gazino/ restoran vardı. Geleneksel Yunan müziği dışında, çok sık olarak Türk müziği çalarlardı. Bizim evden duyardık. Ne de olsa, Selanik’te Büyük Mübadele nedeni ile Anadolu’dan göç etmiş çok sayıda Rum göçmen vardı. Öte yandan, nedenin sadece bu olduğunu da düşünmüyorum. Asırlarca bir arada yaşamak her iki tarafın DNA’sına ortak zevkler, aşinalıklar işlemiş olsa gerek. 2014’te Mikanos’a gittiğimiz zaman, adanın en şık (epeyce de pahalı) plajı Namos Beach’de Yunanlı genç ve güzel kızlar Tarkan melodileri ile gönüllerince dans ediyorlardı.
1960’ların başındaki bu dönemde pek çok tarihi film çevrilirdi. Bol bol gladyatör dövüşleri ve savaş izlerdik . Ama benim içlerinde en çok sevdiğim film, Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın oynadıkları, 1963 yapımı Cleopatra olmuştu. Dekorlar, kostümler çok etkileyici ve muhteşemdi. Daha sonra öğrendiğime göre, o zamana kadar çevrilmiş en büyük bütçeli filmmiş zaten. Cleopatra’yı da diğer beğendiğimiz filmler gibi birden çok kez izlemiştik. Özellikle bir sahneyi hala dün gibi hatırlıyorum. Sezar tarafından Roma’ya çağrılan Cleopatra’nın Roma’ya, müthiş bir kortej eşliğinde giriş sahnesi…Cleopatra zengin kostümü, mücevherleri ve egzotik makyajı ile tahtına kurulmuş. Yolun iki yanına sıralanmış Romalılar çılgın gibi tezahürat yapıyorlar. Bu sahne o kadar hoşuma gitmişti ki, bir süre “Cleopatra”cılık oynamıştım evde. Divan yastıklarını üst, üste dizip, en tepeye çıkar oturur ve aynı Cleopatra’nın yaptığı gibi, mağrur bir şekilde “ halkı” selamlardım…
Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın büyük aşkı Cleopatra filmini çevirirken başlamış. Çocukluğumuz ve gençliğimiz boyunca aşkları, 10 yıl süren evlilikleri, boşanmaları, tekrar evlenmeleri ve boşanmaları, kavgaları, Richard Burton’ın “menekşe gözlü” (onun için öyle denirdi o zamanlar) yıldız için aldığı muhteşem mücevherler yerli, yabancı tüm magazin basınını meşgul ederdi. Sanırım çift olarak gördükleri ilgi günümüzde, ayrılmalarından önce, Angelina Jolie ve Brad Pitt’e gösterilen ilgiden daha fazlaydı. Ve, evet, bir de Elizabeth Taylor’ın dillere destan mücevherleri vardı. Onun takıları, öyle şimdi Oscar törenlerinde veya Cannes’da kırmızı halıda yürüyen yıldızların taktıkları gibi sponsorlardan ödünç alınmış mücevherler değildi. İnanılmaz büyüklükteki gerdanlıkları, küpeleri, bilezikleri, taçları, hepsi kendisine aitti. Yanılmıyorsam, çoğu da yedi kocasından biri olup, iki kere evlendiği Richard Burton’ın hediyesiydi.
Çocukluk dönemimden hatırladığım epeyce film var. Bunların önemli bir bölümü siyah beyaz filmler. Yönetmen Alfred Hitchcock’un, başta Kuşlar (The Birds) olmak üzere, gerilim filmlerinden, Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Frank Sinatra’nın filmlerinden sahneler gözümün önüne geliyor zaman zaman…Sonra tabii ki, Türk filmleri, Türk sinema artistleri… Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik, Belgin Doruk, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık ve zamanın diğer artistlerinin sakız paketlerinin içinden çıkan ve biriktirilen resimleri… Ses ve Hayat dergilerinde onlarla ilgili haberler…
Daha sonra izlediğim , 1958 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Boris Pasternak’ın romanından uyarlanan, Dr. Jivago (ve müthiş müziği Lara’s Theme), Mary Poppins, Rex Harrison’ın oynadığı Dr. Doolittle serisi, Audrey Hepburn’ün oynadığı My Fair Lady yine çocukluğumun unutamadığım filmlerinden bazıları. İlk gençlik yıllarımın filmi ise, tartışmasız, Love Story idi. Ali MacGraw ve Ryan O’Neal’ın oynadıkları 1970 yapımı bu filmin müziği artık pop müziğin klasikleri arasında. Ali MacGraw’ın filmde giydiği giysiler, taktığı bereler o zamanlar çok moda olmuştu. Hiç unutmuyorum, bu filmi Ankara’da Dedeman sinemasında izlemiştim.
Eski filmleri anınca, eski sinemalardan söz etmeden olmaz. Günümüz sinemaları ile aralarındaki en önemli fark, büyük ve tek bir salonlarının olması diyebilirim. Küçük küçük, birden fazla salonun bulunduğu sinema işletmeleri çok sonraları yaygınlaştı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın Ankara’sından hatırladığım sinemalar Kızılay’da Ulus Sineması, Sıhhiye’ye doğru Büyük Sinema, Necatibey caddesinin başında Ankara Sineması, Maltepe’de Gölbaşı Sineması, Bahçelievler’de Renkli Sinema, Dedeman Sinemaları (biri Bahçelievler’de, diğeri daha sonra Akay’da), Şili Meydanında Çankaya Sineması, Tunalı Hilmi Caddesinde Kavaklıdere Sineması, Küçükesat’a doğru Talip Sineması. Bir de açıldığında olay olan, iki balkonlu Arı Sineması vardı. Altın rengi ve yeşil yaldızlı kumaştan perdesini hala hatırlıyorum. Söylendiğine göre, ilk açıldığında, yer gösterenlerin ceketleri de aynı kumaştanmış. Arı Sineması daha sonra TRT tarafından satın alınıp, televizyon stüdyosu haline getirildi.
Bu sinemaların dışında bir de yazlık, açık hava sinemaları vardı. Ben Ankara’da Bahçelievler’de olanı hatırlıyorum. Tahta sandalyelerde, ay çekirdeği ve gazoz eşliğinde izlenen filmler… Bazıları bu ay çekirdeği yeme işini o kadar geliştirmişlerdi ki, çekirdeğin ağıza götürülüp, çıtlatılması ve kabuğun ağızdan atılması otomasyona bağlanmış gibi olurdu. Eve gelindiğinde saçlarınızda arkanızdakilerin çekirdek kabuklarının bulunması da kuvvetle muhtemeldi. Yazlık sinemalar eğer apartmanlarla çevrili ise, etrafındaki evlerin balkonlarından insanlar filmleri izlerdi. Hem evlerinin konforundan yararlanıp, sere serpe balkonlarında oturan, hem de film izleyen bu insanlara ben küçükken hep imrenirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun her gece olması zaman zaman işkence gibi olsa gerek…
Bu sinemaların çoğu hoyrat kentsel talanın, 1970’lerdeki insanların gece sokağa çıkmaya çekindikleri anarşik ortamın veya daha sonra, kendilerini yenileyemedikleri için, daha modern sinemaların rekabetinin kurbanı oldular. Tıpkı, İstanbul’da pek çok sayıda sinemanın başına geldiği gibi… Otuz seneyi biraz aşan bir süredir yaşadığım İstanbul’da ben bile artık var olmayan kaç tane sinema sayabiliyorum.
Internet ve beraberinde getirdiği kolaylıkların olmadığı zamanlarda, şayet işi şansa bırakmaktan hoşlanmıyorsanız, hangi filmin hangi sinemada oynadığını öğrenmenin en güvenli yolu gazete ilanlarıydı. Belli başlı gazetelerde çıkan film ilanlarından seansların zamanına bakılıp, yola çıkılırdı. Telefon ile yer ayırtmak diye bir şey de yoktu. Zaten, çoğu evde telefon da yoktu… Filme yetişme heyecanı, acaba bilet var mı heyecanı… Hepsi birbirine karışırdı…
İlkokuldayım… Günlerden Pazar… Annem sinemaya gideceğimizi önceden söylediği için bütün ödevlerimi dün okuldan gelince yaptım. Neyse ki, Cumartesi günleri daha az sayıda ders yapıyoruz ve eve daha erken geliyoruz.
Pazar günleri gezmeye bayılıyorum. Bir yere gitmediğimiz zamanlar içim sıkılıyor. Pazar gününe kalan ödevlerin ve ertesi gün okula gidecek olmanın verdiği sıkıntı bir yana, banyo faslı (şofben de hiçbir zaman doğru dürüst ısıtmıyor suyu, hep üşüyorum), annemin haftalık yorgan kaplama işinin yarattığı karışıklık (bırakın nevresimi, henüz düğmeli yorgan teknolojisi bile keşfedilmemişti ülkemizde), komşu evlerden gelen radyoda naklen maç yayını sesleri, hepsi içimi karartıyor. O nedenle, sinemaya gidecek olmamız beni çok mutlu ediyor…
Gideceğimiz film uzun zamandır beklenen, iyi bir film imiş. Ağabeyim sabahtan gidip, aldı biletleri. Bilet var mı, yok mu heyecanı çekmeyeceğiz hiç olmazsa. Geriye sadece vakitlice evden çıkmak kalıyor çünkü bir şeye binmeden Gölbaşı sinemasına gitmemiz mümkün değil.
Kapı çaldı… O da ne? Olamaz… Misafir geldi! Babaannemin evinde olduğu gibi bizde de telefon olsa, belki ararlardı gelmeden. Belki de, gelenlerin de evde telefonları yok. Telefon başvuruları o kadar uzun zamanda karşılanıyormuş ki, geçenlerde annem birilerinin, büyüyene kadar anca gelir diye, yeni doğan çocukları adına başvuruda bulunduklarını söylemişti. Bilmiyorum ama, çok üzüldüm. Mutfakta bekliyorum. İçeriyi dinliyorum. Babam bir ara gelip, ”merak etme” dedi. Kalbim küt, küt atıyor… Daha yeni geldiler. Nasıl yetişeceğiz biz ? Off… Annem şimdi de “kahve içer misiniz?” diye soruyor!
Kahveler de içildi… Derken, babam söze giriyor… “Kusura bakmayın, biz önceden bilet almıştık… İnşallah bir dahaki sefere daha uzun otururuz…” Babacığım benim!
Neyse Dolmuş’ta da kuyruk yoktu. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, evden nasıl çıktığımızı bilmiyorum. Şimdi sinemadayız çok şükür. Boş bir tek koltuk yok. Perdeyi daha iyi görebileyim diye babam paltosunu katlayıp, benim altıma koydu.
Yetiştiğimize hala inanamıyorum. Daha reklamlar gösteriliyor. Kırmızı yanaklı çocuklar Sana yağı sürülmüş ekmekler yiyorlar iştahla…Benim canım ise Frigo Buz istiyor. Ağzımda ısıtarak yiyeceğime söz verirsem belki annem film arasında yememe izin verir…
Leyla Gencer’i sahnede sadece bir kere izleme fırsatım oldu. 23 Temmuz 1987 tarihinde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Aya İrini Kilisesinde bir resital vermişti. Son temsilini verip, operayı bırakalı dört yıl oluyordu. Artık sadece konserler, resitaller veriyor ve gençleri eğitiyordu. Resital başlar başlamaz, resital boyunca ve sonrasında onu operada izleyememiş olmanın üzüntüsünü duydum…Hala da duyarım…
Leyla Gencer, dünyanın en ünlü operalarından Milano’daki La Scala Operası’nda 25 sene Prima Donna olmasını sağlayan muhteşem sesinin dışında, duruşu, sahne hakimiyeti ve zarafeti ile çok etkileyici idi… Sahneye adım atar atmaz, kırmızı tuvaletinin içinde, seyirciyi büyülemişti. Zaman zaman insanın içine işleyen soprano sesi Aya İrini’nin kubbesinde yankılanırken çok duygulanmıştım. Ama, kendisini daha önce izlememiş olsam da, sesinin çok güzel olduğunu zaten biliyordum. Bütün dünya biliyordu… Dünyada hayranları ona boşuna La Diva Turca demiyordu. “Türk Tanrıça”… Ancak, ülkemizde son zamanlarda bazı popüler şarkıcılara uygun görülen “Diva”lığı hak etmek için güzel bir sesin yeterli olmadığını da insan hemen anlıyordu. Leyla Gencer, sanki bu kelimenin (daha pek çok kelime gibi) günümüzde içinin boşaltılmasına isyan eder gibi, bize gerçek bir Diva’nın nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Sahnede izlediğimiz performans çok çalışmış, azimli, kararlı ve kişiliği güçlü bir sanatçının yeteneğini görgüsü ve deneyimi ile birleştirmesinin sonucu idi. O nedenle, hiçbir hareketi, hiçbir mimiği insana tuhaf gelmiyordu. Seyirciyi teatral bir şekilde selamlaması, terlediği zaman piyanistinin uzattığı büyük mendili zarif bir hareketle alıp, alnına götürmesi… Hepsi, hepsi bir Diva’ya yakışan, sırıtmayan, bir bütünün parçasıydı…
Çok heyecanlıyım… Hayatımda ilk olarak operaya gideceğim. Günlerdir anneme ve babama operanın nasıl bir şey olduğunu sorup, duruyorum. Anlayabildiğim kadarı ile, tiyatro benzeri bir şey ama konuşmak yerine, sanatçılar şarkı söyleyerek iletişim kuruyorlar. Kafamda canlandırmaya çalışıyorum…
Babam bana her operanın bir öyküsü olduğunu, zaman zaman romanların, epik şiirlerin, tarihi olayların veya efsanelerin konu edildiğini ve operaya gitmeden konusunun okunması gerektiğini söyledi. Bu arada, kalın bir kitap gösterdi. (Günümüzde her türlü bilgi anında parmaklarımızın ucunda olduğu için o yıllarda böylesi bir kaynağa sahip olmanın kıymetini şimdi anlamak biraz zor olabilir.)
Piazza Beniamino Gigli’de bulunan Roma opera binası dışardan bakıldığında çok gösterişli değil. Ama içerisi o kadar güzel ki, nefesim kesiliyor. Bordoya çalan koyu kırmızı kadifenin ve altın yaldızlı süslemelerin muhteşem uyumu içimi ısıtıyor. Kristal avizeler ve aplikler ışıl, ışıl.
Son derece şık hanımlar, smokin veya koyu renk takım elbise giymiş erkekler jilet gibi ütülenmiş üniformaları içindeki yer göstericilerin eşliğinde localarına veya parterre’deki yerlerine yöneliyorlar. Biz de, ikinci yada üçüncü katta ve sahnenin tam karşısında olan locamıza aynı şekilde gidiyoruz. Yer gösterici arada bir arkasına dönüp, bize gülümsüyor ve kibar bir el hareketi ile yolu gösteriyor.
Teatro dell’Opera di Roma, 1880 yılında Teatro Costanzi olarak açılmış ve 1946 yılına kadar çeşitli isimler altında hizmet vermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da monarşinin sona ermesi ile de Teatro Dell’Opera adını almış. Akustik açısından dünyanın sayılı opera binalarındandır.
O zamanlar, Teatro dell’Opera di Roma’da her yıl sezonun Giuseppe Verdi’nin (1813-1901) bir eseri ile açılması gelenekti. O sene de sezon Verdi’nin günümüzde fazla bilinmeyen ve sahnelenmeyen eseri, “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile açılmıştı. O kadar az bilinen bir eserdi ki, içinde 70’ten fazla opera eserinin bilgisi bulunan babamın kalın kitabının içinde “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile ilgili hiçbir şey yoktu. Konusunu mecburen temsil öncesi ve perde aralarında programdan okuduk. Eser birinci Haçlı Seferinde geçiyor ve dört uzun perdeden oluşuyordu. Bırakın 10-11 yaşlarında bir çocuğu, pek çok opera meraklısı yetişkini zorlayacak bir uzunluk ve ağırlıktaydı.
İlk sınavım bu kadar zorlu olmasına rağmen, operayı giderek daha çok sevdim. Klasik müzik gibi, opera da dinledikçe tadına varılabilecek bir sanat dalı. Babamın, çeşitli opera eserlerinin tamamını içeren bir plak koleksiyonu vardı. Her eserin, üstünde altın yaldızla isminin yazılı olduğu lacivert kadife kutusu vardı. Eserlerin “Libretto”ları da kutularının içinde dururdu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde uzun saatlerimi bu plakları dinleyip, diyalogları kitapçıklarından takip ederek geçirdim.
Opera ile ilgili çocukluğumdan kalan en güzel anılarımdan biri de, Terme di Caracalla harabelerinde sahnelenen Aida operasıdır. M.S. 212-217 yılları arasında inşa edilmiş olan Roma’daki bu hamamın kalıntılarında her yıl, yaz aylarında büyük bir sahne (o zamanlar dünyadaki ikinci büyük sahne olduğu söylenirdi) kurulur ve çeşitli opera eserleri sahnelenirdi. Günümüzde de sahnelenmeye devam ediliyor. Sahne o kadar büyüktü ki, temsil sırasında gerçek filler ve develer de yer almıştı. Zengin dekor ve kostümlerin yanında, bu da çok etkileyici idi. Hele, Zafer Sahnesi’nde Ramades’in dört atlı bir zafer arabası ile sahneye dört nala girişi muhteşemdi…
Leyla Gencer’in sahne hayatının kronolojisine baktığımda, bizim bulunduğumuz yıllarda Roma’ya üç kez geldiğini ve bir keresinde Terme di Caracalla’da Aida’yı oynadığını gördüm. Ne yazık… İzleyebilmeyi çok isterdim… Babam operaya o kadar meraklı olduğu halde kim bilir niye gidemedik. Mutlaka çakışan çok önemli bir zorunluluk olmuştur.
Genel olarak, sanatçılarına ve bilim insanlarına çok değer veren, yücelten bir toplum değiliz. Çeşitli alanlarda dünyada başarı kazanmış ve sivrilmiş olsalar da, onları takdir etmek, yüceltmek yerine kusur arayan, en azından mesafeli duran bir kamuoyumuz var. Ben çocukken, kariyerinin doruklarında olan Leyla Gencer için de o zamanlar duyduklarım onun “Türklüğünü inkar ettiği”, “zaten Hristiyan” olduğu vb yönündeydi. Türk olduğunu hiçbir zaman inkar etmediği ona yurtdışında opera severler tarafından “La Diva Turca” denmesinden zaten belli. Hatta, şöhret basamaklarını daha kolay tırmanabileceği belirtilerek, ismini değiştirmesi, İtalyanca bir ad alması önerildiğinde hep reddetmiş.
Leyla Gencer 1928 yılında İstanbul’da, Polonezköy’de doğmuştu. Annesi, Alexandra Angela Minakovska, Polonyalı aristokrat bir aileden geliyordu. Babası ise, Safranbolu eşrafından zengin bir iş adamıydı. Babası, yirminci yüzyılın başında bir Müslüman olarak, annesi ile evlenmekte bir beis görmemişti ama işte, bizim insanımız 40-50 yıl sonrasında bunu kurcalıyordu. Başardıklarını takdir etmek yerine… 2008 yılında vefat ettiği zaman da, uluslararası başarılarından çok, bu konu ve vasiyeti üzerine bedeninin yakılması yer almıştı bizim gazetelerde. Oysa, ölümünden iki gün sonra İngiltere’nin saygın gazetelerinden birinde Leyla Gencer yirminci yüzyılın en olağanüstü sopranolarından birisi olarak tanımlanmıştı.
(Daily Telegraph, 12 Mayıs 2008.)
Gazeteci ve yazar Zeynep Oral’ın 1992 yılında yayınlanan Tutkunun Romanı: Leyla Gencer kitabı, Leyla Gencer hakkında merak edilen pek çok şeyi içeren, çok iyi yazılmış bir biyografidir. Söz konusu kitabı yazmak için Zeynep Oral belli sürelerle Leyla Gencer’in İstanbul ve İtalya’daki evlerinde vakit geçirmiş, yanında kalmış. Bu değerli sanatçımızın dünyada gördüğü takdir ve kabulü daha iyi anlatabilmek için, kitapta bir gala için La Scala’ya birlikte gidişlerinin anlatıldığı bölümden bir alıntı yapmak istiyorum aşağıda:
“Bu gece Scala açılıyor.
7 Aralık 1990, Cuma akşamı, Milano’nun Scala Operası, Mozart’ın “Idomeneo” eseriyle açılıyor. Bestecinin 200. Ölüm yıldönümü nedeniyle “Mozart Yılı”nı karşılamaya hazırız.
Evet, tamam, yalnız Scala Operası, yalnız Milano kenti değil tüm İtalya neredeyse bir yıldır bu geceye hazırlanıyor.
Evet, tamam, 1968’de bu eser, Scala’da ilk temsil edildiğinde başrol Leyla Gencer’indi. Bu nedenle aylardır, haftalardır, günlerdir konferanslar veriyor, Mozart üzerine seminerler hazırlıyor, basın, radyo, televizyon onun görüşlerine, onun demeçlerine yer veriyor… Ama bütün bunlar geride kaldı… Şimdi sıra gala gecesinde.
Bir Limousine. Üniformalı şoförü. Başka türlüsü elbet düşünülemez… Kentin daracık sokaklarında ilerlemeye çalışıyoruz. Tüm trafik akışı, o geceye, galaya göre düzenlenmiş… Scala alanına yaklaştıkça, kaldırımlarda birikmiş kalabalık çoğalıyor, trafik ve güvenlik görevlilerinin sayısı artıyor, araçların ilerleyişi yavaşlıyor…
Hani tam Scala’nın kapısının önünde değil de, şimdi bulunduğumuz köşede, opera binasına bir iki blok kala arabadan insek, yürüsek, kesin daha çabuk varacağız… Hadi inip yürüyelim mi…
“Ben tam önünde inerim. Adetim öyledir” diyor.
Of, bu primadonnaların işte böyle kaprisleri var. O köşede insek, çoktan varmış, yerlerimize oturmuştuk bile!
Hayır, Limousine’den inmedik. İçinde oturup, milim milim ilerlemeyi bekledik. Sonunda Scala’nın önündeki küçük alana vardık.
Alan, içeri girecek ünlüleri görmeyi bekleyen meraklılarla dolu… Ahşap barikatlar ve atlarının üzerinde üniformalı görevliler Scala’nın kapısına uzanan geçidin iki yanına sıralanmışlar…
Sonunda Limousine’imiz geçidin tam önünde durdu.
Leyla Gencer, uzun siyah elbisesi, sırtında beyaz kürk pelerini otomobilden indi.
O anda…
Evet tam o anda, ortalığı bir uğultu kapladı. Herkes ama herkes, alandaki kapının önündeki, kapının ardındaki herkes “Leyla, Leyla, Leyla” diye bağırıyor, alkışlıyor, “La Signora”, “ La Regina” (Kraliçe) diye sesleniyor, “Leyla geldi, Leyla geldi” diye çırpınıyordu.
O anda ne barikat, ne görevli dinleyen oldu. Fotoğrafçılar koşuştu, kameramanlar koşuştu, flaşlar patladı…”Leyla dur”… “Leyla kıpırdama.” Yine flaşlar, yine flaşlar… “Leyla’ya yol açın”… “İzin verin Leyla geçsin”…
O, bir kraliçe edasıyla, ne diyorum ben, hiç kraliçe olur mu, bir Tanrıça edasıyla başı dimdik duruyor…Sağa, sola başını eğerek selam veriyor, gülümsüyor (gülümseyişi karşılayan taraf daha çok “Leyla” diye bağırıyor), bir, iki adım ilerliyor, yine duruyor, hiç belli etmeden kalabalığı şöyle bir tartıyor, memnun kalmış olacak ki eliyle de halkı selamlıyor (selamı karşılayan taraf daha çok “La Gencer”, “La Regina” diye bağırıyor)…birkaç selam daha, birkaç tebessüm daha… en içten, daha az içten ya da eh bu kadarı size yeter tebessümleri… Fotoğrafçılara pek de önemsemeden bir bakış, bir anlık bir poz, uzanan bir mikrofona birkaç sözcük, yine başını hafif eğerek bir selam… O dimdik duran başın hafifçe sağa ya da sola eğilmesi sanki müthiş dramatik bir aksiyon… Elini sıkmak, elini öpmek isteyenlere hiç tereddütsüz ama hep yüksekten uzanan eli…
Ve Tanrıça Scala’dan içeri girdi.
Biri bana, kendine gel desin… Düş mü görüyorum yoksa gerçek mi bu sahneler?
Daha bitmedi.
İçeri girdiğimizde, Scala’nın yer göstericilerinden, smokinli devlet adamlarına herkes yolunu kesiyor, elini sıkmak, elini öpebilmek için yarışıyordu. Bir ara yere diz çöküp, evet evet, yere diz çöküp elini öpenleri bile gördüm.
…………..
O gece izlediğim sahnelerin, hele Limousine’den inip, Scala alanına yaptığı “Antre”nin şokunu kolay kolay üzerimden atamadım.
O bunu fark etti: “Niye bu kadar şaşıyorsun, cicim… Sen de yirmi beş yıl Scala’da başrol oynarsan, sana da aynı şeyi yaparlar… Milanolular beni sever, hepsi bu!”
Evet “hepsi bu”… Her şey bu denli basit…
O geceyi, o gecenin Leyla Gencer’ini bir yerde okusam, inanmazdım… Yazan abartıyor derdim.” (Tutkunun Romanı: Leyla Gencer, Zeynep Oral, s. 26-27)
10 Mayıs 2008’de Milano’da vefat eden Leyla Gencer’in bedeni vasiyeti üzerine yakıldı ve 16 Mayıs 2008 günü Dolmabahçe Sarayı açıklarında Boğazın sularına döküldü. Törende, yine vasiyeti üzerine, İstanbul Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu Mozart’ın Requiem’inden Lacrimosa bölümü ile, Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosunun 5, 12 ve 13. bölümlerini seslendirdi…
Leyla Gencer aynı zamanda İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Mütevelli Heyeti Başkanıydı. Ölmeden önce, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışladı. İKSV 2010 yılında, Leyla Gencer’in Milano’daki evinin eşyaları ile Şişhane’deki Deniz Apartmanının ikinci katında “Leyla Gencer Evi”ni açtı. Burada, uzun yıllar yaşadığı Milano’daki evinin oturma odası, kitaplığı, konuklarını ağırladığı yemek odası, fotoğrafları, aldığı ödül ve madalyalar, çok sevdiği aksesuarlar ve giysileri ve yatak odası sergilenmeye başlandı. Mekan randevu alınarak gezilebiliyordu.
“Leyla Gencer Evi”ni yıllardır görmek istiyordum. Ama, bilirsiniz işte… Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı ve ben bir türlü gidemedim. Sonunda, iki hafta önce kesin kararımı verdim. Randevu alıp, gidecektik…
İKSV’yi randevu almak için aradığımda, “Leyla Gencer Evi”nin bir buçuk yıl kadar önce Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne taşındığını öğrendim. Aslında bu taşınma basında da yer almış ve bunun için bir tören de düzenlenmiş ama, demek ki ben bu haberi atlamışım. Telefonda görüştüğüm kişi, kibar bir şekilde, Bakırköy’deki Merkezi aramamızı ve oradan randevu almamızı söyledi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, duyar duymaz bu haber beni çok rahatsız etti… Çok yadırgadım… Öyle ya, Leyla Gencer, İKSV’nin kendi web sitesindeki ifade ile, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışlamamış mıydı? Öte yandan, bu eşyaların sanatçının kendi adını taşıyan bir merkezde sergilenmesi fikri de çok kötü gelmedi. Bir yandan da umutlandım…
Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin numarasını buldum, aradım ve 1 Şubat öğleden sonrası için randevu aldım. Telefondaki görevli hanım telefonu kapatırken, kendisinin sadece odaları açıp gösterebileceğini, ayrıntılı bilgi sahibi olmadığını belirtti. Bu konudaki en bilgili kişinin İKSV’de olduğunu söyledi. Bu da ikinci tuhafıma giden nokta oldu…
1 Şubat günü deniz otobüsü ile Bakırköy’e geçtik. İndiğimizde bir taksiye binip, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne kolayca gidebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak, durduğumuz birkaç taksi şoförü böyle bir merkezi bilmediklerini ve de aramak istemediklerini söyleyip, uzaklaştı. Sonunda, iyi niyetli bir şoföre rastlayabildik ve akıllı telefonumuzun da yardımıyla merkezi bulduk.
Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi, Bakırköy Belediyesi tarafından 2013 yılında inşa edilmiş. Dışardan bakıldığında, biraz apartmanların arasında sıkışmış gibi dursa da, hoş bir bina. Bize verilen bilgiye göre, 10 bin m2 alana kurulmuş ve 250 kişilik bir açık hava oditoryumu, 1000 kişi kapasiteli bir salonu, 300 m2 sahnesi, 65 m2 döner sahnesi, orkestra çukuru ve 6 adet kulisi bulunuyor.
İçeri girip, Leyla Gencer Evi için randevumuz olduğunu söyledik. Kısa bir süre sonra, telefonda görüştüğüm genç, görevli hanım geldi. Bizi kibarca karşıladı ve kendisini izlememizi söyledi…
Açıkçası, bundan sonra hissettiklerimi anlatmam epeyce zor… Heyecan, sevinç, merak, düş kırıklığı, üzüntü… Evet, tam da yurdumuza özgü bir vefasızlık örneği görmenin üzüntüsü…
Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde “ Leyla Gencer Evi” için ayrılmış olan bölüm, bodrum katta, son derece ufak, basık bir mekan… Elden gelenin en iyisi yapılmış olmasına rağmen, her şey o kadar sıkıştırılmış ki, bir depodan hallice bir görünüm var. Tavan inanılmaz alçak. Sanki, bu büyük sanatçının piyanolarını, değerli kitaplarını, tablolarını, ev eşyalarını, giysilerini, kürklerini birileri, ya da daha açık söyleyeyim, İKSV başından atmak istemiş… Söyleyebileceğim tek olumlu nokta mekanın ve eşyaların temiz olması. Etrafta herhangi bir toz, kirlilik olmaması.
Fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, daha önce sergilenen Şişhane’deki mekan çok daha uygunken, şimdi böyle bir yer reva görülmüş. Ne kadar üzücü…Üstelik bu devir teslim yapılırken, bir de tören yapılmış… Bizim gördüğümüzü hiç mi bir yetkili veya sanatsever görüp, düşünmemiş? “Leyla Gencer Evinin” kendi adını taşıyan bir merkezde olması fikri çok güzel. Ancak, öncelikle, bu mekan son derece sapa ve zor bulunan bir yerde. Sonra, merkezde “Leyla Gencer Evi” için ayrılan mekan son derece yetersiz. İKSV en azından, bu eşyaları verirken, daha uygun bir mekan sağlanması konusunda ısrarcı olabilirdi. Tüm bunlara ilaveten, yine öğrendiğimize göre, merkezin ödenek alamama gibi bir problemi var. Güçlükle ayakta duruyor. Gelecekte ne olacağı belirsiz. Tüm bunları görüp, öğrendikten sonra yüreğime bir ağırlık çöktü… Devletimizin sanatçılarımıza karşı sergilediği vefasızlık ve ilgisizliklere alışkınız. Beni en çok yaralayan, bu vefasızlığın yıllardır saygı duyduğumuz ve desteklediğimiz İKSV’den gelmiş olması…Çok üzücü… Umarım, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Deniz Apartmanında “Leyla Gencer Evi”nden boşalan mekanları, orayı boşaltmaya değecek bir şekilde değerlendiriyordur…
Merkez’deki tüm görevliler; danışmadaki kişiler, bizi gezdiren genç hanım ve “Leyla Gencer Evi”nin kapılarını açmak için gelen görevliler, hepsi çok iyi niyetli ve kibarlardı. Gezmeye geldiğimiz, ilgi gösterdiğimiz için çok memnunlardı. Ama gönül isterdi ki, burası daha merkezi bir yerde olsun, tanıtımı yapılsın, tüm dünyadan sanatseverler gelsin, gezsin…
Ayrılırken beni umutlandıran tek şey, kısa bir süre önce İtalyan Konsolosluğundan görevlilerin buraya geldiklerini ve bu konuda bir projeleri olduğunu öğrenmemiz oldu. Bu büyük sanatçıya biz ülke olarak umduğu ve beklediği saygıyı gösteremedik, belki onu sevip, sayan İtalyanların katkısı ile anısı daha iyi yaşatılabilir…