Bakışlar Vardır… Unutamazsınız…

Gözlerimiz, dünyayı görmemiz, keşfetmemiz, öğrenmemiz ve anlamamız için en önemli organımız. Bize dünyanın kapısını açan, ilerlemenin en önemli itici gücü olan merakı tetikleyen organımız… Öte yandan gözlerimiz, vücudumuzun diğer organları gibi sadece mekanik bir şaheser değiller. Kimi zaman, bakmak fiilinin ötesinde, o bakışa katabildikleri ifade ile duyguların, o sırada akıldan geçenlerin, iç dünyaların anahtarı olabilirler.

İnsan ruhu dipsiz bir kuyu. Bu ruhu inceleyen veya tedavi etmeye çalışan bilim dalları ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, hala bilinmeyen, adı konamayan pek çok yönü var. Ben öteden beri, karşımdaki kişinin bakışındaki ifadenin iç dünyasına açılan kapıyı araladığını, bir an için hissettiklerini, duygu ve düşüncelerini ele verebildiğini düşünürüm. O nedenle, konuşurken karşısındakinin gözüne bakamayanlardan oldum olası rahatsız olurum. Samimi olmadıklarına, belki bir şeyler gizlediklerine ya da beni canı gönülden dinlemediklerine kanaat getiririm.

İnsanın iç dünyasını sadece bakışlarından tamamen anlamak elbette mümkün değil. Üstelik bazıları, zor da olsa, size yanlış ipuçları da verebilirler. Ama, dedim ya işte… Anlayabilen için, bakışlar kısa süreliğine bir kapı aralarlar. Bir insanın sevgisini, nefretini, acısını, özlemini, mutluluğunu, kıskançlığını, kızgınlığını çok açık bir şekilde yansıtabilirler.

Kimi bakışlar vardır, çok kısa, bir saniye bile sürmeyen. Ruhun kendini tekrar kapatmasından önce kısa bir an… Ama işte o bakışta bir ömür vardır. Kelimelere dökülürse büyüsünün kaçacağı kesin olan pek çok söz vardır…

Kimi bakışlar vardır, bir ömür boyu unutamazsınız. En umulmadık zamanda, beklemediğiniz bir anda tekrar gözünüzün önüne gelip, ilk sefer olduğu gibi, sizi çarparlar. Mutluluktan uçurur ya da kedere boğarlar.

Birkaç aylık bebeğinizin yattığı yerden size bir bakışı vardır örneğin… Gülümseyerek gözlerinizin içine bakar. Sonsuz bir güven ve katıksız, hesabı kitabı olmayan bir sevgi vardır o bakışta. İçinize işler. Sarsılırsınız. Çocuğunuz büyüyüp, yetişkin bir insan olsa da o bakışı asla unutamazsınız. Tekrarı olmayan bir bakıştır o. Anılarınızda saklayacağınız, hatırladığınız zaman içinizi ısıtan bir bakış…

Kendi çocukluğunuzdan hatırladığınız annenizin bir bakışı vardır. Misafirin önüne konan çerez tabağındaki Şam fıstıkları ile biraz fazla ilgilendiğiniz zaman size yönelttiği bakış… Eliniz havada donup, kalmıştır kısa bir süre. Oysa oturacağınız yeri de ne güzel seçmişsinizdir. Misafirin hemen yanında. Kendinizce kimseye niyetinizi belli etmeden…

Daha da korkutucu olanı, babaanne bakışı olabilir kimi zaman. Şimdilerde ne çocukların ne de anne babaların bununla tam olarak ne demek istediğimi anladıklarını sanmam. Zira, izlediğim kadarı ile, çocuklar neredeyse sonsuz bir hoşgörü ve serbestlikle büyütülüyor günümüzde. Özgüven ve kişilik gelişimi açısından son derece olumlu bir şey bu. Ancak, hiç bir şekilde sınır çizilmeyen, nerede nasıl davranması gerektiği öğretilmeyen çocuklar geleceğin saygısız ve kaba yetişkinleri oluyorlar. Bir pazar sabahı dışarda, huzur içinde bir kahvaltı yapıp, gazete kitap okuma hayaliniz, etrafınızda koşuşan, çığlık atan çocukların ve diğer bir masada, bu çocukların yetişkin hali olan kişilerin bağıra çağıra konuşmaları arasında sinir harbine dönüşebiliyor.

Evet, ne diyordum? Eski zamanlardaki babaannelerin bakışı… Biz torunlar coşup, gürültüyü biraz fazla kaçırınca babaannemizin yönelttiği bakış… Bir an bir sessizlik olur, bütün torunlar divanın kenarına yan yana ilişir, yerimizi bilirdik.

Siz küçükken, babanızın bir bakışı vardır ömür boyu unutmayacağınız… Küçücük bir kız çocuğu iken elinizden tutmuş, sizi bilmediğiniz bir ülkede, bilmediğiniz bir dilin konuşulduğu bir okula götürmüştür. Birlikte girdiğiniz sınıfta kısa bir süre kaldıktan sonra çıkarken size dönüp, bakmıştır. O bakışta hem sonsuz bir sevgi ve şefkat vardır hem de size büyük bir güven. Sizin her şeyi başarabileceğinize duyulan güven.

– Sen yaparsın, der o bakışlar…

Sonra, yıllar geçer. O hep arkanızda olduğunu hissettiğiniz babanız yaşlanır, hastalanır ve elden ayaktan düşer… En temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz olur. Siz hiç yüksünmeden bakımını yaparken gözlerinizin içine öyle bir bakar ki, içinize işler… Ne yapacağınızı, ne edeceğinizi bilemezsiniz. Çaresizlik vardır o bakışta. Daima güçlü olmuş bir insanın, başkalarının yardımına muhtaç olmaktan dolayı duyduğu acı, üzüntü ve isyan vardır. Bir de minnettarlık… Boğazınızda bir şey düğümlenir. Bir işe yaramayacağını bilseniz de, teselli etmeye çalışırsınız.

Öğretmenlerinizin bakışları vardır bir de. Britanyalı öğretmenlerin bu konuda, şu yaşıma kadar hala sırrını çözemediğim, bir yetenekleri vardır. Asla şiddet uygulamaz, hatta seslerini bile yükseltmezler. Ama öyle bir bakarlar ki, özür dilenmesi gereken bir şey yaptığınızı hemen anlarsınız. Bu sizi, herkesin içinde bağırılmaktan ya da tokat yemekten daha çok utandıran, kendinize getiren bir bakıştır.

Ya sevgili bakışı? Hele de ilk gençlik yıllarında iseniz… Göz göze geldiğiniz an ayaklarınız yerden kesilir gibi olur. Midenizden yukarı doğru acı ve haz karışımı bir his yayılır. Kalbiniz çarpar. Yıllar sonra, o kişiler sizin için artık bir şey ifade etmese de, o duyguyu unutmazsınız…

Bakışlar, karşınızdakinin size vurulduğunu da ele verir… Sizi her gün gördüğü halde, bir başka ülkede, ortamda, bir başka türlü görmüştür. Belki o güne kadar hislerini saklamıştır. Belki o an beyninden vurulmuşa dönmüştür. Bilemeyiz ama, işte o bir saniyeliğine açılan kapıdan siz içini görmüşsünüzdür. Anladığınızı belli etmeyi ya da etmemeyi duruma göre seçmiş ya da seçmemişsinizdir…

Bir de sevilmediğinizi hissettiren bakışlar vardır. Buz gibi… Yürek parçalayan… Yıllar sonra, şairin yazdığı gibi size,

Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım (1)

dedirten…

Yıllarca bir arada yaşamış olsanız da, sizi dipsiz kuyuların içine düşüyormuşsunuz gibi hissettiren ilgisiz, sevgisiz bakışların aksine, yabancı bir ülkede, yabancı bir adamın, yanınızdan geçerken gülümseyip, göz kırpması içinizi müthiş bir yaşama sevinci ile doldurabilir. İçiniz kıpır kıpır, yüzünüze yayılmış bir gülümseme ile yolunuza devam edersiniz. Ondan sonra bu sahne ne zaman aklınıza gelse, içiniz aynı mutluluk duygusu ile dolar.

Bir de kimi sevgililer vardır… Aynı olayı her seferinde farklı anlatır. Gereksiz vaatlerde bulunup, sonra unutur. Siz her şeyin farkındasınızdır ama o yutturduğunu sanır. Sonra bir gün, artık yalanlarını yüzüne vurduğunuzda, pişkin pişkin,

– Öyle mi demiştim, der.

Bakışlarındaki suç üstü yakalanma ifadesini gizlemek için o kadar abartılı bir şekilde güler ki, gözleri neredeyse çizgi haline gelir…

Bir gün, bir askeri hastanede, hızla asansöre girersiniz. Kendi derdiniz, kendi telaşınız vardır. Birden, gencecik bir gazi ile karşılaşırsınız. Yanında ona eşlik eden bir astsubay vardır. Pijamasının içinde tek kolunun olmadığını, yüzünün henüz tam olarak iyileşmemiş yaralarla dolu olduğunu görürsünüz. Bir gözü hafif kapalıdır. O haliyle, kısa bir an gözlerinizin içine bakar. Hiç bir şey söylemeden. Sonra bakışlarını ayağındaki terliklere çevirir. Ne yapacağınızı bilemezsiniz… O kadar genç, hatta küçüktür ki, kollarınızın arasına alıp, bir çocuk gibi avutmak istersiniz…

Bir başka zaman, güzel bir sonbahar günü, atalarınızın 536 yıl önce karaya çıktığı Güney İtalya’nın Puglia bölgesinde, Otranto kentindesinizdir. Az önce şehrin katedralinde gördükleriniz sizi sarsmıştır… Yaşı epeyce ileri bir sanatçı, iyilik dolu bakışlarla size bakmış ve sizi teselli etmiştir. Kendinizi biraz olsun hafiflemiş hissetmiş, minnet duymuşsunuzdur…

Çocuklar görmüşsünüzdür sonra… Harran’da gittiğiniz bir kervansarayda karşınıza çıkmışlardır. Çektiğiniz fotoğrafa kimi ciddi, kimi de katıksız bir neşe ile bakmışlardır…

Han El-Ba’Rur Kervansarayı (13.yy)- Harran

Küba’nın Santiago de Cuba kentinde, artık bir okul olan Moncada Kışlası’nın bahçesindeki çocuklar vardır bir de unutamadığınız… Başarısızlıkla sonuçlanarak, Fidel’in tutuklanmasına yol açsa da, 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlası’na yapılan baskın Küba Devrimi’nin işaret fişeği olmuştur. Duvarlarında hala mermi delikleri olan okulun bahçesindeki çocuklar günümüzde size neşe içinde bakarlar. Küba’daki tüm çocuklar gibi, her gün bedava bir litre süt hakları vardır. Ayrıca, tüm giysi ve kitap masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır. Bu çocukların mutlulukları gerçektir… Öyle propaganda ile falan ilgisi yoktur…

Moncada Kışlası- Santiago de Cuba, Küba

Güneydoğu Anadolu’ya yaptığınız bir gezide, Urfa’da bir Sıra Gecesi’ne gidersiniz. Öyle, sesin sonuna kadar açık olduğu ve size keyiften çok acı veren, bangır bangır olan türden değil, sanatçıların mikrofon kullanmadığı bir gece olacaktır. Salona girdiğinizde, sanatçıların çoğu yerlerini almıştır. Tam karşılarında hazırlanmış yer sofrasına yönelirsiniz. Henüz kimse gelmemiştir. Sofranın ortasındaki yer minderlerinden birine oturmak üzereyken, sonradan aynı zamanda müzisyenlerin başı olduğunu anladığınız saz sanatçısının size baktığını fark edersiniz. Siz de bakınca, hafifçe gülümseyerek, başı ile belli belirsiz bir selam verir. Böylesi bir selamı almamak olur mu? O bakış gece boyunca, bu topraklarda herkesin kardeş olduğunu, kavgaların ve şiddetin anlamsız olduğunu hissettirir size… O, insanın içine işleyen yöre türkülerini dinlerken, bu çok kültürlü ülkede doğduğunuz için şanslı olduğunuzu, bu zenginliğin korunması gerektiğini, bunun için de birbirimizi daha çok tanımaya ve anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünürsünüz…

Aynı gezide, Gaziantep’teki dünyaca ünlü Zeugma Müzesi’ndesinizdir. Dev boyuttaki mozaiklerin her biri büyüleyicidir. Hiç birinin, çıkarıldıktan sonra, medyada daha fazla yer bulan Çingene Kızı mozaiğinden eksik bir yanı yoktur. Sonradan uzmanlar tarafından, bu dosdoğru size bakan kızın çingene kızı değil, yer tanrısı Gaia olduğu söylense de, o gönüllerde çingene kız olarak kalmıştır. Yurtdışından ve yurtiçinden insanlar en çok onu görebilmek için akın etmektedirler.

Zeugma Müzesi gerçekten büyüleyici imiş… Bunca yıl görenlerden dinledikten sonra, nihayet görme fırsatım oldu. Sabah geldiğimizde kapının önü turist otobüsleri ile dolmuştu bile.

Dev boyutlu mozaiklerin önünde dakikalarca durup, mümkün olan her açıdan baktıktan sonra, sıra sonunda Çingene Kızı’na geldi… Ancak, ona ulaşmak diğer mozaikler kadar kolay değil. Gelenlerin, bu özel mozaiği görmek için ne kadar heyecanlandıklarının tam anlamıyla bilincinde olan uzmanlar, bu merak ve isteği doruğa taşımayı biliyorlar sanki.

Çingene Kızı’nı görebilmek için karanlık bir koridora giriyoruz. Bu tünel öyle dosdoğru da gitmiyor. Birkaç köşe dönmek zorunda kalıyoruz. İçerisi oldukça kalabalık. Hep birlikte ilerliyoruz…

Sonunda bir köşe daha dönüyoruz ve işte orada… Tam karşımızda, yine karanlık bir odada ve müthiş bir aydınlatmanın altında Çingene Kızı’nı görüyoruz… Karanlığın içinden bana bakıyor ve gözleri ile beni takip ediyor nerdeyse. Acaba, binlerce yıl öncesinden, ne demek, ne anlatmak istiyor?

Sıra ile önünden geçiyoruz ama, bakmaya doyamıyorum. Fotoğraf da çektirmiyorlar. Kendimi dışarda buluyorum… Tekrar girmeliyim. Ama, bu kez daha tenha bir zamanda girmem lazım ki içeride biraz daha kalayım. Bu eşsiz güzelliğin tadına ancak o zaman varabileceğim.

Dışarıda epeyce bir vakit geçirip, oyalandıktan sonra tekrar giriyorum. Labirent gibi koridorda aynı heyecan ile ilerliyorum… İşte, onu görünce, yine nefesimi tutuyorum… Bu kez kimse yok içerde. Sadece bir görevli var. Doya doya bakıyorum… Görevliye dönüp,

– Ne mutlu size, onunla berabersiniz, diyorum.

Gülümsüyor ve yerel şivesi ile,

– Evet, biz onunla her gün burada baş başayız… Birbirimize bakar,
konuşur, dertleşiriz, diyor.

Sonra,

– Fotoğraf çekmek isterseniz, flaşsız çekin hemen bir tane, diyor…

Çingene Kızı- Zeugma Müzesi, Gaziantep

———————————————————————————
1- Üçüncü Şahsın Şiiri- Attila İlhan, Yağmur Kaçağı Kitabından
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Kokular, Tatlar ve Anılar…

Bugün günlerden Cumartesi! Yaşasın!

Gece yatmadan babam, bugün kitapçıya gideceğimizi söylemişti. Çok sevinçliyim… Roma’da İngilizce kitap satan çok fazla sayıda kitapçı yok. Olanların içinde ise, hem genel olarak hem de çocuk kitapları açısından en zengin olanı Lion Bookshop. Babam da en çok orayı seviyor. O nedenle, “kitapçıya gideceğiz” dediği zaman, nereye gideceğimizi biliyorum artık.

Şehir merkezinde, Via del Corso’ya doğru yola çıkıyoruz. Trafik çok fazla değil. Gideceğimiz yeri de biliyoruz. Bazen, Roma’nın hiç gitmediğimiz bölgelerine gittiğimiz zaman ve özellikle gece ise, dönüşte babam yolları karıştırıyor. Labirent gibi sokaklarda dönüp, duruyoruz. Ta ki, bizim evin tarafına giden bir belediye otobüsüne rastlayana kadar. O zaman sevinçle peşine takılıyor, otobüsle birlikte her durakta durup, kalkarak, saatler sürse de, sonunda eve varıyoruz…

Şansımız var. Arabayı park edecek bir yer de bulduk yakındaki sokaklardan birinde. Çok kısa bir yürüyüşten sonra, işte geldik. Kapıdan girer girmez o çok sevdiğim koku karşılıyor bizi. Kitap ve raflardan gelen ahşap karışımı, insana sıcaklık ve huzur veren koku…

Lion Bookshop- Roma

Lion Bookshop, birbirine kemerli geçişlerle bağlı birkaç salondan oluşuyor. Ana salonda, sırtını kocaman bir pencereye vermiş, büyük, ahşap bir masada oturan yaşlı bir İngiliz hanım oluyor hep. Genelde birkaç saatten kısa olmayan ziyaretlerimizin sonunda, ödemeyi de ona yapıyoruz. Babama söyleyecek bir iki cümlesi oluyor her zaman. Kah aldığımız kitaplarla ilgili, kah hava durumu ile ilgili… Kibar bir hanım. Ayaklarının dibindeki bir sepette Pug cinsi, yaşlı bir köpeği var. Köpeğin hiç sepetten çıktığını görmedim. Genelde uyuyor oluyor.

Lion Bookshop- Roma

Her zaman yaptığımız gibi, içerde babamla ayrılıyoruz. O, tarih, siyaset, felsefe ve sanat kitaplarının olduğu bölümlere, ben de çocuk kitaplarının olduğu salona yöneliyorum. Çocuk kitapları kısmı da, diğer bölümler gibi, çok zengin Lion Bookshop’da. En çok Enid Blyton’ın kitaplarını seviyorum. Bunlar, genelde kahramanları çocuklar olan, macera kitapları. Her kitapta ayrı bir macera, çözülmesi gereken ayrı bir sır… Babamdan öğrendiğim gibi, kitapların arkasını okuyup, içlerini karıştırıyorum biraz.

Zaman nasıl geçmiş, fark etmemişim bile… Yine kucak dolusu kitabım oldu. Pazartesi günü, okul servisinde, Hindistanlı arkadaşım Vandana’ya aldığım kitapları sayarım artık. Bana hep çok şanslı olduğumu söylüyor. Vandana Lions Bookshop’a ailesi ile gittiği zaman, bir tane kitap almasına izin veriyorlarmış çünkü…

Çocukluk anılarımda özel bir yeri vardır Lion Bookshop’un. İnsanı alıp, başka dünyalara götüren zengin kitap koleksiyonu, sıcak havası ve kokusu ile her zaman hatırladığım bir kitapçı… Bir kitapsever olmamda belki de babamdan sonra en önemli etken olmuştur orası. Uzun yıllar sonra, Beyoğlu’ndaki Robinson Crusoe kitapevi de içeri girer girmez, Marcel Proust’un “istem dışı hatırlama” dediği şekilde, bana çocukluğumun Roma’sındaki o kitapçıyı hatırlatmıştı… Günümüzde maalesef, ikisi de yok artık… İnternetten edindiğim bilgiye göre, 1947 yılında Roma’da açılan Lion Bookshop, 64 yıl sonra, 2011 yılında kapılarını kapatmış.

Dışarda hava çok güzel. Güneşli, pırıl pırıl bir bahar günü. Roma baharda çok güzeldir… Ağustos ayı hariç, her mevsimde ayrı güzeldir ama, bahar aylarında bir başka güzeldir. Çünkü o zaman, şehrin genel büyülü havasına bir de uyanan doğa eşlik eder. Yemyeşil ağaçlar, çiçeklerle dolu parklar ve dev saksıların içine yerleştirilmiş açelya çiçekleri ile bezenmiş İspanyol merdivenleri…

“Acıktın mı?” diye soruyor babam. Evet, hem de çok acıktım. Midem kazınıyor. “E, hadi o zaman,” diyor. Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra, “Alfredo”dayız… Fettuccine’nin kralı (sonraları kendini imparatorluğa terfi ettirdi) Alfredo… Cumartesi öğlen olduğu için içerisi oldukça kalabalık. Beyaz örtülü masalarda, 1960’ların şık hanımları ve beyleri oturuyorlar. Güzel bir şarap eşliğinde, tabii ki fettuccine yiyorlar. Alfredo’ya geldiyseniz…

Beyaz örtülü masaların arasından Signor Alfredo kollarını açarak bize doğru geliyor. Babamla birkaç cümlelik kısa bir selamlaşmadan sonra, bizi güzel bir masaya oturtuyor. Siparişimizi veriyoruz ve beklemeye başlıyoruz. Önce kırmızı şarap ve su geliyor. Babam bana da, bir kadehin dibine az miktarda şarap koyup, üstüne su ekliyor. Kadehlerimizi tokuşturup, birer yudum alıyoruz. Açlığım iyice artıyor sanki…

Bana inanılmaz uzun gelen bir süre sonra, büyük bir kayık tabakta “Alfredo usulü fettuccine”miz geliyor… Aynı anda, Signor Alfredo da masamızda beliriyor. Jilet gibi ütülenmiş beyaz ceketi ve siyah kravatı ile son derece karizmatik. Önce bize gülümsüyor. Sonra, ceketinin göğüs cebinden altın bir kaşık ve çatal çıkarıp, fettuccine’yi servis tabağında, ahenkli hareketlerle, karıştırıyor. Bir yandan yutkunuyorum, bir yandan da gözlerimi ellerinden ayıramıyorum. Evet, nihayet bitti… Tabaklarımıza yaptığı paylaşım ile birlikte bu törensel servis sona eriyor. Artık bu muhteşem lezzetin tadını çıkarabiliriz…

Alfredo’nun fettuccine’si, yüz yılı aşkın geçmişi ile hem İtalyanların hem de Roma’ya gelen turistlerin vazgeçilmezi olmaya devam ediyor. Ben şahsen, yurtdışına gittiğim zaman, bir işletmenin başarısını oraya yerli halkın gidip, gitmemesi ile ölçerim. Benim için, yerel halkın ilgisi, bir işletmenin otantik ve kaliteli olma göstergesidir. Gördüğüm kadarı ile, bunca yıl sonra bile, Alfredo hala eski Alfredo…

Babamla yemeklerimizi yerken, arada bir Signor Alfredo yanımıza gelip, her şeyin yolunda olup, olmadığını soruyor. Kendisi bir anlamda, bu müthiş lezzetin var olma nedeni… Önceki gelişlerinden birinde babama restoranın öyküsünü anlatmış.

Masamıza uğradığı seferlerden birinde Signor Alfredo, yanında restoranın bir kartpostalını getiriyor ve bize hitaben arkasını imzalıyor. “Fettuccine’nin İmparatoru”. Tarih, 7 Nisan 1969…

Kartpostalın üstünde “Fettuccine’nin Kral”ı yazsa da, Alfredo 2 imzasını “İmparator” olarak atmaya başlamış bile…

Çocukluğumda ismi L’originale Alfredo, günümüzde ise Il Vero Alfredo (gerçek Alfredo) olan bu restoranın tarihi 1914’e kadar gidiyor. Her şey, 1908 yılında küçük bir restoran sahibi olan Alfredo’nun hanımının doğum yapması ile başlıyor. Oğulları Alfredo 2’nin doğumundan sonra eşi o kadar halsiz düşüyor ki, Alfredo 1 onun sağlığına kavuşması için kendi elleri ile özel bir tarif geliştiriyor. Tereyağ ve Parmesan peyniri kullanarak yaptığı bu makarna çeşidi, hiçbir şey yemeyen eşinin çok hoşuna gidiyor ve kadıncağız sağlığına kavuşuyor.

İnsanın tadı damağında kalan bu lezzeti aile, üç kuşaktan beri, aynı başarı ile sürdürüyor. Yıllar boyunca, Roma’ya gelen ünlü devlet adamları ve sanatçılar da Il Vero Alfredo’nun şöhretine şöhret katıyorlar. Bu gelenlerden ikisi ise, sessiz sinema döneminin ünlü Amerikalı film artistleri Mary Pickford ve Douglas Fairbanks, Alfredo efsanesine bir boyut daha katıyorlar. Balayı için Roma’ya gelip, Alfredo’nun fettuccine’sini yiyen ve çok beğenen çift, kendilerine gösterilen misafirperverliğe karşılık olarak, 1927 yılında Alfredo’ya som altından bir kaşık ve çatal hediye ediyorlar. Üstlerinde “Makarnanın Kralı Alfredo’ya” yazısı olan bu altın kaşık ve çatal, o günden sonra restorana gelen tüm müşterilerin fettuccine’lerini, tabaklarına servis yapmadan önce, karıştırmak için kullanılmaya başlanıyor.

O meşhur altın kaşık ve çatal…
Kaynak:Il Vero Alfredo web sitesi

15 Ekim 2015 akşamı Roma’da, Il Vero Alfredo’nun kapısından içeri giriyoruz. Sonbaharın akşam serinliğinden sonra içeri girmek iyi geliyor. İçerisi henüz çok dolu değil. Masalarda birkaç İtalyan aile ve turistler var. Yerimize oturtulmayı bekliyoruz. Restoranın web sayfasından yer ayırtırken, bir sonraki gün Roma Büyükelçiliğinde evleneceğimizi yazmış ve bu özel akşam nedeniyle güzel bir masa vermelerini rica etmiştim.

Aradan geçen yıllar içinde, restoran pek fazla değişmiş görünmüyor. Aynı kare masalar ve bembeyaz, kolalı masa örtüleri. Görebildiğim tek önemli değişiklik, çocukluğumun Signor Alfredo’sunun artık orada olmaması. Bizi karşılayan, onun yerine geçen oğlu, Alfredo 3. Dedesinden babasına geçen işletme, artık torun Alfredo’nun olmuş.

Torun Alfredo bizi köşede, güzel bir yere oturtuyor ama, masada bizim için özel bir özen gösterilmiş gibi durmuyor. Diğer masalara ne kadar özen gösterilmişse, o kadar. Bir an için, rezervasyona koyduğum o özel not için pişman oluyorum… Gereksiz bir şey mi yaptım? Hatta, komik mi oldum acaba?

Alfredo 3, babası kadar konuşkan ve sempatik de görünmüyor doğrusu. Mesafeli bir kibarlıkla, siparişi alıyor ve gidiyor. Beklemeye başlıyoruz. Merak içindeyim… Acaba çocukluğumdan hatırladığım o tat, hala aynı mı? Yoksa, anılarımıza sık sık yaptığımız gibi, fazla mı gözümde büyütmüşüm?

Yine önce, şarabımız geliyor. Beklemeye devam ediyoruz…

Derken, üzerinden dumanlar tüten büyük servis tabağında fettuccine’miz geliyor. Alfredo 3, çocukluğumdan hatırladığım, aynı törensel hareketlerle cebinden altın kaşık ve çatalı çıkarıyor… İyice karıştırdıktan sonra, tabaklarımıza bölüyor. Benim tabağımı önüme koyarken,

“Signora, bu özel gecenizin şerefine, fettuccine’nizi yemeniz için, altın kaşık ve çatalımızı size bırakıyorum. Şimdiden kutlarım” diyor…

Altın kaşık ve çatallı tabağım…

Tarihte Adı Geçmeyenler

“Çoğu tarih kitabı, büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların kahramanlıklarına, azizlerin hayırseverliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların oluşumu ve çözülüşü, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü, yeni teknolojilerin keşfi ve yayılması hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Ancak, tüm bunların bireylerin mutluluklarını ve acılarını nasıl etkiledikleri konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur. Tarih anlayışımızdaki en büyük boşluk budur. Bunu doldurmaya başlasak iyi olur.” Böyle söylüyor Harari, Sapiens kitabının sonuna doğru. (Sapiens, Yuval Noah Harari, s. 444). Gerçekten de, gerek aldığımız örgün eğitim sırasında, gerekse, (eğer meraklısı isek) tarih üstüne yaptığımız kişisel okumalarımızda, büyük tarihsel olayların içinde oradan oraya savrulan, etkilenen bireyler hiç aklımıza gelmez. Büyük devrimler, savaşlar sırasında insanlar günlük hayatlarında nelerle mücadele etmişler, neler yaşamışlar? Bunun üzerine çok fazla kafa yormayız.

Avrupa’da eğitim görmüş kimi tarihçiler, 30-40 yıl önce başlattıkları bir akım ile Harari’nin sözünü ettiği bu boşluğu doldurmayı hedeflemişler. Mikrotarih diye adlandırdıkları bu yaklaşımı kullanan tarihçiler, ekonomik faktörler yerine sosyal faktörlere odaklanmaya başlayınca, kimi politik olayların ve toplumsal gerçeklerin sadece “Makrotarih” bakış açısı ile yeteri kadar açıklanamadığını fark etmişler. Özetle, “klasik tarih” yaklaşımının toplumu ve kültürü oluşturan bireylerin deneyimlerini yansıtamadığı ve bu nedenle eksik olduğu sonucuna varmışlar. Buradan hareketle, insanları bir grup olarak değil, birer birey olarak ele almak gerektiğini vurgulamışlar.

Konunun uzmanı olmadığım için, bu konuda tarihçiler arasında yapılan tartışmalara taraf olmak gibi bir durumum söz konusu değil. Ancak ben de, önemli tarihsel olayların sosyolojik ve kültürel etkilerini anlayabilmek için, tarihin belli dönemleri ile ilgili “küçük ölçekte”, bireye odaklanan kaynakların olayları daha iyi kavramamızı sağladığına inanıyorum. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’imizin ilk yılları ile ilgili okuduğum biyografiler, anılar ve kimi biyografik romanlar, bu dönemlerle ilgili temel bilgilerimin daha gerçekçi olmasını, kafamda oturmasını sağlamıştır. Tarih kitaplarında, bazen şatafatlı anlatımlarla geçiştirilen süreçlerin insanların yaşamlarında ne gibi yokluk, zorluk ve bunalımlara yol açtığını öğrenmek aslında, kazanılan zaferlerin ve başarıların değerini artırmıştır gözümde. Bu yaz okuduğum, İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” kitabı da bu bağlamda çok değerli ve iyi bir kitap kanımca.

Bir Türk Ailesinin Öyküsü” uzun zamandır varlığından haberdar olduğum, hatta yıllar önce aldığım bir kitaptı. Bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Orijinal olarak İngilizce yazılmış ve daha sonra Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, 1950 yılında önce İngiltere’de, sonra Amerika’da piyasaya çıktığı zaman çok beğenilmiş ve olumlu eleştiriler almış. Örneğin, New York Herald Tribune gazetesi kitabı, “1950 yılının en başarılı kitaplarından biri” olarak tanımlamış. Türkçeye 1994 yılında çevrilmiş. Benim elimdeki, 1999 yılı basımı. Sonraki yıllarda da yeniden basımları yapılmış ve halen kitapçılarda bulmak mümkün. Ayrıca, kitabın İngilizcesi (Portrait of a Turkish Family) Amazon’da hem kağıt, hem de Kindle ortamında var.

1908 yılı doğumlu olan İrfan Orga kitabında, ailesinin ve kendisinin Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgal yılları ve Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşadıklarını anlatıyor. Yirminci yüzyılın başında, çok varlıklı bir ailede dünyaya gelip, Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı sırasında hem amcasını, hem babasını kaybedişini, sonrasında yaşanan yokluk ve açlık dönemlerini, hepsi yarım kalan Mahalle okulu, Fransız ve Alman okulları derken, Kuleli’ye girişini ve pilot oluşunu… Yazarın piyanist, müzik eleştirmeni, yazar ve yapımcı oğlu Ateş Orga’nın kitabın sonundaki notundan, İrfan Orga’nın daha sonra, İngiliz olan eşi ile evlendiği için Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığını ve sürgün yaşadığı İngiltere’de, vatan hasreti içinde öldüğünü öğreniyoruz.

İrfan Orga, ailesinin öyküsünü 1914 yılının Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki döneminden itibaren anlatmaya başlıyor. Sultan Ahmet Camii’nin arka tarafında, denizi gören, kocaman bir bahçenin içinde, yeşil panjurlu, beyaz bir köşkte, dadı, kalfa, aşçı ve özel arabacı ile yaşanan, refah içinde, mutlu bir hayat… O zamanlar sessiz ve yeşillikler içinde olan bu bölgede, denizin şıpırtısı ve kuş seslerinin verdiği huzur ve mutluluk duygusunu yazar tüm ömrü boyunca özlemle anıyor.

Savaş öncesi dönemde geçen hamam sefası ve sünnet gibi olaylarla ile ilgili bölümler, Sarıyer’deki tatil ve ev yaşantısı anlatımları, hem o dönemde belli bir sosyal sınıfta yer alan ailenin yaşantısını, hem de İstanbul’un şehir olarak, yüz senede nereden nereye geldiğini anlamamızı sağlıyor. Dini vecibelerin yerine getirildiği ama, bayramlarda likör ikram edilen bir ortam. Sokağa çıkarken ferace giyip, peçe takan, öte yandan evin erkekleri ile şarap ve konyak içen büyükanne ve anne… Yeşillikler içinde, masmavi suları ile Marmara Denizi ve Boğaz… Müthiş çiçek tarhları ve bahçeleri ile Sarıyer köşkleri ve tepelerdeki çiftlikler…

Kitap benim için, Birinci Dünya Savaşı, daha sonraki işgal dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İstanbul ile ilgili, ana akım tarih kitaplarımızdan öğrenmediğim ayrıntılar ve olaylarla doluydu. Örneğin, 1918’de İngiliz uçaklarının İstanbul’da Mahmutpaşa’yı bombalaması, işgal sırasında koca mahallelerin casuslar tarafından kundaklanarak ateşe verilmesi ve bunun sonucunda, Orga ailesine olduğu gibi, pek çok varlıklı ailenin peş parasız sokakta kalmaları. Daha sonra, 1925 yılında çıkan şapka kanununa İstanbul’da bile, belli semtlerde direnç gösterilmesi. Açıkçası, bombalama ve yangınlar konusunu hiç bilmiyordum. Şapka kanununa direncin ise sadece Anadolu’nun bazı şehirlerinde olduğu öğretilmişti bize.

Savaş ve işgal döneminde yaşanan korkunç açlık, insanların bir avuç mercimek, pirinç ve küflü ekmek için saatlerce kuyruklarda bekleyip, evlerine elleri boş dönmeleri, aç okul çocuklarının öğretmenleri tarafından yiyecek bulmak için kırlara götürülmeleri… Fenerbahçe’deki sakız ağaçlarında sakız, Fikirtepe’de kuzukulağı, Kalamış’ta bayır turpu bulunca bayram etmeleri. Öte yandan, içten içe yaşanan toplumsal değişimler… Örneğin, 1918 yılında İrfan Orga’nın annesinin peçe takmamaya başlaması yüzünden kayınvalidesi tarafından şiddetle eleştirilmekle kalmayıp (oysa kendisi şarap içmekte bir beis görmemektedir), oturdukları mahallede taşlanması. Tüm bunlar, bizim ancak kişisel tanıklıklardan, belge ve anılardan öğrenip, kavrayabileceğimiz gerçeklikler.

Kanımca, tarihte bir benzeri olmayan Kurtuluş Savaşı’mız ve Cumhuriyet’imizin kuruluş yılları sırasında yaşanan zorlukların, yapılan fedakarlıkların ve ödenen bedellerin bilinmesi elde edilen başarının büyüklüğünün daha çok anlaşılmasını sağlayacaktır. Toplumun bilinçlenerek, kazanımlara sahip çıkması ve geçmiş kuşaklara saygı duyması, hamasi nutuklar veya basma kalıp tarih bilgileri yerine, bu tür paylaşımlarla daha mümkün görünüyor bana. Çevremde, dedesi, büyükannesi, annesi, babası veya başka akrabaları bu dönemlerde yaşamış, bazısı önemli tarihi şahsiyetler olan insanlar var. Sıradan bir yurttaş olup, anılarını anlatmış ya da günlüklerine yazmış olanlar var. Bence bu bilgilerin, yakın çevreden başlayarak, mümkün olan en geniş paylaşımını yapmak önemli ve gerekli.

Aşağıda, babamın anılarından paylaştığım bölüm de Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili. Bu kısacık metin beni çok derinden etkiledi. Babam 1926 doğumlu idi. Alıntı yaptığım bu bölümü, babasının vefatı nedeniyle yazmış.

Rahmetli babam 23 Şubat 1898 tarihinde dünyaya gelmişti. Bu tarihi doğru olarak nasıl saptamıştı bilmiyorum. Fakat doğum gününe çok önem verir, her yıl 23 Şubatta bir tepsi baklava alır, o akşam eve gelen eş ve dostlarla beraber yenirdi.
————-
Babamın vefatına günlerce ve aylarca alışamadım. İçimde sanki bir yere gitmiş te dönecekmiş gibi bir duygu vardı. İçimde büyük bir boşluk hissediyordum. Deneyimleri ve bildikleri bizim için bir destekti. Çok iyi bir insandı, herkesin yardımına koşar, kimsenin kötü olmasını istemezdi. Bizleri de öyle yetiştirmişti. Herkesin birkaç kuruşluk menfaat için, birbirine düşman olduğu bir dünyada bu kadar iyi olmak bazılarınca belki bir zaaf olarak görülebilir, fakat gerçekte bir meziyet ve fazilettir.

Namuslu bir devlet memuru idi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş kuşağın mütevazi bir üyesi idi. Genç yaşta Kurtuluş Savaşı’na katılmış, yirmi dört yaşında on üç yerinden yara almış olmanın gururu ile İstiklal Madalyasını taşırdı. Cumhuriyeti kuran kuşağın ideallerine sahipti.

O’nun meziyet ve faziletini gösteren pek çok olaylar yaşadık. 1935 veya 1936 yıllarından birinde idi. Çorum’daydık. Bir pazar günü babam çalışmak için bankaya gidiyordu. Nevzat ile ikimiz de babama arkadaşlık ederek yolun yarısına kadar yürüdük. Yolun kenarında bir simitçi duruyordu. Nevzat ile ‘’Baba bize simit al’’ dedik. Babam ‘’oğlum bugün ayın sonu, yarın maaş alacağım cebimde o kadar para yok’’ dedi. O zaman bir simitin fiyatı iki buçuk kuruş idi. Biz biraz daha mızıldanınca, babam simitçiye ‘’oğlum simidi damga pulu ile verir misin?’’ dedi ve cebinden damga pullarını çıkardı. Simitçi ‘’amca ben damga pulunu ne yapayım, bana para lazım’’ dedi. Bu olayın anlamını uzun yıllar sonra daha çok takdir ettim. Ayın son günü cebinde bir simit parası bile bulunmayan babamız her zaman başı dik yürürdü. Her devlet memuru gibi ihtiyaç maddelerini bakkaldan, kasaptan, fırıncıdan veresiye alırdık. Ayın ilk günü maaşı alır almaz babamız ilk iş olarak borçlarını dağıtırdı. Bir devlet memuruna yakışır şekilde giyinirdi. Rahmetli annemiz onu kolasız gömlek ve ütüsüz elbise ile gezdirmezdi. Kendisi de arkadaşları da kendilerini devlete adamış örnek devlet memurları idiler. Hepsine Allah rahmet etsin.

Babam, annesi, babası ve kardeşleri ile birlikte (1935-1936)

Başlarken…

red-car-picture

Anılar… Yaşadıklarımızdan geriye kalanlardır anılar… Yaşamımız tüm anılarımızın toplamıdır bir anlamda. Unuttuklarımız ve hafızamızda tutabildiklerimizle birlikte…

Bir ömür boyu biriktirdiğimiz anılardır varoluşumuzu tescilleyen. Bizi, biz yapan. Bize varlığımızı hissettiren. Çağımızın en baş edilemez hastalıklarından biri gibi görünen Alzheimer bu yüzden insana bu denli trajik gelir. Bir ömür boyu biriktirilen anılar yavaş yavaş uçup, giderken köksüz bir varlığa dönüşür insan. Geçmişi ve geleceği olmayan… Julianne Moore’a En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar ödülü getiren “Still Alice” filminde Alice’in ifade ettiği gibi… Sadece bir ömür boyu biriktirilen entelektüel sermaye, beceriler ve duygular değil, anılar da terk eder insanı birer, birer. Okumaya devam et Başlarken…