İstanbul’da Deniz Sefası

Deniz Hamamından Plaja Nostalji

Yine sıcak geçen bir Ağustos ayı, yine bunaltıcı sıcaklar… Tatile gidememiş ya da daha sonra gidecek olanların kendilerini mümkün olabildiğince klimalı alanlara hapsettiği günler… Güzel İstanbul’un bana göre en zor geçen iki ayı. Temmuz ve Ağustos. Ama, elbette bu yaz da geçecek. Üstelik, bu sıcakta bile, şehirde yapılabilecek güzel şeyler var. Sergiler var örneğin gidebileceğiniz. Çok güzel sergiler. Bunlardan biri, 5 Nisandan beri Pera Müzesi’nde sergilenen, “İstanbul’da Deniz Sefası- Deniz Hamamından Plaja Nostalji” sergisi. Ben sergiye iki kere gittim ve her seferinde çok keyif aldım. Sergi hakkında daha önce yazmış olmayı ve haberdar olmayanları bilgilendirmeyi isterdim ama, maalesef fırsat bulamadım. Sergi 26 Ağustosta bitiyor görünüyor. Dilerim, görme fırsatınız olur. Bir ihtimal, zaman zaman bazı sergiler için yapıldığı gibi, süresi de uzatılabilir.

Yurtdışında, şehrin hemen içinden denize girilebilen büyük, küçük yerleşim yerlerini gördükçe İstanbul adına hep hayıflanmış, üzülmüşümdür. Bundan otuz küsur yıl önce İstanbul’a taşındığım zaman, şehrin içindeki plajlar çoktan yok olmuştu. Marmara’da başlayan deniz kirliliği nedeniyle, İstanbullular her yaz güney sahillerine akın etmeye başlamışlardı. Denizin kirlenebileceğine inanmayan kimi cesurlar Adalarda denize girmeye devam ediyorlardı gerçi ama, ölçümlerde çıkan koli basili miktarları kalabalıkların ayağını kesmişti denizden.

Benim, taşınana kadar İstanbul ile pek bir bağlantım olmamıştı. Çok küçükken, Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşu olduğunu sonradan öğrendiğim yerde oturduğumuzu hayal meyal hatırlıyordum. İstanbul’da oturan akrabalarımız da vardı ama, pek gelip gitmemiştik. Buna karşın, 1970’li yıllarda denize girmek için İstanbul’a, örneğin Suadiye Oteline ya da Fenerbahçe’deki askeri kampa gelen arkadaşlarım vardı. Bu olağandı o zamanlar. Bir de, o yıllarda Anadolu yakasının yazlık (o zamanki tabirle, sayfiye) olduğunu bilirdim. Şimdi kulağa çok olağan dışı gelse de, o zamanlar bir kesim kış aylarında Avrupa yakasında oturur, yazın Anadolu yakasındaki kendilerine ait veya kiraladıkları evlere taşınırdı. 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’a taşındığım zaman bile bunu yapan insanlar vardı ve benim gibi Anadolu yakasında sürekli oturanlara hayret ederlerdi.

İstanbul’da insanların denizle bağlarının kesilmesinin nedeni sadece denizin kirlenmesi olmamış. Buna ek olarak, şehrin geçirdiği toplumsal ve kültürel değişim de önemli bir rol oynamış. Bir yandan şehre göç, diğer yandan çarpık kentleşme hem alışkanlıkları hem de plajları yavaş yavaş yok etmiş. Kilyos, Şile ya da Adalar gibi daha uzak yerlerde plajlar hala var tabii ama, ben şehrin içindeki yerlerden söz ediyorum. Son yıllarda, Suadiye, Caddebostan gibi sahillerde belediyenin yaptığı plaj düzenlemelerini ve denize giren kadınları ve erkekleri, az da olsa, görüyoruz. Kendim hiç girmemiş olsam da, düzenlemeyi yapanları da, plajın müdavimlerini de takdirle karşılıyorum. Bu insanların bir kısmı belli bir yaşın üstünde. Bana öyle geliyor ki onlar, serinlemenin, yüzmenin dışında, anılarında özlem duydukları bir döneme tekrar hayat vermeye çalışıyorlar…

Küratörlüğünü tarihçi ve akademisyen Zafer Toprak’ın yaptığı Pera Müzesi’ndeki sergi, çok iyi hazırlanmış. Ayrıntılı ama sıkmayan açıklamalarla birlikte, sergilenen döneme ait fotoğraflar, eşyalar, yağlı boya tablolar, filmler, kitap ve karikatürler insanın içini açan, neşeli bir tarzda düzenlenmiş. Gezerken insan, Cumhuriyet ve laik toplum düzeni ile birlikte büyük bir dönüşüm yaşayan bireylerin mutluluklarını hissedebiliyor. Bu anlamda serginin, her iki gidişimde de gördüğüm çok sayıda genç üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yaşadıkları şehrin geçmişini tanımaları, eski günlerin sadece yokluk ve kasvet demek olmadığını, dahası, bağnazlığın ülke ile beraber İstanbul’u nasıl adım adım ele geçirdiğini görmeleri, öğrenmeleri açısından…

Büyükdere’de Hususi Deniz Hamamları (1907)

Osmanlı döneminde, mahremiyet anlayışının da etkisi ile, İstanbul gibi bir şehirde denize girmek konusu hep yabancı bir kavram, hatta yasak olmuş. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında, kadınlar ve erkekler için ayrı olmak üzere, deniz hamamları yapılmaya başlanmış. Bunlar, deniz kenarında, sırıklar üzerine oturtulmuş, ortasında deniz suyunun girebileceği havuz benzeri bir alan olan bir tür kulübelermiş.

Bakırköy’de Deniz Hamamları (1920’ler)
Fenerbahçe’de Deniz Hamamları (19.yy sonu)
Salıpazarı’ndaki Meşhur Deniz Hamamı (1920’ler)

Deniz hamamları ile birlikte, denize nasıl girileceği, ne giyileceği, hangi saatlerde girilmesinin uygun olacağı ve benzeri konularda yayınlar da yapılmaya başlanmış. Örneğin, 1891 yılında Doktor Binbaşı İbrahim Cemal’in yazdığı Deniz Hamamı Risalesi’nin, “Denize Girmeden Evvel İttihaz Olunacak Tedabir” bölümünden bazı öneriler şöyle:

Bir tabibin (doktor) reyi olmadıkça asla denize girilmemelidir. Denize ne vakit girileceğini ve mekulat (besin) ve meşrubatın nasıl olacağını ve buna mümasil (benzer) bazı husussatı dahi tabib tayin etmelidir.

Karanın içerilerinde bulunanlar denize girmek için sahile vardıklarında iki üç gün meks etmelidirler (beklemelidirler). Bu vaziyet en ziyade küçük çocuklara ve henüz hasta bulunan veya hastalıktan yeni kalkmış olan gençlere variddir.

………….. denize karpuz kabuğu düştükten yani şehr-i Haziranın evasıtından (ortasından) sonra deniz hamamına başlanabilir ise de denize girmek için en münasip olan zaman yaz mevsiminin sonu veya sonbaharın ibtidasıdır (başıdır).

Çocuklar altı yaşını tekmil etmedikçe denize sokulmamalı ve yedi yaşına vasıl olduklarında dahi birdenbire denize götürülmeyip evde evvelce sıcak banyo veya duştan beda’ ile tedricen soğuk suya alıştırıldıktan sonra soğuk deniz suyuyla istihmam (yıkanma) ettirilmelidir.

Sami Yetik (1878-1945)
Salacak-İbrahim Çallı (1882-1960)

1906 yılında Doktor Adanalı Ahmet Şükrü Beyin yazdığı Denize Kimler Girebilir kitabının Çocukların İstihmamı bölümünde ise, çocukların deniz hamamında değil, sahilde, rüzgar almayan, kumsal ve derin olmayan yerlerde denize sokulması ve mutlaka ellerinden tutulması gerektiği yazılı. Bir de, doktora göre, o yerler sürekli güneşli olmalıdır. “Zira deniz gibi güneş de hayattır”…

Şimdilerde plajlarda çok seyrek görüyorum ama, yaşı benimkine yakın olanlar eskiden kum banyosu ya da kuma gömülmenin ne kadar yaygın olduğunu hatırlarlar. Babam da kendini kuma gömdürmeye bayılırdı. Ben de küçük bir çocuk olarak, hızlı hareketlerle onun bana kocaman görünen gövdesini kum ile kaplayıp, bir tepecik yapmaya bayılırdım. Yine sergide edindiğim bilgiye göre öğrendim ki, bu çok eskilere dayanan bir adet. Hatta, sağlıklı olmak için bir tavsiye. İmparatorluk Bahriye Zabıtanından M. Said bey 1913 tarihli kitabında, içerdiği iyot ve tuzlar nedeniyle, denize girdikten sonra yapılacak kum banyosunun ne kadar yararlı olduğunu, romatizma ve benzeri hastalıklara ne kadar iyi geldiğini anlatmış.

Mayo Moda Olmadan Önce Deniz Hamamlarında da Peştamal ve Takunya Kullanılıyormuş

Bir başka önemli konu, denize girerken ne giyileceğidir. Beşiktaşlı Doktor Salahaddin Ali bey, 1918 tarihli, “Hamamlar-Deniz Hamamları ve Denizde Banyo-Banyoların Tesirat-ı Şifaiyyesi ve İstihmamat Suret-i İcrasındaki Şerait-i Sıhhıyye” isimli kitabında erkeklerin peştamal veya don (mayo), kadınların ise bir ceket ve don giymelerinin uygun olacağını belirtmiş. Kadınların daha fazla örtünme gerekliliğini de şöyle açıklamış:

Bu lüzum kadın cildinin inceliği münasebetiyle cüz’i bir yosundan veyahut diğer bir şeyden müteessir ve müteezzi (incinmiş) olmasından ileri gelir. Velhasıl denize bir örtü ve kostüm ile girilmelidir.

Salacak Plajı (1930’lar)
Salacak (1960’lar)
Salacak (1930’lar)

Yine aynı eserde, Doktor Salahaddin Ali bey İstanbul’un hangi bölgelerinde denize girmenin uygun olduğuna da değinmiş. Rumeli yakasında, denize dökülen lağımlar nedeniyle, Küçük Ayasofaya civarı, Kumkapı, Yenikapı ve Samatya’da kesinlikle denize girilmemesini, Bakırköy ve Yedikule’nin nispeten daha iyi olduğunu belirtmiş. Yine Köprü ve Haliç de, suyun kirliliği nedeniyle uzak durulması gereken yerlermiş. Boğazın Anadolu Yakasında, Üsküdar, Çubuklu, Kanlıca ve Göksu (belki de akıntı nedeniyle) uygun bulunmamış. Boğazın Rumeli Yakasında Beşiktaş, Ortaköy, Bebek ve İstinye yerine Arnavutköy tavsiye edilmiş. Anadolu yakasında ise, Kadıköy hariç olmak üzere, Maltepe’ye kadar olan sahil ve özellikle Adalar en uygun yerler olarak nitelendirilmiş.

Florya Plajı (1943)

İstanbul’da, bir devrim olarak nitelendirilen, deniz hamamından plaja geçiş, kendileri de bir devrim sonucu bu şehre kaçan, Beyaz Ruslar sayesinde olmuş. Eski adı ile “Fülürye”de sere serpe denize giren Ruslar sayesinde bir dönüşüm yaşanmış ve 1920’lerden itibaren, kadın ve erkeklerin beraber denize girdikleri plajlar yaygınlaşmaya başlamış. Bu arada, adını fülürye kuşundan alan bu semtin adı da, Rus şivesi ile uğradığı değişim sonucunda Florya olmuş. Florya, deniz ve denizciliğe çok önem veren Atatürk’ün de denize girmek için tercih ettiği yer olmuş. Sergideki filmlerden biri de Atatürk’ün Florya deniz köşkünde çekilmiş sahnelerinden oluşuyor.

Florya’da Beyaz Ruslar (1920’ler)

Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul plajları altın çağını 1960’lara kadar yaşamış. Plajlarda gündüz yüzme, voleybol, yelken ve bunlarla beraber bol bol gösteriş, akşamları orkestra, dans ve caz müziği olmak üzere, eğlenceler hüküm sürmüş. Bütün bunlar bence, II. Dünya Savaşı sonrasının tüm dünyada görülen umut ve neşe dolu havasından da etkilenmiş.

Büyükdere Beyaz Park Plajı’nda Kırlangıç Atlayışı (1932)

Sergide beni de geçmişe götüren pek çok şey vardı. Bunlardan birisi İsmet İnönü ile ilgili. Benim gibi, İsmet İnönü’nün hayatta olduğu zamanları net bir şekilde hatırlayacak yaşta olanlar bilirler. İsmet Paşa her sene, yaz geldiği zaman, Ankara’da oturduğu Pembe Köşk’ten Heybeliada’daki köşküne taşınırdı. Onun askılı mayosu ile iskeleden çivileme atlaması ve deniz sezonunu açması, o zamanların tek televizyon kanalı, siyah beyaz yayın yapan TRT’de mutlaka haberlerde gösterilirdi. Adeta gelenek haline gelen bu görüntüyü, İsmet Paşanın 1973 yılında ölümüne kadar izledik. O yıllarda henüz doğmamış olanlar veya hatırlamayanlar, bu filmi ve İsmet Paşa’nın ünlü mayosunu da sergide görebilirler.

İsmet İnönü’nün Plaj Bornozu ve Mayosu (1930’lar)

Sergiyi gezerken, ister istemez çocukluğuma ve gençliğime döndüm… Serginin anımsattığı güzel şeylerin yanında, ülkede doğru dürüst güneş kremi bile olmaması nedeniyle, her sene kaçınılmaz kadermiş gibi yaşanan ıstakoz gibi kızarma, gece acıdan uyuyamama ve soyulma fasıllarını, bunu önlemek için şehir efsanesi gibi dillerde dolaşan tuhaf reçeteleri hatırladım. Yanıkların üzerine kimi yoğurt, kimi zeytinyağı sürmeyi önerirdi. Bir de, güzel yanmak için sunulan reçeteler vardı. Birayı içip güneşte yatmaktan tutun da, vücuda Coca Cola sürmeye kadar… Bunları hatırlamak şimdi insanı hem hayrete düşürüyor hem de güldürüyor…

Çilingoz Marka Gazoz Şişeleri ve Soğuk Gazoz Satışında Kullanılan Leğen
1940’lardan Kalma Mayo ve Bikini Üstü
İlk Kadın Ressamlardan Melek Celal Sofu-Moda (1930’lar)

Sanırım henüz ozon tabakası bu kadar tahrip olmadığı için, plajlarda o kadar çok şemsiye, insanlarda da gölge arayışı pek yoktu. Esasen, ozon tabakasından da kimsenin haberi yoktu o zamanlar. O nedenle, eski resimlere bakarsanız, insanların çoğunlukla kumsalın ortasında öylece oturduğunu görürsünüz. Ne bir şemsiye ne bir tente… Plajların en anlı şanlısında bile şezlong, minder hak getire. Havlunu yayar otururdun çoğunlukla. Günümüzdeki gibi bangır bangır müzik çalındığını ise, hiç hatırlamıyorum.

Ünlü Süreyya Plajı-Maltepe
Caddebostan Plajı ve Ragıp Paşa Köşkü (1930’lar)

Zaman zaman “başa güneş geçmesi” denilen o facia olurdu bir de. Bana da birkaç kere olmuştu. Fazla güneşte kalmaktan olduğu söylenen ateş ve mide bulantısı. Sözde önlediği düşünülerek, kumsalda yapılan ilk işlerden biri, çocukların kafalarını ıslatmak olurdu. Kafa demişken, kadınların ve biraz büyümüş kız çocuklarının saç bonelerinden söz etmeden olmaz. Genelde tek renkli ve sade olan bu bonelerin 70’li yıllarda fosforlu renklerde, kimi kabartma çiçeklerle kaplı, süslü olanları çıkmıştı. Sonradan denizde saç bonesi kullanmak tarihe karıştı.

Eskilerden deniz ve plaj denince aklıma gelen bir başka şey de, nedense, o zamanlar ağabeyimin meraklı olduğu İngilizce çizgi mizah dergisi Archie olur hep. Tüm yıl boyunca çıkan sayılarında Archie’yi elde etmek için zaten sürekli yarışan zengin Veronica ve Betty, yazın giydikleri çeşit çeşit bikinileri ile rekabeti artırırlardı. Bazen birinin, kimi zaman diğerinin kazandığı maceraları okumaya ve kızların kıyafetlerini incelemeye bayılırdım doğrusu.

Çocukluğumla ilgili hiç unutmadığım anımı ise en sona bıraktım… Sergiyi gezerken yine tüm canlılığı ile hatırladığım bu olay, bazen sebepsiz yere de aklıma düşer. Olayı tüm canlılığı ile tekrar hatırlar, ürperirim. Bu bir boğulmaya ramak kalma olayıdır…

Annem…Selanik (1960’ların başı)

Sanırım dört beş yaşlarındaydım. Selanik’te plajdaydık ve aynı yaştaki arkadaşım Nancy ile sahilde oynuyorduk. Annemler de biraz geride ama suya yakın, beni görebilecekleri bir yerde oturuyorlardı. Arada ne olduğunu, nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, birdenbire Nancy ile karşılıklı bir pozisyonda, iki elimizle birbirimize tutunmuş bir halde sürekli suya batıp çıkmaya başladığımız. Birbirimize sesleniyor ya da seslenmeye çalışıyor, her seferinde de inanılmaz su yutuyorduk. Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyorum. Su yuttukça öksürüyor, öksürdükçe ve konuşmaya çalıştıkça daha çok su yutuyorduk…

Birden, bir elin sırtımdan bana sarılarak beni kaldırdığını hissettim. Aynı kişi diğer eliyle de Nancy’i benzer şekilde kavramıştı. Bu, Amerikalı bir kadındı. Bizi kıyıya çıkardığında hala olayın şokunda idik ve uzun süre öksürmeye devam ettik. Söylenen oydu ki, açıktan geçen bir geminin dalgası bizi kıyıda oynarken kapıp, açıklara doğru götürmeye başlamıştı. Annelerimizin gözü önünde olsak da, birkaç saniyelik bir boşlukta biz, dalgaların eline düşmüştük. Bizi gören ve izleyen Amerikalı kadın boğulmak üzere olduğumuzu anlamış ve hemen kurtarmaya koşmuştu. Bu olaydan sonra, gerçekte ne kadar olduğunu bilmediğim, ama bana çok uzun gelen bir süre denize girmediğimi hatırlıyorum. Korkumu yenmem epeyce zaman almıştı.

Nancy ile Birlikte Plajda. Henüz Mayolarımızı Giymemişiz
Selanik (1960’ların başları)

Füreya…

Küresel ısınmanın mevsimleri birbirine karıştırdığı bu Aralık ayında, güneşin pırıl pırıl parladığı bir gün, Kadıköy’den vapurla Beşiktaş’a geçtim. İnsanın inanması zordu ama, hava 18 derece idi. Öğle vakti bindiğim vapur fazla kalabalık sayılmazdı. Vapurun arka tarafındaki açık alana oturdum. Benim dışımda, yaşları bir hayli ileri bir karı koca vardı. Vapur hareket edince, yanlarında getirdikleri simitleri küçük parçalara bölüp, martılara atmaya başladılar. Bir süre, hem uzun beraberliklerini güzel bir dostluğa dönüştürmüş bu çifti hem de sevinçten çılgına dönmüş gibi bağırarak, vapurun yanında uçan martıları izledim. İrili ufaklı martılar, belli bir düzen içinde vapurdaki bu besin kaynağına yanaşıyorlardı. Hiç biri birbirini itmeye, sıranın dışına atmaya çalışmıyordu. Sonrasında, simit parçasını kapan martı kendini rüzgara bırakarak, vapurdan uzaklaşıyordu.

Yaşlı karı kocanın simitleri bitip de, martıların bizim tarafa ilgisi yok olunca, birden önümde, vapurun daha da yukarısına çıkan, karşılıklı iki merdiven olduğunu fark ettim. Yukarda, üstü açık bir oturma bölümü daha vardı. Kısa bir tereddütten sonra, üst kata çıkmaya karar verdim.

Vapurun üst tarafı gençlerle doluydu. Ben de kıç tarafın en arkasına geçip, oturdum. Üşür müyüm diye boşuna endişelenmişim. Hava harika idi. Keyifle, bu ilkbaharı çağrıştıran günün ve hiçbir zaman bakmaya doyamadığım İstanbul manzarasının tadını çıkarmaya koyuldum. Ardımızda köpükler bırakarak, yol aldık.

Doğrusu, buluşmak için bu günü seçmekle çok isabetli bir karar vermiştik arkadaşımla. Sevinçle buluştuk Beşiktaş’ta. Güzel havanın, dostluğun, arkadaşlığın ve gönüldaş olduğunu bilmenin sevinci ile…

Planımız, sohbetle harmanlanmış güzel bir öğle yemeğinden sonra, Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın sergisini gezmekti. Füreya, hayatta olduğu dönemde de çok saygı duyduğum, beğendiğim bir sanatçıydı. 1994 yılında, 40. sanat yılı için Maçka Sanat Galerisinde açılan sergisine gitmiş, Ayşe Kulin’in Füreya kitabını okumuştum. Ona duyduğum ilgi, hem sanatına, kişiliğine ve duruşuna olan saygımdan, hem de mensubu olduğu aileden dolayı idi. Bir dönem, Şakir Paşa Ailesi ile ilgili bulabildiğim her şeyi okumuştum. Her biri başlı başına bir değer olan sanatçılarla dolu bu aile kanımca, Osmanlı’nın son döneminde Batılı bir yaşam anlayışına sahip, kadını erkeği ile yabancı dil bilen, entelektüel bireylere sahip Osmanlı ailelerinin en iyi örneklerinden birisi. Bu bana, toplumumuzda bu gün var olan, muhafazakar ve laik ayrımının, yaşam tarzları açısından birbirinden çok uzak kesimlerin varlığının ve bunların birbirleri ile mücadelesinin 100-150 yıl öncesine kadar gittiğini de düşündürüyor. Bazı kafalardaki “Osmanlı” toplumu kavramının aksine, toplum bu gün nasıl homojen değilse, o gün de değildi.

16. Yaş Günü Hediyesi Olarak Füreya’ya, Teyzesi Fahrelnissa Zeid Tarafından Yapılıp, Verilen Portresi

Bu yıl kuruluşunun 60. yılını kutlayan Kale grubu, gerçekten çok anlamlı bir iş yapmış ve bu vesile ile, ölümünün 20. yılı olan Füreya’yı bir retrospektif sergi ile anmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış. Bunu akıl eden, emek veren, küratörlüğünü yapan herkesi kutluyorum. Bu serginin, aynı çatı altında toplanmış en kapsamlı Füreya sergisi olduğu belirtiliyor. Eserlerin yanında, aslında yeğeni olup, daha sonra sanatçının evlat edindiği Sara Koral Aykar’ın sergilenmesine izin verdiği belgeler de, bir o kadar değerli ve ilginç. Seramik yaparken kullandığı aletler, mektuplar, makbuzlar, günlüğü, verdiği bir davete ait ve üstünde Atatürk’ün imzası olan bir yemek menüsü bunlardan bazıları. Okuduğum bir söyleşide belirttiğine göre, Sara Koral Aykar halasına ait her şeyi yıllardan beri evinde, sandıklarda ve depolarda saklıyormuş. Doğrusu, arkalarında bıraktıkları eser, bilgi ve belge konusunda Füreya kadar şanslı olmayan, dünya tarihine geçmiş iki kişi aklıma geldikçe benim her zaman yüreğim yanar. Büyük Fransız edebiyatçı Marcel Proust (1871-1922) öldüğü zaman, geride kalan sandıklar dolusu el yazması müsveddeleri, ağabeyinin hanımı tarafından yırtılarak, yakılarak yok edilmiş… Leonardo da Vinci (1452-1519) ölünce ise, binlerce sayfalık el yazmaları, çizimleri ve eskizleri, öğrencisi ve hayat arkadaşı, ressam Francesco Melzi’ye kalmış. Daha sonra evlenen ve çocuk sahibi olan Melzi’den sonra ise, varisleri Leonardo’ya ait bu belgelerin ve çizimlerin bir kısmını hurda kağıt olarak satmışlar. Uzmanlar günümüze kalan belgelerin, Leonardo da Vinci’nin notlarının üçte biri bile olmadığını belirtiyorlar. Bu nedenle, Sara Koral’ı çok takdir ettim. Dilerim, bir sonraki kuşak da aynı titizliği gösterir. Her ne kadar Füreya eserlerinin müzelere hapsedilmesini hiçbir zaman istememişse de, belki ilerde onun adına bir müze de olur.

Gençlik Yılları

Füreya Koral 1910 yılında doğmuş. Dayısı yazar Cevat Şakir (nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı), ressam teyzeleri Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger, kuzeni ressam Nejad Devrim, tiyatro oyuncusu ve yönetmeni kuzeni Şirin Devrim, onun içine doğduğu Şakir Paşa ailesi hakkında bir fikir veriyor. Köklü ve entelektüel bir Osmanlı ailesi iken, Cumhuriyet’in (özellikle kadınlara) getirdiği özgürlük ortamında, sanatsal olarak iyice serpilen ailenin bu sanatçı bireylerinin her birinin yaşam öyküsü, ayrı bir roman konusu olabilir. Füreya da, 87 yıllık ömrüne bir değil, pek çok hayatlar sığdırabilmiş bir insan…

Füreya Koral, ailenin diğer sanatçı üyelerine göre, çok daha geç yaşta sanat ile ilgilenmeye başlamış. Genç yaşta Bursa’lı bir çiftlik sahibi ile yaptığı evlilik sırasında hem şiddet görmüş, hem de iki bebeğini kaybetmiş. İkinci evliliğini ise, Atatürk’ün silah arkadaşı, Kılıç Ali ile yapmış. Kendisinden 33 yaş büyük Kılıç Ali, Füreya’yı Atatürk’ün sofrasında görüp, aşık olmuş. Bundan sonra Ankara’ya taşınan Füreya, Atatürk’ü sık sık evinde ağırlamış, onun bulunduğu davetlere katılmış. Esasen, kendisinin Atatürk ile tanışıklığı çocukluğuna kadar gidiyormuş. Füreya’nın babası Emin Paşa, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sıra arkadaşı imiş. İlginç bir şekilde, Füreya’nın Atatürk ile ilk karşılaşması, o henüz 9 yaşında iken ve Atatürk Samsun’a hareket etmeden bir gece önce olmuş. Yola çıkmadan önce Emin Paşa ile gizli konuşmak isteyen Atatürk, evde hiç kimsenin, hizmetlilerin bile olmamasını istemiş. Emin Paşa’nın dışında evde bir tek Füreya varmış. Atatürk, Fransızca bilen, keman çalan ve resim yapan bu zarif kız çocuğu ile ilgilenmiş. Hatta, Füreya’nın günlüğüne, ülkenin kendisi gibi iyi yetişmiş kızlardan, genç kadınlardan çok şey beklediğini bile yazmış… Günlükteki bu sayfayı da sergide görmeniz mümkün.

Arayış Yılları…
Sulu Boya ve Baskılar

Füreya seramik yapmaya, Kılıç Ali ile evliyken yakalandığı verem hastalığı sırasında başlamış. O zamanların korkulan hastalığı verem, ona hayatta büyük bir tutku ve amaç getirmiş. Tedavi için gittiği Fransa,’da ve İsviçre’de yattığı sanatoryumda, teyzesinin de teşviki ile sanatçı olma yolculuğu başlamış.

Füreya, eserlerinin daima hayatın içinde, insanların evinde olmasını istemiş. Onun için, duvar tabakları, ev objeleri üretmiş. İstemiş ki, insanlar yapıtlarını kullansınlar, hayatlarının bir parçası yapsınlar. Daha sonra, camilerdeki çinilerden esinlenerek, duvar panoları yapmaya başlayınca, istemiş ki insanlar otele, çarşıya, bankaya gittikleri zaman başlarını çevirsinler ve onun yapıtlarını görsünler. Bu dönemde yaptığı duvar panoları için günlerce, aylarca, daracık iskelelerin üstünde keyifle ve zevkle çalışmış. Sergide, aralarında Hilton oteli için yaptığı duvar panosunun da bulunduğu bazı yapıtlarının yok olduğunu öğrenmek üzücü oldu. Ne büyük vefasızlık… Öte yandan, ülkemizde bu vefasızlıkların ne çok örneği var…

Pipoluk
Her Zaman Kullanılabilecek Çanaklar

Seramik, zaman içinde Füreya için o kadar büyük bir tutku haline gelmiş ki, sabah yataktan kalkar kalkmaz seramik hamuru yoğurmaya başlarmış. Sanatçılarla, bu faaliyetleri hobi olarak yapanlar arasındaki en önemli fark, bu inanılmaz tutku ve azim olsa gerek.

Füreya’nın İstanbul Hilton İçin Yaptığı Sehpalar

Kendini sanata verdikçe ve çevresi sadece sanatçılardan oluşmaya başlayınca, Kılıç Ali ile olan evliliği de sona ermiş. Zaten, Atatürk’ün ölümünden sonra Kılıç Ali de gittikçe içine kapanmış. Böylece, yollarını ayırmışlar. O artık, gündüzleri çılgınca üretiyor, akşamları Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Azra Erhat gibi dostlarına sofralar hazırlıyormuş.

Duvar Tabakları

Füreya, sanat yaşamı boyunca sadece kendini geliştirmekle kalmamış, boşandıktan sonra yaşadığı Şakir Paşa ve Arif Bey apartmanlarında atölyesini, fırınını gençlere açarak, pek çok seramik sanatçısının yetişmesine katkıda bulunmuş. Alev Ebüzziya, Birgül Başarır, Binay Kara bunların bazıları.

Evler… Evler…

Sanat yaşamı boyunca bıkmadan üretmiş, yeni şeyler denemiş, sorgulamış, geleneksel olan ile yeniyi müthiş bir ahenkle harmanlamış Füreya. Sonra… Sonra, “artık söyleyecek yeni bir şeyim kalmadı” demiş ve fırınını satmış, atölyesini dağıtmış. Sıra dışı bir yaşamı olan bu güçlü kadın, ölümü de aynı metanet ve cesaretle karşılamış… Ölümünden önce, 1997 Ağustos ayında Boğaz kenarında, araba ile yaptığı son gezintide, Nazım Hikmet’in dizesi dökülmüş dudaklarından:

“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü…”

Füreya Koral, 26 Ağustos 1997 günü, Osmanoğlu Kliniğinde vefat etmiş. 28 Ağustos’da, Dolmabahçe, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kılınan namazdan sonra cenazesi, motorla götürüldüğü Büyük Ada’daki aile kabristanında defnedilmiş.

Füreya’yı bir sanatçı olarak hep desteklemiş olan teyzesi, Fahrelnissa Zeid’in birkaç ay önce Tate Modern’deki sergisinden sonra, kendi retrospektif sergisinin açılmış olması ne kadar hoş.

Sergiyi, 18 Ocak 2018 tarihine kadar, Akaretler, Sıraevler No:16’da gezebilirsiniz.

——————————————————

Yararlanılan Kaynaklar:
(1) Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Milliyet Yayınları.
(2) Füreya, Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi.
(3) Sıra Dışı Bir Kadın, Hüzünlü Bir Aile- Sara Koral Aykar ile ropörtaj, Sabah Gazetesi, 26/11/2017