Eşyaların da Yaşam Yolculukları Var…

Antikacı dükkanlarını sever misiniz? Ben, konunun uzmanı gerçek tutkunlar kadar sık olmasa da, severim antikacılara gitmeyi. Ankara’da Kaleiçi ve Samanpazarı’ndaki antikacılara gitmişliğim vardır. İstanbul’da Çukurcuma ve Kadıköy’deki antikacılara da giderim arada. Her zaman bir şey de almam. Bakmakla yetinirim çoğunlukla.

Antikacılardan içeri her adım attığımda benzer ve karmaşık duygular yakalar beni. Onların o kendine özgü eski ahşap, toz ve biraz da havasızlık kokan ortamı beni hüzünlendirir. Bazısı gerçekten çok güzel ve zarif olan bu eşyaların, masaların, dolapların, sandalyelerin, konsol ve gardıropların o terkedilmiş hali beni üzer. Kim bilir ne günler görmüş, sahiplerinin kaderlerine koşut olarak neler yaşamışlardır? Acaba şu tuvalet masasında kimler oturup süslenmiştir? Belli ki İkinci Dünya Savaşı yıllarını geçirmiş şu radyonun düğmelerini kimler, hangi haberleri dinlemek umuduyla çevirmiştir? Evin büyüğü mutlaka, “Radyoyu açın da, ajansı dinleyelim”, demiştir. Benim çocukluğumda da haberler yerine ajans kelimesi kullanılırdı.

Kadıköy Antikacılar Çarşısında her dükkan ayrı bir dünya…

Her eşyanın mutlaka bir öyküsü, bir hayat çizgisi vardır. Üstünde yazılarımı yazdığım bu masa örneğin… Birkaç yıl önce bir antikacıdan almıştık. Yüz yıl civarında bir geçmişi olduğunu söylemişti dükkan sahibi. Başına her oturuşumda yeniden cilalanmış yüzeyinde elimi gezdirir, arada yazmaya ara verir, zarif pirinç süslemelerini okşarım. Bir zamanlar üstünde ne yazılar, ne mektuplar yazılmış olabileceğini düşünmekten hoşlanırım. Ağdalı bir dille yazılmış bir iş mektubu ya da dokunaklı bir aşk mektubu. Belki de bir veda mektubu. O, kaliteli kağıtlara mürekkepli kalem kullanılarak el yazısı ile yazıların yazıldığı zamanlardan kalma… Ama, artık üzerinde büyükçe bir ekran ve bir klavye var. Dolmakalemin kağıt üzerinde çıkardığı hoş ses yerine de, klavye tıkırtısı…

Yazı masam kim bilir neler gördü neler geçirdi…

Antika olsun olmasın, eşyaların parçası oldukları hayatlar ve onlarla ilgili anılar, sahiplerinin değişmesi ya da ölmesi ile birlikte bilinmez olurlar. Demode ya da eski bulduğunuz eşyaların bir hikayesi vardır. Belki zamanında çok beğenilerek alınmış ya da hediye edilmişlerdir. Ayrıca, bilmediğiniz halde, çok değerli de olabilirler. Belki dünyanın değişik yerlerinden alınmış, çok özel şeylerdir. Toplum olarak, eşyaların aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda çok başarılı olduğumuz söylenemez. Bizde aile büyükleri öldüğü zaman, çoğu şey atılır veya yok fiyata satılır. O nedenle çoğu evde, bırakın birkaç kuşak öncesinden, anne babalardan bile kalmış ufacık bir şey zor bulunur. Zevklerin zamanla değişmesi normal. İnsanların kendi evlerinde yer olmaması da geçerli bir sebep. Ama yine de, aile belleklerimizi canlı tutacak bir iki parça kişisel eşyanın ya da mobilyanın gelecek kuşaklara kalması çok güzel bence.

Babaannemden kalma iki tane koltuk var. Hani şu kolları ahşap olan, eski tip koltuklardan. Ahşap yerleri ve döşemeleri elden geçirilmiş halde, çağdaş mobilyalarla uyumlu bir şekilde salonda yerlerini aldılar. Bana sık sık çocukluğumu anımsatıyorlar. Babaannemin ayda iki kere yapılan günlerini, aile toplantılarını, salonu boş bulduğumuz zaman yaşları bana yakın kuzenlerimle oynadığımız koltuk kapmaca oyunlarını hatırlatıyorlar.

Bundan otuz sene önce babaannem öldüğü zaman, hepimizin büyükleri vefat ettiğinde yapılanlar yapılmış, paylaşılacaklar paylaşılmış, atılacaklar, satılacaklar organize edilmişti. Ben süreci çok yakından izlememiştim ama, babamın bana söylediği bir cümle hala aklımdadır. “Kızım, bir evin kapatılması çok acı”, demişti. Çok üzgün olduğunu görebiliyordum ama, ne yaşadığını o zaman tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Anlamam için, aradan bir yirmi sekiz yıl geçmesi ve daha önce vefat eden babamın ardından, annemin de vefat etmesi gerekiyormuş. İnsan hiçbir şeyi, kendi başına gelmeden tam olarak anlayamıyormuş gerçekten. Altmış dokuz yıllık bir hanenin kapanması bana son derece acı gelmişti. Alınış ya da hediye ediliş öykülerini bildiğim, kimi bol kahkahalı neşeli günleri kimi acıları anımsatan eşyaları elden geçirmek çok zor olmuştu.

Burası, Kadıköy Antikacılar Çarşısında yazı masamı aldığımız dükkan

Bizim evlerimizin başına gelecek olan da benzer olacak, şüphesiz. Nereden, nasıl alındığı veya değerinin ne olduğu bilinmeyebilecek şeyler bir çırpıda yok olabilecek. Ben, belki üzerlerinde birkaç dakika daha durulur düşüncesi ile, bazı ufak tefek eşyanın altına küçük etiketler koymaya başladım. Üzerlerinde nereden, ne zaman alındıklarını veya kimin tarafından hediye edildiklerini belirten etiketler. Dediğim gibi, belki en azından, söz konusu eşyaların kaderlerini tayin etme konusunda çok aceleci davranılmaz böylelikle…

Geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) bir etkinliği için Pera Müzesi’ne davet edilmiştim. Öncesinde, müzenin kafesinde bir açık büfe kahvaltı vardı. Yağmurlu ve oldukça karanlık bir sonbahar günüydü. Zamanında gidebilmek için her zamankinden oldukça erken kalkmış, üstelik de yolda epeyce üşümüştüm. Salon henüz çok fazla dolu değildi. Gözüme kestirdiğim bir masaya oturdum. Yerleşip biraz soluklandıktan sonra, kahvaltı büfesinden bir şeyler almak için kalktım ve kuyruğa girdim.

Önce, onu fark etmedim… Salonun bir köşesi ile kahvaltı büfesinin başlangıç tarafı arasında sıkışıp kalmıştı. Siyah, kuyruklu bir piyano. İlk bakışta herhangi bir piyano. Sonra, üstünde bir açıklama olduğunu gördüm ve yaklaşıp okudum. Şaşırdım, kaldım… O piyanoyu o kafede daha önce de görmüştüm ama, demek ki yanına hiç yaklaşmamışım. Üzerine konan açıklamayı görmemişim. Oysa işte, eşyaların tahmin edemeyeceğimiz bir kader çizgisine sahip olabileceklerine dair müthiş bir örnek. Şanslı da üstelik. Nereden geldiği, kaç kere el değiştirdiği biliniyor. Bir de hangi ünlülerin parmaklarının tuşlarında dolaştığı… Pek çok ünlü besteci ve piyanistin kaybolup gitmiş piyanolarını düşününce, müthiş bir şans gibi geliyor insana. Tabii ki, hiçbir şeyin garantisi yok şu dünyada. Ama, en azından şimdilik, güvenli ellerde.

Siz, 20. yüzyılın en büyük sopranolarından biri kabul edilen Maria Callas’ın piyanosunun İstanbul’da olduğunu biliyor muydunuz? Belki de biliyorsunuz. Öyle ya, benim bilmiyor olmam pek çok kişi tarafından bilinmiyor demek değil. Doğrusu, ben bilmiyordum. O nedenle  o kadar çok şaşırdım. Hayranlarının “La Divina” diye hitap ettikleri o muhteşem sesin sahibine ait bir piyano, olsa olsa Yunanistan’da olur diye düşünürdüm ben. Ama, işte öyle olmamış, bu piyano ilginç bir şekilde İstanbul’a gelmiş. Bu konu hakkında birkaç makale, hatta bir roman bile yazılmış. Ancak, ben atlamışım hepsini.

Maria Callas

Pera Müzesi’nin kafesinde duran bu Steinway piyano herhalde Callas’ın piyanolarından sadece biriydi. Ama büyük olasılıkla ilk piyanosu idi. İlginç bir şekilde, önce Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve Yunanistan’a gelmiş. Sonra önce Ankara’ya, oradan İstanbul’a ulaşmış. Dedim ya, eşyaların ilginç öyküleri olabiliyor…

Doğduğunda adı Maria Kalogeropoulou olan Maria Callas, 2 Aralık 1923 günü New Yok’da doğmuş. Yunanlı anne babası, Maria 13 yaşındayken boşanmışlar. Annesi boşandıktan sonra Maria’yı ve ablasını alarak gemi ile, yaşamlarını sürdürmek üzere, Atina’ya doğru yola çıkmış. Bu yolculuk sırasında götürdükleri eşyalar arasında, Maria’ya babasının New York’ta aldığı piyanosu da varmış. Piyanonun serüveni işte böyle başlamış. Gemi, Atlantik’i aşıp Cebelitarık’tan geçmiş ve Yunanistan’da Pire limanına yanaşmış. Kızının müzik yeteneğinin farkında olan annesi, Maria’nın eğitimine Atina konservatuarında devam etmesini sağlamış. Burada, geleceğin Maria Callas’ının yolu, zamanın büyük bir koloratur sopranosu ile kesişmiş. Elvira de Hidalgo (1892-1980) ile…

Elvira de Hidalgo (1892-1980)

İspanyol bir soprano olan Elvira de Hidalgo, efsanevi İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ile defalarca sahneye çıkacak kadar parlak bir kariyerden sonra, İkinci Dünya savaşının başlarında, İtalya’dan ayrılıp, Atina’ya gelmiş. Hem operada primadonna olarak sahneye çıkmış hem de konservatuarda şan hocalığı yapmış. Bu sırada, Maria Callas da Elvira de Hidalgo’nun öğrencisi olmuş. İnternette izlediğim bir söyleşisinde Callas, İspanyol hocasından çok şey öğrendiğini, özellikle göğüs kafesini kullanmak konusundaki başarısını ona borçlu olduğunu söylüyor.

Savaş, yarattığı tüm yıkım ile Yunanistan’a yaklaşırken, Maria Callas Atina’da çok genç yaşta opera sahnesine çıkmaya başlamış. 1945 yılında tek başına, New York’taki babasının yanına dönmeye karar vermiş. Dönerken de, piyanosunu sevgili hocasına armağan etmiş. Çalması ve çaldığı zaman Callas’ı hatırlaması için… Maria Callas, başarılar, çalkantılar ve skandallarla dolu bir yaşama doğru yol alırken, Elvira de Hidalgo’yu ve artık onun olan piyanoyu da çok farklı bir kader bekliyormuş.

Maria Callas hocası Elvira de Hidalgo ile birlikte

O zamanlar, Ankara’da Devlet Konservatuarı, Devlet Operası ve Tiyatrosu’nun kuruluş yılları. Bunun için, Alman oyuncu, eğitmen, tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert (1887-1980) Ankara’ya davet edilmiş. Carl Ebert, Nazi karşıtı olduğu için Almanya’yı terk edip Arjantin’e yerleşmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş ve on yıl burada yaşamış. Ebert, Ankara Konservatuarı’nı kurduktan  sonra Atina’da bulunan Elvira de Hidalgo’yu Ankara’ya davet etmiş. Savaş sırasında Almanların, İtalyanların ve Bulgarların saldırısına uğrayan Yunanistan’da o sırada açlık ve yokluğun iyice artması üzerine, Hidalgo bu daveti seve seve kabul etmiş. Öğrencisinin hediyesini geride bırakmak istemediği için de, Callas’ın piyanosu onunla birlikte, bu kez tekrar Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelmiş. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konmuş. Yıl, 1945.

Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalmış ve bu sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunmuş. Hidalgo 1947 yılında rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Ancak, Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo Dinar’a bırakmış. Ünlü bir hukukçu olan Dinar, küçük yaşta keman ve piyano çalmayı öğrendiği için müzik ile yakından ilgiliymiş. Bu anlamda, Maria Callas’ın piyanosunun şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, evde çok yer kapladığı gerekçesi ile piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da, birkaç gün sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olmuş. Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek razı edebilmiş.

Yiğit Okur’un kitabı, Maria Callas’ın piyanosunun serüveninin üzerine kurgulanmış bir roman

Mordo Dinar gibi Galatasaray Lisesi mezunu ve hukukçu olan, edebiyatçı Yiğit Okur, Suna ve İnan Kıraç’ın verdiği bir davette, Maria Callas’ın piyanosunun öyküsünü sahibinden dinlemiş. Çok etkilenmiş. Piyanonun insana neredeyse inanılmaz gelen bu serüveni, onun Piyano isimli romanının esin kaynağı olmuş. Dinar 2002 yılında öldüğü zaman, kendisinin İspanya’da yaşayan kızı piyanonun akıbeti konusunda Yiğit Okur’dan yardım istemiş. Öyküsünü romanlaştırdığı piyanoya sahip çıkmasını rica etmiş. Bunun üzerine Yiğit Okur, piyanoyu almaları için Suna ve İnan Kıraç çiftine teklifte bulunmuş. Emin ellerde olması ve Pera Müzesi’nde sergilenmesi için. Mordo Dinar’ın kızı bunun karşılığında sadece, İstanbul’a gelirse Boğaz’daki salaş lokantalardan birinde kendisine rakı ve lüfer balığı ısmarlanmasını istemiş…

Maria Callas’ın piyanosu artık Pera Müzesi’nde…

İstanbul’da Deniz Sefası

Deniz Hamamından Plaja Nostalji

Yine sıcak geçen bir Ağustos ayı, yine bunaltıcı sıcaklar… Tatile gidememiş ya da daha sonra gidecek olanların kendilerini mümkün olabildiğince klimalı alanlara hapsettiği günler… Güzel İstanbul’un bana göre en zor geçen iki ayı. Temmuz ve Ağustos. Ama, elbette bu yaz da geçecek. Üstelik, bu sıcakta bile, şehirde yapılabilecek güzel şeyler var. Sergiler var örneğin gidebileceğiniz. Çok güzel sergiler. Bunlardan biri, 5 Nisandan beri Pera Müzesi’nde sergilenen, “İstanbul’da Deniz Sefası- Deniz Hamamından Plaja Nostalji” sergisi. Ben sergiye iki kere gittim ve her seferinde çok keyif aldım. Sergi hakkında daha önce yazmış olmayı ve haberdar olmayanları bilgilendirmeyi isterdim ama, maalesef fırsat bulamadım. Sergi 26 Ağustosta bitiyor görünüyor. Dilerim, görme fırsatınız olur. Bir ihtimal, zaman zaman bazı sergiler için yapıldığı gibi, süresi de uzatılabilir.

Yurtdışında, şehrin hemen içinden denize girilebilen büyük, küçük yerleşim yerlerini gördükçe İstanbul adına hep hayıflanmış, üzülmüşümdür. Bundan otuz küsur yıl önce İstanbul’a taşındığım zaman, şehrin içindeki plajlar çoktan yok olmuştu. Marmara’da başlayan deniz kirliliği nedeniyle, İstanbullular her yaz güney sahillerine akın etmeye başlamışlardı. Denizin kirlenebileceğine inanmayan kimi cesurlar Adalarda denize girmeye devam ediyorlardı gerçi ama, ölçümlerde çıkan koli basili miktarları kalabalıkların ayağını kesmişti denizden.

Benim, taşınana kadar İstanbul ile pek bir bağlantım olmamıştı. Çok küçükken, Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşu olduğunu sonradan öğrendiğim yerde oturduğumuzu hayal meyal hatırlıyordum. İstanbul’da oturan akrabalarımız da vardı ama, pek gelip gitmemiştik. Buna karşın, 1970’li yıllarda denize girmek için İstanbul’a, örneğin Suadiye Oteline ya da Fenerbahçe’deki askeri kampa gelen arkadaşlarım vardı. Bu olağandı o zamanlar. Bir de, o yıllarda Anadolu yakasının yazlık (o zamanki tabirle, sayfiye) olduğunu bilirdim. Şimdi kulağa çok olağan dışı gelse de, o zamanlar bir kesim kış aylarında Avrupa yakasında oturur, yazın Anadolu yakasındaki kendilerine ait veya kiraladıkları evlere taşınırdı. 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’a taşındığım zaman bile bunu yapan insanlar vardı ve benim gibi Anadolu yakasında sürekli oturanlara hayret ederlerdi.

İstanbul’da insanların denizle bağlarının kesilmesinin nedeni sadece denizin kirlenmesi olmamış. Buna ek olarak, şehrin geçirdiği toplumsal ve kültürel değişim de önemli bir rol oynamış. Bir yandan şehre göç, diğer yandan çarpık kentleşme hem alışkanlıkları hem de plajları yavaş yavaş yok etmiş. Kilyos, Şile ya da Adalar gibi daha uzak yerlerde plajlar hala var tabii ama, ben şehrin içindeki yerlerden söz ediyorum. Son yıllarda, Suadiye, Caddebostan gibi sahillerde belediyenin yaptığı plaj düzenlemelerini ve denize giren kadınları ve erkekleri, az da olsa, görüyoruz. Kendim hiç girmemiş olsam da, düzenlemeyi yapanları da, plajın müdavimlerini de takdirle karşılıyorum. Bu insanların bir kısmı belli bir yaşın üstünde. Bana öyle geliyor ki onlar, serinlemenin, yüzmenin dışında, anılarında özlem duydukları bir döneme tekrar hayat vermeye çalışıyorlar…

Küratörlüğünü tarihçi ve akademisyen Zafer Toprak’ın yaptığı Pera Müzesi’ndeki sergi, çok iyi hazırlanmış. Ayrıntılı ama sıkmayan açıklamalarla birlikte, sergilenen döneme ait fotoğraflar, eşyalar, yağlı boya tablolar, filmler, kitap ve karikatürler insanın içini açan, neşeli bir tarzda düzenlenmiş. Gezerken insan, Cumhuriyet ve laik toplum düzeni ile birlikte büyük bir dönüşüm yaşayan bireylerin mutluluklarını hissedebiliyor. Bu anlamda serginin, her iki gidişimde de gördüğüm çok sayıda genç üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yaşadıkları şehrin geçmişini tanımaları, eski günlerin sadece yokluk ve kasvet demek olmadığını, dahası, bağnazlığın ülke ile beraber İstanbul’u nasıl adım adım ele geçirdiğini görmeleri, öğrenmeleri açısından…

Büyükdere’de Hususi Deniz Hamamları (1907)

Osmanlı döneminde, mahremiyet anlayışının da etkisi ile, İstanbul gibi bir şehirde denize girmek konusu hep yabancı bir kavram, hatta yasak olmuş. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında, kadınlar ve erkekler için ayrı olmak üzere, deniz hamamları yapılmaya başlanmış. Bunlar, deniz kenarında, sırıklar üzerine oturtulmuş, ortasında deniz suyunun girebileceği havuz benzeri bir alan olan bir tür kulübelermiş.

Bakırköy’de Deniz Hamamları (1920’ler)

Fenerbahçe’de Deniz Hamamları (19.yy sonu)

Salıpazarı’ndaki Meşhur Deniz Hamamı (1920’ler)

Deniz hamamları ile birlikte, denize nasıl girileceği, ne giyileceği, hangi saatlerde girilmesinin uygun olacağı ve benzeri konularda yayınlar da yapılmaya başlanmış. Örneğin, 1891 yılında Doktor Binbaşı İbrahim Cemal’in yazdığı Deniz Hamamı Risalesi’nin, “Denize Girmeden Evvel İttihaz Olunacak Tedabir” bölümünden bazı öneriler şöyle:

Bir tabibin (doktor) reyi olmadıkça asla denize girilmemelidir. Denize ne vakit girileceğini ve mekulat (besin) ve meşrubatın nasıl olacağını ve buna mümasil (benzer) bazı husussatı dahi tabib tayin etmelidir.

Karanın içerilerinde bulunanlar denize girmek için sahile vardıklarında iki üç gün meks etmelidirler (beklemelidirler). Bu vaziyet en ziyade küçük çocuklara ve henüz hasta bulunan veya hastalıktan yeni kalkmış olan gençlere variddir.

………….. denize karpuz kabuğu düştükten yani şehr-i Haziranın evasıtından (ortasından) sonra deniz hamamına başlanabilir ise de denize girmek için en münasip olan zaman yaz mevsiminin sonu veya sonbaharın ibtidasıdır (başıdır).

Çocuklar altı yaşını tekmil etmedikçe denize sokulmamalı ve yedi yaşına vasıl olduklarında dahi birdenbire denize götürülmeyip evde evvelce sıcak banyo veya duştan beda’ ile tedricen soğuk suya alıştırıldıktan sonra soğuk deniz suyuyla istihmam (yıkanma) ettirilmelidir.

Sami Yetik (1878-1945)

Salacak-İbrahim Çallı (1882-1960)

1906 yılında Doktor Adanalı Ahmet Şükrü Beyin yazdığı Denize Kimler Girebilir kitabının Çocukların İstihmamı bölümünde ise, çocukların deniz hamamında değil, sahilde, rüzgar almayan, kumsal ve derin olmayan yerlerde denize sokulması ve mutlaka ellerinden tutulması gerektiği yazılı. Bir de, doktora göre, o yerler sürekli güneşli olmalıdır. “Zira deniz gibi güneş de hayattır”…

Şimdilerde plajlarda çok seyrek görüyorum ama, yaşı benimkine yakın olanlar eskiden kum banyosu ya da kuma gömülmenin ne kadar yaygın olduğunu hatırlarlar. Babam da kendini kuma gömdürmeye bayılırdı. Ben de küçük bir çocuk olarak, hızlı hareketlerle onun bana kocaman görünen gövdesini kum ile kaplayıp, bir tepecik yapmaya bayılırdım. Yine sergide edindiğim bilgiye göre öğrendim ki, bu çok eskilere dayanan bir adet. Hatta, sağlıklı olmak için bir tavsiye. İmparatorluk Bahriye Zabıtanından M. Said bey 1913 tarihli kitabında, içerdiği iyot ve tuzlar nedeniyle, denize girdikten sonra yapılacak kum banyosunun ne kadar yararlı olduğunu, romatizma ve benzeri hastalıklara ne kadar iyi geldiğini anlatmış.

Mayo Moda Olmadan Önce Deniz Hamamlarında da Peştamal ve Takunya Kullanılıyormuş

Bir başka önemli konu, denize girerken ne giyileceğidir. Beşiktaşlı Doktor Salahaddin Ali bey, 1918 tarihli, “Hamamlar-Deniz Hamamları ve Denizde Banyo-Banyoların Tesirat-ı Şifaiyyesi ve İstihmamat Suret-i İcrasındaki Şerait-i Sıhhıyye” isimli kitabında erkeklerin peştamal veya don (mayo), kadınların ise bir ceket ve don giymelerinin uygun olacağını belirtmiş. Kadınların daha fazla örtünme gerekliliğini de şöyle açıklamış:

Bu lüzum kadın cildinin inceliği münasebetiyle cüz’i bir yosundan veyahut diğer bir şeyden müteessir ve müteezzi (incinmiş) olmasından ileri gelir. Velhasıl denize bir örtü ve kostüm ile girilmelidir.

Salacak Plajı (1930’lar)

Salacak (1960’lar)

Salacak (1930’lar)

Yine aynı eserde, Doktor Salahaddin Ali bey İstanbul’un hangi bölgelerinde denize girmenin uygun olduğuna da değinmiş. Rumeli yakasında, denize dökülen lağımlar nedeniyle, Küçük Ayasofaya civarı, Kumkapı, Yenikapı ve Samatya’da kesinlikle denize girilmemesini, Bakırköy ve Yedikule’nin nispeten daha iyi olduğunu belirtmiş. Yine Köprü ve Haliç de, suyun kirliliği nedeniyle uzak durulması gereken yerlermiş. Boğazın Anadolu Yakasında, Üsküdar, Çubuklu, Kanlıca ve Göksu (belki de akıntı nedeniyle) uygun bulunmamış. Boğazın Rumeli Yakasında Beşiktaş, Ortaköy, Bebek ve İstinye yerine Arnavutköy tavsiye edilmiş. Anadolu yakasında ise, Kadıköy hariç olmak üzere, Maltepe’ye kadar olan sahil ve özellikle Adalar en uygun yerler olarak nitelendirilmiş.

Florya Plajı (1943)

İstanbul’da, bir devrim olarak nitelendirilen, deniz hamamından plaja geçiş, kendileri de bir devrim sonucu bu şehre kaçan, Beyaz Ruslar sayesinde olmuş. Eski adı ile “Fülürye”de sere serpe denize giren Ruslar sayesinde bir dönüşüm yaşanmış ve 1920’lerden itibaren, kadın ve erkeklerin beraber denize girdikleri plajlar yaygınlaşmaya başlamış. Bu arada, adını fülürye kuşundan alan bu semtin adı da, Rus şivesi ile uğradığı değişim sonucunda Florya olmuş. Florya, deniz ve denizciliğe çok önem veren Atatürk’ün de denize girmek için tercih ettiği yer olmuş. Sergideki filmlerden biri de Atatürk’ün Florya deniz köşkünde çekilmiş sahnelerinden oluşuyor.

Florya’da Beyaz Ruslar (1920’ler)

Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul plajları altın çağını 1960’lara kadar yaşamış. Plajlarda gündüz yüzme, voleybol, yelken ve bunlarla beraber bol bol gösteriş, akşamları orkestra, dans ve caz müziği olmak üzere, eğlenceler hüküm sürmüş. Bütün bunlar bence, II. Dünya Savaşı sonrasının tüm dünyada görülen umut ve neşe dolu havasından da etkilenmiş.

Büyükdere Beyaz Park Plajı’nda Kırlangıç Atlayışı (1932)

Sergide beni de geçmişe götüren pek çok şey vardı. Bunlardan birisi İsmet İnönü ile ilgili. Benim gibi, İsmet İnönü’nün hayatta olduğu zamanları net bir şekilde hatırlayacak yaşta olanlar bilirler. İsmet Paşa her sene, yaz geldiği zaman, Ankara’da oturduğu Pembe Köşk’ten Heybeliada’daki köşküne taşınırdı. Onun askılı mayosu ile iskeleden çivileme atlaması ve deniz sezonunu açması, o zamanların tek televizyon kanalı, siyah beyaz yayın yapan TRT’de mutlaka haberlerde gösterilirdi. Adeta gelenek haline gelen bu görüntüyü, İsmet Paşanın 1973 yılında ölümüne kadar izledik. O yıllarda henüz doğmamış olanlar veya hatırlamayanlar, bu filmi ve İsmet Paşa’nın ünlü mayosunu da sergide görebilirler.

İsmet İnönü’nün Plaj Bornozu ve Mayosu (1930’lar)

Sergiyi gezerken, ister istemez çocukluğuma ve gençliğime döndüm… Serginin anımsattığı güzel şeylerin yanında, ülkede doğru dürüst güneş kremi bile olmaması nedeniyle, her sene kaçınılmaz kadermiş gibi yaşanan ıstakoz gibi kızarma, gece acıdan uyuyamama ve soyulma fasıllarını, bunu önlemek için şehir efsanesi gibi dillerde dolaşan tuhaf reçeteleri hatırladım. Yanıkların üzerine kimi yoğurt, kimi zeytinyağı sürmeyi önerirdi. Bir de, güzel yanmak için sunulan reçeteler vardı. Birayı içip güneşte yatmaktan tutun da, vücuda Coca Cola sürmeye kadar… Bunları hatırlamak şimdi insanı hem hayrete düşürüyor hem de güldürüyor…

Çilingoz Marka Gazoz Şişeleri ve Soğuk Gazoz Satışında Kullanılan Leğen

1940’lardan Kalma Mayo ve Bikini Üstü

İlk Kadın Ressamlardan Melek Celal Sofu-Moda (1930’lar)

Sanırım henüz ozon tabakası bu kadar tahrip olmadığı için, plajlarda o kadar çok şemsiye, insanlarda da gölge arayışı pek yoktu. Esasen, ozon tabakasından da kimsenin haberi yoktu o zamanlar. O nedenle, eski resimlere bakarsanız, insanların çoğunlukla kumsalın ortasında öylece oturduğunu görürsünüz. Ne bir şemsiye ne bir tente… Plajların en anlı şanlısında bile şezlong, minder hak getire. Havlunu yayar otururdun çoğunlukla. Günümüzdeki gibi bangır bangır müzik çalındığını ise, hiç hatırlamıyorum.

Ünlü Süreyya Plajı-Maltepe

Caddebostan Plajı ve Ragıp Paşa Köşkü (1930’lar)

Zaman zaman “başa güneş geçmesi” denilen o facia olurdu bir de. Bana da birkaç kere olmuştu. Fazla güneşte kalmaktan olduğu söylenen ateş ve mide bulantısı. Sözde önlediği düşünülerek, kumsalda yapılan ilk işlerden biri, çocukların kafalarını ıslatmak olurdu. Kafa demişken, kadınların ve biraz büyümüş kız çocuklarının saç bonelerinden söz etmeden olmaz. Genelde tek renkli ve sade olan bu bonelerin 70’li yıllarda fosforlu renklerde, kimi kabartma çiçeklerle kaplı, süslü olanları çıkmıştı. Sonradan denizde saç bonesi kullanmak tarihe karıştı.

Eskilerden deniz ve plaj denince aklıma gelen bir başka şey de, nedense, o zamanlar ağabeyimin meraklı olduğu İngilizce çizgi mizah dergisi Archie olur hep. Tüm yıl boyunca çıkan sayılarında Archie’yi elde etmek için zaten sürekli yarışan zengin Veronica ve Betty, yazın giydikleri çeşit çeşit bikinileri ile rekabeti artırırlardı. Bazen birinin, kimi zaman diğerinin kazandığı maceraları okumaya ve kızların kıyafetlerini incelemeye bayılırdım doğrusu.

Çocukluğumla ilgili hiç unutmadığım anımı ise en sona bıraktım… Sergiyi gezerken yine tüm canlılığı ile hatırladığım bu olay, bazen sebepsiz yere de aklıma düşer. Olayı tüm canlılığı ile tekrar hatırlar, ürperirim. Bu bir boğulmaya ramak kalma olayıdır…

Annem…Selanik (1960’ların başı)

Sanırım dört beş yaşlarındaydım. Selanik’te plajdaydık ve aynı yaştaki arkadaşım Nancy ile sahilde oynuyorduk. Annemler de biraz geride ama suya yakın, beni görebilecekleri bir yerde oturuyorlardı. Arada ne olduğunu, nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, birdenbire Nancy ile karşılıklı bir pozisyonda, iki elimizle birbirimize tutunmuş bir halde sürekli suya batıp çıkmaya başladığımız. Birbirimize sesleniyor ya da seslenmeye çalışıyor, her seferinde de inanılmaz su yutuyorduk. Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyorum. Su yuttukça öksürüyor, öksürdükçe ve konuşmaya çalıştıkça daha çok su yutuyorduk…

Birden, bir elin sırtımdan bana sarılarak beni kaldırdığını hissettim. Aynı kişi diğer eliyle de Nancy’i benzer şekilde kavramıştı. Bu, Amerikalı bir kadındı. Bizi kıyıya çıkardığında hala olayın şokunda idik ve uzun süre öksürmeye devam ettik. Söylenen oydu ki, açıktan geçen bir geminin dalgası bizi kıyıda oynarken kapıp, açıklara doğru götürmeye başlamıştı. Annelerimizin gözü önünde olsak da, birkaç saniyelik bir boşlukta biz, dalgaların eline düşmüştük. Bizi gören ve izleyen Amerikalı kadın boğulmak üzere olduğumuzu anlamış ve hemen kurtarmaya koşmuştu. Bu olaydan sonra, gerçekte ne kadar olduğunu bilmediğim, ama bana çok uzun gelen bir süre denize girmediğimi hatırlıyorum. Korkumu yenmem epeyce zaman almıştı.

Nancy ile Birlikte Plajda. Henüz Mayolarımızı Giymemişiz
Selanik (1960’ların başları)