“Çiçekler Şehri”: Sanremo

Böyle diyorlar Sanremo için. Çiçekler Şehri… Öyle sadece etrafta bol çiçek var diye rasgele verilmiş bir isim de değil bu. İtalyan Rivierası’nın en ünlü sayfiye şehri diyebileceğimiz Sanremo ve civarı, uluslararası çiçek piyasasının en önemli üretim ve ihracat merkezlerinden birisi. Özellikle karanfil, gül ve değişik dekoratif yeşillik yetiştirme konusunda uzmanlaşmışlar. Bir dönem (1980-2013), Viyana Filarmoni Orkestrası‘nın ünlü Yeni Yıl konserlerinin yapıldığı salonun göz alıcı çiçekleri Sanremo şehri tarafından hediye edilirmiş. Sanremo’nun bitkilere ve çiçeklere olan düşkünlüğü için ünlü Villa Ormond parkına bile gitmeniz gerekmiyor. Eğer havanın açık olduğu bir gün gitmişseniz, şehre girer girmez sahil boyunca dikilmiş palmiyeler, begonviller, manolyalar ve daha başka türlü türlü çiçekler, parlak güneş ışığı altında insanın gözünü alıyor.

Daha başka sıfatlar da pekala eklenebilir Sanremo ismine. Örneğin, 19. yüzyılda başta Rus aristokratlar olmak üzere (ki buna Çar ailesi de dahil), İngiliz ve Kuzey Avrupa aristokratlarının verem, kalp ve sinir hastalıklarına çare aradıkları veya nekahat dönemlerini geçirdikleri bir sağlık turizmi merkezi denebilir. Yine ünlü Sanremo Casinosu nedeniyle bir kumar cenneti ya da sabık hükümranların sığınağı ve buna bağlı olarak Avrupa’da bir dönem casusların cirit attığı bir şehir olarak da nitelenebilir. Bir başkasının aklına, II. Dünya Savaşı sonrasının ekonomik yıkımının etkileri sürerken şehir ekonomisini canlandırmak için 1951 yılında düzenlenmeye başlanan Sanremo Şarkı Yarışması‘nın yapıldığı yerleşim yeri olarak gelebilir.

Sanremo‘da mendireğin üzerinden kıyıya bakış

Benim Sanremo’yu tanımlamamı isterseniz, önceki iki gün gittiğimiz Cinque Terre ve Portofinodan son derece farklı, zengin, bakımlı ve daha modern bir sayfiye şehri olduğunu söyleyebilirim. Sanremo’nun da tarihi Romalılara kadar gitse de ve şehrin eski bölgesi (La Pigna) Orta Çağ’dan kalma yapılar ve dar sokaklarla dolu olsa da, özellikle sahil kısmı sanki en eski 19. yüzyılda yapılmış bir kent gibi. Yerleşimin daha sonra geliştiği bu son bölge, bana bir İtalyan şehrinden çok, Fransız Rivierası‘nın gözde yerlerini anımsattı. Sanremo’da bu Fransız havasını değişik koşullarda hissetmeniz mümkün. Örneğin, İtalya’nın genelinde ya da Liguria’nın gittiğimiz diğer yerlerinde yabancılarla İngilizce iletişim kurulmaya çalışılırken, Sanremo’da sizinle doğrudan Fransızca konuşmaya başlıyorlar. Gün boyunca birkaç kere bu durum ile karşılaştım.

Yukarıda belirttiğim gibi, Sanremo tarihte ilk olarak Matutia ya da Villa Matutiana adıyla, bir Roma yerleşimi olarak görülmüş. Şehir, erken Orta Çağ döneminde artan nüfusla birlikte, gelişmeye başlamış. Bir çam kozalağına benzediği için La Pigna adı verilen tepede, korsanlardan korunmak için bir kale yapılmış. Önceleri Ventimiglia kontluğunun yönetimi altında olan Sanremo daha sonra, Genovalı (Cenevizli) piskoposların yönetimine geçmiş. Nitekim, Sanremo’nun ismi de bu piskoposlardan birinin, Genova Piskoposu Romulus veya Remo‘dan geliyor. Genova piskoposu iken şehri terkedip Villa Matutiana’ya gelen Remo, bir mağarada inzivaya çekilmiş. Çok sonra, yerleşim yerinin adı onun anısına değiştirilmiş. 15. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk yarısı arasında San Remo şeklinde, ayrı olarak yazılmış. Daha sonra Sanremo adını almış. Bazı yol tabelalarında hala iki ayrı kelime olarak yazıldığını görmek mümkün ama, artık resmi olarak Sanremo olarak geçiyor.

Sanremo’nun yönetimini elinde tutan piskoposlar 1297 yılında şehri Genovalı Doria ve De Mari ailelerine satmışlar. 15. yüzyılın ikinci yarısında Sanremo özgür şehir statüsüne sahip olmuş ve Pigna tepesindeki kaleye doğru yayılmaya başlamış. İlginç bir şekilde, Genovalılar ile uzun süren anlaşmazlıklara rağmen Sanremo, Genova Cumhuriyet’ine karşı bağımsızlığını koruyabilmiş. 1753 yılında şehir, Genova‘nın bu ele geçirme denemelerine karşı ayaklanmış. Bu dönemde, Genovalılar günümüzde limanın kıyısında görülen Santa Tecla Kalesi’ni yapmışlar. 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılan kale, şimdi müze olarak düzenlenmiş. Sanremo da, Liguria bölgesinin diğer yerleşim yerleri gibi, Napolyon’un istilası ile başlayan Fransız döneminden sonra, 1814’te Savoy hanedanının elindeki Sardinia Krallığı‘na katılmış.

Santa Tecla Kalesi

Sanremo’nun özellikle Avrupa’nın kraliyet ve imparatorluk aileleri tarafından ideal bir sayfiye ve nekahat yeri olarak tercih edilmeye başlanması 18. yüzyılın ortalarında başlamış. Bu kişilerin arasında Avusturya İmparatoriçesi “Sissi”, Rusya Çariçesi Maria Alexandrova ve Rus Çarı II. Nikola da var. 1872 yılında Sanremo’ya demiryolunun gelmesi bu konuda önemli faktör olmuş. Turizmdeki bu hızlı gelişme ile birlikte, şehrin kıyı bölgesinde büyük oteller ve 1905 yılında da ünlü casinosu açılmış.

Sanremo, Osmanlı tarihi açısından da önemi olan bir yer. Hatırlarsanız, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 19-26 Nisan 1920 tarihleri arasında yapılan San Remo Konferansı ile, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki toprakları galip ülkeler arasında paylaştırılmıştı. Günümüzde Gazze‘de yaşananlar nedeniyle, o konferans sonrası ortaya çıkan manda yönetimleri arasında şu anda ilk aklıma gelen, İngiliz mandası altındaki Filistin.

Sanremo’nun Osmanlı tarihi açısından bir diğer önemi de, 623 yıl boyunca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin son padişahı Sultan VI. Mehmed Vahdeddin‘in burada ölmüş olması. 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya ile İstanbul’dan ayrılan Vahdeddin, yanındaki 11 kişi ile birlikte önce Malta‘ya, burada bir buçuk ay kadar kaldıktan sonra Cidde üzerinden Mekke‘ye, sonra Genova‘ya geliyor. Kendi arzusu, belki de Lozan Konferansı’nda boy göstermek hayaliyle, buradan trenle Lozan’a gitmek. Ancak, bu arada İngilizler hem kendisinin İsviçre’ye gitmesine sıcak bakmıyorlar hem de artık masraflarını ödeyemeyeceklerini bildiriyorlar. Önce, istasyona yakın olduğu için, bizim de Genova’da kaldığımız, Grand Hotel Savoia‘da kalması düşünülse de, sonra Hotel Miramare‘de karar kılınıyor. Vahdettin’in, İstanbul’dan ayrılırken geri döneceğini düşündüğü ve bu nedenle yanında, “Birkaç aylık bir seyahat için çok fazla, bir hanedanı sürgünde yaşatmak için son derece yetersiz bir miktar” götürdüğü belirtiliyor. Bu miktar, 15.000 ile 20.000 sterlin arasında para ve bazı mücevherler olarak tahmin ediliyor. Oysa, yanında daha fazla para ve Topkapı Sarayı’ndan getirtebileceği çok daha değerli mücevherler ile zırhlıya binebileceği söyleniyor. İstanbul’dan ayrılırken yanına eşlerini almayan Vahdeddin, sadece şehzadesi Ertuğrul’u ve özel doktoru Reşat Paşa gibi mahiyetindeki 9 kişi ile Sanremo’ya geliyor. Eşleri daha sonra buraya geliyorlar. Sultan Vahdeddin’in, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele‘nin daveti üzerine, Sanremo’da yaşamasının, İngilizler ve İtalyanlar kadar Ankara’daki TBMM hükümetini de memnun ettiği belirtiliyor.

Bu konuda, merak edenler için, 2016 yılında okuduğum (ve yukarıdaki bilgiler için yararlandığım), veterinerlik ve felsefe eğitimi almış ama aynı zamanda öykü ve siyasi analiz yazarı olan, Riccardo Mandelli‘nin Sanremo Devlet Arşivi ve polis belgelerine dayanarak yazdığı, Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü kitabını öneririm. Yazarın arşivde bulduğu bir deste belge ve 6,35 mm’lik bir mermi nedeniyle yazma serüvenine çıktığı, Sultan Vahdeddin’in 20 Mayıs 1923 ile öldüğü 16 Mayıs 1926 tarihleri arasında Sanremo’da geçirdiği günler; doktoru Reşat Paşa’nın İtalyan polisi tarafından intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak ortaya çıkarılamayan ölümünden tutun da (Reşat Paşa’nın Ankara Hükümeti için casusluk yapmış ve bu yüzden öldürülmüş olabileceği düşünülüyor), Vahdeddin’in parasının çevresindeki akraba ve adamları tarafından hissettirmeden Sanremo kumarhanesinde harcanmasına, öldüğü günün polis kayıtlarına ve kasap, tavukçu gibi borçlanılan şehir esnafının alacaklarını talep etmelerine, söz konusu borçların ödenmesi için padişahın el konulan mallarının müzayede ile satılmasına kadar, belgelerle desteklenen pek çok bilgi var. Ben şahsen, kitabı çok ilginç bulmuş ve Sanremo’ya gideceğimiz kesinleşince, Vahdeddin’in kaldığı iki köşkü arayıp, bulmaya karar vermiştim.

Sanremo’ya gitmek için bu kez, önceki iki gün yaptığımız gibi güney yönüne değil, kuzeye yöneldik. Genova’dan Sanremo’ya gitmek yaklaşık iki saat sürüyor. Yine önceden belirlediğim kapalı bir otoparka arabayı park ettik. Akşam yer ayırttığım restorana yürüme mesafesinde olmasına dikkat etmiştim. Konum açısından çok doğru bir tercih oldu.

Sanremo’ya öğleden sonra vardık. Hava güneşli, pırıl pırıl ve ekim ayı ortası için epeyce sıcaktı. Şehrin ilk anda karşılaştığımız tarafı çok temiz ve şıktı. Sahile doğru yöneldik ve bu arada akşam yemek yiyeceğimiz La Pignese restoranı da gördük. Yol seviyesinden aşağıda, beyaz masa örtülü restoran tıklım tıklım doluydu. Riposo saati yaklaşıyordu ve büyük olasılıkla, birazdan öğle tatili için işletmeyi kapatacaklardı.

Kalenin önünde, İtalyan Direniş Hareketi‘ne
(Rezistans) adanmış anıt
Renzo Orvietto (1922-1999)

Sanremo’nun liman bölgesinde güzel bir yürüyüş alanı var. Gerek buradan gerekse mendireğin üstünden limana demirli şık tekneleri görmek mümkün. Tam kıyıda, yukarıda sözünü ettiğim, Santa Tecla Kalesi var. Onun etrafından dolaşarak mendireğin üstüne çıkabiliyorusunuz. 1753 yılında, özgür bir şehir olarak kalmak isteyen Sanremolular, Genova Cumhuriyeti’nin sürekli müdahalelerine karşı ayaklanmışlar. Genovalılar bunun üzerine, olayları bastırmak ve kontrolü sağlamak için, Santa Tecla Kalesi’ni yaptırmışlar. Kale, 1753-1756 yılları arasında, mühendis Giacomo Sicre‘nin planına göre inşa edilmiş. Yapı, değişik dönemlerde kışla, cephanelik ve hapishane olarak kullanılmış. 1796 yılında Napolyon’un Sanremo’yu işgaline kadar büyük ölçüde orijinal haliyle kullanılan kalenin bundan sonra bir bölümü yıkılmış. Sonraki yıllarda da bu tür yıkımlar devam etmiş. Sanremo’nun1815’te Sardinia Krallığı’na geçmesi ile birlikte kışlaya dönüştürülmüş. 1864’ten itibaren, 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Benim de sevdiğim ünlü İtalyan yazar ve gazeteci Italo Calvino (1923-1985) da , partizan olarak Nazilere karşı savaştığı II. Dünya Savaşı sırasında, 1944 yılında buraya kapatılmış. Partizan yoldaşlarının düzenlediği sahte belgelerle serbest kalabilmiş.

Sanremo’ya bir yandan da yazar Italo Calvino’nun şehri diyebiliriz. Calvino, Havana‘nın bir banliyösü olan Santiago de Las Vegas‘da, devrimci İtalyan bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş. 1876 yılında Sanremo’da doğan ve bir tarım ekonomisti (agro economist) ve botanikçi olan babası ile botanikçi ve öğretim üyesi olan annesi, 1909 yılında Meksika’ye göç etmişler. Meksika Devrim sürecini yaşadıktan sonra, 1917 yılında Küba’ya taşınan çiftin oğulları Italo, burada doğmuş. Küçük Calvino henüz iki yaşına gelmeden ailesi ile birlikte Sanremo’ya taşınmış. Calvino 1945 yılında, Torino’da üniversiteye gitmek üzere Sanremo’dan ayrılmış. Daha sonraki yaşamında Toskana, Fransa ve Amerika’da yaşamış olsa da Sanremo’yu unutmamış. Başta unutulmaz romanı Ağaca Tüneyen Baron olmak üzere, birçok romanında fon olarak Sanremo’yu kullanmış. Sanremo da onu unutmamış….

San Siro Katedrali

Sanremo’nun katedrali San Siro‘yu çok fazla gezebildiğimizi söyleyemeyeceğim. Piazza San Siro‘da bulunan katedral, Sanremo’nun en eski ibadet yeri. Gotik ayrıntıları olmakla beraber, Romanesk tarzın baskın olduğu San Siro, 12. yüzyılda, daha önce burada bulunan ve 811 yılında inşa edilmiş olan küçük bir kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Yan kapısından daha girer girmez bir tuhaflık olduğunu sezmiştim. İçeride ayin vardı. Bu benim için alışılmadık bir şey değildi ama, tüm oturulacak yerlerin dolu olması ve içeri girince tüm kafaların bize doğru dönmesi bana özel bir ayin olduğunu hissettirdi. Saygı gereği, kimse bizi uyarmasa da, sessizce arkadan dolanıp, ana kapıdan dışarı çıktık. Meydanda kurulmuş olan ikinci el ve antika pazarında biraz dolaştıktan sonra tekrar ana kapının yakınına yöneldiğimiz sırada içeriden önce bir tabut çıkarıldı ve cenaze arabasına kondu. Ardından, cenaze sahipleri kapının önüne çıktı ve taziyeleri kabul etti.

Katedralin çan ve saat kulesi

Katedralin etrafı ve şehrin tepeye (La Pigna) doğru yükselen kısmı, Sanremo’nun Orta Çağ’dan kalma eski tarafı oluyor. Tepenin dibindeki, XIV. yüzyılda yapılmış gotik San Stefano Kapısı bu anlamda sınır kabul ediliyor. Ancak bu, eski Sanremo’nun tek kapısı değil. Tepenin yukarısına doğru birçok kemer ve kapı olduğu belirtiliyor. İlk olarak en tepede konuşlanmış olan kalenin içindeki nüfus tarih boyunca arttıkça, yapının çevresine halka halka yeni savunma duvarları yapılmış. Her halkanın arasına yeni kapılar ve kemerler inşa edilmiş. Saldırganlara karşı halka halka kapanabilen bu bir dizi kapı sayesinde, zaman içinde şehrin planı savunma açısından son derece elverişli hale gelmiş.

Sanremo’nun Eski Şehir bölgesindeki kemerli sokaklar

Bir sonraki durağımıza doğru giderken, Sanremo’nun ünlü casinosunun yani kumarhanesinin önünden geçtik. Corso degli Inglesi (İngilizler Caddesi) No:18 adresindeki Casino Sanremo görkemli bir bina. Burası, Art Noveau tarzda yapılmış ve Fransız mimar Eugène Ferret‘in eseri. Yapının finansörü olan Sanremolu banker Bartolomeo Acquasciati, 1898 yılında bunun için şehir meclisine 1,2 milyon liret ödemiş. Kumarhanenin açılışı 12 Ocak 1905 yılında yapılmış. Açılışından itibaren birçok skandala da sahne olan Sanremo Casinosu, yüz yılı aşkın bir süreden beri kralları, aristokratları, zenginleri, sanatçıları, bilim insanlarını ve ünlü pop yıldızlarını ağırlıyor. Kimi kumarseverler burayı Montecarlo ve Cannes casinolarına tercih sebeplerini, Sanremo Casinosu’nda kaybetmenin bile, kendi ifadelerine göre, bir zarafeti olmasına bağlıyorlar.

Ünlü Casino Sanremo

Casino’nun bir de, Liguria’daki en asil ve şık sayılabileceklerden biri olmakla övünen bir tiyatrosu var. 1930’lu yıllarda sanat yönetmenliğini Luigi Pirandello‘nun yaptığı tiyatroda günümüzde de konserler ve sahne sanatları icra ediliyor. Casino’nun tiyatrosu, başlangıç yılı olan 1951’den 1977 yılına kadar Sanremo Şarkı Yarışmasına da ev sahipliği yapmış. 1977’den itibaren yarışma Teatro Ariston‘da yapılmaya başlanmış. Bildiğiniz gibi, Eurovision Şarkı Yarışması‘na esin kaynağı olan Sanremo yarışması, Gigliola Cinquetti, Eros Ramazotti, Andrea Bocelli, Laura Pausini gibi birçok İtalyan sanatçının ünlenmesine veya ününe ün katmasına neden olmuş. Bir de tabii ki, hiç unutulmayan Domenico Modugno var. Modugno, ilki tüm dünyada “Volare” adıyla meşhur olan ikonik “Nel blu dipinto di blu” şarkısı ile 1958 yılında olmak üzere, farklı şarkılarla toplam dört kez (1958, 1959, 1962 ve 1966) Sanremo Şarkı Yarışması’nı kazanmış.

Casino’nun içinde büyük bir tiyatro da var

Doğrusu, Sanremo’da tipik, soğan kubbeli mimarisi ile gerçek bir Rus Ortodoks kilisesi ile karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Sanremo’daki Kurtarıcı Hz. İsa Rus Ortodoks Kilisesi tam da öyle bir ibadethane. Bahçesine girince kendinizi bir an için Rusya’da sanabiliyorsunuz. Rus aristokratların Sanremo’ya olan ilgisi, Çar II. Aleksander‘ın eşi, Çariçe Maria Aleksandrovna 1874-1875 kış aylarını burada geçirince başlamış. Sanremo’dan çok memnun kalan Çariçe, minnettarlığının bir ifadesi olarak, şehre çok sayıda palmiye ağacı hediye etmiş. Bu ağaçları günümüzde hala sahildeki yürüyüş yolunda görmek mümkün. Çariçenin bu jestine karşılık olarak Sanremo Şehir Meclisi de o zaman bu yola “Corso Imperatrice” (İmparatoriçe Caddesi) adını vermiş. Bu tarihten sonra, başta İmparatorluk ailesinin üyeleri olmak üzere, Rus aristokratlar kış mevsimini Sanremo’da geçirmeye başlamışlar. Özellikle tüberküloz hastalığına yakalananlar için Liguria’nın bu nezih kenti ideal bir yer haline gelmiş. Zamanla Ruslar burada villalar satın almaya başlayınca, yerleşik Rus nüfus da giderek artmış. Bir Rus hamamı, Rus fırını ve eczanesi hizmet vermeye başlamış. Doğal olarak, bir süre sonra Rus Ortodokslar için bir ibadethane gereksinimi de baş göstermiş. 19. yüzyılın sonuna doğru, Sanremo’da bir Rus Ortodoks kilisesi yaptırılması fikri Ruslar arasında giderek yayılsa da, kaynak sorunu nedeniyle bu hayali gerçekleştirmek kolay olmamış. Ruslar, aristokrat villalarındaki kişisel kiliselerde ya da bu amaçla kiralanan mekanlarda ibadet etmeyi sürdürmüşler. Nihayet, 1912 yılında Çar II. Nikola Sanremo’da bir Rus kilisesinin yapımı için bir kararname çıkartarak, bu amaçla tüm Rusya’da bağış toplanmasına izin vermiş. Bir komite kurulmuş ve iki ay gibi kısa bir zaman sonra şehir merkezinde, istasyonun karşısında ve Corso Imperatice’nin başladığı yerde, bir arazi satın alınmış. İlk çizimler, daha sonra Lenin‘in mozolesini de yapacak olan, ünlü Rus mimar Alexey Shchusev (1873-1949) tarafından yapılmış olsa da, kendisi Sanremo’ya hiç gelmediği için, çalışmalar yerel mimar Pietro Agosti ve mühendis Antonio Tornatori tarafından yürütülmüş. Kilise, tam olarak bitmeden, 1913 yılının sonuna doğru takdis edilmiş ve ibadete açılmış.

Sanremo’daki Kurtarıcı Hz. İsa Rus Ortodoks Kilisesi

Sanremo Rus Kilise’sinin bahçesinde, 1930 yılında heykeltıraş Monti tarafından yapılmış iki tane büst var. Bunlar, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele ve Montenegrolu (Karadağ) eşi Kraliçe Elena‘nın büstleri. Kraliçenin babası olan sürgündeki Montenegro Kralı Nikola 1921 yılında ölünce, vasiyeti üzerine bu kilisenin kriptine gömülmüş. Daha sonra eşi ve iki kızı da buraya gömülmüşler. Bu nedenle, İtalya Kral ve Kraliçesi kiliseyi sık sık ziyaret etmişler. 1989 yılında, yani 68 sene sonra, son Montenegro Kraliyet ailesinin cenazeleri törenle kendi ülkelerine götürülüp, toprağa verilmiş.

Kilisede ibadet olduğu için içeri alınmadık. Bir süre bahçede bekledikten sonra, fazla zamanımız olmadığı ve görmek istediğimiz başka yerler olduğu için, vaz geçtik. Bir kaynakta okuduğuma göre, Rusya’da Devrim olduğu için, içeride yapılması planlanan fresk ve süslemeler hiçbir zaman tamamlanamamış.

Sanremo Rus Kilisesi
Kapıda yere konmuş ufak bir tabelada
içeride ayin olduğu belirtiliyor ve bahçede
beklenilmesi rica ediliyordu

Rus Kilisesi’nden sonra şehrin tam aksi yönüne doğru gittik. Şehrin şık ve kalabalık caddelerinden yürüyerek, Sanremo’nun ünlü parkı Villa Ormond‘a doğru ilerledik. Parkın içinde bir çiçek müzesi olduğunu biliyordum ama biz gezmeye fırsat bulamadık. Bir süre sonra Corso Felice Cavallotti adını alan yolda, sağlı sollu olarak, 19. yüzyılda yapılmış büyük villalar sıralanmış. Genelde Art Nouveau olmak üzere, her birinin ayrı güzel bir mimarisi ve çok güzel bahçeleri var. Villa Ormond ve karşısındaki Giardini Nobel (Nobel Bahçeleri) parklarını biraz geçtikten sonra, sağ tarafta aradığımız yeri bulduk. Burası, şehrin en çok gezilen yerlerinden biri olan Villa Nobel.

Sanremo’nun ünlü caddelerinden Via Giacomo Matteotti
Şehrin sembollerinden birisi kabul edilen
Küçük Dalga Heykeli (1920’lerin başları)
Vincenzo Pasquali (1871-1940)

Göz alıcı Villa Nobel adını, burayı satın alarak ömrünün son altı yılını geçiren, dinamitin mucidi, ünlü İsveçli bilim insanı ve girişimci Alfred Nobel‘den (1833-1896) alıyor. Villanın yapım öyküsü 1870’te, Rivoli’li eczacı Pietro Vacchieri‘nin şehrin doğusundaki bu bölgede büyük bir arazi alması ile başlamış. 1871 yılında, yerel mimarlardan Filippo Grossi’nin hem egzotik Arap mimarisinden esinler hem de Neo-Rönesans ve Venedik tarzı süslemelerle dolu projesi hayata geçirilmeye başlanmış. 1874 yılında Vacchieri mülkünü satmış. Villa 1887 yılında yaşanan depremde zarar görmemiş. Birkaç kere el değiştirdikten sonra villa, 1890 yılında, bilimsel çalışmaları için sakin bir yer arayan Alfred Nobel tarafından satın almış. 1892 yılında Nobel, burada bir laboratuvar kurmak üzere Kent Konseyi’nden izin almış. Bu arada binayı da restore ettirmiş ve 1896 yılında ölene kadar burada yaşamış. 1902 yılında Nobel’in varisleri Villa Nobel’i ve eşsiz ağaçlar ve bitkilerle dolu arazisini son özel mülk sahipleri olacak olan Parodi ailesine satmışlar. Aynı aile, 1968 yılında binayı Sanremo Turizm Kurulu’na satmış.

Alfred Nobel öldükten 27, güzel villası Parodi ailesine satıldıktan 21 sene sonra, Sultan VI. Mehmed Vahdeddin Villa Nobel’e kiracı olarak taşınmış (20 Mayıs 1923). İtalyan Kralı III. Vittorio Emanuele’nin daveti üzerine Sanremo’ya gelen Vahdettin de, Alfred Nobel gibi, fazla sokağa çıkmayı sevmezmiş. Vahdeddin, 16 Mayıs 1926 yılındaki ölümüne kadar Sanremo’da sadece iki kere sokağa çıkmış. Bunlardan birincisi, şehitlerin anısına yapılan bir anıtı ziyaret etmek için Kral ile birlikte şehre gelen İtalyan Kraliçesini ziyaret etmek, diğeri ise, Sanremo’da yaşayan sabık İran Şah’ının cenaze töreni için olmuş.

Villa Nobel’in fazla dışarı çıkmayan sakinleri, Sanremolular tarafından fazlası ile merak edilmişler. Bir de üstüne, yukarıda sözünü ettiğim hekim Reşat Paşa’nın, intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak aydınlatılamayan ölümü eklenmiş. Reşat Paşa, Villa Nobel’in birinci katındaki verandada ölü bulunmuş. Gerçeğin ne olduğunu İtalyan makamları da tam olarak belirleyememişler ancak, Reşat Paşa’nın Ankara hükümetinin casusu olabileceği olasılığı hiç de akla uzak değil. Zira, İlber Ortaylı‘nın Cumhuriyet’in Doğuşu kitabında da yazdığı gibi (s. 148), “….., yeni Türkiye tarafından hanedanın faaliyeti ve dıştaki yaşamının takip edilmesi önemli bir pasajdır. Padişahın ve 1924 Mart’ından sonra halifenin Fransa’daki hayatını izlemek, Türkiye Cumhuriyeti kadar İngiltere ve Fransa istihbaratını da meşgul etmiştir”.

Günümüzde bir okul olan Villa Magnolie, Vahdeddin’in
Sanremo’daki ikinci ikametgahı. Villa, 1864 yılında Marki Eugenio Dufour tarafından yaptırılmış. Ancak, bir sonraki sahibi olan Gandolfo Dükü, 1903 yılında binayı mimar Pio Soli‘nin
projesine göre genişlettirmiş.

Sabık Sultan Vahdeddin, Villa Nobel’de yaklaşık iki sene yaşadıktan sonra, Nisan 1925’te, çok uzakta olmayan ve yine aynı caddeye açılan bir sokaktaki (Via delle Magnolie) Villa Magnolie‘ye taşınmış. Nobel müzesinin açık olduğu saate yetişemediğimiz için, Villa Nobel’in içini görememiştik. Artık bir okul olan Villa Magnolie’nin de içini göremeyeceğimizi biliyordum ama, dışarıdan da olsa gitmeye karar vermiştik. Navigasyonda Villa Magnolie diye arama yapıp sonuç alamayınca, okulun adını yazarak (Liceo Statale Gian Domenico Cassini) bulduk. Bir süre sonra bu devlet okulunun önündeydik. Bir iki fotoğraf çektim ama doğrusu burayı kitapta fotoğraflarını gördüğüm yere hiç benzetemedim. Sonra, bir yokuşta olan binanın ön cephesini görmek için bir alt sokağa indik. Çok sakin, park gibi bir sokaktı. Ağaçlık ve hoş bir yer. Biz etrafa bakarken, bir hanım belirdi ve bana. “Burası bizim kamusal alanımız”, dedi. Bunu tam olarak ne için dediğini anlayamadım. “Burası özel, çıkın” mı demek istiyordu, yoksa açıklama mı yapıyordu, tam olarak kestiremedim. Yine de ona sormaya karar verdim. Biraz tereddütten sonra, son Osmanlı Sultanı’nın yaşadığı villayı aradığımızı söyleyince, nereyi kastettiğimizden iyice emin oldu ve gayet güzel bir şekilde tarif etti. Bulunduğumuz yere yakın, aynı isimli bir okul binası daha varmış. Elimizle koymuş gibi bulduk. Meğerse, Villa Nobel’e giderken biz Villa Manoglie’nin bulunduğu Via delle Magnolie sokağının önünden geçmişiz. Evet, bu kez tanıdım. Bu büyük bina, Vahdeddin 16 Mayıs 1926 yılında öldükten kısa bir süre sonra, 1928’de, bir İngiliz okulu haline çevrilmiş. Yazar Italo Calvino da 1929 yılında, 6 yaşında iken, çocuklarının faşist bir eğitim almasını istemeyen ailesi tarafından bu okula verilmiş.

Vahdeddin, Villa Manoglie’ye Nisan 1925’te taşınmış. 16 Mayıs 1926 günü öldükten sonra naaşı, cenazenin nereye gönderileceği kararlaştırılana kadar, 30 gün villanın giriş katındaki bir odada, normal bir tabutun içinde bulunan kurşun bir tabutta bekletilmiş.
Kaynak: Riccardo Mandelli, Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü

Yukarıda da belirttiğim gibi, Vahdeddin öldüğü zaman, Sanremolu esnaf alacakları için kapıya dayanmış ve şehrin makamlarından yardım istemişler. Yabancı kaynaklar, Vahdeddin’in yanında götürdüğü para miktarı, verdiği kiralar ve masraflarından, ayrıca yeğeni ve mahiyetindeki bazı kişilerin casinoya gitme düşkünlüklerinden yola çıkarak, paranın üç seneyi bulmadan bittiğini hesaplıyorlar. Padişahın ölümünden on gün sonra yeğeni Şehzade Sami, Sanremo valisini ziyaret ederek, tüm dünyadaki hanedan üyelerinden para toplanarak, borçların ödeneceği teminatını vermiş. Buna karşın, cenaze levazımatçısına olan borç da dahil olmak üzere, borçlar ancak resmi makamlar aracılığı ile el konulan eşya ve mücevherlerin düzenlenen bir mezatta satılması sonucu ödenebilmiş. Başka birçok ilginç belgenin yanında, mezatın ilanının fotoğrafını da Mandelli’nin ilginç kitabında görebilirsiniz. Cenaze ise, belediyeye ait eski bir cenaze arabası ile Villa Manoglie’den alınıp, önce trenle Genova’ya, sonra Trieste’ye ve oradan da Şam’a götürülmüş.

Ristorante La Pignese
Pignese’nin nefis balık çorbası ve özel lasagna’sı
Böyle nefis bir kalkan balığı hiç yememiştim…
Fileto şeritleri rulo yapılmış ve etraflarına turp
yaprağı sarılmış. Altta ise, nohut ile yapılmış bir sos
ve ince patates dilimleri var.

Akşam yemeği için önceden yer ayırttığım La Pignese, araştırmalarımdan tahmin ettiğim gibi, dört dörtlük bir “fine dining” mekanıydı. Restoran, günümüzde hala balık mezatının yapıldığı söylenen antik balık pazarının bulunduğu Piazza Sardi‘de. Eğer öyleyse de, ben etrafta herhangi bir salaşlık görmedim, koku hissetmedim. 1919’dan beri aynı aile tarafından titizlikle işletilen La Pignese’nin adı, şehrin orijinal yerleşim yeri olup günümüzde bir semti olan Pigna ile bağlantılı olarak, Pignalı demek. Birinci Dünya Savaşı’ndan dönüp, burayı açan büyükbaba aslen Pignalı imiş. Deneyerek tanıklık edebileceğimiz nefis tatların yaratıldığı bu mekan, Sanremo’nun ileri gelenleri dışında, sanatçıların, yazarların ve özellikle müzik yarışması için şehre gelen şarkıcıların gözde bir mekanı olarak ünlenmiş. Ancak, bu şöhret işletmeyi kesinlikle şımartmamış. İlkelerinden taviz vermeyen, her şeyin saat gibi işlediği, titiz bir işletme. Bembeyaz masa örtüleri, zevkli yemek ve çatal-bıçak takımları ile burada geçirilen saatleri her yönden verilen paraya değer bir hale getiriyorlar. Ancak, para için prensiplerinden de vaz geçmiyorlar. İnternet sayfalarında, şort ve parmak arası terlik giyen müşterilerin kabul edilmediğini okumuştum. Nitekim, biz yemek yerken, üstlerinde tam da bu izin verilmediği belirtilen giyim tarzı ile bir Amerikalı çift geldi. Aslında, giydikleri kıyafetler oldukça pahalı, keten ve marka ürünlerdi ama sonuçta üstlerinde şort ve ayaklarında parmak arası terlik vardı. Yanımızdaki masa boş ve rezervasyonsuz olmasına karşın, geri çevrildiler. İşletmenin bu ilkeli duruşunu çok beğendim. Masa da çok uzun süre boş kalmadı zaten. Çok geçmeden, spor ama şık giyinmiş iki İtalyan kadın geldi.

La Pignese usulü Tiramisu
Küçük bezelerle zenginleştirilmiş Şam fıstığı mousse

Gelelim, o muhteşem yemeklere… Benim başlangıç olarak içtiğim Pignese’nin özel balık çorbasının içinde yok yoktu ve çok lezzetliydi. Sadece balık değil, her türlü kabuklu deniz ürünü, karides, kalamar, kerevit, ne arasanız vardı… Eşim, Pignese’nin yine özel lasagna’sını tercih etti. Ana yemek olarak, kalkan balığı olduğuna inanması zor bir tabak yedik. Ne bir düğme ne de kılçık. Fileto şeritleri rulo yapılmış ve etraflarına turp yaprağı sarılmış. En altta ise nohut ile yapılmış bir sos ve ince patates dilimleri. Böyle bir kalkan hayatımda hiç yemedim. Çok lezzetliydi. Yemekte BioVio şaraphanesinin Bastia d’Albenga yöresi Pigato üzümünden yaptığı ‘Bon in da Bon’ Pigato DOC Riviera Ligure di Ponente 2021 organik beyaz şarabını içtik. Tatlı konusuna gelince… Daha o sabah artık tatlı yememeye karar vermiştik. İyi ki o kararımıza sadık kalamamışız. Eşim çok özel sosuyla Pignese’ye özgü bir Tiramisu yerken ben, içinde bezeler olan bir Şam fıstığı mousse yedim. Tatlı ile birlikte, desert wine (tatlı şarabı) olarak, bizim 2015 yılından beri tutkunu olduğumuz, Antinori-Castello della Sala şaraphanesinin Umbria bölgesinde ürettiği Sauvignon Blanc, Grechetto Bianco, Traminer, Sémillon ve Riesling üzümleri karışımından yaptığı Muffato della Sala 2019 IGT içtik.

Liguria’nın Çok Özel Bir Köşesi: Portofino

Genova‘dan günübirlik gittiğimiz Cinque Terre, Portofino ve Sanremo‘yu beğenme dereceme göre sıralamamı isterseniz, Portofino’yu hiç düşünmeden birinci sıraya koyarım. Çocukluğumdan beri şöhretini duyduğum ama, daha önce hiç gitmediğim Portofino, gerçekten İtalyanların iddia ettikleri gibi, İtalya’nın en şirin ve romantik yerleşim yerlerinden birisi imiş. Düşüncemi belirttikten sonra, bu blogda her zaman yaptığım gibi, “Bana göre” ifadesini eklemeyi ihmal etmeyeceğim. Zira, herkesin zevki farklı, keyif aldığı şeyler farklı. Birilerinin gidip de, “Bu muymuş Portofino? Bu ufacık yer mi?”, deme olasılığı her zaman var. O nedenle ben sadece, gittiğimiz her yer için yaptığım gibi, Portofino’yu ve orada geçirdiğimiz yaklaşık 10 saatte neler yaptığımızı anlatacağım. Sonra artık, karar sizin…

Henüz Cinque Terre’de geçirdiğimiz uzun günün yorgunluğunu atamadan, ertesi gün Genova’dan Portofino’ya doğru yola çıktık. Araba ile Genova’dan Portofino’ya gitmek yaklaşık bir saat sürüyor. Otoyoldan Rapallo sapağından çıkıp, sahile doğru iniliyor. Sahildeki Santa Margherita Ligure, aynı isimli koyun kıyısında, çok güzel bir yerleşim yeri. Geçenlerde tesadüfen, sevdiğim sanatçı Rod Stewart’ın son eşi ile Santa Margherita’da evlendiğini okudum. Gerçekten hoş bir yer. Daha büyük ve kalacak yer seçeneği daha bol bir yer olması nedeniyle, bölgeye gelenlere Portofino yerine burada kalmaları da öneriliyor. Zira, Portofino’da otel fiyatları epeyce yüksek. Sahil boyunca uzanan, bir kısmı ücretsiz olduğu belirtilen plajları da bir tercih nedeni olabilir. Öte yandan, daha ünlü olan Portofino’ya da çok uzak değil. Santa Margherita ile Portofino arası ise, sadece 10-15 dakika.

Portofino’da park yeri bulmak epeyce zor. Bu durumu önceden öğrendiğim için, gitmeden 24 saat açık bir otopark belirlemiştim. Piazza della Liberta 13/A adresindeki bu otopark kapalı bir otopark. Sahil boyunca geldiğiniz yol sizi Portofino’da doğrudan bu meydana getiriyor. Sözünü ettiğim otoparkı karşıda görebiliyorsunuz. Meydanda birkaç tane daha otopark var ama bunlar 24 saat açık değiller ve erken kapanıyorlar. Eğer başka bir otoparkı tercih ederseniz, sonradan problem olmaması için kapanış saatlerini kontrol etmeyi ihmal etmeyin.

O gün, Portofino’da hava çok güzeldi ve mevsime göre inanılmaz bir kalabalık vardı. Ancak, bu kalabalığın bir gün önce Cinque Terre’de içine düştüğümüz kalabalıktan nitelik olarak çok farklı olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Buraya gelen turistler kesinlikle daha paralı ve daha görgülü, bilgili insanlardı. Kara yolunun dışında, sık sık tekneler dolusu insan gelmesine rağmen, çoğu zengince Amerikalılar olan bu turistlerde taşkınlık, gürültü yapma ve benzeri davranış görmedim. Sanırım, Portofino’nun pahalı bir yer olması, genelde dünyanın her yerinde gürültü ve uygunsuz davranışları ile hem yerli halkı hem de gelen diğer ziyaretçileri bezdiren profildeki bazı turistlerin buraya gelmesini bir ölçüde frenliyor.

Küçük bir koyda konuşlanmış olan Portofino, yukarıda belirttiğim gibi, çok şirin ve insanı değişik bir şekilde büyüleyen bir yerleşim yeri. Ancak, tıpkı Venedik’te olduğu gibi, bence asıl akşam olup, kalabalık gidince çok güzel oluyor. Belki yaz aylarında gece de kalabalık olmaya devam ediyor, bilemiyorum.

Portofino, yakınındaki Camogli ve Santa Margherita Ligure ile birlikte, Portofino Bölgesel Doğal Parkı‘nın içinde yer alıyor. 900’den fazla bitki çeşidi ve çok zengin bir hayvan çeşitliliği olan parka, tertemiz suları, mercan kolonileri ve balıklarıyla birlikte deniz de dahil. Bölgenin denizi de özel koruma altında. Cinque Terre’de olduğu gibi, burada da birçok yürüyüş yolu var.

Romalılar döneminde, yunusların limanı demek olan, Portus Delphini ismiyle anılan Portofino, o zamanlar bir balıkçı köyü imiş. 1950’li yıllarda bir turizm merkezi haline gelene kadar da burada halkın ana geçim kaynağı balıkçılık olmuş. Portofino’nun oldukça değişken ve hareketli bir geçmişi var. 1200 ile 1800 yılları arasında epeyce el değiştirmiş. İlk önce Genova Cumhuriyeti‘nin elindeyken, sonra Floransa Cumhuriyeti‘ne ve daha sonra tekrar Genovalılara geçmiş. Bu arada, Fieschi, Spinola, Adorno ve Doria gibi güçlü Genovalı ailelerin nüfuz alanı olmuş. Napolyon döneminde, Genova ile birlikte, Fransa İmparatorluğu topraklarına katılmış. 1814-1815 yıllarında yapılan ve Avrupa’da Napolyon dönemini sonlandıran Viyana Kongresi kapsamında ise, Sardinia Krallığı‘na verilmiş. Savoy Hanedanı‘nın elinde olan Sardinia Krallığı İtalya’nın birleşmesinde öncü olduğu için, 1861 yılında Portofino da doğal olarak, İtalya Krallığı‘na katılmış.

19. yüzyılın sonlarına doğru Britanyalı ve Kuzey Avrupalı aristokrat aileler Portofino’ya tatil için gelmeye başlamışlar. O dönemde Portofino’ya Santa Margherita’dan at arabası ile gelinebiliyormuş. Zaman içinde, bu ailelerden bazıları Portofino’da muhteşem malikhaneler yaptırmaya başlamışlar. 1950’lere gelindiğinde Portofino artık bir balıkçı köyü olmaktan çıkıp, gözde bir turizm noktası haline gelmiş. Hiç şüphesiz, dünya sosyetesinin ve film yıldızlarının bu duruma çok önemli katkıları olmuş. Bu yıldızların arasında Elizabeth Taylor-Richard Burton çiftinin ayrı bir yeri var. Burton, ilk olarak 1964 yılında evlendiği Elizabeth Taylor’a, Portofino’daki Hotel Splendido‘nun mor salkımlı terasında evlenme teklifi yapmış. Çift, 1960’lar boyunca Portofino’ya gelmeye ve bu otelde kalmaya devam etmiş. Bir rivayete göre, Elizabeth Taylor’un en sevdiği yemek, domates soslu spaghetti imiş. Onun anısına, günümüzde Hotel Splendido’nun restoranının menüsünde Spaghetti alla Elizabeth Taylor var.

Tepedeki Castello Brown’a giden yol

Portofino’nun dünya çapında tanınır olmasına bir diğer sebep de, ünlü “I Found My Love In Portofino” şarkısı olsa gerek. İlk olarak 1958 yılında Ferdinando Buscaglione tarafından seslendirilen (kendisi aynı zamanda şarkının bestecisi) bu şarkı sayesinde o dönem, İtalya’da Portofino adında bir yer olduğunu batı dünyasında bilmeyen kalmadı herhalde. Sonradan bu şarkı Dalida’dan başlamak üzere, sayısız şarkıcı tarafından, günümüze kadar söylendi. Hala söyleniyor.

Portofino’nun kalbi sahildeki, kısaca La Piazetta olarak anılan, Piazza Martiri Dell’Olivetta meydanında atıyor diyebiliriz. Arabaların park edildiği Piazza della Liberta’dan aşağı yukarı denize doğru 200 metre uzaklıkta olan bu meydan, lüks yatların ve teknelerin demirlediği limanın kıyısında, hoş bir alan. Buraya ve sahildeki dar ara sokaklara araba ile gidilemiyor. Hem buraya açılan sokağın üstündeki hem de meydandaki lüks markaların dükkanları, sanat galerileri, butikler ve şık kafe ve restoranlar Portofino’nun hangi gelir grubundan gezginleri hedeflediği konusunda daha ilk anda size ip ucu veriyor. Meydanı üç taraftan çevreleyen, renk renk boyanmış binalar buraya ayrı bir sevimlilik katıyor. Bazı binaların dış boyalarında, Liguria’da çok sevilen ve Genova’da da sık sık rastlanılan, trompe-l’œil (göz yanılsaması) tekniği kullanılmış.

Tavan detayı

Günü birlik gittiğimiz Portofino’da neler yapacağımızı her zamanki gibi önceden planlamıştım. Önce, meydandaki ünlü Bar Mariuccia‘da oturup, bir yandan geleni geçeni ve kıyıya yanaşan teknelerden inen insanları izledik, bir yandan da birer Affogato al Caffe yedik. Çok güzeldi. Günün ilerleyen saatlerinde, meydanda Bar Mariuccia’ya komşu olan mekanda da (Bar Morena) birer tane yedik ama, bu tat kesinlikle yoktu. Öte yandan, Starbucks‘ın Affogato kahvesinin de Affogato al Caffe ile bence uzaktan yakından bir ilgisi yok. Nasıl ki İtalyanlar, Amerikan zincir restoranlarının pizza’yı dünyaya yanlış tanıttığından yakınıyorlarsa, kanımca aynı şey Affogato için de geçerli. Bir tatlı türü olarak kabul edilen Affogato İtalya’da, bir top kaymak veya vanilya dondurmanın üzerine bir ölçü sıcak espresso kahvenin dökülmesi ya da daha doğru bir ifade ile, dondurmanın kahve ile “boğulması” (İtalyanca affogare fiili) şeklinde yapılıyor. Bazı durumlarda buna bir şot viski, rom veya çeşitli likörler de eklenebiliyor.

Castello Brown’dan Portofino’ya bakış
Kalenin Askerler Odası sonraki sahipleri tarafından
yemek odasına dönüştürülmüş. En güzel Portofino fotoğraflarını bu odadan çıkılan terastan çekebilirsiniz.

Portofino’nun bazı, yukarıdan çekilmiş, ikonik manzara fotoğrafları vardır. Eğer siz de hem Portofino’yu böyle yukarıdan görmek hem de gitmişken birkaç fotoğraf çekmek isterseniz, bunun için en iyi yer, tepede göreceğiniz Castello Brown (Brown Kalesi) olacaktır. La Piazzetta’nın Bar Mariuccia’nın karşı tarafına düşen köşesinde Castello Brown veya Chiesa di San Giorgio (San Giorgio Kilisesi) tabelası göreceksiniz. Buradan yukarı doğru uzanan taş döşeli yol, önce evlerin arasından, sonra tarihi zengin malikanelerinin yüksek duvarlarının arasından ve zaman zaman da ağaçlık alanların, bahçelerin yanından geçerek, yukarı kadar gidiyor. Bazı yerler yokuş olsa da, insanı çok zorlamayan, hoş bir yürüyüş yolu burası. Bir süre sonra sağ tarafta San Giorgio Kilisesi’ni görüyorsunuz. Biz kiliseyi dönüşte gezmek üzere, kaleye doğru yolumuza devam ettik.

Deniz feneri yolunda kaleye bakış

Castello Brown hakkında ilk okuduğum zaman, İtalya’da bir kalenin isminin İngilizce olmasını çok yadırgadım. Aklıma, Anglosakson kültür emperyalizminden tutun da ucuz turistik numaralara kadar her şey geldi. Gerçi, bu düşüncelerimin hiçbirini iyi kötü tanıdığımı düşündüğüm İtalyanlarla bağdaştıramadım. Benim bildiğim, İtalyanlar bu tür şeylere pabuç bırakmazlardı. Biraz daha araştırınca, gerçeğe ulaştım.

San Giorgio Kilisesi ve kapısı

Tarihte Castello Brown’dan ilk olarak 1425 yılında söz edilmiş. Bu tarihte, 1421 yılına kadar Genova Dükü olan Tomaso Fregoso, Milano Dükü Filippo Maria Visconti’ye karşı savaşarak, Portofino kalesini kişisel olarak ele geçirmiş. O tarihe kadar kale, Milanolu Visconti hanedanının elinde imiş. 1430 yılında kale Genova Cumhuriyeti’ne geçmiş. Stratejik konumu nedeniyle çeşitli dönemlerde birçok kuşatma ve saldırı yaşamış. 1500’lerin başlarında kale güçlendirilmiş ve topların yerleştirildiği yuvarlak kulesi yapılmış. 1542 yılında Genova Senatosu İspanya Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’ın (Şarlken) mimarı Gian Maria Olgiati’yi kalenin savunma sisteminin modernizasyonu için görevlendirmiş. Çalışmalar 1557 yılında tamamlanmış. 1797 yılında, tüm Liguria ile birlikte Portofino da Napolyon ordularının eline geçince, kaleye Fransız askerleri yerleşmiş. Napolyon bizzat kendisi, Portofino koyunun adını Porto Napoleone olarak değiştirmiş ancak, kale İngilizlerin saldırılarına karşı koyamamış. 1814-1815 Viyana Kongresi’nden sonra Portofino da önce Sardinia Krallığı’na, sonra 1861’de Birleşik İtalya Krallığı’na geçince, kale 1867 yılında askeri olarak tamamen boşaltılmış. Terk edilen kalenin talihi, yapıyı denizden gören ve hayran olan İngiliz Konsolosu Montegue Yeats Brown‘un burayı 7000 lirete satın alması ile değişmiş. Konsolos kaleyi, tarihi dokusunu mümkün olduğunca bozmadan bir rezidansa dönüştürmüş ve burada yaşamış. Kalenin Brown adını alması bu nedenle olmuş. Kalenin son sahibi, bir başka İngiliz, John Baber olmuş. 1961 yılında kaleyi Portofino Belediyesi satın almış ve müze yapmış. Günümüzde burası hem bir müze hem de düğün ve benzeri organizasyonlar için kiralanabilen bir mekan.

Kilisenin mezarlığı

Kalenin bahçesi güller ve çiçeklerle donatılmış. Bir zamanlar kaleyi denizden ve karadan gelecek saldırılara karşı korumak için topların konulduğu alan, Konsolos Brown tarafından harika bir terasa dönüştürülmüş. Portofino’nun işte o en güzel fotoğraflarını bu terastan çekebilirsiniz. Özellikle bir nokta var ki, herkes burada fotoğraf çekmek ya da çektirmek için sıra bekliyor.

Kilise mezarlığında bir Yahudi mezarı görmek beni şaşırttı
Mondadori Yayınları‘nın (1907) kurucusu Arnoldo Mondadori (1889-1971)

Gezdikten sonra, kalenin bahçesinde birer yorgunluk espresso’su içmeyi ihmal etmedik. Ama yürüyüş rotamız henüz sona ermiş değildi. Kaleden ileriye doğru yürüyünce, yarımadanın ucundaki tepede bulunan deniz fenerine gitmeyi de ihmal etmemek lazım. 9-10 dakikalık bir yürüyüş uzaklığında olan deniz fenerine giden yol için, kalenin çıkışında sola doğru ve ileriye yürümeniz gerekiyor. Kalenin girişindeki biletçiye sorarsanız, size tarif edecektir. Deniz fenerinin dibinde, manzarası da harika olan bir bar var. Şansımız varmış ki, bir boş masa bulduk ve manzaranın tadını birer kadeh Bertani şaraphanesinin Corvina-Rondinella-Molinara üzümlerinden yaptığı Amarone della Valpolicello DOCG 2019 şarabı ile çıkardık.

Gündüz önünden birçok kez geçtiğimiz Puny

Dönüşte, aşağı inerken, San Giorgio Kilisesi’ne uğramayı ihmal etmedik ama, kilise kapalıydı. Kilisenin kapısı ilgimi çekti. Kilisenin yanındaki mezarlık kısmının kapısını açık bulunca içeri girdik. Buradaki Hristiyan mezarlığında bir Yahudi mezarının olması daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeydi. Mezarların arasında dolaşırken karşıma çıkan bir başka mezar taşı da sürpriz oldu benim için. Günümüzde İtalya’nın en büyük yayınevi olan Mondadori Yayınları‘nın (1907) kurucusu Arnoldo Mondadori de (1889-1971) burada gömülüydü.

Pappardelle Portofino
Biberiye ve limonla pişirilmiş kılıç balığı

Akşam yemeği için meydandaki Ristorante Puny‘de yer ayırtmıştım. Aslında bütün Portofino gezimizi, hava durumuna ek olarak, bu restorana göre ayarladık diyebilirim çünkü, Ristorante Puny perşembe günleri kapalı. 1853 yılından beri faaliyet gösteren Puny, yerel halkın ve ünlülerin tercih ettiği bir restoran. (Bu ünlülerin arasında Silvio Berlusconi de varmış). Geleneksel Liguria mutfağının sunulduğu belirtilen Puny’e saat 19:30 için yer ayırtmıştım. Genova’ya dönüş için geç kalmayalım diye, restoranın arka tarafındaki Chiesa del Divo Martino‘nun saati haber veren çanı tam sustuğu an biz de Puny’den içeri girdik. İtalyanların akşam yemeği saati olarak henüz erken olduğu için, restoran önce boştu ama sonra, masalar yerli ve yabancı müşterilerle doldu. Yemekte, kendi hazırladıkları özel pesto ve domates soslu Pappardelle Portofino, ardından biberiye ve limonla pişirilmiş kılıç balığı çok güzeldi. Yanında bu kez, Imperia’nın kuzeyindeki Pontedassio’da yerleşik Laura Aschero şaraphanesinin Pigato üzümünden yaptığı Riviera Ligure di Ponente DOC 2022 şarabını denedik.

Hoşça kal Portofino…

Dönüşte, tam Genova’ya girerken, navigasyonun azizliğine uğradık ve yolları karıştırdık. Bir 15 dakikamız, karanlıkta yolları çıkarmaya çalışmak ve gereksiz yere tekrar otoyola girip, çıkmakla geçti ama, sonunda otele vardık.

Yamaca Tutunmuş “Beşi Bir Yerde”: Cinque Terre

Ekim ayında Avrupa’ya gidiyorsanız, gerek gitmeden önce gezi programınızı yaparken gerekse yolculuk sırasında, hava durumunu yakından izlemek şart. Özellikle belli tarihler arasında, sayılı gün için bir yere gittiğiniz zaman, kötü hava koşulları çok da istenen bir şey değil. Şüphesiz, bazı yerlere her mevsim gidilebilir. Büyük şehirlerde her zaman yapacak bir şey vardır. Yağmurlu ve soğuk havalarda müzeler, sanat galerileri, konser salonları ve tarihi kafeler en iyi kaçış yerleri olabilir. Ama bazı yerler vardır ki, yağışlı ve/veya soğuk havada gitmenin hiçbir tadı tuzu, hatta anlamı yoktur. İşte kanımca, Cinque Terre bu tip yerlere en iyi örneklerden birisi. Bunun nedeni, kötü havada Cinque Terre’ye genel olarak gidilme nedenlerinden ikisini de yapamayacak olmanız. O koşullarda, ne masmavi sularda yüzebilecek ne de yürüyüş yollarında yürüyebileceksiniz. Bu iki faaliyetin dışında da açıkçası, Cinque Terre’de yapacak bir şey bulmak epeyce zor. Adı üstünde, beş küçük yerleşim yerinden oluşan Cinque Terre, havanın sıcak değilse bile, açık veya en azından yağışsız olduğu zaman tadı çıkarılabilecek yerlerden. Araştırmalarım sırasında bunu kavradığım andan itibaren gideceğimiz tarihler için gözüm sürekli hava durumunda oldu. Hava tahminlerine dayanarak sonunda, Genova‘ya gittikten üç gün sonra Cinque Terre’ye gitmeye karar verdik. Çok şükür ne o gün ne de izleyen iki günde gittiğimiz Portofino ve Sanremo‘da yağmura yakalanmadık. Hava güneşli ve hatta epeyce sıcaktı. Genova’da da yağmurlu olacağı tahmin edilen birkaç güne müze gezilerini denk getirmeye çalıştık ama, o günlerde bile hava günlük güneşlik oldu.

Beş köy arasında en kuzeyde olan Monterosso‘dan
Cinque Terre sahiline bakış

Cinque Terre İtalya‘nın Liguria bölgesinde, İtalyan Rivierası olarak adlandırılan kıyı kesiminin 18 kilometre uzunluğundaki kısmına verilen isim. Genova’nın güneyinde, dağlar ile kayalık ama sayısız koyları, plajları ve harika bir denizi olan bir sahil arasına sıkışmış olan bu bölge, hem Ulusal Park hem de denizi özel koruma altında olan bir yer. UNESCO burayı 1997 yılında Dünya İnsanlık Mirası olarak kabul etmiş. O nedenle, Cinque Terre’de doğa titiz bir koruma altında. Beş Diyarlar ya da Topraklar olarak çevrilebilecek Cinque Terre adını, buradaki 5 köyden alıyor. Kuzeyden güneye doğru sayacak olursak, Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore isimli bu köylerin bir tanesi hariç, hepsi deniz kenarında. Bunun doğal bir sonucu olarak, tepedeki Corniglia hariç, tüm bu köyler aslen eski balıkçı köyleri. Bölgede ayrıca, taş duvarlarla taraçalandırılmış dik yamaçlar üzerinde yüzyıllardır zeytin üretimi ve bağcılık yapılıyor. Coğrafi şartlardan dolayı, gerek bölgeye olan gerekse bu beş köy arasındaki ulaşım hep çok zor ve çoğunlukla ancak katırlarla veya yaya olarak yapılabilmiş. Günümüzde, aşırı virajlı ve dar yolları nedeniyle, Cinque Terre’ye araba ile gitmek hala önerilmiyor. Köylerin arasındaki eski katır patikaları ise, Ulusal Park’ın içindeki çok sayıda doğa yürüyüşü ve trekking parkurlarına dönüşmüş. Bu yolların bir kısmı sizi dağların yamaçları veya tepelerindeki bazı ünlü manastır ve kutsal mekanlara da götürüyor. Denize inen dik yamaçların üzerindeki bu yürüyüş yollarını her yıl milyonlarca insan ziyaret ediyor. Yetkililer, genel olarak Cinque Terre bölgesine her yıl ortalama 2,5 milyon kişinin geldiğini belirtiyorlar. Ekim ayında bile, uzaktan görünen bazı parkurlar tıklım tıklım insan doluydu. Yaz aylarında, kimi zaman omuz omuza yüründüğünü dahi okudum. Cinque Terre koruma altında olduğu için, doğaya müdahale en alt düzeyde yapılıyor. Yani yönetim, şu toprak yolları şöyle bir genişletelim ya da beton dökelim dememiş. Ancak, güvenlik konusunda titizler. Bu nedenle, zaman zaman heyelan nedeniyle bazı yürüyüş yolları kapatılabiliyor. Gitmeden önce, yürümeyi düşündüğünüz parkurun açık olup, olmadığını resmi siteden kontrol etmelisiniz. Ayrıca yürüyüş yollarının zorluk derecesini ve ortalama yürüyüş süresini de önceden öğrenebilirsiniz. Örneğin, “Aşıklar Yolu” olarak adlandırılan Riomaggiore ve Manarola arasındaki 1,5 kilometrelik parkur kolay olarak sınıflandırılıyor ve süre olarak 30 dakikada tamamlanabileceği belirtiliyor. Monterosso (Al Mare) ve Vernazza arası ise, en zor yol olarak sınıflandırılıyor. Ben de gitmeden gözüme Riomaggiore-Manarola arasını kestirmiştim ama yol heyelan nedeniyle uzun zamandan beri kapatılmıştı. Biz zaten aslında Cinque Terre’de yürüyüş yapmayı birinci hedef olarak koymadığımız için dert etmedik. Onun yerine, bir sonraki gün gittiğimiz Portofino’da yürüyecektik nasıl olsa. Bir de, önemli bir noktayı daha ekleyeyim. Yürüyüş yollarında parmak arası terlikle yürümek kesinlikle yasak. Düzgün spor veya yürüyüş ayakkabısı giymeniz gerekiyor. Yasağı delmenin cezası, yürünülen yolun zorluk derecesine göre, 2500 Avro’ya kadar çıkabiliyormuş.

Yukarıdaki paragraftan Cinque Terre’de ulaşımın sadece yaya olarak yapılabildiği sonucu çıkarılmasın. Gerçi 19. yüzyılın son çeyreğine kadar durum tam da böyle imiş. 1860 yılında, bölgeye demiryolunun götürülmesi için planlar yapılmaya başlansa da, coğrafi şartların zorluğu, çok sayıda köprü ve tünel yapma gerekliliği inşaat süresini uzatmış. Sonunda, bölgeye ancak 1874 yılında tek hat olarak demiryolu ulaşımı sağlanabilmiş. Demiryolunun çift hat haline getirilmesi yüz seneyi bulmuş.

Cinque Terre’nin köyleri arasında işleyen Cinque Terre Express trenine binmek için, kuzeyde Genova’dan ya da güneyde Pisa yönünden gelmenize bağlı olarak, Levanto veya La Spezia‘ya gitmeniz gerekiyor. Biz Genova’da konuşlandığımız için, Levanto’ya gittik. Yol, araba ile 2 saate yakın sürdü. Geçen sene Sicilya‘da, Palermo‘dan Messina‘ya giden yoldaki kadar olmasa da, Genova-Levanto arasında da bazen tünellerin biri bitiyor, diğeri başlıyor.

Arabayı Levanto tren istasyonunun önünde park ettik. Burada kısa süreli park izni olan alanlara park etmemeye dikkat etmelisiniz. Döndüğünüzde arabanız yerinde olmayabilir. Çekiyorlarmış. Arabanızın uzun süreli park alanında olduğundan ve otomattan alacağınız park fişini ön cama koyduğunuzdan emin olun. Ceza yememek için uzun süreli bilet almak en iyisi çünkü, hele bir de bizim yaptığımız gibi, akşam yemeği de yiyecekseniz, kısa zamanda geri dönmek mümkün olmuyor. Bu park otomatı konusu biraz canımızı sıktı. 8 saatin yeterli olmayacağını düşünerek (nitekim, yetmedi), 24 saatlik bilet alalım (24 Avro) dedik ama, para üstü olarak geri almamız gereken 6 Avro yerine, bize makinadan 30 saatlik bilet çıktı. Neyse, üstünde fazla durmamaya karar verdik.

Riomaggiore‘ye yukarıdan bakış

Cinque Terre köyleri arasında gece saat 00:00’a kadar istediğiniz kadar trenle gidip gelmenize olanak sağlayan Cinque Terre Card’ımızı istasyonun danışmasından aldık. Trene tek biniş 5 Avro olduğu için, gün boyu dilediğiniz sayıda biniş olanağı tanıyan, kişi başı 18,20 Avro verdiğimiz bu kart, çok ekonomik oldu. (Eğer yürüyüş parkurlarında yürümeyi düşünüyorsanız, onun için de ayrıca ücret ödemeniz gerekiyor). Bir uçta Levanto, diğer uçta La Spezia ve aradaki Cinque Terre köyleri arasında gidip gelen Express tren, her 20 dakikada bir geliyor. Ekim ayında olmamıza karşın trenler, özellikle akşam saatlerinde La Spezia yönünde, o kadar doluydu ki, sezon aylarındaki halini hayal bile etmek istemedim.

Riomaggiore’nin ana caddesi ve uzakta kalesi
Riomaggiore Kalesi

Trene binip, planladığımız gibi, önce Riomaggiore’ye gittik. Amacımız, arabayı bıraktığımız Levanto’ya en uzak köyden başlayarak, kuzeye doğru diğer köyleri gezerek gelmek ve en son Monterosso’da akşam yemek yedikten sonra, Levanto’ya dönmekti. İyi ki de öyle yapmışız çünkü, La Spezia yönünün aksine, Levanto’ya dönüş treni sakindi. Toscana tarafından gelenler, benzer bir rotayı La Spezia’dan trene binerek ve tersten izleyebilirler.

Riomaggiore’nin ana caddesi boyunca sıralanmış
kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanları

Cinque Terre’nin beş köyünden Monterosso, Vernazza ve Riomaggiore’nin kendi belediyeleri var. Corniglia ve Manarola ise, Vernazza ve Riomaggiore’ye bağlı yerleşim yerleri. Eldeki ilk tarihi belgelere göre, bölgenin tarihi 11. yüzyıla kadar gidiyor. Kaynaklarda, Monterosso ve Vernazza’nın Cinque Terre’deki ilk yerleşim yerleri oldukları, diğer üç köyün ise daha sonra, Genova’nın askeri ve politik hakimiyeti altında ortaya çıktıkları belirtiliyor. 16. yüzyılda Türklerin bu kıyılara yaptıkları yoğun saldırılar sonrası, bölgede bir yandan eski kaleler güçlendirilmiş, bir yandan da yeni savunma kuleleri inşa edilmiş. 17. ve 19. yüzyıllar arasında, Cinque Terre bölgesinde müthiş bir ekonomik çöküş yaşanmış. Bu durum, La Spezia’ya bir askeri cephanelik yapılana ve bölge tren ile Genova’ya bağlanana kadar devam etmiş. Demiryolunun Cinque Terre’yi dış dünyaya bağlaması bir yandan olumlu olurken, diğer yandan bölgeden göçü de kolaylaştırmış. Bu süreçte, balıkçılık ve tarım gibi geleneksel faaliyetler ciddi yara almışlar. 2. Dünya Savaşı sırasında yoğun bombardıman altında kalan tüm Liguria’da Cinque Terre’nin payına da ağır hasar düşmüş. Günümüzde, ağırlıklı olarak Monterosso’da balıkçılık faaliyetleri devam ediyor olsa da, bölgenin 1970’lerden itibaren ana gelir kaynağı turizm olmuş. Bir zamanların, neşeli renklere boyalı balıkçılara ait evleri şimdi artık turizm amaçlı kullanılıyorlar. Ancak, Monterosso’da hala bol miktarda hamsi avlanıyor.

Riomaggiore’de San Giovanni Battista Kilisesi

Planladığımız gibi, trenle önce Riomaggiore’ye kadar gittik. Yolda tren her istasyonda gittikçe kalabalıklaştı. İstasyonda indikten sonra yürünmesi gereken ve sizi köyün ana caddesine götüren yaya tüneli de kalabalıktı. Doğrusu, nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmedim değil. Riomaggiore, yamaca konuşlanıp aşağıdaki deniz kenarına doğru meyilli olan bir yerleşim yeri. Ana caddesi kıyıda, çok geniş olmayan bir koya kadar iniyor. Ekim ayına göre beklenmedik derecede sıcak olan havada epeyce denize giren vardı. Cadde üzerinde, sağlı sollu kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya dükkanları sıralı. Kafelerden birinde oturup, birer Aperol içtik. Sanki, geçen sene Sicilya’da, Baba filminin çekildiği Savoca‘da içtiğimiz daha güzel hazırlanmıştı gibime geldi.

Manarola
Manarola sahili

Tarihte Riomaggiore’den ilk olarak 1251 yılında, daha içeride bulunan Carpena halkı Genova (Ceneviz) Cumhuriyeti‘ne bağlılık yemini ettiği zaman söz edilmiş. Daha sonra, 1300 yılına kadar, yerleşim denize doğru kaydıkça Riomaggiore köyü şekillenmeye başlamış. Köye hakim bir noktada Riomaggiore Kalesi göze çarpıyor. 1260 yılında yapımına başlanan kale, 15. ve 16. yüzyıllar arasında tamamlanmış. Köydeki San Giovanni Battista Kilisesi 1340 yılında yapılmış.

Manarola’da tepedeki kafe ve yürüyüş yolu

Bir sonraki köy olan Manarola bize daha sevimli geldi. Burası da çok kalabalıktı ama sanırım, daha büyük olduğu için insan seli bizi çok fazla zorlamadı. Yine de, koya hakim olan tepedeki kafeye gittiğimiz zaman oturabilmek için en az bir saat kuyrukta beklememiz gerekeceğini anladık. Kafenin ilerisine doğru uzanan yürüyüş yolu da epeyce doluydu. Kıyıya geri döndük ve orada birer dondurma yedik.

Corniglia‘nın Manarola’dan görünüşü.
Beş köy arasında deniz kenarında olmayan tek köy burası
Corniglia sokakları

Daha önce belirttiğim gibi, bir sonraki köy olan Corniglia, beş köy içinde sahilde olmayan tek köy. Trenden inince, istasyonun önündeki duraktan sizi yukarı götürecek bir servis otobüsüne biniyorsunuz. Günlük tren biletinize bu servisin ücreti de dahil. Arzu eden yürüye de bilir tabii ama, özellikle sıcakta, Lardarina adı verilen 383 basamaklı merdiveni tırmanmak pek de hoş olmasa gerek. Çok isteniyorsa, dönüşte aşağıya inmek için bağların arasından geçen bu merdiven kullanılabilir. Biz vakit kaybetmemek için dönüşte de otobüsle indik. Otobüs konusunda tek olumsuzluk, kapasitesinin üzerinde yolcu alması idi.

Corniglia’nın bambaşka bir havası var
Köyün meydanı Largo Taragio ve arkada
L’Oratorio dei Disciplinati di Santa Caterina.
Öndeki heykel, Corniglialı şehitlere adanmış

Corniglia küçük, temiz ve şirin bir köy. Buraya çıkmanın en güzel yanı, manzarası oldu. Kayaların tepesindeki köyden kıyının ve Manarola’nın çok hoş bir görünümü var. Corniglia’nın evleri, bölgenin sahil köylerindeki dar ve yüksek evlerin aksine, iç bölgelerde görülen binalar gibi daha alçak ve genişler. Çeşitli kaynaklarda bu mimari özelliğin, köyün tarihsel köklerinin deniz yerine karaya bağlı olduğunun bir kanıtı olabileceği belirtiliyor. Aslında köyün tarihi Roma dönemine kadar uzanıyor. Corniglia isminin de o zamanlar köyün sahibi olan ünlü Romalı aile Gens Cornelia‘dan geldiği söyleniyor. Orta Çağ’da değişik zamanlarda bölgedeki değişik kontluklar altında yaşadıktan sonra, köy 1254 yılında Papa IV. Innocentius tarafından Genovalı Nicolò Fieschi‘ye verilmiş. 1276 yılında Genova Cumhuriyeti Corniglia’yı almış.

Corniglia’dan da bir önce gittiğimiz Manarola’nın güzel bir manzarası var

Köyün içinde yaptığımız ufak gezinti bizi köy meydanı, Largo Taragio‘ya götürdü. Meydandaki küçük kafelerin birinde daha sonra birer kahve içmeyi ihmal etmedik. Ama, ondan önce, meydana yukarıdan bakan L’Oratorio dei Disciplinati di Santa Caterina‘nın arka tarafından manzaranın tadını çıkardık. Palermo ile ilgili ikinci yazımda sözünü ettiğim gibi, Oratorio (İngilizcesi Oratory) Katolik kilisesi tarafından belli bir grup ya da cemaatin ibadet etmesi için özel izin verilmiş bir mekan demek. Bu ibadethanelerde sadece o grubun üyeleri ibadet edebiliyorlar. Başkaları ancak, cemaatin izni ile buraları kullanabiliyor. Bunlar kendi başlarına yapılar olabildikleri gibi, bazen normal kiliselerin içinde ayrı bir bölüm olarak da düzenlenebiliyorlar. Corniglia’daki Oratorio, 18. yüzyılda yapılmış. Köyde, bizim gitmeye fırsat bulamadığımız bir de, 1350 yılında yapılmış, San Pietro Kilisesi var.

Vernazza
Santa Margherita di Antiochia Kilisesi
Santa Marta Şapeli

Öğleden sonranın geç saatlerine yaklaşırken, bir sonraki durağımız Vernazza oldu. Pek çok kişi için Vernazza, Cinque Terre köyleri içinde en güzeli olarak değerlendiriliyormuş. Ben de bu görüşe katılıyorum. Kayıtlara göre, Vernazza’dan tarihte ilk olarak 1080 yılında söz edilmiş. Tüm Orta Çağ boyunca ekonomik ve sosyal seviyesi yüksek olmuş. Bu zenginlik, köyün yapısına da yansımış. Köyün çeşitli noktalarında, castrum adı verilen, 11. yüzyılda yapılmış kale ve burç kalıntıları var. Köyün tek ana caddesinin üzerinde, sağlı sollu, kafeler, restoranlar ve dükkanlar sıralanmış. Bu caddeye açılan dik merdivenli sokaklar var. 13. yüzyılda yapılmış olan Santa Margherita di Antiochia Kilisesi köyün en önemli tarihi anıtı kabul ediliyor.

Kanımca, Cinque Terre’de deniz tatili için en uygun yer Monterosso
Köy sokakları

Uzun bir gün olmuştu. Yürüyüş yollarında yürümesek de, tüm o trenlere inmek-binmek ve zaman zaman kalabalıkla oradan oraya sürüklenmek yorucu olmuştu. Güneş de batmaya doğru yol almaya başlayınca, karanlığa gömülmeden görelim diye Monterosso’ya bir an önce gidelim dedik. İstasyona giderken ana cadde üzerindeki dükkanlardan hızlıca alış veriş de yaptık. Böylece, gittiğim yerlerden almaya çalıştığım yılbaşı ağacı süsleri koleksiyonuma bir tane de Vernazza’dan bir seramik top eklemiş oldum.

Monterosso sahilindeki Gigante (Dev) heykeli 1900’lerin başında,
aslında deniz kabuğu şeklindeki bir terası
ayakta tutmak amacıyla yapılmış
Monterosso’dan Cinque Terre sahillerinin gece görünüşü

Monterosso’ya vardığımızda güneş iyice alçalmış, alacakaranlığın eli kulağında idi. Yine de bu, Monterosso’nun Cinque Terre’deki en gelişmiş yer olabileceği izlenimini edinmem için yeterli bir süre oldu. Upuzun, güzel bir plajı vardı. Yazın Cinque Terre’de kalmak için en uygun yer burası olabilir gibime geldi. İster kolayca denize gir ister yürüyüş parkurlarını izleyerek Levanto’ya veya Vernazza’ya (bunun en zor parkur olduğunu hatırlatayım) doğru yürü. Bir de, sahil boyunca sıralanmış güzel restoran ve barlar var. Biz akşam yemeğini, Cantina di Miky‘de yedik. İyi ki, köyün içinde gezinmeden önce yerimizi ayırtmışız. Sonrasında tüm restoranlar doldu ve geri çevrilen çok kişi oldu. Bizim de oturduğumuz masa, normal koşullarda çok tercih etmeyeceğimiz, duvar dibinde ve oturma yeri oldukça dar bir masa idi. Ama ne yaparsınız ki, restoranın sahil tarafındaki, ambiyansı daha güzel yeri tamamen doluydu. İçerisi de çok kapalı bir yer olunca, mecburen razı olduk. Neyse ki, yemekler güzeldi. Monterosso’nun hamsisi meşhurmuş demiştim. Biz de yemeyi ihmal etmedik. Önden yediğimiz beyaz şarap, zeytinyağı ve sarımsak ile pişmiş hamsi de, sonra yediğimiz pestolu “pasta” da çok lezzetli idi. (Pesto da, “pasta” da restoranın kendi yapımı imiş). Şarap olarak, Cinque TerreManarola yöresindeki Volastro tepelik bölgesi üzümlerinden {Bosco (75%)Vermentino (20%)Arbarola (5%)} Luciano Capellini şaraphanesinin yaptığı DOCG Cinque Terre Bianco 2022 içtik. Tatlı olarak, “gemici cantucci” si olarak ifade ettikleri cantucci ve yanında Cinque TerreMonterosso yöresi üzümlerinden {Bosco (90%)Arbarola ve Vermentino (10%)} Buranco şaraphanesinin yaptığı DOCG Buranco Sciacchetra 2017 beyaz passito tatlı şarabını (dessert wine) içtik. Cantucci, alıştığımız, Toscana yöresinin cantucci’lerinden çok daha yumuşak, neredeyse kek gibi idi.

Gemici cantucci“si ve yanında Sciacchetra

Yemekten sonra fazla oyalanmadan, trenle Monterosso’dan Levanto’ya geldik. İstasyonun otoparkı neredeyse bomboştu. Genova’ya dönüşte çok sayıda yol çalışması vardı. Gerek bu çalışmalar gerekse karanlık ve virajlı yollar nedeniyle yol sanki sabah gelişten daha uzun sürdü. Genova’da kaldığımız Grand Hotel Savoia‘ya vardığımızda saat çoktan gece yarısını geçmişti. Bakalım, ertesi gün gideceğimiz Portofino nasıl bir yerdi? Bunu da bir sonraki yazıma bırakıyorum.

Şöyle Bir Liguria’ya Gidip Gelelim Dedik: Genova

Bu sene İtalya‘nın hangi bölgesine gidelim diye düşünürken, aklıma Genova geldi. Aslına bakarsanız, tam olarak öyle birden bire de aklıma esmedi. Tıpkı, çoğu zaman okuduklarımın çeşitli nedenlerle beni bir kitaptan diğerine yönlendirmesi gibi, ben de belli bir izlek sonucu Genova’da karar kıldım. Genova’yı elbette öncelikle İstanbul’un Galata bölgesi nedeniyle merak ediyordum. Galata konusunda en sık belirtilen özellik, Cenevizlilerin burayı anavatanları Genova’ya çok benzettikleri ve burada ikinci bir Genova yarattıklarıdır. Ben de işte o “gerçek Genova’yı” görmek istedim. Bir diğer neden, geçen sene yaptığımız Sicilya gezimiz ile ilintili. Sicilya ile ilgili yazı dizimde söz ettiğim gibi, Sicilya’nın yerli halkı sayılan üç halk var. En eski olmaları nedeniyle böyle sayılıyorlar ama aslında, onlar da başka yerlerden buraya göç etmişler. Bunlar arasında Sicel ya da Sicani olarak adlandırılan halk, M.Ö. 1200-1000 yılları arasında, günümüzde Genova’nın bulunduğu, İtalya’nın Liguria bölgesinden buraya göç etmişler ve adanın doğusuna yerleşmişler. Son olarak, bu yaz gittiğimiz Sakız Adası da İtalya’nın bu bölgesini merak etmeme neden oldu. Sakız Adası’ndaki Genova, ya da bizdeki deyişle Ceneviz varlığı, 1261 yılında Bizans İmparatoru’nun Genovalı Zaccaria ailesine burada bir derebeylik vermesi ile başlamış ve daha sonra, 1346 yılında adayı Genova Devleti olarak hakimiyetleri altına almaları ile devam etmiş. Ta ki, 1566 yılında Kaptan-ı Derya Piyale Paşa burayı Osmanlı İmparatorluğu‘na katana kadar.

Piazza De Ferrari
Piazza De Ferrari’nin bir kenarında bulunan Operae adlı eser Gianni Lucchesi tarafından yapılmış. 13 metre yüksekliği olan heykelde 12 adet beton küp bulunuyor. En tepedeki insan boyutunda adam ufka bakıyor. Eseri oluşturan küpler, yukarıdan aşağı doğru, bir önceki küpe göre Fibonacci Dizisi temel alınarak hesaplanan açılarla döndürülerek yerleştirilmiş. (Fibonacci dizisi: 1,1,2,3,5,8,13,21,34,55…. şeklinde devam eder ve her sayının bir önceki sayıya bölünmesi doğada, sanatta ve mimaride estetik açıdan bir mükemmeliyet kriteri olarak kabul edilen Altın Orana (1,618) yaklaşır).

Liguria, İtalya’nın kuzeybatısında, Fransa sınırından Toscana‘ya kadar uzanan ve Akdeniz (bazen Liguria Denizi dendiği de oluyor) ile Alplerin kolu olan Apenin Dağları arasına sıkışmış dar bir bölge. Merkezi Genova. Coğrafi olarak Fransız Rivierası‘nın bir devamı gibi görünen bölge için İtalyan Rivierası ifadesi de sıklıkla kullanılıyor. Ilıman iklimi ve Portofino, Sanremo, son 50 yıldan beri de Cinque Terre gibi popüler yerleri nedeniyle, İtalya’nın en çok turist alan bölgelerinden birisi.

Genova opera binası Teatro Carlo Felice

Liguria adını, Roma öncesinde burada yaşayan yerli halktan almış. Bölge, M.Ö. 1. yüzyılda Romalılar tarafından zapt edilmiş. Roma döneminden sonra yaşanan kısa Frenk ve Lombardiya istilasından sonra, 11. yüzyılda Genova güçlenmeye başlamış ve 1400’lü yıllara gelindiğinde bölgenin kontrolünü tamamen ele geçirmiş. Aynı zamanda, Avrupa’nın başlıca deniz ve ticaret güçlerinden birisi haline gelmiş. Zaman içinde Cenovalılar, aralarında Ermenistan, Kırım, Odesa, Lübnan, Antakya, Cebelitarık, Monako, Korsika, Sardinia, Sakız, Midilli ve Samos gibi yerlerin de bulunduğu ülke ve şehirlerde koloniler kurmuşlar. İstanbul’daki Galata da bunlardan birisi olmuş. Yaratılan ticari zenginliğin doğal bir sonucu olarak Genova’da, bankacılık ve bankerlik de çok erken gelişmiş. İlk banka olan Banco di San Giorgio 1407 yılında kurulmuş. İstanbul’un Galata bölgesindeki Ceneviz asıllı bankerlerin gücü ve etkisi de, bildiğiniz gibi, Osmanlı döneminde bile devam etmiş.

Palazzo Ducale
Genova Dükünün resmi ikametgâhı
(Piazza De Ferrari kapısı)
Palazzo Ducale
(Piazza Giacomo Matteotti kapısı)

Dönem dönem en büyük rakibi olan Venedik ile büyük sorunlar yaşamasına rağmen, Genova 1796 yılında Napolyon Bonapart‘ın burayı istilasına kadar bağımsızlığını korumuş. Ancak, Fransızların işgalinden önceki son dönemlerinde, gemicilik teknolojisindeki yeniliklerin takip edilmemesi sonucu çağ dışı kalan deniz filosu ve geleneksel oligarşik yönetimin endüstri devriminin baş aktörleri olan burjuvaziye gereksinim duyduğu koşulları sağlayamaması gibi nedenlerle zaten çok zayıf düşmüş. 1815’te Napolyon’un tüm Avrupa’ya karşı yenilgisini noktalayan ve Avrupa’ya yeniden şekil veren Viyana Kongresi sırasında Liguria, Savoia (Savoy olarak da bilinir) hanedanının yönettiği, Piemonte-Sardinia Krallığı‘na verilmiş. 1860 yılında, Liguria İtalya’nın birleşmesi (Risorgimento) sürecinde öncü bir rol oynamış.

Palazzo San Giorgio (San Giorgio Sarayı)
1260 yılında inşa edilen sarayın yapımında, Konstantinopolis’teki Venedik Büyükelçiliğinin yıkımından elde edilen malzeme kullanılmış. Bu ayrıcalık, Bizansı Venediklilerin önderliğindeki Latin işgalinden kurtardıkları için, Genovalılara Bizans İmparatoru VIII. Mikhail tarafından verilmiş. Böylece, Genovalılar aynı zamanda en büyük rakipleri Venediklilerden de intikam almış olmuşlar. Bir dönem hapishane olarak da kullanılan sarayda Marco Polo (1254-1324) da 1296-1299 yılları arasında hapis yatmış. Tutukluluğu sırasında hapishane arkadaşı Rustichello da Pisa‘ya anlattığı Uzak Doğu gezi anıları, daha sonra el yazması
kitap olarak bütün Avrupa’ya dağılmış.
San Giorgio Sarayı, 15. yüzyılda Banco di San Giorgio‘nun
Genel Merkezi olarak kullanılmaya başlanmış

Liguria bölgesinin tarihini çok kısa bir şekilde özetledikten sonra, tarihteki bağımsız Genova Devleti’nin özelliklerinden de biraz söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Genova ya da Ceneviz, tıpkı Venedik gibi, bir dukalıktı. Bir yandan denizcilik ve ticaret ile gelişip zenginleşirken, özellikle Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) ve sonrasında Hristiyan alemi adına kazandığı savaşlar nedeniyle, aynı zamanda Avrupa’nın önemli askeri gücü haline gelmiş. Deniz savaşları konusunda o kadar başarılı olmuş ki, o dönem beyaz üzerine kırmızı bir haç olan Genova bayrağı korsanların ve diğer düşmanlarının korkulu rüyası haline gelmiş. Genova bayrağını gören gemiler saldırmaktan kaçınırlarmış. Bu noktada, gezi sırasında öğrendiğim ilginç bir bilgiyi de aktarayım. Genova bayrağının düşmanlar ve korsanlar üzerindeki etkisi nedeniyle İngilizler, güvenlik için gemilerine Genova bayrağı çekmek için Genovalılardan izin istemişler. Bu şekilde kullanmaya başladıkları bayrak zaman içinde İngiltere’nin bayrağı haline gelmiş. Birleşik Krallığın bir parçası olan İngiltere’nin bayrağı, bildiğiniz gibi, hala beyaz üzerine kırmızı bir haçtır.

Tarihi Genova Cumhuriyeti arması
Genova Cumhuriyeti bayrağı

Genova Cumhuriyeti’nin, başında bir Duka bulunmasına karşın, aslında kentin zengin ve söz sahibi aileleri tarafından yönetilen oligarşik bir yapısı olduğu anlaşılıyor. Önceleri, Duka pozisyonunu ele geçiren ailenin yönetimi bırakmadığı, babadan oğula geçen bir yönetim tarzı varken, Genova’nın ileri gelen ailelerinden birinden gelen Andrea Doria (1466-1560) yaptığı bir reform ile hem dukalık süresini iki yıla indirmiş hem de saptadığı 28 ailenin arasında yönetim için bir rotasyon yapılması kuralını getirmiş. Andrea Doria kulağınıza tanıdık geldi ise, çok haklısınız. Kendisi, 28 Eylül 1538 günü yapılan Preveze Deniz Savaşı‘nda, Haçlı Donanması Amirali olarak Barbaros Hayrettin Paşa‘nın yönetimindeki Osmanlı Donanması‘na yenilen kişidir aynı zamanda.

Andrea Doria (1466-1560)
Genova Cumhuriyeti Amirali ve Dükü
Tablo, Sebastiano del Piombo tarafından
1520 yılı civarında yapılmış

Genova günümüzde, yolcu sayısı ve yük trafiği bakımından, İtalya’nın en büyük limanı sayılıyor. Ayrıca, bu konuda Marsilya’nın da en büyük rakibi. Tarihsel olarak güçlü oldukları gemi inşaatı Genova’nın günümüzde de başlıca sanayi kolu. Diğer güçlü endüstri kollarının bazıları petrol, tekstil, demir ve çelik, lokomotif, kağıt, şeker ve çimento. Sanayi daha çok Genova, Savona ve La Spezia körfezi civarına yoğunlaşmış durumda. Ayrıca, ılıman iklimi nedeniyle bu bölgede sebze, çiçek, zeytin ve üzüm üretimi ile buna bağlı olarak şarapçılık da yapılıyor. Son olarak elbette turizm, özellikle bazı küçük yerler için, en önemli gelir kaynağı.

Genova’nın renk renk binaları ve dar sokakları

Biz, Genova’ya gitmek için Milano‘ya uçtuk. Bir zamanlar THY yollarının Genova’ya doğrudan uçuşu vardı. Şu sıralar, eskiden uçulan pek çok noktaya olduğu gibi, Genova’ya da uçuşlar kaldırılmış. Bunun nedeni, pandemi sonrasında tüm hava yolu şirketlerinin maliyetleri düşürme amacıyla yaptıkları uçuş parkurları optimizasyonu olabilir. İlla Genova’ya uçmak isterseniz, aktarmalı ve Alitalia bağlantılı bir yolculuk yapmanız gerekir ki, uzun bekleme süreleri ve olası gecikmeler nedeniyle, bunu hiç önermem. Onun yerine Milano’ya uçmak ve orada kiraladığımız araba ile Milano’ya gitmek bize daha mantıklı geldi. Araba kiralamayı tercih etmeyenler için, Milano’dan trenle Genova’ya gitmek de mümkün. Biz, Genova’dan Cinque Terre, Portofino ve Sanremo’ya da gitmeyi planladığımız için, arabayı tercih ettik.

Genova’nın bazen bir labirente benzeyen dar sokaklarına
Genovalılar kendi lehçelerinde caruggi diyorlar

İki buçuk saat süren uçak yolculuğunun ardından, Milano Malpensa Hava Alanı’nda bir saate yakın pasaport kuyruğunda bekledik. Araba ile Milano-Genova arası da aşağı yukarı iki buçuk saat sürüyor. Anlayacağınız, sabah İstanbul’da yataktan kalkışımız ile Genova’da kaldığımız Grand Hotel Savoia‘ya varıp, yerleşmemiz arasında epeyce uzun bir zaman geçti. Yine de, o günü de boş geçirmedik. Çıktık sokaklara…

Otelimiz
Otelin terasından Piazza Aquaverde‘ye bakış.
Karşıda, Stazione Principe tren istasyonu ve ağaçların arasında
Cristoforo Colombo Anıtı

Genova’ya gittiğimiz gün bir pazartesi günü idi. Bilirsiniz, pazartesi günleri belli bir şekilde gezmek açısından biraz sorunludur. İstanbul’da da durum farklı değil. Pazartesi günü ne gezecek bir sergi ne de gidecek bir müze bulamazsınız. Hepsi kapalıdır. Genova’da, bu duruma ek olarak, çoğu restoran da kapalı olabiliyor. O ilk gün konusunda, internette rastladığım bir blogger’dan çok yararlandığımı söylemeliyim. Paylaşımının konusu tam da, “Bir Pazartesi Günü Genova’da Ne Yapılır?”, idi.

1846 yılında yapımına başlanan Cristoforo Colombo Anıtı

Otelimiz, Stazione Principe‘nin (Principe Tren İstasyonu) tam karşısındaki Salita della Provvidenza yokuşunun tam başladığı yerde idi. Otelin önünde, Cenovalıların gurur duydukları Cristoforo Colombo‘nun anıtı vardı. İlerleyen günlerde gittiğimiz Galata Deniz Müzesi‘ndeki bir açıklama panosundan dünyada Colombo’ya sahip çıkan farklı ülkelerde sekiz kent olduğunu öğrendim. Ancak günümüzde uzmanlar, ortaya çıkan bazı mektuplarına dayanarak, onun Genova’da yaşadığı konusunda birleşiyorlar. İspanyollar, Katalanlar, Portekizliler ve hatta Yunanlılar tarafından sahip çıkılan Colombo’nun uyruğu hakkındaki bu karışıklığa biraz da kendisinin neden olduğu belirtiliyor. Colombo varlıklı olmayan bir Genovalı aileden geldiğini ve babasının önceleri dokumacılık, sonra meyhanecilik yaptığını hep saklamış. Onun bu tutumu, nerede doğduğu ve asıl milliyeti konusunda bir muğlaklık yaratmış. Ama, yukarıda belirttiğim gibi, bulunan yeni kanıtlara dayanılarak, kendisinin Genovalı olduğu görüşü ağır basıyor. Şehirde, Colombo’nun 14 yaşına kadar yaşadığı belirtilen evini görmeniz mümkün. Principe İstasyonu’nun bulunduğu Piazza Aquaverde‘deki anıtın yapımına 1846 yılında başlanmış. Ancak, tamamlanması yüzyılın sonuna doğru olmuş.

Avrupa’nın birçok büyük kentinde olduğu gibi, Genova’nın Orta Çağ’da yapılan şehir surları da artık yok. Ancak, kentin 12. yüzyılda yapılan kapısı, Porta Soprana hala ayakta
Porta Soprana
Cristoforo Colombo’nun yaşadığı ev. Bina, 1684 yılındaki Fransız bombardımanı sırasında ağır hasar almış. 19. yüzyılda büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş.
Colombo’nun evinin yanında bulunan manastır kalıntıları, Sant’Andrea della Porta Manastırı‘nın bir parçası. En eski kısımları 1000’li yılların başlarında yapılan manastır, 1900-1906 yılları arasında şehirde yapılan yeniden düzenlemeler sırasında, İtalyan Merkez Bankası (Banca d’Italia) için yer açmak üzere yıkılmış ve yirmi sene sonra bir kısmı
burada yeniden bir araya getirilmiş.

Genova’da yokuşlar olduğu doğru. Ama, düz yerleri de var. Yani birebir İstanbul’daki Galata bölgesi gibi bir yer aklınıza gelmesin. Eski Liman ve Eski Şehir olarak tanımlanan kısımlar oldukça düz. Yukarıya doğru çıktıkça, önce tatlı eğimler, sonra binaların bulunduğu, bazısı epeyce dik tepeler var. Buralara merdiven ve asansörlerle çıkılabiliyor. Genova’yı tam olarak kavrayabilmek için bu asansörlerden birisi ile yukarı çıkmanızı ve tepeden şehri seyretmenizi öneririm. Asansörlerin içinde en çok önerilen, üzerinde Panorama della Citta yazan, Portello-Castelletto asansörü. Hangi yönden geldiğinize bağlı olarak, bu asansörle çıkmak için Galeria Giuseppe Garibaldi tünelinin içinden yürümeniz gerekebilir. Zira, asansör girişi bu tünelin iki çıkışından birine çok yakın. Tünelin ortalarında da aynı noktaya çıkan bir başka asansör girişi bulunuyor. Özel bir gün olduğu için miydi bilemiyorum ama, biz yukarı çıktığımızda bedava idi. Makinadan bilet almaya çalışırken, kibar bir hanım ücretsiz olduğunu söyledi.

Galeria Giuseppe Garibaldi tünelinin iki ucu

Şehirde nerenin nerede veya nereye yakın olduğunu anlamak için bir diğer önerim de, Hop-On-Hop-Off otobüslerine binmek. Genova’da bu otobüsler, kırmızı ve mavi olarak adlandırılan, iki hat üzerinde gidiyorlar. Hiç inmediğimiz bir tam tur dahil olmak üzere yaptığımız birkaç tur sonradan yönümüzü bulmak konusunda bize epeyce yardımcı oldu. Özellikle mavi hattın, günümüzde Genova’nın bir mahallesi haline gelmiş olan, eski balıkçı köyü Boccadasse‘ye gitmesi çok büyük bir kolaylık oldu.

Panorama della Citta
Genova’yı tepeden görebilmek için asansörle
yukarı çıkmayı ihmal etmeyin
Genova ayaklar altında
Genova şehrinin simgesi olan deniz fenerinin uzaktan görünüşü.
Fener ilk olarak 1128 yılında yapılmış. Daha sonra, 1543 yılında yeniden inşa edilmiş. Fenerin kendi yüksekliği 77 metre. Üzerinde bulunduğu 40 metre yüksekliğindeki kaya ile beraber, 117 metreye ulaşıyor. Akdeniz’in en yüksek, Avrupa’nın ise ikinci yüksek deniz feneri olduğu belirtiliyor.

Renk renk evleri, merdivenli yolları ve parke taşlı dar sokakları ile çok sevimli bir yerleşim yeri olan Boccadasse, görülmeye değer. Çevresi yeni binalar tarafından kuşatılmış olsa da, Corso Italia caddesi ile Santa Chiara Burnu arasına sıkışmış dar bir koyda bulunan asıl köy, orijinal halini koruyabilmiş. Günümüzde hala balıkçılık yapılan bu yerde, sevimli restoranlar ve dondurmacılar da var. Köyün adının kaynağı konusunda çeşitli teoriler var. Ama bunların içinde en yaygın olanı, Boccadasse adının (koyun şeklinden dolayı) Genova lehçesinde eşeğin ağzı anlamına gelen bócca d’âze ifadesinin kısaltılmış hali olduğu şeklinde. Bir rivayete göre Boccadasse, M.S. 1000 yılı civarında fırtına dolayısı ile bu koya sığınan İspanyol balıkçılar tarafından kurulmuş.

Corso Italia caddesi üzerindeki Villa Canali Gaslini
1924-1925 yıllarında, Floransalı mimar Gino Coppedè tarafından, Canali ailesi için, yapılmış. 15. yüzyıl Gotik Floransa mimarisinden esinlenilerek tasarlanan villa, bir dönem Japonya Konsolosluğu olarak da kullanılmış. Daha sonra Gaslini ailesi tarafından satın alınmış. Günümüzde Gaslini Sağlık Vakfı’nın merkezi olarak kullanılan bu muhteşem villaya ve önündeki müştemilata insan bakmaya doyamıyor.
Sahildeki San Giuliano Manastırı

Boccadasse’yi görmek için otobüsten ineceğiniz lüks Corso Italia caddesi boyunca çok güzel villalar ve alçak apartmanlar var. Sahil boyunca uzanan bu cadde aynı zamanda Genovalılar için de yürüyüş ve spor yapmak için gözde bir yer. Sahilde de plajlar sıralı. Plajlardan biri olan Nuovo Lido, 1950 yılında, Sophia Loren‘in katıldığı ve Zarafet Kraliçesi seçildiği İtalya Güzellik Yarışması’nın düzenlendiği yer olması nedeniyle ünlenmiş. Köyün bulunduğu yöne doğru yürürken, sahilde bir biblo gibi duran, 1240 yılında yapılmış, San Giuliano Manastırı‘nın ve 19. yüzyılda yapılan San Giuliano Kalesi‘nden günümüze kalanların yanından geçeceksiniz. Boccadasse koyunun tepesindeki Boccadasse Sant’Antonio Kilisesi küçük, sevimli bir kilise. İçerideki modern vitraylardan ve bazı objelerden anlaşıldığı üzere, köyün balıkçılarının kilisesi aynı zamanda. Kilisenin giriş kapısının karşısındaki diğer kapıdan çıktığınız zaman, Boccadasse’nin ünlü koyuna inen merdivenleri göreceksiniz.

Boccadasse Sant’Antonio Kilisesi
Kilisenin vitraylarından birisi
Boccadasse’nin dar koyu ve 10 Ekim tarihinde denize girenler
Fazla büyük olmayan köyün bir sokağı

Genova’da, öğle saatlerinde kapalı olmalarının dışında, her gün açık olan görülmeye değer yerler arasında katedral ve kiliseler var. Bunlardan biri olan Basilica della Santissima Annunziata del Vastato, otelimize oldukça yakındı. Etkileyici Barok süslemeleri olan basilica, Genova Üniversitesi‘nin de bulunduğu Via Balbi‘nin açıldığı Piazza della Nunziata meydanında. Daha sonra tekrar döneceğim Via Balbi, Genova’nın önemli sokaklarından birisi. Bu çok geniş olmayan sokakta sağlı sollu sıralanmış olan sarayların çoğu günümüzde üniversiteye verilmişler. Bundan dolayı sokak, her daim gördüğünüz üniversite öğrencileri ve kantin benzeri kafeleri ile adeta bir üniversite yerleşkesi havasında. Önündeki merdivenlere gruplar halinde oturan üniversite öğrencileri nedeniyle Annunziata Bazilikası da bu havadan nasibini alıyor. Bazilikanın yapımına 1520 yılında başlanmış. Ancak, maddi nedenle 1537 yılında durdurulmuş. 1591 yılında, Genova’nın nüfuzlu ailelerinden Lomelliniler tarafından inşaat tekrar başlatılmış. Bazilikanın içindeki süslemelerin yapımına 17. yüzyılın başlarında, kubbenin süslemelerini de bizzat kendisi yapan Andrea Ansaldo‘nun (1584-1638) liderliğinde başlanmış. Kilisenin içindeki tablolar ağırlıklı olarak daha önce tanımadığım Genovalı ressamlar tarafından yapılmışlar. Bu sayede, Giovanni Benedetto Castiglione, Giovanni Bernardo Carbone, Valerio Castello, Giovanni Domenico Cappellino ve Domenico Piola gibi Genova’da doğmuş veya Genova ekolünden sayılan ressamlarla eserleri aracılığıyla tanışmış oldum. Ana kapının üstündeki Son Akşam Yemeği tablosu 1618 yılında, Leonardo Da Vinci‘nin (1452-1519) aynı isimli eserinden esinlenen Milanolu ressam Giulio Cesare Procaccini (1574–1625) tarafından yapılmış. Bazilikanın Neoklasik ön cephesi 1830-1840 yılları arasında İtalyan mimar Carlo Barabino tarafından tasarlanmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Müttefiklerin bombardımanları nedeniyle bazilika hasar görmüş.

Bir üniversite yerleşkesi havasındaki Via Balbi
ve sokağın sonunda görünen
Basilica della Santissima Annunziata del Vastato
“KOMÜNİST MİSİN?
O ZAMAN ÖRGÜTLEN
SOL SINIFLAR DEVRİMİ”
Via Balbi’nin duvarlarındaki yazılardan ve afişlerden
Genova Üniversitesi öğrencilerinin ne kadar politize olduklarını anlamak mümkün
Via Balbi’de Genova Üniversitesi’nin kütüphanesine
dönüştürülen bir kilise

Genova gibi önemli bir şehre gelip, katedralini görmeden olmaz. Şehrin tarihi bölgesinde, insanın bir şekilde sıklıkla kendisini yakınında bulduğu San Lorenzo Katedrali‘nin yapımına 1110 yılında başlanmış, 1118 yılında takdis edilerek açılmış ama, gerçek anlamda tamamlanması 17. yüzyılı bulmuş. Çizgili dış görünümü ile Gotik özellikler taşıyan katedral, uzun süren tamamlanma süreci nedeniyle, içeride daha sonraki dönemlere ait mimari ve sanatsal özellikleri de barındırıyor. Çan kulesi ve kubbe 16. yüzyılda yapılmış. Katedrale girdiğiniz zaman sağ tarafta görülen bomba, 9 Şubat 1941 günü, İngiliz savaş gemisi HMS Malaya‘dan atılmış. Katedralin nef bölümünün güneydoğu kısmına isabet etmiş ama, patlamamış.

Basilica della Santissima Annunziata del Vastato’nun gece görünüşü
Kilisenin kubbe süslemeleri 17. yüzyılın başlarında
Andrea Ansaldo (1584-1638) tarafından yapılmış
Ana kapının üstündeki Son Akşam Yemeği tablosu 1618 yılında,
Milanolu ressam Giulio Cesare Procaccini (1574–1625)
tarafından yapılmış

Genova’ya gitmeden görmeye karar verdiğim kiliselerden biri de Chiesa del Gesù idi. Bunun sebebi, ünlü Flaman ressam Peter Paul Rubens‘in (1577-1640) bu kilisede iki eserinin olması idi. Genova’da Rubens’in oldukça çok sayıda eseri var. Ticaretle zenginleşen Genovalı aristokrat aileler paralarını sanat için harcamaktan çekinmemişler. Bu arada, zamanın ünlü Flaman ressamlarına da özel bir ilgi duymuşlar. Genova’yı gezerken Rubens’in dışında Anthony van Dyck (1599-1641) da sıklıkla karşılaşılan bir Flaman ressam.

San Lorenzo Katedrali

Kilise, 1597 yılında, Jesuit tarikatı tarafından burada daha önce bulunan, 6. yüzyıldan kalma bir kilisenin üzerine yapılmış. Mimarı olan Giuseppe Valeriano da yine bu tarikatın üyesi olan bir ressam, mimar ve papaz. Kilise, içindeki süslemeler ve eserler nedeniyle Barok dönemi Genovasının en değerli örneklerinden biri kabul ediliyor. Ben bu kiliseyi Duomo‘dan (San Lorenzo Katedrali) daha etkileyici buldum.

Chiesa del Gesù’da Rubens’in iki eseri var. Bunlardan biri, kilisenin altar‘ındaki İsa’nın sünnetini gösteren Sünnet (1608) tablosu. Rubens bu tabloyu, Jesuit rahip olan bir arkadaşını ziyaret etmek için Genova’ya ilk geldiği zaman yapmış. Sünnet tablosunun yansıttığı İsa’nın sünnet edilişi daha önce hiç karşılaşmadığım ve üzerinde düşünmediğim bir konuydu. O nedenle şaşırmadım desem yalan olur. Ancak, İsa’nın Yahudi olarak doğduğu düşünülürse, bunda yadırganacak bir durum yok. İkinci tablo, Aziz Ignazio’nun Mucizesi (1612-1620) adını taşıyor. Şehrin ileri gelenlerinin adeta birbirleri ile yarışırcasına şapel yaptırmaları sonucunda kilisede, bu iki eserin dışında, çok sayıda ünlü Genovalı ressamın eserleri de var.

San Lorenzo Katedrali’nin içi
II. Dünya Savaşı sırasında katedrale isabet eden
ama patlamayan bomba

Genova müzeleri çok olan şehirlerden. Tarihi, zengin parasal, kültürel ve sanatsal birikimi nedeniyle bu son derece doğal. Aralarından seçim yapmak gerekince ilk sıraya koyduklarımdan birisi, Akdeniz‘de alanında en büyük müze olduğu belirtilen Galata Deniz Müzesi oldu. Genova’nın tarihi liman bölgesindeki bu cam ve çelikten yapılmış müze, 2004 yılında Genova Avrupa’nın Kültür Başkenti olduğu zaman açılmış. İspanyol mimar Guillermo Vasquez Consuegra‘nın eseri olan yapı, bir zamanlar Genova’nın ünlü kadırga, kalyon ve gemilerinin yapıldığı tarihi tersanesinin (Darsena) en eski binasına yeni bir çehre kazandırılarak yapılmış. Müzenin içindeki bazı bölümlerde binanın barındırdığı tarihi duvarları görebiliyorsunuz.

Chiesa del Gesù
Kilisenin altar’ında Flaman ressam
Peter Paul Rubens‘in (1577-1640)
Sünnet (1608) isimli tablosu var
Rubens’in eseri Sünnet (1608)

Müzenin, zemin kat dışında üç katı ve bir de tepesinde seyir terası var. Ayrıca, müzenin kıyısına demirlenmiş bir denizaltı da gezilebiliyor. Açık söylemek gerekirse, Galata Müzesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir kere son derece bakımsız kalmış bir müze idi. Eserlerin konduğu vitrinler çok kötü aydınlatılmış, İngilizce açıklamalar konmamış. Ayrıca, Genova’nın denizcilik tarihi de doğru dürüst, kronolojik olarak açıklanmamış. Müzenin adını aldığı İstanbul’daki Galata kolonisi hakkında bile bir bilgi yok. Seyir terasının camları o kadar pis ki, manzaranın tadına da varamıyorsunuz. Tüm bu olumsuzlukları İstanbul’un en beğendiğim müzelerinden Deniz Müzesi ile karşılaştırınca, yine iyi olan hiçbir şeyimizin doğru dürüst tanıtımını yapamadığımızı düşündüm. Gerek modern müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş olması gerekse temizlik, bakım ve her eserin İngilizce açıklaması olması bakımından Beşiktaş’taki Deniz Müzesi gerçekten Genova’daki Galata Deniz Müzesi’nden çok daha üstün.

Aziz Ignazio’nun Mucizesi (1612-1620)
Peter Paul Rubens’in (1577-1640)
Chiesa del Gesù
Kilisenin içindeki Barok tarzı fresk ve süslemeler etkileyici
Chiesa del Gesù

Müzenin üçüncü katı, 19. yüzyılda Genova’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya (özellikle Brezilya’ya) yapılan büyük göçe ayrılmış. İtalya’nın birleşmesinden yaklaşık 20 sene sonra başlayan büyük göçlerin temel nedeni fakirlik ve topraksızlık olmuş ve 1950’lere kadar yoğun bir şekilde devam etmiş. Yaşanan iki Dünya Savaşı da bu durumu körüklemiş. Müzenin bu bölümündeki göçmenleri taşıyan gemilerin canlandırmaları oldukça başarılı idi. Bir de, benim kendi açımdan müzeden edindiğim en ilginç kazanım, denizcilik ile ilgili tablo, çizim ve baskıların bulunduğu bölümde birdenbire karşıma çıkan bir gravür oldu. Geçen sene, Sicilya gezimiz sırasında, gerek Taormina‘da gerekse Siracusa‘daki Arkeolojik Park’ta, daha önce duymadığım Naumachia kelimesi ile karşılaşmıştım. Taormina’nın gezilen yerleri arasında Naumachia adında (bu ismin yanlışlıkla verildiği belirtilse de) bir yer vardı. Siracusa’daki Roma Amfitiyatrosu’nun da, istendiği zaman su ile doldurularak bir Naumachia’ya dönüştürülebildiğinin belirtildiğini yazmıştım. Naumachia, Romalıların eğlenmek için yaptıkları deniz savaşları oyunları için kullandıkları büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verdikleri isim. İşte karşıma çıkan, 18. yüzyılda Charpentier- S. Berteaux tarafından yapılmış bu gravür, bir Naumachia’yı tam olarak gözümde canlandırmamı sağladı.

Galata Deniz Müzesi
Cristoforo Colombo (1451-1506)
Ressam Ridolfo di Domenico Bigordi‘nin (Ridolfo del Ghirlandaio olarak bilinir) eseri
olduğu düşünülüyor (16. yy.).
Colombo’nun San Giorgio Bankası yöneticilerine ve
Genova Büyükelçisine yazdığı mektuplar

Galata Müzesi’nin bulunduğu eski liman bölgesi, esasen Colombo’nun Amerika’yı keşfetmesinin (1492) 500. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, kendisi de Genova doğumlu olan ünlü İtalyan mimar Renzo Piano (1937- ) tarafından 1985-2001 yılları arasında hayata geçirilen bir proje çerçevesinde yeniden düzenlenmiş. Renzo Piano, en çok Paris’te 70’li yıllarda yaptığı Centre Georges Pompidou (Merkezi) ile tanınan bir mimar. Dünyanın çeşitli yerlerinde önemli eserleri var. Kendisi aynı zamanda 2022 yılında açılan yeni Istanbul Modern‘in de mimarı. 2013 yılından beri İtalyan Senatosu’na yaşam boyu senatör olarak seçilmiş.

Müzede bulunan gemi maketlerinden birisi
Kürek mahkümlarının emeği ile denizleri aşan Genova
kadırgalarına bir örnek
18. yüzyılda Charpentier- S. Berteaux tarafından yapılmış
bir Naumachia gravürü

Renzo Piano’nun Genova’nın eski limanı için yaptığı proje ile bölgeye hem Galata Deniz Müzesi ve Akvaryum gibi ilaveler yapılmış hem de tarihi liman binaları restore edilmiş. Bu projenin belki de en popüler parçası ise, Renzo Piano’nun kıyıda, bir konser ve kutlama alanı olarak yaptığı Piazzale delle Feste ve onun çatısını da ayakta tutan panoramik Bigo asansörü. Bigo’nun tasarımına ve adına, tarihte Genova limanında gemilere kargo yüklemek ve boşaltmak için kullanılan vinç esin kaynağı olmuş. Her 10 dakikada bir 40 metre yüksekliğe çıkan bu yuvarlak asansörden limanı ve dar sokakları (caruggi) ile bir labirente benzeyen şehri seyredebiliyorsunuz. Galata Müzesi’nden sonra Bigo da beni biraz hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Buna sebep, asansörün içinde havalandırma olmaması ve camlarının kirliliği oldu. Bir de asansör kabini dönüyor olsaydı daha hoş olurdu kanımca. Böylelikle, insanlar kısıtlı zamanda her yeri görebilmek için sürekli yer değiştirmek zorunda kalmazdı. Sonradan, aslında kabinin 360 derece dönecek şekilde tasarlandığını öğrendim. Renzo Piano gibi bir mimarın bunu akıl etmemiş olması düşünülemezdi zaten ama, biz bindiğimizde sabitti. Geçici bir arıza mıydı yoksa, genel bir bakımsızlık mıydı, bilemiyorum. Tüm bu eleştirilerime karşın, limanı ve çevresini yukarıdan görebilmek açısından enteresan bir deneyim oldu.

Piazzale delle Feste ve Bigo asansörü
Renzo Piano (1937- )
Bigo ile yukarı çıkarken
Bigo asansöründen şehre bakış.
Orta Çağ’da gıda dükkanlarının bulunduğu binaların altındaki revaklı
bölümler (portico) 1033 yılında yapılmış.

Galata Müzesi’nden Bigo’ya doğru yürürken, sahilde korsan gemisi görünümlü bir tekne var. Neptün isimli bu tekne, Roman Polanski‘nin 1986 yılında çektiği Pirates (Korsanlar) filmi için, 17. yüzyılda kullanılan kalyonlar örnek alınarak yapılmış. Tunus’da gerçekleştirilen çekimlerden sonra, kısa bir süreliğine Cannes’a götürüldükten sonra, Genova’ya hediye edilmiş. Tıpkı, Malta ve Comino adaları ile Meksika’da çekilen Troy filmindeki tahta atın, daha sonra Çanakkale‘ye hediye edilmesi ve günümüzde şehir merkezinde turistik bir çekim noktası haline gelmesi gibi.

Neptün gemisi

Avrupa’nın belli başlı tüm kentlerinde göz kamaştırıcı saraylar vardır. Gidenler eminim, çeşitli yerlerde birkaç tanesini gezmişlerdir. Tarihte çok zengin bir devlet olan Genova’da da çok sayıda saray var. Bunlardan 42 tanesi 2006 yılında, Le Strade Nuove (Yeni Sokaklar) ve Palazzi dei Rolli (“Liste Sarayları”) başlığı altında UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmışlar. Bu saraylar sadece mimarileri, iç süslemeleri, mobilyaları ve sahiplerine ait kişisel resim koleksiyonları (ki kendi başına bu bile yeterli olabilirdi) nedeniyle değil, dönemine göre müthiş bir kent planlama projesinin parçası oldukları için de Dünya Mirası sayılıyorlar. Çoğunluğu geç 16. yüzyıl ile erken 17. yüzyıl arasında, yani Ceneviz Devleti’nin finansal ve denizcilik açısından en güçlü olduğu dönemde yapılan “Rolli Sarayları“, idari otorite tarafından parsellenerek bir plan dahilinde sahiplendirme yapılan Avrupa’nın ilk kentsel gelişim projesi kabul ediliyor. 1576 yılında Ceneviz Senatosu, o zamana kadar limanın etrafındaki dar sokaklara ve Orta Çağ’dan kalma yapılara sıkışmış olan Genova’nın, kuzeye doğru genişlemesine ve proje çerçevesinde parsellenen alanın kentin aristokratlarına tahsis edilmesine karar vermiş. Bu amaçla açılan yollara Strade Nuove, yani Yeni Sokaklar deniyor. Bunlar, günümüzde Genova’ya giden herkesin çokça gezindiği; Via Giuseppe Garibaldi (1558-1583 yılları arasında açılmış), Via Balbi (1602-1620 arasında açılmış) ve daha sonra (1778-1786) açılan Via Cairoli. O zamana kadar buralarda sadece, bölgeye serpiştirilmiş halde bazı manastırlar ve kiliseler varmış. Söz konusu sokakların etrafına zaman içinde Genovalı aristokrat aileler tarafından 163 tane Rönesans ve Barok tarzda saray yaptırılmış. Sokakların tasarımının, bazı sarayların da mimarı olan Galeazzo Alessi tarafından yapıldığı belirtiliyor. Rubens Genova’ya geldiği zaman bu sokak ve saraylardan çok etkilenmiş. Bazı sarayların cephe çizimlerini ve planlarını içeren, Genova’nın Sarayları isimli bir kitap hazırlamış ve 1622 yılında Antwerp‘de (Anvers) yayınlamış. Bu kitabın, daha sonra İtalyan mimarisinden önemli ölçüde etkilenen Kuzey Avrupa mimarisi üzerinde önemli bir etkisi olduğu düşünülüyor. Yukarıda belirttiğim gibi, toplam 163 saraydan 42 tanesi 2006 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.

Via Giuseppe Garibaldi

Sarayların dünya mirası kabul edilmelerinin bir diğer nedeni ise çok özel bir sistemin, Rolli olarak adlandırılan ve yine yönetim tarafından belirlenen bir Liste sisteminin parçası olmaları. Buna göre, aristokrat ailelerin sahip olduğu söz konusu saraylar, Ceneviz Devleti’ni resmi olarak ziyaret eden yabancı devlet konuklarını ağırlamak için bir tür devlet misafirhanesi olarak kullanılırlarmış. Günümüze ulaşmış ve farklı tarihlerde Senato tarafından yayınlanmış beş listede yer alan saraylar büyüklük, güzellik ve önemlerine göre üç kategoriye ayrılmış ve buna göre her sarayın hangi düzeyde konuk ağırlayacağı belirlenmiş. Örneğin, Papa, İmparator, Kral konumundaki konuklar belli sarayların sahibi aileler tarafından konuk edilirken, Kardinaller, Prensler, büyükelçiler, valiler ve benzeri ünvanlara sahip olanlar listedeki başka saraylarda ağırlanırlarmış. Konukların bu ağırlama sistemi yerine neden bizzat Genova Dükü tarafından konuk edilmedikleri merak konusu olabilir. Bunun sebebi olarak, Andrea Doria’nın öncülüğünde yapılan reformlarla Genova Dükü’nün hem yetkilerinin kısıtlanmış olması hem de sadece iki sene için seçilmesi gösteriliyor. (Ondan önce, Genova Dükleri de Venedik Dükleri gibi çok daha fazla güç sahibi olmaları yanında, bir de ömür boyu başta kalabiliyorlarmış). Ayrıca bir başka neden de, Genova Düklerinin ikametgahları olan Palazzo San Giorgio ve Palazzo Ducale‘nin üst düzey konukları ağırlamak için çok uygun olmamasıymış.

Palazzo Lomellino
Genova’nın ünlü Lomellino ailesinin saraylarından birisi

Günümüzde bu sarayların bazıları hala özel mülk ve aristokrat kökenli ailelere ait. Bir kısmı, üniversite, banka veya devlet dairesi olarak kullanılıyor. O nedenle müze olanların dışındakileri gezme imkanı yok. Ancak, 2006 yılından beri her yıl, bu sarayların bir kısmı Rolli Günleri organizasyonu kapsamında halka açılıyor. Bu yıl 13-15 Ekim tarihleri arasında, müze olanlar ücretsiz olmak üzere, 30’dan fazla saray halka açılmış. Sarayları gezmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerektiği için, bizim orada bulunduğumuz zamana denk gelen bu günlerden biz yararlanamadık. Ama, daha sonra müze olan birkaç tanesini gezdik.

Taht Odası
Palazzo Reale
Kabul Odası
Palazzo Reale
Kabul Odasında bir Flaman ustanın Tablosu…
Caterina Balbi Durazzo
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Aynalar Galerisi
Palazzo Reale

Genova’da gezmeye değer saraylardan biri olan Palazzo Reale, yani Kraliyet Sarayı, yukarıda daha önce bahsettiğim ve Genova Üniversitesi binalarının bulunduğu Via Balbi’de bulunuyor. Aslında Rolli Sarayları’ndan biri olan Palazzo Reale’nin orijinal adı, Palazzo Stefano Balbi. Buranın bir kraliyet konutu olması elbette ileride, Genova Dukalığı tarihe karıştıktan çok sonra oluyor. Genova’da yapılan tarihi kent planlamasında Via Balbi’ye adını veren Balbiler, Rönesans döneminde Genova’ya en çok katkı yapmış ailelerden biri. 1500’lerde başladıkları ipek, kadife, yün ve cıva ticareti ile daha sonra girdikleri uluslararası bankacılık faaliyetleri onların zamanla şehrin aristokrat sınıfına dahil olmalarını sağlamış. Aile üyelerinden bazıları daha sonra Genova Dükü de olmuşlar. 1600’lerde Via Balbi’nin yapımını üstlenen aile, buraya hem saraylar hem de bir Jesuit Okulu yaptırmış. Günümüzde Jesuit Okulu ve sarayların bir kısmında Genova Üniversitesi faaliyet gösteriyor. Palazzo Reale adı altında müze olan Stefano Balbi Sarayı’nın yapımına 1643 yılında başlanmış, 1650 yılında bitirilmiş. Bu dönemde sarayın içi de dönemin en ünlü sanatçılarının eserleri ile donatılmış. 1670’lerin sonunda saray, Genova’nın bir başka zengin aristokrat ailesine, Durazzo ailesine geçmiş. Bu dönemde saray freskler, alçı kabartama süsler (stucco), goblen duvar halıları ve çok değerli tablolarla donatılmış. Versailles Sarayı’ndan esinlenilerek bir “Aynalar Galerisi”, yandaki Teatro del Falcone tiyatrosuna saraydan doğrudan geçiş ve zaten zengin olan tablo koleksiyonuna önemli katkılar yapılmış. Palazzo Reale’nin resim koleksiyonunda çok değerli Van Dyke, Rubens, Veronese, Tintoretto ve çok sayıda Genevizli ressamın eserlerini görmeniz mümkün.

Kralın Yatak Odası
Palazzo Reale
Yatağın başucundaki eser:
Çarmıha Gerilmiş İsa
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Başörtülü Kadın (1625-1630)
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Kraliçenin Yatak Odası
Palazzo Reale
İnce detaylar…

19. yüzyılın başına gelindiğinde Durazzo ailesinin varisleri sarayı satmaya karar vermişler. Satın almak isteyenler arasında, 1805 yılında burada misafir olarak kalan Napolyon da varmış ama, sonunda saray 1823 yılında Savoia (Savoy) hanedanından, Sardinia Kralı Carlo Felice‘ye satılmış. Sarayın Kraliyet Sarayı haline gelmesi de bu şekilde olmuş. Bunun için yapıda taht odası, kral ve kraliçe daireleri gibi bir takım düzenlemeler yapılmış. Kraliyet ailesi, asıl sarayları Torino‘da olmakla beraber, Genova’daki bu sarayı da kullanmış. Palazzo Reale, 1919 yılında Kral Vittorio Emanuele III tarafından, diğer bazı kraliyet rezidansları ile birlikte, İtalyan Devleti’ne satılmış.

Kraliçenin oturma odası ve odanın bir
köşesindeki kişisel şapeli
Palazzo Reale’nin en ünlü fresklerinden birisi
Diana ve Endymion
Domenico Parodi (1672-1742)
Güzel sanatlarda birçok esere konu olmuş bu mitolojik öyküde Tanrıça Diana (Yunan mitolojisinde Artemis) çoban Endymion’a aşık olur ve onu sonsuza kadar uyutur. Böylece, her gece savaş arabasına biner ve sevdiğini uyurken
seyretmeye gelir.
Goblen Odası
Duvarlarda 17. yüzyılda yapılmış değerli Fransız goblenleri var

Palazzo Reale, zevkle gezdiğim bir saraydı. Ünlü ressamların tablo ve fresklerinin dışında, her bir köşesi inanılmaz detaylarla dolu, ince bir zevki yansıtan bir saray burası. Bahçesi de ayrı güzel. Yalnız bahçeye çıkmadan önce, yukarıdaki terastan bahçeyi incelemenizi öneririm. Nilüferlerle dolu havuzun etrafında, siyah ve beyaz taşlarla yapılmış resimlerin güzelliğini insan önce yukarıdan görünce daha iyi anlayabiliyor. Sarayın içindeki yönlendirmeler sizi doğal olarak bu terasa götürüyor. Ayrıca, görevliler de sizin doğru gezi yönünde olmanız konusunda çok yardımcı oluyorlar. Bahsettiğim terastan aynı zamanda, yan taraftaki Teatro Falcone ile olan bağlantıyı da yukarıdan görmeniz mümkün. Tiyatroya düşkün olan Durazzo ailesinin burada beş tane özel daimi locası varmış.

Sarayın at nalı şeklindeki terası
Bahçeye yukarıdan bakış
Sarayın içinden geçiş olan Teatro del Falcone‘nin
terastan görünüşü

Genova’yı gezmeye gelenlerin en çok ziyaret ettiği saraylardan birisi de, binanın dış boyası nedeniyle Palazzo Rosso (Kırmızı Saray) olarak anılan Palazzo Brignole Sale. Kırmızı renginden dolayı, Via Garibaldi’ye girince onu görmemek imkansız. Onun karşısında bir başka ünlü saray, Palazzo Bianco (Beyaz Saray) var. Palazzo Bianco’nun içinden de bir başka saraya, günümüzde büyük çoğunluğu belediye binası olarak kullanılan Palazzo Doria Tursi‘ye geçiş var. Alacağınız biletle bu üç sarayı gezebiliyorsunuz. Palazzo Doria Tursi’ye belediye girişi olan ana kapıdan da ücretsiz girebilirsiniz ancak, bu durumda müze olan kısımları ve en önemlisi, bir Genovalı olan Niccolò Paganini‘nin (1782-1840) ünlü kemanını göremezsiniz. Şimdi biz Palazzo Rosso’ya geri dönelim.

Palazzo Rosso
Adı üstünde: Kırmızı Saray
İlkbahar (1686-1687)
Tavan freski
Gregorio De Ferrari (1647-1726)
Palazzo Rosso
Yaz (1686-1687)
Tavan freski
Gregorio De Ferrari (1647-1726)
Palazzo Rosso
Sonbahar (1687-1688)
Tavan freski
Domenico Piola (1627-1703)
Palazzo Rosso
Kış (1687-1688)
Tavan freski
Domenico Piola (1627-1703)
Palazzo Rosso

Palazzo Brignole Sale, yani Palazzo Rosso, 1671-1677 tarihleri arasında yapılmış. Sarayın mimarı, eserleri arasında Genova’nın birçok sarayı olan, Pietro Antonio Corradi. Saray, ailenin iki erkek çocuğu, Ridolfo ve Giovanni Francesco Brignole Sale için yaptırılmış. Çekilen kura sonucu büyük olan Ridolfo ikinci kata, kardeşi Giovanni Francesco da birinci kata yerleşmiş. Ancak, 1683’te abisi hiçbir varis bırakmadan ölünce, Giovanni ailesi ile ikinci kata taşınmış ve birinci katı, kayınpederi olan Giuseppe Maria Durazzo’ya bırakmış. (Durazzo ailesini yukarıda, Palazzo Reale’nin ikinci sahipleri olarak hatırlayacaksınız. Genova’nın aristokrat aileleri çok geniş oldukları ve birbirleri ile de evlendikleri için aynı soyadına birçok sarayda rastlamanız mümkün). Kayınpeder burayı kendi değerli resim koleksiyonu ile donatırken, damadı Giovanni Francesco yukarı katta büyük bir yeniden dekorasyon işine girişmiş ve böylece günümüzde insanın nefesini kesen duvar ve tavan freskleri yapılmış. Birkaç kuşak boyunca sürdürülen bu çalışmaların sonucu olarak saray, zamanının en önemli sanatçılarından Gregorio De Ferrari (1647-1726), Domenico Piola (1627-1703), oğlu Paolo Gerolamo Piola (1666-1724), Giovanni Andrea Carlone (1639-1697) gibi ressamların ve stucco ustalarının eserleri ile donatılmış. Bunların arasında en çarpıcı olanlar, Gregorio De Ferrari’nin ilkbahar ve yazı, kayınpederi Domenico Piola’nın ise sonbahar ve kışı resmettikleri freskler. Oğul Piola’nın, bir göz yanılsaması eseri olan (trompe l’oeil) Diana ve Endymion tasviri de çok etkileyici. Ne yazık ki, bu eserlerin bir kısmı II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar almışlar ve restore edilmek zorunda kalmışlar.

Kapının sol tarafında Diana ve Endymion freski (1689 civarı)
Paolo Gerolamo Piola (1666-1724)
Harabeler Locası
Palazzo Rosso
Holofernes’in Başıyla Judith
Veronese (asıl adı Paolo Caliari) (1528-1588)
Palazzo Rosso
Aziz Jerome Çalışma Odasında
Albrecht Dürer (1471-1528)
Palazzo Rosso
Genç Bir Adamın Portresi
Albrecht Dürer (1471-1528)
Palazzo Rosso
Haç Taşıyan İsa
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Palazzo Rosso

Bunların yanında, ikinci katta da çok zengin bir resim koleksiyonu var. Aralarında Van Dyck, Veronese, Dürer, Strozzi gibi ressamların eserlerinin bulunduğu salonlar dolusu bir hazine bu. Sarayın mobilyaları da ayrıca etkileyici. Sanırım, Palazzo Rosso’nun muhteşemliğinden bu kadar söz ettikten sonra, Brignole Sale ailesinden birden çok kişinin de farklı zamanlarda Genova Dükü seçildiğini eklememe çok gerek yok.

Aile üyelerinden Anton Giulio Brignole Sale
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Palazzo Rosso
Kuyumcu Pucci ve Oğlunun Portresi
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Palazzo Rosso
İsa ve Para
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Palazzo Rosso
Giovanni Francesco Brignole Sale
1635-1637 yılları arasında Genova Dükü
Jacopo Antonio Boni (1688-1766)
(Daha eski bir tablodan esinlenilmiş)
Palazzo Rosso

Palazzo Rosso’da ilginç bulduğum konulardan birisi, yüzyıllar geçerken aristokrat ailenin yeni üyelerinin de yukarıda belirtilen De Ferrari, Piola gibi sanatçıların çocukları, torunları ya da onların çocukları ile saraylarını güzelleştirmeye devam etmeleri oldu. Böylece bir yandan zenginlik kuşaktan kuşağa geçerken, benzer bir şekilde sanatsal yetenek de kalıtsal olarak sanatçıların tarafında bir kuşaktan ötekine geçmiş.

Sarayın birinci katında, küçük kardeş
Giovanni Francesco Brignole Sale’nin dairesi

Sarayın üçüncü katında, iki ayrı daire daha var. Bunlardan, Albini Dairesi denilen kısım, eski ile yeninin, antika ile modernin gerek mimari gerekse sanat eserleri açısından büyük bir uyum içinde bir araya getirildiği bir mekan. 1955 yılında yapılan bu daire, ünlü İtalyan mimar, tasarımcı ve akademisyen Franco Albini (1905-1977) tarafından, o sıralar müze müdürü olan Caterina Marcenaro (1906-1976) için lojman olarak tasarlanmış. Büyük bir mekanın son derece estetik çözümlerle oturma odası, yemek odası, yatak odası ve şömineli oda olarak nasıl bölünebileceği ve dekore edilebileceği konusunda son derece güzel bir örnek. Dairede bulunan sanat eserleri, kitaplar ve mobilyalar Marcenaro’nun kişisel koleksiyonu imiş. Burada iki şey içimi aydınlattı. Birisi, tasarımı yine Albini’ye ait olan şömineli odanın tabanındaki Anadolu kilimi ve halısı. Diğeri ise, eski müze müdürünün sanat kitapları arasında sevgili babamın bana verdiği ressamlar serisinin aynısını görmek…

Eski müze müdürü Caterina Marcenaro için sarayın en üst
katında yapılan lojman, Albini Dairesi
Franco Albini (1905-1977)
Palazzo Rosso
Kitaplıkta babamın bana verdiği sanat kitaplarının
bazılarını görmek büyük mutluluktu
Albini Dairesinden Genova’ya bakış
Palazzo Rosso

Üst katta bir de, Brignole Sale ailesinin son varislerinden Galliera Düşesi, Maria Brignole Sale‘nin (1811-1888) Paris’te kendisine ve eşine ait Matignon Malikanesi‘nden bağışladığı mobilyalarla döşenmiş bir bölüm var. Buradaki birkaç odada bir canlandırması yapılan Paris’teki bu malikane (Hotel Matignon) günümüzde Fransa Başbakanlık resmi konutu olarak kullanılmaktaymış. Gezdiğimiz muhteşem Palazzo Rosso da Düşes tarafından 1874 yılında, müze yapılması için, Genova Belediyesi’ne bağışlanmış.

Ailenin son varislerinden Galliera Düşesi, Maria Brignole Sale‘nin
Paris’teki malikanesinden bağışladığı eşyalar ve sanat eserleri

Kırmızı Saray’ın karşısındaki Beyaz Saray (Palazzo Bianco), 1530-1540 yılları arasında, Genova’nın en önemli soylu ailelerinden birinin üyesi olan Luca Grimaldi için yapılmış. Yüzyıllar içinde burası da, Palazzo Rosso’nun sahipleri olan Brignole Sale ailesinin mülkiyetine geçmiş. Ailenin yukarıda belirttiğim son varisi Galliera Düşesi burayı da, Palazzo Rosso ile beraber, Genova şehrine bağışlamış. Günümüzde bu sarayın da bir bölümünde son derece zengin bir sanat koleksiyonu var. Flaman, İspanyol ve İtalyan ressamların tablolarının arasında burada da Rubens ve Van Dyck karşımıza çıkıyor. Bölgedeki diğer saraylar gibi, arazi ile son derece uyumlu bir mimarisi olan Palazzo Bianco’nun iki farklı seviyede yer alan iki avlusu var. Birinci kattan çıkılan avlu, havuzları ve bahçesi ile, 18. yüzyıldaki görünümünü koruyor. Zemin seviyesindeki ikinci avlu, aynı zamanda Palazzo Doria Tursi’ye geçişi sağlıyor. Burada bir de, daha önce burada bulunan San Francesco Kilise ve Manastırı‘nın kalıntıları var. 13. yüzyılda yapılan yapı, Napolyon döneminde kilise mallarına el konulması nedeniyle önce harabeye dönmüş, sonra da yıkılmış. Üzerinde bulunduğu arazinin bir bölümü iki saraya (Palazzo Bianco ve Palazzo Doria Tursi) katılmış, bir bölümüne de bahçe yapılmış. Kilisenin yerin altındaki mezarlık bölümüne (kript) ait buluntuları Palazzo Doria Tursi sarayına geçişi sağlayan geçitte görmek mümkün.

Palazzo Bianco
Palazzo Rosso’nun karşısındaki “Beyaz Saray”
Üst kat terasından aşağıdaki bahçeye bakış.
Karşıda görünen, Palazzo Rosso.
Susanna ve Yaşlılar
Veronese (asıl adı Paolo Caliari) (1528-1588)
Palazzo Bianco
İshak’ın Kurban Edilmesi
Giuseppe Vermiglio (1585-1635)
Palazzo Bianco

Günümüzde Genova Belediyesi’nin de bulunduğu Doria Tursi Sarayı, 1565 yılında, bir başka Grimaldi ailesi üyesi, Niccolò Grimaldi (1524-1593) tarafından yaptırılmaya başlanmış. Via Garibaldi’de üç parsel üzerine oturan tek saray olarak sokağın en muhteşem sarayı olmaya adaymış. Çok sayıda asilzade ünvanı ve inanılmaz serveti nedeniyle takma adı “Monark” olan Niccolò Grimaldi için inşaat süreci on yıl gayet iyi gitmiş. Ancak 1575 yılında, kendisine borcu olan İspanya Kralı II. Philip borçlarının ertelenmesini isteyince maddi zorluğa düşmüş ve bu yüzden inşaat ve özellikle dekorasyon işleri durdurulmuş. Sarayda fresk ve diğer süslemelerin olmaması buna bağlanıyor. 1593 yılında saray, Doria ailesinden (ünlü Andrea Doria’nın yeğeni) Giovanni Andrea Doria (1539–1606) tarafından, küçük oğlu, Tursi Dükü Carlo (1576-1649) için satın alınmış. Böylece sarayın adı da Doria Tursi olmuş. 1820 yılında saray Savoia (Savoy) hanedanı tarafından satın alınmış ve Kral Vittorio Emanuele I‘in istediği doğrultuda yeniden düzenlenmiş. Bir saat kulesi eklenmiş ve bazı salonlara freskler yapılmış. 1850 yılında Genova şehrinin mülkiyetine geçmiş ve Belediye Sarayı yapılmış. 2003-2004 yılında yapılan restorasyon ile binanın ana katı müze olarak halka açılmış.

Müzik Alegorisi
Giovanni Andrea de Ferrari (1598-1669)
Palazzo Bianco
Çarmıha Gerilme
Gillis Mostaert (1528-1598)
Palazzo Bianco
Venüs ve Mars
Peter Paul Rubens (1577-1640)
Palazzo Bianco
Vertumnus ve Pomona
Anthony Van Dyck (1599-1641)
Palazzo Bianco

Liguria bölgesinde ve Genova’da insan Grimaldi aile adı ile çok sık karşılaşıyor. Söz konusu ismi sadece bina ve sokak adı olarak değil, gemilerin üzerinde de çok gördüm. Bu bana günümüzdeki Monako Prensliği‘ni çağrıştırdı. Monako’yu yöneten hanedanın adının da Grimaldi olduğunu anımsadım. Yanılmamışım. Bilgileri kontrol ettiğimde, Grimaldi hanedanının 1160 yılında Genova’da kurulduğunu ve 1297 yılında Francesco Grimaldi Monaco’yu zaptettiğinden beri de Monako Prensliğini yönettiğini teyit etmiş oldum.

Palazzo Bianco’nun terasından Palazzo Doria Tursi’nin görünüşü.
İki sarayın arasında ortak bahçe var.
Günümüzde Doria Tursi Sarayı’nın bir bölümü,
Genova Belediye Sarayı olarak kullanılıyor
Palazzo Doria Tursi’nin avlusu

Palazzo Doria Tursi’nin de beş salondan oluşan kendine ait bir resim koleksiyonu var. Ancak, burada ek olarak başka ilginç şeyler de görmek mümkün. Şehir koleksiyonun parçası olan tarihi Genova Cumhuriyeti döneminde ticarette kullanılmış ağırlıklar ve şarap, zeytinyağı gibi sıvılar için geliştirilmiş ölçü kapları, tarih boyunca insan için ticarette ölçü standardının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, Genova’ya özgü tarihi seramikleri ve bunların arasında, esinlenildiği belirtilen, İznik çinilerini görmek de güzeldi. Bunların dışında, tarih boyunca basılmış Genova paraları ve madalyalar da vardı. Sala degli Arazzi‘de ise, Genova’nın 14. yüzyıla kadar giden Hollanda ile ekonomik bağlarının bir göstergesi olan şahane goblen Flaman duvar halıları bulunuyor. Bunların birkaç tanesinde Büyük İskender‘in yaşamından sahneler canlandırılmış.

San Francesco Kilise ve Manastırı‘nın kalıntıları (13. yüzyıl)
Palazzo Doria Tursi
Orta Çağ’dan sıvı ölçü kapları
Palazzo Doria Tursi
Tarihi Genova seramikleri
Palazzo Doria Tursi
14. ve 15. yüzyıllarda Avrupa piyasalarını istila eden İspanyol seramiklerinden sonra, 16. yüzyılda İznik ve Kütahya’da üretilen Osmanlı çinileri çok büyük rağbet görmeye başlamışlar. Osmanlı çini eşyaları gerek renkleri gerekse kaliteleri ile Avrupalıları büyülemiş.
Palazzo Doria Tursi
Avrupalılar Osmanlı çinileri ile tanıştıkları dönemde, Çin Ming porselenleri de ithal edilmeye başlanmış. Bundan etkilenen Genovalı seramik ustaları hem Çin porselenlerinin renklerini hem de Osmanlı figürlerini ürettikleri
ürünlerde kullanmaya başlamışlar.
Palazzo Doria Tursi

Tüm bunlardan sonra, şüphesiz Genova şehrinin en büyük gurur kaynaklarından birisi olan Niccolò Paganini ile ilgili bölüme geliyorsunuz. Burada, Paganini’ye ait birçok belge, mektup, madalya, nota ve özel eşya arasında en dikkat çekici eser tabii ki, sanatçının vasiyetinde Genova’ya bağışladığı ünlü kemanı var. Tok sesi nedeniyle sanatçı bu kemana, topa bir gönderme yaparak, “Il Cannone” dermiş.

Colombus’un Zaferi
Tavan freski
Francesco Gandolfi
Palazzo Doria Tursi, Tören Salonu
Marco Polo (1254-1324)
(Mozaik-1867)
Palazzo Doria Tursi, Tören Salonu
Marco Polo Venedikli olmasına rağmen Genovalılar ona saygı duyuyorlar ve sahip çıkıyorlar. Bunun birinci nedeni, Venedik ile Genova’nın savaş halinde olduğu bir dönemde Genovalılara esir düşen Marco Polo’nun, daha sonra kitap haline gelecek seyahatnamesini burada hücre arkadaşına dikte etmiş olması. İkinci nedeni ise, Marco Polo’nun Uzak Doğu anılarının Cristoforo Colombo’ya
yolculukları için esin kaynağı olması.
Cristoforo Colombo (1451-1506)
(Mozaik) (1867)
Palazzo Doria Tursi, Tören Salonu
Genova’nın Sarayları
Peter Paul Rubens
1606 yılında Genova’ya gelen sanatçı şehrin saraylarından o kadar etkilenmiş ki, bazı sarayların cephe ve planlarını çizerek bu kitabı hazırlamış ve 1622 yılında
Antwerp‘de (Anvers) yayınlamış.

Bilindiği gibi, dünyanın en değerli kemanlarının iki Cremonalı usta, Antonio Stradivari (1644-1737) ve Giuseppe Guarneri (1698-1744) tarafından yapıldığı kabul ediliyor. Guarneri daha sonra, kemanlarına bir haç işareti koymaya başlaması nedeniyle, ‘del Gesu’ (İsa’nın) olarak da anılmış. Paganini’nin, 11 tanesi Stradivari yapımı olmak üzere, çok sayıda kemanı olmasına karşın, Guarneri’nin yaptığı Il Cannone‘ye özel bir bağlılığı varmış ve bir virtüöz olarak yeteneğini en çok bu keman ile çaldığı zaman gösterdiğini düşünürmüş. 1743 yılında yapılan bu keman Paganini’ye Livorno’da bir Fransız hayranı tarafından hediye edilmiş. Keman 1751’den beri Genova Belediyesi’nin koruması altında. Yılda bir kere, 12 Ekim Colombus Kutlamaları çerçevesinde, o yıl Uluslararası Paganini Keman Yarışması’nı kazanan sanatçı tarafından çalınıyor. Il Cannone‘nin bulunduğu salonda onun bir de kopyası sergileniyor. Sivori Kemanı olarak bilinen bu kopya, 1834 yılında Paris‘te Jean-Baptiste Vuillaume (1798-1875) tarafından yapılmış. Vuillaume bu kopyayı, Paganini kendisinden Il Cannone’yi tamir etmesini istediği zaman yapmış ve sanatçıya tamir ettiği asıl kemanı geri verirken hediye etmiş. Sanatçı aslından çok zor ayırt edilebilen bu kemanı daha sonra öğrencisi, Camillo Sivori‘ye (1815-1894) hediye etmiş. Sivori’nin varisleri de, ölümünden kısa bir süre sonra kemanı Genova şehrine armağan etmişler.

Niccolò Paganini (1782-1840)
George Patten (1801-1865)
Paganini’nin İtalyan besteci Vincenzo Merighi’ye
Marsilya’dan yazdığı 23 Eylül 1839 tarihli mektubu
Paganini’nin notaları, yolculuklarında yanından
ayırmadığı satranç takımı, keman kutusu, mektupları…

Liguria gezimiz sırasında Genova’ya ayırdığımız, birkaç güne yayılmış, bölümde gördüklerimizi böylece tamamlamış oluyorum. Kısıtlı zamanda her gezi insanın önüne bir takım tercih yapma zorunlulukları koyuyor. Bu sefer de tabii ki öyle oldu. Aklım pek çok yerde kaldı. Zengin Liguria mutfağından damağımıza değenler çok yakında bir sonraki yazımda olacak.

Paganini’ye ait gitarlar
Besteci usta bir kemancı olmasının yanında,
gitar çalmaktan da çok hoşlanırmış.
Paganini’nin, 1743 yılında Cremona’da Giuseppe Guarneri tarafından yapılmış olan ünlü kemanı Il Cannone
Paganini’nin en sevdiği kemanı Il Cannone (sağda) ve
onun kopyası olan Sivori Kemanı (solda)

Kapatırken, büyük bir şans eseri Genova’da sergisine denk geldiğimiz Banksy‘e de bir selam yollayalım. Ben de herkes gibi, Banksy’nin üç beş eserini biliyordum. Meğer bilmediğim ne çok yapıtı varmış. Hepsi insanı farklı yönlerden çarpan, sarsan ve düşündüren eserler… Bilindiği gibi, dünyaca ünlü Banksy’nin kimliği kesin olarak bilinmiyor. Sadece, Bristol’dan çıktıkları bilinen bir grup grafiti sanatçısından birisi olduğu tahmin ediliyor. Eserleri siyasi otoriteler tarafından, kimi zaman saatler içinde, üstleri boyanarak yok edilen Banksy, yerleşik düzen açısından temsil ettiği tehlikenin de farkında elbet: “Dünyayı daha iyi bir yer yapmak isteyen bir kişiden daha tehlikeli bir şey yoktur” diyor Banksy. Sanatçı, 1990’lardan beri, sadece İngiltere’de değil, tüm dünyada yaptığı grafitilerle hem güncel hem tarihsel politik ve toplumsal çelişkilere dikkat çekiyor. Dikkat çekmekle kalmıyor, aslında dünyayı değiştirmek de istiyor. Onun 2005 yılında, Filistin ve İsrail’i ayıran duvarı protesto etmek için yaptığı resimlerin bazılarından ve tamamen kendisinin finanse ettiği “The Walled Off Hotel” projesinden daha önce sosyal medya hesaplarımda söz etmiştim. İşte bunlar da, iki saat geçirdiğimiz Genova Banksy sergisinden farklı konular üzerine bir iki resim…

Köpekli Adam
Banksy
2018 tarihli bu eseri sanatçı Paris’in 5. bölgesinde, Victor Cousin sokağında bir duvara yapmış. İlk bakışta, bir adamın bir köpeğe kemik verdiği masum bir resim gibi görünüyor. Ancak, yakından bakınca, kemiğin köpeğin
kendi patisinin kemiği olduğu anlaşılıyor.
Steve Jobs’ın görüldüğü bu duvar resmi Banksy tarafından 2015 yılında Fransa’nın Calais şehrinde yapılmış. Sanatçının mesajı, mülteci kabul etmek istemeyen ülkelere… “Mülteci kabul etmeyerek, dünyayı bir sonraki Steve Jobs’dan mahrum bırakıyor olabilirsiniz”. Steve Jobs da Suriyeli göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti.