Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.
Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.
Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.
Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.
Agrigento’da geçirdiğimiz duygusal gelgitlerle dolu bir önceki günün ardından, sabah yine kaldığımız Dimora dei Templi‘nin terasında kahvaltı yaptıktan ve bize servis yapan Sicilyalı genç ile vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. O gün hedefimiz, Selinunte antik kentini, Mazara del Vallo‘yu ve Marsala‘yı gezdikten sonra, Cefalù‘ya dönmekti. Ertesi gün Cefalù’dan Palermo‘ya giderek orada daha önce gezemediğimiz yerleri gezecektik. Bu değişik rotayı ve programı neden izlemek zorunda kaldığımızı dizinin ilk yazısında (tıklayarak erişebilirsiniz) anlatmıştım. Bütünsellik açısından daha uygun olduğunu düşündüğüm için, Palermo’yu gezdiğimiz ilk ve ikinci günle ilgili yazılarımı da daha önce peşpeşe yayınlamıştım.
Evet, yukarıda belirttiğim gibi, Dorik tapınaklarla dolu bir başka antik kent olan Selinunte’ye gitmek üzere otelden ayrıldık. Ancak, Agrigento’yu geride bırakmadan önce görmek istediğim bir yer daha vardı. Burası, İtalyanların büyük şair ve edebiyatçısı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev ve mezarının bulunduğu müze idi. Pirandello ülkemizde romanları, kısa öyküleri ve şiirlerinden çok, tiyatro oyunları ile tanınıyor diye düşünüyorum. Eserleri çeşitli yıllarda özel ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sahnelendi. İlk aklıma gelenler; Altı Kişi Yazarını Arıyor, Size Öyle Geliyorsa Öyledir ve Ağzı Çiçekli Adam. Pirandello, gençliğinde Nasyonal Faşist Parti üyesi olmasına karşın, günümüzde liberal ve sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere, edebiyatçılar tarafından çağdaş tiyatroya en çok katkıda bulunan yazarlardan biri olarak kabul ediliyor. Britanyalı akademisyen Profesör Anthony Mortimer’a göre, “Pirandello, hem İtalyan edebiyatında hem de dünya tiyatrosunda bir devrim yapmıştır.” Pirandello bu anlamda Absürd Tiyatro akımının kurucuları sayılan Samuel Beckett (1906-1989) ve EugèneIonesco‘nun (1909-1994) öncülü sayılıyor. Ben şahsen, Sicilya’ya gidene kadar Pirandello’nun aslen buralı olduğunu bilmiyordum. Gidince öğrendim ve bir edebiyatsever olarak bu müzeyi görmek istedim. Konuya özel ilgi duymayanlar Pirandello’nun müzesini ziyaret etmeyebilirler.
Luigi Pirandello 1867 yılında, Agrigento’ya 4 kilometre uzaklıkta bulunan Caos (İtalyanca’da Chaos) mevkindeki bu evde, hem anne hem baba tarafından çok zengin bir aileye doğmuş. Babası çok varlıklı bir sülfür sanayicisi, annesi ise Agrigentolu büyük burjuva bir aileden gelen çok iyi eğitimli bir kadınmış. İlk eğitimini evde alan Pirandello, küçük yaşlardan itibaren evdeki hizmetlilerin anlattığı masal ve efsanelere ilgi duymuş. On iki yaşında ilk tragedyasını yazmış. Babasının ısrarı üzerine önce teknik bir orta okula kayıt olsa da, daha sonra edebiyat ve beşeri bilimleri tercih etmiş.
1880 yılında aile Palermo’ya taşınmış. Burada liseyi bitiren Pirandello aynı zamanda hem 19. yüzyıl İtalyan şairlerini yoğun olarak okumaya hem de ilk şiirlerini yazmaya başlamış. Bu dönemde babasının evlilik dışı ilişkilerinin farkına varan Pirandello duygusal olarak babasından uzaklaşmaya başlamış. Annesine her zaman duyduğu, eserlerine de yansıyan sevgisi ve düşkünlüğü daha da artmış. Pirandello üniversite eğitimine Palermo Üniversitesi’nin Hukuk ve Edebiyat bölümlerinde başlamış. Özellikle Hukuk bölümündeki ortam onun politikaya ilgisini artırmış. Kendisi doğrudan yer almasa da, ileride Fasci Siciliani adını alacak olan demokrat ve sosyalist harekete sempati duymuş ve bu hareketin lider idealogları ile yakın arkadaş olmuş. 1887 yılına gelindiğinde, çalışmalarına kesin olarak edebiyat alanında devam etmeye karar veren Pirandello, yüksek eğitimi için Roma‘ya gitmiş. Burada sık sık gittiği tiyatrolar onun bu edebiyat dalına ilgi duymasına yol açmış. Eğitimi devam ederken, Latince profesörü ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Roma Üniversitesi’nden ayrılıp, doktora çalışmalarına devam etmek için, Bonn‘a gitmiş. Filoloji doktorasını tamamlama sürecinde Alman Romantikleri‘ni ve özellikle Goethe‘yi (1749-1832) yoğun olarak okuma fırsatı bulmuş. 1891 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Roma’ya dönen Pirandello, 1893 yılından itibaren edebiyatın çeşitli dallarında eserler yazmaya başlamış.
1903 yılında, Pirandello’nun babasının Agrigento yakınlarında bulunan Aragona‘daki sülfür madenlerini sel basınca, aile maddi krize girmiş. Babası sadece ailenin kendi kaynaklarını değil, Pirandello’nun eşinin drahomasını da bu işletmeye yatırdığı için bu krizin sonuçları çok ağır olmuş. Pirandello’nun eşi ömür boyu sürecek bir ruhsal bunalıma girmiş. Pirandello’nun kendisi ise, bir ara intihar etmeyi düşündükten sonra, verdiği İtalyanca ve Almanca derslerin sayısını artırarak ve o zamana kadar ücretsiz yazı yazdığı edebi dergilerden ücret talep ederek, üç çocuklu çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmış. 1904 yılında Pirandello kendisine tanınırlık kazandıran ilk romanını (Mattia Pascal) yayınlamış ve ondan sonraki on yıl boyunca roman ve kısa öykü dalında eserler vermeye devam etmiş. 1916 yılında tiyatro yeniden ilgisini çekmeye başlamış ve yazdığı eserleri kısa zamanda sadece İtalya’da değil, başta Londra olmak üzere Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York‘da sahnelenmeye başlanmış. 1922-1924 yılları arasında uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı iyice artan Pirandello bu arada Fransızların Légion d’honneur nişanına da layık görülmüş. Yine bu sıralarda Benito Mussolini‘ye (1883-1945) bir mektup yazarak Nasyonal Faşist Parti üyesi olmak istediğini bildirmiş. Bu hareketinin sonunda, Mussolini’nin desteği ile Roma’da kendi tiyatrosunu (Teatro d’Arte di Roma) kurmuş. Pirandello’nun gerçekten faşist olup olmadığı daima bir tartışma konusu olmuş. Her ne kadar, “Faşistim çünkü İtalyanım” demiş olsa da, parti ile temel konularda sürekli tartışma yaşamış. Kendisini, “Bu dünyada sadece bir insanım, ben apolitiğim”, diye tanımlamış. Parti ile fikir ayrılıkları 1927 yılında parti kimliğini parti genel sekreterinin gözleri önünde yırtmasına kadar varmış. Tüm bunlar nedeniyle, Pirandello’nun aslında düşünsel olarak değil, pratik nedenlerle, kariyerine faydası olacağı için parti üyesi olduğu fikri yaygın. Öte yandan Pirandello, 1934 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü madalyasını 1935 yılında İtalya’nın Etiyopya‘yı (o zamanlarki adıyla Habeşistan’ı) işgali için düzenlenen kampanya sırasında, eritilmek üzere, partiye bağışlamaktan da kaçınmamış.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapılmış olan Pirandello’nun doğduğu ev, aslen yazarın anne tarafına ait kırsal bir villa. Ev ve çevresindeki zeytin ağaçları ile dolu arazisi bir tepeden, yazarın “Afrika Denizi” diye betimlediği, Sicilya ile Afrika kıtası arasındaki denize bakıyor. Yazarın annesi Caterina Ricci Gramitto Luigi Pirandello’yu, 1867 yılında yaşanan bir kolera salgını sırasında, hastalıktan korunmak için çekildiği bu evde doğurmuş. Ev, ailenin yaşadığı mali krizden sonra birkaç el değiştirmiş. 1943 yılında, yakınındaki bir cephane çöplüğünde yaşanan bir patlama nedeniyle ağır hasar almış. 1949 yılında ulusal anıt statüsü verilmiş. 1952 yılında Sicilya bölgesel yönetimi satın aldıktan sonra kapsamlı bir restorasyon yapılmış. Günümüzde müzenin giriş katında Pirandello ile ilgili süreli sergiler düzenleniyor. Üst katta ise, yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, mektupları, el yazmaları, kitaplarının imzalı ilk basımları, aldığı ödüller ve ünlü oyunlarının afişleri sergileniyor. Ayrıca, yazarın eserlerinden alıntılar ve çeşitli konular üzerine düşünceleri farklı görsel araçlarla (projeksiyon, film vb.) gösteriliyor. Bunların arasında, Pirandello’nun özellikle ölüm üzerine düşünceleri beni çok etkiledi…
Pirandello, Nobel ödülünü aldıktan iki yıl sonra, 10 Aralık 1936 günü Roma’daki evinde ölmüş. Ölmeden önce kesinlikle istemediğini belirtmesine karşın, cenazesi devlet töreni ile kaldırılmış. Oysa, ” Öldüğüm zaman beni giydirmeyin. Beni çıplak olarak bir çarşafa sarın. Yatağın üstünde çiçekler ve mum ışığı olmasın. Sadece bir cenaze arabası olsun. Çıplak. Bana kimse eşlik etmesin. Akrabalar ve arkadaşlar olmasın. Araba, at, arabacı, o kadar. Beni yakın”, demiş. Kilise yakılmaya karşı olduğu, Faşist Parti de bir kimsesiz gibi gömülmesini redettiği için, bu istekleri yerine getirilmemiş. Vasiyeti ancak 1947 yılında hayata geçirilmiş ve külleri, arzuladığı gibi, Sicilya’ya, doğduğu yere getirilmiş.
“…. küllerimin konduğu kap Sicilya’ya götürülsün ve doğduğum yer olan Girgenti’nin (Agrigento’nun o zamanki adı) kırsal bölgesinde sert bir kayanın içine yerleştirilsin “
Luigi Pirandello
Pirandello’nun mezarı doğduğu evin çok yakınında, tam da onun istediği gibi, “Afrika denizi”ni gören bir noktada. Çok uzun olmayan bir yürüyüşle, tepenin yamacı boyunca yürüyüp, ulaşıyorsunuz. Biz giderken yabancı bir çift mezardan geri dönüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Yazarın külleri, vasiyet ettiği gibi, heykeltıraş Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu anıtsal bir kayanın içine yerleştirilmiş. Sessizlikte, yüzümü mezarın baktığı denize döndüm ve hafif dalgalı denizi izledim bir süre. Biraz puslu havada göremedim ama, Afrika karşıda bir yerlerde olmalıydı…
Agrigento’dan Selinunte’ye gitmek için batıya doğru aşağı yukarı 120 kilometre kadar gitmeniz gerekiyor. M.Ö. 628 yılında kurulduğu tahmin edilen ve o zamanlar ismi Selinus olan bu Grek kolonisi, Sicilya’nın doğusunda bulunan bir başka Grek kolonisinden, Megara Hyblaea‘dan gelen Grekler tarafından kurulmuş. Megara Hyblaealılar ise, Selinunte’yi kurmadan 100 yıl kadar önce Yunanistan’daki Megara‘dan gelmişler. (Hatırlanacağı üzere, İstanbul’da M.Ö. 658 yılında, günümüzde Topkapı Sarayı‘nın bulunduğu, Birinci Tepe‘de ilk şehir devleti Byzantium‘u kuran Byzas da Megara’dan gelmiştir). İki nehir arasında kurulmuş olan Selinunte, söylendiğine göre adını burada bol miktarda yetişen yabani kerevizden (selinon) almış. Bu nedenle, kereviz yaprağı motifi kentin paralarında yaygın olarak kullanılmış.
Selinunte, Sicilya’nın güneybatı köşesinde bulunuyor. Burası aynı zamanda, adadaki Grek kolonileri arasında en batıda bulunan koloni. Bu nedenle, Selinuntelilerin Fenikeliler, yine onlardan olan Kartacalılar ve Sicilya’nın yerli halkları ile en baştan ilişkide olmaları kaçınılmaz olmuş. Başlarda Fenikelilerle bir sorun yaşamazken, daha önce gezdiğimiz Segesta ile bitmeyen bir düşmanlık ve savaş yaşamışlar. Segesta ile ilgili yazımda (erişim için tıklayabilirsiniz) belirttiğim gibi, buranın halkı olan Elymianlar Anadolu kökenli, Grek olmayan bir halk. Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180) sonra Troia‘dan göç etmişler ve tarihsel olarak Sicilya’nın yerel kabul edilen üç halkından birisini oluşturuyorlar. Selinunte ile Segesta arasındaki bitmeyen sınır ve güç savaşları sırasında, Segesta’yı tutan Atina ile Selinunte’nin müttefiki olan, adanın doğusundaki Siracusa arasında da savaşlar olmuş. Öyle ki, Atinalılar Segesta’ya destek olmak için Sicilya’ya bir sefer düzenlemişler. Ancak, Selinunte yerine Siracusa’ya saldırmışlar. M.Ö. 415-413 arasında zamanın bu iki süper gücü arasındaki mücadelede Atina yenilince, Segestalılar bu sefer Kartacalıları yardıma çağırmışlar.
M.Ö. 409 yılında, dokuz günlük bir kuşatmadan sonra, Selinunte Kartacalıar tarafından yerle bir edilmiş. Şehir nüfusunun neredeyse tamamı ya öldürülmüş ya da esir alınmış. Bu saldırıdan sonra Selinunte hiçbir zaman eski şaşalı günlerine dönememiş. Daha sonra, Kartacılarla Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sırasında da arada kalan şehir, M.Ö. 250 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve bir daha inşa edilmemek üzere tarihten silinmiş. Kalan halk, şehirden geri çekilirken Kartacalılar tarafından Lilybaeum‘a (günümüzde Marsala) götürülmüş.
Selinunte, kurulduktan sonra 200 yıl içinde dev tapınakları ve iki limanı olan çok muhteşem bir şehir devleti haline gelmiş. Bir dönem, Antik Çağ için oldukça fazla sayılacak 100.000’nin üzerinde bir nüfusa ulaşmış. Deniz kenarında etkileyici Dorik tapınakları olan kent, kuzey-güney ekseninde uzanan, yaklaşık 4000 dönümlük bir alana yayılmış. Bu nedenle, günümüzde de antik kentin içinde bulunduğu arkeolojik parkın, Avrupa’nın en büyük arkeolojik ören yeri olduğu belirtiliyor. Arkeolojik alan başlıca dört bölgeden oluşuyor. Kısıtlı zamanda seçim yapma gerekliliği yüzünden biz, şehrin doğusundaki ve akropol bölgesindeki tapınaklara gitmeye karar verdik. Bir de ören yerinin müzesini gezebildik. Buraların dışında, antik kentin kuzeyindeki Mannuzza tepesinde ev kalıntıları, batı tarafta Demeter‘e adanmış bir kutsal alan ve nekropol (mezarlık) bölgesi varmış. Zaman kısıtının dışında bir de, gökyüzünde gittikçe kararan yağmur bulutları bizi böyle bir seçim yapmaya itti.
Selinunte’de gezdiğimiz doğu tapınakları ve akropoldeki tapınakların arasındaki uzaklık epeyce fazla. Neyse ki, arkeolojik alanın çeşitli noktaları arasında işleyen elektrikli servis araçları var. Bu, Türkiye’de de geniş ve düz bir alana yayılan antik kentler için düşünülebilecek iyi bir çözüm olabilir. Bisiklet kiralamak da mümkünmüş.
Arabayı Selinunte Arkeolojik Parkı‘nın girişindeki park yerine bıraktık. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, İtalya’da mümkünse arabanızı dolu bagaj ile bırakmayın ya da güvenli bir yere park ettiğinizden emin olun. Aksi takdirde, arabanız çok kısa bir zamanda soyulabilir.
Antik kentte ilk gezdiğimiz doğu bölgesi tapınakları parkın giriş kapısına daha yakın bir yerde ama, yine de yürümek için uzak. Kısa bir beklemeden sonra gelen servise binerek tapınakların bulunduğu yere gittik. Selinunte’deki tapınakların tam olarak hangi tanrılara adandıkları bilinmiyor. O nedenle, tapınaklar her birine verilen harflerle anılıyorlar. Doğu bölgesindeki tapınaklar E, F ve G olarak adlandıırlmışlar. Esasında tüm tapınakların adanmış olabilecekleri tanrılar için bazı iddialar var ama, anlaşılan bilimsel olarak kanıtlanamadığı için bu şekilde anılmaya devam ediliyorlar.
Tapınak E, bu gruptakilerin en yenisi. M.Ö. 460-450 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı kaynaklar Hera’ya (Roma mitolojisindeki adıyla Juno’ya) adanmış olabileceğini belirtiyorlar. Hera, Yunan mitolojisinde evlilik, kadın ve doğum tanrıçasıdır.Tapınağın günümüzde ayakta görünen hali büyük oranda 1956-1959 yılları arasında, çevredeki orijinal taşlar kullanılarak yapılan yeniden inşa sonucu ayağa kaldırılmış. Bazı çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, bence bu çalışma tapınağın eski görkeminin algılanması açısından başarılı olmuş. Zira, Selinunte’deki tapınakların bir çoğu günümüzde bir taş yığını halinde duruyorlar. Bu yıkıma büyük ölçüde Orta Çağ’da yaşanan depremler neden olmuş. Tapınak F, doğu bölgesindeki tapınakların içinde en küçük ve en eski olanı. M.Ö. 550-M.Ö. 540 arasında yapılmış. Tapınak G ise, zamanında Selinunte’deki en büyük tapınakmış. Yapımı kesintiler nedeniyle çok uzun sürmüş. İnşasına M.Ö. 530 yılında başlandığı belirtiliyor. M.Ö. 409 yılında, Kartacalılar şehirde taş taş üstünde bırakmayınca tapınak da tamamlanamamış. Kalıntı yığınındaki taşlarda göze çarpan stil farklılıkları yüz seneden fazla süren ve tamamlanamayan inşaatın kanıtları olarak duruyorlar. Eldeki bulgulara dayanarak, Tapınak G’nin şehrin Hazinesi olarak da kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş.
Selinunte’nin ve tapınaklarının inşası için gerekli taşlar, şehrin 11 kilometre kuzeybatısında bulunan Cave di Cusa‘dan getirilmişler. Burası, Antik Çağ’da kullanılmış tarihi bir taş ocağı. M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısından M.Ö. 409’daki Kartaca işgaline kadar, 150 yıl kullanılmış. Şu anda arkeolojik sit alanı olan Cave di Cusa’da o zamanlar, gerekli taşların ocaktan kesilip çıkarılması için 150 kadar kölenin kullanıldığı belirtiliyor. Selinunte’de, taş ocağından getirilen taşların işlenerek nasıl üst üste konduklarını anlayabilmeniz için antik çağda kullanılan makaraların kopyaları yapılmış. Böylece insan, bu dev yapıların nasıl inşa edildiklerini gözünde canlandırabiliyor. İnşaatta kullanılan bloklar, Tapınak G’nin taş yığını arasındaki bazı taşların üzerlerinde görülen at nalı şeklindeki oyuklara geçirilen halatlar ve sözünü ettiğim dev makaralarla yerlerinden kaldırılırlarmış. Hatırlarsanız, taşlardaki benzer oyuklara Agrigento Tapınaklar Vadisi‘ndeki Zeus Tapınağı‘nda da rastlamıştık.
Tepesinde Dorik tapınaklar bulunan akropol şehrin denize hakim bir noktasında. Daha önce belirttiğim üzere buraya da, parkın içindeki müzeye olduğu gibi, elektrikli servis aracı ile ulaşım sağlanıyor. Buralar doğu bölgesine oldukça uzak. Arabada giderken yürüyerek gitmeyi tercih edenlere rasladık. Biraz imrenerek baktılar bize gibime geldi. Yol bizim Segesta’da çıkmak zorunda kaldığımız kadar yokuş ve zorlu bir yol değildi. Ama, yağmur bulutları ile kararan hava giderek tehditkar bir hal almaya başlamıştı.
Akropolde A, B, C, D, O ve Y tapınaklarının kalıntıları var. Bunlardan denize en yakın olan iki tanesi, A ve O, aynı yıllarda (M.Ö. 490-M.Ö. 460) ve aynı plan ile yapılmışlar. Günümüzde taş yığını olarak duruyorlar. Akropoldeki en eski tapınak, C tapınağı. M.Ö. 550 yılında yapılmış. Tapınak alanında bulunan çok sayıda mühür nedeniyle buranın, kutsal alan olmanın dışında, arşiv olarak kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş. Tapınak C ile Tapınak D (M.Ö. 540) arasındaki bölgede M.S. 5. yüzyılda kalıntıların taşları kullanılarak yapılmış bir Bizans köyünün kalıntıları var. Buradaki yapıların bir kısmı, Orta Çağ’da olan depremlerde tapınaklarla birlikte zarar görmüşler. Bazı evlerin üstüne tapınakların sütunları devrilmiş. Tapınak D’nin doğusunda bulunan Y Tapınağı, kesin olarak bilinmemekle beraber, M.Ö. 550 civarında yapılmış. Buraya Küçük Metoplar Tapınağı da deniyor. Metop, Dor tipi tapınakların frizlerinde bulunan düz veya kabartmalarla bezeli süslemelere verilen isim. Tapınak Y’de en güzel örnekleri bulunan bu metoplar daha sonra şehir içinde başka yapılarda ve kent duvarlarında dolgu olarak kullanılmışlar. Arkeolojik parkın müzesinde hem Tapınak Y’nin küçük bir ayağa kaldırılmış kesitini hem de tepedeki metopların kopyalarını görmek mümkün. Orijinalleri, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne götürülmüşler. Bu bölgedeki en yeni tapınak, Helenistik dönemde, M.Ö. 250 yılı civarında yapımış olan Tapınak B.
Biz akropol bölgesini gezerken yağmur başladı. Öyle ince ince değil. İri damlalar düşmeye başladı. Bizi ören yerinin girişine götürecek servisi beklerken, durağın olduğu yerde bulunan kafede birer kahve içtik. Açık havada idik ama ağaçlar bizi korudu. Dinlenmek iyi geldi doğrusu.
Selinunte Arkeolojik Park’ından ayrılıp arabamıza bindiğimiz sırada yağmur iyiden iyiye şiddetlenmeye başladı ve Sicilya’nın batı sahili boyunca kuzeye doğru giderken, kâh azalıp kâh artarak, bizi izledi. Bizim niyetimiz, yol üstünde Mazara del Vallo ve Marsala‘yı da gezmekti. Marsala bölgesinin ünlü bir şarap üretim bölgesi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, her iki yerleşim yeri de çok bakımsız ve çirkin modern apartmanlar, binalarla dolu görünüyordu. Bu bölge, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından çok yoğun olarak bombalanmış. Şehirlerin tarihi yapıları hasar almış ve belli ki hepsini ayağa kaldırmak için yeteri kadar kaynak bulunamamış. İmkanları oldukça kısıtlı anlaşılan. Buralarda konaklamak için doğru dürüst yer bulmak da zor. Bizim açımızdan bir diğer çekince de, arabanın bagajında bavullarımızın olması idi. Ne de olsa, buralar aynı zamanda bir dönem Mafya‘nın çok kuvvetli olmasıyla ünlü yerler.
Marsala’da, Arkeoloji Müzesi’ni gezmeye niyetlendik. Ancak, müzenin özel otoparkının olmaması ve sahil yolu ile müzenin yan tarafındaki umuma açık otopark alanının çok tekin görünmemesi nedeniyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Palermo yönünde, çok şiddetli yağış altında gittik. Akşam saat 21:30 için Cefalù‘da, Triscele isimli restoranda yer ayırtmıştık. Memnun kaldığımız bu restoran ve içtiğimiz şaraptan Cefalù ile ilgili yazımda söz etmiştim. Okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler bağlantı aracılığı ile erişim sağlayabilirler.
Agrigento‘da sabah gözlerimizi pırıl pırıl ve erken saatte bile sıcak olan bir havaya açtık. Buraya gelme nedenimiz olan Tapınaklar Vadisi‘ni gezerken hava daha da ısındı. Arkeolojik kalıntıları gezerken zaman zaman ciddi şekilde zorlandık. Temmuz ve ağustos sıcağında gelenler ne yapıyorlar, hiç bilemiyorum. Ekim ayında olduğumuza inanmak gerçekten zordu.
Üst üste oldukça yoğun bir program izleyerek ve araba ile uzun mesafeler giderek geçen dört günün ardından, biraz olsun dinlenmiş hissettim kendimi. Kahvaltının terasta olacağı bize önceden bildirilmişti. Yukarı çıktık. Uzaktan yine bir gece önce çok güzel aydınlatılmış olarak gördüğümüz tapınaklar görünüyordu. Bizi İngilizce konuşan, genç ve sempatik bir erkek çalışan karşıladı. Tüm servisi de o yaptı. Daha sonra, yaşça daha büyük ve sadece İtalyanca konuşan bir hanım daha geldi. O daha çok işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyor gibiydi. Samimi ve cana yakın ama, biraz çekingendi. Yabancı dil bilmiyor olması bir etken olabilir diye düşündüm. Bizim dışımızda, bir iki masada daha kahvaltı yapan yabancılar vardı.
Genç adam hem her masaya servis yapıyor hem de güler yüzle sohbet ediyordu. Kahvaltılar sırasında birlikte olduğumuz iki sabahın ardından, bu Sicilyalı gencin en büyük hayalinin Amerika’ya gitmek olduğunu öğrendik. Ancak, son yıllarda Amerika’ya kaçak gitmenin ve orada bir yaşam kurmanın zorlaşmış olması nedeniyle, önce Kanada’ya gitmeye karar vermişti. Bir tanıdığının yardımıyla orada kamyon şoförlüğü yapabileceğini, Kanada vatandaşlığı aldıktan sonra ABD’ye daha rahat yerleşebileceğini düşünüyordu. Neden Sicilya’dan gitmek istediğini sorduğumda bana, orada gençler için bir gelecek olmadığından söz etti. Çalışma alanlarının kısıtlı olduğunu, kendisinin daha iyi imkanlarla yaşamak istediğini söyledi. Hayranlıkla, büyükannesinin çocukluk arkadaşı olan bir kişiden bahsetti. Büyükannesi ile aynı köyden olan bu adam, yıllar önce Sicilya’dan kaçak bir şekilde ABD’ye gitmiş. Bir süre sağda solda çalıştıktan sonra, ABD vatandaşı olabilmek için Vietnam Savaşı‘na katılmış. Kendisine sunulan şart bu olmuş. ABD adına savaşması ve eğer hayatta kalırsa, bunun karşılığında vatandaşlık alması… (Bir yerde, Irak Savaşı sırasında da bu yöntemin kullanıldığını ve o nedenle ABD tarafından oraya gönderilen bazı askerlerin doğru dürüst İngilizce bile konuşamadıklarını okuduğumu hatırladım). Savaş dönüşü vatandaş olmuş ve New York’da NYPD’de (New York Polis Departmanı) uzun yıllar polis olarak görev yapmış. Emekli olduktan sonra New York’da bir restoran zinciri açmış ve çok zengin olmuş. Genç adam tüm bunları gözleri parlayarak anlattı bize…
Terasın üstü bir tente ile kapatılmıştı. Kahvaltının sonuna doğru güneş de gittikçe yakıcı olmaya başlayınca, kalktık. Kaldığımız Dimora dei Templi, tapınakların bulunduğu Arkeolojik Park‘a (Parco Valle dei Templi Agrigento) araba ile birkaç dakikalık mesafede idi. Girişteki otopark turist arabaları ve özel arabalarla doluydu. Upuzun bir bilet kuyruğu ve adeta bir insan seli vardı. Ekim ayında bu denli bir turist kalabalığı beni oldukça şaşırttı. Kısa bir süre sonra biz de o kalabalığa karıştık.
Günümüzün çirkin binaları uzaktan Tapınaklar Vadisi’ni sıkıştırmış olsa da, doğal bir eğimle denize doğru uzanan, zeytin ve badem ağaçları ile yabani kekik dolu bu arazinin bir zamanlar nasıl olduğunu hayal etmek hâlâ mümkün. Bu konuda en önemli etken hiç şüphesiz Concordia Tapınağı (Tempio della Concordia), çünkü söz konusu yapı, dünyada en iyi korunmuş şekilde günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi. Atina‘daki Hephaestus Tapınağı‘ndan (Theseion olarak da bilinir) sonra en sağlam şekilde ayakta kalmış antik Yunan döneminden kalma tapınak olduğu kabul ediliyor. Vadide Concordia’nın dışında, onun kadar sağlam kalmamış olsalar da, birkaç tapınak daha var. Sırtınızı modern Agrigento’ya verip, denize doğru baktığınızda gerçekten çok güzel bir manzara buluyorsunuz karşınızda. Özellikle gece, tapınaklar çok güzel aydınlatılıyor. İnsanın bakmaya doyamadığı, büyüleyici bir görüntü…
Antik Çağ’da Akragas olarak bilinen Agrigento, M.Ö 580 yılında Rodos ve Sicilya’nın güneybatı bölgesindeki Gela kentinden gelen Grek koloniciler tarafından kurulmuş. Sicilya’da Grek kolonileri M.Ö. 735 yılından itibaren görülmeye başlanıyor ancak, bu erken koloniler adanın doğu tarafında kuruluyor. Adanın batı bölgeleri bir süre daha Fenikelilerin elinde kalmaya devam ediyor. (Eğer okumadıysanız, Sicilya tarihi le ilgili kısa bir özet için, serinin ilk yazısı olan Sicilya’da İki Hafta başlıklı yazımı okumanızı öneririm). Zenginliğinin doruğunda olduğu yıllarda Akragas (Agrigento), Atina ile rekabet edebilecek bir görkeme sahipmiş. Öyle ki, Grek şair Pindar burası için, “insanoğlunun oturduğu en güzel şehir” demiş. Kuruluşundan M.Ö. 5. yüzyılın sonuna kadar şehirde çok yoğun bir inşaat dönemi olmuş. Günümüze kalan eserlerin çoğu ve 12 kilometrelik, 9 giriş kapısı bulunan, şehir duvarları da bu döneme ait kalıntılar. Akragas ve Hypsas nehirlerinin arasında kurulmuş olan şehrin limanı (empórion) ise, bu iki akarsunun denize döküldüğü, günümüzde San Leone balıkçı köyünün bulunduğu, yerde imiş. Akragaslılar yaptıkları muhteşem tapınaklar kadar, zevk ve sefaya düşkünlükleri ile de ünlü olmuşlar. Filozof Plato bu konu ile ilgili olarak Akragaslılar için, “Sonsuza kadar kalmak üzere inşa ediyorlar ama, sanki yarın öleceklermiş gibi eğleniyorlar”, demiş.
Akragas zaman içinde küçük bir yerleşim yeri olmaktan çıkıp, o dönem için büyük sayılan, 200.000’in üstünde nüfuslu bir şehir devletine dönüşmüş. Bu süreçte, Phalaris ve Theron isimli yöneticilerin altında diktatörlük dönemleri yaşadıktan sonra, filozof Empedokles‘in önderliğinde demokrasiye geçmiş. M.Ö. 406 yılında, Kartacalılar tarafından şehir yerle bir edilmiş ve Akragas 3. yüzyılın sonuna kadar bir daha kendine gelememiş. M.Ö. 264 ile 146 yılları arasında Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan Pön Savaşları sırasında Akragas için de çetin çarpışmalar olmuş. Sonunda, M.Ö. 210 yılında şehir Romalıların eline geçmiş. Romalılar, Akragas’ın adını Agrigentum olarak değiştirmişler ve büyük bir imar dönemi başlatmışlar. Tiyatro, meclis binası (bouleuterion) ve birkaç tapınak Romalıların döneminde yapılmış. Bu arada, yapılan inşaatlarla birlikte şehir, günümüzde Arkeoloji Müzesi‘nin bulunduğu Aziz Nikolas tepesinin çevresine doğru kaymış. Civarda ortaya çıkarılan zengin villalarının da bu döneme ait oldukları saptanmış. Çeşitli arkeolojik buluntular üzerinde görülen yazılardan Agrigentum’un zenginliğinin en çok sülfür madenciliği, işlenmesi ve ticaretine dayandığı saptanmış. Sicilya’da en önemli sülfür madenlerinin bulunduğuRacalmuto, Agrigento’ya sadece yarım saat uzaklıkta bulunuyor. Bölgede binlerce yıl süren sülfür madenciliği Sicilya topraklarının bağrındaki bir başka trajedinin kaynağı…
Dünyada sülfürün kullanılmadığı bir üretimin neredeyse olmadığı belirtiliyor. Sicilya, volkanik yapısı nedeniyle sülfür açısından çok zengin bir ada. Talebin iyice arttığı Endüstri Devrimi sırasında Sicilya’daki sülfür daha da önem kazanmış. 19. yüzyılda dünyada kullanılan sülfürün %90’ı Sicilya’dan sağlanıyormuş. Ancak, endüstrileşen ülkeler zenginleşirken, ağır sömürü altında çalıştırılan Sicilyalılar bu zenginlikten hiç pay alamamışlar. Yerin altındaki madenlerde, 45 derece sıcakta, 6 yaşından başlayarak çalıştırılırlarmış. Aşağıda sıcak, sülfürün çıkardığı gaz ve rutubet nedeniyle güçlükle nefes alarak, çıplak olarak çalışıyorlarmış çünkü başka türlü bu şartlara dayanmak mümkün olmuyormuş. Çocuklar, özellikle dar tünellerden geçebildikleri için kullanılıyormuş. Küçük bedenleri ile sırtlarında taşıdıkları sülfür dolu sepetleri yukarı taşıyorlarmış. Sicilya dilinde carusu olarak adlandırılan bu çocuk işçilerin kullanımı II. Dünya Savaşı’ndan sonra bile devam etmiş. Çocuklar madenlerde sadece fiziksel güç olarak sömürülmemişler, cinsel istismara da maruz kalmışlar. Çalışma sırasında evlerinden bir hafta on gün boyunca uzak kalan madencilerin arasında çocuk işçiler bu tür şeyler de yaşarlarmış ve bu durum normal karşılanırmış. Bir sülfür madencisinin ortalama ömrü 40 yılmış. Kendisi de Racalmutolu olanİtalyan Komünist Partisiüyesi, ünlü Sicilyalı edebiyatçıLeonardo Sciascia(1921-1989) bu sömürü düzenine çeşitli kitaplarında değinmiş. Dünyada yer kabuğunun derinliklerinden ham petrol çıkarma teknikleri geliştikçe, sülfür bir yan ürün olarak elde edilmeye başlanmış. Bu çok daha ucuz ve güvenli yöntemin ortaya çıkması ile birlikte Sicilya sülfür üretimindeki tekel konumunu kaybetmiş. Sicilya’dan Amerika’ya olan büyük göçlerin en önemli nedeninin sülfür madenciliğinin bir kazanç kapısı olmaktan çıkması olduğu belirtiliyor. Şimdi biz, Agrigento tarihini özetlemeye devam edelim…
Geç Antik Dönem ve erken Orta Çağ arasında Tapınaklar Vadisi Hristiyanlar için bir mezarlık alanı haline gelmiş. Bizanslılar buradaki pagan tapınakları yerle bir etmişler. Bir tek, kiliseye dönüştürülen Concordia Tapınağı bu talandan kurtulmuş. Müslüman istilaları sırasında şehir, daha sonra modern şehrin gelişeceği yukarı kısımlara doğru kaymış. Bu sırada Tapınaklar Vadisi tarımsal üretim ve özellikle seramik üzerine çalışan zanaat atölyelerinin mekanı haline gelmiş. Antik alan bir yandan da inşaat malzemesi olarak kullanılmak üzere yapılan büyük bir talana maruz kalmış. Sonra, 18. yüzyıla kadar buralar terk edilmiş.
UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer alan Agrigento’daki Arkeolojik Park alanında ilk karşınıza çıkan tapınak,Hera Lacinia Tapınağı. (Juno Tapınağıolarak da biliniyor). Bölgede bulunan çoğu tapınak gibi, hangi tanrı ya da tanrıçaya adandığı kesin olarak bilinmiyor. Romalı bir yazarın yanlış yorumlanan bir metni nedeniyle Hera Lacinia olarak anıldığı düşünülüyor. (Juno, tanrıça Hera’nın Roma mitolojisindeki adıdır). Dorik stildeki tapınağın M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı duvarlardaki kızılımsı izlerden tapınağın M.Ö. 406 yılındaki Kartaca saldırısı sırasında ciddi bir yangın geçirdiği sonucuna varılmış. Büyük olasılıkla Romalılar tarafından restore edilmiş. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çeşitli restorasyon projeleri yakın zamanlarda da farklı müdahaleler şeklinde devam etmiş.
Parkın anayolunda ilerlerken sol kolda, M.Ö. 6. yüzyılda yapımına başlanan kent duvarını göreceksiniz. Duvarların kimi yerlerinde doğal kaya oluşumlarından yararlanılmış ve bunlara sadece duvar ilaveleri yapılmış. Duvarlara düzenli şekilde oyulmuş kovuklar ise, çok daha sonra, M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda yapılmış Hristiyan mezarları. Bu mezarlara “arcosolia” deniyor. Alanda bu döneme ait katakomb ya da normal mezar şeklinde mezarlıklar da var. Romalılar döneminde ayrıca şehir duvarının yakınında sarnıçlar da yapılmış.
Bir sonraki tapınak, daha önce sözünü ettiğim muhteşem Condordia Tapınağı. Hera Lacinia Tapınağı gibi, bu tapınağın da ismini bir yanlış yorumlama sonucu aldığı belirtiliyor. Yine Dorik tarzda yapılmış olan Concordia Tapınağı aşağı yukarı M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Kısa kenarlarında altı, uzun kenarlarında on üç sütun bulunuyor. Tapınak, M.S. 6. yüzyılın sonlarına doğru, Agrigento Piskoposu Gregorio tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Aziz Peter ve Aziz Paul’e adanmış. Uzmanlara göre, bu sayede günümüze kadar yok olmadan ayakta kalmış.
Herkesin fotoğraf çekmek için birbiri ile yarıştığı, görsel olarak son derece etkileyici Concordia Tapınağı’nın önünde yan yatmış bronz bir heykel bulunuyor. Sizler de çeşitli yayınlarda bu heykeli görmüş olabilirsiniz çünkü, arkasındaki tapınak ile birlikte, oldukça ünlü bir kareyi oluşturuyor. Önünde fotoğraf çektirmek için insanlar dakikalarca sıra beklemeye razılar. İtiraf edeyim, ben de bekledim. Bu sırada, fotoğraf için poz veren bazı Amerikalı kadın turistlerin esprilerini oldukça kaba ve bayağı bulduğumu söylemeliyim. Kimisi de, heykelin de tarihi bir eser olduğunu sanıyordu. Oysa, “Düşen Ikarus” heykeli, Polonyalı sanatçıIgor Mitoraj‘ın (1944-2014), 2011-2013 yılları arasında Agrigento Tapınaklar Vadisinde, özel bir kişisel sergi kapsamında sergilenen 17 eserinden birisi. Bu heykel, sergi sona erdikten sonra burada bırakılmış.
Bir sonraki (M. Ö. geç 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen) Herakles Tapınağı, Agrigento’daki en eski tapınak olarak kabul ediliyor. 1835 yılında burada yapılan kazılarda bulunan Roma dönemine ait bir heykel, tapınağın Romalılar döneminde değişiklik geçirdiğine ve buradaAsclepiuskültünün hakim kılındığına bir işaret olarak görülüyor. Aslında şehir duvarlarının dışında, ancak uzaktan ya da özel izinle görülebilen, Asclepius’a (Apollo‘nun oğlu olan, Yunan mitolojisindeki Tıp Tanrısı) adanmış ayrı bir tapınak da var. 1922-1924 yılları arasında, İngiliz ordusunda görevliSir Alexander Hardcastle‘ın insiyatifi ile, Herakles Tapınağında çeşitli restorasyon çalışmaları yapılmış. Hardcastle, Girgenti‘ye (Agrigento’nun o zamanki adı) 1921 yılında, tıpkı kendisinden çok önce buralara gelen Alman edebiyatçı, eleştirmen, tiyatro direktörü ve devlet adamıJ.W. Goethe(1749-1832) ve daha pek çok gezgin gibi, ılıman iklimi ve buradaki arkeolojik kalıntıları görmek için gelmiş. Kısa bir süre sonra, daimi olarak yerleşmeye karar vermiş ve Concordia Tapınağı ile Herakles Tapınağı arasında bulunan araziye bir villa yaptırmış. AdınıVilla Aurea koymuş. Günümüzde bu evde arkeolojik parkın idari ofisleri bulunuyor. Bahçesini gezebiliyorsunuz. Hardcastle, o sırada Tapınaklar Vadisi’nde yapılan kazıları finanse ederek, Herakles Tapınağı’nın sekiz sütununun ayağa kaldırılmasını ve başka birçok eserin toprak altından çıkarılmasını sağlamış. Ayrıca, onun sayesinde bazı tapınakların çevresine ya da üstüne yapılan evler boşaltılarak, yıkılmış. 1933 yılında öldüğü zaman, şehrin Bonamorone Mezarlığı’nın, kendi keşfettiği antik Grek şehir duvarlarına en yakın bölgesine gömülmüş.
Agrigento Tapınaklar Vadisi’nde adandığı tanrı antik kayıtlara geçmiş ve bu nedenle kesin olarak bilinen tek tapınak,Zeus Tapınağı. Bugün bir taş yığını olsa da, zamanında Batı Grek Dünyası’nın en büyük tapınağı olduğu belirtiliyor. Bazı kayıtlar, M.Ö. 210 yılında Agrigento’yu ele geçiren Romalıların, saldırılara devam eden Kartacalılara karşı bu yapıyı bir kale gibi kullandıklarını belirtiyor. Tapınağın içinde bazı bölümlerin Romalılar tarafından sarnıca dönüştürülmüş olması bu nedenle olabilir. Ne yazık ki, 6000 metre kareyi kaplayan bu tapınak, Orta Çağ’dan itibaren bir taş ocağı olarak kullanılmış. 18. yüzyılda da, Agrigento’ya bağlı bir yerleşim yeri olanPorto Empedocle‘nin liman inşaatı sırasında epeyce talan edilmiş. Kısa kenarlarında 7, uzun kenarlarında 14 sütun olan tapınağın bir özelliği de, ana sütunların arasında 38 taneTelamonolması. Telamon mimaride, erkek figürü şeklinde yapılmış dev boyutlardaki taşıyıcı sütunlara verilen isim. Bunlara ayrıca, Yunan mitolojisine gönderme yapılarak, Atlasda denebiliyor. Bilindiği gibi, birTitanolan Atlas, Zeus’a başkaldırmış ve diğer Titanlarla birlikte yenilmiş. Bu yüzden Zeus onu, evreni sırtında taşımakla cezalandırmış. Agrigento Tapınaklar Vadisi’ndeki Zeus Tapınağı’nda bulunan 8 metre boyundaki Telamonlar da dev tapınağın yükünü taşıyorlarmış. Tapınağın Greklerin Kartacalılara karşı kazandığıHimerazaferinden (M.Ö. 480) sonra yapıldığını düşünen bazı kaynaklara göre, söz konusu Telamonlar Kartacalıları da temsil ediyor olabilirler.
Zeus Tapınağı’nın alanında yerde yatık olarak bir araya getirilmiş bir Telamon var. Ancak, bu heykel sütunların boyutlarını kayrayabilmek ve yıkılan tapınağı gözünüzde canlandırabilmek için, şehrin Aziz Nikolas tepesinde bulunanPietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ni ziyaret etmeniz gerekiyor.
Tapınaklar Vadisi için aldığınız bilet ile aynı zamanda arkeoloji müzesini de gezebiliyorsunuz. Ancak bunun için ya Via dei Templi‘yi izleyerek yokuş yukarı yürümeniz ya da arabanız ile gitmeniz gerekiyor. Giderken bu bölgenin, daha önce sözünü ettiğim, şehrin Romalılar tarafından genişletilen (ve Roma-Helen olarak adlandırılan) bölümü olduğunu hatırlamakta yarar var. Sadece uzaktan ya da özel izin ile görülebilen, Romalılardan kalma, tiyatro ve meclis binası da yine bu tarafta. Biz, sıcak havada doğal olarak, araba ile gitmeyi tercih ettik fakat önce bir öğlen yemeği yedik. Yemekte ne yediğimizi değil ama, içtiğimiz güzel birayı not etmişim. Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira olanTİ-Mİ-Lİ, Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretilmektedir. Yüksek fermentasyonlu biralarda görülen güçlü ve güzel acı tart bir lezzeti vardı.
Agrigento’nun Arkeoloji Müzesi, çok büyük olmamakla beraber, çok güzel bir müze. Müzeye ismi verilenPietro Griffo, 1941 ve 1968 yılları arasında Agrigento’da kazı ve bölge müdürlüğü yapmış bir arkeolog. MimarFranco Minissitarafından tasarlanan müze binası, 1967 yılında kapılarını açmış. Müze alanı içinde 14. yüzyıldan kalma veAziz Nikolas Kilisesi‘nin bir uzantısı olan bir manastır da var. Müzede, Agrigento kazılarından çıkarılanların yanında, özel koleksiyonlardan ve müzelerden satın alınmış 5000 civarında eser sergileniyor. Bunlar, kronoloji ve topografyaya göre tasniflenmiş olarak, 17 salonda sergileniyorlar.
Müzede yaklaşık iki buçuk saat kaldık. Sicilya’ya gelmeden önce, akşam saat sekiz buçuk için çok özel bir restorana rezervasyon yaptırmıştık. Daha birkaç saat vaktimiz vardı. Bu süreyi, Agrigento’ya yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunanScala dei Turchi‘yi (Türk Merdivenleri) görmeye giderek değerlendirmek istedik. Kireçtaşı bazlı, jeolojik bir oluşum olan Scala dei Turchi’nin Türklerle ilişkilendirilmesi, bir zamanlar Türk korsanların denizde kopan fırtınalardan korunmak için gemilerini buraya demirlemelerinden kaynaklanıyor. Resimlerde son derece güzel görünen bu yere gitmek için tekrar Via dei Templi’den yokuş aşağı, sahile doğru inmemiz gerekiyordu. Rotamızı belirleyip, müzenin otoparkından çıktık.
Ne yazık ki, Scala dei Turchi’yi görmek kısmet değilmiş… Otoparktan çıktıktan sonra, yan yoldaki DUR işaretine uyarak soldan gelen trafiği kontrol edip, anayola çıkıyorduk ki, aniden yukarıdan son sürat aşağı doğru beliren bir araba sol ön çamurluktan bize çarptı. Hemen durduk. Bize çarpan araba da biraz ileride durdu. Bu tür trafik kazalarında insanın sinirleri zaten geriliyor. Siz buna bir de kazanın yabancı bir ülkede olmasının stresini ekleyin. Sakin olmaya çalışarak, arabadan inmeye yelteniyorduk ki, bize çarpan arabanın ön yolcu koltuğundan yaşı epeyce ileri ama süsü püsü yerinde bir kadın indi ve bir yandan ellerini kollarını sallayarak, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırarak bize doğru gelmeye başladı. Şoför tarafından da yaşlı bir adam indi. O da kadın gibi davranma gayretindeydi ama, takınmaya çalıştığı tavır üzerinde biraz eğreti duruyordu. Daha çok tedirgin ve ürkek bir tavrı vardı. Arabadan indik. Yaşlı kadın sürekli bağırıyordu. Kâh DUR işaretini gösteriyor kâh yoldan geçerken yavaşlayan arabalara bizi şikayet ediyordu. İtalyanca, neden bağırdığını sordum. Aynı soruyu yaşlı adama da sordum. Biraz sakinleştiler. O arada onların arabadan bir yaşlı kadın daha indi ve üstümüze gelmeye başladı ama, benim birkaç cümlemden sonra tekrar arabaya binmesi çok uzun sürmedi.
Bizim araç kiraladığımız şirketten kasko sigortamız vardı. Tek yapılması gereken, bize verilen bir formu doldurmamız ve karşı tarafa da imzalatmamızdı. Buna müthiş itiraz ettikleri gibi, iki arabanın fotoğrafını çekmemizi de engellediler. Bu bağırış çağırış bir süre devam etti. Bu arada kadın sürekli birilerini arıyordu. Anlaşılan bir yere gezmeye gidiyorlardı. Günlerinin rezil olduğunu söyleyerek sürekli bizi şikayet ediyordu. Arada bize de, “Carabinieri“yi (Jandarma) çağıracağını söyleyip duruyordu. Ne amaçla yaptığını bilmiyorum ama, blöf yapıyordu herhalde ki, ben birkaç kez derhal çağırmasını söyleyince önce bir durakladı, sonra telefon etti. Beklerken, onların arabayı biraz inceleyince, her yerinin vuruk olduğunu gözlemledik. O sırada eşim de bir yandan, arabayı kiraladığımız uluslararası şirketin müşteri hizmetlerine ulaşmaya çalışıyordu. Uzun süre telefona yanıt veren olmadı. Sonra telefona, sürekli ezberlediği İngilizce aynı kalıp cümleleri tekrarlayan birisi çıktı. Tek elle tutulur önerisi, çekici göndermekti. Oysa çekiciye gerek yoktu. Bir çözüm önermeden, on dakika sonra arayacağını söyleyerek, telefonu kapattı.
Çok uzun olmayan bir bekleyişten sonra, içinde iki Carabinieri bulunan, lacivert bir araba geldi ve bize çarpan arabanın önünde park etti. Jandarmalardan biri arabadan indi ve bize doğru geldi. Bizim yaşlı kadın yine bağırarak, kendini onun önüne attı ve şikayet etmeye başladı. Bunun üzerine, çok özenle ütülenmiş üniformalı, yakışıklı ve kibar jandarma kadını eliyle işaret ederek durdurdu, sakin olmasını, her iki tarafı da dinleyeceğini ama soruları kendisinin soracağını söyleyerek, kibarca ikaz etti. Önce, her birimize ayrı ayrı yaralı olup olmadığımızı sordu. Sonra, her iki arabanın sürücü ve tüm yolcularının kimliklerini istedi. Kibar ama otoriter bir tavrı vardı. Önce karşı tarafı, sonra beni dinledi. Bu sırada benim en büyük dileğim, jandarmanın milliyetçi duygulara kapılmadan, en azından tarafsız davranması idi. Bizim arabanın vurulan kısmına bakarken, ufak bir mimiği bizi umutlandırdı çünkü bu, bizim değil, karşı tarafın suçlu olduğunu ima eden belli belirsiz bir hareketti. Jandarmaya diğer sürücünün, vergi pul parası ödemek istemediği için, formu doldurmayı reddettiğini söyledim. Bunun anlamsız olduğunu çünkü, böyle bir pul parası olmadığını söyledi.
Saatler ilerlemeye başladı… Bu arada tek iyi olay, başka bir arabanın gelip, iki yaşlı kadını gidecekleri yere götürmesi oldu. Belki bir davete ya da yemeğe gidiyorlardı. Onlar gidince, ortalık sakinleşti. Yaşlı adam da daha bir kibarlaştı. Sanırım karısının yanında, kendisinden beklendiği gibi davranmaya çalışıyordu. Carabinieri önce, bu iş kayda geçerse ve biz suçlu bulunursak, hem bizim hem karşı tarafın masraflarını ödemek zorunda kalacağımızı söyledi. Tam kapsamlı kaskomuz olduğunu söyleyince ve formu doldurursak bir şey ödemeyeceğimizi belirtince, bu sefer adamla bir köşede uzun bir konuşmaya girişti. Zararlı çıkacağımız bir durum olmaması için konuşulanları izlemeye çalışıyor ama, her şeyi de duyamıyordum. Sonunda, nasıl oldu bilmiyorum, Carabinieri adamı ikna etti. O zamana kadar arabadan hiç inmemiş olan arkadaşına haber verdi ve bundan sonrasını ona devretti. Bu ikinci jandarma, şaşırtıcı bir şekilde, iyi İngilizce konuşuyordu. İtalya’da böyle bir şeye büyük şehirlerde bile rastlamanız oldukça düşük bir olasılıktır. Agrigento’da İngilizce bilen bir jandarma ile karşılaşmamız oldukça sıra dışı idi. Öte yandan, ilk jandarma kimliklerimizi ona götürdüğü halde o zamana kadar olaya niye müdahale etmedi, bilmiyorum.
Sonunda, formlar bizim arabanın kaputunun üstüne yayıldı ve doldurulmaya başlandı. Sonradan gelen jandarma, formun her maddesini hem diğer sürücüye açıklayarak hem de bize İngilizceye çevirerek doldurttu. (Evet, o uluslararası ünlü araç kiralama şirketinin kaza için koyduğu formlar tamamen İtalyanca idi!) Ben de anlayabildiğim kadarıyla formu izlemeye ve bir şey kaçırmamaya çalıştım. Günlük hayatta İtalyanca iletişim kurabilmek başka bir şey, araba ve sigorta terimlerini bilmek bambaşka bir şey. Yine de, aleyhimize olabilecek bir iki yerde itiraz ettik ve değiştirttik. Formu doldurmak bu şekilde epeyce sürdü. O sırada ilk Carabinieri benimle sohbete başladı. Nerede kaldığımızı, kaç gün kalacağımızı, Sicilya’yı beğenip beğenmediğimizi, İtalyancayı nerede öğrendiğimi ve benzeri sordu. Sinirlerim gevşedi. Biraz rahatladım. Nihayet form dolduruldu, imzalar atıldı. Yaşlı adam kibar bir şekilde benimle vedalaştı ve güzel bir akşam geçirmemizi diledi. Yanında eşi olmayınca epeyce değişmişti! Carabinieri’ler de aynı kibar dileklerde bulunup, olay yerinden ayrıldılar. Tüm bunlar olurken, aradan iki buçuk saat geçmiş ve bizi kiralama şirketinden arayan, soran kimse olmamıştı. Tam biz de oradan ayrılıyorduk ki, telefon çaldı. Yine çekici isteyip, istemediğimizi sordular…
Akşam yemeği için çok özel bir yere rezervasyonumuz olduğunu belirtmiştim. Kaza nedeniyle biraz gerilmiş olsak da, aynı zamanda birMichelinrestoranı olanLaTerrazza degli Dei‘ye gitmeden, her şeyi geride bırakarak, güzel bir gece geçirmeye karar vermiştik. “Tanrıların Terası”, beş yıldızlı otelVilla Athena‘ya ait bir restoran. Otel, Tapınaklar Vadisi Arkeolojik Park’ının içinde (Via Passeggiata Archeologica, 33), ayrı bir girişi olan bir yer. Binanın kendisi de 18. yüzyıldan kalma eski bir konut. Villa Athena ve restoranı Terrazza degli Dei’nin en büyük ayrıcalığı konumu nedeniyle sahip olduğu manzara olsa gerek. Zira buradan, 2500 yıllık Concordia ve Juno tapınaklarının muhteşem bir görüntüsü var. Biz de bu gerçekten büyülü ortamda çok güzel bir akşam yemeği yedik. Binayı çevreleyen zeytin ve badem ağaçlarının ürünlerinin kullanıldığı çok lezzetli yemekler yedik. Teras yine Amerikalılarla doluydu. O akşam yemekte, Donnafugataşaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah, Petit Verdot üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte(Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Rezervasyon sırasında o gecenin bizim için özel olduğunu belirttiğim için, yemek sonrası ufak bir pasta ve yanında yine Donnafugata’nınMuscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından ikram ettiler. Bir de, kendi kullandıkları özel zeytinyağından orta boy bir şişe hediye ettiler. Asıl sürpriz ise en sonda oldu. O zamana kadar profesyonelce çok iyi bir servis veren ama oldukça donuk bir yüz ifadesi ile mesafeli duran garsonumuz önce, fonda tapınakların olduğu poz poz fotoğraflarımızı çekti. Sonra, terası çevreleyen çiçek ve sarmaşıklardan bana kendi elleri ile minik bir buket yaptı. İtalyan erkeklerinin o neşeli ve nüktedan haliyle “Karıma söylemeyin”, demeyi de ihmal etmedi…