"Yaşam bir peyzaj gibidir. Orta yerinde yaşarsınız ama ancak belli bir uzaklıktan onu tanımlayabilirsiniz." Charles Lindbergh (1902-1974)
Kategori: Zamanımın Ruhu
Türkçeye “zamanın ruhu” olarak çevrisi yapılan Fransızca “l’air du temps” ifadesi, belli bir dönemde kabul gören (moda olan da diyebilirsiniz) görüş, eğilim veya davranışları anlatmak için kullanılır. Bir benzetme yaparak, “Zamanımın Ruhu” diye adlandırdığım bu kategoride ben de, güncel olarak dikkatimi çeken çeşitli konular hakkında kısa kısa yazacağım. Bunlar gezi, kitap, sergi, konser olabilir. Her insanın kendine özel bir “zamanı” ve “ruhu” olduğunu düşündüğümden, yazılarımda asla “mutlaka görülmeli/gidilmeli/ okunmalı” gibi ifadeler olmayacak. Amacım sadece, haberdar etmek ve zevklerimiz uyuşursa, yaşamlara renk katmak…
Küresel ısınmanın mevsimleri birbirine karıştırdığı bu Aralık ayında, güneşin pırıl pırıl parladığı bir gün, Kadıköy’den vapurla Beşiktaş’a geçtim. İnsanın inanması zordu ama, hava 18 derece idi. Öğle vakti bindiğim vapur fazla kalabalık sayılmazdı. Vapurun arka tarafındaki açık alana oturdum. Benim dışımda, yaşları bir hayli ileri bir karı koca vardı. Vapur hareket edince, yanlarında getirdikleri simitleri küçük parçalara bölüp, martılara atmaya başladılar. Bir süre, hem uzun beraberliklerini güzel bir dostluğa dönüştürmüş bu çifti hem de sevinçten çılgına dönmüş gibi bağırarak, vapurun yanında uçan martıları izledim. İrili ufaklı martılar, belli bir düzen içinde vapurdaki bu besin kaynağına yanaşıyorlardı. Hiç biri birbirini itmeye, sıranın dışına atmaya çalışmıyordu. Sonrasında, simit parçasını kapan martı kendini rüzgara bırakarak, vapurdan uzaklaşıyordu.
Yaşlı karı kocanın simitleri bitip de, martıların bizim tarafa ilgisi yok olunca, birden önümde, vapurun daha da yukarısına çıkan, karşılıklı iki merdiven olduğunu fark ettim. Yukarda, üstü açık bir oturma bölümü daha vardı. Kısa bir tereddütten sonra, üst kata çıkmaya karar verdim.
Vapurun üst tarafı gençlerle doluydu. Ben de kıç tarafın en arkasına geçip, oturdum. Üşür müyüm diye boşuna endişelenmişim. Hava harika idi. Keyifle, bu ilkbaharı çağrıştıran günün ve hiçbir zaman bakmaya doyamadığım İstanbul manzarasının tadını çıkarmaya koyuldum. Ardımızda köpükler bırakarak, yol aldık.
Doğrusu, buluşmak için bu günü seçmekle çok isabetli bir karar vermiştik arkadaşımla. Sevinçle buluştuk Beşiktaş’ta. Güzel havanın, dostluğun, arkadaşlığın ve gönüldaş olduğunu bilmenin sevinci ile…
Planımız, sohbetle harmanlanmış güzel bir öğle yemeğinden sonra, Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın sergisini gezmekti. Füreya, hayatta olduğu dönemde de çok saygı duyduğum, beğendiğim bir sanatçıydı. 1994 yılında, 40. sanat yılı için Maçka Sanat Galerisinde açılan sergisine gitmiş, Ayşe Kulin’in Füreya kitabını okumuştum. Ona duyduğum ilgi, hem sanatına, kişiliğine ve duruşuna olan saygımdan, hem de mensubu olduğu aileden dolayı idi. Bir dönem, Şakir Paşa Ailesi ile ilgili bulabildiğim her şeyi okumuştum. Her biri başlı başına bir değer olan sanatçılarla dolu bu aile kanımca, Osmanlı’nın son döneminde Batılı bir yaşam anlayışına sahip, kadını erkeği ile yabancı dil bilen, entelektüel bireylere sahip Osmanlı ailelerinin en iyi örneklerinden birisi. Bu bana, toplumumuzda bu gün var olan, muhafazakar ve laik ayrımının, yaşam tarzları açısından birbirinden çok uzak kesimlerin varlığının ve bunların birbirleri ile mücadelesinin 100-150 yıl öncesine kadar gittiğini de düşündürüyor. Bazı kafalardaki “Osmanlı” toplumu kavramının aksine, toplum bu gün nasıl homojen değilse, o gün de değildi.
Bu yıl kuruluşunun 60. yılını kutlayan Kale grubu, gerçekten çok anlamlı bir iş yapmış ve bu vesile ile, ölümünün 20. yılı olan Füreya’yı bir retrospektif sergi ile anmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış. Bunu akıl eden, emek veren, küratörlüğünü yapan herkesi kutluyorum. Bu serginin, aynı çatı altında toplanmış en kapsamlı Füreya sergisi olduğu belirtiliyor. Eserlerin yanında, aslında yeğeni olup, daha sonra sanatçının evlat edindiği Sara Koral Aykar’ın sergilenmesine izin verdiği belgeler de, bir o kadar değerli ve ilginç. Seramik yaparken kullandığı aletler, mektuplar, makbuzlar, günlüğü, verdiği bir davete ait ve üstünde Atatürk’ün imzası olan bir yemek menüsü bunlardan bazıları. Okuduğum bir söyleşide belirttiğine göre, Sara Koral Aykar halasına ait her şeyi yıllardan beri evinde, sandıklarda ve depolarda saklıyormuş. Doğrusu, arkalarında bıraktıkları eser, bilgi ve belge konusunda Füreya kadar şanslı olmayan, dünya tarihine geçmiş iki kişi aklıma geldikçe benim her zaman yüreğim yanar. Büyük Fransız edebiyatçı Marcel Proust (1871-1922) öldüğü zaman, geride kalan sandıklar dolusu el yazması müsveddeleri, ağabeyinin hanımı tarafından yırtılarak, yakılarak yok edilmiş… Leonardo da Vinci (1452-1519) ölünce ise, binlerce sayfalık el yazmaları, çizimleri ve eskizleri, öğrencisi ve hayat arkadaşı, ressam Francesco Melzi’ye kalmış. Daha sonra evlenen ve çocuk sahibi olan Melzi’den sonra ise, varisleri Leonardo’ya ait bu belgelerin ve çizimlerin bir kısmını hurda kağıt olarak satmışlar. Uzmanlar günümüze kalan belgelerin, Leonardo da Vinci’nin notlarının üçte biri bile olmadığını belirtiyorlar. Bu nedenle, Sara Koral’ı çok takdir ettim. Dilerim, bir sonraki kuşak da aynı titizliği gösterir. Her ne kadar Füreya eserlerinin müzelere hapsedilmesini hiçbir zaman istememişse de, belki ilerde onun adına bir müze de olur.
Füreya Koral 1910 yılında doğmuş. Dayısı yazar Cevat Şakir (nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı), ressam teyzeleri Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger, kuzeni ressam Nejad Devrim, tiyatro oyuncusu ve yönetmeni kuzeni Şirin Devrim, onun içine doğduğu Şakir Paşa ailesi hakkında bir fikir veriyor. Köklü ve entelektüel bir Osmanlı ailesi iken, Cumhuriyet’in (özellikle kadınlara) getirdiği özgürlük ortamında, sanatsal olarak iyice serpilen ailenin bu sanatçı bireylerinin her birinin yaşam öyküsü, ayrı bir roman konusu olabilir. Füreya da, 87 yıllık ömrüne bir değil, pek çok hayatlar sığdırabilmiş bir insan…
Füreya Koral, ailenin diğer sanatçı üyelerine göre, çok daha geç yaşta sanat ile ilgilenmeye başlamış. Genç yaşta Bursa’lı bir çiftlik sahibi ile yaptığı evlilik sırasında hem şiddet görmüş, hem de iki bebeğini kaybetmiş. İkinci evliliğini ise, Atatürk’ün silah arkadaşı, Kılıç Ali ile yapmış. Kendisinden 33 yaş büyük Kılıç Ali, Füreya’yı Atatürk’ün sofrasında görüp, aşık olmuş. Bundan sonra Ankara’ya taşınan Füreya, Atatürk’ü sık sık evinde ağırlamış, onun bulunduğu davetlere katılmış. Esasen, kendisinin Atatürk ile tanışıklığı çocukluğuna kadar gidiyormuş. Füreya’nın babası Emin Paşa, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sıra arkadaşı imiş. İlginç bir şekilde, Füreya’nın Atatürk ile ilk karşılaşması, o henüz 9 yaşında iken ve Atatürk Samsun’a hareket etmeden bir gece önce olmuş. Yola çıkmadan önce Emin Paşa ile gizli konuşmak isteyen Atatürk, evde hiç kimsenin, hizmetlilerin bile olmamasını istemiş. Emin Paşa’nın dışında evde bir tek Füreya varmış. Atatürk, Fransızca bilen, keman çalan ve resim yapan bu zarif kız çocuğu ile ilgilenmiş. Hatta, Füreya’nın günlüğüne, ülkenin kendisi gibi iyi yetişmiş kızlardan, genç kadınlardan çok şey beklediğini bile yazmış… Günlükteki bu sayfayı da sergide görmeniz mümkün.
Füreya seramik yapmaya, Kılıç Ali ile evliyken yakalandığı verem hastalığı sırasında başlamış. O zamanların korkulan hastalığı verem, ona hayatta büyük bir tutku ve amaç getirmiş. Tedavi için gittiği Fransa,’da ve İsviçre’de yattığı sanatoryumda, teyzesinin de teşviki ile sanatçı olma yolculuğu başlamış.
Füreya, eserlerinin daima hayatın içinde, insanların evinde olmasını istemiş. Onun için, duvar tabakları, ev objeleri üretmiş. İstemiş ki, insanlar yapıtlarını kullansınlar, hayatlarının bir parçası yapsınlar. Daha sonra, camilerdeki çinilerden esinlenerek, duvar panoları yapmaya başlayınca, istemiş ki insanlar otele, çarşıya, bankaya gittikleri zaman başlarını çevirsinler ve onun yapıtlarını görsünler. Bu dönemde yaptığı duvar panoları için günlerce, aylarca, daracık iskelelerin üstünde keyifle ve zevkle çalışmış. Sergide, aralarında Hilton oteli için yaptığı duvar panosunun da bulunduğu bazı yapıtlarının yok olduğunu öğrenmek üzücü oldu. Ne büyük vefasızlık… Öte yandan, ülkemizde bu vefasızlıkların ne çok örneği var…
Seramik, zaman içinde Füreya için o kadar büyük bir tutku haline gelmiş ki, sabah yataktan kalkar kalkmaz seramik hamuru yoğurmaya başlarmış. Sanatçılarla, bu faaliyetleri hobi olarak yapanlar arasındaki en önemli fark, bu inanılmaz tutku ve azim olsa gerek.
Kendini sanata verdikçe ve çevresi sadece sanatçılardan oluşmaya başlayınca, Kılıç Ali ile olan evliliği de sona ermiş. Zaten, Atatürk’ün ölümünden sonra Kılıç Ali de gittikçe içine kapanmış. Böylece, yollarını ayırmışlar. O artık, gündüzleri çılgınca üretiyor, akşamları Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Azra Erhat gibi dostlarına sofralar hazırlıyormuş.
Füreya, sanat yaşamı boyunca sadece kendini geliştirmekle kalmamış, boşandıktan sonra yaşadığı Şakir Paşa ve Arif Bey apartmanlarında atölyesini, fırınını gençlere açarak, pek çok seramik sanatçısının yetişmesine katkıda bulunmuş. Alev Ebüzziya, Birgül Başarır, Binay Kara bunların bazıları.
Sanat yaşamı boyunca bıkmadan üretmiş, yeni şeyler denemiş, sorgulamış, geleneksel olan ile yeniyi müthiş bir ahenkle harmanlamış Füreya. Sonra… Sonra, “artık söyleyecek yeni bir şeyim kalmadı” demiş ve fırınını satmış, atölyesini dağıtmış. Sıra dışı bir yaşamı olan bu güçlü kadın, ölümü de aynı metanet ve cesaretle karşılamış… Ölümünden önce, 1997 Ağustos ayında Boğaz kenarında, araba ile yaptığı son gezintide, Nazım Hikmet’in dizesi dökülmüş dudaklarından:
“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü…”
Füreya Koral, 26 Ağustos 1997 günü, Osmanoğlu Kliniğinde vefat etmiş. 28 Ağustos’da, Dolmabahçe, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kılınan namazdan sonra cenazesi, motorla götürüldüğü Büyük Ada’daki aile kabristanında defnedilmiş.
Füreya’yı bir sanatçı olarak hep desteklemiş olan teyzesi, Fahrelnissa Zeid’in birkaç ay önce Tate Modern’deki sergisinden sonra, kendi retrospektif sergisinin açılmış olması ne kadar hoş.
Sergiyi, 18 Ocak 2018 tarihine kadar, Akaretler, Sıraevler No:16’da gezebilirsiniz.
——————————————————
Yararlanılan Kaynaklar:
(1) Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Milliyet Yayınları.
(2) Füreya, Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi.
(3) Sıra Dışı Bir Kadın, Hüzünlü Bir Aile- Sara Koral Aykar ile ropörtaj, Sabah Gazetesi, 26/11/2017
Parmadenince aklıma gelenler… Öncelikle, hala okumamış olduğum için “vicdan azabı” duyduğum, Stendhal’ın Parma Manastırı kitabı. İkincisi, çok sevdiğim Parmigiano Reggiano (parmesan) peyniri. Üçüncüsü, leziz Parma jambonu, Prosciutto. Bunlar, Parma’ya gitmeden önce idi.
Parma’ya gidip, gördükten sonra ise… İçi tamamen ahşaptan yapılmış, muhteşem Teatro Farnese. Büyüleyici tavan ve duvar resimleriyle Vaftizhane. Ulusal Sanat Galerisi, Galleria Nazionale’de gördüğümüz, Leonardo Da Vinci’nin, ancak onun yapabileceği güzellikteki Bir Genç Kadının Başı tablosu. Daha önce hiç bilmediğim ve bu gezide öğrendiğim, Parma’nın ünlü ressamları Parmigianino, Correggio ve Anselmi. Yediğimiz leziz yemekler ve tabii ki yine, (artık nasıl üretildiklerini de ayrıntılı olarak öğrendiğimiz) Parmigiano Reggiano peyniri ve Parma jambonları…
Modena’dan Parma’ya araba ile 40-45 dakikada geldik. Yol son derece düz bir yol. Bereketli Po ovasının belki de en düz yerleri buralar. Yolun sağında ve solunda, ekilmiş bereketli topraklar göz alabildiğine uzanıyor. Parma da çok düz bir şehir. O nedenle, bisiklet kullanımı çok yaygın. Ben nedense, Parma’yı tepelerde, bir yamaca yaslanmış bir şehir olarak hayal etmiştim. Bu kadar düz olmasına şaşırdım doğrusu.
Bana göre Parma, Modena’ya göre çok daha güzel bir şehir. Sarımtırak renkli tarihi binaların bir kısmı 2. Dünya Savaşı sırasında çok tahribat görmüş. Ama, savaş sonrasında çok başarılı bir şekilde, aslına uygun olarak, yeniden inşa edilmişler. Emilia-Romagna bölgesi, 2. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın Müttefikler tarafından en çok bombalanmış bölgesi. Aynı zamanda, Nazilere karşı en çok Partizan direnişi de bu bölgede olmuş. Gittiğimiz şehirlerin hepsinde bu kahramanlar için anıtlar veya o şehirden olanların tek tek isimlerinin yazılı olduğu duvarlar vardı.
Parma, çok kalabalık olmayan, sakin bir şehir. Şehrin merkezi 180.000 civarında bir nüfusa sahip. İtalya’nın bu büyüklükteki diğer kentlerinde olduğu gibi, insanlar telaşsız ve stressiz görünüyorlar. Yalnız, çok fazla göç almış. Sokaklarda, park köşelerinde boş oturan ve gürültü, patırtı yapan çok sayıda Afrikalı göze çarpıyor. Sanırım bu, İtalya’da giderek artan, önemli bir sorun. Örneğin, Modena’da kaldığımız otelde izlediğim bir haber programında, sınıfında tek İtalyan olan bir ilkokul öğrencisinin annesinin verdiği mücadele haber yapılmıştı. Tamamı farklı ülkelerden gelen Müslümanlardan ve Afrikalılardan oluşan sınıfta çocuğunun dışlandığını ve bunalıma girdiğini söylüyor, kendi ülkesinde “yabancı” olmaktan şikayet ediyordu. Yabancı düşmanı olmadığını, ancak okulların, farklı etnik gruplardan gelen öğrenciler ile İtalyan öğrencileri dengeli bir şekilde kabul etmeleri gerektiğini belirtiyordu. Doğrusu, son olarak Roma’ya kadar gidip, Eğitim Bakanlığına şikayette bulunduğunu söyleyen bu kadına hak verdim…
Otelimiz Mercure Stendhal, tarihi merkezdeki her yere yürüme mesafesinde olan, çok kaliteli bir oteldi. Lobideki Stendhal büstü bana Parma Manastırı kitabını bir kez daha hatırlattı. Bu kış, okuma listeme mutlaka alacağımı söyleyerek, af diledim kendisinden… Neyse, fazla üstelemedi…
Resepsiyondaki görevli, odamızın 1.5 saatten önce hazır olamayacağını söyledi ve bu arada yemek yememizi önerdi. Çeşitli kaynaklarca önerilen La Greppia da otele çok yakındı zaten. İçeri girdiğimizde, bir iki masa hariç, bütün masalar doluydu ve yemek yiyenlerin tamamı İtalyan’dı. Bu, genellikle söz konusu restoranın iyi bir yer olduğuna işaret benim için. İtalya’da eğer bir restorana yerli halk rağbet ediyorsa, gerçek mahalli tatları bulabiliriz demektir. Giriş tabağı olarak yediğim kalamar da, ana yemek olan levrek de çok lezzetli idi. Ama çalışanların oldukça suratsız olduklarını söyleyebilirim. Tüm İtalya gezilerimi düşünürsem, buna benzer bir servisle karşılaştığım yerlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kötü bir servis değil, kaba değil ama, insanı rahatsız edecek soğuklukta…
Parma’da görmeyi planladığımız yerleri gezmeye başlamak için sabırsızlanıyordum. Ama önce, Tourism Information bürosuna gidip, bir gastronomi turuna yer ayırtmaya karar verdik. Buraya gelirken, bir Parmigiano Reggiano ve bir Prosciutto imalathanesini gezmeyi kafamıza koymuştuk. Ertesi gün için yarım günlük bir tura yer bulduk. Turizm bilgi ofisindeki hanım, ertesi gün Pazartesi olduğu için müzelerin çoğunun kapalı olacağını, o nedenle, müzeleri o gün gezmemizin iyi olacağını söyledi. Gerek Modena’da, gerekse Parma’da turizm ofislerinin bize çok yardımcı olduklarını belirtmeliyim.
Palazzo della Pilotta (Pilotta Sarayı), Piazza della Pace (Barış Meydanı) ile Parma nehri arasında yükselen, dev bir yapı. İsmini, bir zamanlar içerisinde oynanan, pelota adında bir İspanyol top oyunundan aldığı söyleniyor. 1583 ve 1622 yılları arasında, şehrin hakimi olan Farnese ailesi için, sürekli ilaveler yapılarak, inşa edilmiş. 2. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yerle bir olmuş ve daha sonra yeniden yapılmış. Bu yapı günümüzde, birden fazla müze barındırıyor. Bunların en önemlileri, Galleria Nazionale (Ulusal Sanat Müzesi), Teatro Farnese ve Ulusal Arkeoloji müzesi.
Palazzo della Pilotta’nın bilet satış gişesinde görevli, yaşı bir hayli ileri, kibar ve şık giyimli hanım, bize bir biletle üç müzeyi de gezebileceğimizi söyledi. Ayrıca, saat beşte Sanat Galerisinde rehberli özel bir tur olacağını ve müzenin halka açık olmayan yerlerini de görmemizin mümkün olacağını söyledi. Günün sonunda, bu tur sayesinde gördüğümüz tablolar ve öğrendiklerimiz nedeniyle bu hanıma minnettar olduk.
Teatro Farnese, bugüne kadar gördüğüm eski tiyatro ve opera salonlarına hiç benzemeyen, çok değişik bir salon. Önceden gördüğüm fotoğraflar bunun habercisi olsa da, bu tamamen ahşap ve devasa salonun aslını görmek başka bir şey.
Tiyatroya giriş, Ulusal Sanat Galerisinin içinden oluyor ve kendinizi bir anda çok büyük ve oldukça eğimli bir sahnenin üstünde buluyorsunuz. Buradan, zamanında Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan, Barok tarzda yapılmış salonu, biraz uzaktan da olsa (aşağıya inmenize izin verilmiyor) doyasıya seyredebiliyorsunuz. Biz içeri girdiğimiz sırada, bir klasik müzik konseri için ses düzenlemesi yapılıyordu. Prova için çalınan flütün sayesinde tiyatronun olağanüstü bir akustiğe sahip olduğunu da öğrenmiş olduk.
Teatro Farnese’nin bulunduğu alan önceleri, atlı yarış ve karşılaşmaların yapıldığı bir alan iken, 1617 ve 1618 yılları arasında, bir sene içinde ve hızla bir şölen ve tiyatro alanına çevrilmiş. Parma Dükü Farnese tarafından, Ferrara’lı mimar Giovanni Battista Aleotti’ye yaptırılan tiyatro ile amaçlanan, yakın zamanda Parma’yı ziyaret etmesi beklenen Medici’lerden Grand Dük II. Cosimo’yu etkileyerek, iki aile arasında kalıcı bir politik ittifaka vesile olabilecek bir evliliği mümkün kılmakmış. Ancak, II. Cosimo’nun sağlık sorunları nedeniyle bu ziyaret hiçbir zaman gerçekleşmemiş. İki aile arasında olması beklenen evlilik için aradan bir on yıl geçmesi gerekmiş ve tiyatro, 1628 yılında Margherita de’ Medici ve Eduardo Farnese’nin düğününe kadar kullanılmamış. Bu görkemli düğünden sonra da, 1732 yılına kadar hep bu tür düğünler ve resmi davetler için kullanılmış. 1913 yılından itibaren halka açılan Teatro Farnese, 1944 yılında Müttefiklerin ağır bombardımanına uğrayarak, yerle bir olmuş. 1956-1965 yılları arasında aslına uygun olarak yeniden yapılmış.
Palazzo della Pilotta’nın içindeki arkeoloji müzesi, çok büyük olmamakla beraber, oldukça geniş bir zaman dilimine yayılan eserler barındırıyor. Parma şehri, M.Ö. 183 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Parma adı, Romalıların kullandığı yuvarlak ve düz bir kalkan çeşidinden gelmekte imiş. Şehrin ve çevresinin coğrafi olarak dümdüz olması nedeniyle Romalılar bu ismi vermişler. Arkeoloji müzesinde sadece Roma dönemi eserlerini değil, daha eski (M.Ö. 700-200) dönemlere ait, Po vadisinde bulunmuş, Etrüsk uygarlığı eserlerini de görmek mümkün.
Parma Ulusal Sanat Galerisi, özellikle tablo açısından çok zengin ve büyük bir müze. Ağırlıklı olarak, Rönesans döneminin Parmalı sanatçılarının eserlerine yer verilmiş. Bu sayede, eserlerini şehir katedrali Duomo ve Battistero’da (Vaftizhane) da göreceğimiz Correggio, Parmigianino, Anselmi, Antelami gibi sanatçıların varlığından haber oldum. Ancak, benim için hiç şüphesiz, müzenin en çarpıcı tablosu, Leonardo da Vinci’nin “Genç Bir Kızın Başı” adlı eseri oldu. Oldukça loş aydınlatılmış, dikdörtgen bir salonun en ucuna yerleştirilmiş bu tablo, üstüne düşen ışık hüzmesi ile insanın dikkatini çekiyor ve kendinizi istemsiz bir şekilde ona doğru yürürken buluyorsunuz…
Saat beşteki özel tur için Leonardo da Vinci’nin tablosunun önünde beklememiz söylenmişti. Çok genç ve tatlı bir kız olan rehberimiz geldiğinde, farklı milliyetlerden sekiz kişi bekliyorduk. Tablonun sol tarafında, daha önce kapı olduğunu anlamadığımız bir geçitten bizi geçirmesi ile birlikte, müzenin normalde açık olmayan bölümlerindeki bir buçuk saatlik turumuz başladı. Müzenin görünür bölümlerinin ardındaki bu diğer dünyanın büyüklüğü beni çok şaşırttı. Rehberimiz, Canaletto, El Greco ve Van Dyke gibi ünlü sanatçıların da tablolarının bulunduğu bu salonların kapalı tutulma nedenin, personel eksikliği olduğunu söyledi.
Ertesi sabah saat dokuz buçukta, “Tasty Bus” gıda işletmeleri turumuz Piazza Garibaldi’den (Garibaldi Meydanı) hareket etti. Bu meydan, Parma’nın ana meydanlarından birisi aynı zamanda. Parke taşlı, geniş alanın kuzey tarafında, günümüzde belediyeye ait ofislerin bulunduğu Palazzo del Governatore var. 17. yüzyılda yapılmış binanın üstündeki dev güneş saati, 1829’da yapıya eklenmiş.
Rehberimiz, otuzlu yaşlarında, sempatik bir İtalyan kadındı. Verdiği ayrıntılı bilgilerin arasına serpiştirdiği esprileri de hoştu. Anladığım kadarı ile, tur rehberliği, İtalyan kadınları arasında rağbet gören bir meslek.
Fazla büyük olmayan grubumuz ile önce bir Parmigiano Reggiano işletmesine doğru yola koyulduk. Modena ile ilgili yazımda sirke üreticisi Giusti’yi anlatırken sözünü ettiğim gibi, İtalya’da üretilen sirke, zeytinyağı, peynir, salam gibi ürünlerin kaynağından, kalitesinden ve içinde katkı maddesi olmadığından emin olmak istiyorsanız, etiketinde DOP damgası olduğuna dikkat etmelisiniz. Bu ibare ürünün, üreticisinin bağlı olduğu konsorsiyumun müfettişleri tarafından titiz bir şekilde incelenip, onaylandığını göstermektedir. Ayrıca, Parmigiano Reggiano, İtalya’nın sadece belli bir coğrafi bölgesinde üretilmektedir. Bu bölge, Parma, Reggio Emilia, Modena ile birlikte, Bologna ve Mantua’nın belirli bölgelerini kapsamaktadır.
Orta Çağ’da keşişler tarafından üretilmeye başlanan Parmigiano Reggiano peynirinin ana maddeleri inek sütü, tuz ve danaların midesinde bulunan bir enzim. Gerçek bir Parmesan peynirinde bunların dışında bir maddenin bulunmaması gerekiyor. Ana girdi olan sütün kalitesi de ineklerin ne yedikleri ile çok alakalı olduğu için, ineklerin kendi başlarına çayırlarda otlamalarına izin verilmiyor. Yol boyunca gördüğümüz arazilerde bir tane bile inek görmememizi rehberimiz bu şekilde açıkladı. Onun yerine, hayvanların süt üreticileri tarafından belirli alanlarda tutulduğunu ve sıkı bir diyetleri olduğunu belirtti.
Gezdiğimiz işletme, bir karı kocaya ait, çok büyük olmayan bir tesisti. İçeriye girmeden önce, hepimize bone, ağız maskesi, önlük ve galoş dağıtıldı. Parmigiano Reggiano üretimi çok karmaşık olmayan, ama titizlikle yapılması gereken süreçlerden oluşuyor. Turu, hem işletme sahiplerinin hem de rehberimizin ayrıntılı açıklamaları eşliğinde, adım adım yaptık.
İtiraf etmeliyim, içeri girince bizi karşılayan koku önce beni biraz rahatsız etti. Kötü bir koku değil ama, insana ilk başta tuhaf geliyor. Ağız maskesini, biraz da rahatsız olanlar burnunu kapatabilsinler diye veriyorlarmış zaten. Ancak, bir süre sonra insan kokuya alışıyor.
Üretim için, zaman olarak iki farklı sağımdan gelen süt kullanılıyor. Çevredeki süt üreticilerinin akşam sağımından getirdikleri süt, fazla derin olmayan, dikdörtgen küvetlerde bir gece dinlendirildikten sonra, yukarı çıkan yağları alınıyor ve ertesi sabah gelen, yeni sağılmış süt ile karıştırılıyor. Daha sonra, bu süt büyük, bakır kazanlara alınıyor. Yukarda sözünü ettiğim, dana midesinde bulunan enzim ve bir önceki günün üretiminden elde edilmiş “kesmik suyu” (peynir altı suyu da deniyor) ilave ediliyor. Bundan sonra, bu karışım ısıtılıyor. Belli bir kıvama geldikten sonra dinlenmeye bırakılıyor. Dinlenme işleminden sonra ise, iki sopa ve ketenden yapılmış özel bir bez yardımıyla, iki kişi, her bir kazanda oluşmuş kesmiği (lor da deniyor) çıkarıyor. Tatmamız için ufak parçalar halinde verildiğinde, oldukça tatsız tuzsuz ve lastik gibi geldi bana. Bu aşamada, peynirde henüz hiç tuz bulunmuyor.
Kazanlardan çıkarılan yumuşak kesmik, bir bıçak ile iki parçaya bölünüyor ve her bir parça 40 kilo gelecek şekilde ayrılıp, yuvarlak kalıplara konuyor. Bu aşamada, içindeki nemin eşit dağılabilmesi için, iki saatte bir çevrilmeleri gerekiyor. Sekiz saat sonra, peynir tekerlekleri kalıplardan çıkarılıp, etraflarına, üstlerinde işaretler bulunan plastik kalıplar sarılıyor. Bu işaretler çok önemli çünkü, bu şekilde yapılan kodlama bize, o peynir tekerleği için hangi süt üreticisinin sütünün kullanıldığını, hangi peynir üreticisinin ürettiğini, kontrolden başarı ile geçip, DOP kalitesi hak edip, etmediğini gösteriyor. Bu sonuncusu için, kalıbın üstünde boş bırakılmış, kocaman, yuvarlak bir alan var. DOP damgası oraya vuruluyor daha sonra.
24 saat plastik kalıplarda tutulan peynir tekerlekleri daha sonra, içinde deniz tuzu ve su bulunan küvetlere alınıp, 20-22 gün burada bekletiliyor. Tuzun eşit nüfuz etmesini sağlamak için, peynir tekerlekleri suyun içindeyken de günde iki kere çevriliyorlar. Bundan sonra artık, peynirler yaşlandırılma evresi için, ısısı ayarlı, tavana kadar yükselen rafları bulunan bölüme alınıyorlar. 12 ay sonra, tuz peynir kalıplarının ortasına ulaştığı zaman, Parmigiano Reggiano’lar da denetim için artık teftişe hazır oluyorlar. Gelen müfettiş, tahtadan yapılma küçük bir çekiç ile tekerleklerin her bir tarafına, tek tek vurarak içinde hava kabarcığı kalıp, kalmadığını kontrol ediyor. Testi geçenlere DOP damgası vuruluyor. Geçemeyenler ayrılıyor. Bunların Parmigiano Reggiano adı altında satılmaları da yasakmış. Ancak, düşük kalite oldukları belirtilerek veya rendelenmiş halde satılabiliyorlarmış. Aslında, testi geçemeyenler de kötü peynir değil ama, belli bir kalite standardında değiller.
Testi geçen peynir tekerlekleri, üreticinin isteğine bağlı olarak, daha uzun yaşlandırmaya tabii tutulmak üzere, tekrar raflara yerleştiriliyorlar ve 36 aya kadar yaşlandırılabiliyorlar. Gezi bitimindeki tadımda, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Parmigiano Reggiano peynirlerini tatma fırsatı bulduk. Süre uzadıkça, peynirdeki tuz oranı da bariz bir şekilde artıyor. Biz 36 ay yaşlandırılmış, bir buçuk kiloluk bir parça aldık. Muhteşem bir tat… İnsan kalitelisini yiyince, Türkiye’de parmesan diye satılan çoğu peynirin gerçek kalitede olmadığını anlıyor. Dönünce, marketlerin peynir bölümlerinde yaptığım ufak bir araştırma sonucu, bir tek Macrocenter’larda DOP damgalı, İtalya’dan ithal edilmiş Parmigiano’lar olduğunu gördüm. (Eatily’ye bakma fırsatım olmadı henüz). Bir başka öğrendiğim nokta da, bizde de yaygın olarak satılan Gran Padano’ların, gerek sütü üreten ineklerin yedikleri otlar konusunda fazla titiz olunmaması, gerekse kullanılan katkı maddeleri nedeniyle, Parmigiano Reggiano ile eş değer olmaması.
İkinci olarak, Parma’ya bağlı Langhirano’da, bir Prosciutto (domuz jambonu) imalathanesine gittik. İtalyanın farklı bölgelerinde Prosciutto üretilmekle beraber, Parma’da üretilenin farklı bir şöhreti ve kalitesi var. Parma’lılar bu farkın, domuz butlarının dinlendirilmeye bırakıldıkları zaman, Apenin dağlarının öte tarafından, denizden gelen ve Marino diye adlandırılan rüzgarda havalandırılmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Diğer bölgelerde Marino rüzgarı olmadığı için, jambonların tadı da aynı olmuyormuş.
Parma jambonu, Parma’nın güney bölgesinde, çok kısıtlı bir alanda üretiliyor. Kalite açısından, yine DOP denetimi ve damgasının çok önemli olduğu Prosciutto di Parma, tamamen doğal girdiler kullanılarak üretiliyor. Bunlar, İtalyan domuz butları (bir domuzun sadece iki bacağı kullanılıyor), deniz tuzu, Marino rüzgarı ve zaman olarak sıralanıyor. Parma jambonunun DOP markası alabilmesi için, bunun dışında hiçbir katkı maddesi kullanılmaması gerekiyor. Nitrat ve benzeri katkı maddelerinin kullanılması kesinlikle yasak. Parmigiano Reggiano gibi, Prosciutto da en az 12 ay dinlendiriliyor. Bu dinlenme, 3 yıla kadar çıkabiliyor.
Gittiğimiz, Conti ailesine ait işletmenin tarihi 200 yıl öncesine kadar gidiyor. Aslen çiftçilik yapan ailenin iki oğlu 1968 yılında bir jambon fabrikası açmaya karar veriyorlar. Önce bu işi, çevredeki üreticilerden öğreniyorlar ve sonra kendileri imalata geçiyor. Günümüzde, Parma Üniversitesi ve Tarım, Gıda ve Orman Bakanlığı ile birlikte yaptıkları çalışmaların sonucu olarak ürünlerini, pek çok ödül alacak kadar geliştirmiş bulunuyorlar. Ailenin erkekleri öldüğü için, şu anda şirketi, ölen kardeşlerden birinin hanımı ve üç kızı yönetiyor. Her yeri tertemiz olan fabrikanın çok profesyonel bir görünümü var. Hem bu ortam, hem de çalışanlar arasında Afrikalıların da olması çok hoşuma gitti. İtalya’ya bir şekilde kapağı atmış bu insanlara yaşam fırsatı verilmesi çok önemli bence.
Üretim sürecini kısaca, domuz butlarının elle ve tek tek deniz tuzu ile ovulup, daha sonra, “sugna” denilen bir yağ, tuz, biber ve pirinç unu karışımı ile kaplanarak, Marino rüzgarının estiği kapalı bir alanda kurumaya bırakılması olarak tarif edebiliriz. Her şeyden evvel, domuz etinin kalitesinin çok önemli olduğunun altını özellikle çiziyorlar. Domuzların sadece tahıl ve Parmigiano Reggiano peyniri üretlirken çıkan “peynir altı suyu” ile beslenmeleri çok önemli imiş. Parmigiano Reggiano’da olduğu gibi, Parma jambonu üretiminde de, konsorsiyumun denetim yapabilmesi ve standartlara uygun olan ürünlere DOP damgasını vurabilmesi için en az 12 aylık bir dinlenme süresinin geçmesi gerekiyor. Denetim için müfettişler, her bir jambon bacağının çeşitli noktalarına, at kemiğinden yapılmış, şiş benzeri bir alet saplıyorlar.
Fabrika gezisinin sonunda yapılan tadımda, Emilia-Romagna bölgesinin köpüklü şaraplarının eşliğinde, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Prosciutto’ları tatma fırsatımız oldu. Bence dinlenme süresinin artması, tadın da daha iyi olmasına yol açıyor.
Parma’da geriye kalan yarım günümüzde Il Duomo (katedral), Battistero (vaftizhane) ve Museo Diocesano’yu (Psikoposluk müzesi) gezdik. 12. yüzyılın başında takdis edilip açılan katedral, kareye yakın, büyükçe bir meydanda yer alıyor. Meydan ile ilgili en dikkatimi çeken nokta, son derece sakin olması ve çevresi veya yakınında turistlere yönelik, turistik eşya satan hiçbir dükkanın olmaması oldu. Hatta, meydanda cafe veya restoran bile yoktu. Meydana açılan sokaklardaki birkaç işletme de masalarını meydan tarafına değil, sokak tarafına koymuşlardı. Bu, meydanın atmosferini çok olumlu etkilemiş kanımca. İnsan neredeyse, meydanın asırlar önceki halini gözünün önüne getirebiliyor böylelikle. Sanki şu köşeden, Orta Çağ giysileri ile insanlar, keşişler, rahipler dönüp, çıkacaklarmış gibi… Bu arada, bir gözlemimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Çocukluğumun İtalya’sının sokaklarında, uzun siyah kıyafetleri ile öyle çok papaz, rahibe ve kahverengi, kaba kumaştan cüppeleri ve sandaletleri ile keşiş vardı ki… Genelde gruplar halinde gezerlerdi. Günümüzde ise, sokakta onları bu kıyafetlerle hemen hiç görmüyorsunuz. Bu çok önemli bir değişiklik. Sanırım artık, sokakta normal kıyafetlerle geziyorlar. Bu değişiklik ne zamandır var, merak ettim doğrusu.
Katedralin dış cephesi Romanesk tarzda olsa da içi, daha sonra yapılan değişiklik ve eklenen eserlerle Barok döneme meyletmiş. İçerde ayrıca, çok kayda değer eserler bulunuyor. Özellikle, kubbedeki Correggio’ya ait Hz. Meryem’in Göğe Kabulü freski ile, Antelami’nin Hz. İsa’nın Çarmıhtan İndirilişi mermer kabartması çok etkiyelici.
Katedralin bulunduğu meydanın güney ucunda bulunan Vaftizhane güzelliği ile katedrali bile gölgeliyor diyebilirim. Açık pembe renkli, Verona mermerinden yapılmış bu sekizgen yapı, Romanesk ve Gotik mimarinin bir karışımı. 12. yüzyılın sonunda başlayan yapımı, bir asırdan fazla sürmüş. Yapının esas çarpıcı kısmı ise içi. İçeri girince insanın karşılaştığı güzelliği kelimelerle anlatmak çok zor. Burası, mimar ve heykeltıraş, Benedetto Antelami’nin en başarılı yapıtlarını barındırıyor. Bizans tarzındaki duvar resimleri ise, büyüleyici…
Parma gezimizi, buranın ünlü restoranlarından, La Forchetta’da yediğimiz akşam yemeği ile noktaladık. Bir sonraki durağımız, dünyanın en küçük beşinci ülkesi, San Marino idi…
Emilia-Romagna bölgesi gezimize başlamak için Bologna’ya uçtuk ama, orada kalmadık. Görmek istediğimiz diğer şehirlere gittikten sonra, Bologna’da son birkaç günümüzü geçirmeye karar vermiştik. Bunun en önemli nedeni, bazı İtalya gezilerimizde, son gün havaalanına yetişmek için yaşadığımız gerginlikler oldu. Yol tamiratı, güzergah üstünde olmuş bir kaza ve benzeri olaylar nedeniyle birkaç kere uçağa ucu ucuna yetişebilmiştik. Onun için, uçaktan iner inmez, havaalanından kiraladığımız araba ile Modena’ya doğru yola koyulduk.
Bologna’dan Modena’ya araba ile yaklaşık bir saatte gidiliyor. İnişi çıkışı olmayan, düz bir yol bu. Zaten, bu gezi boyunca yükseklere tırmanmamız gereken tek yer San Marino oldu. Onun dışında, bölge genel olarak fazla yüksekliği olmayan bir yapıda.
Modena, nüfusu 200.000 bile olmayan, küçük bir şehir. İstanbul gibi bir metropolden gidince, insan ilk başta bu sakinlik ve sessizliği yadırgamıyor değil. Trafik az, sokaklar tenha, insanlar telaşsız ve keyifli…
Kaldığımız Hotel Estense, şehrin tarihi bölgesine kısa bir yürüyüş mesafesinde. İtalya’da şehirleri Duomo’dan, yani şehir katedralinden gezmeye başlamak sizi hiç yanıltmaz çünkü, bu büyük ibadethanelerde mutlaka dönemin önemli sanatçılarının sanat eserleri bulunur. Orta Çağ boyunca olsun, Rönesans ve Barok dönemlerde olsun, irili ufaklı tüm İtalyan yerleşim yerleri, güçleri yettiğince yaptırdıkları kilise ve katedralleri duvar resimleri, tablolar ve heykellerle donatmışlardır. Bu nedenle, hiç ummadığınız yerlerde, gizli saklı köşelerde bile karşınıza sanat şaheserleri çıkar.
Modena katedrali, 11. ve 12. yüzyıllarda yapılmış ve 1997 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Çok büyük olmamakla beraber, Gotik ve Romanesk mimari tarzlarının kaynaştırılması ve içeride kullanılan koyu renk tuğlaları ile etkileyici bir atmosferi var. Ayrıca, pencerelerdeki vitraylar da çok güzel. Özellikle etkileyici bulduğum eserler ise, iki tane. Her ikisi de, terracotta (pişmiş toprak) eserler. İlki, katedralin kript’inde (bodrum katında) sergilenen, Guido Mazzoni’ye ait Madonna della Pappa. Pişmiş topraktan yapılmış, beş adet insan boyunda figürden oluşan bu eser çok gerçek duruyor. Diğer eser ise, katedralin çıkışına yakın bir noktada sergilenen, Antonio Begarelli’nin 16.yüzyılda yaptığı İsa’nın Doğumu isimli eseri.
Duomo’nun arka tarafında yükselen kule, Torre Ghirlandina, sadece bir çan kulesi değil, aynı zamanda Modena’nın sembolü. 13.yüzyılda yapılmış. Şehir sakinlerine ibadet saatlerini, düğün ve cenazeleri duyurmanın dışında, salgın hastalıkları, şehre yaklaşan saldırı tehlikelerini ve yangınları da duyurmak için kullanılırmış.
Hava güneşli ve ılık… Duomo’nun önündeki meydanda yiyecek tezgahları var. Köylülerin ürünlerini doğrudan getirip, sattıkları bir haftalık bir “gastronomi panayırı” imiş bu. Yöreye özgü her türlü yiyeceği görmek mümkün. Peynirler, domuz jambonları, sebze ve meyve… Hepsi çok iştah açıcı. Bir de trüf mantarı tezgahları var bol miktarda. Konserve ve taze olarak satıyorlar. Bu kara ve şekilsiz görünen mantarların bu kadar lezzetli olması doğanın hoş bir sürprizi gibi sanki…
Duomo’yu, önündeki pazarı ve aynı meydana bakan belediye binasının (Palazzo Comunale) halka açık, tarihi salonlarını gezdikten sonra, doğrusu dinlenmeyi hak ettik. Katedralin arka tarafındaki caddeye bakan küçük bir kafede oturup, kahvemizi yudumlarken, etrafı izledik. Çokça bisikletlinin, az sayıda arabanın geçtiği caddenin kaldırımlarında insanlar sakin ve keyifli adımlarla önümüzden geçiyorlardı. İtalya’nın bana daima hissettirdiği keyif ve rehavet havası işte yine beni teslim almaya başlamıştı. Güneş de tatlı tatlı sırtımı ısıtıyordu. Yanımızdaki masada bir grup yaşlı erkek gülüşerek konuşuyor, şakalaşıyorlardı…
Eminim, kişiden kişiye farklılık gösteriyordur ama, Ferrari denilince ilk aklıma gelenler kırmızı renk, gençlik ve hız oluyor. Bir de zenginlik, doğal olarak. Paranız yoksa, tabii ki bir Ferrari’niz de olamaz. Öyle taksitle de alınabilecek gibi değil hani… Marka imajı denilince bence, Ferrari bu konuda en başarılılarından. Çünkü, hedef kitlesi olmayan, ürününü satın almayı hayal bile edemeyen milyonlarca insan için bile bir tutku olmayı başarmış bir araba markası o.
Emilia-Romagna bölgesi, araba yapımcılarının çok olduğu bir bölge. Ferrari, Lamborghini ve Maserati bunlardan birkaçı. Açık söylemek gerekirse, bunlardan birinin öyküsünün peşine düşeceksek, bu Ferrari olmalı diye düşündüm ben. Ah! Yine kafamdaki o, şeker gibi, kırmızı araba imajı işte…
Ferrari’nin, biri Modena’nın içinde, diğeri şehrin yaklaşık 15 kilometre dışında, Maranello’daki fabrikasının yanında olan, iki müzesi var. Modena’nın içindeki müze aslında, Ferrari ailesinin eviymiş. Kurucu Enzo Ferrari de bu evde doğmuş, büyümüş. Enzo Ferrari, 1927 yılında, bir yarış arabası alabilmek için bu evi satmış. Daha sonra tekrar satın alındığı anlaşılan bu adreste bir takım motorlar ve arabalar sergileniyor ama, esas görülesi yer Maranello’daki müze.
Enzo Ferrari, 1898 yılında doğmuş. Henüz 10 yaşında iken babası ile birlikte gittiği bir araba yarışından çok etkilenmiş. Araba yarışı dediysem, bugünkü Formula 1 yarışları aklınıza gelmesin. O zaman arabalar 12 beygir gücünde ve en fazla saatte 60 kilometre gidiyorlar. Ondan sonra, arabalar ve yarışlar onun için bir tutku olmuş. Uzun bir süre, Alfa Romeo’nun yarış pilotluğunu yapmış. İlk Ferrari arabasını ise, 1947 yılında tasarlamış ve üretmiş.
Maranello’daki müzede, Ferrari’nin öyküsünü baştan, günümüze kadar izleyebiliyorsunuz. Bugüne kadar üretilmiş her model ve renk araba sergileniyor burada. Ama kırmızı olanlar bir başka güzel, bir başka çekici sanki. Enzo Ferrari, “Bir çocuğa araba resmi çizmesini söyleyin. Mutlaka kırmızı renkli çizecektir” diyerek, kırmızı arabalara olan tutkusunu ifade etmiş. Kendisi, 90 yaşında Modena’da ölmüş ama, “En iyi Ferrari, henüz daha üretilmemiş olandır” sözleri ile efsanenin devam edeceğine işaret etmiş. Evet, müzeyi gezen insan seli, efsanenin sürdüğünü gösteriyor…
Ferrari müzelerini gezerken aklıma sürekli, geçmişte haberi yapılan bir yurttaşımız geldi ve kendimi için için gülmekten alamadım. Hatırladığıma göre, Belçika’da yaşayan bu kişi Ferrari’sine, ekonomik olsun diye tüp taktırmak istemiş. İşlem sırasında çıkan sorunlar nedeniyle, Ferrari’nin temsilciliğine sorunun nasıl çözülebileceğini sormuş. Dehşete kapılan Ferrari ekibi, markalarının imajını korumak adına, derhal bedelini ödeyip, arabaya el koymuşlar. Neyse ki, müzede bu olayla ilgili bir bilgi verilmiyordu…
Sadece müzeyi gezmekle kalmayıp, bir de test sürüşü yapmak isterseniz, Maranello’da bunu da yapabiliyorsunuz. Değişik Ferrari modellerine göre, 10 kilometrelik bir sürüş (süresi yaklaşık 10 dakika olarak belirtiliyor) için ücret, 80 ile 200 Euro arasında değişiyor.
Modena’ya gelmeden önce okuduğum bütün kaynaklar, burada bir balzamik sirke üreticisinin ziyaret edilmesini öneriyordu. Balzamik sirke, son yıllarda ülkemizde sadece restoranlarda değil, evlerde de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Marketlerde, İtalya’dan ithal edilmiş balzamik sirkelerin dışında, Türk üreticilerin de ürünlerini bulmak mümkün. Balzamik sirkeyi biz de evde severek kullanmamıza rağmen, doğrusu, üretim sürecinin görülmesinin niye bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Yıllar önce, Türkiye’de iş için bir sirke üreticisine gitmişliğim vardı. Süreç oldukça basitti. Modena’nın ve Avrupa’nın en eski balzamik sirke üreticisi Acetai Giusti’ye giderken düşündüklerim bunlardı açıkçası. Ama gidince, bugüne kadar balzamik sirke ve üretimi hakkında hiçbir şey bilmediğimi gördüm. Ayrıca bizim, İtalya’dan ithal edilmiş de olsa, marketlerden aldığımız balzamik sirkenin ticari, gerçek ve yüksek kaliteli olanının ise, iyi bir şarap gibi değerli olduğunu öğrendim.
Acetai Giusti, 1605 yılında kurulmuş. Guisti ailesi 17 kuşaktan beri balzamik sirke üretiyor. Kuşaklar boyunca, Avrupa’nın kraliyet aileleri, soyluları ve Papaları için üretim yapmışlar. O dönemlerde sadece zenginlerin alabildiği bir ürünmüş. Şimdi de çok ucuz olduğu söylenemez. Eski çağlarda özellikle şifa niyetine, ilaç gibi kullanılıyormuş. Soğuk algınlığına, ses kısıklığına, mide rahatsızlıklarına iyi geldiği düşünülüyormuş. Modena’lı olan ünlü tenor Luciano Pavarotti de, sahneye çıkmadan, sesini açmak için, ufak bir kadeh balzamik sirke içermiş. Öğrendiğimize göre, bu yörede balzamik sirkenin, İtalya’nın yemek sonrası içilen “digestivo”ları (hazmı kolaylaştırıcı içkiler) gibi, yemek sonrası içilmesi yaygınmış. Tesisi gezdikten sonra yapılan tadımda tattığımız değişik sirkeler, bunun pekala mümkün olduğunu gösterdi bize. Özel meşe fıçılarda, 25 yıla kadar bekletilen balzamik sirkelerin, yıllanma yaşına göre farklı tatları, kıvamları, kokuları vardı. Kimi trüf mantarlı, kimi böğürtlenliydi. Küçük çay kaşıkları ile yaptığımız tadımda, 25 yıl yıllanmış olan, ailenin geleneksel sirkesi çok lezzetliydi. Bu çeşidi, Parmesan peyniri, balık, tavuk gibi yiyeceklerin üzerinde tükettiklerini belirttiler. Bazısını ise, tatlıların üstüne damlatarak tüketiyorlarmış. Biz, bir şişe 12 yıllık trüf mantarlı, bir de 20 yıllık sade sirkelerinden satın aldık.
İtalya’da veya dışında, İtalyan yiyecek ürünlerinin kalitesinden emin olmak istiyorsanız, ambalajında DOP (*) damgasını aramalısınız. Bu damga ile, ürünün (balzamik sirke, Parmesan peyniri, jambon, zeytinyağı vb) kaynağının belli olduğu, yerel üreticiler tarafından, katkı maddesi konmadan ve geleneksel yöntemlerle üretildiği ifade ediliyor. Tıpkı şarapların DOC ve DOCG damgaları gibi, gıda maddesinin kalitesi de, bağlı olunan konsorsiyumun sıkı denetimi ile garanti altına alınmış demek oluyor.
Modena’lıların bir diğer övünç kaynağı Pavarotti. Ünlü tenor, 1935 yılında, şehrin eteklerinde, bir fırıncı ve amatör şarkıcının oğlu olarak, çok kalabalık bir aileye doğmuş. 2007 yılında, 71 yaşındayken yine Modena’da ölmüş. Yeşilliklerin ortasındaki mütevazi evi günümüzde müze. Operanın genç kuşaklar tarafından sevilmesine büyük katkısı olan bu büyük sanatçının evinin bu denli sade olması beni çok şaşırttı. Öyle anlaşılıyor ki, yaşadığı hayat da çok sade idi. Piyanosunun bulunduğu salon, arkadaşları ile haftanın belli günlerinde kağıt oynadığı oda, dostlarına yemek pişirdiği mutfak ve öldüğü yatak odası… Hepsi son derece alçak gönüllü bir kişiliği yansıtıyor.
Pavarotti’nin evini gezerken insan, onun sadece başarılı bir tenor değil, aynı zamanda çok hayırsever bir insan olduğunu da anlıyor. U2 grubunun solisti Bono ile Bosna savaşı mağdurları için topladığı yardımlar ve Prenses Diana ile işbirliği yaparak, dünyadaki kara mayınlarının imha edilmesi ve engellenmesi için kaynak sağlaması bunlardan sadece ikisi…
Son olarak Modena’da, Emilia-Romagna bölgesinin en eski şarap üreticilerinden Chiarli’yi ziyaret ettik. Burası, 1860 yılında Cleto Chiarli tarafından kurulmuş bir tesis. Modena’daki bağlarından yılda 1 milyon, daha kuzeydeki bağlarından yılda 20 milyon litre şarap elde ediyorlarmış. İddialı oldukları şaraplar, Lambrusco ve Pignoletto. Bunlar, hem bu bölgeye özgü üzüm çeşitlerine, hem de şarap türlerine verilen isimler. İlki kırmızı, ikincisi beyaz şarap. Emilia-Romagna’nın şarapları çoğunlukla kabarcıklı şaraplar. Hem kırmızı, hem beyaz olabilen bu şaraplara spumante veya frizzante deniyor. Özellikle Lambrusco’nun üretim tarihinin Romalılar dönemine kadar gittiği söyleniyor. Katıldığımız tadımda, kabarcıklı şarabın, ana yemekten önce yenen Parmesan peyniri ve prosciutto’nun (domuz jambonu) ağızda bıraktığı kuvvetli tadın izlerini silmekte etkili olduğunu belirttiler. Böylece, diğer yemeklerin tadına daha iyi varılabiliyormuş.
İtalya’nın değişik bölgelerine gidince anlıyorsunuz ki, şarap konusunda bölgeler arası epeyce bir rekabet ve kendi şarap türlerine öncelik verme var. Ortalamanın üstünde bir restorana gitmediğiniz sürece, ünlü de olsa, bir başka bölgenin şarabını bulmanız kolay olmuyor. Bu durumda, yerel şarapların tadını çıkarmaya bakmak en iyisi.
Modena’da güzel yemekler yedik. Ayrılırken, Antica Moka lokantasında yediğim balkabağı dolgulu tortellini’nin tadı damağımda kaldı. Bir de, tütünlü dondurmanın! Şehrin epeyce dışında olan bu aile işletmesine gittiğimize değdi doğrusu…
Sonbaharı severim… Belki sonbaharda doğduğum için. Bilemiyorum… Aslında bütün mevsimleri severim ama, sonbaharı, hele de ılık geçen, pastırma yazı dedikleri türde olanını bir başka severim… Sıcakta kavrulup, serin ama üşütmeyen sulara dalmak gibi, keyif verici gelir bana sonbahar.
Sonbahar, deniz kıyısında ayrı, dağda ayrı, bozkırda ayrı güzeldir. Evet, bir şehirde deniz olmazsa, güzellik olmaz diye düşünenlerin aksine, bozkır da çok güzeldir sonbaharda… Bembeyaz bulutlarla dolu, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında uzanan sararmış tarlalar ve kıraç dağlar… Çok çok etkileyicidir…
Sonbahar aynı zamanda, dostların yaz boyu dağılmış oldukları yazlıklardan, tatillerden geri dönme zamanıdır. Arkadaşlarla, dost ve akrabalarla yeniden bir araya gelme, hasret giderme zamanıdır. Bunun için de çok severim sonbaharı…
Bir de sonbaharda yapmaktan özellikle hoşlandığım bazı şeyler vardır. Örneğin, klasik kitaplardan birini (ilk olarak veya tekrar) okuyacaksam, sonbaharda başlamak isterim. Bu bir Rus klasiği ise, daha da keyif alırım…
Sonbaharda yapılan gezilerin de ayrı bir yeri vardır benim için… Bir iki günlük olsun, daha uzun olsun, bu mevsimde yapılan geziler çok hoştur. Hele hava da yağışsız ve açıksa, keyfinize diyecek yoktur… Arkeolojik yerler gezmek, yeni bir şehir, bölge ya da ülke keşfetmek için güzel bir mevsimdir sonbahar.
Biz, bu sonbahar da geleneğimizi bozmadık ve İtalya’ya, İtalya’da daha önce hiç görmediğimiz yerlere, gittik. Önceki yıllarda gittiğimiz Toscana, Amalfi ve Puglia’dan sonra, bu kez de İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesini keşfetmeye karar verdik. Yine unutulmaz anılar, damağımızda tatlar ve bir sürü yeni bilgi ile geri döndük…
Açık söylemek gerekirse, rotayı çizerken merkeze koyduğum ve ilk aklıma gelen şehir Ravenna idi. Ravenna’nın çeşitli kiliselerindeki Bizans mozaiklerinin resimlerini uzun zaman önce görmüş ve hayran olmuştum. Hep gidip, görmek istemiştim. Bu nefes kesen mozaiklerin asıllarını görünce, hiçbir fotoğrafın bu güzellikleri tam anlamıyla yansıtamadığını düşündüm…
Ravenna’da karar kıldıktan sonra, ardından Modena, Parma, Bologna ve bir de, dünyanın en küçük beşinci devleti olan, San Marino girdi listeye. Zamanımızın yetmeyeceğini bildiğimiz için, aklımız kalsa da, Piacenza, Ferrara ve Giuseppe Verdi’nin şehri Busseto gibi birkaç yeri bir başka sefere bıraktık.
Emilia-Romagna bölgesi, İtalya’nın gastronomik olarak en ileri bölgelerinden birisi kabul ediliyor. İtalya’ya özgü olarak bildiğimiz pek çok ürünün ve tadın anavatanı burası. O nedenle, Modena’da balzamik sirke, Parma’da meşhur Parmigiano Reggiano (Parmesan peyniri) ve prosciutto (domuz jambonu) üretim tesisi görmeden olmazdı. Bir de tabii, Ferrari’nin vatanı da burası. Arabalara fazla ilgi duymayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir efsane…
Parma’nın, içi tamamen ahşaptan yapılmış, büyüleyici Teatro Farnese’si, katedrali ve vaftizhanesi… “Kızıl” Bologna’nın, kuleleri ve canlı havası… Masalsı San Marino…
Bu gezide gördüğümüz yerleri, keşfettiğimiz yeni lezzetleri, gittiğimiz restoranları ve karşılaştığımız ilginç insanları, rotamızda yer aldıkları sıraya bağlı kalarak kaleme aldım.
“Çoğu tarih kitabı, büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların kahramanlıklarına, azizlerin hayırseverliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların oluşumu ve çözülüşü, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü, yeni teknolojilerin keşfi ve yayılması hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Ancak, tüm bunların bireylerin mutluluklarını ve acılarını nasıl etkiledikleri konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur. Tarih anlayışımızdaki en büyük boşluk budur. Bunu doldurmaya başlasak iyi olur.” Böyle söylüyor Harari, Sapiens kitabının sonuna doğru. (Sapiens, Yuval Noah Harari, s. 444). Gerçekten de, gerek aldığımız örgün eğitim sırasında, gerekse, (eğer meraklısı isek) tarih üstüne yaptığımız kişisel okumalarımızda, büyük tarihsel olayların içinde oradan oraya savrulan, etkilenen bireyler hiç aklımıza gelmez. Büyük devrimler, savaşlar sırasında insanlar günlük hayatlarında nelerle mücadele etmişler, neler yaşamışlar? Bunun üzerine çok fazla kafa yormayız.
Avrupa’da eğitim görmüş kimi tarihçiler, 30-40 yıl önce başlattıkları bir akım ile Harari’nin sözünü ettiği bu boşluğu doldurmayı hedeflemişler. Mikrotarih diye adlandırdıkları bu yaklaşımı kullanan tarihçiler, ekonomik faktörler yerine sosyal faktörlere odaklanmaya başlayınca, kimi politik olayların ve toplumsal gerçeklerin sadece “Makrotarih” bakış açısı ile yeteri kadar açıklanamadığını fark etmişler. Özetle, “klasik tarih” yaklaşımının toplumu ve kültürü oluşturan bireylerin deneyimlerini yansıtamadığı ve bu nedenle eksik olduğu sonucuna varmışlar. Buradan hareketle, insanları bir grup olarak değil, birer birey olarak ele almak gerektiğini vurgulamışlar.
Konunun uzmanı olmadığım için, bu konuda tarihçiler arasında yapılan tartışmalara taraf olmak gibi bir durumum söz konusu değil. Ancak ben de, önemli tarihsel olayların sosyolojik ve kültürel etkilerini anlayabilmek için, tarihin belli dönemleri ile ilgili “küçük ölçekte”, bireye odaklanan kaynakların olayları daha iyi kavramamızı sağladığına inanıyorum. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’imizin ilk yılları ile ilgili okuduğum biyografiler, anılar ve kimi biyografik romanlar, bu dönemlerle ilgili temel bilgilerimin daha gerçekçi olmasını, kafamda oturmasını sağlamıştır. Tarih kitaplarında, bazen şatafatlı anlatımlarla geçiştirilen süreçlerin insanların yaşamlarında ne gibi yokluk, zorluk ve bunalımlara yol açtığını öğrenmek aslında, kazanılan zaferlerin ve başarıların değerini artırmıştır gözümde. Bu yaz okuduğum, İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” kitabı da bu bağlamda çok değerli ve iyi bir kitap kanımca.
“Bir Türk Ailesinin Öyküsü” uzun zamandır varlığından haberdar olduğum, hatta yıllar önce aldığım bir kitaptı. Bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Orijinal olarak İngilizce yazılmış ve daha sonra Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, 1950 yılında önce İngiltere’de, sonra Amerika’da piyasaya çıktığı zaman çok beğenilmiş ve olumlu eleştiriler almış. Örneğin, New York Herald Tribune gazetesi kitabı, “1950 yılının en başarılı kitaplarından biri” olarak tanımlamış. Türkçeye 1994 yılında çevrilmiş. Benim elimdeki, 1999 yılı basımı. Sonraki yıllarda da yeniden basımları yapılmış ve halen kitapçılarda bulmak mümkün. Ayrıca, kitabın İngilizcesi (Portrait of a Turkish Family) Amazon’da hem kağıt, hem de Kindle ortamında var.
1908 yılı doğumlu olan İrfan Orga kitabında, ailesinin ve kendisinin Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgal yılları ve Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşadıklarını anlatıyor. Yirminci yüzyılın başında, çok varlıklı bir ailede dünyaya gelip, Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı sırasında hem amcasını, hem babasını kaybedişini, sonrasında yaşanan yokluk ve açlık dönemlerini, hepsi yarım kalan Mahalle okulu, Fransız ve Alman okulları derken, Kuleli’ye girişini ve pilot oluşunu… Yazarın piyanist, müzik eleştirmeni, yazar ve yapımcı oğlu Ateş Orga’nın kitabın sonundaki notundan, İrfan Orga’nın daha sonra, İngiliz olan eşi ile evlendiği için Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığını ve sürgün yaşadığı İngiltere’de, vatan hasreti içinde öldüğünü öğreniyoruz.
İrfan Orga, ailesinin öyküsünü 1914 yılının Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki döneminden itibaren anlatmaya başlıyor. Sultan Ahmet Camii’nin arka tarafında, denizi gören, kocaman bir bahçenin içinde, yeşil panjurlu, beyaz bir köşkte, dadı, kalfa, aşçı ve özel arabacı ile yaşanan, refah içinde, mutlu bir hayat… O zamanlar sessiz ve yeşillikler içinde olan bu bölgede, denizin şıpırtısı ve kuş seslerinin verdiği huzur ve mutluluk duygusunu yazar tüm ömrü boyunca özlemle anıyor.
Savaş öncesi dönemde geçen hamam sefası ve sünnet gibi olaylarla ile ilgili bölümler, Sarıyer’deki tatil ve ev yaşantısı anlatımları, hem o dönemde belli bir sosyal sınıfta yer alan ailenin yaşantısını, hem de İstanbul’un şehir olarak, yüz senede nereden nereye geldiğini anlamamızı sağlıyor. Dini vecibelerin yerine getirildiği ama, bayramlarda likör ikram edilen bir ortam. Sokağa çıkarken ferace giyip, peçe takan, öte yandan evin erkekleri ile şarap ve konyak içen büyükanne ve anne… Yeşillikler içinde, masmavi suları ile Marmara Denizi ve Boğaz… Müthiş çiçek tarhları ve bahçeleri ile Sarıyer köşkleri ve tepelerdeki çiftlikler…
Kitap benim için, Birinci Dünya Savaşı, daha sonraki işgal dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İstanbul ile ilgili, ana akım tarih kitaplarımızdan öğrenmediğim ayrıntılar ve olaylarla doluydu. Örneğin, 1918’de İngiliz uçaklarının İstanbul’da Mahmutpaşa’yı bombalaması, işgal sırasında koca mahallelerin casuslar tarafından kundaklanarak ateşe verilmesi ve bunun sonucunda, Orga ailesine olduğu gibi, pek çok varlıklı ailenin peş parasız sokakta kalmaları. Daha sonra, 1925 yılında çıkan şapka kanununa İstanbul’da bile, belli semtlerde direnç gösterilmesi. Açıkçası, bombalama ve yangınlar konusunu hiç bilmiyordum. Şapka kanununa direncin ise sadece Anadolu’nun bazı şehirlerinde olduğu öğretilmişti bize.
Savaş ve işgal döneminde yaşanan korkunç açlık, insanların bir avuç mercimek, pirinç ve küflü ekmek için saatlerce kuyruklarda bekleyip, evlerine elleri boş dönmeleri, aç okul çocuklarının öğretmenleri tarafından yiyecek bulmak için kırlara götürülmeleri… Fenerbahçe’deki sakız ağaçlarında sakız, Fikirtepe’de kuzukulağı, Kalamış’ta bayır turpu bulunca bayram etmeleri. Öte yandan, içten içe yaşanan toplumsal değişimler… Örneğin, 1918 yılında İrfan Orga’nın annesinin peçe takmamaya başlaması yüzünden kayınvalidesi tarafından şiddetle eleştirilmekle kalmayıp (oysa kendisi şarap içmekte bir beis görmemektedir), oturdukları mahallede taşlanması. Tüm bunlar, bizim ancak kişisel tanıklıklardan, belge ve anılardan öğrenip, kavrayabileceğimiz gerçeklikler.
Kanımca, tarihte bir benzeri olmayan Kurtuluş Savaşı’mız ve Cumhuriyet’imizin kuruluş yılları sırasında yaşanan zorlukların, yapılan fedakarlıkların ve ödenen bedellerin bilinmesi elde edilen başarının büyüklüğünün daha çok anlaşılmasını sağlayacaktır. Toplumun bilinçlenerek, kazanımlara sahip çıkması ve geçmiş kuşaklara saygı duyması, hamasi nutuklar veya basma kalıp tarih bilgileri yerine, bu tür paylaşımlarla daha mümkün görünüyor bana. Çevremde, dedesi, büyükannesi, annesi, babası veya başka akrabaları bu dönemlerde yaşamış, bazısı önemli tarihi şahsiyetler olan insanlar var. Sıradan bir yurttaş olup, anılarını anlatmış ya da günlüklerine yazmış olanlar var. Bence bu bilgilerin, yakın çevreden başlayarak, mümkün olan en geniş paylaşımını yapmak önemli ve gerekli.
Aşağıda, babamın anılarından paylaştığım bölüm de Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili. Bu kısacık metin beni çok derinden etkiledi. Babam 1926 doğumlu idi. Alıntı yaptığım bu bölümü, babasının vefatı nedeniyle yazmış.
“Rahmetli babam 23 Şubat 1898 tarihinde dünyaya gelmişti. Bu tarihi doğru olarak nasıl saptamıştı bilmiyorum. Fakat doğum gününe çok önem verir, her yıl 23 Şubatta bir tepsi baklava alır, o akşam eve gelen eş ve dostlarla beraber yenirdi.
————-
Babamın vefatına günlerce ve aylarca alışamadım. İçimde sanki bir yere gitmiş te dönecekmiş gibi bir duygu vardı. İçimde büyük bir boşluk hissediyordum. Deneyimleri ve bildikleri bizim için bir destekti. Çok iyi bir insandı, herkesin yardımına koşar, kimsenin kötü olmasını istemezdi. Bizleri de öyle yetiştirmişti. Herkesin birkaç kuruşluk menfaat için, birbirine düşman olduğu bir dünyada bu kadar iyi olmak bazılarınca belki bir zaaf olarak görülebilir, fakat gerçekte bir meziyet ve fazilettir.
Namuslu bir devlet memuru idi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş kuşağın mütevazi bir üyesi idi. Genç yaşta Kurtuluş Savaşı’na katılmış, yirmi dört yaşında on üç yerinden yara almış olmanın gururu ile İstiklal Madalyasını taşırdı. Cumhuriyeti kuran kuşağın ideallerine sahipti.
O’nun meziyet ve faziletini gösteren pek çok olaylar yaşadık. 1935 veya 1936 yıllarından birinde idi. Çorum’daydık. Bir pazar günü babam çalışmak için bankaya gidiyordu. Nevzat ile ikimiz de babama arkadaşlık ederek yolun yarısına kadar yürüdük. Yolun kenarında bir simitçi duruyordu. Nevzat ile ‘’Baba bize simit al’’ dedik. Babam ‘’oğlum bugün ayın sonu, yarın maaş alacağım cebimde o kadar para yok’’ dedi. O zaman bir simitin fiyatı iki buçuk kuruş idi. Biz biraz daha mızıldanınca, babam simitçiye ‘’oğlum simidi damga pulu ile verir misin?’’ dedi ve cebinden damga pullarını çıkardı. Simitçi ‘’amca ben damga pulunu ne yapayım, bana para lazım’’ dedi. Bu olayın anlamını uzun yıllar sonra daha çok takdir ettim. Ayın son günü cebinde bir simit parası bile bulunmayan babamız her zaman başı dik yürürdü. Her devlet memuru gibi ihtiyaç maddelerini bakkaldan, kasaptan, fırıncıdan veresiye alırdık. Ayın ilk günü maaşı alır almaz babamız ilk iş olarak borçlarını dağıtırdı. Bir devlet memuruna yakışır şekilde giyinirdi. Rahmetli annemiz onu kolasız gömlek ve ütüsüz elbise ile gezdirmezdi. Kendisi de arkadaşları da kendilerini devlete adamış örnek devlet memurları idiler. Hepsine Allah rahmet etsin.”
Sıcak ve rutubetin insanı bunalttığı bu Ağustos günlerinde İstanbul, mevsim gereği, sergiler açısından kurak. Her yıl olduğu gibi Eylül ayını, sadece havaların biraz serinlemesi umuduyla değil, aynı zamanda, bazılarının duyuruları şimdiden yapılmış olan, ilginç sergiler için de özlemle bekliyorum. Bu ortamda, bugün gittiğim bir sergiyi hem çok ilginç, hem de çok öğretici buldum. Sergide kaldığım iki saati aşkın sürenin nasıl geçtiğini hiç fark etmedim. Alan olarak çok büyük bir mekanı kapsamayan bu sergide kullanılan sıra dışı, interaktif ve deneyime dayalı sergileme ve bilgilendirme yöntemi çok etkileyici idi.
“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisi, Koç Üniversitesi’nin Beyoğlu, İstiklal Caddesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) bulunuyor. Sergi, yaklaşık 60 yıldan beri kazılan bu önemli arkeolojik alanda bulunan objeleri ya da diğer buluntuları içermiyor. Çatalhöyük’te bulunan eserleri Ankara Arkeoloji Müzesi’nde ve Konya Arkeolojik Müzesi’nde görmek mümkün. Serginin konusu, özellikle son 25 yıldan beri, ileri teknoloji kullanılarak yapılan kazıların nasıl ve ne şekilde yapıldığı ile ilgili. Bu nedenle, kuru kuru bir bilgilendirme sunulmuyor. Kendinizi neredeyse o ekibin bir üyesi gibi hissedebiliyorsunuz. “Buluntu Laboratuvarı”nın canlandırıldığı masalarda, bizzat uzmanların kullandığı araçları ve isimlerinin yazılı olduğu analiz kağıtlarını inceleyerek, kendinizi bir an için onların yerine koyabiliyorsunuz. Bu anlamda serginin, arkeolojinin uğraşı konusunu ve nasıl zor bir alan olduğunu geniş kitlelerin ve özellikle çocukların kavraması için yararlı olduğunu düşünüyorum. Nitekim, sergiye bu amaçla çocuklarını getirmiş pek çok aile vardı.
Konya Ovası’nda bulunan Çatalhöyük, 1993 yılından beri kazı ekibinin lideri olan Ian Hodder’ın da belirttiği gibi, dünyadaki ilk yerleşim yeri değil. Çatalhöyük’ten çok önce de, İ.Ö. 8500 yıllarında, Orta Doğu’da yerleşim yerleri bulunmakta imiş. Ancak, Çatalhöyük İ.Ö. 7000 yıllarında nüfus açısından o dönemin en kalabalık kenti olması nedeniyle önemli. 10.000 kişilik nüfusu ile, bir anlamda, zamanının bir mega kenti. İnsanoğlunun avcı, toplayıcı topluluklar iken, yerleşik tarım ve hayvancılığa geçtiği “Tarım Devrimi” sürecini, geçtiğimiz yıl “çok satan kitaplar” arasında parlayan, Yuval Harari’nin Sapiens kitabında okumak mümkün. O zaman, bu şekilde bir anda popülerleşen ve herkesin elinde olan kitaplara karşı her zamanki tepkimi göstermiş, okumak için ortalığın durulmasını beklemiştim. Ne yalan söyleyeyim, yakın zamanda elime aldığımda da, bir “light tarih” önyargısı ve eleştirel tavrı hala vardı bende. Ancak, okudukça bu yaklaşımımı değiştirdiğimi ve kitabı ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Okumamın bu sergi ile çakışması da, bilgilerimin taze olması açısından, çok uyumlu oldu benim için.
Çatalhöyük 1958 yılında, aralarında James Mellaart’ın da bulunduğu üç arkeolog tarafından, Konya Ovası’nda keşfedilmiş. 1961-1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazı yapan Mellaart’ın bulguları arkeoloji dünyasında büyük heyecanla karşılanmış ve kendisi de şöhret sahibi olmuş. Çünkü, o tarihe kadar kuramsal olarak, tarım ve yerleşik hayatın Batı’ya Anadolu üzerinden yayıldığı düşünülse de, bunun için yeterli bir kanıt bulunamamış. 1993 yılında ise, yine bir İngiliz olan, Ian Hodder tarafından kazılar yeniden başlatılmış. 2017 yılı Ağustos sonu itibari ile sona erecek olan bu 25 yıllık kazı döneminde, gelişen kazı, lazer görüntüleme ve analiz teknikleri sayesinde çok daha fazla ve önemli bulgulara ulaşılmış. Ian Hodder’ın ifadesi ile, “1960’larda Mellaart tarafından ortaya konulan büyük resim sayesinde bu projenin tüm mikro ölçekli analizler”i yapılmış.
Çatalhöyük sayesinde, günümüzden 9000 yıl önce insanların Konya Ovası’nda yerleşik düzene geçtikleri, kerpiçten evler yaptıkları, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, 200 Km uzaktan getirdikleri volkan camını (obsidyen) kullanarak kesici aletler yaptıkları ortaya çıkmış. Bunun dışında, duvar ve yer resimleri ile taş ve kilden heykelcikler de bulunmuş. Ian Hodder, kendisine sorulan belli sorulara yanıt verdiği bölümde, bunların sanat eseri olmaktan ziyade, dinsel amaçlarla yapılmış resim ve objeler olduklarını söylüyor. 25 yıllık kazı sürecinde, bazı buluntular ekip için özel heyecan yaratmış. 2004 yılında bulunan kireçtaşı heykelcik, insan yüzlü kap, 2008 yılında ortaya çıkarılan kutsal alan ya da “tapınak”, 2009 yılında bulunan genç yetişkin erkek iskeleti (kafatasının içinde karbonize olmuş siyah bir beyin ile birlikte), 2012 yılında bulunan obsidyen ayna, 2013 yılında bulunan dünyanın en eski keten kumaşı ve 2015 yılında bulunan sıvalı, boyalı ve göz yerlerine obsidyen yerleştirilmiş bir baş bunlardan bazıları.
Çatalhöyük’te 1993 yılından beri yapılan kazılarda,
– 27 farklı alanda kazı yapılmış.
– 33.000 birim kazılmış.
– Kazılarda 47 farklı ülkeden, 1170 araştırmacı çalışmış.
– 595 mekan tanımlanmış.
– Kazı ve araştırma hakkında 461 yayın yapılmış.
– 7900 mimari öğe tanımlanmış.
– Üst üste 18 tabaka saptanmış.
– Arkeolojiye ilgi duymaları için, 11.000 çocuğa eğitim verilmiş.
Bu proje, Avrupa Birliği fonları ile finanse edilmiş.
– 1 milyon ziyaretçi kazı alanını ziyaret etmiş.
– 162 bina toprak üstüne çıkarılmış.
Kazı çalışmalarının ne şekilde yürütüldüğü hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler için sergide yaklaşık 40 dakikalık bir video da var. 2006’da çekilmiş bu videoda, o dönem Kazı Başkan Yardımcısı olarak görev yapan araştırmacı Shahina Farid sizi kazı alanında gezdiriyor ve açıklamalar yapıyor.
Yukarıda belirttiğim gibi, Çatalhöyük’te bulunan eserler günümüzde iki müzede görülebiliyorlar. 1961-1965 yılları arasında James Mellaart ve ekibinin çıkardıkları Ankara Arkeoloji Müzesi’nde, 1993-2017 yılları arasında Ian Hodder ve ekibinin çıkarttıkları ise Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar. 2015 yılının Aralık ayında Konya’ya yaptığımız bir gezide bu eserleri görme fırsatım olmuştu. Değişik objelerin arasında, günümüzde kullanılanlardan hemen hemen farksız olan tuzluklar özellikle dikkatimi çekmişti.
“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini bir sanal gerçeklik (virtual reality) deneyimi ile noktalayabiliyorsunuz. Bu bölümde, arkeolojik bulguların sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratılması yoluyla, kendinizi bizzat Çatalhöyük’ün 9000 yıl önceki zamanına ışınlanmış gibi görebiliyor, yaratılan evin içinde dolaşabiliyor, objeleri elinize alabiliyorsunuz. Bunun dışında, evin damına çıkan merdivenden yukarı çıkabiliyor ve etrafınızdaki yemyeşil Konya Ovası üzerinde parlayan güneşi, diğer evlerin tepesindeki insanları görebiliyorsunuz. Kesinlikle çok etkileyici bir deneyim…
“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini 25 Ekim 2017 tarihine kadar görmeniz mümkün. Sergi sonrası için önerim ise, ANAMED binasının 5. Katındaki Beyoğlu Divan Brasserie’de soluklanmanız ve eşsiz manzaranın tadını çıkarmanız olacak…
1906 yılında Aydın’da doğup, Büyük Mübadele ile Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan yazar Dido Sotiriou, “Yeryüzünde bir cennet varsa, orası Şirince olmalı…” demiş, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı eserinde. Ne de güzel söylemiş… Şirince gerçekten çok güzel ve şirin bir köy. Gerçi o, Kırkıca demiş çünkü bir Rum köyü olan Şirince’nin o zamanlar adı buymuş. Kırkıca, Kirkince, Çirkince derken, sonunda 1930’larda Şirince olmuş köyün adı.
Mübadeleden önce Şirince’de, 1800 kadar hane ve 5000 civarında bir nüfus varmış. Bugün 150 hanede 650 kadar kişinin yaşadığı söyleniyor. Göç eden Rumların yerine Makedonya’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Köy içinde ve çarşıda dolaştığınız zaman, özellikle daha yaşlıların konuşmalarında bu Makedon aksanı hemen fark ediyorsunuz.
Bozburun’dan Şirince’ye gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Kaldığımız Nişanyan Houses Hotel’e, köy merkezine girmeden ayrılan, dik bir yoldan çıkılıyor. Otel, ana binasının dışında, ondan fazla evde hizmet veriyor. Biz, ana binadaki (köşk deniyor)) bir numaralı odada kaldık. İçeriye adım atar atmaz buraya çarpıldım diyebilirim. Resepsiyon, ikinci kattaki oturma odası, kaldığımız oda, hepsi çok ince bir zevkle, detaylara önem verilerek döşenmiş. Sevan Nişanyan ile yapılan bir röportajda okuduğuma göre, eşyaların bazıları annesine aitmiş. Bir de sağa sola, kaldığımız odadaki çalışma masasına, sehpalara serpiştirilmiş kitaplar var. Öyle laf olsun diye konan kitaplardan değil. Hepsi ilgi çekici, kaliteli, yabancı dilde ve Türkçe kitaplar.
Odamızın, yukardan tüm Şirince’ye hakim bir manzarası vardı. Köy, adına yaraşır bir güzellikte görünüyordu. Ayrıca, köyün iki ana kilisesi de, evlerin arasından, rahatlıkla seçilebiliyordu. Terasta, şahane bir gün batımından sonra, akşam yemeği yerken baktığımız köy manzarası ise bana Matera’yı anımsattı. Mimari olarak fazla benzemese de, sokak lambalarının sarımtırak ışıkları ve sessizliğin verdiği huzur duygusu bende bu etkiyi yarattı sanırım. Büyük şehir gürültüsünden sonra, bu sessizlikte, arada sırada köy köpeklerinin havlamaları dışında hiçbir gürültü olmadan, uyumak da ayrı güzeldi. Çocukluğumun sessizliğini özlemişim…
Otelden köy meydanına 330 metrelik bir yürüyüşle inebiliyorsunuz. İnişe başlamadan önce, otel personeli yukarı çıkışın oldukça zorlu olduğu konusunda uyarılarda bulunmayı ihmal etmiyor. İnerken ve dönerken yolunuzu kaybetmemeniz için, otel tarafından kritik köşelere kırmızı renkli oklar ve işaretler konmuş. Bunları takip ederek, kolaylıkla aşağı indik. Ancak, dönüşteki bazı işaretleri göremediğimiz için ufak bir kaybolma yaşadık. Gerçi bunun da hoş bir tarafı oldu…Yolumuzu ararken, birkaç kere geçmek zorunda kaldığımız bir evden arya sesleri geliyordu. Şan çalışması yapan birisi olsa gerek.
Köy meydanında bir şeyler yiyip, içebileceğiniz birkaç yer var. Biz de bir tanesinde karadut suyu içtik. Çok güzeldi. Ayrıca, gördüğüm kadarı ile, burada kumda Türk kahvesi yapımı yaygın. Masaların ortasında kum ile doldurulmuş çukurlar var.
Meydandan yukarı doğru çıkan sokaklarda yan yana dükkanlar sıralanmış. Daha çok yerel tekstil ürünleri, kekik, biberiye, sabun, zeytinyağı ve şarap satılıyor. Dükkan ve satıcıların sayısı ile karşılaştırılınca, yerli ve yabancı turist sayısının az olması insanı üzüyor.
Yerel şarapçılık gelişmiş bu yörede. Sokak aralarında, birbirinden güzel evlere bakarak, gittiğimiz Aziz John Kilisesi’nin (1873) mahzeninde de şarap satışı yapıyorlar. Burada tadımını yaptığımız meyve şarapları özellikle başarılı idi. Biz, mürdüm eriği şarabı aldık. Yemek sonrası, “digestivo” olarak ikram edilebilecek, güzel bir şarap.
Süren restorasyon nedeniyle, Aziz John Kilisesi’nin içini görmek mümkün olmadı. Ancak, avlusunu ve mahzeni görebiliyorsunuz. Avluda hediyelik eşya stantları ve de köy manzaralı bir cafe var. Köyün diğer büyük kilisesi, Aziz Demetrios karayoluna hakim bir noktada. Burası virane bir halde iken, restorasyon geçirmiş. Çalışmalar henüz tamamlanmamış gibi ama, içi gezilebiliyor.
Akşam yemeğini, otelin harikulade manzaralı terasında yedik. Yemekler çok lezzetli idi. Antrelerden, özellikle, tulum peynirli biber aklımda kaldı. Zencefilli tavuk ve keçiboynuzlu dondurmayı da çok beğendim. İçtiğimiz şarap ise, yakınlardaki Yedi Bilgeler isimli bir bağ ve şarap evinin ürettiği, uluslararası ödüller kazanmış, merlot şarabıydı. Garsonumuzun önerdiği bu şarap gerçekten çok kaliteli ve iyiydi.
Şirince’de bir gece kaldık. Çok zor ayrıldım buradan. İlerde mutlaka , birkaç günlüğüne gelip, çok yakındaki Efes harabelerinde çıkarılan son buluntuları tekrar görmeyi, Selçuk’u gezmeyi, ayrıca civardaki Nesin Matematik Köyü, Yedi Bilgeler bağları ve benzeri yerleri ziyaret etmeyi çok isterim. Bir de, birkaç gün o yeşillikler içindeki huzurlu bahçelerde kitaplara gömülmeyi…
Selimiye ve Bozburun taraflarına hep tekne ile, günübirlik gitmişimdir. Esasen, bir zamanlar oralara tekne dışında bir araçla gitmek de pek öyle kolay değildi. Yine otuz yıldan fazla bir zaman önce araba ile bir kere gitmeye çalışmıştık. Marmaris- Datça yolundan sapılan Bozburun yolu, kızıl renkte toprak bir yoldu ve bizim dışımızda bir tane araç geçmiyordu. Ormanlık alanda bir süre ilerledikten sonra karşımıza yaban domuzları çıkınca, iyice ürküp, geri dönmüştük. Şimdi, Bozburun yollarında üstü açık ciplerle gezmeye çıkmış, güle oynaya giden, fotoğraf çekip, şahane manzaranın ve güneşin tadını çıkaran turist kafilelerine rastlıyorsunuz. Karşılaştığımız bir kafilede tam yirmi iki cip peş peşe gidiyordu.
O zamanlar Selimiye’deki Sardunya da, daha çok günübirlik teknelerin öğlen molası verdiği, salaş, etrafı toz toprak içinde olan bir lokanta idi. Yıllar içinde gelişti. Şimdi konaklama hizmeti de veren, güzel bir yer haline geldi.
Bozburun’a en son geçen sene tekne ile gitmiş ve önlerinde “deck”leri olan otelleri görünce, buraya gelip, kalmanın güzel olacağını düşünmüştüm. O nedenle, bu seneki yaz rotasına Bozburun’u da ekledim.
Kaldığımız Hotel Aphrodite, küçük bir aile işletmesi. Yol belli bir yere (Otel Mete’nin önüne) kadar geliyor. Oradan telefon edince, sizi beş dakika içinde, motorla gelip, alıyorlar. Motoru kullanan Çetin bey her türlü işe koşan, sempatik birisi. Bavulların taşınması, köye gidip, gazete alınması, akşam masalarının kurulması, yemek servisi… Dedim ya, her türlü iş… Konuşkan da aynı zamanda. İnsanı sıkmadan, tatlı tatlı bilgi veriyor, yardımcı oluyor. Civardaki bir köydenmiş kendisi. Yirmi senedir bu otelde çalışıyormuş.
Bu civardaki otellerin yerleşim alanları çok büyük değil. Kıyı normal bir plaj için uygun olmadığı için, hepsinin önlerinde şemsiye ve şezlongların konduğu “deck”leri var. Deniz, otelin önünde bile 5 metre derinlikte ama, hiç dalga olmadığı için, küçük çocuklar bile simit veya can yelekleri ile rahatça yüzüyorlar. Üstelik, su da soğuk değil. Burada da denizin inanılmaz güzel bir rengi var. İnsanın çıkası gelmiyor…
Hotel Aphrodite’i yanındakilerden ayıran en önemli özelliği çok sayıda ağaç olması. Esinti ve ağaçların gölgesi, aşırı sıcaklarda kurtarıcı oluyor. Akşam yemeği “deck”in üstünde kurulan masalarda yeniyor. Eğer yarım pansiyon olarak kalmıyorsanız, yemek isteyeceğiniz kalamar, ahtapot, balık ve benzeri için siparişlerinizi sabahtan alıp, taze taze tedarik ediyorlar. Yediklerimizin arasında kalamar tava ve akya ızgara özellikle aklımda kalanlar.
Otelin diğer odalarını görmedim. Biz standart odada kaldık. Temiz ama, biraz fazla “standart”tı. Hem odalara, hem otelin geneline ince bir dokunuş güzel olurdu . Öte yandan, bu küçük işletmelerin de desteğe ihtiyacı olduğunu, artan müşterileri ile kendilerini iyileştireceklerini düşünüyorum. Nitekim, gözlemlediğim kadarı ile, Hotel Aphrodite’in sadık bir müşteri kitlesi var. Artık aile gibi olmuşlar. Yurtdışından da, özellikle Hollanda’dan sürekli gelen misafirleri varmış.
Datça… Otuz küsur yıldan beri dönüp, dönüp gittiğimiz, gitmekten keyif aldığımız, sevdiğimiz ikinci evimiz. 1983’ten beri Datça Aktur’da evimiz var. İlk gitmeye başladığımızda yol çok dar, virajlı ve kötü idi. Yol kenarlarında korkuluk da olmadığı için, karşıdan her araba geldiğinde, insanın bir gözü yandaki uçurumda, yüreği ağzına gelirdi. Hiç unutmuyorum, bir keresinde otobüsle gidiyordum ve en önde oturuyordum. Marmaris- Datça arası o meşhur yola girince yanımdaki hanım dualar okumaya başladı. Datça’ya ilk olarak gidiyormuş. Neredeyse doksan derece açısı olan ve ayrıca bir de yokuş olan bir dönemeçte, otobüsün ön tarafı yoldan uçuruma doğru taşınca (ya da en önde olduğumuz için öyleymiş gibi görününce) kadıncağızın feryatları iyice yükseldi. Şimdi, yeni yolun yanında zaman zaman görünen bu eski yolu her gördüğümde, “İnsanlarda hiç akıl yok mu? Buralara gelip, yazlık almışlar” deyişi aklıma gelir, gülümserim.
Datça’nın yolunun bozuk ve zor olması, bu yörenin uzun yıllar korunmasını sağladı. Bodrum’da olduğu gibi talana uğramasını önledi. Bir de hemen hemen hiç trafik kazası olmazdı. Epeyce ağaç katliamı yapılarak, açılan yeni yol sonrası, ölümlü kazalar duyulur oldu. Öte yandan, yol eski haliyle de kalamazdı.
Datça yıllar içinde epeyce gelişti. İlk yıllarda şehir merkezi hem çok küçük, hem de yol, iz olmayan, toz toprak içinde bir yerdi. Şimdi, her gittiğimde belediyenin yeni şeyler yaptığını (hepsi olumlu olmasa da), yolların ve kaldırımların düzenlendiğini görüyorum. Datça merkez bana hiçbir zaman sevimli gelmemiştir. Özellikle, karşıda görünen Simi adasının sevimliliği ile karşılaştırıldığında çok çirkin bence. Ama, en azından, şimdi daha bakımlı.
Datça’ya ilk gitmeye başladığımız yıllar ile şimdi arasındaki bir diğer fark, İtalyan turistlere artık rastlanmıyor olması. Nedendir bilemiyorum, o zamanlar Ağustos ayında Datça civarında çok sayıda İtalyan turiste rastlanırdı. Özellikle, Aktur’un Camping’inde karavanlı veya çadırlı aileler kamp yaparlardı. Sonraki yıllarda, bu giderek azaldı ve öyle sanıyorum ki, bu tarafların İtalyanlar arasındaki popülaritesi azaldı.
Datça’nın esas otantik kısmı Eski Datça mahallesi. Deniz kenarında olmayan bu mahallede eski, taştan yapılma Datça evleri var. Eski Datça’yı ilk görüşüm de herhalde otuz küsur yıl önce idi. O zaman Can Yücel henüz oraya yerleşmemişti. Popüler değildi. Az sayıda taş ev alınıp, yenilenmişti ama, evlerin çoğunluğu yıkık, döküktü. Şimdi, yenilenmiş çok sayıda evleri, taş döşeli sokakları, begonvilleri ve de kedileri ile çok sevimli bir yer olmuş. Çok sayıda cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı açılmış. Ne yazık ki, bu sene gittiğimiz her yerde hissettiğim bir durgunluk vardı burada da. Dilerim, yazın ilerleyen aylarında turizm açısından canlanır.
Eski Datça’ya geldiğinizde, arabanızı park ettiğiniz meydanda hemen, Can Yücel’in de oturup, yerli halk ile sohbet etmeyi, vakit geçirmeyi sevdiği Orhan’ın Kahvesi’ni görüyorsunuz. Zaten çok büyük bir yer olmadığı için sokaklarda dolaşmak fazla vakit almıyor. Çok güzel küçük, taş bir cami var ama, ne kapısında, ne de internette ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı ile ilgili bir bilgi bulamadım.
Kimi sanatsal, sevimli şeylerin satıldığı dükkanlar var Eski Datça’da. Dükkan sahipleri daha çok, büyük şehirlerden kafa dinlemek için buralara göç etmiş insanlara benziyorlar. Kavuştukları rahatlık ve huzur, konuşmalarına, tavırlarına ve gülüşlerine yansımış…
Sıcakta serinlemek için, Can Yücel Sokağı’daki Agapi’de oturduk. Burası Can Yücel’in evinin tam yanında bir Cafe-Bar-Restoran. İçinde ailesi oturduğu için, Can Yücel’in evi gezilmiyor. Sadece, ölüm yıldönümü olan 12 Ağustos’ta gezmek isteyenleri buyur ediyorlarmış. Agapi’nin sokaktan biraz yukarda bir bahçesi var. Ağaçların altında limonata içmek keyifli idi. Geceleri ambiyansı daha da hoştur, eminim.
Culinarium, Datça’da gitmekten özellikle hoşlandığım bir yer. Burası, uzun yıllar Almanya’da restoran işletmiş bir Türk olan Faruk Dinç ve Alman eşi Ulrike Dinç’e ait bir restoran. Birkaç yıl önce, ilk gitme teşebbüsümüz çok umut verici olmamıştı. İnternetteki bazı değerlendirmeleri okuyunca, bizim ilk deneyimimiz aklıma geliyor ister, istemez.
Rezervasyonumuz olmadan gitmiş, kapıda ve alt katta kimsenin olmadığını görünce, içeri girip, arkada görünen liman manzarasına bakmak için ilerlemiştik. O zamanlar yerleri, liman tarafında, teknelerin hemen üstüne bakan bir yerdeydi. Üst katta da terasları vardı. Birden arkamızdan gelen güçlü ve aksi bir erkek sesiyle irkilmiştik. Neredeyse dışarı atıldık diyebilirim. Buna rağmen, Culinarium’a tekrar, bu kez rezervasyonlu gitme isteğim kaybolmadı. Bir şekilde, burada iyi yemek yenebileceğini hissettim sanırım. Yanılmamışım… Sonraki gidişlerimizde yemeklerden çok memnun kaldık. Gerçekten damak zevkine hitap eden, gourmet yemekler hepsi. Zaten, sahibi de müşteri ilişkilerinde çok kuvvetli olmadığının farkında olmalı ki, kendisi mutfakta çalışıyor, eşi Ulrike ise servis yapıyor.
Bu sene, Culinarium’u geçen sene bıraktığımız yerde bulamadık. Eski mal sahipleri olan Datça Belediyesi ile olan ihtilaflarından bıkıp, kendilerine ait bir arsada yaptırdıkları yeni yerlerine taşınmışlar. Yeni Culinarium, eski mekanlarına yürüyerek 5-6 dakika mesafede, Kargı’ya giden yolun üzerindeki Migros Jet’e gelmeden sapılan 64. Sokakta. Alttaki iki kat restoran, ara katta üç tane otel odaları var, en üstte de kendileri yaşıyorlar. Restoranın ikinci katından güzel bir manzara var ama, ne yazık ki, eskisi gibi bir terasları yok. Müdavimlerinin bu sokak arası yerlerinde de peşlerini bırakmayıp, gelmelerini diliyorum…
Bizi sıcak bir şekilde karşılayan Ulrike hanım, gece boyunca servis yaparken de sohbete devam etti. Yemekler ise, yine muhteşemdi… Önden, balık ve karides ile doldurulmuş kabak çiçeği dolması ve mavi yengeç yedik. Mavi yengeci özel olarak Dalyan’dan getirtiyorlarmış. Yengecin eti kabuğundan çıkarılıp, küçük küçük doğranmış sebze ile pişirilmiş ve tekrar kabuğa doldurulmuş. Yanında, yine yengeç kullanılarak yapılmış bisque (koyu kıvamda bir tür çorba) ile servis ediliyor. Ana yemek olarak hardal ve tarhun soslu bonfile, ardından bademli parfé nefisti…
Datça’da kalışımız sırasında bir gün de Palamutbükü’ne gittik. Bunca yıldan beri, gitmeyi hep bir sonraki yıla ertelediğimiz Palamutbükü’nü görmek nihayet kısmet oldu. Aktur’dan bir saat kadar uzaklıkta. Sahil yolundan giderken manzarayı seyretmeye doyamadım. Yüksek yarların dibinde, birbiri ardına gelen koylar ve turkuaz deniz… Hayran hayran bakarken, bir yandan da, “Neden buralar da Amalfi sahilleri gibi, Positano gibi ünlü olmasın?” diye düşünmeden edemedim. Yanıtı var elbette…
Buralar turizmden daha fazla pay almayı hak ediyor ama, bir yandan da insan el değmemiş olmasına şükrediyor. Ülkemizde turizm adına inşa edilen otel felaketlerini düşününce, böyle kalması daha iyi. Sadece bazı yerler, biraz daha az derme çatma olsa yeter. Palamutbükü’deki Otel Mavi Beyaz bu anlamda hoşuma giden bir işletme oldu. Biz, Mavi Beyaz’da kalmadık. Sadece plajından yararlandık ve a la carte restoranı Deli Zeytin’de akşam yemeği yedik. Bir dahaki sefere birkaç gece kalmak isterim bu güzel ve sevimli otelde.
Mavi Beyaz, bende iyi yönetilen bir işletme izlenimi bıraktı. Otelde kalmadığım için konaklama konusunda bir yorumda bulunamayacağım ama, plaj ve restoranında dikkatli, titiz bir servis veriliyor. Plajı gayet düzenli ve temiz. Deniz, tek kelime ile, muhteşem… Turkuaz renkli sularda yüzmeye doyamıyor insan.
Otelin restoranı Deli Zeytin, koya bakan bir terasta. Sanırım, otel müşterileri daha çok yarım veya tam pansiyon kaldıkları için, masa sayısı çok fazla değil. Onlar ayrı bir yerde yemek yiyorlar. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Önden şakşuka ve Girit ezmesi, bol Akdeniz salata ve ardından, güveçte dil balığı.
Ayvalık’tan Sığacık’a gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Bunda, öteden beri (çevre yolu yapıldıktan sonra bile) bir türlü çözemediğim İzmir civarı Karayolları tabela sistemi ve Google Maps’in çeşitli azizliklerinin epeyce payı oldu. Sonunda, saat 4 civarı Sığacık’a vardık. Çok sıcak bir gündü. Haziran ortası için normalin çok üstünde bir sıcaklık vardı.
Sığacık da, yıllardan beri hakkında okuduğum ve gitmek istediğim, merak ettiğim bir yerdi. Bir mahalle olarak bağlı olduğu Seferihisar’a otuz küsur yıl önce gitmiştim. Fazla gelişmemiş, sıcaktan kavrulan bir yer olarak hatırlıyorum. Sonraları, uluslararası “yavaş şehir” (cittaslow) ağına katılması ile dikkatimi çekmişti. Cittaslow 1999 yılında, Toskana’nın şirin kasabalarından Greve in Chianti’nin Belediye Başkanı tarafından başlatılmış bir hareket. Temel olarak, çağımızın baş döndürücü temposuna inat, insanların keyif ve huzurla yaşayabilecekleri ortamlar yaratarak, yaşam standartlarını yükseltmeyi ve sağlıklı ürünler tüketmelerini (slow food) hedefliyor. Günümüzde bu ağ, yirminin üzerinde ülkenin, kriterleri sağlayabilen şehirlerini kapsıyor. İşte Seferihisar-Sığacık da bunlardan biri.
Sığacık, nahiye, köy gibi evrelerden geçtikten sonra, 1963 yılından itibaren Seferihisar’ın bir mahallesi olmuş. Bölge, M.Ö. 2.000’li yıllardan başlayarak, pek çok medeniyet görmüş. Lidya, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Aydınoğulları, Timur İmparatorluğu, Osmanlı yönetimlerinde yaşamış. Son olarak, 11 Eylül 1922’ye kadar, üç yıl Yunan işgali altında kalmış.
Yaptığım ön araştırmadan sonra, Sığacık’ta Kale içinde kalmanın daha ilginç olacağı sonucuna varmıştım. Doğru da hissetmişim. Kale bölgesinin dışı çok ilgi çekici gelmedi bana. Özellikle, yapılan marina buradan çok şey götürmüş bence. Yine bildiğimiz, toprakla doldurularak, denizden çalınan büyük bir alan ve tekneler, tekneler… Esas “yavaş şehir” bölgesi de Kale içi zaten.
Sığacık Kalesi, deniz kenarında yapılmış, çok yüksek duvarları olmayan bir kale. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile, 1521-1522 yıllarında, Rodos kuşatmasına hazırlık olması ve bir tür ikmal noktası görevi görmesi için yapılmış. Kale içindeki daracık sokaklardaki evler de alçak, bahçeli evler. İnsanlar kapı önlerinde kendi ürettikleri mandalinalı lokum, baklava vb yiyecekler satıyorlar. Bir de Pazar sabahları pazar var burada. O zaman daha büyük çaplı bir organizasyonla, herkes kapısının önüne masalar çıkarıp, daha çeşitli ürün satıyor. Reçeller, börekler, sıkılmış meyve suları. Bunların arasında özellikle karadut suyu çok güzeldi. Kaldığımız otelin çaprazındaki tezgahtan sadece içmekle kalmayıp, bir litrelik şişe ile de aldık karadut suyundan. Sıcakta çok iyi geldi doğrusu.
Kaldığımız otelin adı Gardenya Otel’di. 2016 Eylül ayında açılmış, yeni bir işletme. Otelin binası, geleneksel taş bir yapı. Konum olarak, kale girişine yakın ancak, arabanızı burada bırakamıyorsunuz. Eşyalarınızı indirip, hemen kale dışındaki park yerlerine park etmeniz gerekiyor. Bu küçük butik otelin her köşesi zevkle döşenmiş. Benim için en önemlisi, otelin aslının web sitesindeki fotoğraflarla birebir örtüşmesi. Çünkü, biliyorsunuz, bu yönde çeşitli aldatmacalar, hileler olabiliyor. Bunun sonucunda hayal kırıklıkları yaşanabiliyor. Otelin müdürü Cengiz bey ve iki hanım personel, insanı sıkmayacak bir kibarlıktalar. Sizi evinizde hissettiriyorlar. Akşam saat 10’da personel gittiği için, size dış kapının da anahtarını veriyorlar. Ancak acil bir durum için Cengiz beye her an ulaşmanız mümkün.
Sabah kahvaltısı ise tek kelime ile muhteşem… Ayrıca, bitirmesi zor bir bollukta… Çeşit, çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, bal, kaymak, domates, salatalık, biber, İzmir’e özgü boyoz, simit, istediğiniz şekilde yumurta…Kaldığımız sürece, başka yerde kalıp, buraya özel olarak kahvaltıya gelenler de çoktu. Gardenya Otel’in, aynı sokakta, biraz ilerde bir kardeş oteli de var. Dantel Otel. Burayı görmedim ancak, Cengiz bey burayı, odaları daha müsait olduğu için, daha çok çocuklu ailelere önerdiklerini belirtti.
Sığacık’ta kaldığımız sürece biz denize girmek yerine, çevreyi gezmeyi tercih ettik. Henüz Haziran ortası idi ve önümüzde deniz tatili yapabileceğimiz epeyce gün vardı. Denize girmek için, Teos antik kentine giderken yolda gördüğümüz, bir sonraki koydaki plaja gitmek mümkün. Araba ile birkaç dakika. Deniz uzaktan çok güzel görünüyordu. Aslında, Sığacık’ta, kaleden çıkıp, sağa doğru yürüdüğünüz zaman da, çok güzel, bakir bir koy var ama, nedendir bilinmez, kullanılmıyor. Herhangi bir tesis de yok. Belediyenin bir projesi olduğunu söylediler ama, henüz bir faaliyet yok. Aslında, Seferihisar Belediye Başkanı burada çok güzel şeyler yapmış. Kale içindeki evlere badana, panjur, sokak lambası ve benzeri konularda epeyce standart getirmiş. Bu açıdan takdir edilmesi gerekir. Öte yandan, halkın bilinçlenmesi için de daha yol alınması gerekiyor gibi görünüyor. Arka taraflarda hala mezbelelik yerler, atılmış eski eşyalar ile dolu arsalar var.
Sığacık’ın merkezinde çok fazla gezilecek, görülecek yer yok. Yat limanının dışında sıralanmış cafe ve çay bahçeleri var. Buradaki dondurmacı Edem’in yüzde yüz keçi sütünden yapılmış Maraş Dondurmasından söz etmeden edemeyeceğim. Benim denediğim çeşitler sakızlı, karamel ve portakallı idi ve Cunda’daki Taş Kahve’ninkinden de güzeldi. İlk akşam yemeğimizi sahildeki Burç Restoran’da yedik. Herhalde, Ayvalık ve Cunda’nın müthiş yemekleri üzerine, fazla etkileyici gelmedi. Kötü de sayılmazdı. Ama, suyun hemen kıyısında oturduğumuz için, esintili bir noktada olması çok iyi geldi.
Teos antik kenti Sığacık’a araba ile 9-10 dakika mesafede. İlk kazılar 19. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar tarafından başlatılmış. Günümüzde kazılar, Seferihisar Belediyesi ve yakınlarda yapılan bir otelin sponsorluğunda yürütülüyormuş. Biz gezerken bir faaliyet varmış gibi görünmüyordu ama, kentin etrafı çevrilmiş, güzel bir giriş, depo binaları ve tertemiz tutulan tuvaletler yapılmış. Bunların ötesinde, Akropol alanı hariç, diğer taraflarda, tüm görülecek yerlere rahatça yürümenizi sağlayacak, parke taşlarla döşeli bir yürüyüş yolu yapılmış. Ara ara, ağaç altlarına, dinlenebileceğiniz banklar konmuş. Ayrıca, bol miktarda zeytin ve nar ağacı olması da çok güzel.
Teos’da toplam üç saat kaldık. Aslında hava, antik kent gezmek için oldukça sıcaktı. Bu tür geziler için benim tercihim Nisan- Mayıs ayları ve Sonbaharın yağışsız, güneşli günleri ama, buraya kadar gelmişken, görmemezlik etmeyelim dedik. Teos’da şu anda çıkarılmış eserler tarih olarak M.Ö. üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Bunların arasında en önemlisi, antik dünyada söz konusu tanrıya adanmış en büyük tapınak olan, Dionysos tapınağı. Dionysos, Teos kentinin koruyucu tanrısı. Her yıl onun adına yapılan festival kent için daima çok önemli olmuş. Teos’un bir diğer önemli özelliği, M.Ö. üçüncü yüzyılın sonunda burada, tarihte ilk olarak, bir tiyatro sanatçıları birliğinin oluşturulmuş olması. Hem festival zamanı, hem de onun dışında temsiller veren bu birliğin üyelerine şehirde özel bir statü tanınmış. Kentin tiyatrosu maalesef çok iyi durumda değil. Ancak, Ekrem Akurgalhocanın kitabındaki tavsiyeye uyarak, yukarı tırmanmanıza değiyor. Tiyatronun üst tarafındaki basamaklar neredeyse tamamen yok olduğu için, sıcakta yukarı çıkmak epeyce zorlayıcı. Çıktığınız zaman gördüğünüz manzara ise, şahane… Aşağıda tiyatro alanı, karşınızda zeytin ağaçları, deniz ve adalar…
Teos antik kentinde, çok iyi durumda olmasalar da, görebileceğiniz agora tapınağı, meclis, odeon, akropol, kuzey tarafta uzaktan görebileceğiniz ve Türkler tarafından 15. yüzyılda yapılmış kalenin kalıntıları var.
Gezdiğimiz ikinci antik kent Erythrai idi. Burası, Sığacık’a bir saat kadar uzaklıkta, Çeşme’nin yaklaşık 20 kilometre kuzey-doğusunda yer alan Ildırıköyündeki bir kent. Erythrai’nın büyük ölçüde üstüne kurulmuş olan Ildırı, televizyon dizisi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile Türkiye’de bilinirliği artmış, şirin bir köy. Kıyısında irili ufaklı adaları, yemyeşil yamaçları ve deniz kenarındaki tekneleri ile çok pitoresk bir yer. Erythrai’nın görebileceğiniz kalıntıları köyün üst kısmında, tepede bulunuyor. Kent alanına, ören yerinin hemen dışındaki, manzarası güzel ve bol esintili Agora Cafe’nin karşısından giriyorsunuz. Prof. Ekrem Akurgal’ın da bir dönem kazı yaptığı bu antik kent, günümüzde maalesef çok iyi durumda değil. Bulunan önemli eserler İzmir Arkeoloji Müzesine götürülmüş. İyi ki de öyle yapılmış çünkü, düzgün bir girişi ve bekçisi olmayan bir yer. Burada da, eğer biraz tırmanmayı göze alırsanız, Teos’daki tiyatronun tepesinde olduğu gibi, muhteşem manzaraları ile Athena tapınağının temelini ve Matrone kilisesinin kalıntılarını, ayrıca tiyatroyu görebilirsiniz.
Erythrai’yı gezdikten sonra Agora Cafe’de soluklanmak, eğer akşamüzeri ise, gün batımını izlemek insana çok iyi gelebilir. Biz, gün boyu bir şey yemediğimiz için, önce sahildeki Ali’nin Yeri’nde akşam yemeği yedik ve gün batımı için tekrar Agora Cafe’ye çıktık. Ne yazık ki, şansımız yaver gitmedi. Hava çok puslu olduğu için gün batımının tadını çıkaramadık.
Sığacık çevresinde gidilebilecek pek çok köy var. Örneğin, son zamanlarda yazılı medyada ve İz TV’de bahsi geçen, bir köylü kadınımızın ev duvarlarını resimlerle süslediği Türkmen köyü Germiyan ve Osmanlı zamanında Özbekistan’dan gelenlerin yerleştiği balıkçı köyü Özbek. Benim ilginç bulduğum köy ise, bir Alevi köyü olan Bademler köyü. Bademler’in en önemli özelliği, köy halkının tiyatroya olan düşkünlüğü. Köyde bir tiyatro binası var ve düzenli olarak verilen temsillerde oynayanlar köyün ahalisi. Sanki, çok da uzaklarında olmayan Teos halkının tiyatro tutkusu binlerce yıl sonra bu köyde yaşıyor gibi…
Bademler köyünde bir de müze var. Burası, Efes antik kentinin yedi yıl müze müdürlüğünü de yapmış olan, arkeolog Musa Baran’ın evi. Köy meydanına bakan bu 100 yıllık evde zamanında Cevat Şakir, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar konuk olarak kalmışlar. Evin esas eski olan bölümünde bir köy evi düzeni sergileniyor. Diğer tarafta ise, Musa Baran’ın çalışma odası ve bir oyuncak koleksiyonu var. Bu ilginç bölümde Musa Baran, günümüzde kullanılan bazı oyuncakların ve oynanan oyunların antik çağlarda da var olduğunu göstermiş. Eski eserlerin üzerindeki kabartma ve resimlerden yola çıkarak, topaç çevirmek, uçurtma uçurmak gibi oyunların antik çağlardaki varlığını sergilemiş.
Bademler köyüne ziyaretimizi, müzenin karşı köşesindeki gözlemecide noktaladık. Birkaç kadın tarafından işletilen bu yerde, leziz gözlemelerimizi yiyip, güzel demlenmiş çayımızı içerken köy meydanını izlemek çok keyifli idi. Meydana açılan sokakta pazar kurulmuştu. Satıcı köylüler keyifle, neşe ile konuşup, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve ılıktı…
Sığacık civarı ile ilgili son yazmak istediğim yer, otel müdürümüz Cengiz beyin tavsiyesi ile gittiğimiz, Artemis Restoran. Google Maps’in azizliğine uğrayıp, uzun, çok bozuk ve karanlıkta zaman zaman korkutucu olan bir yoldan gittiğimiz bu restoran, aslında ana yoldan gidilince çok uzak değil. Karanlıkta etrafı tam görememiş olsam da, restoran ilk bakışta salaş bir kır lokantası görünümünde idi. Hava serin olduğu için içerde oturduk. Güzel havalar için dışarıda bir çok masa vardı. Buranın özelliği, enginarın akla hayale gelmeyecek her türlü yemeğinin yapılıyor olması. Bazıları çok lezzetli. Biz, enginar tarator, çiğ enginar salatası, enginar kızartma, enginarlı börek, enginar güveç ve enginar tatlısı yedik. Karanfil de koydukları tatlıyı ben çok beğendim.