"Yaşam bir peyzaj gibidir. Orta yerinde yaşarsınız ama ancak belli bir uzaklıktan onu tanımlayabilirsiniz." Charles Lindbergh (1902-1974)
Kategori: Zamanımın Ruhu
Türkçeye “zamanın ruhu” olarak çevrisi yapılan Fransızca “l’air du temps” ifadesi, belli bir dönemde kabul gören (moda olan da diyebilirsiniz) görüş, eğilim veya davranışları anlatmak için kullanılır. Bir benzetme yaparak, “Zamanımın Ruhu” diye adlandırdığım bu kategoride ben de, güncel olarak dikkatimi çeken çeşitli konular hakkında kısa kısa yazacağım. Bunlar gezi, kitap, sergi, konser olabilir. Her insanın kendine özel bir “zamanı” ve “ruhu” olduğunu düşündüğümden, yazılarımda asla “mutlaka görülmeli/gidilmeli/ okunmalı” gibi ifadeler olmayacak. Amacım sadece, haberdar etmek ve zevklerimiz uyuşursa, yaşamlara renk katmak…
Ekim ayında Avrupa’ya gidiyorsanız, gerek gitmeden önce gezi programınızı yaparken gerekse yolculuk sırasında, hava durumunu yakından izlemek şart. Özellikle belli tarihler arasında, sayılı gün için bir yere gittiğiniz zaman, kötü hava koşulları çok da istenen bir şey değil. Şüphesiz, bazı yerlere her mevsim gidilebilir. Büyük şehirlerde her zaman yapacak bir şey vardır. Yağmurlu ve soğuk havalarda müzeler, sanat galerileri, konser salonları ve tarihi kafeler en iyi kaçış yerleri olabilir. Ama bazı yerler vardır ki, yağışlı ve/veya soğuk havada gitmenin hiçbir tadı tuzu, hatta anlamı yoktur. İşte kanımca, Cinque Terre bu tip yerlere en iyi örneklerden birisi. Bunun nedeni, kötü havada Cinque Terre’ye genel olarak gidilme nedenlerinden ikisini de yapamayacak olmanız. O koşullarda, ne masmavi sularda yüzebilecek ne de yürüyüş yollarında yürüyebileceksiniz. Bu iki faaliyetin dışında da açıkçası, Cinque Terre’de yapacak bir şey bulmak epeyce zor. Adı üstünde, beş küçük yerleşim yerinden oluşan Cinque Terre, havanın sıcak değilse bile, açık veya en azından yağışsız olduğu zaman tadı çıkarılabilecek yerlerden. Araştırmalarım sırasında bunu kavradığım andan itibaren gideceğimiz tarihler için gözüm sürekli hava durumunda oldu. Hava tahminlerine dayanarak sonunda, Genova‘ya gittikten üç gün sonra Cinque Terre’ye gitmeye karar verdik. Çok şükür ne o gün ne de izleyen iki günde gittiğimiz Portofino ve Sanremo‘da yağmura yakalanmadık. Hava güneşli ve hatta epeyce sıcaktı. Genova’da da yağmurlu olacağı tahmin edilen birkaç güne müze gezilerini denk getirmeye çalıştık ama, o günlerde bile hava günlük güneşlik oldu.
Cinque Terre İtalya‘nın Liguria bölgesinde, İtalyan Rivierası olarak adlandırılan kıyı kesiminin 18 kilometre uzunluğundaki kısmına verilen isim. Genova’nın güneyinde, dağlar ile kayalık ama sayısız koyları, plajları ve harika bir denizi olan bir sahil arasına sıkışmış olan bu bölge, hem Ulusal Park hem de denizi özel koruma altında olan bir yer. UNESCO burayı 1997 yılında Dünya İnsanlık Mirası olarak kabul etmiş. O nedenle, Cinque Terre’de doğa titiz bir koruma altında. Beş Diyarlar ya da Topraklar olarak çevrilebilecek Cinque Terre adını, buradaki 5 köyden alıyor. Kuzeyden güneye doğru sayacak olursak, Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore isimli bu köylerin bir tanesi hariç, hepsi deniz kenarında. Bunun doğal bir sonucu olarak, tepedeki Corniglia hariç, tüm bu köyler aslen eski balıkçı köyleri. Bölgede ayrıca, taş duvarlarla taraçalandırılmış dik yamaçlar üzerinde yüzyıllardır zeytin üretimi ve bağcılık yapılıyor. Coğrafi şartlardan dolayı, gerek bölgeye olan gerekse bu beş köy arasındaki ulaşım hep çok zor ve çoğunlukla ancak katırlarla veya yaya olarak yapılabilmiş. Günümüzde, aşırı virajlı ve dar yolları nedeniyle, Cinque Terre’ye araba ile gitmek hala önerilmiyor. Köylerin arasındaki eski katır patikaları ise, Ulusal Park’ın içindeki çok sayıda doğa yürüyüşü ve trekking parkurlarına dönüşmüş. Bu yolların bir kısmı sizi dağların yamaçları veya tepelerindeki bazı ünlü manastır ve kutsal mekanlara da götürüyor. Denize inen dik yamaçların üzerindeki bu yürüyüş yollarını her yıl milyonlarca insan ziyaret ediyor. Yetkililer, genel olarak Cinque Terre bölgesine her yıl ortalama 2,5 milyon kişinin geldiğini belirtiyorlar. Ekim ayında bile, uzaktan görünen bazı parkurlar tıklım tıklım insan doluydu. Yaz aylarında, kimi zaman omuz omuza yüründüğünü dahi okudum. Cinque Terre koruma altında olduğu için, doğaya müdahale en alt düzeyde yapılıyor. Yani yönetim, şu toprak yolları şöyle bir genişletelim ya da beton dökelim dememiş. Ancak, güvenlik konusunda titizler. Bu nedenle, zaman zaman heyelan nedeniyle bazı yürüyüş yolları kapatılabiliyor. Gitmeden önce, yürümeyi düşündüğünüz parkurun açık olup, olmadığını resmi siteden kontrol etmelisiniz. Ayrıca yürüyüş yollarının zorluk derecesini ve ortalama yürüyüş süresini de önceden öğrenebilirsiniz. Örneğin, “Aşıklar Yolu” olarak adlandırılan Riomaggiore ve Manarola arasındaki 1,5 kilometrelik parkur kolay olarak sınıflandırılıyor ve süre olarak 30 dakikada tamamlanabileceği belirtiliyor. Monterosso (Al Mare) ve Vernazza arası ise, en zor yol olarak sınıflandırılıyor. Ben de gitmeden gözüme Riomaggiore-Manarola arasını kestirmiştim ama yol heyelan nedeniyle uzun zamandan beri kapatılmıştı. Biz zaten aslında Cinque Terre’de yürüyüş yapmayı birinci hedef olarak koymadığımız için dert etmedik. Onun yerine, bir sonraki gün gittiğimiz Portofino’da yürüyecektik nasıl olsa. Bir de, önemli bir noktayı daha ekleyeyim. Yürüyüş yollarında parmak arası terlikle yürümek kesinlikle yasak. Düzgün spor veya yürüyüş ayakkabısı giymeniz gerekiyor. Yasağı delmenin cezası, yürünülen yolun zorluk derecesine göre, 2500 Avro’ya kadar çıkabiliyormuş.
Yukarıdaki paragraftan Cinque Terre’de ulaşımın sadece yaya olarak yapılabildiği sonucu çıkarılmasın. Gerçi 19. yüzyılın son çeyreğine kadar durum tam da böyle imiş. 1860 yılında, bölgeye demiryolunun götürülmesi için planlar yapılmaya başlansa da, coğrafi şartların zorluğu, çok sayıda köprü ve tünel yapma gerekliliği inşaat süresini uzatmış. Sonunda, bölgeye ancak 1874 yılında tek hat olarak demiryolu ulaşımı sağlanabilmiş. Demiryolunun çift hat haline getirilmesi yüz seneyi bulmuş.
Cinque Terre’nin köyleri arasında işleyen Cinque Terre Express trenine binmek için, kuzeyde Genova’dan ya da güneyde Pisa yönünden gelmenize bağlı olarak, Levanto veya La Spezia‘ya gitmeniz gerekiyor. Biz Genova’da konuşlandığımız için, Levanto’ya gittik. Yol, araba ile 2 saate yakın sürdü. Geçen sene Sicilya‘da, Palermo‘dan Messina‘ya giden yoldaki kadar olmasa da, Genova-Levanto arasında da bazen tünellerin biri bitiyor, diğeri başlıyor.
Arabayı Levanto tren istasyonunun önünde park ettik. Burada kısa süreli park izni olan alanlara park etmemeye dikkat etmelisiniz. Döndüğünüzde arabanız yerinde olmayabilir. Çekiyorlarmış. Arabanızın uzun süreli park alanında olduğundan ve otomattan alacağınız park fişini ön cama koyduğunuzdan emin olun. Ceza yememek için uzun süreli bilet almak en iyisi çünkü, hele bir de bizim yaptığımız gibi, akşam yemeği de yiyecekseniz, kısa zamanda geri dönmek mümkün olmuyor. Bu park otomatı konusu biraz canımızı sıktı. 8 saatin yeterli olmayacağını düşünerek (nitekim, yetmedi), 24 saatlik bilet alalım (24 Avro) dedik ama, para üstü olarak geri almamız gereken 6 Avro yerine, bize makinadan 30 saatlik bilet çıktı. Neyse, üstünde fazla durmamaya karar verdik.
Cinque Terre köyleri arasında gece saat 00:00’a kadar istediğiniz kadar trenle gidip gelmenize olanak sağlayan Cinque Terre Card’ımızı istasyonun danışmasından aldık. Trene tek biniş 5 Avro olduğu için, gün boyu dilediğiniz sayıda biniş olanağı tanıyan, kişi başı 18,20 Avro verdiğimiz bu kart, çok ekonomik oldu. (Eğer yürüyüş parkurlarında yürümeyi düşünüyorsanız, onun için de ayrıca ücret ödemeniz gerekiyor). Bir uçta Levanto, diğer uçta La Spezia ve aradaki Cinque Terre köyleri arasında gidip gelen Express tren, her 20 dakikada bir geliyor. Ekim ayında olmamıza karşın trenler, özellikle akşam saatlerinde La Spezia yönünde, o kadar doluydu ki, sezon aylarındaki halini hayal bile etmek istemedim.
Trene binip, planladığımız gibi, önce Riomaggiore’ye gittik. Amacımız, arabayı bıraktığımız Levanto’ya en uzak köyden başlayarak, kuzeye doğru diğer köyleri gezerek gelmek ve en son Monterosso’da akşam yemek yedikten sonra, Levanto’ya dönmekti. İyi ki de öyle yapmışız çünkü, La Spezia yönünün aksine, Levanto’ya dönüş treni sakindi. Toscana tarafından gelenler, benzer bir rotayı La Spezia’dan trene binerek ve tersten izleyebilirler.
Cinque Terre’nin beş köyünden Monterosso, Vernazza ve Riomaggiore’nin kendi belediyeleri var. Corniglia ve Manarola ise, Vernazza ve Riomaggiore’ye bağlı yerleşim yerleri. Eldeki ilk tarihi belgelere göre, bölgenin tarihi 11. yüzyıla kadar gidiyor. Kaynaklarda, Monterosso ve Vernazza’nın Cinque Terre’deki ilk yerleşim yerleri oldukları, diğer üç köyün ise daha sonra, Genova’nın askeri ve politik hakimiyeti altında ortaya çıktıkları belirtiliyor. 16. yüzyılda Türklerin bu kıyılara yaptıkları yoğun saldırılar sonrası, bölgede bir yandan eski kaleler güçlendirilmiş, bir yandan da yeni savunma kuleleri inşa edilmiş. 17. ve 19. yüzyıllar arasında, Cinque Terre bölgesinde müthiş bir ekonomik çöküş yaşanmış. Bu durum, La Spezia’ya bir askeri cephanelik yapılana ve bölge tren ile Genova’ya bağlanana kadar devam etmiş. Demiryolunun Cinque Terre’yi dış dünyaya bağlaması bir yandan olumlu olurken, diğer yandan bölgeden göçü de kolaylaştırmış. Bu süreçte, balıkçılık ve tarım gibi geleneksel faaliyetler ciddi yara almışlar. 2. Dünya Savaşı sırasında yoğun bombardıman altında kalan tüm Liguria’da Cinque Terre’nin payına da ağır hasar düşmüş. Günümüzde, ağırlıklı olarak Monterosso’da balıkçılık faaliyetleri devam ediyor olsa da, bölgenin 1970’lerden itibaren ana gelir kaynağı turizm olmuş. Bir zamanların, neşeli renklere boyalı balıkçılara ait evleri şimdi artık turizm amaçlı kullanılıyorlar. Ancak, Monterosso’da hala bol miktarda hamsi avlanıyor.
Planladığımız gibi, trenle önce Riomaggiore’ye kadar gittik. Yolda tren her istasyonda gittikçe kalabalıklaştı. İstasyonda indikten sonra yürünmesi gereken ve sizi köyün ana caddesine götüren yaya tüneli de kalabalıktı. Doğrusu, nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmedim değil. Riomaggiore, yamaca konuşlanıp aşağıdaki deniz kenarına doğru meyilli olan bir yerleşim yeri. Ana caddesi kıyıda, çok geniş olmayan bir koya kadar iniyor. Ekim ayına göre beklenmedik derecede sıcak olan havada epeyce denize giren vardı. Cadde üzerinde, sağlı sollu kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya dükkanları sıralı. Kafelerden birinde oturup, birer Aperol içtik. Sanki, geçen sene Sicilya’da, Baba filminin çekildiği Savoca‘da içtiğimiz daha güzel hazırlanmıştı gibime geldi.
Tarihte Riomaggiore’den ilk olarak 1251 yılında, daha içeride bulunan Carpena halkı Genova (Ceneviz) Cumhuriyeti‘ne bağlılık yemini ettiği zaman söz edilmiş. Daha sonra, 1300 yılına kadar, yerleşim denize doğru kaydıkça Riomaggiore köyü şekillenmeye başlamış. Köye hakim bir noktada Riomaggiore Kalesi göze çarpıyor. 1260 yılında yapımına başlanan kale, 15. ve 16. yüzyıllar arasında tamamlanmış. Köydeki San Giovanni Battista Kilisesi 1340 yılında yapılmış.
Bir sonraki köy olan Manarola bize daha sevimli geldi. Burası da çok kalabalıktı ama sanırım, daha büyük olduğu için insan seli bizi çok fazla zorlamadı. Yine de, koya hakim olan tepedeki kafeye gittiğimiz zaman oturabilmek için en az bir saat kuyrukta beklememiz gerekeceğini anladık. Kafenin ilerisine doğru uzanan yürüyüş yolu da epeyce doluydu. Kıyıya geri döndük ve orada birer dondurma yedik.
Daha önce belirttiğim gibi, bir sonraki köy olan Corniglia, beş köy içinde sahilde olmayan tek köy. Trenden inince, istasyonun önündeki duraktan sizi yukarı götürecek bir servis otobüsüne biniyorsunuz. Günlük tren biletinize bu servisin ücreti de dahil. Arzu eden yürüye de bilir tabii ama, özellikle sıcakta, Lardarina adı verilen 383 basamaklı merdiveni tırmanmak pek de hoş olmasa gerek. Çok isteniyorsa, dönüşte aşağıya inmek için bağların arasından geçen bu merdiven kullanılabilir. Biz vakit kaybetmemek için dönüşte de otobüsle indik. Otobüs konusunda tek olumsuzluk, kapasitesinin üzerinde yolcu alması idi.
Corniglia küçük, temiz ve şirin bir köy. Buraya çıkmanın en güzel yanı, manzarası oldu. Kayaların tepesindeki köyden kıyının ve Manarola’nın çok hoş bir görünümü var. Corniglia’nın evleri, bölgenin sahil köylerindeki dar ve yüksek evlerin aksine, iç bölgelerde görülen binalar gibi daha alçak ve genişler. Çeşitli kaynaklarda bu mimari özelliğin, köyün tarihsel köklerinin deniz yerine karaya bağlı olduğunun bir kanıtı olabileceği belirtiliyor. Aslında köyün tarihi Roma dönemine kadar uzanıyor. Corniglia isminin de o zamanlar köyün sahibi olan ünlü Romalı aile Gens Cornelia‘dan geldiği söyleniyor. Orta Çağ’da değişik zamanlarda bölgedeki değişik kontluklar altında yaşadıktan sonra, köy 1254 yılında Papa IV. Innocentius tarafından Genovalı Nicolò Fieschi‘ye verilmiş. 1276 yılında Genova Cumhuriyeti Corniglia’yı almış.
Köyün içinde yaptığımız ufak gezinti bizi köy meydanı, Largo Taragio‘ya götürdü. Meydandaki küçük kafelerin birinde daha sonra birer kahve içmeyi ihmal etmedik. Ama, ondan önce, meydana yukarıdan bakan L’Oratorio dei Disciplinatidi Santa Caterina‘nın arka tarafından manzaranın tadını çıkardık. Palermo ile ilgili ikinci yazımda sözünü ettiğim gibi, Oratorio (İngilizcesi Oratory) Katolik kilisesi tarafından belli bir grup ya da cemaatin ibadet etmesi için özel izin verilmiş bir mekan demek. Bu ibadethanelerde sadece o grubun üyeleri ibadet edebiliyorlar. Başkaları ancak, cemaatin izni ile buraları kullanabiliyor. Bunlar kendi başlarına yapılar olabildikleri gibi, bazen normal kiliselerin içinde ayrı bir bölüm olarak da düzenlenebiliyorlar. Corniglia’daki Oratorio, 18. yüzyılda yapılmış. Köyde, bizim gitmeye fırsat bulamadığımız bir de, 1350 yılında yapılmış, San Pietro Kilisesi var.
Öğleden sonranın geç saatlerine yaklaşırken, bir sonraki durağımız Vernazza oldu. Pek çok kişi için Vernazza, Cinque Terre köyleri içinde en güzeli olarak değerlendiriliyormuş. Ben de bu görüşe katılıyorum. Kayıtlara göre, Vernazza’dan tarihte ilk olarak 1080 yılında söz edilmiş. Tüm Orta Çağ boyunca ekonomik ve sosyal seviyesi yüksek olmuş. Bu zenginlik, köyün yapısına da yansımış. Köyün çeşitli noktalarında, castrum adı verilen, 11. yüzyılda yapılmış kale ve burç kalıntıları var. Köyün tek ana caddesinin üzerinde, sağlı sollu, kafeler, restoranlar ve dükkanlar sıralanmış. Bu caddeye açılan dik merdivenli sokaklar var. 13. yüzyılda yapılmış olan Santa Margherita di Antiochia Kilisesi köyün en önemli tarihi anıtı kabul ediliyor.
Uzun bir gün olmuştu. Yürüyüş yollarında yürümesek de, tüm o trenlere inmek-binmek ve zaman zaman kalabalıkla oradan oraya sürüklenmek yorucu olmuştu. Güneş de batmaya doğru yol almaya başlayınca, karanlığa gömülmeden görelim diye Monterosso’ya bir an önce gidelim dedik. İstasyona giderken ana cadde üzerindeki dükkanlardan hızlıca alış veriş de yaptık. Böylece, gittiğim yerlerden almaya çalıştığım yılbaşı ağacı süsleri koleksiyonuma bir tane de Vernazza’dan bir seramik top eklemiş oldum.
Monterosso’ya vardığımızda güneş iyice alçalmış, alacakaranlığın eli kulağında idi. Yine de bu, Monterosso’nun Cinque Terre’deki en gelişmiş yer olabileceği izlenimini edinmem için yeterli bir süre oldu. Upuzun, güzel bir plajı vardı. Yazın Cinque Terre’de kalmak için en uygun yer burası olabilir gibime geldi. İster kolayca denize gir ister yürüyüş parkurlarını izleyerek Levanto’ya veya Vernazza’ya (bunun en zor parkur olduğunu hatırlatayım) doğru yürü. Bir de, sahil boyunca sıralanmış güzel restoran ve barlar var. Biz akşam yemeğini, Cantina di Miky‘de yedik. İyi ki, köyün içinde gezinmeden önce yerimizi ayırtmışız. Sonrasında tüm restoranlar doldu ve geri çevrilen çok kişi oldu. Bizim de oturduğumuz masa, normal koşullarda çok tercih etmeyeceğimiz, duvar dibinde ve oturma yeri oldukça dar bir masa idi. Ama ne yaparsınız ki, restoranın sahil tarafındaki, ambiyansı daha güzel yeri tamamen doluydu. İçerisi de çok kapalı bir yer olunca, mecburen razı olduk. Neyse ki, yemekler güzeldi. Monterosso’nun hamsisi meşhurmuş demiştim. Biz de yemeyi ihmal etmedik. Önden yediğimiz beyaz şarap, zeytinyağı ve sarımsak ile pişmiş hamsi de, sonra yediğimiz pestolu “pasta” da çok lezzetli idi. (Pesto da, “pasta” da restoranın kendi yapımı imiş). Şarap olarak,Cinque Terre–Manarola yöresindeki Volastrotepelikbölgesi üzümlerinden{Bosco (75%)–Vermentino (20%)–Arbarola (5%)} Luciano Capellini şaraphanesininyaptığıDOCGCinque Terre Bianco 2022 içtik. Tatlı olarak, “gemici cantucci” si olarak ifade ettikleri cantucci ve yanında Cinque Terre–Monterosso yöresiüzümlerinden{Bosco (90%)–Arbarola ve Vermentino(10%)}Buranco şaraphanesininyaptığıDOCGBuranco Sciacchetra 2017 beyaz passito tatlı şarabını (dessert wine)içtik. Cantucci, alıştığımız, Toscana yöresinin cantucci’lerinden çok daha yumuşak, neredeyse kek gibi idi.
Yemekten sonra fazla oyalanmadan, trenle Monterosso’dan Levanto’ya geldik. İstasyonun otoparkı neredeyse bomboştu. Genova’ya dönüşte çok sayıda yol çalışması vardı. Gerek bu çalışmalar gerekse karanlık ve virajlı yollar nedeniyle yol sanki sabah gelişten daha uzun sürdü. Genova’da kaldığımız Grand Hotel Savoia‘ya vardığımızda saat çoktan gece yarısını geçmişti. Bakalım, ertesi gün gideceğimiz Portofino nasıl bir yerdi? Bunu da bir sonraki yazıma bırakıyorum.
İtalya‘yı ne kadar bildiğinizi düşünseniz de, orada oturuyor ya da sık gidip geliyor olsanız da, her bölgesinde bilmediğiniz, daha önce tatmadığınız yemeklerle, içmediğiniz şaraplarla karşılaşmanız mümkün. Bu açıdan çok heyecan verici bir ülkedir İtalya. Ana akım bir mutfak vardır elbet ve uluslararası arenada İtalya’nın gastronomik yüzü olarak bildik birkaç çeşit yemek her daim görünürdür. İtalya’ya gezmeye giderseniz ve yemek konusunda yeni şeyler denemek için çok hevesli değilseniz, bu yemekler sizin güvenilir limanlarınız olabilir. İtalyan usulü bir “pasta” tabağı ya da bir pizza, normal koşullarda, sizi fazla üzmeden doyurur. Ama eğer, yeni şeyler denemekten hoşlanıyorsanız, o zaman başka bir boyuta geçebilirsiniz demektir.
Genova‘ya gitmeden önce, hem genel olarak Liguria bölgesinde hem de Genova’da, oralara özgü neler yiyebiliriz diye araştırmış, bazı restoranlara rezervasyon yapmıştım. Okuduğumuz bütün kaynaklar, bölgeye özgü tabakların lezzetinden, deniz ürünlerinin yaygın kullanımından ve çeşit çeşit tatlılardan söz ediyordu. Gidip gördükten ve deneyimledikten sonra, bu konuda hiç de abartı olmadığını söyleyebilirim. Liguria’da ve Genova’da çok güzel şeyler yedik. Bir kere en başta, pesto sosu bir harika. Pesto’yu burada yedikten sonra, marketlerden aldığımız ya da bize Türkiye’de restoranlarda sunulanın pesto değil, bambaşka bir şey olduğuna karar verdim. Tıpkı, balzamik sirkenin vatanı Modena‘ya gittikten ve Giusti‘nin meşe fıçılarda (25 yıla kadar) yıllanmış balzamik sirkelerini tattıktan sonra diğerleri için düşündüğüm gibi… Pesto taze fesleğen, sarımsak, çam fıstığı, Parmigiano Reggiano peyniri, Pecorinopeyniri (Sardinia‘dan olanı tavsiye ediliyor), zeytinyağ ve tuz ile yapılıyor. Ben oralarda manavlarda taze fesleğenleri gördükten sonra, tat farkının en başta fesleğenin cinsinden kaynaklanıyor olabileceğini düşündüm. Bizdekilere göre yaprakları daha küçük ve kıvrımlı göründü bana. Kullanılan peynirler ve zeytinyağı da diğer etmenler olabilir. Bir de taze yapılıp, tüketilmesi önemli olsa gerek. Genova’dan dönmeden önce pesto sosu almaya karar vermiştim. Son günümüzde internetten, pestoyu taze yapıp, satanPestoBene‘yi buldum (Adres: Via S. Pietro della Porta 1). Navigasyon sayesinde, yerini bulmak zor olmadı. Oraya vardığımızda dışarıda uzun bir kuyruk vardı. Çoğu kişi, bizim gibi, Genova’yı gezmeye gelenlerdi ama yerel halktan da insanlar vardı. Dükkandakiler, kişiye göre ambalaj yapmakta ustalaşmışlar. Başka ülkeye döneceğinizi söyleyince, ona göre ambalajlıyorlar. Paket içine, soğuk kalması için, minik buzluk çantası soğutucuları koyuyorlar. Buna rağmen gidene kadar buzdolabında tutmanızı ve eve vardıktan sonra da bir hafta içinde tüketmenizi söylüyorlar. Durdukça sulanıyormuş.
Bu bölgenin bazı ünlü yemekleri ve tatlıları var. Onlara aşağıda değineceğim. Ama ondan önce, benim gibi trüf mantarı ve içinde trüf olan şeylere meraklı olanlar için önereceğim bir dükkan var. La Bottega del Tartufo(Adres: Via S. Lorenzo, 40) daha gittiğimiz gün gözüme çarpmıştı. Katedralin yanından aşağıya, denize doğru uzanan sokakta olduğu için, sonraki günlerde de sık sık önünden geçtik. Daha sonra internette, aynı dükkandan İtalya’nın değişik şehirlerinde de olduğunu öğrendim. Bu dükkanda her şey trüf mantarlı. Genova’dan ayrılmadan buraya da uğradık. Aldığımız ürünlerin arasında trüf mantarlı toz Pecorino peyniri, trüflü sos ve özellikle trüflü akasya çiçeği balı bir harikaydı. Trüflü bal insanın kulağına biraz tuhaf geliyor ama, hem tek başına hem de peynirle inanılmaz bir tadı var. Trüflü peynirin ise, çok fazla bir özelliği yoktu. Belki daha olgunlaşmış bir peynir olsa, tadı daha belirgin olabilirdi. Sevdiğim tatları, getirebildiğim ölçüde eve taşımaktan hoşlanıyorum. Böylelikle, yolculuklarda girdiğim hoş hava döndükten sonra da, bir süre daha devam ediyor.
Genova’da, farklı tarz ve fiyat kategorilerindeki değişik kafe ve restoranlarda, “street food” olarak adlandırılan tarzdan tutun da, daha sofistike yemeklere kadar uzanan bir yelpazede, şehrin ve bölgenin ünlü yemeklerini tatma fırsatı bulduk. Örneğin ilk akşam, yorgunluktan dört başı mamur bir restorana gitmeye halimiz olmadığı için oturduğumuz basitFossatello’s Border Cafe‘de, önceden tatmaya karar verip, not aldığım atıştırmalıkların çoğunu bir çırpıda yeme fırsatı bulduk. Çok büyük olmayanPiazza di Fossatellomeydanındaki bu yerin meydanda birkaç masası var. Yemekleri, karşı taraftaki küçük yerden getiriyorlar. Artık açlıktan mı, bilemiyorum, yediğimiz her şey bana çok lezzetli geldi. Genova usulü (top şeklinde) kızartma hamurFrisceu, nohut unundan bir tür pancake olanFarinata, pestolu Focaccia, bizim puf böreğine benzettiğimFocaccette di Sori, karışık bir salata ve yanında bir şişe filtresiz arpa maltı Sardinia birasıIchnusaçok güzel gitti. Yemek sonrası, bir pastanede kahve eşliğinde yediğimizRicottapeynirli tatlıFrolla alla Ricottave Şam fistıklı Tortini ile günü kapattık. Daha sonraki günlerde, kahve içmek için oturduğumuz tüm pastanelerde hangi ürünlerin özel olarak Genova’ya özgü olduğunu mutlaka sordum. Böylece, gitmeden önce isimlerini not ettiğim ünlüPandolceGenoveseveCanestrellidışında, epeyce bir tatlı da tatmış olduk.
Pandolce demişken, burada biraz durmak istiyorum. Bir tür meyvalı kek olan Pandolce’yi bir pastanenin vitrininde görüp aldım ama, Genova’da iken yemedik. Ambalajlı olarak İstanbul’a getirdik. Sonradan buna çok pişman olduk çünkü, eğer orada iken tadına baksaydık kesinlikle biraz daha alırdık. 250, 500 veya 750 gram olarak satılan bu keke karşı ihtiyatlı davranıp, en küçüğünden almıştım. Meğer ne kadar lezzetli imiş… Bu kadar seveceğimizi bilseydim, en büyüğünden alırdım. Pandolce’nin normal keklerden en önemli farkı, süngerimsi değil, daha sert ama yine de ağızda dağılır bir kıvamda olmasında.
Yukarıda belirttiğim gibi, gezi boyunca gerek Genova’da gerekse buradan günü birlik gittiğimizCinque Terre, PortofinoveSanremo‘da, oturduğumuz her pastane veya kafede, eğer kahve ile tatlı yemeği düşünüyorsak, Genova’ya ya da o yöreye özgü bir şeyleri özellikle sordum. Bunlardan birisi olanPasticceria Gelateria Mangini‘de (Adres: Piazza Corvetto, 3) de aynı yöntemi uyguladım. Bu klasik pastane 1876 yılında kurulmuş. Geçmiş zamanlarda müdavimi olmuş ünlüler arasında efsanevi Fransız aktrisSarah Bernhardt, Genoalı İtalyan aktör ve senaryo yazarı Gilberto Govi, yine Genoa doğumlu İtalyan yazar, şair ve1975 Nobel Edebiyat ÖdülüsahibiEugenio Montaleve 1978-1985 yılları arasında İtalya Cumhurbaşkanı olan, LiguryalıSandro Pertinide varmış. Seçenekleri görmek için birlikte içerideki pasta dolabının başına gittiğim garson bana genel geçer şeyler önerirken, işletmenin sahibi (veya yöneticisi) kasadan müdahale etti. Büyük olasılıkla, “Siz Genovalılar, kahve ile Genova’ya ait hangi pastaları yiyorsunuz?”, diye sorduğumu duydu. Garsonun önerdiklerini bir el hareketi ile hükümsüz kıldı ve kendisi iki tatlı önerdi:ManginettiveCrema Zena. Bunlar, tamamen tesadüfen oturduğumuz bu tarihi pastanenin kendi özel tatlıları imiş. Seçim yapmak için içeri girmemin bir yararı da, pastanenin tarihi tezgahını ve mobilyalarını görmek oldu. İçim, yok olup giden bizim tarihi pastanelerimiz için cız etti. Sonra, dışarıdaki güzel havada kahvelerimizi yudumlarken, bir yandan da tatlılarımızın tadını çıkardık.
Genova’daki ikinci akşam,2023 Michelinlistesine girmiş olanSpin Ristorante Enoteca‘ya (Adres: Via Carlo Barabino, 120) gittik. Burası, önceleri birenotecaiken, sonradan restoran olarak da hizmet vermeye başlamış. Enoteca kelimesi, İtalyancaya Yunancadan geçmiş ve şarap deposu anlamına geliyormuş. Ancak İtalya’da, sadece şarabın depolandığı yer değil, tadımda yapılabilen şarap barı anlamında da kullanılabiliyor. Şarabın yanında hafif tabaklar servis ediliyor. Bazı enoteca’lar ise, sadece satış yapıyorlar. İşte Spin de, bir enoteca olarak başladığı yolculuğuna aynı zamanda bir restoran olarak devam ediyor. Zaten, çok sıcak bir ortamı olan restoranda, raflara ve mümkün olan her yere konmuş çeşit çeşit şarap şişeleri buranın bir restorandan fazlası olduğuna işaret ediyor. Okuduğuma göre, restoranın zengin bir şarap kavı varmış.
Küçük bir yer olan Spin Ristorante Enoteca’da her şey çok lezzetliydi. Antre olarak ben, avocadoda yumurta sarısı ve parmesan, eşim iseLa Macchia Mediterranea(burrata, kekikte ve limonda marine edilmiş cherry domates, kalamata zeytin ve ançuez) yedik. Ana yemeğimiz, gerçek bir Genova yemeği olanBrandacujun idi. Bu yemek; morina balığı, patates, zeytin ve çam fıstığı püre haline getirilerek yapılıyor. Garsonumuz üstüne zeytinyağı serpiştirdi çünkü, Genovalılar bu şekilde yiyorlarmış. Şarap olarak,Colli di Luni DOC bölgesinin Vermentinoüzümünden,Il Monticello Şaraphanesi‘nin yaptığıGroppolo Vermentino 2022içtik.
Bu noktada, genel olarak Liguria bölgesinde şarap üretiminde ağırlığın beyaz şarapta olduğunu söylemeliyim. Sanırım, toprağın özelliğinden ve yükseklikten olsa gerek, buralarda kırmızı üzüm ve ona bağlı olarak, kırmızı şarap üretimi son derece az. Tatlı olarak, yine Genova’ya özgü tereyağlı kurabiyeCanestrellive trüf çikolata topları (içinde trüf mantarı olduğu için değil, biçimi benzediği için bu şekilde anılıyor) yedik. Yanında, garsonumuzun önerisi üzerine,Riviera Ligure di Ponente‘ninalt bölgesiTaggia’nın Moscatello Selvatico üzümünden, Mamoliti Şaraphanesi‘nin passito stilinde yaptığı Lucraetio Moscatello di Taggia DOC2020 tatlı şarabı (dessert wine) içtik. Gerek tatlıları gerekse şarabı çok beğendim. Hele Canestrelli’leri yerken kendimi durdurmakta zorlandım. Genova’ya gidecek olanlara denemelerini öneririm.
Ertesi gece, yemek açısından tuhaf başlayıp, iyi biten bir gece oldu. Tavsiye üzerineLes Rouges Bar-Ristorante’ye yer ayırtmıştım. Eski Şehir bölgesinde, bir sarayın (palazzo) birinci katındaki bu mekanın fotoğraflarına bakınca benim de içim ısınmıştı. İtiraf edeyim, tavan freskleri aklımı çelmiş olabilir. Gittiğimizde, tam bir hayal kırıklığı oldu. Gürültü, patırtı. Doğru dürüst yemek ve şarap yok. Başbaşa güzel bir yemek için hiç uygun olmayan bir yerdi. Bizim için diyeyim çünkü, bir sürü yabancı ve İtalyan çift vardı. Dayanmaya çalışmak yerine, kalktık. Gündüz, Genova kazan biz kepçe gezerken beyaz masa örtülü bir yer gözüme çarpmıştı. Aslında, ilk akşam yediğimiz Fossatello’s Border Cafe’nin yanıydı. (Piazza Fossatello’ya açılanVia al Ponte Calvi, 20 R adresinde). O zaman da görmüştüm. Adını bile bilmiyordum. Oraya gittik. Soho imiş adı. Sonra Michelin sitesine bakınca gördüm ki, yıldız almasa da, 2023 listesine girmiş. Başlangıç olarak aldığımız patates püresi üzerinde kıtır ahtapot ve pesto soslu kalamar çok lezzetli idi. Sonrasında yediğimiz tereyağlı ve adaçaylı balkabağı dolguluTortellide öyle idi. Yanında yineColli di Luni DOC bölgesinin Vermentinoüzümünden, bu kezLunae Şaraphanesi‘nin yaptığıLVNAE Gold Label 2022şarabını içtik. Tatlılardan çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Yanında dondurma ile servis edilen çikolatalı ve limonlu tartlar çok iz bırakacak türden değildi. Bu kez tatlı şarabı da içmedik zira, geçen sene Sicilya’da öğrenip, hayran olduğumuzBen Rye(Arapça, rüzgarın oğlu demekmiş) şarabını kadeh olarak veremeyeceklerini söylediler.
O gece Soho’da beklemediğimiz bir şey de yaşadık. Yemek sırasında aramızda konuşurken, bir ara bizimle ilgilenen genç garson nereden geldiğimizi sordu. Öğrenince, gülerek, “Ben de Türküm”, dedi. Sonra içeriden, bir kız arkadaşını daha getirdi. O da Türkmüş. Bu pırıl pırıl gençler, Genova Üniversitesi’ne yüksek lisans yapmaya gelmişler. Bir süre sohbet ettik. Çok tatlıydılar. Dilerim, ilerde diplomat olmak isteyen bu gençlerin yolları açık olur…
KaldığımızGrand Hotel Savoia‘nın (Via Arsenale di Terra, 5) iki tane restoranı vardı. Bir tanesi, La Trattoria Tralalêro, klasik bir İtalyan trattoria‘sı havasında. İtalya’da çok sık rastlanılan trattoria’lar, geleneksel mutfak seçenekleri sunan ama, normal bir restoran kadar resmi olmayan yerlerdir. Yani, bir başka ifade ile, beyaz masa örtüsü değil, tipik kareli masa örtüsü olan yerler diyebiliriz buralara. Bir deosteriadenen yerler vardır ki, bunlar trattoria’lardan da daha az resmi yerlerdir ve aslında geleneksel olarak sadece içki, daha doğrusu şarap servisi yapılan yerlerdir. Buralarda birkaç çeşit atıştırmalık ya da hafif yemek olma ihtimali vardır ama, asıl geleneksel olan osteria’larda o da olmayabilir. Yemek varsa da, bir menü olmasını beklemeyin. Basılı bir menü yoktur çoğunlukla. İşletmenin o gün için belirlediği az sayıda seçenek olur. Enoteca denen yerleri ise, yukarıda açıklamıştım.
La Trattoria Tralalêro çok çarpıcı bir yer değildi açıkçası. Eminim, Genova’da çok daha iyi trattoria’lar vardır. Nohut unundan yapılan bir Farinata ve karışık peynir-şarküteri tabağı ile yanında,Ligure di Ponente Rivierası-Savona vilayeti içerisindeki Isasco bölgesi bağlarında üretilen Rossese üzümünden, Punta Crena Şaraphanesi‘nin yaptığı Punta Crena Rossese Vigneto Isasco 2022 kırmızı şarabını içtik. Pek beğendiğimizi söyleyemeceğim.Daha önce belirttiğim gibi, kırmızı şarap, bu bölgenin iddialı olduğu bir şarap çeşidi değil. Ağırlık, beyaz şarapta. Yediğimiz farinata da, kötü olmamakla beraber, ilk akşam yediğimiz kadar iyi değildi. Ben aslında, yörenin bu nohut unundan yapılma pancake benzeri yiyeceğini çok sevdim ve değişik yerlerde, fırsat buldukça yedim.
Otelin ikinci restoranı, daha şık bir restoran olan Ristorante Salgari. Bu sene evlenme yıldönümümüzü burada kutladık. İtalya’da belli kategorideki restoranlara rezervasyon yaparken özel bir kutlama için gideceğinizi söylerseniz, mutlaka bir hoşluk yapıyorlar. Bugüne kadar bu hiç şaşmadı bizim için. Salgari’de de önce spumante (kabarcıklı) roze şarap ve şefin özel ikramı olarak Panissa sundular. Garsonun belirttiğine göre, Panissa tipik bir Genova antresi imiş. İçinde çok küçük doğranmış domates, peynir ve frenk soğanı var. Daha sonra ben pesto soslu, kestaneden yapılmış Gnocchi yedim. Çok değişik ve lezzetliydi. Bu geleneksel hamur işinin kestaneden yapılabileceği hiç aklıma gelmezdi. Eşim, Brandacujun aldı ama, ikinci gece Spin Ristorante-Enoteca’da yediğini daha çok beğendiğini söyledi. Üzerine orada olduğu gibi zeytinyağı da serpiştirmediler. Ayrıca, Salgari’deki garsonun Brandacujun’u telaffuz edişi de oldukça farklıydı. Ana yemek olarak ikimiz de trüf soslu, fileto kırlangıç balığı ve yanında tuzlu tereyağında sote edilmiş sebze aldık. Çok lezzetli idi. Tatlıya geldiğimizde artık iyice doymuştuk ama, tatlısız kutlama olmaz. Onun için bir porsiyon krokanlı ve kahve soslu parfeyi paylaştık. Şarap olarak içtiğimiz, Colli di Luni DOC bölgesinin Vermentinoüzümünden, Lunae Bosoni şaraphanesininyaptığıCavagino 2022şarabı bugüne kadar burada içtiğimiz en iyi Vermentino şarabıydı. Vermentino sevenlere öneririz.
Genova’daki son akşam, otelin yakınında, Via Balbi 182-184 adresindeki E Prie de Mä pizzacı ve restoranına gittik. Restoranın adı, Genova lehçesinde küçük deniz taşı demekmiş. Burada, pizza ve focaccia yedik. Yanında, yine Colli di Luni DOC bölgesinin Vermentinoüzümünden, Federici – La Baia del Sole Şaraphanesi‘nin yaptığı Solaris Colli di Luni Vermentino 2021 şarabını içtik. O akşam yediğimiz yemek, İtalya’da fazla para ödemeden yenebilecek lezzetli bir yemek için örnek olabilecek nitelikteydi. Yemekden de, servisden de memnun kaldık.
Bu gezi sırasında, Genova dışında gittiğimiz yerlerde de çok güzel yeme-içme deneyimlerimiz oldu. Bunlar hakkındaki bilgi ve düşüncelerimi, söz konusu yerlerle ilgili yazılarıma bırakıyorum.
Bu sene İtalya‘nın hangi bölgesine gidelim diye düşünürken, aklıma Genova geldi. Aslına bakarsanız, tam olarak öyle birden bire de aklıma esmedi. Tıpkı, çoğu zaman okuduklarımın çeşitli nedenlerle beni bir kitaptan diğerine yönlendirmesi gibi, ben de belli bir izlek sonucu Genova’da karar kıldım. Genova’yı elbette öncelikle İstanbul’un Galata bölgesi nedeniyle merak ediyordum. Galata konusunda en sık belirtilen özellik, Cenevizlilerin burayı anavatanları Genova’ya çok benzettikleri ve burada ikinci bir Genova yarattıklarıdır. Ben de işte o “gerçek Genova’yı” görmek istedim. Bir diğer neden, geçen sene yaptığımız Sicilya gezimiz ile ilintili. Sicilya ile ilgili yazı dizimde söz ettiğim gibi, Sicilya’nın yerli halkı sayılan üç halk var. En eski olmaları nedeniyle böyle sayılıyorlar ama aslında, onlar da başka yerlerden buraya göç etmişler. Bunlar arasında Sicel ya da Sicani olarak adlandırılan halk, M.Ö. 1200-1000 yılları arasında, günümüzde Genova’nın bulunduğu, İtalya’nın Liguria bölgesinden buraya göç etmişler ve adanın doğusuna yerleşmişler. Son olarak, bu yaz gittiğimiz Sakız Adası da İtalya’nın bu bölgesini merak etmeme neden oldu. Sakız Adası’ndaki Genova, ya da bizdeki deyişle Ceneviz varlığı, 1261 yılında Bizans İmparatoru’nun Genovalı Zaccaria ailesine burada bir derebeylik vermesi ile başlamış ve daha sonra, 1346 yılında adayı Genova Devleti olarak hakimiyetleri altına almaları ile devam etmiş. Ta ki, 1566 yılında Kaptan-ı Derya Piyale Paşa burayı Osmanlı İmparatorluğu‘na katana kadar.
Liguria, İtalya’nın kuzeybatısında, Fransa sınırından Toscana‘ya kadar uzanan ve Akdeniz (bazen Liguria Denizi dendiği de oluyor) ile Alplerin kolu olan Apenin Dağları arasına sıkışmış dar bir bölge. Merkezi Genova. Coğrafi olarak Fransız Rivierası‘nın bir devamı gibi görünen bölge için İtalyan Rivierası ifadesi de sıklıkla kullanılıyor. Ilıman iklimi ve Portofino, Sanremo, son 50 yıldan beri de Cinque Terre gibi popüler yerleri nedeniyle, İtalya’nın en çok turist alan bölgelerinden birisi.
Liguria adını, Roma öncesinde burada yaşayan yerli halktan almış. Bölge, M.Ö. 1. yüzyılda Romalılar tarafından zapt edilmiş. Roma döneminden sonra yaşanan kısa Frenk ve Lombardiya istilasından sonra, 11. yüzyılda Genova güçlenmeye başlamış ve 1400’lü yıllara gelindiğinde bölgenin kontrolünü tamamen ele geçirmiş. Aynı zamanda, Avrupa’nın başlıca deniz ve ticaret güçlerinden birisi haline gelmiş. Zaman içinde Cenovalılar, aralarında Ermenistan, Kırım, Odesa, Lübnan, Antakya, Cebelitarık, Monako, Korsika, Sardinia, Sakız, Midilli ve Samos gibi yerlerin de bulunduğu ülke ve şehirlerde koloniler kurmuşlar. İstanbul’daki Galata da bunlardan birisi olmuş. Yaratılan ticari zenginliğin doğal bir sonucu olarak Genova’da, bankacılık ve bankerlik de çok erken gelişmiş. İlk banka olan Banco di San Giorgio 1407 yılında kurulmuş. İstanbul’un Galata bölgesindeki Ceneviz asıllı bankerlerin gücü ve etkisi de, bildiğiniz gibi, Osmanlı döneminde bile devam etmiş.
Dönem dönem en büyük rakibi olan Venedik ile büyük sorunlar yaşamasına rağmen, Genova 1796 yılında Napolyon Bonapart‘ın burayı istilasına kadar bağımsızlığını korumuş. Ancak, Fransızların işgalinden önceki son dönemlerinde, gemicilik teknolojisindeki yeniliklerin takip edilmemesi sonucu çağ dışı kalan deniz filosu ve geleneksel oligarşik yönetimin endüstri devriminin baş aktörleri olan burjuvaziye gereksinim duyduğu koşulları sağlayamaması gibi nedenlerle zaten çok zayıf düşmüş. 1815’te Napolyon’un tüm Avrupa’ya karşı yenilgisini noktalayan ve Avrupa’ya yeniden şekil veren Viyana Kongresi sırasında Liguria, Savoia (Savoy olarak da bilinir) hanedanının yönettiği, Piemonte-Sardinia Krallığı‘na verilmiş. 1860 yılında, Liguria İtalya’nın birleşmesi (Risorgimento) sürecinde öncü bir rol oynamış.
Liguria bölgesinin tarihini çok kısa bir şekilde özetledikten sonra, tarihteki bağımsız Genova Devleti’nin özelliklerinden de biraz söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Genova ya da Ceneviz, tıpkı Venedik gibi, bir dukalıktı. Bir yandan denizcilik ve ticaret ile gelişip zenginleşirken, özellikle Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) ve sonrasında Hristiyan alemi adına kazandığı savaşlar nedeniyle, aynı zamanda Avrupa’nın önemli askeri gücü haline gelmiş. Deniz savaşları konusunda o kadar başarılı olmuş ki, o dönem beyaz üzerine kırmızı bir haç olan Genova bayrağı korsanların ve diğer düşmanlarının korkulu rüyası haline gelmiş. Genova bayrağını gören gemiler saldırmaktan kaçınırlarmış. Bu noktada, gezi sırasında öğrendiğim ilginç bir bilgiyi de aktarayım. Genova bayrağının düşmanlar ve korsanlar üzerindeki etkisi nedeniyle İngilizler, güvenlik için gemilerine Genova bayrağı çekmek için Genovalılardan izin istemişler. Bu şekilde kullanmaya başladıkları bayrak zaman içinde İngiltere’nin bayrağı haline gelmiş. Birleşik Krallığın bir parçası olan İngiltere’nin bayrağı, bildiğiniz gibi, hala beyaz üzerine kırmızı bir haçtır.
Genova Cumhuriyeti’nin, başında bir Duka bulunmasına karşın, aslında kentin zengin ve söz sahibi aileleri tarafından yönetilen oligarşik bir yapısı olduğu anlaşılıyor. Önceleri, Duka pozisyonunu ele geçiren ailenin yönetimi bırakmadığı, babadan oğula geçen bir yönetim tarzı varken, Genova’nın ileri gelen ailelerinden birinden gelen Andrea Doria (1466-1560) yaptığı bir reform ile hem dukalık süresini iki yıla indirmiş hem de saptadığı 28 ailenin arasında yönetim için bir rotasyon yapılması kuralını getirmiş. Andrea Doria kulağınıza tanıdık geldi ise, çok haklısınız. Kendisi, 28 Eylül 1538 günü yapılan Preveze Deniz Savaşı‘nda, Haçlı Donanması Amirali olarak Barbaros Hayrettin Paşa‘nın yönetimindeki Osmanlı Donanması‘na yenilen kişidir aynı zamanda.
Genova günümüzde, yolcu sayısı ve yük trafiği bakımından, İtalya’nın en büyük limanı sayılıyor. Ayrıca, bu konuda Marsilya’nın da en büyük rakibi. Tarihsel olarak güçlü oldukları gemi inşaatı Genova’nın günümüzde de başlıca sanayi kolu. Diğer güçlü endüstri kollarının bazıları petrol, tekstil, demir ve çelik, lokomotif, kağıt, şeker ve çimento. Sanayi daha çok Genova, Savona ve La Spezia körfezi civarına yoğunlaşmış durumda. Ayrıca, ılıman iklimi nedeniyle bu bölgede sebze, çiçek, zeytin ve üzüm üretimi ile buna bağlı olarak şarapçılık da yapılıyor. Son olarak elbette turizm, özellikle bazı küçük yerler için, en önemli gelir kaynağı.
Biz, Genova’ya gitmek için Milano‘ya uçtuk. Bir zamanlar THY yollarının Genova’ya doğrudan uçuşu vardı. Şu sıralar, eskiden uçulan pek çok noktaya olduğu gibi, Genova’ya da uçuşlar kaldırılmış. Bunun nedeni, pandemi sonrasında tüm hava yolu şirketlerinin maliyetleri düşürme amacıyla yaptıkları uçuş parkurları optimizasyonu olabilir. İlla Genova’ya uçmak isterseniz, aktarmalı ve Alitalia bağlantılı bir yolculuk yapmanız gerekir ki, uzun bekleme süreleri ve olası gecikmeler nedeniyle, bunu hiç önermem. Onun yerine Milano’ya uçmak ve orada kiraladığımız araba ile Milano’ya gitmek bize daha mantıklı geldi. Araba kiralamayı tercih etmeyenler için, Milano’dan trenle Genova’ya gitmek de mümkün. Biz, Genova’dan Cinque Terre, Portofino ve Sanremo’ya da gitmeyi planladığımız için, arabayı tercih ettik.
İki buçuk saat süren uçak yolculuğunun ardından, Milano Malpensa Hava Alanı’nda bir saate yakın pasaport kuyruğunda bekledik. Araba ile Milano-Genova arası da aşağı yukarı iki buçuk saat sürüyor. Anlayacağınız, sabah İstanbul’da yataktan kalkışımız ile Genova’da kaldığımız Grand Hotel Savoia‘ya varıp, yerleşmemiz arasında epeyce uzun bir zaman geçti. Yine de, o günü de boş geçirmedik. Çıktık sokaklara…
Genova’ya gittiğimiz gün bir pazartesi günü idi. Bilirsiniz, pazartesi günleri belli bir şekilde gezmek açısından biraz sorunludur. İstanbul’da da durum farklı değil. Pazartesi günü ne gezecek bir sergi ne de gidecek bir müze bulamazsınız. Hepsi kapalıdır. Genova’da, bu duruma ek olarak, çoğu restoran da kapalı olabiliyor. O ilk gün konusunda, internette rastladığım bir blogger’dan çok yararlandığımı söylemeliyim. Paylaşımının konusu tam da, “Bir Pazartesi Günü Genova’da Ne Yapılır?”, idi.
Otelimiz, Stazione Principe‘nin (Principe Tren İstasyonu) tam karşısındaki Salita della Provvidenza yokuşunun tam başladığı yerde idi. Otelin önünde, Cenovalıların gurur duydukları Cristoforo Colombo‘nun anıtı vardı. İlerleyen günlerde gittiğimiz Galata Deniz Müzesi‘ndeki bir açıklama panosundan dünyada Colombo’ya sahip çıkan farklı ülkelerde sekiz kent olduğunu öğrendim. Ancak günümüzde uzmanlar, ortaya çıkan bazı mektuplarına dayanarak, onun Genova’da yaşadığı konusunda birleşiyorlar. İspanyollar, Katalanlar, Portekizliler ve hatta Yunanlılar tarafından sahip çıkılan Colombo’nun uyruğu hakkındaki bu karışıklığa biraz da kendisinin neden olduğu belirtiliyor. Colombo varlıklı olmayan bir Genovalı aileden geldiğini ve babasının önceleri dokumacılık, sonra meyhanecilik yaptığını hep saklamış. Onun bu tutumu, nerede doğduğu ve asıl milliyeti konusunda bir muğlaklık yaratmış. Ama, yukarıda belirttiğim gibi, bulunan yeni kanıtlara dayanılarak, kendisinin Genovalı olduğu görüşü ağır basıyor. Şehirde, Colombo’nun 14 yaşına kadar yaşadığı belirtilen evini görmeniz mümkün. Principe İstasyonu’nun bulunduğu Piazza Aquaverde‘deki anıtın yapımına 1846 yılında başlanmış. Ancak, tamamlanması yüzyılın sonuna doğru olmuş.
Genova’da yokuşlar olduğu doğru. Ama, düz yerleri de var. Yani birebir İstanbul’daki Galata bölgesi gibi bir yer aklınıza gelmesin. Eski Liman ve Eski Şehir olarak tanımlanan kısımlar oldukça düz. Yukarıya doğru çıktıkça, önce tatlı eğimler, sonra binaların bulunduğu, bazısı epeyce dik tepeler var. Buralara merdiven ve asansörlerle çıkılabiliyor. Genova’yı tam olarak kavrayabilmek için bu asansörlerden birisi ile yukarı çıkmanızı ve tepeden şehri seyretmenizi öneririm. Asansörlerin içinde en çok önerilen, üzerinde Panorama della Citta yazan, Portello-Castelletto asansörü. Hangi yönden geldiğinize bağlı olarak, bu asansörle çıkmak için Galeria Giuseppe Garibaldi tünelinin içinden yürümeniz gerekebilir. Zira, asansör girişi bu tünelin iki çıkışından birine çok yakın. Tünelin ortalarında da aynı noktaya çıkan bir başka asansör girişi bulunuyor. Özel bir gün olduğu için miydi bilemiyorum ama, biz yukarı çıktığımızda bedava idi. Makinadan bilet almaya çalışırken, kibar bir hanım ücretsiz olduğunu söyledi.
Şehirde nerenin nerede veya nereye yakın olduğunu anlamak için bir diğer önerim de, Hop-On-Hop-Off otobüslerine binmek. Genova’da bu otobüsler, kırmızı ve mavi olarak adlandırılan, iki hat üzerinde gidiyorlar. Hiç inmediğimiz bir tam tur dahil olmak üzere yaptığımız birkaç tur sonradan yönümüzü bulmak konusunda bize epeyce yardımcı oldu. Özellikle mavi hattın, günümüzde Genova’nın bir mahallesi haline gelmiş olan, eski balıkçı köyü Boccadasse‘ye gitmesi çok büyük bir kolaylık oldu.
Renk renk evleri, merdivenli yolları ve parke taşlı dar sokakları ile çok sevimli bir yerleşim yeri olan Boccadasse, görülmeye değer. Çevresi yeni binalar tarafından kuşatılmış olsa da, Corso Italia caddesi ile Santa Chiara Burnu arasına sıkışmış dar bir koyda bulunan asıl köy, orijinal halini koruyabilmiş. Günümüzde hala balıkçılık yapılan bu yerde, sevimli restoranlar ve dondurmacılar da var. Köyün adının kaynağı konusunda çeşitli teoriler var. Ama bunların içinde en yaygın olanı, Boccadasse adının (koyun şeklinden dolayı) Genova lehçesinde eşeğin ağzı anlamına gelen bócca d’âze ifadesinin kısaltılmış hali olduğu şeklinde. Bir rivayete göre Boccadasse, M.S. 1000 yılı civarında fırtına dolayısı ile bu koya sığınan İspanyol balıkçılar tarafından kurulmuş.
Boccadasse’yi görmek için otobüsten ineceğiniz lüks Corso Italia caddesi boyunca çok güzel villalar ve alçak apartmanlar var. Sahil boyunca uzanan bu cadde aynı zamanda Genovalılar için de yürüyüş ve spor yapmak için gözde bir yer. Sahilde de plajlar sıralı. Plajlardan biri olan Nuovo Lido, 1950 yılında, Sophia Loren‘in katıldığı ve Zarafet Kraliçesi seçildiği İtalya Güzellik Yarışması’nın düzenlendiği yer olması nedeniyle ünlenmiş. Köyün bulunduğu yöne doğru yürürken, sahilde bir biblo gibi duran, 1240 yılında yapılmış, San Giuliano Manastırı‘nın ve 19. yüzyılda yapılan San Giuliano Kalesi‘nden günümüze kalanların yanından geçeceksiniz. Boccadasse koyunun tepesindeki Boccadasse Sant’Antonio Kilisesi küçük, sevimli bir kilise. İçerideki modern vitraylardan ve bazı objelerden anlaşıldığı üzere, köyün balıkçılarının kilisesi aynı zamanda. Kilisenin giriş kapısının karşısındaki diğer kapıdan çıktığınız zaman, Boccadasse’nin ünlü koyuna inen merdivenleri göreceksiniz.
Genova’da, öğle saatlerinde kapalı olmalarının dışında, her gün açık olan görülmeye değer yerler arasında katedral ve kiliseler var. Bunlardan biri olan Basilica della Santissima Annunziata del Vastato, otelimize oldukça yakındı. Etkileyici Barok süslemeleri olan basilica, Genova Üniversitesi‘nin de bulunduğu Via Balbi‘nin açıldığı Piazza della Nunziata meydanında. Daha sonra tekrar döneceğim Via Balbi, Genova’nın önemli sokaklarından birisi. Bu çok geniş olmayan sokakta sağlı sollu sıralanmış olan sarayların çoğu günümüzde üniversiteye verilmişler. Bundan dolayı sokak, her daim gördüğünüz üniversite öğrencileri ve kantin benzeri kafeleri ile adeta bir üniversite yerleşkesi havasında. Önündeki merdivenlere gruplar halinde oturan üniversite öğrencileri nedeniyle Annunziata Bazilikası da bu havadan nasibini alıyor. Bazilikanın yapımına 1520 yılında başlanmış. Ancak, maddi nedenle 1537 yılında durdurulmuş. 1591 yılında, Genova’nın nüfuzlu ailelerinden Lomelliniler tarafından inşaat tekrar başlatılmış. Bazilikanın içindeki süslemelerin yapımına 17. yüzyılın başlarında, kubbenin süslemelerini de bizzat kendisi yapan Andrea Ansaldo‘nun (1584-1638) liderliğinde başlanmış. Kilisenin içindeki tablolar ağırlıklı olarak daha önce tanımadığım Genovalı ressamlar tarafından yapılmışlar. Bu sayede, Giovanni Benedetto Castiglione, Giovanni Bernardo Carbone, Valerio Castello, Giovanni Domenico Cappellino ve Domenico Piola gibi Genova’da doğmuş veya Genova ekolünden sayılan ressamlarla eserleri aracılığıyla tanışmış oldum. Ana kapının üstündeki Son Akşam Yemeği tablosu 1618 yılında, Leonardo Da Vinci‘nin (1452-1519) aynı isimli eserinden esinlenen Milanolu ressam Giulio Cesare Procaccini (1574–1625) tarafından yapılmış. Bazilikanın Neoklasik ön cephesi 1830-1840 yılları arasında İtalyan mimar Carlo Barabino tarafından tasarlanmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Müttefiklerin bombardımanları nedeniyle bazilika hasar görmüş.
Genova gibi önemli bir şehre gelip, katedralini görmeden olmaz. Şehrin tarihi bölgesinde, insanın bir şekilde sıklıkla kendisini yakınında bulduğu San Lorenzo Katedrali‘nin yapımına 1110 yılında başlanmış, 1118 yılında takdis edilerek açılmış ama, gerçek anlamda tamamlanması 17. yüzyılı bulmuş. Çizgili dış görünümü ile Gotik özellikler taşıyan katedral, uzun süren tamamlanma süreci nedeniyle, içeride daha sonraki dönemlere ait mimari ve sanatsal özellikleri de barındırıyor. Çan kulesi ve kubbe 16. yüzyılda yapılmış. Katedrale girdiğiniz zaman sağ tarafta görülen bomba, 9 Şubat 1941 günü, İngiliz savaş gemisi HMS Malaya‘dan atılmış. Katedralin nef bölümünün güneydoğu kısmına isabet etmiş ama, patlamamış.
Genova’ya gitmeden görmeye karar verdiğim kiliselerden biri de Chiesa del Gesù idi. Bunun sebebi, ünlü Flaman ressam Peter Paul Rubens‘in (1577-1640) bu kilisede iki eserinin olması idi. Genova’da Rubens’in oldukça çok sayıda eseri var. Ticaretle zenginleşen Genovalı aristokrat aileler paralarını sanat için harcamaktan çekinmemişler. Bu arada, zamanın ünlü Flaman ressamlarına da özel bir ilgi duymuşlar. Genova’yı gezerken Rubens’in dışında Anthony van Dyck (1599-1641) da sıklıkla karşılaşılan bir Flaman ressam.
Kilise, 1597 yılında, Jesuit tarikatı tarafından burada daha önce bulunan, 6. yüzyıldan kalma bir kilisenin üzerine yapılmış. Mimarı olan Giuseppe Valeriano da yine bu tarikatın üyesi olan bir ressam, mimar ve papaz. Kilise, içindeki süslemeler ve eserler nedeniyle Barok dönemi Genovasının en değerli örneklerinden biri kabul ediliyor. Ben bu kiliseyi Duomo‘dan (San Lorenzo Katedrali) daha etkileyici buldum.
Chiesa del Gesù’da Rubens’in iki eseri var. Bunlardan biri, kilisenin altar‘ındaki İsa’nın sünnetini gösteren Sünnet (1608) tablosu. Rubens bu tabloyu, Jesuit rahip olan bir arkadaşını ziyaret etmek için Genova’ya ilk geldiği zaman yapmış. Sünnet tablosunun yansıttığı İsa’nın sünnet edilişi daha önce hiç karşılaşmadığım ve üzerinde düşünmediğim bir konuydu. O nedenle şaşırmadım desem yalan olur. Ancak, İsa’nın Yahudi olarak doğduğu düşünülürse, bunda yadırganacak bir durum yok. İkinci tablo, Aziz Ignazio’nun Mucizesi (1612-1620) adını taşıyor. Şehrin ileri gelenlerinin adeta birbirleri ile yarışırcasına şapel yaptırmaları sonucunda kilisede, bu iki eserin dışında, çok sayıda ünlü Genovalı ressamın eserleri de var.
Genova müzeleri çok olan şehirlerden. Tarihi, zengin parasal, kültürel ve sanatsal birikimi nedeniyle bu son derece doğal. Aralarından seçim yapmak gerekince ilk sıraya koyduklarımdan birisi, Akdeniz‘de alanında en büyük müze olduğu belirtilen Galata Deniz Müzesi oldu. Genova’nın tarihi liman bölgesindeki bu cam ve çelikten yapılmış müze, 2004 yılında Genova Avrupa’nın Kültür Başkenti olduğu zaman açılmış. İspanyol mimar Guillermo Vasquez Consuegra‘nın eseri olan yapı, bir zamanlar Genova’nın ünlü kadırga, kalyon ve gemilerinin yapıldığı tarihi tersanesinin (Darsena) en eski binasına yeni bir çehre kazandırılarak yapılmış. Müzenin içindeki bazı bölümlerde binanın barındırdığı tarihi duvarları görebiliyorsunuz.
Müzenin, zemin kat dışında üç katı ve bir de tepesinde seyir terası var. Ayrıca, müzenin kıyısına demirlenmiş bir denizaltı da gezilebiliyor. Açık söylemek gerekirse, Galata Müzesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir kere son derece bakımsız kalmış bir müze idi. Eserlerin konduğu vitrinler çok kötü aydınlatılmış, İngilizce açıklamalar konmamış. Ayrıca, Genova’nın denizcilik tarihi de doğru dürüst, kronolojik olarak açıklanmamış. Müzenin adını aldığı İstanbul’daki Galata kolonisi hakkında bile bir bilgi yok. Seyir terasının camları o kadar pis ki, manzaranın tadına da varamıyorsunuz. Tüm bu olumsuzlukları İstanbul’un en beğendiğim müzelerinden Deniz Müzesi ile karşılaştırınca, yine iyi olan hiçbir şeyimizin doğru dürüst tanıtımını yapamadığımızı düşündüm. Gerek modern müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş olması gerekse temizlik, bakım ve her eserin İngilizce açıklaması olması bakımından Beşiktaş’taki Deniz Müzesi gerçekten Genova’daki Galata Deniz Müzesi’nden çok daha üstün.
Müzenin üçüncü katı, 19. yüzyılda Genova’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya (özellikle Brezilya’ya) yapılan büyük göçe ayrılmış. İtalya’nın birleşmesinden yaklaşık 20 sene sonra başlayan büyük göçlerin temel nedeni fakirlik ve topraksızlık olmuş ve 1950’lere kadar yoğun bir şekilde devam etmiş. Yaşanan iki Dünya Savaşı da bu durumu körüklemiş. Müzenin bu bölümündeki göçmenleri taşıyan gemilerin canlandırmaları oldukça başarılı idi. Bir de, benim kendi açımdan müzeden edindiğim en ilginç kazanım, denizcilik ile ilgili tablo, çizim ve baskıların bulunduğu bölümde birdenbire karşıma çıkan bir gravür oldu. Geçen sene, Sicilya gezimiz sırasında, gerek Taormina‘da gerekse Siracusa‘daki Arkeolojik Park’ta, daha önce duymadığım Naumachia kelimesi ile karşılaşmıştım. Taormina’nın gezilen yerleri arasında Naumachia adında (bu ismin yanlışlıkla verildiği belirtilse de) bir yer vardı. Siracusa’daki Roma Amfitiyatrosu’nun da, istendiği zaman su ile doldurularak bir Naumachia’ya dönüştürülebildiğinin belirtildiğini yazmıştım. Naumachia, Romalıların eğlenmek için yaptıkları deniz savaşları oyunları için kullandıkları büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verdikleri isim. İşte karşıma çıkan, 18. yüzyılda Charpentier- S. Berteaux tarafından yapılmış bu gravür, bir Naumachia’yı tam olarak gözümde canlandırmamı sağladı.
Galata Müzesi’nin bulunduğu eski liman bölgesi, esasen Colombo’nun Amerika’yı keşfetmesinin (1492) 500. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, kendisi de Genova doğumlu olan ünlü İtalyan mimar Renzo Piano (1937- ) tarafından 1985-2001 yılları arasında hayata geçirilen bir proje çerçevesinde yeniden düzenlenmiş. Renzo Piano, en çok Paris’te 70’li yıllarda yaptığı Centre Georges Pompidou (Merkezi) ile tanınan bir mimar. Dünyanın çeşitli yerlerinde önemli eserleri var. Kendisi aynı zamanda 2022 yılında açılan yeni Istanbul Modern‘in de mimarı. 2013 yılından beri İtalyan Senatosu’na yaşam boyu senatör olarak seçilmiş.
Renzo Piano’nun Genova’nın eski limanı için yaptığı proje ile bölgeye hem Galata Deniz Müzesi ve Akvaryum gibi ilaveler yapılmış hem de tarihi liman binaları restore edilmiş. Bu projenin belki de en popüler parçası ise, Renzo Piano’nun kıyıda, bir konser ve kutlama alanı olarak yaptığı Piazzale delle Feste ve onun çatısını da ayakta tutan panoramik Bigo asansörü. Bigo’nun tasarımına ve adına, tarihte Genova limanında gemilere kargo yüklemek ve boşaltmak için kullanılan vinç esin kaynağı olmuş. Her 10 dakikada bir 40 metre yüksekliğe çıkan bu yuvarlak asansörden limanı ve dar sokakları (caruggi) ile bir labirente benzeyen şehri seyredebiliyorsunuz. Galata Müzesi’nden sonra Bigo da beni biraz hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Buna sebep, asansörün içinde havalandırma olmaması ve camlarının kirliliği oldu. Bir de asansör kabini dönüyor olsaydı daha hoş olurdu kanımca. Böylelikle, insanlar kısıtlı zamanda her yeri görebilmek için sürekli yer değiştirmek zorunda kalmazdı. Sonradan, aslında kabinin 360 derece dönecek şekilde tasarlandığını öğrendim. Renzo Piano gibi bir mimarın bunu akıl etmemiş olması düşünülemezdi zaten ama, biz bindiğimizde sabitti. Geçici bir arıza mıydı yoksa, genel bir bakımsızlık mıydı, bilemiyorum. Tüm bu eleştirilerime karşın, limanı ve çevresini yukarıdan görebilmek açısından enteresan bir deneyim oldu.
Galata Müzesi’nden Bigo’ya doğru yürürken, sahilde korsan gemisi görünümlü bir tekne var. Neptün isimli bu tekne, Roman Polanski‘nin 1986 yılında çektiği Pirates (Korsanlar) filmi için, 17. yüzyılda kullanılan kalyonlar örnek alınarak yapılmış. Tunus’da gerçekleştirilen çekimlerden sonra, kısa bir süreliğine Cannes’a götürüldükten sonra, Genova’ya hediye edilmiş. Tıpkı, Malta ve Comino adaları ile Meksika’da çekilen Troy filmindeki tahta atın, daha sonra Çanakkale‘ye hediye edilmesi ve günümüzde şehir merkezinde turistik bir çekim noktası haline gelmesi gibi.
Avrupa’nın belli başlı tüm kentlerinde göz kamaştırıcı saraylar vardır. Gidenler eminim, çeşitli yerlerde birkaç tanesini gezmişlerdir. Tarihte çok zengin bir devlet olan Genova’da da çok sayıda saray var. Bunlardan 42 tanesi 2006 yılında, Le Strade Nuove (Yeni Sokaklar) ve Palazzi dei Rolli (“Liste Sarayları”) başlığı altında UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmışlar. Bu saraylar sadece mimarileri, iç süslemeleri, mobilyaları ve sahiplerine ait kişisel resim koleksiyonları (ki kendi başına bu bile yeterli olabilirdi) nedeniyle değil, dönemine göre müthiş bir kent planlama projesinin parçası oldukları için de Dünya Mirası sayılıyorlar. Çoğunluğu geç 16. yüzyıl ile erken 17. yüzyıl arasında, yani Ceneviz Devleti’nin finansal ve denizcilik açısından en güçlü olduğu dönemde yapılan “Rolli Sarayları“, idari otorite tarafından parsellenerek bir plan dahilinde sahiplendirme yapılan Avrupa’nın ilk kentsel gelişim projesi kabul ediliyor. 1576 yılında Ceneviz Senatosu, o zamana kadar limanın etrafındaki dar sokaklara ve Orta Çağ’dan kalma yapılara sıkışmış olan Genova’nın, kuzeye doğru genişlemesine ve proje çerçevesinde parsellenen alanın kentin aristokratlarına tahsis edilmesine karar vermiş. Bu amaçla açılan yollara Strade Nuove, yani Yeni Sokaklar deniyor. Bunlar, günümüzde Genova’ya giden herkesin çokça gezindiği; Via Giuseppe Garibaldi (1558-1583 yılları arasında açılmış), Via Balbi (1602-1620 arasında açılmış) ve daha sonra (1778-1786) açılan Via Cairoli. O zamana kadar buralarda sadece, bölgeye serpiştirilmiş halde bazı manastırlar ve kiliseler varmış. Söz konusu sokakların etrafına zaman içinde Genovalı aristokrat aileler tarafından 163 tane Rönesans ve Barok tarzda saray yaptırılmış. Sokakların tasarımının, bazı sarayların da mimarı olan Galeazzo Alessi tarafından yapıldığı belirtiliyor. Rubens Genova’ya geldiği zaman bu sokak ve saraylardan çok etkilenmiş. Bazı sarayların cephe çizimlerini ve planlarını içeren, Genova’nın Sarayları isimli bir kitap hazırlamış ve 1622 yılında Antwerp‘de (Anvers) yayınlamış. Bu kitabın, daha sonra İtalyan mimarisinden önemli ölçüde etkilenen Kuzey Avrupa mimarisi üzerinde önemli bir etkisi olduğu düşünülüyor. Yukarıda belirttiğim gibi, toplam 163 saraydan 42 tanesi 2006 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.
Sarayların dünya mirası kabul edilmelerinin bir diğer nedeni ise çok özel bir sistemin, Rolli olarak adlandırılan ve yine yönetim tarafından belirlenen bir Liste sisteminin parçası olmaları. Buna göre, aristokrat ailelerin sahip olduğu söz konusu saraylar, Ceneviz Devleti’ni resmi olarak ziyaret eden yabancı devlet konuklarını ağırlamak için bir tür devlet misafirhanesi olarak kullanılırlarmış. Günümüze ulaşmış ve farklı tarihlerde Senato tarafından yayınlanmış beş listede yer alan saraylar büyüklük, güzellik ve önemlerine göre üç kategoriye ayrılmış ve buna göre her sarayın hangi düzeyde konuk ağırlayacağı belirlenmiş. Örneğin, Papa, İmparator, Kral konumundaki konuklar belli sarayların sahibi aileler tarafından konuk edilirken, Kardinaller, Prensler, büyükelçiler, valiler ve benzeri ünvanlara sahip olanlar listedeki başka saraylarda ağırlanırlarmış. Konukların bu ağırlama sistemi yerine neden bizzat Genova Dükü tarafından konuk edilmedikleri merak konusu olabilir. Bunun sebebi olarak, Andrea Doria’nın öncülüğünde yapılan reformlarla Genova Dükü’nün hem yetkilerinin kısıtlanmış olması hem de sadece iki sene için seçilmesi gösteriliyor. (Ondan önce, Genova Dükleri de Venedik Dükleri gibi çok daha fazla güç sahibi olmaları yanında, bir de ömür boyu başta kalabiliyorlarmış). Ayrıca bir başka neden de, Genova Düklerinin ikametgahları olan Palazzo San Giorgio ve Palazzo Ducale‘nin üst düzey konukları ağırlamak için çok uygun olmamasıymış.
Günümüzde bu sarayların bazıları hala özel mülk ve aristokrat kökenli ailelere ait. Bir kısmı, üniversite, banka veya devlet dairesi olarak kullanılıyor. O nedenle müze olanların dışındakileri gezme imkanı yok. Ancak, 2006 yılından beri her yıl, bu sarayların bir kısmı Rolli Günleri organizasyonu kapsamında halka açılıyor. Bu yıl 13-15 Ekim tarihleri arasında, müze olanlar ücretsiz olmak üzere, 30’dan fazla saray halka açılmış. Sarayları gezmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerektiği için, bizim orada bulunduğumuz zamana denk gelen bu günlerden biz yararlanamadık. Ama, daha sonra müze olan birkaç tanesini gezdik.
Genova’da gezmeye değer saraylardan biri olan Palazzo Reale, yani Kraliyet Sarayı, yukarıda daha önce bahsettiğim ve Genova Üniversitesi binalarının bulunduğu Via Balbi’de bulunuyor. Aslında Rolli Sarayları’ndan biri olan Palazzo Reale’nin orijinal adı, Palazzo Stefano Balbi. Buranın bir kraliyet konutu olması elbette ileride, Genova Dukalığı tarihe karıştıktan çok sonra oluyor. Genova’da yapılan tarihi kent planlamasında Via Balbi’ye adını veren Balbiler, Rönesans döneminde Genova’ya en çok katkı yapmış ailelerden biri. 1500’lerde başladıkları ipek, kadife, yün ve cıva ticareti ile daha sonra girdikleri uluslararası bankacılık faaliyetleri onların zamanla şehrin aristokrat sınıfına dahil olmalarını sağlamış. Aile üyelerinden bazıları daha sonra Genova Dükü de olmuşlar. 1600’lerde Via Balbi’nin yapımını üstlenen aile, buraya hem saraylar hem de bir Jesuit Okulu yaptırmış. Günümüzde Jesuit Okulu ve sarayların bir kısmında Genova Üniversitesi faaliyet gösteriyor. Palazzo Reale adı altında müze olan Stefano Balbi Sarayı’nın yapımına 1643 yılında başlanmış, 1650 yılında bitirilmiş. Bu dönemde sarayın içi de dönemin en ünlü sanatçılarının eserleri ile donatılmış. 1670’lerin sonunda saray, Genova’nın bir başka zengin aristokrat ailesine, Durazzo ailesine geçmiş. Bu dönemde saray freskler, alçı kabartama süsler (stucco), goblen duvar halıları ve çok değerli tablolarla donatılmış. Versailles Sarayı’ndan esinlenilerek bir “Aynalar Galerisi”, yandaki Teatro del Falcone tiyatrosuna saraydan doğrudan geçiş ve zaten zengin olan tablo koleksiyonuna önemli katkılar yapılmış. Palazzo Reale’nin resim koleksiyonunda çok değerli Van Dyke, Rubens, Veronese, Tintoretto ve çok sayıda Genevizli ressamın eserlerini görmeniz mümkün.
19. yüzyılın başına gelindiğinde Durazzo ailesinin varisleri sarayı satmaya karar vermişler. Satın almak isteyenler arasında, 1805 yılında burada misafir olarak kalan Napolyon da varmış ama, sonunda saray 1823 yılında Savoia (Savoy) hanedanından, Sardinia Kralı Carlo Felice‘ye satılmış. Sarayın Kraliyet Sarayı haline gelmesi de bu şekilde olmuş. Bunun için yapıda taht odası, kral ve kraliçe daireleri gibi bir takım düzenlemeler yapılmış. Kraliyet ailesi, asıl sarayları Torino‘da olmakla beraber, Genova’daki bu sarayı da kullanmış. Palazzo Reale, 1919 yılında Kral Vittorio Emanuele III tarafından, diğer bazı kraliyet rezidansları ile birlikte, İtalyan Devleti’ne satılmış.
Palazzo Reale, zevkle gezdiğim bir saraydı. Ünlü ressamların tablo ve fresklerinin dışında, her bir köşesi inanılmaz detaylarla dolu, ince bir zevki yansıtan bir saray burası. Bahçesi de ayrı güzel. Yalnız bahçeye çıkmadan önce, yukarıdaki terastan bahçeyi incelemenizi öneririm. Nilüferlerle dolu havuzun etrafında, siyah ve beyaz taşlarla yapılmış resimlerin güzelliğini insan önce yukarıdan görünce daha iyi anlayabiliyor. Sarayın içindeki yönlendirmeler sizi doğal olarak bu terasa götürüyor. Ayrıca, görevliler de sizin doğru gezi yönünde olmanız konusunda çok yardımcı oluyorlar. Bahsettiğim terastan aynı zamanda, yan taraftaki Teatro Falcone ile olan bağlantıyı da yukarıdan görmeniz mümkün. Tiyatroya düşkün olan Durazzo ailesinin burada beş tane özel daimi locası varmış.
Genova’yı gezmeye gelenlerin en çok ziyaret ettiği saraylardan birisi de, binanın dış boyası nedeniyle Palazzo Rosso (Kırmızı Saray) olarak anılan Palazzo Brignole Sale. Kırmızı renginden dolayı, Via Garibaldi’ye girince onu görmemek imkansız. Onun karşısında bir başka ünlü saray, Palazzo Bianco (Beyaz Saray) var. Palazzo Bianco’nun içinden de bir başka saraya, günümüzde büyük çoğunluğu belediye binası olarak kullanılan Palazzo Doria Tursi‘ye geçiş var. Alacağınız biletle bu üç sarayı gezebiliyorsunuz. Palazzo Doria Tursi’ye belediye girişi olan ana kapıdan da ücretsiz girebilirsiniz ancak, bu durumda müze olan kısımları ve en önemlisi, bir Genovalı olan Niccolò Paganini‘nin (1782-1840) ünlü kemanını göremezsiniz. Şimdi biz Palazzo Rosso’ya geri dönelim.
Palazzo Brignole Sale, yani Palazzo Rosso, 1671-1677 tarihleri arasında yapılmış. Sarayın mimarı, eserleri arasında Genova’nın birçok sarayı olan, Pietro Antonio Corradi. Saray, ailenin iki erkek çocuğu, Ridolfo ve Giovanni Francesco Brignole Saleiçin yaptırılmış. Çekilen kura sonucu büyük olan Ridolfo ikinci kata, kardeşi Giovanni Francesco da birinci kata yerleşmiş. Ancak, 1683’te abisi hiçbir varis bırakmadan ölünce, Giovanni ailesi ile ikinci kata taşınmış ve birinci katı, kayınpederi olan Giuseppe Maria Durazzo’ya bırakmış. (Durazzo ailesini yukarıda, Palazzo Reale’nin ikinci sahipleri olarak hatırlayacaksınız. Genova’nın aristokrat aileleri çok geniş oldukları ve birbirleri ile de evlendikleri için aynı soyadına birçok sarayda rastlamanız mümkün). Kayınpeder burayı kendi değerli resim koleksiyonu ile donatırken, damadı Giovanni Francesco yukarı katta büyük bir yeniden dekorasyon işine girişmiş ve böylece günümüzde insanın nefesini kesen duvar ve tavan freskleri yapılmış. Birkaç kuşak boyunca sürdürülen bu çalışmaların sonucu olarak saray, zamanının en önemli sanatçılarından Gregorio De Ferrari (1647-1726), Domenico Piola (1627-1703), oğlu Paolo Gerolamo Piola (1666-1724), Giovanni Andrea Carlone (1639-1697) gibi ressamların ve stucco ustalarının eserleri ile donatılmış. Bunların arasında en çarpıcı olanlar, Gregorio De Ferrari’nin ilkbahar ve yazı, kayınpederi Domenico Piola’nın ise sonbahar ve kışı resmettikleri freskler. Oğul Piola’nın, bir göz yanılsaması eseri olan (trompe l’oeil) Diana ve Endymiontasviri de çok etkileyici. Ne yazık ki, bu eserlerin bir kısmı II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar almışlar ve restore edilmek zorunda kalmışlar.
Bunların yanında, ikinci katta da çok zengin bir resim koleksiyonu var. Aralarında Van Dyck, Veronese, Dürer, Strozzi gibi ressamların eserlerinin bulunduğu salonlar dolusu bir hazine bu. Sarayın mobilyaları da ayrıca etkileyici. Sanırım, Palazzo Rosso’nun muhteşemliğinden bu kadar söz ettikten sonra, Brignole Sale ailesinden birden çok kişinin de farklı zamanlarda Genova Dükü seçildiğini eklememe çok gerek yok.
Palazzo Rosso’da ilginç bulduğum konulardan birisi, yüzyıllar geçerken aristokrat ailenin yeni üyelerinin de yukarıda belirtilen De Ferrari, Piola gibi sanatçıların çocukları, torunları ya da onların çocukları ile saraylarını güzelleştirmeye devam etmeleri oldu. Böylece bir yandan zenginlik kuşaktan kuşağa geçerken, benzer bir şekilde sanatsal yetenek de kalıtsal olarak sanatçıların tarafında bir kuşaktan ötekine geçmiş.
Sarayın üçüncü katında, iki ayrı daire daha var. Bunlardan,Albini Dairesidenilen kısım, eski ile yeninin, antika ile modernin gerek mimari gerekse sanat eserleri açısından büyük bir uyum içinde bir araya getirildiği bir mekan. 1955 yılında yapılan bu daire, ünlü İtalyan mimar, tasarımcı ve akademisyenFranco Albini(1905-1977) tarafından, o sıralar müze müdürü olanCaterina Marcenaro(1906-1976) için lojman olarak tasarlanmış. Büyük bir mekanın son derece estetik çözümlerle oturma odası, yemek odası, yatak odası ve şömineli oda olarak nasıl bölünebileceği ve dekore edilebileceği konusunda son derece güzel bir örnek. Dairede bulunan sanat eserleri, kitaplar ve mobilyalar Marcenaro’nun kişisel koleksiyonu imiş. Burada iki şey içimi aydınlattı. Birisi, tasarımı yine Albini’ye ait olan şömineli odanın tabanındaki Anadolu kilimi ve halısı. Diğeri ise, eski müze müdürünün sanat kitapları arasında sevgili babamın bana verdiği ressamlar serisinin aynısını görmek…
Üst katta bir de, Brignole Sale ailesinin son varislerindenGalliera Düşesi, Maria Brignole Sale‘nin (1811-1888) Paris’te kendisine ve eşine ait Matignon Malikanesi‘nden bağışladığı mobilyalarla döşenmiş bir bölüm var. Buradaki birkaç odada bir canlandırması yapılan Paris’teki bu malikane (Hotel Matignon) günümüzde Fransa Başbakanlık resmi konutu olarak kullanılmaktaymış. Gezdiğimiz muhteşem Palazzo Rosso da Düşes tarafından 1874 yılında, müze yapılması için, Genova Belediyesi’ne bağışlanmış.
Kırmızı Saray’ın karşısındaki Beyaz Saray (Palazzo Bianco), 1530-1540 yılları arasında, Genova’nın en önemli soylu ailelerinden birinin üyesi olanLuca Grimaldiiçin yapılmış. Yüzyıllar içinde burası da, Palazzo Rosso’nun sahipleri olan Brignole Sale ailesinin mülkiyetine geçmiş. Ailenin yukarıda belirttiğim son varisi Galliera Düşesi burayı da, Palazzo Rosso ile beraber, Genova şehrine bağışlamış. Günümüzde bu sarayın da bir bölümünde son derece zengin bir sanat koleksiyonu var. Flaman, İspanyol ve İtalyan ressamların tablolarının arasında burada da Rubens ve Van Dyck karşımıza çıkıyor. Bölgedeki diğer saraylar gibi, arazi ile son derece uyumlu bir mimarisi olan Palazzo Bianco’nun iki farklı seviyede yer alan iki avlusu var. Birinci kattan çıkılan avlu, havuzları ve bahçesi ile, 18. yüzyıldaki görünümünü koruyor. Zemin seviyesindeki ikinci avlu, aynı zamanda Palazzo Doria Tursi’ye geçişi sağlıyor. Burada bir de, daha önce burada bulunanSan Francesco Kilise ve Manastırı‘nın kalıntıları var. 13. yüzyılda yapılan yapı, Napolyon döneminde kilise mallarına el konulması nedeniyle önce harabeye dönmüş, sonra da yıkılmış. Üzerinde bulunduğu arazinin bir bölümü iki saraya (Palazzo Bianco ve Palazzo Doria Tursi) katılmış, bir bölümüne de bahçe yapılmış. Kilisenin yerin altındaki mezarlık bölümüne (kript) ait buluntuları Palazzo Doria Tursi sarayına geçişi sağlayan geçitte görmek mümkün.
Günümüzde Genova Belediyesi’nin de bulunduğu Doria Tursi Sarayı, 1565 yılında, bir başka Grimaldi ailesi üyesi,Niccolò Grimaldi(1524-1593) tarafından yaptırılmaya başlanmış. Via Garibaldi’de üç parsel üzerine oturan tek saray olarak sokağın en muhteşem sarayı olmaya adaymış. Çok sayıda asilzade ünvanı ve inanılmaz serveti nedeniyle takma adı “Monark” olan Niccolò Grimaldi için inşaat süreci on yıl gayet iyi gitmiş. Ancak 1575 yılında, kendisine borcu olanİspanya Kralı II. Philipborçlarının ertelenmesini isteyince maddi zorluğa düşmüş ve bu yüzden inşaat ve özellikle dekorasyon işleri durdurulmuş. Sarayda fresk ve diğer süslemelerin olmaması buna bağlanıyor. 1593 yılında saray, Doria ailesinden (ünlü Andrea Doria’nın yeğeni) Giovanni Andrea Doria (1539–1606) tarafından, küçük oğlu,Tursi Dükü Carlo(1576-1649) için satın alınmış. Böylece sarayın adı da Doria Tursi olmuş. 1820 yılında saray Savoia (Savoy) hanedanı tarafından satın alınmış veKral Vittorio Emanuele I‘in istediği doğrultuda yeniden düzenlenmiş. Bir saat kulesi eklenmiş ve bazı salonlara freskler yapılmış. 1850 yılında Genova şehrinin mülkiyetine geçmiş ve Belediye Sarayı yapılmış. 2003-2004 yılında yapılan restorasyon ile binanın ana katı müze olarak halka açılmış.
Liguria bölgesinde ve Genova’da insan Grimaldi aile adı ile çok sık karşılaşıyor. Söz konusu ismi sadece bina ve sokak adı olarak değil, gemilerin üzerinde de çok gördüm. Bu bana günümüzdeki Monako Prensliği‘ni çağrıştırdı. Monako’yu yöneten hanedanın adının da Grimaldi olduğunu anımsadım. Yanılmamışım. Bilgileri kontrol ettiğimde, Grimaldi hanedanının 1160 yılında Genova’da kurulduğunu ve 1297 yılındaFrancesco GrimaldiMonaco’yu zaptettiğinden beri de Monako Prensliğini yönettiğini teyit etmiş oldum.
Palazzo Doria Tursi’nin de beş salondan oluşan kendine ait bir resim koleksiyonu var. Ancak, burada ek olarak başka ilginç şeyler de görmek mümkün. Şehir koleksiyonun parçası olan tarihi Genova Cumhuriyeti döneminde ticarette kullanılmış ağırlıklar ve şarap, zeytinyağı gibi sıvılar için geliştirilmiş ölçü kapları, tarih boyunca insan için ticarette ölçü standardının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, Genova’ya özgü tarihi seramikleri ve bunların arasında, esinlenildiği belirtilen, İznik çinilerini görmek de güzeldi. Bunların dışında, tarih boyunca basılmış Genova paraları ve madalyalar da vardı. Sala degli Arazzi‘de ise, Genova’nın 14. yüzyıla kadar giden Hollanda ile ekonomik bağlarının bir göstergesi olan şahane goblen Flaman duvar halıları bulunuyor. Bunların birkaç tanesindeBüyük İskender‘in yaşamından sahneler canlandırılmış.
Tüm bunlardan sonra, şüphesiz Genova şehrinin en büyük gurur kaynaklarından birisi olan Niccolò Paganini ile ilgili bölüme geliyorsunuz. Burada, Paganini’ye ait birçok belge, mektup, madalya, nota ve özel eşya arasında en dikkat çekici eser tabii ki, sanatçının vasiyetinde Genova’ya bağışladığı ünlü kemanı var. Tok sesi nedeniyle sanatçı bu kemana, topa bir gönderme yaparak, “Il Cannone” dermiş.
Bilindiği gibi, dünyanın en değerli kemanlarının ikiCremonalıusta, Antonio Stradivari(1644-1737) ve Giuseppe Guarneri(1698-1744) tarafından yapıldığı kabul ediliyor. Guarneri daha sonra, kemanlarına bir haç işareti koymaya başlaması nedeniyle, ‘del Gesu’ (İsa’nın) olarak da anılmış. Paganini’nin, 11 tanesi Stradivari yapımı olmak üzere, çok sayıda kemanı olmasına karşın, Guarneri’nin yaptığı Il Cannone‘ye özel bir bağlılığı varmış ve bir virtüöz olarak yeteneğini en çok bu keman ile çaldığı zaman gösterdiğini düşünürmüş. 1743 yılında yapılan bu keman Paganini’ye Livorno’da bir Fransız hayranı tarafından hediye edilmiş. Keman 1751’den beri Genova Belediyesi’nin koruması altında. Yılda bir kere, 12 Ekim Colombus Kutlamaları çerçevesinde, o yıl Uluslararası Paganini Keman Yarışması’nı kazanan sanatçı tarafından çalınıyor. Il Cannone‘nin bulunduğu salonda onun bir de kopyası sergileniyor. Sivori Kemanıolarak bilinen bu kopya, 1834 yılındaParis‘te Jean-Baptiste Vuillaume(1798-1875) tarafından yapılmış. Vuillaume bu kopyayı, Paganini kendisinden Il Cannone’yi tamir etmesini istediği zaman yapmış ve sanatçıya tamir ettiği asıl kemanı geri verirken hediye etmiş. Sanatçı aslından çok zor ayırt edilebilen bu kemanı daha sonra öğrencisi,Camillo Sivori‘ye (1815-1894) hediye etmiş. Sivori’nin varisleri de, ölümünden kısa bir süre sonra kemanı Genova şehrine armağan etmişler.
Liguria gezimiz sırasında Genova’ya ayırdığımız, birkaç güne yayılmış, bölümde gördüklerimizi böylece tamamlamış oluyorum. Kısıtlı zamanda her gezi insanın önüne bir takım tercih yapma zorunlulukları koyuyor. Bu sefer de tabii ki öyle oldu. Aklım pek çok yerde kaldı. Zengin Liguria mutfağından damağımıza değenler çok yakında bir sonraki yazımda olacak.
Kapatırken, büyük bir şans eseri Genova’da sergisine denk geldiğimizBanksy‘e de bir selam yollayalım. Ben de herkes gibi, Banksy’nin üç beş eserini biliyordum. Meğer bilmediğim ne çok yapıtı varmış. Hepsi insanı farklı yönlerden çarpan, sarsan ve düşündüren eserler… Bilindiği gibi, dünyaca ünlü Banksy’nin kimliği kesin olarak bilinmiyor. Sadece, Bristol’dan çıktıkları bilinen bir grup grafiti sanatçısından birisi olduğu tahmin ediliyor. Eserleri siyasi otoriteler tarafından, kimi zaman saatler içinde, üstleri boyanarak yok edilen Banksy, yerleşik düzen açısından temsil ettiği tehlikenin de farkında elbet: “Dünyayı daha iyi bir yer yapmak isteyen bir kişiden daha tehlikeli bir şey yoktur” diyor Banksy. Sanatçı, 1990’lardan beri, sadece İngiltere’de değil, tüm dünyada yaptığı grafitilerle hem güncel hem tarihsel politik ve toplumsal çelişkilere dikkat çekiyor. Dikkat çekmekle kalmıyor, aslında dünyayı değiştirmek de istiyor. Onun 2005 yılında, Filistin ve İsrail’i ayıran duvarı protesto etmek için yaptığı resimlerin bazılarından ve tamamen kendisinin finanse ettiği “The Walled Off Hotel” projesinden daha önce sosyal medya hesaplarımda söz etmiştim. İşte bunlar da, iki saat geçirdiğimiz Genova Banksy sergisinden farklı konular üzerine bir iki resim…
Ağustos ayının sonuna yaklaşırken, 28 Ağustos günü, İstanbul‘dan Yunanistan‘ın Sakız Adası‘na gitmek üzere yola çıktık. Bildiğiniz gibi, Sakız ya da uluslararası adıyla Chios, Çeşme’nin hemen karşısında bulunuyor. Genelde yabancı yer isimlerini, yaygın olan yabancı dillerde (örneğin İngilizce veya Fransızca) okundukları şekilde söylemeye alışkın olduğumuz için, bizde de “Kios” olarak adı geçtiği oluyor. Sakız’da, yerli halktan İngilizce bilmeyen bazı kişilere derdimizi anlatmaya çalışırken, adalarının adını bu şekilde telaffuz edince hiçbir şey anlamadıklarını fark ettim. Böylece, aslının “Hios” olduğunu öğrenmiş oldum.
Adalara özel bir merakım var. Bu sitede de daha önce, gittiğim birkaç ada ile ilgili yazı yazmıştım. (Capri, Meis, Bozcaada ve Gökçeada ile ilgili yazılarıma linklere tıklayarak erişim sağlayabilirsiniz. Sicilya ile ilgili uzun yazı dizimi ise, bildiğiniz gibi henüz yeni bitirebildim). Ben bilmiyordum, meğer adalara hastalık derecesinde ilgi duyanlara verilen özel bir isim varmış. Böyle insanlara islomaniak, hastalığa daislomaniadeniyormuş. Yani, kısaca tanımlamak gerekirse, etrafı sularla çevrili bir kara parçasında bulunmak ya da yaşamak için karşı konulamaz bir istek duyan ve bir adada bulunmaktan zevk alan insanlara islomaniak deniyormuş. Bu bilginin bende yarattığı şaşkınlığın hemen ardından, terimin kimin tarafından türetildiğini öğrenince, ikinci bir şaşkınlık daha yaşadım. İslomania kelimesini ilk kullanan ve tanımlayan, Britanyalı romancı, şair ve oyun yazarıLawrence G. Durrell(1912-1990) olmuş. Edebiyat dışında gezi kitapları ve anılarını da yayınlayan Durrell, bir süre yaşadığı Korfu ve Rodos üzerine yazdığı eserlerinde bu tutkuya değinmiş ve adını koymuş. Ben şahsen islomaniak olduğumu düşünmüyorum ama, adaları genel olarak severim ve bir adada sürekli yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu sık sık merak ederim.
Sakız Adası, yüzölçümü olarak Yunan Adaları arasında beşinci sırada. Adanın 66 tane köyü olduğu belirtiliyor. Zengin tarihi mirası ve farklı özellikleri olan yerleşim yerleri nedeniyle, adayı iyi bir şekilde gezebilmek için araba şart. Bundan dolayı, ya arabanızla gitmenizi ya da orada araba kiralamanızı öneririm. Aksi takdirde, adanın merkezi olanChios Şehri‘ne sıkışıp kalmanız veya daha zahmetli ve vakit alan kamu ulaşımını kullanmanız gerekir. Biz, kendi arabamız ile gitmeye karar verdik. Arabanızı götürmek, yolculuk öncesi çok fazla bir bürokrasi gerektirmiyor. Normal olarak yurt dışına çıkış için gerekli tüm belgelerin dışında, arabanız içinYeşil Kart Sigortasıyaptırmanız, arabanızın yurt dışındayken başına gelebilecek ek riskleri de kapsayacak şekilde kaskonuzu bir zeyilname ile genişletmeniz, ve tabii ki, ruhsatınızı unutmamanız yeterli. Şimdiye kadar Yunanistan’ın farklı sınır kapılarında ve değişik adalara girişlerde polis ve gümrük görevlilerinin birbirinden çok değişik tutumlarını gözlemledim. Kendi deneyimimize dayanarak, Sakız Adası’nda kibar, oldukça hızlı ve çok bürokratik olmayan bir tutumla karşılaştığımızı söyleyebilirim. Bu konuda Çeşme’den çıkış işlemlerinin daha uzun ve ayrıntılı olduğunu belirtmeliyim. Buna arabaların boşaltılması ve X-ışınları ile taranması dahil. Sınırlarımız kaçak göçmenler tarafından delik deşik bir hale gelmişken, bu duruma bir anlam veremedim açıkçası. Sanki Yunan tarafının yapması gereken sıkı denetimi biz üstlenmiş gibiydik.
Çeşme’den Sakız Adası’na giden arabalı feribot akşam saat 7’de kalkıyordu. O nedenle, çok erken bir saat yerine, İstanbul’dan sabah 10’da yola çıkmak bizim için yeterli oldu. Çeşme limanında yukarıda belirttiğim işlemleri de tamamlamak için bol bol vaktimiz kaldı. Limandaki kafede kalkış saatini beklerken, Sakız’a giden ve oradan gelen Yunanlı sayısı dikkatimi çekti. Bu kişiler Midilli’den Ayvalık’a, Kos’tan Bodrum’a veya Meis’ten Kaş’a gelenler gibi günübirlik, alış veriş yapmaya gelenler değildi. Birkaç tane günübirlik gelen de vardı ama, çoğunluk çok sayıda bavulları ile birlikte, tatil yapmaya gelen Yunanlılardı.
Çeşme’den Sakız Adası’na feribot 40 dakika sürdü. Bizim gibi, adaya tatil için giden çok sayıda Türk vardı. Sakız’da geçirdiğimiz birkaç gün boyunca yaptığımız harcamalardan sonra bunun normal olduğunu düşünmeye başladım çünkü, günümüzde Türkiye’de sahil bölgelerinde uygulanan aşırı yüksek ve vatandaşı kazıklamaya yönelik fiyatların yanında, burada yeme-içme (hele kalite ve porsiyon büyüklüğü karşılaştırması yapılınca) gerçekten ucuz kalıyor. Euro kuruna rağmen bu böyle. Ayrıca, bizim kaldığımız otel ucuz olmamasına karşın, kalınabilecek daha hesaplı bir sürü seçenek var.
Sakız’a gitmeden, adada deniz tatili yapmak yerine, görülmeye değer yerleri gezmeye karar vermiştik. Öyle de yaptık. Çok bilinen, sosyal medyada ünlü kimi köyler dışında, gitiğimiz yerlerde çok fazla yurttaşımıza rastlamadık. Anlaşılan, bizim aksimize, giden vatandaşlarımız daha çok denize girmeyi tercih ediyorlardı. Bu konuya değinmemim nedeni, eğer Sakız Adası’ndaki plajlar ve deniz hakkında araştırma yapıyorsanız, size o konuda yardımcı olamayacağımı belirtmek için. İnternette bu konuda ayrıntılı bilgi bulabileceğiniz pek çok site var zaten.
Feribot limanın iki yanındaki mendireklerin ortasından geçerek şehre yaklaşırken, sahildeki uzun kordon boyunu ve onun bir ucundaki kalacağımızChios Chandris Hotel‘i gördük. Dört gece kaldığımız otelimizden ve verilen hizmetten genel olarak memnun kaldık diyebilirim. Konum olarak da, gerek görmek istediğimiz yerlere gerekse kordon boyunca sıralanmış restoran ve barlara yakın olması açısından idealdi. Otelin kendine ait bir otoparkı yoktu ama bulunduğu sokakta veya civardaki sokaklarda park yeri bulmak mümkün. Personel oldukça yardımseverdi. Özellikle, birkaç iyi restoran önermesini istediğimiz resepsiyon görevlisinin çok yardımcı olduğunu yazmadan geçmek istemiyorum. Farklı yerlerde önerdiği restoranlar gerçekten çok iyi çıktılar. Tüm bu olumlu yönlerine karşın, oteli fiyat olarak hak ettiğinden pahalı bulduğumu da belirtmeliyim.
İlk akşam, öneri üzerine gittiğimiz kordondakiGonia(Η Γωνιά) restoranı çok beğendik. Adanın genelinde olduğu gibi, porsiyonlar büyük ve ayrıca çok lezzetli idi. Birkaç yıl önce, Yunanistan’da restoranlardaki porsiyon büyüklüklerinin Turizm Bakanlığı tarafından denetlendiğini okumuştum. Ülkemizde gittikçe küçülen porsiyonları, buna karşın artmaya devam eden fiyatları düşününce, bu uygulamayı çok yerinde buldum. Gonia’da yediğimiz her şey çok lezzetli idi; kapari ile birlikte kızartılmış kalamar, çipura köftesi, çok sevdiğim Yunan usulü cacık (bizimkinden çok daha kıvamlıdır), sirke ile marine edilmiş hamsi ve yanında reçel ile servis edilen, ızgara yapılmış, adanın ünlüMastelopeyniri. Tüm bunların yanında, bir de Gonia’nın özel domates salatası… Nefisti. Yanında, elbette ouzo. Öneri üzerine içtiğimiz, Sakız’da üretilenKazanisto‘dan da ziyadesi ile memnun kaldık ve sonraki günlerde de içtik. Gonia hızlı servisi ile de hoşumuza gitti. Geliştirdikleri sistem hem çok pratik ve akıllıca hem de daha sonra hesapla ilgili tartışmaları önleyecek şekilde düzenlenmiş. Masanıza, aralarında Türkçe seçeneği de olan, yabancı dillerde yazılmış bir sayfalık bir menü kağıdı ve bir kalem bırakıyorlar. Siz kağıdın üzerine istediklerinizi kendiniz işaretliyorsunuz. Gecenin sonunda, hesaba zımbalanmış olarak bu kağıdı da tekrar önünüze getiriyorlar. Böylece, “Bunu istememiştim, onu istemiştim v.b.” tartışmaları da olmuyor. İkinci akşam, yine kordon boyunda, gözümüze iyi görünen bir restorandan pek memnun kalmayınca, üçüncü gece de Gonia’ya gittik. Sakız Adası’nda çok memnun kaldığımız bir diğer restoran da, son gece gittiğimiz Bachari(Το Μπαχάρι) oldu. Yine otelimizden verilen tavsiye üzerine gittiğimiz bu taverna, şehre 10 kilometre uzaklıkta bulunan, Agia Ermioni adındaki bir balıkçı köyünde bulunuyor. İlk gidişimizde yer olmadığı için geri çevrilince, iki gün sonrası için yer ayırtıp, öyle gittik. Gerçekten ne dışarıda ne de içeride bir tek boş masa yoktu. Burada da; peynir ve sebze köfteleri, tel kadayıfa sarılarak kızartılmış dev karidesler, mastelo peyniri, hamsi ve yanında yeşil elmalı ve cevizli kocaman bir salata yedik.
Genel olarak yazılarımda yeme-içme ile ilgili konuları en sona koyuyordum ama, bu yazıda daha baştan restoran işlerine girmiş oldum. Ne var ki, Sakız Adası’nda damağımıza değen ve adaya özgü güzel tatlar burada bitmedi. Bunları daha sonraya bırakıp, şimdi adanın tarihine kısaca bir göz atalım.
Yapılan araştırmalara ve kazılara dayanılarak, Sakız Adası’nda M.Ö. 6000’li yılardan beri insan yaşamı olduğu saptanmış. M.Ö. 1000 civarında, Yunan ana karasının uğradığı Dorsaldırısından kaçanAkalar, Anadolu’daki İzmir-Aydınarası sahil şeridindeİyonya‘yı kurduktan sonra, Sakız veSamosadalarında da yerleşim yerleri kurmuşlar. Adanın tarihine bakınca,Anadoluile olan bu ortak geçmişin, kültürel ve ticari bağlar şeklinde çağlar boyunca ve çeşitli yönetimler altında hep devam ettiğini görüyoruz. Bu bağın günümüzde de devam ettiği söylenebilir.
Sakız Adası’nda ilk olarak kurulan İyon yerleşim yerinin Sakız Merkez’i (Chios Town) olduğu saptanmış. Karşı kıyıda görünen Çeşme sahili o kadar yakın ki, bunun son derece doğal olduğunu düşünüyor insan. M.Ö. 7. ve M.Ö. 4. yüzyıllar arasında Sakız çok gelişmiş ve güçlenmiş. Özellikle denizcilik ve buna bağlı olarak ticarette çok ileri gitmişler. Sakız Adası’nın şarapları antik dünyada çok ünlenmiş. Söz konusu dönemde paraların üzerinde, Sakız Sfenksiile birlikte şarap amforaları ve asma dalları resmedilmiş. Öte yandan, sanatta da çok ilerleme olmuş ve antik dünyanın bazı önemli heykeltıraşları Sakız’dan yetişmiş. Bu sırada ada, Persişgaline de uğramış. M.Ö. 564- M.Ö. 479 arasında süren bu hakimiyetten, Atinaile iş birliği yapılarak kurtulunabilmiş. Ancak bu kez de, M.Ö. 356 yılına kadar, ada Atinalıların yönetiminde kalmış. Bundan sonra,Büyük İskender‘in ve daha sonra onun ardıllarının yönetim alanına girmiş. M.Ö. 2. yüzyılda Sakız Roma İmparatorluğu‘na geçmiş. Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını tek elden yöneten son imparator olanI. Theodosius‘un M.S. 395 yılında ölümünden sonra Sakız, daha sonra Bizans İmparatorluğu olarak anılacak olan Doğu Roma’nın elinde kalmış. Ancak, 1346’ya kadar süren Bizans dönemi sırasında kısa sürelerleSelçuklu Türkleri‘nin (1089-1092) ve Venedikliler‘in(1124 ve 1125 arasında, 1172 yılında ve 1204 ile 1225 arasında) hakimiyeti altına girmiş. Sakız’ın stratejik konumu nedeniyle, Bizans dönemi ve daha sonraki Cenovalılar(bizde bilinen isimleri ileCenevizliler) ile Osmanlılar döneminde, başta Sakız şehrinde olmak üzere, adanın her yerinde kaleler, burçlar ve gözetleme kuleleri inşa edilmiş. 1261 yılında, o dönemdekiConstantinopolis‘in, 1204 yılından beri süren Latin işgalinden kurtulmasından sonra, Sakız Adası Bizans İmparatoru tarafından Cenovalı Zaccariaailesine bir derebeylik olarak verilmiş. 1346 yılına kadar bu aile tarafından yönetilen Sakız, 1346 yılında Cenovalılar tarafından tamamen işgal edilmiş. Aslenİtalya‘nınLiguryabölgesindeki Cenova‘dan gelen pek çok güçlü ve varlıklı ailenin yönetiminde Sakız Adası, denizcilik ile damla sakızı üretimi ve ticaretinde çok ileri giderek, zenginleşmiş. Bu dönemde aynı zamanda, ada için çok önemli olan damla sakızı üretimini ve ticaretini bir tekel şeklinde elinde tutan, Maonaşirketi de kurulmuş. Sakız’da bu dönemden kalan, daha sonra söz edeceğim, birçok mimari eser ve Orta Çağ köyü var. Cenevizliler, 1415 yılındaOsmanlı Devleti‘ne haraç ödemeye başlamışlarsa da, adanın tamamen Osmanlı idaresine girmesi, Kanuni Sultan Süleyman‘ın son döneminde, 1566 yılında, Kaptan-ı Derya Piyale Paşa‘nın fethi ile olmuş. 1694-1695 arasında Venedikliler kısa bir süreliğine adayı ele geçirseler de, Osmanlılar Sakız’ı tekrar almışlar. 1912 yılına kadar, 346 yıl süren Osmanlı yönetimi sırasında Sakız adası, damla sakızından sağlanan büyük kazanç ve ayrıca ipek ile pamuk ticaretindeki önemi nedeniyle merkezi yönetim tarafından daima el üstünde tutulmuş ve imtiyazlı bir konumu olmuş. Ayrıca Sakız Adası’ndan, sadrazamlık makamına kadar çıkan birçok devlet adamı yetişmiş.
Sakız Adası’nda, Osmanlı yönetimi ile ilgili olarak söz edilen tek negatif olay, 1822 yılında olmuş. Bu dönemde yaşananlar, ada halkının üzerinde çok derin izler bırakmış. Kurtuluş Savaşı‘ndan sonra, Lozan‘da, Lord CurzonveVenizelos‘un isteği üzerine gerçekleşen Büyük Mübadeleile birlikte, Sakızlıların yaşadığı en travmatik iki olaydan birisi bu kanımca. 1822 olayları hemen hemen her yerde bir şekilde karşınıza çıkıyor. Ancak Sakızlılar, müzelerdeki ve tanıtım panolarındaki anlatımlarda konuyu oldukça az duygu sömürüsü yaparak, mesafeli bir şekilde ifade ediyorlar. Bunun nedeni, tarihsel olaylara karşı ulaştıkları belli bir olgunluk sonucunda, olanları artık geçmişte yaşanmış ve bitmiş şeklinde değerlendirmeleri ya da günümüzde adaya tatil için gelen Türklerin önemli bir gelir kaynağı sağlaması olabilir.
Sakızlıların ve Yunanlıların tüm dünyada “Osmanlı’nın Sakız Adası Katliamı” olarak anlattıkları 1822 olayları kısaca şöyle gelişiyor. 1821 yılında Yunanlı tebanın Mora‘da Osmanlı devletine karşı başlattığı isyanların ardından, Sakız halkı da Samos adalı isyancıların önderliğinde ayaklanıyorlar. Olaylar sırasında, adadaki Müslüman halk, Sakız merkezindeki kaleye sığınıyor. İsyanı bastırmak üzere devlet, 30 Mart 1822 tarihinde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa‘yı Sakız Adası’na gönderiyor. Yunan kaynaklarına göre, büyük bir katliam yapılıyor. isyan bastırılıyor. O tarihlerde 100 binin üzerinde nüfusu olan adada, birkaç ay içinde 25 bin kişinin öldürüldüğü, bu sayının iki katının köle olarak satıldığı, kaçabilenlerin ise, yurt dışında bir diaspora meydana getirdiği belirtiliyor. 6 Haziran 1822 gecesinde, yapılan katliamın intikamını almak için, isyancılardanKonstantinos Kanaris, Sakız limanında demirli Osmanlı sancak gemisini ateşe veriyor. Gemide bulunan Nasuhzade Ali Paşa, adamları ile birlikte yangını söndürmeye ve gemiyi kurtarmaya çalışırken, üstüne düşen alev almış bir enkaz parçası nedeniyle yanarak, denize düşüyor ve ölüyor. Ertesi gün bulunan cesedi, Sakız Kalesi’ndeki kabristanda toprağa veriliyor. Günümüzde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın mezarını kale içindeki Osmanlı mezarlığında görmeniz mümkün.
Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın yanarak ölmesi nedeniyle, sülalesinin kendisinden sonra gelen nesilleri, Arapça “ateşte yanmış” anlamına gelen, Mahruki lakabı ile anılmışlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra soyadı kanunu kabul edilince de, Mahruki’yi soyadı olarak almışlar. Ünlü dağcımız ve AKUT kurucusu Nasuh Mahrukide Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın 5. kuşak torunu oluyor.
Sakız Adası’nda 1822 yılında yaşanan olayların sonucunda bizim açımızdan ilginç olan bir gelişme de, ünlü arkeolog, müzeci ve ressam Osman Hamdi Bey(1842-1910) ile ilgilidir. Osman Hamdi’nin yetişmesinde büyük etkisi olan babası, Sadrazam İbrahim Ethem Paşada Sakız isyanı sırasında köle olarak satılan Rum çocuklardan birisi imiş. İstanbul’a getirildiği zaman, Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşatarafından alınıp, büyütülmüş. Kendisinin de bir köle geçmişi olduğu söylenen Hüsrev Paşa, konağında bu şekilde aldığı çocukları büyütmekle de tanınıyormuş. Kaptan-ı Derya, zekasını fark ettiği İbrahim Ethem’i küçük yaşta, başka çocularla birlikte, okumaları için Fransa’ya göndermiş. Çok iyi bir eğitim alan İbrahim Ethem Paşa daha sonra, Hariciye ve Ticaret Bakanlığı, Valilik, Berlin ve Viyana Büyükelçiliği gibi üst düzey makamlardan sonra, Sadrazamlığa kadar yükselmiş. Kendisi de daha sonra, oğlu Osman Hamdi‘yi iyi bir eğitim alması için Fransa’ya göndermiş.
1822’den sonra, büyük ölçüde Sakızlı diasporanın sayesinde, Avrupa’da Yunanlıların Osmanlı’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine büyük bir ilgi ve destek doğmuş. Öyle ki, daha sonraVictor Hugo,Enfant de Chios(Sakız Adalı Çocuk) isimli bir şiir yazarken, ünlü ressamDelacroixda, günümüzdeLouvre Müzesi‘nde sergilenen, Sakız Adası Katliamı tablosunu yapmış. Adadan Avrupa’ya kaçanların bir bölümü, 1832 yılında geri dönmüşler. Yaşam ve ticaret toparlanmaya başlamışken, bu kez 1881 yılında büyük bir deprem yaşanmış ve Sakız bir darbe daha almış. Bu dönemde de yurt dışına gidenler olmuş. Sakız Adası’nın Osmanlı yönetiminden çıkması ve Yunanistan ile birleşmesi 1912 yılında gerçekleşmiş. Günümüzde Sakızlılar, tarihten gelen birikimlerini kullanarak, damla sakızı ile turunçgiller üretimi ve ticareti ile geçiniyorlar. Ayrıca, antik Yunanlılar ve Cenoalılardan dolayı genlerinde taşıdıkları gemicilik ve denizcilik alanında da çok başarılılar. ZamanındaKristof Kolomb‘un, Amerika’nın keşfiyle sonuçalanan seferi için Sakız Adası’ndan gemiciler seçtiği belirtiliyor. Günümüzde de adada bu dallarda eğitim veren meslek okulları ile yüksek öğretim bölümleri var.
Bu genel bilgilerden sonra, Sakız Adası’nı gezmeye başlayabiliriz… Aslında, Sakız’ın uydusu diyebileceğimiz iki küçük adası daha var: OinoussesvePsara. Buralara da gidilebiliyor. Ancak, biz oralara gitmeye hiç niyetlenmedik. Sakız Adası’nda da her yere gidemedik. Örneğin, aklımın kaldığı, gezilebilen birkaç mağara ve antik kalıntı var. Ama, doğal olarak bir şeçim yapmamız gerekti.
Gezmeye öncelikle Sakız Merkez’den başladık. Bunun için kentin ana meydanı, Plateia Vounakioudoğru bir nokta. Ağaçlık, büyük bir meydan burası. Bir ucunda, içinde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın yanarak ölmesine sebep olan, kahramanları Konstantinos Kanaris’in heykeli bulunan bir park var. HeykeliMichail Tombrosyapmış. Park çalışmalar nedeniyle kapalı olduğu için içine giremedik. O yüzden, yine aynı parkın içinde olduğu söylenen, 16. yüzyılda yapılmış eski katedralin temellerini ve tabanını göremedik. Katedral 1822 isyanı sırasında yıkılmış.
Meydanın yola yakın tarafında, ağaçlar altında büyük bir kafe var. Sıcakta burada birkaç kere oturduk ve o çok sevdiğimiz mastika, limon ve zencefilli gazozdan içtik. Sıcak havada bir denemenizi öneririm. Bu arada, adadaki Osmanlı eserlerinden iki tanesini de görmüş olacaksınız. Bunlardan biri, neredeyse kafe masalarının arasında bulunanAbdülhamit Çeşmesi.Sultan II. Abdülhamit(1876-1909) tarafından yaptırılan çeşmede kullanılan mermerlerin bir bölümü Anadolu’dan getirilmiş. Çeşme 1991 yılında restore edilmş. Çeşmenin önünden geçen yolun karşısında, bir başka Osmanlı eseri olan,Mecidiye Camiivar. Sultan Abdülmecit(1839-1861) tarafından, daha önce burada bulunan yıkılmış bir kilisenin üzerine yaptırılmış. 1846 yılında yapımına başlanan caminin açılışı, 1849 yılında Sultan Abdülmecit’in adaya yaptığı üç günlük bir ziyaret sırasında, kendisi tarafından yapılmış. Bu resmi açılış, ada halkı tarafından 1822 yılında olanlar için devletin bir tür “özür dilemesi” olarak algılanmış. Büyük Mübadele’den sonra Sakız’da Müslüman halkın kalmamasından dolayı, 1923’ten sonra cami ibadete kapatılmış. Son yıllarda restore edilen Mecidiye Camii günümüzdeBizans Müzesiolarak kullanılıyor.
TarihiSakız Kalesi‘ne de Plateia Vounakiou meydanından girebilirsiniz. Girişteki görkemliPorta Maggiorekapısı 1694 yılında Venedikliler tarafından yaptırılmış. Kalenin bulunduğu alanda antik çağlardan beri yerleşim olduğu belirlenmiş. Savunma için ilk olarak burada 7. yüzyılda, Bizanslılar tarafından bir tahkimat duvarı yapılmış. 10. yüzyıldan başlayarak yapı bir kale halini almaya başlamış. Cenevizliler döneminde yüksek duvarlar ve kalenin etrafına bir su hendeği yaptırılmış. Bu dönemde kale, yönetim merkezi ve askeri garnizon olarak kullanılıyormuş. Sivil yerleşim, kalenin dışında yer alıyormuş. 1566 yılında adayı alan Osmanlılar da kaleyi güçlendirmeye ve yeni yapılar eklemeye devam etmişler. Yukarıda belirttiğim gibi, arada adayı kısa sürelerle ele geçiren Venedikliler de, başta ana kapı olmak üzere, çeşitli eklemeler yapmışlar. Kale, çeşitli dönemlerde Osmanlılar tarafından tamir edilmiş olmakla beraber, 1822 olayları ve 1881 depremi sırasında çok zarar görmüş. Bir bölümü de 1895-1898 yılları arasında liman yapılırken yıkılmış. 1912 yılında, bağımsızlık kazanılınca, daha önce Müslümanların oturduğu kaleye Yunanlı aileler yerleşmiş. Ancak bundan sonra, ihmal edildiği için giderek bakımsızlaşmış. 1922 yılında, Mübadele ile Anadolu’dan gelen aileler de buraya yerleştirilmiş. Bu sırada kale içinde tam bir sefalet ve açlık yaşanmış. Göçmenler çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışmışlar. Tarihi yapının taşları da ev yapılmak üzere talan edilmiş. 1930 yılında bir yasa çıkarılarak, bu talan yasaklanmış. 1963’ten itibaren kale korumaya alınmış ve dönem dönem restorasyonlar sürmüş.
Sakız Kalesi, yaşayan bir kale. İçinde hala bir yerleşim var. Günümüzde 650 kişinin yaşadığı söyleniyor. Evlerin çoğu restore edilmiş. Kale kapısından içeri girdikten sonra, karşınıza ilk olarakKara Zindanolarak anılan, Cenevizlilerden kalma bir yapı çıkıyor. 1822 ayaklanması sırasında, Sakız Adası’nın yetmiş tane ileri geleni, idam edilmeden önce, Osmanlılar tarafından burada tutulmuşlar. Onun yanında, yine Ceneviz döneminde yapılmış olan,Giustiniani Sarayıvar. Adı saray olmakla beraber, çok büyük bir yapı değil. Cenevizlilerin yönetim merkezi olan bu bina günümüzde sergiler için kullanılıyor.
Yolu izleyerek devam edince, kalenin meydanına geliyorsunuz. Burası, dükkanlar, kafe ve restoranlar olan küçük bir meydan. Akşam saatlerinde hareketli olduğuna eminim. Osmanlı Mezarlığıda bu meydanın bir köşesinde bulunuyor. Belki, mezarlığın günümüze kadar kalabilen bir bölümü demek daha doğru olur çünkü, çok büyük değil. Mezarlıktaki en büyük mezar, Nasuhzade Ali Paşa’nın kabri. Mezar taşlarından, 1890 yılına kadar buraya adanın ileri gelen ailelerinin gömüldüğü anlaşılmış. Meydanı geçip, karşıya yöneldiğiniz zaman bir başka Osmanlı yapısı olanBayraklı Camii‘ni görüyorsunuz. İlginç minareli bu cami, 1881 yılındaki depremde ölenlerin anısına yapılmış.
Agios Georgios Frouriou, kale bölgesinin ana kilisesi. M.S. 993 yılında yapılmış ve Osmanlılar dönemindeEski Cami adı verilerek kullanılmış. Kalede bir deOsmanlı Hamamı var. 2012 yılında, restore edilmiş. Şimdi sanat etkinlikleri için kullanılıyormuş.
Kaleden aynı yollardan çıkınca, sağa doğru yürürseniz, bir başka güzel Osmanlı eserini görebiliyorsunuz. Sakız’daki kaynaklar tarafından, adadaki en güzel ve zarif Osmanlı eseri olarak tanımlanan bu eser,Melek Paşa ÇeşmesiveyaMermer Çeşmeolarak anılıyor. Padişahın damadı olanMehmet Melek Paşa, Sakız’ın ileri gelen Osmanlı ailelerinden ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın soyundan geliyormuş. Belli dönemlerde Sakız Adası’nın yönetiminde de bulunan Paşa, çok büyük bir gayri menkul servetine sahipmiş. Yaptırdığı bu çeşme aynı zamanda, adanın yüksek bölgelerinden hem şehre hem de donanmaya su sağlayan büyük bir şebekenin parçası imiş. Önceleri kendi kurduğu bir vakfa ait olan çeşmeyi, 1768 yılında Sakız Adası’na bağışlamış. Zamanında kurşundan olan çeşmenin çatısı günümüzde kiremit kaplı.
Sakız şehrinin ticari merkezi olanAplotaria Sokağı, sadece dükkan ve kafeleri nedeniyle değil, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başından kalan ev ve konakları ile de görülmeye değer. Bu yapıların bazıları mimari olarak çok güzel. Sokağın sonunda varilanFilippou Argenti Sokağı, kültürel önemi olan üç yere açılıyor. Bunlardan biri, şehrin katedrali. Kapalı olduğu için, içini göremediğimiz katedralin bulunduğu yerde önceleri bir manastır varmış. 1822’de tamamen yanan manastırın yerine 1838 yılında bir kilise yapılmış. Ancak, bu kilise de 1881 yılındaki depremde yerle bir olunca şimdiki, Bizans mimarisini anımsatan, iki çan kulesi olan yapı inşa edilmiş. Yapı 1888 yılında tamamlanmış ve katedral olarak açılarak, Minas, Victor ve Vincent Azizlerine adanmış. Katedralin içini göremesek de bahçesine girdik. Bahçenin tabanı, adanın diğer yerlerinde de rastladığımız, siyah ve beyaz çakıllarla yapılmış, çok güzel desenlerle kaplı.Votsalotoolarak anılan bu işçiliğin yerel ve geneksel bir sanat olduğu ve dini yapıların dışında, büyük malikanelerde de kullanıldığı belirtiliyor.
Katedralin karşısında göze çarpan tarihi bina, 1792 yılında yapılmış olan bir orta okul binası. Sakız Adası, antik çağlardan beri aydınları ve sanatçıları ile ünlenmiş. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, M.Ö. 8. yüzyılda yaşamış olan, epik şair Homeros. İlyada ve Odysseia destanlarının yaratıcısı olan Homeros’u sahiplenen birçok kent olmuş. Sakız ile ilgili bazı kaynaklar onunİzmir‘de doğup, sonradan buraya geldiğini ifade ediyor. Bazıları ise, doğum yerinin de Sakız olduğunu söylüyor. Bu belirsizliğe karşın, burada yaşadığına ve eserlerini burada yazdığına dair kesin kanıtlar olduğunu belirtiyorlar. Sakız Adası, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan matematikçi Hippocrates‘in de ana vatanı olarak biliniyor. Sonraki yüzyıllarda yaşamış pek çok ünlü yazar, dil bilimci, şair, diplomat, müzisyen ve bestecileri de var. 20. yüzyıl Yunan müziğinin en önemli iki bestecisi, Mikis TheodorakisveYannis Christouda Sakız’lı. Ayrıca, bildiğiniz gibi, Osmanlı Devleti döneminde, imparatorluğun en üst makamlarına yükselmiş, birçok Sakız Adası doğumlu devlet adamı yetişmiş.
Bu civardaki üçüncü kültürel yapı, İzmir doğumlu, tıp doktoru ve edebiyatçı bir aydın olanAdamantios Koraes‘in (1748-1833) adını taşıyor.Koraes Halk Kütüphanesi, Yunanistan’ın en önemli kütüphanelerinden birisi sayılıyor. Adamantios Koraes’in bağışladığı değerli kitap ve el yazmaları, kütüphanenin daha sonra iyice zenginleşen koleksiyonunun çekirdeğini oluşturmuş. Okuduğuma göre, Koreas’ın koleksiyonunun içinde, kendisineNapolyon‘un hediye etttiği, Mısır üzerine 14 ciltlik bir eser de bulunuyormuş. Doğrusu, bu eseri görebilmek isterdim. Uzun yıllar Paris’te yaşayıp, ölen ve bu arada Fransız Devrimi’ne de tanıklık eden Koraes’in, fikirleri ve eserleri ile Yunan Aydınlanması olarak adlandırılan sürece öncülük ettiği ifade ediliyor.
Koraes Kütüphanesi’nin ikinci katı, Argenti Folklor Müzesi ve Argenti Galerisi. Salı günleri adada müzelerin kapalı olduğunu okumuştum. O nedenle, buranın açık olmasını hiç beklemiyordum. Kapıyı açık görünce, sorduk. Gezebileceğimizi ancak, kapanmasına 20 dakika kaldığını söylediler. Bizden ücret de almadılar. (Adada müzeler genelde saat 3-3:30 civarı kapanıyorlar). Hızla gezdiğimiz müzede, Philip Pandely Argenti‘nin kişisel koleksiyonu olan etnografik eserler, milli kıyafetler, tarihi objeler, Sakız’ın ileri gelen ailelerinin armaları, kişisel eşyaları ve tabloları var. Ailelerin İtalyanca soyadları insana adanın Cenova ile ilintili köklerini bir kez daha anımsatıyor.
Bana yıllar sonra bile, Sakız Adası gezimizde en çok nereden etkilendiğim sorulsa, eminim Nea Moni Manastırı derim. Adanın orta kesimindeki Provatio Tepesinde bulunan bu manastır, aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan tarihi bir yapı. Aşağı yukarı 17.000 metre karelik bir alanı kaplayan, büyük bir yerleşke. Manastırı gezmek için açık olan saatleri bilmek önemli çünkü, uzun bir öğle tatili var ve dağın başında olduğu için, yakınında beklemek için herhangi uygun bir yer yok. Yakın bir arkadaşımdan, kapanış saatine 15 dakika kala bir papazın manastırın kapısını yüzlerine kapattığını öğrenince, erkenden yola çıkmaya karar verdik. Manastır, sabah saat 8 ile öğlen saat 1 arası açık. Daha sonra, 4 saatlik bir aradan sonra, kapılarını akşamüzeri saat 5-7 arası tekrar açıyor. Ormanlık bir alanda, çam ağaçlarının arasında kıvrılarak yukarı çıkan yol son derece rahattı. Oraya vardığımızda, manastırın yüksek duvarlarının ve giriş kapısının önünde bir iki tane araba, içeride de çok az sayıda insan vardı. Her yer çok sessiz, sakin ve huzurluydu. Manastırın bahçesindeki çok sayıda ağacın arasında, özellikle dev selvi ağaçları dikkatimi çekti. Ortam aklıma hemen, yıllar önce büyük keyif ile okuduğum, Umberto Eco‘nun ünlü Gülün Adı isimli kitabını getirdi.
Belki merak ediyorsunuzdur diye, önce Nea Moni’nin neden dünya kültür mirası açısından önemli olduğundan söz edeyim. 11. yüzyılda yapılmış olan manastırın ana kilisesinde (katholikon), türlü afetler geçirmiş olmasına karşın, günümüze kadar kalabilmiş, eşsiz Bizans mozaikleri var. Tıpkı, Sicilya’da gördüğümüz, Bizanslı sanatçıların elinden çıkmış şahane mozaikler gibi, Nea Moni’nin mozaikleri de Bizans sanatının 2. Altın Çağı’nda (M.S. 843-1204) yapılmışlar. (Bizans sanatı ve mimarisi, uzmanlar tarafından tarihsel olarak üç evreye ayrılıyorlar: Erken Dönem (M.S. 330-730), Orta Dönem (M.S. 843-1204) ve Geç Dönem (M.S. 1261-1453)). Ayrıca, yapılan incelemeler sonucunda, doğal taşlar ve sonradan cam kullanılarak yapılmış olan bu mozaiklerle, İstanbul’daki Ayasofya‘nın üst katındaki kadınlar bölümünün mozaiklerini yapan sanatçıların aynı ekolden oldukları saptanmış. (Bildiğiniz gibi, Ayasofya M.S. 537 yılında tamamlanmış. Ancak, mozaik ve diğer süslemelerin yapımına izleyen yüzyıllarda devam edilmiş).
M.S. 1042 ve 1056 yılları arasında inşa edilen Nea Moni Manastırı’nın yapımı ile ilgili olarak kayıtlardaki anlatıma geçelim şimdi. Rivayete göre, Sakız Adalı üç tane papaz, Provatio Tepesinde inzivaya çekilip bir mağarada yaşarlarken, bir gece tepenin doğu tarafındaki ağaçların arasında garip bir ışık görmüşler. Papazlar, bir anlam veremedikleri bu tuhaf olayı bastırmak için, tepenin o tarafını ateşe vermeye karar vermişler. Alevler kısa zamanda o bölgeyi sarmış. Ancak, yangın birden bire sönmüş. Bölgedeki ağaçların hepsi yanmış. Sadece bir tane mersin ağacı, hiçbir şey olmamış gibi, sapasağlam ayaktaymış. Ağacın bir dalında da, yine hiç zarar görmemiş, bir Meryem Ana ikonası asılıymış. İkonada resmedilen Meryem Ana papazlara, o sırada Midilli’de sürgünde olan Monomakos‘un bir gün Konstantinopolis’e geri döneceğini ve Bizans tahtına çıkacağını söylemiş. Bunun üzerine, papazlardan ikisi vakit geçirmeden Midilli’ye giderek, bu kehaneti Monomakos’a iletmişler. Önce onlara inanmayan Monomakos, daha sonra papazlara, eğer kehanet doğru çıkarsa, diledikleri her şeyi vereceğine dair söz vermiş. Kendileri için hiçbir şey istemeyen papazlar, şayet imparator olursa, ikonanın bulunduğu yerde görkemli bir kilise yaptırmasını dilemişler. Gün olmuş, devran dönmüş ve Monomakos 1042 yılında, IX. Konstantinos Monomakos ünvanıyla ve İmparatoriçe Zoe‘nin üçüncü eşi olarak, Bizans tahtına çıkmış. Hani şu, İstanbul’da Ayasofya’nın üst katındaki kadınlar bölümündeki bir mozaikte, eşi ile Hz. İsa‘nın iki yanında resmedilmiş olan İmparatoriçe Zoe… Mozaik ilk eşi zamanında yapılmış. Ancak Zoe her evlenişinde, mozaikteki eşinin yüzünü yeni eşinin görünümü ile değiştirttmiş. Günümüzde, söz konusu mozaikte görünen son eşi ve işte bu öykünün kahramanı IX. Konstantinos Monomakos oluyor.
Kehanetin gerçekleştiğini öğrenen papazlardan ikisi hemen başkentin yolunu tutmuşlar ve imparatorun karşısına çıkarak, verdiği sözü hatırlatmışlar. Nea Moni Manastırı bu şekilde 1042 yılında yapılmaya başlanmış ve 1056 yılında, imparatorun ölümünden bir yıl sonra, tamamlanmış. Manastır, Hazreti Meryem’in göğe yükselmesine ve cennete kabul edişine adanmış. İzleyen yüzyıllarda manastıra Cenevizliler ve Osmanlılar döneminde ilaveler yapılmış. Binaların çevresinde, kale gibi yüksek duvarlar ve bir de güçlü bir savunma kulesi yapılmış. Yerleşkenin içinde görebileceğiniz büyük bir ana kilise (katholikon), iki küçük kilise, ufak bir müze, taştan uzun bir masası olan yemekhane var. Müze ve yemekhane için ortak bir bilet almanız gerekiyor. Ayrıca, kazılar ile ortaya çıkarılan papaz hücrelerinin ya da evlerinin kalıntıları var. Bunlar, iki katlı ve birbirine yapışık olarak yapılmışlar. Her papaz alt katı, dokuma, çömlekçilik ve benzeri alanlarda işlik olarak kullanır, üst katta ise, yaşarmış. Manastırın su ihtiyacını karşılamak üzere, kendine ait bir sarnıcı da varmış. Yapılan çalışmalar sonucunda, burada bir dönem bir kütüphane ve bir scriptorium (Orta Çağ’da manastırlarda eserlerin yazıldığı veya var olanların kopyalarının yapıldığı yer) olmasına karşın, Nea Moni Manastırı’nın papazlarının daha çok tarım, hayvancılık ve çeşitli zanaatlerle uğraştıkları, kültürel ve entelektüel faaliyetlerinin pek olmadığı saptanmış.
Manastırın ana kapısından girer girmez, sol tarafta, Kutsal Haç Kilisesi var. Bu küçük kilisenin içindeki bir dolapta görülen kuru kafa ve kemiklerin, 1822 ayaklanması sırasında, çoğu kadın ve çocuk olan, manastıra sığınmış kişilere ait olduğu yazılmış. Duvardaki açıklamaya göre, manastıra sığınan 3500 kadar kişinin ve papazların çoğu, Paskalya Pazarı günü (2 Nisan 1822) Osmanlılar tarafından katledilmişler. Kurbanlardan az bir kısmının kemikleri saklanabilmiş. Kuru kafa ve kemikler bana, Otranto‘nun Duomo’sunda gördüklerimizi anımsattı. (Otranto ile ilgili yazıma erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz). Aynı acıyı hissettim. Otranto’nun aksine, Sakız Adası’nda bir isyan söz konusu. Sadece Osmanlı değil, hangi devlet olursa olsun, isyanların hep sert bir şekilde bastırıldığını bilsem de, tarihte olan buna benzer olayların hepsi için üzülürüm. Bu saldırı sırasında manastır aynı zamanda büyük bir yangın da geçirmiş. 1881’de yaşanan büyük deprem sırasında da büyük bir tahribat olmuş. Yukarıda söz ettiğim papaz evleri de büyük olasılıkla bu nedenlerle yıkılıp, toprak altında kalmışlar.
Ana kilisede bulunan Bizans dönemi mozaikleri gerçekten çok güzel ve etkileyici. Altın rengi bir fon üzerine yapılmış olan İsa’nın yaşamı ve İncil’den sahneler son derece canlı. Ayrıca, bazı mozaiklerde yüz ifadelerinin başarılı bir şekilde yansıtılması insanı şaşırtıyor. Biz bu bölümü gezerken, içeride bizimle beraber 4-5 kişi vardı. Sessizlikte bir rahip, Ortodoks kiliselerinde altar kısmını cemaatin bulunduğu nef bölümünden ayıran ikonostasis duvarının önünde dua ediyordu. Benim ikonaların fotoğrafını çektiğimi fark edince, duvarın arkasına geçti ve bir süre bekledi. Aynı papaz ile daha sonra bahçede tekrar karşılaştık. Kimin olduğunu bilmediğim bir mezarın başında dua ediyordu. Çevrenin fotoğrafını çekerken, bu sefer de bir ağacın arkasına geçti. Belli ki, fotoğraflarda turistik bir görüntü olsun diye değil, içtenlikle dua ediyordu. Biz ayrılırken, manastır biraz daha kalabalıklaşmıştı ama, gelen Türklerin sayısı azdı.
Bir sonraki durağımız, şehrin içinde, otelimize yürüme mesafesinde olan, Chios Arkeoloji Müzesi oldu. Müzenin karşısındaki okulun bahçesinde top oynayan çocuklara daldığımız için, müze bahçesinin demir giriş kapısını kaçırmışız. Oysa, müzenin binasını uzaktan fark etmiştik. O sıcakta, müzenin bulunduğu adayı gereksiz yere dolandık ve dik yokuşu iki kere çıkmak zorunda kaldık. Müzenin bulunduğu yer, mahalle içinde ve apartmanların arasında. Girişi birisine sorduğumuzda, orada müze bile olduğundan haberi yoktu. Demek ki, ülkemizde de karşılaştığımız bu gibi meraksız insanlar, sadece bize özgü değilmiş.
Sakız’ın Arkeoloji Müzesi küçük ama dolu dolu bir müze. Arkeoloji meraklılarına öneririm. Çok sayıdaki dikkate değer tarihi eser, adanın çeşili kazı alanlarından ve Sakız şehrinden çıkarılmış. İlginç bir şekilde, burada karşı kıyıdan, bizim Erythraikentinden de çıkarılmış eserler var. Bunlar, müzeye bağış yapan özel koleksiyonerler aracılığı ile gelmiş olabilir. Sergilenen eserlerin tarihi, Geç Tunç Çağı’na (M.Ö 1550-M.Ö. 1200) kadar gidiyor.
Sakız Adası’na gidip de, birkaç köye gitmeden olmaz. Yukarıda belirttiğim gibi, adanın 60’tan fazla köyü var. Kısıtlı zamanda hepsine gitmek mümkün değil. Öyle yapmayı aklınıza koyduysanız, ya adaya birkaç kere gitmeniz ya da kalış sürenizi uzun tutmanız gerekir. Gittiğimiz köylerden söz etmeden iki yere değinmek istiyorum. Bunların ilki, şehir merkezine yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıktaki Tampakikabölgesindeki yel değirmenleri. Araba ile birkaç dakika. Yürüyerek de gitmek mümkün. Neredeyse denizin içine yapılmış gibi duran bu dört yel değirmeni 1881 depreminden sonra yapılmışlar. Son derece pitoresk bir görünümleri olduğu için, insanlar buraya özel olarak fotoğraf çekmek için geliyorlar. Birkaç yıl öncesine kadar hemen dibinde bir taverna da (Mili) varmış. Hatta bizim otelden önerdikleri restoranlar arasında orası da vardı ama, benim internette artık kapalı olduğuna dair okuduğum bilgi doğru çıktı. Orası olmadığı gibi, yakınında başka herhangi bir restoran da yoktu. Belki, ileride orada tekrar bir restoran açılır.
Şehir merkezine çok uzak olmayıp, sözünü etmek istediğim ikinci yerin adıKambos. Burası, Cenevizliler döneminin (1346-1566) varlıklı asillerinin oturdukları malikaneler ile ünlü bir bölge. Sakız Adası ile ilgili hemen hemen bütün dijital ve basılı ortamlarda burası, mutlaka görülmesi gereken bir bölge olarak övülüyor. Orta Çağ ve Akdeniz mimarisinin özelliklerini taşıyan, iki renkli taşlarla yapılmış villalar methediliyor. Evlerin sahibi olan varlıklı Cenevizli aileler yüzyıllarca burada ipek böceği yetiştirmiş ve meyva bahçelerinin ürünü olan her türlü turunçgili (portakal, mandalina, limon, bergamut) ihraç ederek, zenginliklerine zenginlik katmışlar. Bu ürünlere damla sakızını da eklemek lazım ama, ona sonra değineceğiz. Tüm bu bilgiler insanın kulağına çok ilginç geliyor ve insan doğal olarak Kambos’u merak ediyor. Ancak, gittiğiniz zaman çok fazla bir şey de göremiyorsunuz çünkü, villalar çok yüksek duvarlarla çevrili. Örnek olarak ziyarete açılmış bir müze ev de yok. Ancak yüksek bir tur otobüsü ve benzeri bir aracın içindeyseniz, duvaların üstünden ve ağaçların arasından belki kısa süreliğine gözünüze bir şeyler çarpabilir. Bunun dışında, ana cadde ve sokaklar o kadar dar ki, arabayı park edip yürüyebilmeniz imkansız. O nedenle, bu bölgeyi ancak birkaç kere araba ile içinden geçerken görebildik. Burada bir de çokça tavsiye dilen, bizim de kapısına kadar gidip, saat çok erken olduğu için yemek yemediğimizApomerorestoran var. Tepedeki bu açık hava restoranından bizim kıyıların güzel bir manzarası da var. Yolun darlığı nedeniyle yukarı çıkmak, belli noktalarda biraz sıkıntılı olabiliyor.
Sakız Adası’ındaki son günümüzde önceVessa‘ya gittik. Merkez’den 19 kilometre uzaklıktaki bu Orta Çağ’dan kalma köyün adının Yunanca vadi anlamına gelen“βήσσα” kelimesinden geldiği düşünülüyormuş. Gerçekten de Vessa, yeşil bir vadide, tarımsal arazilerin ortasında yer alıyor. Köy, adada çokça görülen, Cenevizliler döneminde kurulmuş ve aynı zamanında birer savunma kalesi niteliği taşıyan köylerden biri. Zaman içinde surları tahrip olsa da, ana giriş kapısı sağlam. Köyün içinde dar sokaklar ve yer yer, yüksek kule benzeri evler var. Bazı evler bakımlı ancak çoğunun boş ve terk edilmiş olduklarını okudum. Bu nedenle olsa gerek, köy çok sessiz ve sakindi. Köy girişindeki kahvede oturan 2 ya da 3 kişi dışında sokaklarda kimseyi görmedik.
Vessa’dan sonra gittiğimizMesta, çok daha canlı bir köy. Orta Çağ’dan kalan köyler arasında en iyi korunmuş olanı. Yunanistan Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış. Bu nedenle olsa gerek, çok daha organize. Köyün giriş kapısında bir yürüyüş rotası verilmiş. Ayrıca, sık sık İngilizce açıklama tabelaları konmuş. Arabayı köyün dışındaki otoparka bırakıp, tarihi giriş kapısını bulmak için, yan yana sıralanmış taş evler boyunca yürüdük. Bu evler, gerek kullanılan taşlar gerekse mimarileri nedeniyle, aynı zamanda bir dış kale duvarı görevini de görüyormuş. Köye,Militas Kulesi‘nin olduğu yerden girdik. Köy halkı, korsan saldırıları ve kuşatma zamanlarında, yüzyıllar boyunca kendileri ve hayvanları için buradaki kuyudan su sağlamışlar. Barış zamanlarında, halk dışarıda bulunan bir başka kuyuyu kullanır, 18 metre derinliği olan bu kuyu sadece muhafızların kullanımına ayrılırmış.
Girişteki yürüyüş tabelasının fotoğrafını çekmek, sonradan içeride gezerken çok işime yaradı. Köyün esas tarihi ana giriş kapısı, demirden yapılmışPorta Kapetaniou(Yüzbaşı’nın Kapısı), daha yukarıda. Oraya köyün içinden yürüyerek ulaştık. Yüzyıllar boyunca, gün doğduğunda açılmış, gün batımında kapanmış. Kalenin yüzbaşı rütbeli komutanının evi de hemen içeri girer girmez sağda.
Mesta’nın içinde yürürken, doğal bir şekilde köyün ana meydanına geliyorsunuz. Çok şirin bir meydan burası. Bir kenarında büyük bir kilise, Yeni Baş Melekler Mikhail ve Cebrail Kilisesivar. (Aynı meleklere adanmış, bir deEski Kilisevar köyde). Bu büyük kilisenin olduğu yerde bir zamanlar kalenin merkezi, yuvarlak bir kulesi varmış. Ceneviz dönemi bitip, ada Osmanlıların eline geçtikten çok sonra, bu kule yıkılmış. Yerine bir kilise yapılmış. İki yıl süren yıkıma 1858 yılında başlanmış. Köy halkının emek gücü ile yapılan inşaat 10 yıl sürmüş. Kilise 1868 yılında açılmış. Genelde kolsuz kıyafet ve şortla kiliselere girilemiyor. Bir gün önce, Nea Moni Manastır’ında olduğu gibi, içeri almıyorlar. Bunu bildiğim için, Nea Moni’ye giderken uygun bir kıyafet giymiştim. Ama ertesi gün hava o kadar sıcaktı ki, aynı şekilde kapalı ve uzun giyinemedim. Kutsal yerlerde içeri alınmamayı göze aldım. Büyük bir sürpriz oldu ve o gün gittiğimiz hiçbir kilisede şortla içeri girmeme bir şey demediler. Bu durumda, risk almak size kalıyor.
Meydanın diğer kenarlarında küçük dükkanlar, kafe ve restoranlar sıralanmış. Ortadaki ağaçların altında bu yeme-içme yerlerinin masaları var. Sıcakta bunalmışken, oturup, bir soluklanalım dedik. Bir de ne görelim, daha önce Sakız Merkez’de iki kere yediğimiz ve bayıldığımızKronosdondurması buradaki kafelerden birinde de satılıyor. 2 top tuzlu karamel ve 1 top sakızlı dondurma ile üstüne birer espresso ile kendimize takviye yaptık. Bu dondurma konusuna daha sonra tekrar döneceğim.
Mesta, aynı zamanda şarabı ile ünlü. Mestousikodenen bu şarabın adanın en iyi şaraplarından biri olduğu belirtiliyor. Sokak arasında girdiğimiz bir bakkalda Mesta’nın şaraplarından tattık. Dükkandaki genç kız, sattıkları şarapları kendi ailesinin ürettiğini söyledi. Burada büyük olasılıkla böyle bir sürü üretici var. Mesta’ya özgü bir de, incir ve üzümün damıtılması ile elde edilen,soumaadında bir içki var. Onu da tattık ama doğrusu, %60 alkol seviyesi nedeniyle, oldukça sert geldi bize.
Bir sonraki durağımızPyrgi idi. Adını bilmeseniz ya da hatırlamasanız da, Sakız’a giden hemen hemen herkesin sosyal medyaya koyduğu fotoğraflardan burayı anımsayacaksınız. Kimi siyah-beyaz kimi gri-beyaz desenlerle boyalı evlerin olduğu sokaklarda fotoğraf çektirmek çok popüler. Evler gerçekten ilginç ve hoş. Pyrgi, Sakız şehrine 25 kilometre uzaklıkta. Adanın Orta Çağ’dan kalan köylerinin içinde en büyüğü. Korumaya alınana kadar biraz zarar görmüş. Arada, geleneksel mimariye uymayan, modern binalar var ama, en azından, yüksek katlı yapılar yok.
Pyrgi’de bana göre, mimarisinden çok daha değerli bir şey var. O da,Kutsal Havarilar Kilisesi. Köy meydanında dolaşırken, dar bir aralıkta, gözümüze şans eseri ilişen bu kilise, gerçek bir mücevher. Ne yazık ki, biz oradayken, fark eden ve gezen çok az kişi vardı. Pyrgi’yi gezmeye gelenler, daha çok köy meydanındaki, 19. yüzyılda yapılmış kiliseye yöneliyorlar. Oysa, asıl görülmesi gereken bence, Kutsal Havariler Kilisesi. Doğrusu, bu kilise önce şirinliği ile ilgimizi çekti. Bizans mimarisi ile yapılmış küçük kilise, dar bir geçitin sonuna yerleştirilmiş bir biblo gibi duruyordu. Meğer, asıl sürpriz bizi içeride bekliyormuş. Yapımı 14. yüzyıla tarihlenen kilise, Nea Moni Manastırı’nın ana kilisesi (katholikon) model alınarak, tabii ki çok daha küçük ölçekte yapılmış. Giriş kapısının üstünde yazılı olan 1564 yılında, yapı büyük bir tamirattan geçmiş. İçeride, tavan ile duvarları kaplayan ve hayranlık uyandıran freskler ise, çok daha sonra, 1665 yılında, Giritli sanatçı, Antonios Kynegostarafından yapılmış. Oldukça iyi korunmuş olan duvar resimlerinde, Hz. İsa ile ilgili İncil’den sahneler dışında, kilisenin adandığı Havariler, Peter ve Paul’ün yaşamlarından kesitler ve gerçekleştirdikleri söylenen mucizeler resmedilmiş.
Pyrgi’ye birkaç dakika uzaklıktakiMastika Müzesi, bence adayı her ziyaret edenin gitmesi, görmesi gereken bir müze. “Mastikayı zaten biliyoruz, müzesine gitmeye ne gerek var”, diyebilirsiniz. Eğer böyle derseniz, çok şey kaçırmış olursunuz kanımca. Her şey bir yana, Yunanistan’ın Piraeus Bank‘ı tarafından yaptırılan Mastika Müzesi, sadece müzecilik açısından bakıldığında bile, çok özel bir yer. Mastikanın, yani damla sakızının, özellikleri, üretim ve ticaret tarihi, disiplinler arası bir yaklaşımla derinlemesine incelenmiş ve ortaya bu müze çıkmış. Darısı, ülkemize özgü geleneksel ve önemli ürünlerle ilgili müzelerin yapımına.
UNESCO 2014 yılında, damla sakızı üretimini “Elle Tutulamayan İnsanlık Kültürel Mirası Listesi”ne almış. 2016 yılında açılan müzenin konumu bir rastlantı sonucu seçilmemiş.Mastichochoriaolarak adlandırılan adanın güneyindeki bu bölgede, bizim de bazılarını gezdiğimiz, 20 kadar Orta Çağ’dan kalma köy var. Ortak özellikleri, damla sakızı üretiyor olmaları. Müzenin arazisini Sakız Adası Mastika Üreticileri Birliği sağlamış.
Skinosolarak adlandırılan sakız ağacı, aslında tüm Akdeniz bölgesinde yetişen bir tür maki. Ancak, bitkinin tarımsal bir ürün olarak dikilip, elde edilen mastik ile ticari bir kazanç sağlanması bir tek Sakız Adası’nda oluyormuş. Uzmanlar bunu, ada halkının antik çağlardan beri bu bitkiyi keşfetmiş olmalarına ve binlerce yıldan beri yaptıkları iyleştirmelerle, bir ağaçtan en fazla ürün elde etmeyi bilmelerine bağlıyorlar. Adanın iklimi de sakız ağacı için çok elverişli imiş. Sakız Adası’nın kuzeyi dağlık ve ormanlık olduğu için, rutubet ve kuzey rüzgarlarının burada etkili olduğu, oysa mastika üretimi yapılan güney bölgesinin ılıman ve kuru olduğu belirtiliyor. Böylece, Mastichochoria bölgesinde, uzun ve yağışsız geçen yaz boyunca mastika iyice kuruyabiliyormuş. Sakızın olgunlaşma sürecinde ıslanmaması önemliymiş.
Müzenin etrafında dikilmiş sakız ağaçlarını da görebiliyorsunuz. Bir ağaç 100 yıldan fazla yaşıyor. 40 ile 50 yıl sonra tam olgunluğa ulaşıyor. Ürün elde etmeye ise, 5 ile 7 yaş arasında başlanıyor. Her ağacın yıllık ortalama sakız üretimi 150-180 gram. Bazı ağaçlardan sadece 10 gr elde edilebiliyor. Nadiren, bir ağacın yıllık 2 kilogram verdiği oluyormuş. Sakız ağaçları, sıralar halinde tek başlarına dikilebildiği gibi, başka ağaçların aralarında da yetiştirilebiliyormuş. Çok kendine özgü olan damla sakızı hasat döneminde, müzenin bahçesindeki ağaçlarda bu işlemler ziyaretçilere uygulamalı olarak da anlatılıyormuş. Tıbbi olarak çok faydalı olduğunun henüz antik çağlarda keşfedilmiş olması, damla sakızının binlerce yıldan beri değerli olmasında en önemli etken olarak görülüyor. Özellikle cilt hastalıkları, hazımsızlık ve ağız sağlığı konusunda faydaları 2015 yılında Avrupa Sağlık Ajansı tarafından da tescillenmiş. Osmanlılar tatlı ve içeceklerde yaygın olarak kullanırken, Avrupa’da da dini törenlerde, boya üretiminde ve kozmetik üretiminde kullanılmış. Değişik açılardan değerli olan mastika nedeniyle, Sakız Adası daima yabancıların göz diktikleri bir yer olmuş. Arap korsanlar da, Bizanslılar, Venedikliler, Cenevizlier ve Osmanlılar da bu nedenle Sakız’ı ele geçirmek ve hükümranlıkları altında tutmak istemişler. Tarihsel olarak; adanın 1346’daki kesin Ceneviz işgalinden önceki, Zaccaria ailesi derebeyliği dönemi (1304-1329), sonraki Ceneviz devleti yönetimi sırasındaki (600 hissedarı olan) Manoaşirketi dönemi ve Osmanlı döneminin sakız üretimi açısından ilginç özellikleri var. Örneğin, Osmanlı döneminde adada atanmış birSakız Emini varmış. Her yıl, Mastichochoria köylerindeki üretimi denetler ve vergileri toplarmış. Ürün saklayanlar, yargılanır ve cezalandırılırlarmış. Günümüzde, bölgenin bazı köylerinde her yıl yapılan karnavallarda , Osmanlı Devleti’nin bu uygulamaları parodiler şeklinde canlandırılıyormuş. 1840 yılından itibaren devlet vergiyi kaldırmış, üretim ve ticaret serbest bırakılmış. Yaşanan bu imtiyazlı ve serbest dönemden sonra, 1912 yılında Yunanistan’a katılınca, tekrar vergi vermek zorunda kalmaları, sakız üreticileri için büyük bir darbe olmuş. Sektör büyük bir krize girmiş. 1938-1939 yılında çıkarılan yasalarla sağlanan koruma ve üretici birliğinin kurulması sonucu mastika üretimi ve ticareti tekrar canlanmış.
Başlarda belirttiğim gibi, genel olarak yazılarımı yemek içmekle ilgili konularla noktalarım. Bu sefer, bunları daha baştan yazdım. Yine de, sizlerle paylaşmak istediğim, damağımıza değen iki lezzet daha var. Bunlardan biri, ara sokakların birinde (Argenti sok. No: 2) dükkanı olan Kronos‘un dondurması. Navigasyon aracılığı ile kolayca bulabilirsiniz. Asıl yerinde iki, Mesta’da da bir kere olmak üzere, toplam üç kez yediğimiz bu dondurmanın tadı damağımda kaldı. Sosyal medyada birisinin yazdığı gibi, kordon boyunda, göz önünde olan fabrikasyon dondurma satıcılarına itibar etmeyin ve Kronos’a gidin derim. Ben her seferinde iki top tuzlu karamel ve bir top sakızlı dondurma yedim. Meyveli seçenekler de çok güzel. Artisanal dedikleri, el yapımı dondurmanın üreticisi Kronos’un kurucuları, Dimitris ve Yorgo Theofanidis kardeşler 1920’li yıllarda Trabzon‘dan Atina‘ya göç ederek Kronos Dondurma Fabrikası’nı kurmuşlar. 1929 yılında Sakız Adası’na göç etmişler. Günümüzde, ailenin üçüncü kuşağı dedelerinin titizlikle geliştirdikleri üretimi sürdürüyor.
Sakız Adası’ndan ayrılmadan, adaya özgü masourakia tatlısını mutlaka tatmak istiyordum. Bu enfes tatlıyı birkaç yere sordum ama ya derdimi anlatamadım ya da yoktu. Aslında, daha çok Noel zamanı yapılıyormuş. Sonunda, sahildeki Candio isimli pastanede bulduk. Kahveyle çok iyi giden bu leziz tatlıyı yapmak için, önce tereyağlanmış ince bir hamur, mastika ile tatlandırılmış ypovríchio(Denizaltıda denilen bu vanilyalı tatlıyı Yunanistan’da tatmış olabilirsiniz. Ben ilk olarak Girit’te, kahve ile birlikte ikram edildiğinde tatmıştım. Bir bardak suyun içine bir kaşık denizaltı koyarak getiriyorlar), çekilmiş badem, yumurta beyazı ve limon ya da mandalina rendesinden yapılan bir için etrafına sarılıyor, yapılan bu küçük rulolar fırında çıtır çıtır ve hafif kahverengi olana kadar kızartılıyormuş. Sonrasında, üstleri ya sadece pudra şekerine bulanıyor veya (bizim yediğimiz gibi) şerbete batırılarak, öğütülmüş badem ile kaplanıyormuş. Biz, tadına bayıldığımız bu tatlıyı orada yemekle kalmadık. Ayrıca, eve getirmek üzere de, bir kilo aldık.
Sakız Adası’ndan aklımızda güzel anılar ve damağımızda güzel tatlarla ayrıldık. Benim için yolculukların olmazsa olmazı, öğrenme fırsatı bulduğumuz yeni şeyler de cabası…
Geçen sene yaptığımız 17 günlük Sicilya gezisi sırasında gittiğimiz yerlerle ilgili paylaşımlarımı, Villa Romana del Casale ile ilgili bir önceki yazım ile tamamlamıştım. (Okumamış olanlar, her zaman olduğu gibi, link aracılığıyla söz konusu yazıma erişim sağlayabilirler). Yazımın sonunda, özellikle yeme-içme konusuna ağırlık veren kısa bir kapanış yazısı da yazacağımı belirtmiştim. İşte o yazı…
Bundan 10-15 yıl önce, Sicilya’ya gitmek çoğumuz için hala bir bilinmeze doğru gitmek hissi uyandırırdı. Sanırım bu konuda, başta Francis Ford Coppola‘nın ünlü Godfather (Baba) filmi olmak üzere, gördüğümüz Mafya filmlerinin etkisi büyüktü. Yıllar içinde, hem Sicilya’da çetelere karşı (zaman zaman bedeli ağır olan) kararlı bir mücadele yapıldı hem de büyük yatırım projeleri ile desteklenen bir kalkınma hareketi yaşandı. Artık çevremizde Sicilya’ya gidenlerin ya da gitmeyi düşünenlerin sayısı arttı.
Konu Sicilya’ya gitmek olunca, sorulması gereken soruların başında adada nerelere gitmeli ile başlamak gerekli kanımca. Bu blogda her zaman vurguladığım gibi, böylesi kararlar son derece kişiseldir. İlgi alanlarınıza, neyi sevip sevmediğinize, ne kadar zaman ayırabileceğinize ve şüphesiz bütçenize bağlı olarak düşünülmesi gereken bir konudur bu. Biz, en baştan beri adanın çevresinde aşağı yukarı bir tam tur yapmaya karar vermiştik. Ayrıca, arkeoloji ve antik şehirlere meraklı olduğumuz için, başta popüler antik ören yerleri olmak üzere, mümkün oldukça yolumuzun üstündeki daha az bilinen yerlere de gittik. Bunların bazıları turların genel rotalarının dışında yerlerdi. Buna karşın, son derece zengin tarihi olan Sicilya’daki arkeolojik alanların çok azını görebildiğimizi düşünüyorum. Zira, sadece adanın kendisinde değil, çevresindeki küçük adalarda bile birçok antik alan olduğunu biliyorum.
Yukarıda belirttiğim gibi, Sicilya’nın çok zengin bir tarihi var. Tıpkı Anadolu gibi, Sicilya’yı da birçok uygarlık vatan bilmiş. Gitmeden önce, bu konuda kısa bir bilgi sunmaya çalıştığım Sicilya’da İki Hafta (1)başlıklı ilk yazımı okumanızı öneririm. Adanın turizm açısından en popüler yerleri, tarihsel olarak Antik Yunan (Grek) bölgeleri olan doğu tarafında. Bunların başında, bildiğiniz gibi, Taormina, Siracusa, Catania var. Ben de buraları çok beğendim. Ancak kanımca, ağırlıklı olarak hala Arap kültürü etkisi taşıyan batı tarafını ya da en azından Palermo‘yu görmeden Sicilya’nın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Palermo’yu veya Cefalù‘yu merkez yaparak batı tarafında bizim de gittiğimiz pek çok yere gidebilirsiniz. Sadece doğu bölgesinde kalmayı düşünürseniz, tam olarak Palermo gibi olmasa da, Catania da büyük bir şehir olarak size Sicilya’nın çok turistik olmayan yönleri hakkında da bir fikir verecektir. Taormina ya da Siracusa’da kalırken, sadece bu güzel şehirleri değil, çevredeki Val di Noto(Barok Vadisi) şehirlerinden bazılarını, arkeoloji merakınız çok fazla olmasa da Villa Romana del Casale’yi görmenizi öneririm. Bence, Sicilya’yı bağımsız ve bizim yaptığımız gibi detaylı gezmek için araba kiralamak gerekli. Bu konuda da öneri ve uyarılarımı serinin ilk yazısında bulacaksınız. Yine park yerleri, yollar, benzin, kaza olması durumu ve benzeri konulardan da daha önce, yaşadıklarımıza dayanarak, bilgiler vermiştim.
Sicilya’nın çok zengin bir mutfağı var. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm milletlerden bir şeyler almışlar ve bunları da belirtmekten çekinmiyorlar. Özellikle adanın batı tarafında, mimaride olduğu gibi, mutfaklarında da Arap etkisini çekinmeden, hatta bir tür gururla belirtiyorlar. Araplar, 250 yıllık hükümranlıkları boyunca, gastronomi açısından Sicilya’ya çok katkıda bulunmuşlar. Onların adaya getirdiği Şam fıstığını Sicilyalılar halen mutfaklarında, sadece tatlı ve dondurmalarda değil, sıcak tabaklarda da çok güzel bir şekilde kullanıyorlar. Bunun yanında, nar da Arapların buraya getirdiği bir meyve. Diğerleri, portakal, limon, şeftali, pamuk, patlıcan ve kayısı. Zeytin ve şarap yapmak için üzüm Sicilya’ya Grekler tarafından getiriliyor. Araplar, var olan zeytin türlerini çeşitlendiriyorlar. Ayrıca, bağcılığa da önem veriyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, deniz ürünleri çok güzel. Dondurma ve tatlılar ise, gerek çeşit gerek lezzet olarak müthiş.
Gezdiklerimiz, gördüklerimiz dışında, Sicilya bizim için yeme-içme açısından da unutamayacağımız bir deneyim oldu. İki yer dışında, yemek yediğimiz yerlerden çok memnun kaldık. Daha hesaplı ve mütevazi yerlerden tutun da oldukça pahalı restoranlara kadar her gittiğimiz yerde çok lezzetli yemekler yedik. Geçtiğimiz yıl Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran vardı. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlardı. Farklı şehirlerde olmak üzere, biz bunların arasından 5 tanesinde yemek yedik ve çok memnun kaldık. Bildiğiniz gibi, Michelin yıldızları veya sıralaması restoranlara bir yıllık bir süre için veriliyor. Bir yıl sonra, kimliklerini açıklamayan hakemler tarafından işletmeler tekrar ziyaret edilip değerlendiriliyorlar. Bu konuda titiz iseniz, gitmeden önce Michelin’in web sitesinden bu restoranların son statülerini kontrol edebilirsiniz.
Restoranlarda genelde başlangıç (antipasti) tabakları epeyce değişik ve zengin. Sebze olarak, patlıcan oldukça yaygın ve çok güzel bir şekilde kullanılıyor. Patlıcan sevdiğim için, özellikle, patlıcan ile yapılan, involtini di melanzanebenim favorimdi. Bir tür sarma olan involtini, farklı sebzelerle olduğu gibi, et ya da balık ile de yapılabiliyor. Hangi malzemeden yapılıyorsa, içindeki dolgu (Şam fıstığı, başka sebzeler, peynir, mantar ve benzeri olabilir) o malzeme ile sarılıyor. Deniz ürünleri ile yapılan involtini’ler arasında birkaç kez yediğimiz kılıç balığı (pesce spada) sarma çok lezzetli. Deniz ürünlerinden ahtapot (polpo), midye (cozze), karides (gamberetto), deniz kestanesi (riccio di mare), çipura (orato) ve levrek (branzino) yaygın olarak kullanılıyor. Bir de tabii, aslında başlangıç olan ama, benim gibi sevenler için ana yemek de olabilen arancinivar. İstanbul‘da da arancini’yi iyi yapabilen az sayıda İtalyan restoranı var ama Sicilya’dakiler başka. Adanın batısında da (Palermo, Trapani), doğusunda da (Catania, Siracusa) arancini’nin ana vatanı olduğunu iddia eden şehirler var. Ancak, herkesin kabul ettiği gerçek, bu lezzetli yiyeceğin 10. yüzyılda Araplar tarafından icat edildiği.
Birinci tabaklar arasında elbette hamur işleri (pasta) var. Aslen Catania’ya özgü olan pasta alla Normabunların arasında en meşhuru. Adını, Vincenzo Bellini‘nin Normaoperasından alan bu tabak, değişik makarna türleri ile yapılabiliyor. Onu özel kılan, domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen ile yapılan sosu. Bunların dışında elbette pizzalar bol miktarda var. Sicilya’ya özgü olan sfincione, kalın bir pizza.
Sicilya’da ana yemek konusunda oldukça zengin bir seçenek yelpazesi var. Sadece zengin deniz ürünleri kaynağına dayananlar değil, kuzu, keçi ve at etine uzanan özel yemekler var. (Bazı bölgelerde av etlerinin de ünlü olduğunu okudum). Bunların her birinin yanında lezzetli sebze garnitürleri oluyor.
Tatlı konusu başlı başına ayrı bir konu çünkü, Sicilya’da tatlılar da çok güzel. Sicilyalılar, bu konuda da başarılı olmalarını Araplara, onların çeşit çeşit şerbetlerine ve meyve temelli tatlılarına dayandırıyorlar. Bunlar özellikle meyveli jöleler, sorbeler, cassata Sicilianaolarak adlandırılan ve içinde badem ezmesi ve meyve kabukları olan süngerimsi kekler ve üstleri meyvalı şekerleme ile kaplı küçük badem ezmeleri olarak karşınıza çıkıyor. Sicilya tatlı mutfağında genel olarak tatlı ile tuzlunun, narenciye ile peynirin ve kurutulmuş meyvelerle bademin karışımı çok lezzetli ve başarılı bir şekilde yapılıyor. Bir de tabii, başlı başına ayrı bir lezzet olan cannolivar ki, anlatmak yetmez… Ricotta peyniri, şekerleme yapılmış meyve ve şam fıstığı ile kremamsı bir hale getirilmiş iç malzemesi, tüp şeklinde ve kızartılmış hamurun içine dolduruluyor ve üstüne pudra şekeri serpiliyor. Yaygın görüşe göre, cannoli de Sicilya’daki Emevi Arapların döneminde (827-1091 yılları arasında), Caltanisetta‘da icat edilmiş. Adanın her yerinde yiyebilirsiniz. Yediğimiz bazı bar ve kafelerde gözlemlediğime göre, hamur kısmını ve dolgusunu ayrı ayrı tutuyorlar ve servis etmeden hemen önce içlerini dolduruyorlar. Dışının sürekli çıtır çıtır olmasını bu şekilde sağlıyorlar sanırım. Sicilya’da dondurmalar da çok güzeldi. Dondurma sevenler için lezzetli seçenekler var. Sıcak havalarda granitada denemek isteyebilirsiniz. İtalya’da da yazın sıklıkla rastalayabileceğiniz granita, şeker, su ve taze meyve şurupları ile yapılıyor. Özellikle Catania, Messinave daha sonra Palermo granita’nın orijinal yeri olma konusunda iddialılar. Tarihsel olarak yine Orta Çağ’daki Arap dönemi sırasında, Etna Yanardağı‘nın karları ile yapıldığı görüşü yaygın. Ana kara İtalya’sında ise, Romalıların dağlardaki karlarla granita’yı keşfettikleri görüşü de yok değil. Ancak genel kabul, granita’nın Sicilya’ya özgü olduğu yönünde.
Yazımın bundan sonraki bölümünde, kaldığımız veya gittiğimiz yerlerdeki oteller, restoranlar, yemekler ve şaraplar hakkındaki bilgileri kısaca tekrarlayacağım. Üzüm ve şarap konusu da Sicilya’da son derece çeşitli ve zengin. Meraklıların gitmeden önce bu konuda biraz çalışmalarını öneririm.
CEFALÙ
Konaklama:
Cefalù’da İsviçreli Hapimagşirketine ait tesiste kaldık. Bu şirket, Bodrum’daki Sea Gardentatil köyü ve otelinin de sahibi. Kalabilmek için üye olmak gerekiyor. Eğer üyeliğiniz varsa, burada kalabilir ve bazı şehirler için üs olarak kullanabilirsiniz. Biz Cefalù’dan günü birlik gidip gelerek Palermo, Monreale, SegestaveCastellammare del Golfo‘ya gittik. Eğer Hapimag üyeliğiniz yoksa, Cefalù ve Palermo’da kalacak yer konusunda çok seçenek var. Sizin için bir seçenek de, Palermo’da kalarak Cefalù ve diğer saydığım yerlere günübirlik gitmek olabilir. Sicilya’da nerede olursa olsun, eğer araba kiraladıysanız, kalacağınız yerin ücretli veya ücretsiz otoparkı olmasına dikkat edin. Özellikle bazı yerlerde otopark ciddi sorun yaratabilir.
Restoran, Yemekler, İçki:
Cortile Pepe (Michelin)
Bir aile işletmesi olan bu restoranda yediğimiz kabak yaprağından involtini çok güzeldi. Pesto ve Şam fıstığı sosluspaccatellede lezzetliydi.
Şarap olarak yemekte, adanın kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümündenMalvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.
Triscele
Yediklerimizi not etmemişim ama, çok memnun kaldık. Onun için önerebilirim. Duomo bölgesine biraz uzak ve çevrede araba park etmek zor. O nedenle, daha önce Cefalù ile ilgili bölümde önerdiğim, sahildeki otoparka arabanızı bırakıp yürümenizi öneririm.
Şarap olarak, Trapani kırsal bölgesindeki Firriatoşaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet SauvignonveMerlotüzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015şarabını içtik.
Cefalù’da ayrıca, Piazza Marina‘daki dondurmacı da önerebileceğim yerlerden.
PALERMO
Restoran, Yemekler, İçki:
Osteria dei Vespri (Michelin)
Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleriaadasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria(yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.
Bar del Centro di Zama Giuseppe
Çok merkezi bir konumda olan bu yere tesadüfen oturduk. Fazla iddialı görünmeyen bu işletmeden çok memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok güzeldi. Yanında, Sicilya biralarından Birra Messinaiçtik. Sicilya biraları da denemeye değer.
MONREALE
Restoran, Yemekler, İçki:
Mirto Giovanni
Adını sonradan öğrendiğim, katedralin önündeki meydanda, köşede olan bu bar, Sicilya’da memnun kalmadığımız iki yerden biri oldu. Pizza idare ederdi ama arancini berbattı. Bir şeyler içmek için oturulabilir ama self-servis olan mekanda o da bir mesele çünkü yerel halk sürekli önünüze geçiyor.
CASTELLAMMARE DEL GOLFO
Restoran, Yemekler, İçki:
La Cambusa
Yemekleri kaliteli, buna karşın oldukça ucuz bir restoran. Buranın klasikleşmiş yemeklerindencouscous di pesce (balık kuskusu) ve involtini di pesce spada(kılıç balığı sarma) çok güzeldi. Yalnız, porsiyonlara dikkat edin çünkü epeyce büyük.
O akşam, deniz ürünleriyle, beyaz şarap içtik. Şarabımız, Marsala’nın 12 km uzağında yer alanMarco de Bartoli şaraphanesinin %100Zibibboüzümünden yapılmışPietranera 2021idi.
Castellammare del Golfo ile ilgili yazımda, oraya ertesi gün, Trapani ve Erice‘ye giderken, tekrar uğradığımızı yazmıştım. Bir gece önceki fırtınadan sonra, Castellammare del Golfo’yu pırıl pırıl bir güneşin altında görmek çok güzeldi. Bu kez güzel havanın tadını sahildeki salaş bir mekanda çıkarmıştık. Mekanın adını belirten herhangi bir tabela yoktu. O nedenle adını yazamayacağım ama, sahilde, Via Don Leonardo Zangara‘nın üzerindeydi. Basit ve iddiasız menüden karışık peynir ve şarküteri tabakları seçtik ve birMessina birası olanBirra Dello Stretto non-filtrata içtik. Pek keyifli idi.
AGRIGENTO
Konaklama:
Agrigento’da çok memnun kaldığımız bir Oda-Kahvaltı işletmesinde kaldık. Adı, Dimora dei Templi idi. Küçük ama gayet organize ve temiz bir yerdi. Üstelik, Tapınaklar Vadisi‘ne de yakındı. Odamızdan tapınaklardan ikisinin görülebiliyor olması da ayrı bir hoşluktu.
Restoran, Yemekler, İçki:
La Terrazza degli Dei (Michelin)
Beş yıldızlı otel Villa Athena‘nın restoranı. Agrigento’daki en güzel iki tapınağın (Concordiave Juno) manzarası onu en az yemekleri kadar özel yapıyor. Romantik bir ortamda, lezzetli yemekleri ve mükemmel servisi ile hep hatırlayacağım bir gece olacak.
Yemekte, Donnafugataşaraphanesinin adanın güney batısında ekilenNero d’Avola, Petit Verdot, Syrahüzümlerinden ürettiğiMille e una Notte(Bin Bir Gece)2015şarabını içtik. Yemek sonrası, tatlı ile yine Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından içtik.
Bu noktada, öğlen oturduğumuz bir yerde içtiğimiz bir birayı da önermek istiyorum. Yukarıda, şarapların yanında, Sicilya biralarını da denemenizi önermiştim. Tİ-Mİ-Lİ, filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira. Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretiliyormuş.
MESSINA
Konaklama:
Hotel Royal Palace, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş bir otel ama temiz. Ayrıca, Messina’da görülecek yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde.
Restoran, Yemekler, İçki:
Ristorante I Ruggeri
Akşam yemeği yediğimizbu restoran, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Messina’da zaten özellikle deniz ürünleri yemeniz öneriliyor. Yemekler lezzetli idi.Şarap olarak, Tasca d’Almeritaailesine ait, Salinaadasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilenMalvasia di Lipariüzümünden üretilmişDidyme 2021şarabını içtik.
TAORMINA
Konaklama:
Villa Paradisokonum, hizmet ve oda kalitesi açısından son derece memnun kaldığımız bir otel oldu. Ayrıca, yakınında anlaşmalı bir otoparkı olması da Taormina için çok önemli.
Restoran, Yemekler, İçki:
La Napoletana
Sicilya’da yemeklerinden memnun kalmadığımız iki yerden birisi. Trip Advisor’da çok methedilen bir yerdi ancak, hayatımızda yediğimiz en kötü pizza idi diyebilirim. Pişmemiş olmasının nedeni, biz gittiğimizde aşırı kalabalık olmasından dolayı olabilir.
Cinque Archi (Michelin)
Taormina’da Michelin listesinde olan bir mekan ancak, biz burada yemek yemedik. Yemek sonrasında kafesinde oturduk. Her zaman hareketli olan Piazza IX Aprile‘de bir şeyler içmek ve etrafı seyretmek için güzel bir kafe.
Otto Geleng(Michelin)
Grand Hotel Timeo‘nun Michelin yıldızlı efsanevi restoranı Otto Geleng, yemekleri ve atmosferi ile gerçek birfine diningdeneyimi sunuyor. Özel bir kutlama veya anılarda özel bir yeri olmasını istediğiniz bir akşam için ideal bir yer. Executive ŞefRoberto Toro‘nun yarattığı tabakların her biri çok rafine ve lezzetliydi.
Yemekte, daha önce de içtiğimiz, Donnafugata’nın Mille e una Notte(Bin Bir Gece) 2016şarabını içtik. Tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabını içtik.
CATANIA
Konaklama:
Doluluk nedeniyle iki gece iki ayrı otelde kaldık. ÖnceKatane Palace Hotel‘de, sonra Mercure Catania Excelsior‘de kaldık. İki oteli de seçme nedenimiz otoparklarının olması ve görmek istediğimiz yerlere yürüme mesafesinde olmalarıydı.
Restoran, Yemekler, İçki:
Al Vicolo
Akşam yemeği için gittiğimiz bu restoran pizza ve benzeri yemekleri ile şarküteri ürünleri iyi olan bir yer. Yediğimiz iki çeşit focaccia lezzetliydi. Yemekle, Eliosşaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016şarabını içtik. Bu şaraphanenin bağları Palermo yakınlarında imiş. OrganikNero d’Avaloüzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyormuş.
Trattoria del Cavaliere
İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de yedik. Buranın at eti ile hazırlanan bir yemeği ünlüymüş ama biz, rigatoni alla Normayedik. Catania’ya gelip de alla Normasoslu bir şey yemesek olmazdı. Daha ayrıntılı bilgi için Catania ile ilgili yazıma bakabilirsiniz. Çok lezzetliydi. Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalıTartufo Classicoda çok güzeldi.
İki restoranda da, masaların büyük bölümünde Catanialıların olduğunu belirtmeliyim. Bir restorana yerel insanların da gitmesi her zaman iyi bir işarettir.
SIRACUSA
Konaklama:
Grand Hotel Ortigia‘dan çok memnun kaldık. Konum, servis kalitesi, otopark, her yönden mükemmeldi.
Restoran, Yemekler, İçki:
Al Forte Campana Ristorante Pizzeria
Otelin yakınındaki bir ara sokakta rastladığımız bu küçük restoranda yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Özellikle, yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi.
Yemekte, Al-Cantaraşaraphanesinin Güney Sicilya IGP UToccu Pinot Neroşarabını içtik.
Regina Lucia (Michelin)
Duomo Meydanı’nda, çok memnun kaldığımız bir restoran. Yemekler, Siracusa ile ilgili yazımda belirttiğim gibi çok değişik ve lezzetliydi. Hem aydınlatılmış Duomo ve meydanın genel ambiyansı hem de restoranın yarattığı hava çok güzeldi.
Şarap olarak burada, daha önce La Cambusa’da içtiğimiz beyaz Pietranera DOC 2021 içtik.
La Volpe e l’Uva
Duomo Meydanı’nda bir başka restoran. Pizza ve pasta da var, deniz ürünleri ve balık da. Lezzetli ama Regina Lucia’nın yemekleri kadar etkileyici değildi.
Burada, Duca di Salaparutaşaraphanesinin%100Nero d’Avolaüzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.
Son olarak, iyi şarap içmeye meraklıysanız, Sicilya’ya gitmeden buraya özgü üzümler ve şaraplar hakkında bir ön araştırma yapmanızı öneririm. Sicilya’da her bölgenin farklı tatlar sunan, kendine özgü üzümleri ve şarapları var. Örneğin, Etna Yanardağı bölgesinin şaraplarının, Sicilyalıların kendi ifadesi ile, “mineralimsi” bir tadı var. Ancak, restoranlarda çoğunlukla adanın değişik bölgelerinin şaraplarını bulmak mümkün. Maceraperest olmak ve bilmeden denemek de bir yöntem tabii ki. Ama, kısıtlı zamanda vakit kaybetmemek için kısa bir araştırma yapılabilir. İyi restoranlara gitmeden (hatta yolculuğa çıkmadan) önce rezervasyon yapmak iyi olur.
Yemek konusunda olduğu gibi, şarap konusunda da herkesin damak zevki elbette farklıdır. Yine de, araştırmalarınızda belki bir ipucu olabilir ümidiyle, aşağıda bizim içtiğimiz şarapları beş üzerinden beğenme derecemize göre sıraladım.
Başka yolculuklarda, başka şehirlerde ve kıtalarda buluşmak dileğiyle…
Siracusa‘da kaldığımız günlerden birini, son yıllarda sosyal medyada epeyce meşhur olan Villa Romana del Casale‘ye ayırdık. Bu isim size hemen bir şey ifade etmeyebilir ama, bu tarihi yapıda bulunan bir mozaiğe atıfta bulunmak için kullanılan “Romalı bikinili kızlar” ifadesi size bir çağırışım yapacaktır. Villa Romana’ya Catania‘dan da, Siracusa’dan da gitmeniz mümkün. Aslında, Catania’dan gitmek yarım saat kadar daha kısa sürüyor. Ama biz yine de, Siracusa’dan gitmek üzere plan yapmıştık. Gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı, zorunlu nedenlerle bizim Villa Romana del Casale’ye gitmeden önce tekrar Catania’ya gitmemiz gerekti. Siracusa’ya gelmeden önce, Modica yakınlarında lastiğimizin patlamasını ve iki hayırsever Sicilyalının nasıl yardım ettiğini daha önce yazmıştım. (Bu yazıya erişim için linki kullanabilirsiniz). Takılan stepne bizi saatlerce çekici beklemekten kurtarmıştı. Ancak, stepnenin normal boyutlarda olmaması hem belli bir hızın üstünde gitmemizi engelliyor hem de can güvenliği açısından risk yaratıyordu. Arabayı değiştirmek en akıllıca çözümdü ama, Siracusa’daki Avis’in elinde uygun araç yoktu. Mecburen Catania havaalanında, iki hafta önce aracı ilk kiraladığımız Avis’e gitmek zorunda kaldık. Neyse ki, Catania’daki Avis görevlisi hem çok iyi İngilizce konuşuyordu hem de çok hızlı ve pratik bir insandı. Kısa zamanda işimizi halettik ve yeni araba ile yola koyulduk.
Tüm bu işleri yapmak doğal olarak bizden epeyce zaman çaldı. O nedenle, daha önce o gün gitmeye karar verdiğimiz Enna, Aidone ve Piazza Armerina‘yı gezmekten vazgeçtik. Zaman kalırsa, belki en son Caltagirone‘yi de sıkıştırabiliriz diye düşündük. Yine çok güzel, ne çok sıcak ne serin bir gündü. Gökyüzü masmavi, güneş pırıl pırıldı. Yolun iki yanında verimli tarım arazileri, zeytinlikler ve bahçeler vardı. Bir de çok geniş kaktüs tarlaları. Evet, düzenli aralıklarla dikilmiş, sıra sıra kaktüsler. Sicilya’da ve İtalya’da kaktüslerin meyvasının sevildiğini ve yendiğini biliyordum ama hiç böyle özel olarak dikildiklerini görmemiştim. Kaktüsün üzerinde, bir uzantı gibi, yumru şeklinde oluşan bu meyvanın buruk, değişik bir tadı var. Mayhoş tatlardan hoşlananlar sevebilir. Annem çok severdi mesela. Göz alabildiğine uzanan bu kaktüs tarlalarının fotoğrafını çekebilmeyi çok isterdim ama ne yazık ki, yolda duracak uygun bir yer bulamadık.
Villa Romana del Casale’ye gitmek için, Piazza Armerina’ya gitmeniz gerekiyor. Piazza meydan anlamına geldiği için, gitmeden önce burayı gözümde canlandırmakta zorlandım. Okuduklarıma göre, bir yerleşim yeri idi. Öte yandan, bir yerleşim yerinin adının “meydan” olması da bana epeyce tuhaf geldi. Gittiğimizde gördük ki, burası gerçekten de hiç de küçük olmayan bir yer. Katedrali, müzeleri ve sarayları ile dört başı mamur küçük bir şehir. Önceleri adı sadece, Latince’den gelen, Piazza imiş. 1862 yılında Armerina adı eklenmiş. Romalılar döneminde tarihinin en parlak dönemini yaşamış. Bir dönem bölgenin toplanma ve ticaret merkezi olduğu için bu ismi almış olabilir. Romalılardan kalan eserlerin arasında en önemlisi, hiç şüphesiz, tarih ve arkeoloji meraklılarının akın ettiği Villa Romana del Casale. Piazza Armerina’dan buraya ağaçlıklı bir yolda beş kilometre gittikten sonra varıyorsunuz.
1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan Villa Romana del Casale, M.S. 4. yüzyılda yapılmış. Ancak, yapının temelinin altında ortaya çıkan buluntulara dayanarak, burada daha önce, M.Ö. 1. ile 3. yüzyıllar arasında yapılmış bir başka villa olduğu da saptanmış. Mangone Dağı‘nın eteklerindeki bu ilk villanın üzerine daha sonra, 4. yüzyılda bu etkileyici yapı inşa edilmiş.
Villanın kime ait olduğu konusunda uzmanlar arasında iki farklı görüş var. İlkine göre burası, bir Romalı aristokrat senatöre ya da Romanın adadaki valisine ait olabilir. İkinci görüşe göre ise, villa doğrudan bir imparatorluk emri ile yapılmış. Hangi görüş kabul görürse görsün, Afrikalı mozaik ustalarının eseri olduğu düşünülen eşsiz mozaikler üst düzey bir zenginlik ve ihtişama işaret ediyorlar. Dev kamusal alanlar, kişisel salon ve odalar ile halka da açık olduğu anlaşılan büyük bir hamam bu döneme ait. Bizans ve erken Orta Çağ dönemlerinde (5. ile 8. yüzyıllar arasında), ilk yapının üzerine bir yerleşim yeri yapılmış ve etrafı sur ile çevrilerek tahkim edilmiş. Bu dönemde, hamam bölümünün soğukluk kısmı (frigidarium) bir Hristiyan ibadethanesine dönüştürülmüş. Arap-Norman dönemine (9. ile 13. yüzyıllar arasında) gelindiğinde Villa Romana del Casale büyük bir Orta Çağ yerleşkesinin (günümüzde Piazza Armerina) parçası haline gelmiş. 12. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir çökme geçiren villa, 13. yüzyılda terk edilmiş. 14. yüzyılda, villanın bulunduğu yerde Casale adı verilen yeni bir köyün kurulması ile beraber burada tekrar bir canlanma başlamışsa da, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan seller nedeniyle göçler olmuş ve yapı zamanla toprak altında kalmış. Giderek unutulan bu muhteşem yapı, 19. yüzyılda yabancı gezginlerin ve bilim insanlarının merakını uyandırmaya başlamış. Bu arada, define avcıları ve işin ehli olmayan kazıcılar nedeniyle tahribatlar da olmuş. İlk olarak 1820 yılında, Sabatino del Muto tarafından Sicilya’daki Britanya Konsolosu adına düzgün bir kazı yapılmış ve kalıntılarla beraber mozaiklerin önemli bir bölümü toprak altından çıkarılmış. 20. yüzyıl boyunca da yapılan düzenli kazılarla Villa Romana del Casale zaman içinde günümüzde gezilebilen haline gelmiş.
Kısaca tarihini anlatmaya çalıştığım Villa Romana del Casale’de ilk olarak büyük hamam bölümü sizi karşılıyor. Biz henüz burayı gezerken, büyük bir turist grubu geldi ve villa kısmına bizden önce girdi. Endişelenecek bir şey yok diye düşündüm. Ancak, sonradan içeride bu durum gerçekten can sıkıcı oldu. Mozaiklere zarar vermemek amacıyla, tüm villanın içini dolaşan, tahtadan ve yüksekte bir yürüme yolu yapılmış. İçeriyi bu yolu izleyerek geziyorsunuz. Tur rehberinin aşırı uzun ve detaylı anlatımlarına bir de grubun tüm yürüyüş yolunu kaplaması eklenince, her salonda bırakın ağız tadıyla mozaiklere bakmayı, şöyle birkaç kare fotoğraf çekebilmek bile imkansız oldu. Sonunda, dayanamadık ve tur rehberini kibarca uyardık. Kadının tepkisi soğuk ama profesyonelce oldu, öne geçebileceğimizi söyledi. Tam geçerken, yaş ortalaması epeyce yüksek olan gruptan bir adam terbiyesizce küfür etti. Ortam gerildi. Bir iki karşılıklı atışmadan sonra, biz öne geçtik ve daha rahat gezmeye başladık. Villanın içinde oldukça ayrıntılı, tatmin edici açıklama tabelaları var.
Yukarıda belirttiğim gibi, villanın hamam bölümü halkın kullanımına da açık şekilde yapılmış. Bu nedenle hamama bir genel, bir de villadan, ev halkının kullandığı, özel bir giriş var. Ayrıca, hamamın, gymnasium, masaj odası, tuvalet, dinlenme bölümleri gibi, sadece ev sahibine özel kısımları da var. Evin genelindeki mozaikler, güzelliklerinin yanında, o mekanın ne amaçla kullanıldığı konusunda da birer ipucu görevi görüyorlar. Örneğin, masaj odasında vücuduna yağlarla masaj yapılan bir atlet, kilerde yiyecek, yatak odasında sevişen bir çift mozaikleri var.
Villanın kişisel alanları, çevresi revaklı dikdörtgen bir avlunun etrafında sıralanmış. Giriş yapılan ilk revaklı avlu ve antereden sonra bu bölüme ulaşıyorsunuz ve avluyu çepeçevre geziyorsunuz. Avlunun ortasında bir de havuz var. Tam karşıda ise, büyük bir bazilika bölümü var. Daha önce birkaç kez belirttiğim üzere, bazilika kelimesi, daha sonraki yaygın kullanımından ötürü, bir Hristiyan ibadethanesini çağrıştırsa da, aslında kökü Grekçe olan bir kelime. Romalılar tarafından belli tür yapılara bu isim verilmiş. Söz konusu yapıların özelliği, uzun ve sağlı sollu iki sıra sütun ile desteklenmiş olmaları. En sonda ise, yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) var. Sanırım böylesi bir yapıyı, bir ana nef ve iki yan nefi, karşıda da altarın bulunduğu apsisi olan bir kilise ya da katedral olarak kolayca gözünüzün önüne getirebildiniz. Ancak, bu planla inşa edilen bazilikalar Romalılar tarafından mahkeme salonu ya da büyük sivil toplantılar için yapılmışlar.
İnanılmaz ince bir işçilik ile yapılmış olan mozaiklerin, incelemek için insanın saatlerini alacak detayları var. Ancak, tabii ki bunun için yeterli vakit yok. Eminim, birkaç kere gidilirse, her seferinde farklı şeyler göze çarpacaktır. Burada size, etkileyici bulduğum, aynı zamanda villanın en çok ilgi gören salonlarından bazılarından söz edeceğim. Bunlardan ilki, hamam bölümündeki Salone del Circo. “İki Apsisli Salon” olarak da anılan bu salonun gymnasium (spor salonu) olduğu tahmin ediliyor. Yerdeki mozaikte bir quadriga (dört atın çektiği savaş arabası) yarışı var. Mozağin ortasındaki dikilitaştan dolayı buranın, Roma’daki Circus Maximus hipodromunun bir canlandırması olduğu düşünülüyor. Salon da zaten hipodromlara benzer tarzda, elips şeklinde. Mısır’dan getirilen bir obelisk olan bu dikilitaş Circus Maximus’a İmparator Augustus veya II. Constantius tarafından koydurulmuş. Hatırlarsanız, Sultanahmet’teki eski hipodrom alanının (Osmanlı dönemindeki At meydanı) ortasında da aynı şekilde Mısır’dan getirilmiş bir obelisk var.
Hamamdan villanın özel tarafına geçerken, ailenin kullanımı için yapılmış bir latrina, yani tuvalet var. Trapeze benzer bu bölümde duvar kenarında bir dizi tuvalet varmış. Tuvaletlerin altında, alanı çevreleyen duvar boyunca giden bir kanalizasyon sistemi var. Oturak kısımları, 1960’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında elden geçirilmiş. Tuvalet salonunun ortasındaki alanda da çeşitli hayvanların görüldüğü bir mozaik var.
Villanın ev kısmından hamama geçilen bir odadaki mozaikte, evin hanımını iki yanında birer sarışın çocuk ile yıkanmaya giderken görüyoruz. Bir görüşe göre bu çocuklar evin hanımının kendi çocukları. Diğer bir görüşe göre ise bunlar, hamama giden hanımlarına eşlik eden, Cermen ırkından iki köle. Sarışın figürlerin yanlarında görünen hizmetkarlar hamamda gerekecek eşyaları taşıyorlar.
Yine ilginç bir mozaiğin bulunduğu bir başka oda, “küçük av odası” olarak geçiyor. Oturma odası veya kışın kullanılan bir yemek odası olduğu tahmin edilen bu oda da adını mozaikte aktarılan sahnelerden alıyor. Tam ortadaki açık havada yenen bir yemek sahnesinin etrafında çeşitli av sahneleri var. Bu sahnelerin özellikle iki tanesi çok ilgi çekici. Sol altta, at üzerindeki iki avcı boynuzlu üç geyiği, iki ağaç kütüğüne gerdikleri ağa doğru kovalayarak, yakalamaya çalışıyorlar. Bu sahnenin üst tarafında ise, iki tane kuş avcısı görüyoruz. Ağacın yaprakları arasına saklanan avlarını görmeye çalışıyorlar. Omuzunda bir şahin olan avcılardan birisi, çok gerçekçi bir şekilde, daha iyi görebilmek için bir elini alnına götürerek, güneşe karşı siper yapıyor. Sağ alt köşede ise, bir yaban domuzu avı sahnesi var. Avcılardan biri domuzun saldırısı ile yaralanmış, yerde yatıyor. Bir başka avcı yaralının yardımına koşmuş. Bu sırada, yüksek bir yerden taş atan başka avcılar domuzu bir bataklık alana doğru gitmeye zorluyorlar. Kapana kısılan domuzun ayakları yavaş yavaş batıyor.
Villanın bu yazıda geçen salonlarının dışında, birçok değişik amaç için kullanılan ve servis odası olarak adlandırılan odası var. Platform aracılığı ile çizilen rotayı takip ederek, bana göre Villa Romana del Casale’nin en çarpıcı yer mozağine ulaşıyorsunuz. “Büyük av” olarak adlandırılan bu mozaik, bazilika bölümünün antresi görevini gören uzun koridoru kaplıyor. Mozaik o kadar büyük ki, tek bir fotoğraf karesine sığdırmak imkansız. Ayrıca insan, hangi köşesini inceleyeceğini şaşırıyor. O kadar güzel ayrıntılarla dolu ki. Mozaiğin konusu; başkent Roma’daki sirk gösterileri için imparatorluğun her köşesinde yapılan vahşi ve egzotik hayvan avları, avlanan hayvanların zarar görmeden, sağlam bir şekilde Roma’ya ulaşmaları için tahta kafeslere konmaları, kara yolu ile en yakın limana (Afrika’da bunun büyük olasılıkla Kartaca olduğu belirtiliyor) ulaştırılmaları, orada gemilere yüklenmeleri ve tabii ki, tüm bu süreçleri yürüten avcılar, askerler, atlılar, esirler ve gemiciler. Bu sahnelerin hepsi, uzun koridor boyunca resmedilmiş olan imparatorluğun doğudan batıya uzanan geniş toprakları üzerinde yer alıyor.
Gelelim “bikinili kızlar” odasına. Aslında servis odalarından birisi olarak adlandırılan bu odanın da tabanı benzerleri gibi geometrik desenli bir mozaik ile kaplıymış. Daha sonra orijinal tabanın üzerine, atletizmin çeşitli dallarında yarışan kadın atletlerin resmedildiği bu mozaik yapılmış. Kızların kıyafetleri günümüzün bikinilerine benzetildiği için halk arasında “bikinili kızlar” olarak anılsalar da, aslında bunlar kadın atletler. Karşılaşmalar arasında ağırlık kaldırma, disk atma, koşu ve top oyunları olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Aşağıda solda toga giyinmiş bir yetkili kazananlara verilen bir taç ve palmiye dalı tutuyor. Aşağıda ortada ise, katıldığı karşılaşmayı kazanan bir katılımcı tacı ve palmiye yaprağı ile görünüyor.
Villanın en ünlü mozaiklerinden bir başkası, bulunduğu odanın büyük olasılıkla bir yatak odası olduğunu ima ediyor. Burada bulunan mozaiğin ortasında birbirine sarılmış, sevişen bir çift var.
Bazilika bölümü aslında önünde bulunan “büyük av” koridorundan görülebiliyor ama, mozaiklerin üstüne basılamayacağı için, bu bölüme girmek için dışarı çıkıp, bir başka kapıdan girmeniz gerekiyor. Burası mimari olarak ilginç çünkü yukarıda sözünü ettiğim orijinal bazilika mimarisinin daha sonra nasıl evrilerek Hristiyan ibadethanelerine uyarlandığını insan daha net anlayabiliyor.
Bazilika bölümünde, daha önce Agrigento‘daki Tapınaklar Vadisi’nde “Düşen İkarus” heykelini gördüğümüz Polonyalı sanatçıIgor Mitoraj‘ın (1944-2014) iki eseri de var. Mitoraj’ın bu eserleri de birer İkarus. Belli ki, Yunan mitolojisinin bu kahramanı Mitoraj’ın zihnini epeyce meşgul etmiş. Efsaneye göre, İkarus Girit’teki Knossos’tan babası Daedalus’un kendisi için yaptığı kanatları kullanarak kaçar. Kanatlar kuş tüyünden yapılmıştır ve balmumu ile vücuduna yapıştırılmıştır. İkarus kurtulmasına kurtulmuştur ama, babasının sözünü dinlemeyerek güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlarını tutan balmumu erir ve Ege Denizi‘ne düşer, boğulur. Bu efsaneye dayanarak, Ege Denizi’nde bir adanın adı, İkaria‘dır. Mitoraj Ikaroadlı heykelinde, kanatlarını kaybetmiş, yenilmiş ve başı öne eğik bir İkarus canlandırmış. İkinci heykel,Ikara, bir dişidir. Aslında Yunan mitolojisinde dişi İkarus yok ama, İkarus’a ithaf edilen adanın ismi bu dişiyi çağrıştırıyor. Kanatları olan bu heykel aslında sanatçı tarafından bir androjen olarak yapılmış. Belki İkarus’u izlemek istiyor ama, ayak bileğine yapışmış bir el onu tutuyor… Igor Mitoraj’ın villanın girişinde de güzel bir eseri var: “Sonsuza Kadar Çift“…
O gün Siracusa’ya dönmeden, Villa Romana del Casale’den 45 dakikalık bir uzaklıkta olanCaltagirone‘ye de gittik. Val di Noto‘nun (Barok Vadisi) Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerinden birisi olan Caltagirone seramikleri ile ünlü. Ancak, burada Puglia‘nın seramikleri ile ünlü Grottaglieşehrindeki havayı bulamadık. Birkaç sene önce gittiğimiz Grottaglie’de yanyana, bazıları birer sanat galerisi havasında, bir sürü seramik atölyesi vardı. Üretilen şeyler ince bir zevk ürünüydü. Caltagirone’de o tür yerler görmedik. Girdiğimiz dükkanlarda da bizi etkileyen bir şey bulamadık. Belki hava kararmak üzere olduğu için biraz acele ettik ve tam olarak doğru atölye ya da dükkanlara rastlayamadık. Bilemiyorum. Gerçi sonunda Caltagirone’deki bir atölyede yapılmış, duvara asılan çok güzel bir seramik balık aldık ama, ertesi gün Siracusa’dan. Dükkan sahibi, Caltagirone’de özel bir atölyeye yaptırdığını söyledi.
Caltagirone’yi çok fazla gezemedik ama, ünlü seramik merdivenlerini gördük. Scalinata di Santa Maria del Monte (Santa Maria del Monte Merdiveni) olarak bilinen bu basamaklar, 1606 yılında, eski Caltagirone’yi tepede kurulan yeni şehire bağlamak için yapılmış. 130 metreden fazla bir uzunluğu olan 150 basamaklı merdivenlerin yapımı 10 sene sürmüş. 1954 yılında, yukarıdaki Santa Maria del Monte Kilisesi’ne çıkan merdivenin her basamağı yerel seramik sanatçıları tarafından donatılmışlar. Her basamakta, Sicilya’dan gelmiş geçmiş farklı milletlerin, farklı yüzyıllara ait eserlerini temsil eden motifler kullanılmış. Her yıl mayıs ayındaki Çiçek Festivali sırasında basamaklar çiçeklerle donatılıyormuş.
Bu yazı ile birlikte, 2022 Ekim ayında iki haftadan biraz fazla bir süre boyunca gezdiğimiz Sicilya ile ilgili yazı dizimin de sonuna gelmiş oluyorum. Dilerim, daha önce gidenlerin anılarını tazelemelerine, henüz gitmeyenlerin de gezi planlarını yapmalarına katkıda bulunabilmişimdir. Kendi adıma, son derece ilginç binlerce yıllık tarihi, arkeolojik ve tarihi eserlerinin zenginliği, müzeleri ve müthiş mutfağı ile Sicilya’nın, gezdiğim tüm yerler arasında çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.
Sadık bir okuyucum olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, bundan sonra yazacağım kısa bir yazıda önceki yazılarımda sözünü ettiğim yeme-içme mekanları, yediklerimiz, içtiğimiz Sicilya şarapları ve benzeri konuları toparlayacağım. Sonrasında ise, yeni yolculuklar, yeni heyecanlar ve anılar gelecek…
Sözü hiç dolandırmadan baştan söyleyeyim. Eğer bir gün tekrarSicilya‘ya gidersem, Siracusa kesinlikle tekrar gitmek isteyeceğim şehirlerden birisi olacaktır. Siracusa, birçok bakımdan çok beğendiğim bir şehirdi. Özellikle şehir merkezinin bulunduğuOrtigia Adası‘nın ambiansı, tarihi eserleri, Arkeolojik Parkı, restoran ve kafeleri, dükkanları pek güzeldi. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Siracusa’ya geldiğimiz ilk gün biz, bavullarımızı bile açmadan, hemenVal di Noto‘ya (Barok Vadisi) doğru yola çıkmıştık. Akşam döndüğümüzde, geç vakit otelin yakınında yemek yemiş (Ristorante Pizzeria Al Forte Campana) ve yatmıştık.
Siracusa’da kaldığımız Grand Hotel Ortigia, 1890 yılında açılmış, beş yıldızlı bir oteldi. İki köprü ile ana karaya bağlı olan Ortigia Adası’nda, deniz kenarında, çok hoş bir işletme. Titizlikle yönetilen, ödediğiniz ücretin hakkını veren bir oteldi. En üst katta, denize bakan odamız da çok güzeldi. Sabahları odanın balkonunda oturup, hem bir gün önce yaptıklarımızı not etmek hem de önümüzdeki marinadaki tekneleri, martıları ve adanın çevresini dolaştıran gezi motorlarının gidişini izlemek büyük bir keyif olmuştu benim için. Pırıl pırıl güneşin altında masmavi bir gökyüzü ve deniz, sadece seyrek gezi motorlarının sesi ile bölünen sessizlik ve sakinlik… Unutamayacağım bir güzellikti. Aynı katta bulunan kahvaltı ve yemek salonu da aynı manzarayı bir başka açıdan sunuyordu. Otelin bizim için bir başka önemli özelliği de, önünde kendisine ait bir otoparkı olması idi.
Siracusa, antik dünyanın en önemli süper güçlerinden birisi olmuş bir şehir. Bir dönem o kadar kuvvetlenmiş ki, Grek dünyasında prestij olarakAtina‘yı geçmiş. O zamanlarSyracusaeolarak bilinen ve Sicilya’nın doğu kıyısında bulunan Siracusa, M.Ö. 734 yılında Yunanistan’ın Korint bölgesinden buraya gelen Grekler tarafından kurulmuş. Bu da demek oluyor ki, Taormina‘nın yakınlarındaki Naxosile hemen hemen aynı tarihte kurulmuş. M.Ö. 485 yılında, Sicilya’nın güney sahilinde bir başka site devleti olan Gela‘nın diktatörüHippocratestarafından ele geçirilmiş. Bir dizi diktatörün yönetiminden sonra, M.Ö. 465 yılında yaşanan bir devrimden sonra demokratik düzene geçilmiş. Peleponez Savaşları(M.Ö. 431-404) sırasında, M.Ö. 413 yılında, Siracusa tarafından desteklenenSelinunte‘ye karşı Segesta‘ya destek olmak için yola çıkan Atinalılar, oraya gitmek yerine Siracusa’ya saldırmışlar. Sonuç, ağır bir yenilgiye uğrayan Atinalılar için tam bir hüsran olmuş. M.Ö. 405 ile 367 yılları arasında yönetimde olanI. Dionisius (Büyük olan diye de bilinir) zamanında Siracusa, en güçlü Grek site devleti haline gelmiş ve ezeli rakibi Kartacalılara karşı üç savaş kazanmış. M.Ö. 465’teki demokratik devrime rağmen bir despot olan I. Dionisius zamanında Siracusa, büyük bir imar dönemi geçirmiş. İnşa edilen kamusal yapılarla şehir, Batı Dünyası’nın en mamur yerleşim yerlerinden birisi haline gelmiş. M.Ö. 213 ile 211 yılları arasında Siracusa Romalılar tarafından kuşatılmış. Bu dönemde, Siracusa doğumlu olan ArşimetRomalılara karşı tüm bilimsel ve mekanik yaratıcılığını ve zekasını kullanmış. Başvurduğu yöntemler arasında, Romalıların görüşlerini engellemek ve aynı zamanda belki de gemilerini yakmak için dev ayna ve merceklerin kullanılması da varmış. Tüm bunlara rağmen, Siracusa M.Ö. 211 yılında Romalılar tarafından zaptedilmiş. Bu sırada Arşimet, kuşatmayı yöneten Roma Konsülü ve General Marcus Claudius Marcellus‘un aksi yönde verdiği kesin talimata karşın, bir Romalı asker tarafından öldürülmüş. Marcellus çok değer verdiği bu bilim insanının öldürülmesine çok kızmış. Konu hakkında çok sonra yazanPlutark‘a (M.S. 45–119) göre, öldürme olayı hakkında iki değişik anlatım varmış. En popüler anlatıma göre şehir zapt edildiği sırada Arşimet bir matematik çizimi üzerine düşünmekteymiş. Romalı bir asker onu komutan Marcellus’a götürmek için emir verince, Arşimet önce problemi çözmesi gerektiğini söylemiş. Bu yanıta çok sinirlenen asker Arşimet’i bir kılıç darbesi ile öldürmüş. Bir başka anlatıma göre ise, Arşimet o sırada matematiksel problem çözümünde kullandığı bir takım aletler taşıyormuş. Bunların değerli şeyler olduklarını düşünen asker, bilgini öldürmüş.
Siracusa Roma döneminde eskisi kadar etkin bir şehir olmasa da, Romalıların Sicilya’daki yönetim merkezi yapılmış. İmparatorluğun Doğu ve Batı yönetim bölgeleri arasında önemli bir ticaret limanı haline gelmiş. Bu arada, Tarsuslu Aziz Paul‘ün şehre gelmesinden sonra Siracusa’da Hristiyanlık yayılmaya başlamış. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Ostrogotların, daha sonraBizans İmparatorluğu‘nun (M.S. 535) ve M.S. 878 yılında Araplarıneline geçmiş. Orta Çağ boyunca Siracusa’nın önemi gittikçe azalmış. Yaklaşık 250 yıl süren Arap dönemi sırasında adanın başkenti Siracusa’danPalermo‘ya taşınmış. Katedral camiye dönüştürülmüş ve Ortigia Adası’nda İslami tarzda binalar yapılmış. Ticaretin yanında, şehirde sanatsal ve kültürel faaliyetler de oldukça fazla olmuş. Aralarında Sicilyalı Arap şairlerin en önemlisi sayılan İbn Hamdisde olmak üzere, birçok Arap şair yetişmiş. Sicilya’nın geri kalanında olduğu gibi, Siracusa’daki Arap hakimiyetine Normanlar son vermiş. Bir taraftan Norman, diğer taraftan Alman Hohenstaufenhanedanından olan Kutsal Roma İmparatoru ve aynı zamanda Sicilya Kralı II. Frederick‘in ölümünden sonra yaşanan kargaşa sırasında Siracusalılar, FransızAngevin(diğer adıyla Anjou) hanedanına karşı Aragonlularıtutmuşlar. Bu sayede, adanın İspanyol yönetimi boyunca önemli ayrıcalıklarla ödüllendirilmişler.
Siracusa, 1542 ve 1693 depremleri sırasında çok ağır bir şekilde tahrip olmuş ve Val di Noto’daki şehirler gibi, Barok tarzda yeniden yapılmış. 1729 yılında veba, 1837 yılında ise kolera felaketi yaşanmış. Kolera salgını, yönetimde olan İspanyolBourbonhanedanına karşı bir ayaklanma başlamasına neden olmuş. Ceza olarak, bölge merkezi Noto’ya taşınmış ama huzursuzluk bastırılamamış. Siracusalılar adadaki 1848 devrim hareketine katılmışlar. İtalya’nın 1865’te birleşmesinden sonra Siracusa tekrar bölge merkezi konumuna kavuşmuş. 19. yüzyılın sonuna doğru şehrin duvarları yıkılmış ve Ortigia Adası’nı karaya bağlayan bir köprü yapılmış. Ayrıca, Siracusa’ya demiryolu bağlantısı da inşa edilmiş.II. Dünya Savaşısırasında hem Almanlar hem de Müttefik Kuvvetleri tarafından çok yoğun bombardımana tutulan Siracusa, savaş sonrasında yaşanan endüstrileşme sürecinde kuzeye doğru hızla genişlemeye başlamış. Günümüzde Siracusa’nın başlıca gelir kaynakları tarıma dayalı sanayi ve ticaret ile birlikte balıkçılık endüstrisi ve turizm.
Siracusa’nın muhteşem bir arkeolojik parkı var. Parco Archeologico della Neapolis şehrin eşsiz Grek ve Roma mirasından günümüze kalanları şahane bir doğal ortamda görebileceğiniz ve arkeolojik kalıntıların arasında kendinizi bir yandan da gerçekten bir park ortamında hissedeceğiniz bir yer. Bakımlı çimenlikleri, çam, selvi ve zeytin ağaçları ile kuş cıvıltılarının yarattığı ortam açısından Siracusa’nın Neapolis (Yenişehir) Arkeolojik Parkı’nı, Sicilya’da gördüğümüz benzerleri arasında bir numaraya koyabilirim.
Neapolis Arkeolojik Parkı’na gitmek için, Ortigia Adası’ndan köprü yoluyla karaya çıkmanız ve kuzeybatıdaki tepenin yukarısına doğru gitmeniz gerekiyor. 35 hektarlık bir alan kapladığı söylenen arkeolojik parkın çevresi yüksek demir parmaklıklarla çevrili. Arabanızı bu parmaklıkların dışında, yol boyunca park edebilirsiniz. Arkeolojik parkın en önemli iki çekim noktası hiç şüphesiz Grek Tiyatrosuve Roma Amfiyatrosu. Ancak, Latomiaadı verilen antik taş ocaklarının bulunduğu bölümü de gezmeyi ihmal etmeyin.
Bilet alıp, içeri girdikten sonra yolu ve tabelaları takip ederek aşağı doğru ilerleyin. Arkeolojik parkın farklı bölümlerine girmek için, aldığınız bileti farklı turnikelerde okutmanız gerekecek. O nedenle, biletinizi kaybetmeyin. Biz, ilk önce sol taraftaki eserlere yöneldik. Şüphesiz siz, kendi isteğinize bağlı olarak sağ taraftan da başlayabilirsiniz.
İlk olarak, Tanrı Zeus’a adanmış Hieron Altarıkarşımıza çıktı. M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı belirtilen bu sunağın kalıntılarından bile, zamanında ne kadar devasa bir yapı olduğu anlaşılıyor. Antik dönem Grek dünyasının en büyük altarı olarak tanımlanıyor. Adını, burayı yaptıran, Siracusalı diktatör II. Hieron‘dan almış. Sonraki yüzyıllarda sunağın taşları başka yapıların inşası için acımasızca talan edilmiş. Özellikle 15. yüzyılda, Ortigia adasının çevresinde İspanyollar tarafından yapılan kale surları için buradan çok taş götürülmüş.
Yine aynı tarafta bulunan Roma amfiyatrosu ve çevresi, kendinizi en çok bir parktaymış gibi hissedeceğiniz alan. Kuş seslerinin dışında hemen hemen hiç ses olmayan bu bölümde sanki gezenler de sessizliği bozmaktan çekiniyorlarmış gibiydi. Bir ağacın altındaki üç görevli de huzurun tadını çıkarıyor, oturdukları sandalyelerde alçak sesle sohbet ediyorlardı. Biçilmiş çimenlerin ve peyzaj düşünülerek dikildikleri belli olan ağaçların taçlandırdığı amfitiyatro ise ortada yer alıyordu. M.Ö. 1. yüzyılda yapılmış olan amfitiyatro, benzerleri gibi, gladyatör karşılaşmaları için yapılmış. Arkeologlar yerin altındaki bazı hücre ve koridor gibi bölümlerin suya karşı yalıtıldıklarını saptamışlar. Buradan hareketle, amfitiyatronun su oyunları için de kullanılmış olabileceği sonucuna varmışlar. Taormina ile ilgili yazımı okuyanlar belki anımsarlar, Romalıların büyük havuzlarda deniz savaşları simülasyonları yapmaktan çok hoşlandıklarını yazmıştım. Eğlenmek için yapılan bu oyunların gerçekleştirildikleri büyük havuzlara ya da bu havuzları barındıran binalara da NaumachieveyaNaumachia adı verilirmiş. Bu durumda, Siracusa’nın Roma amfitiyatrosu istendiği zaman bir Naumachia’ya dönüştürülebilecek şekilde yapılmış diyebiliriz.
Arkeolojik parkın içindeki ana yürüme yolunun sağ tarafına geçtiğinizde, bu kezTeatro Greco‘ya, yaniGrek Tiyatrosu‘na ulaşacaksınız. Bu bölümün turnikelerinden geçtikten sonra tiyatro hemen görünmediğinden dolayı giriş kısmının tabelasını kolaylıkla es geçebilirsiniz. Nitekim, bizim için de öyle oldu. Bu girişi görmeden aşağılara inmişiz. Oraları gezip, epeyi bir sorup soruşturduktan sonra, tekrar geri dönüp gezebildik.
Siracusa’nın Grek Tiyatrosu, özellikle aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında, çok etkileyici. 15.000 kişilik oturma kapasitesi ile Sicilya’da günümüze kadar en iyi korunabilmiş antik tiyatro olduğu belirtiliyor. M.Ö. 5. yüzyılda, mimar Damocopos tarafından yapılmış. İzleyen yüzyıllarda üzerinde çok değişiklik yapılmış. Bunların arasında en temel değişim, M.Ö. 3. yüzyılda, Romalılar döneminde olmuş. Antik Yunanlılar bu tiyatroyu Sophocles,Euripidesve Aeschylusgibi antik tiyatro ustalarının eserlerinin sergilenmesi için kullanırken, Romalılar yapıyı bir gladyatör karşılaşmaları arenasına çevirmişler. Günümüzde tiyatroda antik Yunan eserleri sahneleniyor.
Tiyatrodan aşağıya doğru inen yolu izlediğiniz zamanLatomia del Paradisoolarak adlandırılan bölüme ineceksiniz. LatomiaYunanca taş ve kesmek kelimelerinden geliyor. Yani burası bir taş ocağı. Antik kentleri gezerken yapımlarında kullanılan taşların nasıl ve nereden getirildiği konusunu çok az düşünürüz. Siracusa’daki antik anıtlar buradaki kireçtaşı ocaklarından çıkartılan taşlarla yapılmışlar. İnsan eliyle oyulmuş mağaralarda taşların nasıl kesilip çıkarıldığını açıkça görebiliyorsunuz. Burası aynı zamanda esirlerin tutulduğu bir açık hava cezaevi. Atina ile yapılan savaş sırasında burada binlerce esir tutulduğu söyleniyor. Tahmin edeceğiniz gibi, taş ocaklarında da bu esirler kullanılmış. Latomia’nın adına Paradiso (cennet) kelimesinin eklenme sebebi, daha sonra dikilen limon ve portakal ağaçları ile buranın hoş bir bahçe haline getirilmesinden dolayı. Siracusa’da benzer tarzda birkaç Latomia daha var.
Latomia bölümündeki Orecchio di Dionisio (Dionisius’un Kulağı) mağarası, antik kentteki en çok ilgi çeken ve ziyaret edilen yerlerden birisi. Ters bir kulak şekline benzetildiği için bu isimle anılıyor. İnanılmaz bir akustiği olan mağarada fısıltı bile duyuluyor. Söylenceye göre, büyük despot I. Dionisius mağaranın bu özelliğinden yararlanarak gizlice esirlerin konuşmalarını dinlermiş.
Latomia del Paradiso’daki diğer mağaralardanGrotta dei Cordariadını, buranın 1984 yılına kadar urgan ve ip üreticileri tarafından kullanılmış olmasından alıyor. Grotta del Salnitro‘nun adı ise, uzun yıllar mağaranın nemli duvarlarındaki mineral tuzlardan yararlanılarak yapılan salnitro (güherçile) üretiminden geliyor. Güherçile (potasyum nitrat), gübre, ilaç ve patlayıcı madde yapımında kullanılan bir madde.
Neapolis Arkeolojik Parkı’nı gezerken sizi bizim düştüğümüz, sıcakta pek de hoş olmayan, bir tuzaktan korumak isterim. Gezerken, karşımıza Arşimet’in Mezarıibareli bir yön tabelası çıktı. Heyecan içinde tabelayı izlemeye başladık. Ancak, işaret edilen ve insana sıcakta sonsuz gibi gelen merdivenlerle ulaşılan tepeye tırmanmak giderek bir işkence haline gelmeye başladı. Yine de yılmadık. Büyük bilginin mezarını görmek için değer diye düşündük. Kan ter içinde yukarı çıktık. Bizi bir tabela karşıladı: “ARŞİMET’in MEZARI- Yanlış bir şekilde, ünlü bilim adamının mezarı olduğu düşünülen Roma dönemi mezarı“. Arkeolojik Park yönetiminden birileri ziyaretçilerle fena halde dalga geçiyordu anlaşılan! İşin kötü tarafı, etrafta o tırmanışı hak edecek başka görülecek pek bir şeyin de olmamasıydı. Dönüşte tekrar aşağı doğru inerken bir sürü insan, bizim kısa bir süre önce yaptığımız gibi, oflaya puflaya sıcakta yukarı çıkıyordu. Bir an onları uyarmayı düşündük. Sonra, “Neme lazım… Herkes gerçeği kendi keşfetsin ve kendi pişmanlığını kendi yaşasın”, dedik ve yolumuza devam ettik…
Arkeolojik Park’tan girdiğiniz kapıdan çıkıyorsunuz. Bu civarda, yürüme mesafesinde görülebilecek birkaç yer daha var. Bunlardan biri, Via Teacritosokağının sol tarafına açılan Via San Giovanni alle Catacombesokağının içindekiBasilica di San Giovanni. Siracusa’nın ilk katedrali olarak kabul edilen San Giovanni Bazilikası, ilk olarak M.S. 6. yüzyılda, Bizans döneminde, burada çok önceden var olan katakombların üzerine yapılmış. Söz konusu katakomblar M.S. 4. yüzyıldan kalma. Bu bölüm, sadece belli saatlerde yapılan rehberli turlarla gezilebiliyor. Yapılan bazilikanın altarkısmı tam olarak aşağıda bulunanAziz Marciano‘nun kriptininüzerine gelecek şekilde inşa edilmiş. Siracusa’nın ilk piskoposu olan Aziz Marciano, M.S. 254 yılında Romalılar tarafından kırbaçlanarak öldürülmüş. Şehrin Arapların elinde bulunduğu dönemde bazilika neredeyse tamamen yıkılmış. Sonraki Norman döneminde yeniden yapıldıysa da, 1693 depreminde çatısı çökmüş ve bir daha yapılmamış. Yapı bu döneme kadar katedral statüsünde imiş. Ancak, daha sonra bir piskopos atanmadığı için, bu özelliğini kaybetmiş.
Yakınlardaki bir diğer gezmeye değer yer, Museo Archeologico Regionale Paolo Orsi arkeoloji müzesi. Bizim gezmeye vakit bulamadığımız bu müzenin, Sicilya’daki en zengin koleksiyona sahip arkeolojik müze olduğu belirtiliyor. Müzenin karşısında göreceğiniz, biraz tuhaf görünümlü, modern kilise, 20. yüzyılda yapılmış bir Katolik kilisesi olan Madonna delle Lacrime Bazilikası. Kimi yorumlara göre bir göz yaşını simgeleyen yapı, kimileri tarafından ise, ters çevrilmiş bir dondurma külahına benzetiliyor. 1966 yılında başlanıp, 1994 yılında tamamlanan bazilikanın yapımı, 29 Ağustos-1 Eylül 1953 tarihinde yaşandığı iddia edilen bir mucizeye dayanıyor. Buna göre, söz konusu tarihler arasında altarda görülen Meryem Ana ikonunun gözlerinden gerçek göz yaşları dökülmüş. O tarihte evli bir çiftin evinde bulunan ikonanın “ağlaması” büyük olay olmuş. Uzun incelemelerden sonra, göz yaşlarının “gerçek oldukları” Papa tarafından ilan edilmiş ve ikona için bir kilise yapılmasına karar verilmiş. Ancak, kilisenin bulunduğu alanın altında arkeolojik eserler olduğu tespit edildiği için, yapım aşamasında büyük protestolar ve tartışmalar yaşanmış. Günümüzde kutsal mabed olarak kabul edilen bazilikaya her yıl, rahatsızlıklarından kurtulmak için buraya gelerek dua eden, binlerce hacı akın ediyormuş.
Ana karadaki bu gezmeden sonra tekrar şehrin en eski bölgesi olan Ortigia Adası’na geri döndük. Burası aynı zamanda bence şehrin en güzel tarafı. Ortigia’yı gezmeye Apollo Tapınağı‘ndan başlamak iyi bir fikir. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki en eski Dorik tarzda yapılmış anıt kabul ediliyor. Tapınağın bir diğer önemi de, mimari olarak Sicilya’da tapınakların yapımında kullanılan malzemenin değişmesi açısından bir dönüm noktası olması. Önceden tapınaklar tahtadan yapılıyorken, belirtildiğine göre, ilk olarak Siracusa’daki Apollo Tapınağı ile birlikte bu tür yapılar taştan yapılmaya başlanmış. Tapınakta yüzyıllar boyunca çeşitli değişiklikler yapılmış. Geç Roma döneminde paganlara yapılan baskılar çerçevesinde önce kapatılmış. Daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Arapların döneminde camiye ve son olarak Normanların döneminde bir bazilikaya dönüştürülmüş. 1537 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken (V. Charles veya V. Karl) tarafından Sicilya’nın tahkimi için yapılacak yeni sur ve kalelerde kullanılmak üzere, taş ocağı haline getirtilmiş. Tapınağın taşları yoğun inşaat faaliyetleri için talan edilmiş. Ortigia Adası’nın çevresindeki surların yapımında kullanılmışlar. 1562 yılında tapınağın bir bölümü, çevredeki başka binalarla birlikte, yakınındaki İspanyol askeri kışlasının içine katılmış. Bazı bölümlerinin üstüne ise, evler yapılmış. 1890 yılında Apollo Tapınağı bir anlamda yeniden keşfedilmiş. 20. yüzyılın başlarında arkeolog Paolo Orsi‘nin çabaları sonucu üstündeki binalar boşaltılıp, kaldırılarak günümüzde gördüğümüz haliyle ortaya çıkarılmış.
Apollo Tapınağı’nın bulunduğu meydandan ayrılıp, şık dükkanların bulunduğu Corso Giacomo Matteotticaddesi boyunca yürürseniz, bir başka ünlü meydana varıyorsunuz. Barok dönemi binalarla çevrili ve ortasında yuvarlak bir çeşme bulunan bu meydanın adı, Piazza Archimede. YaniArşimet Meydanı. Bu meydan Apollo Tapınağı ile Siracusa Katedrali(Duomo) arasındaki mesafenin hemen hemen ortasında yer alıyor. Diana Çeşmesiolarak bilinen ortadaki çeşme, 1907 yılında heykeltıraş Giulio Moschetti tarafından yapılmış. Eser, su perisi Aretusa‘nın, ona aşık olan nehir tanrısı Alpheustarafından kovalanmasını ve ortadaki yükseltide heykeli bulunan tanrıça Diana’nın (Yunan mitolojisinde Artemis) periyi korumak için onu bir su kaynağına çevirmesini konu ediniyor. Aretusa isimli su perisi antik Grek dünyasında yeryüzündeki sadece iki su kaynağı ile bu şekilde ilişkilendirilmiş. Bunlardan biri, daha sonra göreceğimiz, Siracusa’daki Ortigia Adası’nda bulunan kaynakmış. Diğerinin ise, Yunanistandaki Elis şehrindeki bir kaynak olduğu söyleniyor. Piazza Archimede’de bulunan Cafe ArchimedeDiana Çeşmesini incelemek, dinlenmek, bir şeyler içmek ve gelen geçeni seyretmek için iyi bir yer.
Yazımın başında Siracusa’yı ve özellikle buradaki Ortigia Adası’nı ne kadar sevdiğimi belirtmiştim. Taormina ile birlikte, Sicilya’da en beğendiğim iki yerleşim yerinden birisi oldu Siracusa’nın Ortigia bölgesi. Engebesiz, yayvan bir alanda, çok hoş ve huzur verici bir yer. Yazın çok sakin olmayabilir ama o zaman bile kalabalığın insanın içini sıkmayacağını düşünüyorum. Ortigia’da beni gerek gece gerekse gündüz büyüleyen yer Duomo ve onun bulunduğu meydan, Piazza del Duomooldu. İlk olarak hava karardıktan sonra gördüğüm bu meydanı daha sonra, gündüz görünce de çok sevdim. Meydanın en güzel köşesinde bulunan Siracusa Katedrali (Duomo di Siracusa) ve meydanı çevreleyen, aralarında Belediye Sarayı’nın da bulunduğu, saraylar Noto’daki binalarda kullanılan taşlardan daha beyaz bir kireç taşı ile yapılmışlar. Etrafındaki yüksek duvarlara rağmen görülebilen Başpiskoposluk Sarayı’nın bahçesindeki limon ağaçlarının görüntüsü de ayrı güzel. Gündüz güneş ışıkları altında pırıl pırıl görünen meydan gece ise, yapılan kısık ve yumuşak tonda aydınlatma ile müthiş etkileyici, adeta büyüleyici bir havaya bürünüyor. Arşimet Meydanı’ndan buraya gelmek için Via Roma‘yı izlemeniz yeterli. 250 metre kadar sonra katedrale ulaşıyorsunuz.
İtalya’nın herhangi bir bölgesinde ya da Sicilya’da, birçok yerleşim yerini kapsayan bir geziye çıktıysanız, bir süre sonra katedral ve kilise gezmekten sıkılabilirsiniz. Her şehrin illaki bir Duomo’su ya da herhangi bir nedenle ünlü olmuş bir, bazen birden fazla kilisesi vardır. Bir süre sonra,
– Aman, yeter artık, diyebilir ve gezmekten vazgeçebilirsiniz.
Bunu anlayışla karşılayabilirim. Ancak, benim size önerim, Siracusa Katedrali’ni es geçmemeniz… Açıklayayım. Siracusa’daki katedral sadece o çok güzel Barok ön cephesi için değil, bütünleştiği Grek döneminden kalma Athena Tapınağı nedeniyle de çok özel bir yapı. Yukarıda sözünü ettiğim Apollo Tapınağı’na yapıldığı gibi, pagan tapınakların sonradan kiliseye dönüştürüldüğünü çok görmüş ya da okumuşuzdur. Ülkemizde, Yunanistan’da ya da İtalya’da böyle pek çok yer var. Ama genelde buralarda, işlevi değiştirilen yapıdan ya çok az ya da hiç belirgin bir iz olmaz. Çoğunlukla, eski yapının temelinin üzerine, kalan taşlar kullanılarak, bambaşka bir yapı inşa edilmiştir. Bu durumda, eski halini gözümüzün önüne getirmek çok da kolay olmaz. Siracusa Katedrali’nin kanımca en etkileyici ve güzel yanı, o koca antik tapınağın yüzyıllar sonra yapılan Hristiyan ibadet yerinin mimarisi ile son derece estetik bir şekilde bütünleştirilmiş olması. Öyle ki, gerek dışarıdan gerekse içeriden tapınağın o heybetli sütunlarını belirgin bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu unutamayacağım bir deneyim oldu benim için.
Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış. Bazı kaynaklara göre, M.Ö. 480 yılında, Himera Savaşı‘nda Kartacalılara karşı kazanılan zaferin şerefine, Siracusa despotu Gelone tarafından yaptırılmış. Tapınak M.S. 6. yüzyılda Bizanslılar tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Meryem Ana’ya adanmış. Bizanslılar bunu yaparken, tapınağın sütunlarının aralarını doldurmuşlar. Bu sayede, Athena Tapınağı da bir anlamda ayakta kalmış. 7. yüzyılda başına bir piskopos gelmesi ile birlikte katedral statüsü kazanmış. 9. yüzyılda gelen Arap yönetimi sırasında yapı cami olarak kullanıldıktan sonra, 12. yüzyılda Normanlar ile birlikte tekrar kiliseye dönüşmüş. 15. yüzyılda renkli mermer kullanılarak kilisenin tabanı yeniden yapılmış. Tüm bu yönetim değişiklikleri sırasında, her yeni gelen yapıya yeni şeyler katmış. 1693 yılında yaşanan büyük deprem sırasında, daha önce Normanların yaptığı ön cephe ve çan kulesi yıkılmış. Çan kulesi bir daha hiç yapılmamış ama, katedralin ön cephesi mimar Andrea Palma tarafından Barok tarzda yeniden yapılmış.
Duomo’ya ilk olarak akşam saatlerinde gitmiştik. Katedral ziyarete kapanmıştı. Bilet gişesi de o nedenle açık değildi. Kapıdaki yazıda, katedralin akşam ayini için açık olduğu yazıyordu. Biz de içeri girdik. Katedralin büyük bölümü karanlıktaydı. Görünürdeki bölümler çok sınırlıydı. Doğrusu buna bir anlam veremedim. Bir başka gün içeri bilet alarak girdiğimiz zaman, bunun nedeni ortaya çıktı. Bu kez, katedralin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Biletli ziyaret saatlerinin dışında, katedralin görülecek yerleri aydınlatılmıyordu.
Katedralin içi, aslında oldukça sade. Bir tane ana nef, onun her iki yanında da iki tane yan nef var. Bu iki yan nef ana neften, Bizanslılar tarafından yapılmış bir dizi sütun ve kemer ile ayrılmış. Ana nefte bulunan süslü Barok altar 17. yüzyılda yapılmış. Sağ taraftaki koridorda bir dizi şapel var. Bunlardan ilkinde bulunan vaftiz kurnasının çanak kısmı aslen Grek dönemine ait. Üzerlerine oturtulan bronz aslanlar ise Normanlardan kalmış. İkinci şapel, Romalılar tarafından öldürülen, Siracusa’nın koruyucu Azizesi, Santa Lucia’ya ithaf edilmiş. Burada, Santa Lucia’nın sol koluna ait olduğu iddia edilen bir kemik de sergileniyor. Sol taraftaki nefin sonunda, Bizanslılardan günümüze kalmış tek orijinal apsis var. Buradaki Madonna heykeli (Madonna della Neve- Karın Meryem Anası), 1512 yılında Antonello Gagini (1478-1536) tarafından yapılmış. Bu tarafta, sol duvar boyunca Grek tapınağının orijinal sütunlarını belirgin bir şekilde görebilirsiniz.
Duomo meydanının güney köşesinde, Başpiskoposluk Sarayı’na bitişik olan Santa Lucia alla Badia Kilisesi, ilk olarak 15. yüzyılda yapılmış. Benzer birçok yapı gibi 1693 depreminde yıkılınca, 1695-1703 yılları arasında, şimdi gördüğümüz kilise yapılmış. Bu kiliseye gitme nedenimiz, Caravaggio olarak bilinen, Michelangelo Merisi‘nin Azize Lucia’nın Gömülmesi (1608) adlı tablosunu görmekti. Güzel, Barok özellikleri taşıyan kiliseyi gezdik. Burası tek nefli, 18. yüzyılda yapılmış stucco süslemeleri (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) olan bir kilise. Tavanda, Marcello Vieri tarafından yapılmış olan freskde şehrin koruyucu Azizesi olan Santa Lucia’nın Siracusa’yı kıtlıktan koruması resmedilmiş. Altar’da, 1579 yılında Deodato Guinaccia tarafından yapılanAzize Lucia’nın Şehadete Götürülmesitablosu asılı. Altarı kaplayan gümüş antependium(altara örtülen örtü veya metalden yapılmış kaplama), 1726 yılında Messinalı gümüş ustası Francesco Turcotarafından yapılmış. Kilisenin ayrıca çok güzel yer karoları var.
Kiliseyi gezdik ama Caravaggio’nun tablosunu göremedik. Kilisenin içinde, bir dizüstü bilgisayarın başındaki görevliye tablonun nerede olduğunu sordum. Adam, Sicilya’da karşılaştığım en antipatik insandı diyebilirim. Burnundan, tenezzül ediyormuş edası ile, tablonun iki seneden beri orada olmadığını, Ortigia’nın dışında olduğunu söyledi. Lütfedip, yerin adını da söylemedi. Kiliseden çıkarken baktığımız krokiden tablonun kopyasının kilisenin girişindeki ufak bir salonda olduğunu öğrendik ve oraya yöneldik. Adam o kadarcık bir bilgi verme lüzumunu bile görmemişti. Tablonun kopyası bile pek güzeldi. Aslı kim bilir nasıldır…
Daha sonra, merak edip araştırdım ve belki de görevlinin niye o kadar sevimsiz davranmış olabileceğini anladım. Caravaggio’nun o tablosu esasen, sanatçıya zamanında eseri sipariş de eden, Borgatosemtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘na aitmiş. 2009 yılında bazilika restorasyona girince, geçici olarak buraya getirilmiş. Bu arada, tablo nedeniyle Santa Lucia alla Badia Kilisesi ziyaretçi akınına uğramaya başlamış. Günde 3000 kişinin tabloyu görmeye geldiği zamanlar olmuş. Bu nedenle, Caravaggio’nun tablosu için Borgato’daki ve Ortigia’daki, ikisi de Santa Lucia’ya adanmış, ibadethane arasında bir savaş başlamış. Birisi eseri geri alabilmek, diğeri de geri vermemek için büyük bir tartışma başlatmışlar. Televizyon kanallarında her iki tarafı destekleyen uzmanlar günlerce görüşlerini belirtmişler. Kimi, uygun olmayan rutubet koşullarından kimi tablonun Ortigia’da daha görünür olacağından dem vurmuşlar. Sonunda, kazanan taraf tablonun asıl sahibi olan Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası olmuş. Restorasyon bitince, 2020 yılında, eser yuvasına dönmüş. Santa Lucia alla Badia Kilisesi’ndeki görevlinin suratsızlığının altında hala unutamadıkları bu yenilgi olabilir diye düşünüyorum….
Siracusa’nın bir diğer ilginç noktası, bir tatlı su kaynağı olan Fonte Aretusa. Yukarıda, Piazza Archimede’deki çeşmeden söz ederken, su perisi Aretusa’dan ve Tanrıça Diana’nın (Artemis) onu nehir tanrısı Alpheius’un elinden kurtarmak için nasıl bir su kaynağına dönüştürdüğünden bahsetmiştim. İşte, Sicilya’daki Greklere göre, o kaynak Fonte Aretusa. Bir havuz haline getirilmiş kaynağın bir özelliği de, içinde yabani papirüs bitkilerinin yetişiyor olması. Siracusalılar, Nil nehrinin çevresinin dışında dünyada papirüsün bir tek Siracusa’da bu kadar bol yetiştiğini savunuyorlar. Uzmanlar papirüsün Mısır’dan mı geldiğini, yoksa Siracusa’nın doğal bir bitkisi mi olduğunu hala tartışıyorlarmış. Ancak, Siracusalı despot II. GeroneveFiravun Ptolemy Philadelphusarasındaki ilişki nedeniyle, bu değerli bitkinin firavun tarafından adaya hediye olarak gönderildiği fikri ağır basmaktaymış. Siracusa’da yabani papirüs, Fonte Aretusa’nın dışında, Cianenehrinin kıyılarında bol miktarda yetişiyormuş. Biz nehir kıyısına gitmedik ama, şehir içindeki bu su kaynağı sayesinde ben de hayatımda ilk olarak papirüs bitkisini gördüm. Bana, eskiden Bodrum Kalesi’nin dibindeki deniz kıyısında gördüğümüz, benim de bir aralar evde yetiştirdiğim Japon Şemsiyesi adlı bitkiyi andırdı. Ama, ondan biraz daha uçuşkan ve püsküllü idi. Siracusa’da bir de fırsat bulunursa gezilebilecek Papirüs Müzesivar.
Ortigia Adası’nın en uç kısmında, 1232-1240 yılları arasında Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II. Frederick tarafından yaptırılmış bir kale, Castello Maniacevar. İlk başta bir kraliyet sarayı olarak da kullanılan kale, sonraki yüzyıllarda giderek sadece askeri bir nitelik almış ve 1970 yılına kadar bu amaç için kullanılmış. Buradan güzel bir manzara var. Ayrıca, kaleye doğru giden sokakları da görmek ilginç. Adanın bu tarafında farklı bir hava var. Bazı sokaklar, dışları Barok tarzda süslemelerle bezeli saraylar, küçük dükkanlar çok hoş. Ortigia’nın merkezinde daha “turistik” ürünler satan dükkanlar var. Oysa, buradaki dükkanlar daha özel ürünler satan, butik dükkanlar. Bunlar arasında alış veriş yaptığımız bir tanesindeki seramik ürünler özellikle çok güzeldi.
Kaleden, deniz kenarındaki Lungomare Alfeoboyunca kuzeye doğru yürüyüp, Fonte Aretusa’nın yanından geçtikten sonra, ağaçlık bir yürüyüş yolu olan Foro Italico‘ya varıyorsunuz. Sıcak havada insana ilaç gibi gelen bu yol sizi Porta Marina‘ya götürüyor. Bizim otelden de görünen bu tarihi kapı, 15. yüzyılda İspanyollar tarafından adayı çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış.
Siracusa’da üç gece kaldık. Burada kaldığımız sırada, bir önceki yazımda anlattığım Val di Noto’ya ve bir sonraki yazımın konusu olan Villa Romana del Casale‘ye de gittik. (Romalı bikinili kızları görmeden Sicilya’dan ayrılmak olmazdı). Buna rağmen Siracusa’yı da gezebildik. Tarihi şehir küçük olduğu için, özellikle Ortigia Adası’nda görülecek yerler birbirine çok yakın. Görmek istediğim yerler arasında Galeria Regionalede vardı. Özellikle, burada sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) Annunciazionetablosu aklımdaydı ama, vaktimiz yetmedi. Da Messina’nın CefalùveMessina‘da gördüğümüz eserleri ile yetinmeye karar verdik.
Siracusa gastronomik açıdan da çok memnun kaldığımız bir şehir oldu. İlk akşam yemek yediğimiz daha mütevazi restoranda da, sonraki iki akşam gittiğimiz daha pahalı restoranlarda da yediklerimiz çok lezzetliydi. Duomo Meydanı’nda, katedralin karşısında bulunan ve bir Michelinrestoranı olan Regina Lucia, gerek ambiyans gerekse mutfak olarak çok güzeldi. Restoranın mutfağı, Michelin’in sitesinde “modern” olarak tanımlanmış. Başımızdan kötü bir deneyim geçtiği için biz aslında genel olarak benzer şekilde tanımlanmış Michelin restoranlarından uzak dururuz. O nedenle, eğer önceden yer ayırtmayı düşünseydim, bu ibareyi görünce büyük olasılıkla vazgeçerdim. Daha önce gittiğimiz hemen hemen tüm restoranlara bir ay öncesinden yer ayırtmıştım ama, Siracusa’da yemek işlerini biraz oluruna bırakmaya karar vermiştik. Dolayısı ile, Regina Lucia gözümüze iyi göründüğü için oturmaya karar verdiğimiz bir yer oldu. Şansımıza, gittiğimiz zaman yer de vardı. Pişman olmadık neyse ki. Başlangıç olarak üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta yedik. Ben, ana yemek olarak zeytinyağında emülsifiye edilmiş (her ne demek ise) mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe yedim. Eşim, ana yemek olarak şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri, tatlı olarak ise şam fıstığı bisküvisi ve reduction tekniği ile hazırlanmış (alkolü buharlaştırılarak uçurulmuş) Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması yedi. Şarap olarak, Pietranera DOC 2021 içtik. Son gece, yine Duomo Meydanı’nda, bir başka restorana gittik. Burası, La Volpe e l’Uvaidi. Adını, Ezop’un Tilki ve Üzümleröyküsünden almış. Her türlü pizza ve salata olan bu restoranda deniz ürünleri ve et de var. Yediklerimden aklımda kalanlar, patlıcan yatağında tuna balığı ve kalamar. Lezzetli idi ama bir önceki gece yediklerimiz kadar alengirli ve gurme değildi. Yemekte Duca di Salaparutaşaraphanesinin %100 Nero d’Avolaüzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020şarabını içtik.
Sicilya’da Catania‘dan sonraki durağımız Siracusa oldu. İki şehirin arası yaklaşık 70 kilometre. Gittiğiniz (otoyol ya da parasız) yola bağlı olarak yaklaşık 10 dakika fark ediyor. Catania’dan sonra Siracusa çok sakin ve temiz bir sayfiye şehri havası ile karşılıyor insanı. Bizim otelimiz, ana karaya iki köprü ile bağlanmış olan Ortigia adasında idi. Otelden ve yerinden çok memnun kaldık ama, tüm bunlardan daha sonraki yazımda söz edeceğim. Zira biz, otele giriş yaptıktan sonra, bavulları bile açmadan Barok Vadisi‘ne doğru yola çıktık.
Barok Vadisi olarak adı geçen bölgenin resmi coğrafi adı Val di Noto (Noto Vadisi) aslında. Adanın güney doğusunda bulunan bu bölgenin sekiz şehri, geç Barok dönemin eşsiz mimari eserlerine sahip oldukları için, Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyorlar. Catania da bu şehirlerden birisi. Diğer şehirler Modica, Noto, Palazzolo Acreide, Ragusa, Scicli, Caltagirone ve Militello Val di Catania. Bu şehirlerden bazılarının tamamı (Caltagirone, Noto ve Ragusa), bazılarının belli bölgeleri (Catania ve Scicli), diğerlerinin ise tarihi bölgelerindeki bazı tekil anıtları (Modica, Palazzolo Acreide ve Militello Val di Catania) Unesco Listesi’ne alınmışlar. Söz konusu yerleşim yerlerinin hepsi, 1693 yılındaki büyük deprem felaketi ile birlikte yerle bir olmuşlar ve daha sonra Barok stilde, her biri neredeyse birer tiyatro dekoru görünümünde, yeniden inşa edilmişler. Bazı şehirler, örneğin Catania, eski şehrin bulunduğu orijinal konumda yeniden inşa edilmiş ya da tamir görmüşken, diğerleri eski bulundukları yerlerin yanına veya biraz daha uzağına yapılmışlar.
Özellikle son dönemlerde hızla restore edilip, turizme açılan bölgenin kimi yerleri, yumuşak sarı tonlardaki taşlardan yapılmış saray, katedral ve kiliseleri ile çok etkileyici ve çekici. Vadinin tamamını hakkıyla gezmek için birkaç gün gerekir. O kadar vaktimiz olmadığı için, yine bir seçim yapmak zorunda kaldık. İlk olarak Noto’ya gitmeye karar verdik.
Noto, günümüzde Sicilya’nın en güzel Barok tarzdaki şehri kabul ediliyor. 1693 depreminde tamamen yok olan Noto’nun yeniden yaratılması için şehrin ileri gelenlerinden Prens Landolina ve Camastra Dükü Giuseppe Lanza hiç vakit kaybetmeden harekete geçmişler. Böylece, eski şehrin uzağındaki bir başka tepenin yamaçlarında yeni Noto şehri kurulmuş.
Noto’nun eski şehir merkezini gezmek için arabanızı en iyi park edeceğiniz yer, Giardini Pubblici olarak adlandırılan şehir parkı boyunca uzanan yol. Navigasyona bu şekilde girilirse, kolayca bulunuyor. Otomattan park bileti alıp camın önüne koymayı da unutmamak gerek. Noto’da görülecek en güzel anıtsal binalar Corso Vittorio Emanuele caddesinin üzerinde veya çok yakınında bulunuyor. Görkemli Porta Reale kapısı işte sizin yaya bölgesi olan bu caddeye girmenizi sağlayacak. Bir zafer takı şeklindeki Porta Reale’nin diğer bir adı da Porta Ferdinandea çünkü, Sicilya’nın İspanyol Bourbon hanedanından kralı olan II. Ferdinand‘ın onuruna yapılmış. Kapı, Notolu asilzade CannicaraoMarkisi tarafından, Napolili mimar Orazio Angelini‘ye yaptırılmış ve kralın şehri ziyaret ettiği 5 Ekim 1838 günü açılmış. Üzerinde bulunan armalardan birisi Cannicarao ailesinin, diğeri ise Noto şehrinin arması. Kapının en tepesinde üç tane sembolik heykel var. Kule şeklinde olan heykel, Noto’nun yüzyıllar boyu gösterdiği gücü, köpek şeklinde olan hükümdara olan bağlılığı, pelikan ise özveriyi simgeliyor. Bazı kaynaklarda bunun bir pelikan yerine, doğurganlığı simgeleyen bir leylek de olabileceği belirtiliyor.
1693 depreminden önceki eski Noto, Sicilya’ya M.Ö. 1200-1000 yılları arasında İtalya’nın kuzeybatı bölgesindeki Liguria‘dan gelen ve Sicel veya Siculi olarak adlandırılan bir topluluk tarafından kurulmuş. Şehrin ilk adının Neas olduğu belirtiliyor. Daha sonra Siracusalılar tarafından fethedilen Noto, bundan sonra Helen kültürü, adetleri ve ritüellerinin etkisi altına girmiş. Romalıların eline geçmesinden sonra önce bir federasyon şehri statüsü almış. Federasyon şehirleri, Romalılara bir anlaşma ile bağlanan ve bir savaş durumunda Romalılar için savaşan ancak Romalı sayılmayan şehirler olarak tanımlanıyorlar. Ancak, İmparatorluk döneminde Noto, yurttaşlarının Romalı sayıldığı bir statü olan Latin Municipium ilan edilmiş ve böylece, kendi kendini yönetme hakkı da dahil olmak üzere, birçok ayrıcalık kazanmış. Araplar tarafından ele geçirildikten sonra şehir, askeri olarak tahkim edilerek, bölgenin başkenti yapılmış. Şehre Noto ismi de Araplar tarafından verilmiş. 250 yıllık Arap hakimiyeti altında yaşadıktan sonra 1090 yılında Normanlara teslim olan Noto’nun kaderi bundan sonra Sicilya’nın genel tarihinin izleğinde devam etmiş.
Noto’nun günümüzdeki yerinde 1693 depreminden sonra, eski şehrin yıkılmasının ardından, inşa edildiğini belirtmiştim. Bu yeniden yapım, sadece estetik olarak değil, şehrin planlanması açısından da birçok olanak sunmuş. Estetik açıdan üç mimarın, Rosario Gagliardi, Vincenzo Sinatra ve Paolo Labisi‘nin katkıları ile müthiş uyumlu, tiyatro dekoru gibi bir şehir yaratılmış. Mimari tarz olarak sadece Barok ile yetinilmeyip, Rönesans dönemi ve kimi İspanyol unsurlarıyla zenginleştirilmiş bir ortam ortaya çıkarılmış. Bina inşaalarında kullanılan bölgenin sarımtrak taşları da çok sıcak bir hava yaratmış. Güneş ışıklarının altında insanın ruhunu okşayan bir sıcaklık ve estetik var bu şehirde. Biz gittiğimiz zaman, çok sayıda turist olmasına rağmen, çok hoş bir sakinlik de vardı aynı zamanda.
Noto’nun üç ana caddesi de doğu-batı ekseninde tasarlanmış. Böylece caddelerin gün boyu güneş ışıkları ile aydınlanması amaçlanmış. Şehrin planlanmasındaki bir özellik de, başlıca üç sosyal sınıfa göre bir konumlandırma yapılmış olması. Corso Vittorio Emanuele ruhban sınıf için ayrlmış. Bu nedenle, bu caddenin etrafında çok sayıda kilise var. Kentin katedrali de bu caddenin üzerinde. Corso Vittorio Emanuele’nin üst tarafı aristokrat sınıfa, alt tarafı ise sıradan halka yönelik yapılmış.
Porta Reale’den Corso Vittorio Emanuele’ye girdiğiniz zaman ilk olarak sağ tarafta, görkemli merdivenlerin tepesinde San Francesco d’Assisiall’Immacolata kilisesini gezebilirsiniz. Kilise, 1711-1750 yılları arasında, mimarlar Rosario Gagliardi ve Vincenzo Sinatra tarafından yapılmış. Kilise, diğer Fransisken kiliselerinde olduğu gibi, tek nefli bir kilise. Binaya bitişik bir de Fransisken manastırı var. İçeriye girince, Barok tarzda ama bembeyaz süslemelerle karşılaştık. Bol yaldızlı çok sayıda Barok tarzda kilise gördükten sonra, bu ilk başta bana oldukça şaşırtıcı göründü. Etrafta, orta yaşlarının biraz üstünde görünen bir görevliden başka kimseler yoktu. Önce bizi uzaktan izlemekle yetindi. Sonra, yanıma yaklaştı ve altarın önüne dizilmiş sepetler içindeki çiçekleri göstererek, saat 15:30’da burada bir cenaze töreni olacağını söyledi. Ölenin yaşlı olup olmadığını sorunca,
– Çok yaşlı değil ama, hayat işte… , dedi.
Bu kısa konuşmadan sonra adam, kendiliğinden anlatmaya başladı. Bu kilisenin süslemelerinin aslında yaldızla boyalı olduğunu, bir zamanlar içerisinin ışıl ışıl parladığını söyledi. Daha sonraki tarihlerde kenti saran bir veba salgını sırasında kilise hastaneye çevrilmiş ve hasta ya da ölmek üzere olanlar burada yerlerde yatırılmışlar. Bu arada, önlemler çerçevesinde tüm duvarlar kireç ile beyaza boyanmış. Görevli bunları anlatırken bize bazı yaldız kalıntılarını da gösterdi. Eski haline döndürülmesinin düşünülüp düşünülmediğini sorduğumda, bunun yapılmak istendiğini ancak, maddi açıdan çok zor olduğunu belirtti. Böyle bir restorasyon için 4 milyon Euro gerekiyormuş.
Aynı meydanda, San Francesco d’Assisi kilisesinin çaprazında Santa Chiara kilisesi var. Öğlen için kapalı olduğunu görünce, daha sonra gezmek üzere Corso üzerindeki yürüyüşümüze devam ettik. İtalya’da katedrallerin ve kiliselerin çoğu öğle tatili için kapanıyor. Gezerken buna da dikkat etmek ve mümkünse gezi programını ona göre düzenlemek gerekiyor. Çevrede görülecek alternatif yerler varsa çok problem olmayabiliyor, ama bazen bir yere oturup beklemek şart oluyor.
Kısa bir yürüyüşten sonra Piazza del Duomo‘ya (Duomo Meydanı) geldik. Meydanın sağ tarafında, yine görkemli bir merdivenin tepesinde Cattedrale di San Nicolò (Duomo) sol tarafında ise, Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı) var. Mimar Vincenzo Sinatra’nın eseri olan Belediye Sarayı’nın yapımına 18. yüzyılın ortalarında başlanmış. Orijinal tasarımında sadece alt kat varmış. İkinci kat 1950’li yıllarda eklenmiş. Mimar Sinatra’nın Fransız saraylarından esinlendiği söyleniyor. O nedenle alt katta bir “Aynalı Salon” var. Bu salon, Belediye Sarayı’nın gezilmesi için kullanılan başlıca pazarlama aracı ancak, gözünüzün önüne sakın Versailles‘daki o ünlü salon gibi bir yer gelmesin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Görkem konusu bir yana, çok küçük bir yer. Bu anlamda insan verilen 3’er Euro’ya (Aynalı Salon ve teras için ayrı ayrı) biraz acıyor. Neyse ki, bir üst kattaki terastan manzara çok güzel. Çok yüksekte olmasa da, buradan karşıdaki katedrale ve meydana bakmak çok etkileyici. Güneş ışıkları altındaki o sarımtrak taşlarla yapılmış binaların görünümü, öğle saatlerinin sessizliğinde bir sokak müzisyenin ustaca yaptığı müziğin eşliğinde büyüleyici ve çok huzur verici idi. Noto denince sanırım hep hatırlayacağım bir duygu yaşattı bana o an orada olmak.
Cattedrale di San Nicolò’nun (Duomo) yapımı iki aşamada olmuş. İlk inşaata 18. yüzyılın başında başlanmış. Bu dönemde mimarın papaz Angelo Italia olduğu tahmin ediliyor. 1727 yılında yapının sorumluluğu mimar Rosario Gagliardi’ye geçmiş. Kendisi, Italia tarafından yapılan ilk tasarımı biraz değiştirerek çalışmaya devam etmiş ama, katedralin ön cephesini tamamlayamamış. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci yapım aşaması sırasında çalışmalar, Gagliardi’nin tasarımına yeni değişiklikler yapan, Vincenzo Sinatra tarafından yürütülmüş ve inşaat bitirilmiş.
Noto Katedrali’nin kubbesi tarihi boyunca üç kere yıkılıp yeniden yapılmış. 1760 yılındaki ilk yıkılıştan sonra kubbe, Catania‘daki San Nicolò Kilisesi‘nin bulunduğu Piazza Dante‘yi de tasarlayan, Stefano Ittar tarafından yeniden inşa edilmiş. 1848 yılında tekrar yıkılmış. Bu kez, mimar Francesco Cassone kubbeyi Neoklasik tarzda yapmış. Son olarak, 1996 yılında katedralin içinde yıkılan bir sütun nedeniyle kubbe tekrar çökmüş. Sebep olarak, yapım hatası ve 1990 yılında yaşanan bir depremin yol açtığı hasar gösterilmiş. Uzun bir çalışmadan sonra, katedral 2007 yılında güçlendirilmiş şekide bir kez daha halka açılmış. Orijinal olarak neredeyse tamamen sade ya da çok az süslü olan San Nicolò katedrali’nin içi, 1950-1956 yılları arasında Nicola Arduino and Armando Baldinelli tarafından fresklerle süslenmiş. 1996 yılında yaşanan yıkımda bu süslemeler de yok olmuşlar.
Katedralden çıktıktan sonra Corso Vittorio Emanuele boyunca yürümeye devam ederseniz, sağdaki Via Corrado Nicolaci‘nin içinde (125 numarada) Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayını göreceksiniz. Binanın dışı, özellikle balkonları tutan kirişleri, inanılmaz güzellikte canavarlar, atlar, melekler ve mitolojik karakterlerle süslenmiş. Tam bir Barok sivil mimari örneği. Esasen, binanın dışı içinden daha görkemli ve güzel. O nedenle, eğer çok vaktiniz yoksa, içeriyi gezmek yerine, sarayın karşısındaki kafede oturup, bir kadeh şarap eşliğinde binayı doya doya seyredebilirsiniz.
Nicolaci ailesi, 1575 yılında İtalya’nın Calabria bölgesinden Noto’ya gelmiş. Üst orta sınıftan olan Nicolaciler tuna balığı endüstrisinde gösterdikleri başarı sayesinde XVII. yüzyılda iyice zenginleşmişler. Bu arada, 1693 yılında yaşanan büyük depremden kurtulabilen yörenin az sayıda aristokratı bölgede özgün bir oligarşik yönetim oluştururarak, iyice güçlenmişler. Ortaya çıkan durum, Nicolaci ailesi için de bir fırsat yaratmış. Büyük ekonomik güçleri sayesinde, bu dönemde Nicolacilerin sosyal ve politik yükselişleri de başlamış. Aristokrat Landolina ailesinin arazilerini ve ünvanlarını satmak zorunda kalması sonucu, aileden Corradino Nicolaci 1701 yılında Bonfala Baronu olmuş. İlerleyen yıllarda satın alınan diğer Baronluklarla birlikte, 1774 yılında o tarihte ailenin başında olan Corrado Nicolaci Villadorata Prensi ünvanını almış. Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayı 1737 yılında yaptırılmış. Yaşayan son Prens Nicolaci, 1989 yılında sarayın bir bölümünü Noto belediyesi’ne satmış. 2004 yılında ölen Prens, hiç evlenmediği ve yasal oğulları olmadığı için Villadorata Prensliği de kendisi ile birlikte sona ermiş.
Vaktimiz azaldığı için Noto ziyaretimizi bu kadarla sınırladık. Ama, arabamıza dönüş yolunda, daha önce kapalı olan Santa Chiara Kilisesi’ni de bir görmek istedik. Tam kapısına geldiğimiz sırada büyük bir grubun içeriye girmekte olduğunu gördük ve çıkmalarını beklemeye karar verdik. O sıralar, hatırlarsanız, henüz pandemi tam olarak bitmemişti. Beklerken köşedeki meyve suyu satıcısından birer taze sıkılmış meyva suyu içmek iyi bir fikir gibi geldi. Satıcı adamdan bize birer tane nar ve portakal karışık meyva suyu sıkmasını istedik. O sırada yoldan, rehberleri ile birlikte küçük bir Amerikalı grup geçiyordu. Durup bizim meyva suyularımızın sıkılmasını izlemeye başladılar. Bu arada gruptakiler kendi aralarında konuşmaya daldılar. Şunu belirtmeliyim ki, konuşmaların içeriği, topluluğun zeka düzeyi hakkında hiç de olumlu bir izlenim vermiyordu. Gruptaki bir kadın, yine kadın olan Sicilyalı rehbere,
– Vay canına ! Şimdi adam o kocaman narı sıkacak mı? Hem de eliyle! Ne kadar çok kuvvet gerekiyordur kim bilir,
tarzında, genellikle Amerikalıların çok abartılı bulduğum hayret ve takdir ifadelerini bolca kullanarak, sorular sormaya başladı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Grup bizim arkamızda duruyordu. Bu arada rehber kadın da, böyle taze meyva suyu sıkmanın nasıl Sicilya’ya özgü, çok özel bir şey olduğunu anlatıyor, coştukça coşuyordu…. Derken, grubun biraz dışında duran ve aklı başında görünen Amerikalı bir adam sakin bir sesle,
– Ben Türkiye’de aynen böyle sokakta sıkılan meyva suyu içtim, dedi.
Rehber, duymamazlıktan geldi. Anlatmaya devam etti. Bir süre sonra, aynı Amerikalı adam, bu kez daha yüksek ve kararlı bir sesle,
– Bunu Türkiye’de de yapıyorlar. Ben orada içtim, diye tekrar etti.
Bu sefer kadın duymamış gibi yapamadı.
– Evet, Yunanistan, Ermenistan, Türkiye gibi Akdeniz ülkelerinde de var, demek zorunda kaldı.
Ermenistan’ın bir Akdeniz ülkesi olmasını anlayamadık ama, o arada bizim nefis meyva suları da hazır olmuştu. Bunlar sanki Taormina‘da içtiğimizden de güzeldi. Sıcakta ilaç gibi geldi….
Santa Chiara Kilisesi, 18. yüzyılın ilk yarısında mimar Rosario Gagliardi‘nin tasarımı ile yapılmış. İçerisi elips şeklinde olan kilise Noto’nun Barok incilerinden biri olarak kabul edilse de, bana biraz bakımsız göründü. Kaynakları kısıtlı olabilir. Kilisede bulunan Meryem Ana ve Çocuk heykeli 16. yüzyılda yapılmış. Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’nin (1478-1536) eseri olduğu düşünülen heykel, 1693’te yıkılan Eski Noto’dan getirilmiş.
Noto’dan ayrıldık. Barok Vadisi’nin bir başka ünlü şehri Modica’ya doğru yola çıktık. Gittiğimiz güzergâhta, yolun iki tarafında tarlalar, bağlar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun kalitesi hariç, her şey gayet hoştu. Ancak, yoldaki adım başı karşımıza çıkan çukurlar son derece tehlikeli görünüyorlardı. Sanıyorum ilk yazımda Sicilya’da otoyolların dışındaki bazı ara yolların çok tehlikeli olabildiklerinden söz etmiştim. Ya çok karanlık, ya çok virajlı ya da çok bozuk olabiliyorlar. O nedenle, mümkünse, güneş battıktan sonra bu yollara girilmemesini önermiştim. Burada bu uyarımı tekrar etmek istiyorum. Biz Modica yolunda ilerlerken saat henüz dört civarıydı. Keyifle gidiyor, çok yaklaştığımız Modica hakkında konuşuyorduk ki, birden kaçamadığımız, çok derin bir çukura girdik. Arabayı hemen sol tarafta bulunan yan yol gibi, toprak ve çimenlik bir alana çektik. Sol tarafta bir tarla, az ilerimizde dört beş evden oluşan bir bina topluluğu vardı. Korktuğumuz gibi, sol ön tekerlek patlamıştı. İşin kötüsü, arabadaki kriko ve benzeri aletlerin bir kısmı kırık bir kısmı da bizim arabaya uygun değildi. Büyük olasılıkla bir başka arabadan gelişigüzel alınıp, konmuştu. Bu noktada yine daha önce belirttiğim önemli bir noktayı tekrarlamak istiyorum. Sicilya’ya gittiğiniz zaman eğer araba kiralarsanız, teslim almadan önce mutlaka arabadaki yedek lastiği ve gerekli aletleri kontrol edin.
Durum kötü görünüyordu. Yoldan gelen geçen kimseler de yoktu. Bir önceki hafta Agrigento‘da yaşadığımız trafik kazasında Avis’in çağrı merkezinin hiçbir işe yaramadığını deneyimlemiştik. Biz bir şekilde işleri yoluna koymuş, Carabinieri (Jandarma) de olay yerinden ayrılmışken yardım isteyen telefonumuza anca dönüş yapmışlardı. Şimdi de mecburen yine onları arayacak ve büyük olasılıkla yardım ekibi veya çekicinin gelmesi için saatlerce bekleyecektik…
Biz ne yapalım, ne edelim diye konuşurken, ilerideki evlerden bize doğru uzanan yan yoldan beyaz renkli bir BMW araba geldi. İçinde genç bir adam vardı. Camı açıp, bir şeyler söyledi. Önce, dar yoldan geçemediği için kenara çekilmemizi istediğini sandım.
– Yardıma ihtiyacınız var mı?
diye soruyormuş.
Lastiğimizin patladığını söyleyince arabadan indi. Bir lastiğe bir de elimizdeki aletlere baktı.
– Bunlar bu arabaya uygun değil. Gidiyorum, beni bekleyin. 10 dakika sonra geleceğim, dedi.
Genç, araba ile ana yola çıkarak, geri döndü ve geldiği yöne doğru gözden kayboldu. Beklemeye başladık. Açıkçası, pek ümitli değildik. Ama, 10-15 dakika sonra, genç yanında araba tamircisi görünümünde orta yaşlı bir adam ile birlikte geri geldi ve hemen işe koyuldular. Kendi aralarında Sicilya lehçesinde konuştukları için tek kelime anlamıyordum. Aslında, lehçe demek ne kadar doğru bilemiyorum çünkü, Sicilyalılar konuştukları dile “Sicilyaca” demeyi tercih ediyorlar. Dil uzmanları da çoğunlukla Sicilyacanın ayrı bir Latin veya Romen dili (İngilizcede Romance languages) olduğu görüşündeler. Romen dilleri, M.S. V. yüzyılın ortalarında yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’nun daha önce hüküm sürdüğü ülkelerde, resmi ve idari dilin yok olmasından sonra, her bölgenin giderek çok önceden varolan eski dilleri ile Latince’yi birleştirerek türettikleri dillere verilen isim. Bir süre sonra Latice’den türetilen, Hispano-Romen, Italo-Romen, Balkan-Romen ve benzeri diller resmi Romen (Latin) dilinin yerini almaya başlamış. Öyle ki, farklı bölgelerde yaşayan bu insanlar birbirlerini anlamaz olmuşlar. Daha ileri aşamada ise, bu diller Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence gibi dillere evrilmişler. İşte Sicilya’da konuşulan dil de, her ne kadar giderek İtalyanca’nın etkisi altına girmeye başlasa da, bu Latin ya da Romen dillerden birisi kabul ediliyor. Bu dil, adanın farklı bölgelerinde de farklılaşabiliyormuş. Batı tarafında hala bol miktarda Arapça kelime kullanılırken, doğu tarafta eski Grekçe ağırlıklı imiş.
Adam, getirdiği profesyonel aletlerle çok kısa sürede lastiği değiştirdi. Bir de üstelik, bizim patlamış lastiği ve ortalarda duran işe yaramaz aletleri bizim bagaja yerleştirdi. Derin bir şükran duygusu ile kendisine,
– Yardımınız için çok teşekkür ederiz. Sizin için bir şey yapabilir miyiz, bir şey verebilir miyiz?
diye sorunca, ikisi birden,
– Hayır, hayır, olmaz, diyerek itiraz ettiler.
Sonra, genç adamın getirdiği, lastiği asıl değiştiren orta yaşlı olanı İtalyanca,
– Nereden geliyorsunuz ?
diye sordu.
İstanbul’dan, Türkiye’den geldiğimiz söyleyince,
– Bir gün biz de Türkiye’ye gelirsek, birileri de bize yardım eder, dedi.
Ben de ona,
– Türkiye’de de sizin gibi iyi insanlar var, dedim.
– Eminim vardır, dedi…
Eşyalarını topladı. Vedalaştık. Genç olanı, diğer adamı götürmeyi teklif etti ama, o yürümeyi tercih etti. İkisi, zıt yönlere doğru uzaklaştılar. O iki insanın yüzleri hala gözümün önünde. İzlediğimiz Mafya filmlerinin etkisi ile Sicilya’ya gitmek konusunda çekinceli davrananlara, orada böyle insanların da olduğunu söylemek istiyorum. Her yerde olduğu gibi, iyisi de kötüsü de, hırlısı da hırsızı da vardır mutlaka. Hiçbir yerde tedbiri elden bırakmamak lazım. Ama işte, böyle insanlar da var…
Biz de Modica’ya doğru yola çıktık. Modica da Barok Vadisi’nin güzel şehirlerinden birisi. Ayrıca, çikolatası ile ünlü. Bir de gastronomi açısından önemli olduğunu okumuştum ancak, biz burada bir şey yemedik. Şehrin, Aşağı Modica ve Yukarı Modica olmak üzere, iki bölümü var. Biz, epeyce vakit kaybettiğimiz için, Aşağı Modica’ya yöneldik. Ana cadde, Corso Umberto I üzerinde bir park yeri bulduk. Otomattan bir bilet aldık ve ön cama koyduk.
Şehir, güneşli havada hoş ve sakin görünüyordu. Latince Motyca veyaMutyca, SicilyacaMuòrica olarak adlandırılan Modica’nın tarihi Neolitik Çağ’a kadar götürülebiliyor. Ancak şehir olarak, Noto gibi, Modica da ilk başta Sicilya’nın yerli halklarından sayılanSicelveyaSiculi topluluğunun kurduğu bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkmış. Büyük olasılıkla, bölgenin güçlü şehri Siracusa’nın uydusu olmuş. Daha sonra, bölgedeki diğer kentler gibi, Romalılar tarafından işgal edilmiş (M.Ö. 241). Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Vandal kavimlerdenOstrogotlarıneline geçmiş. M.S. 535 yılında, Bizanslı komutanBelisarus, Ostrogotları buradan atmış ve Modica’yı o sıradaİmparator I. Jüstinyen‘nin yönetiminde olan Bizans İmparatorluğu‘na katmış. Bu dönemde şehirde nüfus hala Grekçe konuştuğu için bu geçiş kültürel olarak çok kolay olmuş. M.S. 845 yılında Araplar Modica’yı işgal etmişler ve şehrin isminiMudiqah olarak değiştirmişler. 11. yüzyılda, uzun bir savaş döneminden sonra, Modica da diğer Barok Vadisi (Val di Noto) şehirleri gibi, Arapların elindenNorman hakimiyetine geçmiş. 1296 yılında Modica, adanın güney üçte birini elinde bulunduranChiaramonteailesinin yönetiminde, para basmak gibi önemli ayrıcalıklara sahip, yarı-bağımsız feodal bir yapının bölgedeki başkenti olmuş. Palermoile ilgili ikinci yazımı okuyanlar Chiaramonte ailesini ve onlara ait, daha sonra hemEngizisyonmahkemelerinin yapıldığı hem de mahkumların hapsedildiğiPalazzo Chiaramonte Sterisarayını hatırlayacaklardır. Engizisyondan söz etmişken, Sicilya İspanyol Hapsburg Hanedanı yönetimi altında iken, 1474 yılında, Modica’da çok büyük bir Yahudi katliamı yaşandığını da belirteyim. Hazreti Meryem‘in göğe yükseldiği ve cennete kabul edildiği gün (Assumption Day) olarak kutlanan 15 Ağustos 1474 günü, fanatik Katolik rahipler tarafından yönlendiren kalabalıklar 360 masum Yahudi Modicalıyı vahşice katletmişler. Sicilya’da yaşanan en büyük Yahudi katliamlarından biri sayılan bu olay, daha sonra yaşanan diğerleri ve Engizisyon baskıları sonucu, Sicilyalı Yahudiler de, İspanya ve Portekiz’dekiler gibi, topraklarından göç etmek zorunda kalmışlar veOsmanlı Devleti‘ne sığınmışlar.
1693 yılında yaşanan büyük depremden Modica da payını almış. 1734 yılında İspanyol Bourbon Hanedanı’nın eline geçen şehir, 1860 yılında tüm İtalya gibi yeni kurulan birleşik İtalya’ya katılmış. 1902 yılında yaşanan sel felaketi Modica’yı bir kez daha tahrip etmiş.
Modica’da, Corso Umberto I üzerinde bölgenin tipik sarı taşlarından yapılmış tarihi sarayları, kiliseleri veChiesa di San Pietro‘yu (San Pietro Kilisesi) görebilirsiniz. Cadde üzerinde aynı zamanda şık butikler, şarap evleri, barlar ve restoranlar da var. Burası şehrin ana caddesi.
San Pietro Kilisesi, katedral olmamasına karşın, Duomoadınının kullanılmaya devam edildiği bir ibadet yeri. Cefalùile ilgili, serinin ikinci yazısında bahsettiğim gibi, Katolik bir ibadet mekanının katedral olabilmesi için başında Vatikan tarafından atanmış bir piskopos olması gerekiyor. Bu statü yapının büyük olması ile alakalı değil. Latince domus(ev) kelimesinden türetilmiş olan ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılan Duomo ise, aynı zamanda katedraller için kullanılıyor. Ancak, bazı yapılar katedral staüsünü yitirse de, Duomo ifadesi kullanılmaya devam edilebiliyor. Burada da belli ki böyle bir durum söz konusu. Artık bir piskopos tarafından yönetiliyor olmasa da, Duomo olarak adlandırılıyor. Şu anda şehrin katedrali, Yukarı Modica’dakiDuomo di San Giorgio.
Biz tekrar San Pietro Kilise’sine dönelim. Kilise, çok basamaklı bir merdivenin tepesinde. Ancak, Noto’daki katedralden farklı olarak, buradaki merdivenin iki yanında yukarıya doğru sıralanmış halde, 12 Havarilerin heykelleri var. Kilise 18. yüzyılda, 1693 depreminde yıkılan bir kilisenin temelleri üzerine yapılmış. İnşaatta eski yapının pek çok unsuru tekrar kullanılmış. İç süslemeleri, 19. yüzyılda yapılmış.
Dumo di San Pietro’nun merdivenlerinin altında bir çikolatacı dükkanı var. Yüzünüzü kiliseye döndüğünüz zaman, merdivenlerin sağ tarafına doğru yürüyün. Dükkanı göreceksiniz. Burası çok hoş bir dükkandı. İçeride çok güzel bir caz müziği çalıyordu. Kasanın bulunduğu tezgahın arkasındaki dükkan sahibi, sadece İtalya’da değil, Sicilya’da da görmeye alıştığımız şekilde, titiz ve güzel giyimliydi. Biz içeri girerken, bizi selamladı ve buyur etti. Sonrasında ise, dükkanın içinde serbestçe gezindik. Koyu renk ahşaptan masa, tezgah ve raflarda bölgeye özgü yiyecekler sergileniyordu. Tabii ki başta çeşit çeşit Modica çikolataları. Küçük kapların içine, tatmanız için, ambalajlı çikolataların örneklerinden konmuştu. Çoğunu tattıktan sonra, portakallı, biberli (acı), keçi boynuzlu ve tarçınlı olanlarda karar kıldım. Modica çikolatası yendiği zaman insana oldukça farklı ve kum gibi taneli geliyor. Bunun sebebi, yapım yönteminde yatıyor. Söz konusu yöntem, 16. yüzyılda Sicilya’yı ellerinde bulunduran İspanyolların Orta Amerika’da, Azteklerdenöğrendikleri bir tarifmiş. Benzer çikolatalar günümüzdeMeksikaveGuetemala‘da da yapılmaktaymış. Buna göre, kakao taneleri kesinlikle öğütülmeyip, elde dövülerek parçalanıyormuş. Kumlu gibi tat bundan olsa gerek. Ayrıca, içine kakao yağı eklenmiyormuş. Üretimin eriterek değil, “soğuk” olarak yapıldığı vurgulanıyor. Modica çikolatasında, Aztek formülünden farklı olarak, az miktarda şeker olduğu da belirtiliyor.
Modica’ya gelirken mümkün olursa, Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore kilisesini bulmaya ve görmeye karar vermiştim. San Pietro Kilise’sine çok uzak olmayan bu mağara kilise, Via Clemente Grimaldi, 691 adresinde bulunuyor. Haritada konumuna bakıp, bulmak için bir deneme yapmaya karar verdik. Çikolatacıdan çıkınca, ana caddeye dönmeden ara sokaklara girdik ve çok geçmeden kiliseyi bulduk. Okuduğum kitapta kapıdaki zili çalmamız yazıyordu ama buna gerek kalmadı. Küçük bir meydana bakan kilisenin kapısı açıktı ve önünde açıklama tabelaları vardı. Kapıya doğru yöneldiğimizde içeriden bizim gibi gezmeye gelen birkaç kişi çıkıyordu. Onlarla birlikte çıkan genç ve esmer bir kadın bizi karşıladı ve kendini tanıttı. Burada gönüllü olarak çalıştığını söyledi ve kilise hakkında bize bilgi verdi.
Mağaraya oyulmuş, duvarları fresklerle kaplı San Nicolò Inferiore Kilisesi, 1986 yılında meydanda top oynayan çocukların orada bulunan binanın bodrumuna toplarının kaçması ile ortaya çıkmış. 11. ve 12. yüzyıllar arasında yapıldığı düşünülen kilisenin bulunduğu yer aslında bir özel mülkmüş ve kilisenin varlığı sahipleri tarafından yüzyıllarca bilinmesine karşın, devlet tarafından el konulur kaygısı ile bir sır olarak saklanmış. Burada böyle bir kilisenin olduğu ortaya çıktıktan sonra, yerel bir dernek ve Duccio Belgiornoisimli yerel bir uzman tarafından kilisenin kazılma ve restore edilme süreci başlamış. Duvarlarda, Bizans tarzında, XII. ile XIV. yüzyıl arasında, kimi yerlerde üst üste yapılmış freskler var. Kilise Doğu Hristiyan (Ortodoks) kiliseleri özellikleri taşıyor. Kilisenin saklı tutulması, sonraki yüzyıllarda Katolikleşen adada varlığını gizli olarak sürdüren ve burayı kullanan, “Doğu Kilisesi”ne inanmış bir tarikat yüzünden olması kuvvetli bir olasılık.
Son olarak planladığımız Ragusa‘yı görme girişimimiz, ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik içine kadar gitmiş ve Duomo’nun çok yakınına varmışken. Biz Ragusa’ya varana kadar hava iyice kararmıştı. Şehir sarımtrak, yumuşak bir ışıkla aydınlatılmıştı ve çok güzel görünüyordu. Gündüz halini bilemiyorum ama, gece bu hali bana Matera‘yı hatırlattı. Tüm bu güzelliğe karşın, şehrin dar ve karışık sokakları bize bir karabasan yaşattı. Park yeri bulabilmek için dönüp durduk. Bir de, Ragusa gibi dar ve sıkışık sokakların olduğu her yerde olduğu gibi, Google Maps’in kafası tamamen karıştı. (İstanbul’un tarihi bölgelerinde de aynı durum söz konusu oluyor). Bizi Ragusa’nın bulunduğu tepeye üç kere çıkarttıp, indirtti. Sonunda, pes ettik. İyice yorulmuş ve acıkmıştık. Lastiğimizin patladığı ve neredeyse hiç durmadan gezdiğimiz uzun bir gün olmuştu. Arabadan inmeden gitmeye karar verdik. Sonradan, bana Sicilya gezimiz için çok önemli bilgiler sağlayan Seeking Sicilykitabında, yazarJohn Keahey‘in de Ragusa’nın sokaklarını ancak birkaç başarısız deneme ve ziyaretten sonra çözdüğünü okuyunca içim rahatladı…
Siracusa’ya döndüğümüzde saat akşam sekiz buçuğu geçiyordu. Saat ona doğru, otelin yakınındaki bir ara sokakta gördüğümüz, basit bir yerde yemek yedik. Al Forte Campana Ristorante Pizzeria‘da yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi. Birkaç kere daha belirttiğim gibi, Sicilya’da lezzetli ve iyi yemek yemek her fiyat seviyesindeki restoranlarda mümkün. Yemekle birlikte içtiğimiz Al-Cantaraşaraphanesinin Güney Sicilya IGP UToccu Pinot Neroşarabı güzeldi.
Nasıl ki, yıllar önce gittiğim Toscana‘nın güzel yerleşim yeri Lucca büyük opera bestecisi Giacomo Puccini‘nin (1858-1924) doğduğu şehir ise, Catania da bu alanda bir başka büyük bestecinin, Vincenzo Bellini‘nin (1801-1835) dünyaya geldiği şehir. Her ikisi de hemşerilerinin gurur kaynağı. İkisi de yaşamlarına başladıkları şehirlerde ölmemişler ama, Bellini’nin cenazesi sonradan doğduğu şehire, Catania’ya getirilmiş.
Taormina‘dan Sicilya’nın ikinci büyük kenti olan Catania’ya bir saatten kısa bir sürede gidilebiliyor. Öğle saatlerinde yola çıkmıştık. Catania’ya çok rahat geldik. Böylece, on gün önce uçağımızın indiği, Etna Yanardağı‘nın gölgesindeki bu kente geri dönmüş olduk. Catania da, Sicilya’nın diğer iki büyük kenti Palermo ve Messina gibi, bir zamanlar görkemli olduğu hisssedilen ama, ufak yerlere göre daha bakımsız, pis ve yer yer döküntü bir kent. Tüm bunlar turistlerle dolu olmasına engel değil. Öyle ki, otellerin doluluğu yüzünden, kaldığımız iki gece iki farklı otelde konaklamak zorunda kaldık. İlk gece kaldığımız Katane Palace Hotel‘i bulmak zor olmadı. Tarihi bir binadaki otel de, Catania gibi, bir zamanlar görkemli olup biraz yaldızı dökülmüş izlenimi veriyordu. Ertesi gece kaldığımız Mercure Catania Excelsior oteli de, daha modern bir binada olmasına ve temizlik yönünden bir eksiği olmamasına karşın, biraz bakıma gereksinimi varmış gibi duruyordu. İki oteli seçme nedenimiz de en başta otoparklarının olması idi. Daha önce belirttiğim gibi, eğer araba kiraladıysanız, Sicilya’da yapacağınız konaklamalarda otellerin otoparklarının olmasına dikkat etmenizde yarar var. Otel seçimlerinde ikinci kriterimiz, görmek istediğimiz yerlere yürüyüş mesafesinde olmaları idi.
Yukarıda, Catania için Etna’nın gölgesindeki kent ifadesini kullandım. Gerçekten de Catania’nın kaderi tarihte pek çok kez Etna’nın “kaprislerinden” etkilenmiş. Etna’nın yıkıcı etkisi çağlar boyunca ya şiddetli patlama ya da yanardağın yarattığı sismik hareketlerin yol açtığı depremler şeklinde olmuş. Örneğin, 1669 yılında yanardağın şiddetli patlamasının sonucu fışkıran lavlar şehir duvarlarını aşmış ve tam bir felakete sebep olmuş. Şehir henüz kendine gelmeye çalışırken, bu kez 1693 yılında yaşanan şiddetli bir deprem her şeyi yerle bir etmiş. Catania ve çevresini gezerken bu iki tarihten sık sık söz edildiğini göreceksiniz. Depremden kısa bir süre sonra Catania, Palermolu mimar Giovanni Battista Vaccarini‘nin Barok tarzda yaptığı tasarımlarla yeniden inşa edilmiş. Vaccarini binalarda bol miktarda siyah lav taşı kullanmış. Kimi binaların hem içinde hem dışında kullanılan lav taşı, belli bölgelerde şehre oldukça karanlık bir hava veriyor. Daha önce Taormina’da da siyah lav taşının kullanıldığını görmüştük. Ancak orada yarattığı izlenim Catania’daki gibi karanlık ve iç kapayıcı değil. Bu, Taormina’da siyah lav taşının ağırlıklı olarak sadece süsleme detaylarında kullanılmış olmasından dolayı olabilir.
Latince adı Catana ya da Catina olan Catania, M.Ö. 729 yılında aşağı yukarı 80 kilometre kuzeyde bulunan Naxoslular tarafından kurulmuş. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, Naxos Sicilya’da antik Greklerin kurduğu ilk koloni devlet. Aslen Yunanistan’ın Euboea (Eğriboz) adasındaki Chalcis‘den Sicilya’ya gelen Naxoslular, kendi kolonilerini kurduktan kısa bir süre sonra (M.Ö. 735), tıpkı Taormina’yı kurdukları gibi, Catania’yı kurmuşlar. M.Ö. 5. yüzyılda şehir, bir başka Grek kolonisi olan Siracusa‘nın diktatörü I.Hieron ve oğlu Deinomenes tarafından ele geçirilmiş ve adı, Etna’ya ithafen, Aetna olarak değiştirilmiş. Şehir halkının ayaklanarak Denomenes ve adamlarını buradan kovmasından sonra tekrar Catania adına geri dönülmüş. M.Ö. 263 yılında Catania Sicilya’da Romalıların eline geçen ilk şehirlerden biri olmuş ve bu kez bir Roma kolonisi olmuş. İmparator Decius ve Diocletian dönemlerinde şehirdeki Hristiyanlar ciddi şekilde eziyet görmüş. Bu dönemde verilen şehitler arasında bulunan Azize Agatha Catania’nın koruyucusu kabul edilmiş. Batı Roma’nın yıkılmasının ardından gelen barbar kavimlerin istilasından sonra Bizans, Arap ve Norman hakimiyetleri altında yaşamış. Catanialılar, Almanya’nın Swabia bölgesi kökenli Kutsal Roma İmparatorlarına karşı düşmanca bir tavır sergilemişler. Şehir bu nedenle, aynı zamanda Sicilya kralı olan bu imparatorlardan VI. Henry ve II. Frederick tarafından talan edilmiş. (Sicilya’nın tarihi hakkında bilgi için, linki kullanarak bu serinin ilk yazısına bakabilirsiniz). Sicilya bir yandan Aragon bir yandan Habsburg hanedanından olan İspanyol krallar tarafından yönetildiği sırada Catania sık sık onların kalmayı tercih ettikleri bir şehir olmuş. 16. ve 17. yüzyıllarda şehir sivil itaatsizlik, korsan saldırıları, salgın hastalıklar, kıtlık, Etna’nın patlamaları ve depremlerin yol açtığı kargaşalı bir dönem yaşamış. 1734 yılında Catania, Sicilya’nın tamamı ile birlikte bir başka İspanyol hanedanının eline geçerek, İspanyol Bourbon Napoli Krallığı‘nın bir parçası olmuş. Önce 1837 yılında yaşanan bir kolera salgınının ardından, daha sonra 1848 yılında Sicilya’nın otonomisi için adanın diğer şehirleri ile birlikte yapılan halk ayaklanmaları İspanyol yönetim tarafından şiddetle bastırılmış. 1861 yılında Garibaldi tarafından Sicilya’da İspanyol yönetimine son verildikten sonra, Catania da birleşik İtalya Krallığı’nın bir parçası olmuş. Şehir, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetler tarafından çok yoğun bir şekilde bombalanmış.
Günümüzde Catania Sicilya’nın en önemli endüstri ve taşımacılık merkezlerinden birisi. Diğer iki büyük şehir olan Palermo ve Messina ile Siracusa’ya demiryolu ile bağlı. Catania limanı da İtalya’nın en canlı ihracat limanlarından birisi. Etna lavı bazlı toprağı nedeniyle şehrin çevresi çok verimli bir tarım bölgesi aynı zamanda. Bu bölgede yetişen özellikle badem ve portakal önemli ihracat kalemleri arasında yer alıyor.
Catania’da görülecek yerler genel olarak Via Etnea, ve Piazza del Duomo meydanında bu caddeye dik bir açı ile değen Via Vittorio Emanuele II caddesi civarında. Kaldığımız iki otel de Via Etnea’ya yürüme mesafesinde idi. Via Etnea üzerinden Piazza del Duomo’ya doğru yürürken Piazza Stesicoro‘da Vincenzo Bellini’nin heykeli ile karşılaştık. Heykeltıraş Giulio Monteverde‘nin yaptığı heykel 1882 yılında açılmış. Yapılışı sırasında heykelin nereye konulacağı konusu epeyce tartışılmış. Bazıları heykelin Vincenzo Bellini Meydanı‘ndaki Teatro Massimo Bellini operasının önüne, bazıları da Piazza del Duomo’ya konmasını istemiş. Sonunda, şehrin koruyucu azizesine ithaf edilmiş olan Sant’Agata alla Fornace kilisesinin karşısındaki, halen bulunduğu yere konmasına karar verilmiş. Bestecinin heykelinin üstünde bulunduğu sütunun çevresindeki dört heykel kendisinin bestelediği dört ünlü operayı temsil ediyor: Norma, I Puritani, La Sonnambula ve Il Pirata.
Anfiteatro Romano (Roma Amfitiyatrosu), Sant’Agata alla Fornace ile Bellini’nin heykelinin arasında yer alıyor. Yapım tarihinin M.S. 1. yüzyıl ile 2. yüzyıl arasında olduğu tahmin edilen yapı bir zamanlar 15.000 seyirci kapasitesine sahipmiş. M.S. 5. yüzyıla gelindiğinde artık işlevini yitirmiş. 12. yüzyılda taşlarının bir kısmı sökülerek Duomo’nun yapımında kullanılmış. Günümüzde görünen kısmı orijinal tiyatronun sadece kuzey tarafı.
Via Etnea sağlı sollu dükkanlar ile dolu. Eğer Sicilya’da hediyelik eşya dışında alış veriş yapmak isterseniz, Catania bunun için uygun bir yer. Ayrıca, cadde üzerindeki çok katlı mağaza Rinascente‘nin yiyecek bölümü de, sadece Sicilya’ya özgü ürünler için değil, İtalya’nın değişik bölgelerinin peynirlerini, şaraplarını ve her biri pahalı bir şarap kalitesindeki gerçek Modena balzamik sirkelerini (en iyi ve ünlü marka, 1605 yılından beri üretilen Giusti‘dir) bulabilirsiniz. (Modena ile ilgili yazımda, şarap gibi meşe fıçılarda bekletilerek balzamik sirke üretimi yapılan Giusti tesisinden söz etmiştim. Erişim için linke tıklayabilirsiniz). Catania’nın, Duomo Meydanı’ndan çok uzak olmayan ünlü bir balık pazarı da var. Çeşit çeşit irili ufaklı balığın satıldığı pazar, sabah 7’den öğleden sonra 2’ye kadar açık oluyor. Meraklılar gezmek için buraya da uğrayabilirler.
Via Etnea’nın bitimi aynı zamanda Basilica Cattedrale di Sant’Agata‘nın, yani Duomo’nun bulunduğu meydan oluyor. Meydanın ortasındaki filli çeşme, Fontana dell’Elefante, aynı zamanda şehrin simgesi. Çeşme 1736 yılında, Giovanni Battista Vaccarini tarafından yapılmış. Vaccarini çeşmenin yapımında, Gian Lorenzo Bernini‘nin Roma‘daki “Minerva Fili” eserinden esinlenmiş. Çeşmenin kaidesinde bulunan iki heykel, Catania’nın iki önemli nehiri olan Simeto ve Amenano‘yu simgeliyor. Roma döneminden kaldığı belirtilen ve sırtında bir Mısır dikilitaşı taşıyan siyah fil, lav taşından yapılmış. Catanialıların ULiotru diye bahsettikleri bu filin adı, Bizans döneminde kente bir filin sırtında gelen Eliodor isimli bir sihirbazdan geliyormuş. Zaman içinde bu isim Liotru halini almış. Catanialılar filin kentlerini Etna’nın patlamalarından koruduğuna inanırlarmış.
Catania Katedrali, Etna Yanardağı’nın patlamaları ve yol açtığı depremler nedeniyle tarihte birkaç kez yıkılıp, yeniden yapılmış. İlk olarak, Catania’yı Araplardan alan Norman Kont Ruggero‘nun (daha sonra Sicilya Kralı I. Ruggero oluyor) emriyle 1078-1093 yılları arasında, burada bulunan Roma hamamlarının üzerine yapılmış. 1169 yılında yaşanan bir deprem sırasında neredeyse tamamen yıkılmış. Aynı sene çıkan bir yangın ve 1693 yılındaki deprem sonucunda daha da büyük hasar görmüş. Sonunda, 1711 yılında Vaccarini tarafından Barok stilde yeniden yapılmış. Ancak, yapıda Norman döneminden kalan, lav taşından yapılmış, kısımlar hala var. Bunların çoğu, o sırada hala ayakta olan Roma döneminden kalma yapılardan sökülerek, Normanlar tarafından inşaatta kullanılmış. Çan kulesi ilk olarak 1387 yılında yapılmış. 1662 yılında üstüne saat konmuş.
Duomo meydanına vardığımızda, katedral öğle tatili için kapanıyordu. Saat 2’ye kadar vakit geçirmek için Duomo’nun tam karşısındaki kafeye oturduk. Biraz da dinlenelim dedik. Her içeri gittiğinde bir türlü geri gelmeyen, yarı uykulu garson bizi biraz gerdi ama, buradan katedrale bakmak ve meydanı izlemek güzeldi.
Katedralin içinde en ilgimi çeken köşe besteci Bellini’nin mezarı oldu. Alışılmışın dışında, ana kolonlardan birine yapılmış anıt mezar bence çok zarifti. Bellini ve ölümü hakkında aşağıda daha detaylı olarak yazacağım. Katedralin içinde ayrıca Azize Agatha’ya ait olduğu söylenen kutsal emanetler ile bazı İspanyol asillerin ve piskoposların mezarları da var.
Piazza del Duomo’dan Via Vittorio Emanuele II caddesine yöneldik ve görmek istediğimiz Teatro Romano‘yu kolayca bulduk. Buraya değişik kaynaklarda Teatro Antico veya Teatro Greco Romano da dendiği oluyor. Sanırım sonuncu adlandırmanın sebebi, Romalıların bu tiyatroyu daha önce aynı noktada bulunan Helenistik dönemde (M.Ö. 323- M.Ö. 32) yapılmış bir tiyatronun üstüne inşa etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Grekler tiyatroyu tiyatro eserlerinin sahnelenmesi için kullanmışlar. Romalılar ise, inşa ettikleri yeni tiyatroda gladyatör karşılaşmaları düzenlemeyi tercih etmişler. Teatro Romano’nun günümüzde görünen kısımlarının M.S. 2. yüzyıldan kalan bölümler ile 3. ve 4. yüzyıllarda yapılan değişiklikler olduğu ifade ediliyor. Tiyatro, 11. yüzyılda yağmalanmaya başlanmış. Taşları başka yapılarda kullanılmış ve bazı bölümlerinin üstüne evler yapılmış.
Teatro Romano’dan çıkarken kapıdaki görevliye Bellini’nin evinin nerede olduğunu sordum.
– Duomo’ya doğru geri yürüyün. Hemen ilk köşeden sola dönün. Orada, dedi.
Tarife göre Museo Belliniano‘yu kolayca bulduk. Bellini’nin doğduğu ve ömrünün ilk 18 yılını geçirdiği apartman dairesi, avlusu olan büyük bir binanın içinde. 18. yüzyılın başında yapılmış olan binanın yerinde daha önce 1693 depremi sırasında yıkılan Palazzo Gravina Cruyllas sarayı varmış. Bir prense ait olan saray zamanında Sicilya Kralını ve daha sonra genel valilerini ağırlamış. Deprem sonrası yapılan şimdiki binanın mimarı bilinmiyor. Yapı, kısmen Teatro Romano’nun üstüne yapılmış. Bellini’nin burada doğmuş olması nedeniyle 1923 yılında Ulusal Miras ilan edilmiş. 1930 yılında bir bölümü müze olarak açılmış.
Bellini’nin evinde, ayakta tutmak için neredeyse amatörce bir tutku ile çaba gösterilen müzelerin insana biraz hüzün veren havası var. Bunu girer girmez hissettim. Müze oldukça iyi düzenlenmiş. Hepsinde olmasa da, bilgi panolarının çoğunda İngilizce açıklamalar var. Ancak, sergilenen eşyaların bulunduğu camekanlarda sadece İtalyanca bilgi verilmiş. Müze, üç salon halinde düzenlenmiş. Birinci salonda Bellini’nin içine doğduğu tarihsel dönem ve ailesi ile ilgili bilgiler ve müzik aletleri sergileniyor. İkinci salonda Bellini’nin 1832 yılında ünlü bir besteci olarak Catania’ya geri gelişi ile ilgili anı ve belgeler, üçüncü salonda ise Eylül 1876 yılında bestecinin cenazesinin, ölümünden 41 yıl sonra, Paris’ten getirilişi ile ilgili fotoğraflar, belgeler ve sanatçının ölüm maskı bulunuyor.
Vincenzo Bellini, 3 Kasım 1801 günü, aslen İtalya’nın Abruzzo bölgesinden Catania’ya göç etmiş müzisyen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Büyükbabası, Napoli konservatuvarında eğitim gördükten sonra, 1763 yılında Catania’ya gelmiş. Burada, müzik alanında gösterdiği başarı nedeniyle şehir senatosu tarafından “maestro di capella” konumuna yükseltilmiş. Aynı zamanda, Paterno Castello isimli asil bir ailenin himayesine girmiş. Babası ise, büyükbabası kadar başarılı olamamış. Ailesini güçlükle geçindirebilmiş.
Bellini, ilk müzik eğitimini büyükbabasından ve babasından almış. Catania’da o dönem hakim olan müzik anlayışı nedeniyle, ilk besteleri kilise müziği tarzında olmuş. Büyükbabasının saygın konumu ve şehir yönetiminin desteği ile 1819 yılında, burslu olarak okumak üzere, Napoli’ye gitmiş. Burada, Napoli’nin köklü müzik geleneğinin temsilcilerinden dersler almış. Kısa zamanda başarı gösterince önemli bir emprezaryonun (belli bir yüzde karşılığında sanatçıların program teklifi veya bestecilerin eser siparişi almasını sağlayan kişi) dikkatini çekmiş ve ondan Napoli Operası için bir sipariş almış. Bianca e Fernando isimli bu operanın kazandığı başarı kendisine başka siparişler de getirmiş. 1827 yılında Milano‘daki La Scala için bestelediği Il Pirata Bellini için uluslararası şöhretin yolunu açmış.
Bellini’nin en büyük şansı, dönemin en iyi libretto (opera, kantat, oratoryo gibi eserlerin metni) yazarı, Felice Romani ile çalışmak olmuş. Daha sonra bestelediği altı opera için Romani ile iş birliği yapmış. Bu operaların en önemlileri, Shakespeare‘in Romeo ve Juliet isimli eserine dayanan I Capuleti e i Montecchi (1830), La Sonnambula (1831) ve Norma (1831). Konusu, Romalılar tarafından tarihte başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük bir kısmı olarak tanımlanan Galya bölgesinde geçen Norma operası, günümüzde hala bir başyapıt olarak kabul edilmektedir.
1832 yılının başında Bellini Milano’dan ayrılarak önce, bir ay kalacağı Napoli’ye, oradan da bindiği bir buharlı gemi ile Sicilya’da Messina’ya gitmiş. Burada yapılan büyük karşılamadan sonra, akrabaları, yakınları ve hayranları ile birlikte karadan Catania’ya gelmiş. Doğduğu şehirde onuruna büyük kutlamalar yapılmış, davetler verilmiş. Bir ay sonra, Milano’ya dönmeden önce gittiği Palermo’da da aynı saygı ve coşku ile karşılanmış. Bellini, 1833 yılında kısa bir süre Londra‘da yaşadıktan sonra Paris‘e gitmiş. Burada, besteci Giochino Rossini‘nin desteği ve etkisi ile, Théâtre-Italien için, son operası olan I Puritani (1835) isimli eserini bestelemiş.
Vincenzo Bellini, 23 Eylül 1835 günü, Puteaux‘da ölmüş. Yapılan otopside ölüm nedeni, bağırsak ve karaciğer enflamasyonuna bağlı olarak, şiddetli dizanteri olarak belirtilmiş. Dostu Rossini’nin girişimleri ile yapılan ayin ve büyük bir törenden sonra 2 Ekim 1835 günü Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş. Catania şehir yönetiminin girişimleri sonucunda, ölümünden 41 sene sonra, Eylül 1876’da cenazesi Paris’ten, trenle İtalya’yı boydan boya geçerek, Catania’ya getirilmiş. Cenaze, İtalya’nın birleşmesinin üzerinden (1861) henüz kısa bir süre geçmiş olması nedeniyle, yol üstündeki tüm yerleşim yerlerinden geçerken milli duygularla karşılanmış ve saygıyla uğurlanmış. En büyük tören ise Catania’da yapılmış. Siyah atların çektiği cenaze arabası şehir halkının toplandığı caddeler boyunca ilerleyerek, Bellini’nin tekrar defnedildiği Duomo’ya getirilmiş ve heykeltıraş Giovanni Battista Tassara‘nın (1841-1916) eseri olan zarif mezarın bulunduğu yere gömülmüş.
Bellini’nin müzesini gezerken, müze görevlisi genç bir kadın bize çok yetersiz İngilizcesi ile bir şeyler açıklamak için adeta çırpınıyordu. Eşim, bana İtalyanca anlatabileceğini söyleyince sevinçten gözleri parladı ve açıklamalarda yer almayan bir sürü bilgi verdi. Örneğin, Bellini ile Rossini’nin çok iyi arkadaş olduklarını, buna karşın bir başka Catanialı besteci olan Giovanni Pacini‘nin (1796-1867) onu hep kıskandığını, her fırsatta önünü kesmeye çalıştığını anlattı. Kadın o kadar tutku ile anlatıyordu ki, Bellini’ye büyük bir hayranlık duyduğu ve kendisinin de besteci hakkında çok araştırıp, okuduğu belliydi. Müzenin geliştirileceğini, konferans salonunun modernleştirileceğini söyledi. Sonra, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bir kez daha gözleri parladı.
– Ah! Ne güzel! Ben de bir gün İstanbul’a gitmek ve bütün tarihi eserleri görmek istiyorum, dedi.
Castello Ursino (Ursino Kalesi), 1239-1250 yılları arasında, II. Frederick için yapılmış. Kare planlı, dört köşesinde büyük kuleler bulunan kale, Catania’da 1693 depreminden önce yapılan ve ayakta kalabilen ender yapılardan birisi. İlk yapıldığında deniz kenarında bulunan kale, daha sonra Etna’dan fışkıran lavların denizi doldurması nedeniyle denizden 400 metre kadar içeride kalmış. Kale günümüzde arkeolojik eserlerin ve zengin bir sanat koleksiyonunun sergilendiği bir müze ama, bizim gezmek için zamanımız olmadı.
Catania’daki San Nicolò l’Arena Kilisesi tuhaf görünümlü, ürkütücü bir yapı. Bunun nedenleri eklektik mimarisi, en tepesinde kullanılan siyah lav taşının verdiği karamsar hava ve önündeki tamamlanmamış dev sütunlar olabilir. Kilisenin yanında bulunan Benediktin tarikatına ait manastır da yine aynı ismi taşıyor (Monastero dei Benedettini di San Nicolò). Bazı kaynaklar, San Nicolo kilisesinin Sicilya’daki en büyük kilise olduğunu belirtiyor. Bazıları da, ona bitişik olan manastır için aynı şeyi yazıyor. Bu ifadelerin gerçekliğinden emin olamadım ama, ikisinin de çok büyük olduğunu söyleyebilirim.
Piazza Dante‘de bulunan San Nicolò Kilisesi’ni bulmamız biraz vaktimizi aldı. Oraya vardığımızda öğlen saat 1’e 10 vardı. Kitabımda kilisenin saat 1’de kapandığı yazıyordu ama kapıdaki görevli vaktinden önce demir kapıları kapatıyordu bile. Oysa ben 10 dakika önce de olsa, içeri girersek, saat 1’den sonra yeni gelenleri içeri almasalarda, bizim gezmemize izin verirler diye ummuştum. Görevli bizim olduğumuz yerde kalakaldığımızı görünce, uzaktan kilisenin saat 2’de tekrar açılacağını söyledi. Meydandaki kafede yer bulamayınca, yakın bir sokaktaki kafeye oturduk. Piazza Dante’yi çevreleyen binalar, kilise ve manastırın karşısında bir yarım ay oluşturacak şekilde tasarlanmış. Ortada ise büyük bir meydan var. Buranın tasarımı, 1769 yılında Stefano Ittar tarafından yapılmış.
San Nicolò Kilisesi’nin yapımı, yanındaki San Nicolò Manastırı’nın tarihi ile ilintili. Daha önce Etna Yanardağı’nın eteklerinde bulunan bir manastırda yaşayan Benediktin rahipleri 16. yüzyılın ortasında Catania’ya taşınmaya karar vermişler. Taşındıktan sonra da, manastırın yanında bir kilisenin uygun olacağını düşünmüşler. Yapılan ilk kilise, Etna’nın 1669 yılındaki patlaması sırasında hasar görünce, mimar Giovanni Battista Contini‘den yeni bir kilise yapmasını istemişler. 1693 yılındaki büyük deprem sırasında bu binanın o güne kadar tamamlanabilen yerleri de hasar görmüş ve inşaat yarım kalmış. Yapımın yeniden başlayabilmesi 1730 yılını bulmuş. Bu arada başka mimarlar da kilisenin yapımına katılmışlar. Battaglia Santangelo‘nun tasarımı olan ön cepheye (fasad) 1796 yılında başlanmış. Ancak, 1797 yılında yapım için gerekli olan kireç taşı tedarikçisi ile çıkan bir anlaşmazlık yüzünden inşaat durmuş ve bir daha da başlamamış.
Birer kahve içip, geri döndük. Saat 2 olmasına rağmen, kilisenin demirli kapısında hiçbir hareket yoktu. Derken, 2’yi biraz geçe elinde alış veriş torbaları olan topluca bir kadın geldi ve çantasından çıkardığı koca bir anahtarla asma kilidi açtı. Bize 3’er Euroluk biletlerimizi kesti ve torbalarını bilet gişesinin altına yerleştirmeye koyuldu. Farklı bir ülkede, bambaşka bir çalışma alanı olsa da, öğle tatilini alış veriş yaparak değerlendiren bu kadın portresi bana hiç yabancı görünmedi.
Sicilya gezimizin başında çıktığımız onca çatı ve kuleden sonra bir daha hiçbir yere çıkmamaya karar vermiştik ama, biz kendimizi yine yukarıda bulduk. Gene biraz yorucu oldu ama, kilisenin çatısından Catania’yı görmek çok güzeldi. Şehrin denize göre konumunu daha iyi anlamamızı sağladı.
Kilisenin içi, dışının heybeti ile orantılı bir şekilde, çok geniş. Ana altarın dışında, sağlı sollu sıralanmış, yan altarlar da var. İçerideki en ilgi çekici şey, kilisenin planını belirleyen haç formunun kısa kolunu oluşturan alanda, boylu boyunca yerde uzanan meridyen çizgisi. İtalya’da birden fazla katedralde gördüğümüz meridyen çizgileri daima insanları bu yapılara çeken bir unsur oluyor. Biz kilisenin içinde gezerken de Sicilyalı, yaşlıca bir kadın geldi. Bir başka turiste meridyen çizgisinin nerede olduğunu sordu. Kız, ya soruyu anlamadı ya da gerçekten bilmiyordu. Ellerini, bilmiyorum anlamında iki yana açınca, ben biraz ilerideki meridyen çizgisini gösterdim. Yaşlı kadın teşekkür etti ve nereden geldiğimizi sordu. İstanbul’dan geliyor olmak İtalya’da daima ilgi uyandırır. Ancak, bu hanım anlaşılan bizim ülkenin siyasi durumu ile çok ilgiliydi. Ayrılırken, iyi dilekler ve bol şans diledi…
San Nicolò Kilisesi’nin tabanında, San Benedetto ve San Nicolò şapelleri arasında uzanan meridyen çizgisi, aynı zamanda Waltershausen Baronu olan Wolfgang Sartorius ve profesör Christian Peters tarafından 1841 yılında tamamlanmış. İki bilim adamı aslında Etna’yı incelemek için Sicilya’da bulunurken bu siparişi almışlar. Bir tür yatay güneş saati olan meridyen çizgisi, yılın her bir günü için yerel saate göre öğle saatini gösteriyor. Bunun için gerekli güneş ışığı ise kilisenin duvarındaki yüksek bir noktaya açılan bir delikten giriyor. San Nicolò’nun meridyen çizgisi 37,07 metre imiş. Işık hüzmesinin girmesi için kilisenin San Benedetto şapelinin duvarına açılan delik ise, yaklaşık 24 metre yukarıda. Meridyen çizgisi yılın günlerine karşılık olarak 365’e bölünmüş. Yerde ayrıca zodyak işaretleri de var.
Kiliseden sonra ona bitişik olan San Nicolò Manastırı’na da gittik. Burası, tıpkı Palermo’da Palazzo Chiaramonte Steri‘nin Palermo Üniversitesi‘ne tahsis edilmesi gibi, 1977 yılında Catania Üniversitesi‘ne verilmiş. Bu, oturduğumuz kafede niye o kadar çok üniversite öğrencisi olduğunu da açıklıyordu. Bazı öğrenciler kilisenin merdivenlerinde oturuyorlardı. Manastırın ana kapısından içeri girince, avlunun ve onu çevreleyen, bir zamanlar keşiş hücreleri olan dersliklerin de dolu olduğunu gördük. Bu dersliklerin açık kapı ve pencerelerinden dışarıya ders anlatan öğretim üyelerinin sesleri geliyordu. Catania Üniversitesi’nin bu yerleşkesinde Edebiyat ve Felsefe Fakültesi bulunuyormuş. Yerleşkenin en ilgi çeken yeri şüphesiz ana binası. Üstündeki barok süslemelerle bir sarayı andırıyor. Bu süslemelerin yapımına 1703 yılında başlanmış ve tamamlanmaları 20 yıl sürmüş. Manastırın ortamı, o kadar görkemli ve zenginmiş ki, o dönemde burayı ziyaret eden gezginler anılarında kendilerini bir an için bir manastır yerine kralın sarayında sandıklarını belirtmişler. Ayrıca, manastırın çok zengin bir kütüphanesi ve sanat koleksiyonu olduğu da söyleniyor. San Nicolò Manastırı’nı rehberli turlarla gezmek mümkün ancak, tur günlerinin gününü ve saatini denk getirmeniz gerekiyor. Bazı günler sadece küçük okul çocukları için turlar yapılıyor. Manastır ayrıca, üzerinde oturduğu kalıntılar ile de ilgi çekici. 1978’den beri aralıksız yapılan kazılarla burada Neolitik ve Bakır çağlarının yanında Grek ve Roma dönemine ait izlere rastlanmış. Avludaki kazı alanında bir Roma hamamının kalıntıları bulunmuş. Manastır’ın arazisinde ayrıca şehrin akropolü olduğu düşünülen yerde bir kazı, mozaikler ve bir Roma evinin kalıntıları var.
Yukarıda yazdığım yerleri bir buçuk günde gezdik. İlk akşam, Via Colosseo 5/7numaradaki Al Vicolo‘da yedik. Önceden yer ayırtmıştım ama ayırtmadan da gidilebilir gibime geldi, çünkü benim rezervasyonu bulamadılar. Navigasyonu kullanarak gittik ama önce ufak bir şaşkınlık yaşadık. Geldiğimiz yer sokak arasında, bir mutfağın önünde üç beş masadan ibaret bir yerdi. Tüm masalar boştu. Etrafta görevli de görünmüyordu. Bir internet kazığı yediğimizi düşünerek oturmamaya karar verdik. Köşeyi dönünce, esas restoran ile karşılaştık. Burası dar bir çıkmaz sokağın bir kısmını kaplayan kocaman bir yerdi. Neredeyse tüm masalar dolu, cıvıl cıvıldı. İlk gittiğimiz arka taraf personelin yemek yediği bir yer olabilir çünkü, orada da aynı logo ile Al Vicolo yazıyordu. Her neyse… İyi ki, aynı yoldan geri dönmek yerine sokağın köşesini dönmüşüz.
Al Vicolo’da masalar, bizim bir zamanlar Asmalımescit’te olduğu gibi, tahtadan yapılmış bir platformun üzerine yerleştirilmiş. Garson önde, biz arkada yürürken, birden beklemediğim bir şekilde, havada uçtuğumu hissettim. Sanki bir an havada asılı kaldım gibime geldi. Sonra, çevre masalarda oturanların bana donmuş ve dehşet içinde bir ifade ile bakan yüzleri, devrilen sandalye sesleri ve bana doğru koşan garsonlar… İleri doğru baktığım için kenarı sarı ile boyanmış ve alttan hafif aydınlatılmış, çok alçak basamağı görmemiştim. Sonradan, platform boyunca bunlardan birkaç metre aralıkla birkaç tane olduğunu gördüm. Olayı ufak birkaç sıyrıkla atlattım. Üstümdeki deri ceket ve kalın tayt beni korumuştu ama ağrılar birkaç gün sürdü. Restoranın sahibi ya da yöneticisi geldi. Kibarca basamakların sarı çizgisini ve ışıkları gösterdi. Biraz panik oldular çünkü, biliyorsunuz bu gibi durumlar yurt dışında büyük dava konusu olabiliyor. Buz getirdiler. 15- 20 dakika sonra biraz kendime geldim. Sevimli, simsiyah gözlerinin içi gülen garson sipariş için geldi,
– Evet, şimdi baştan başlayalım, dedi gülümseyerek…
Al Vicolo, pizza ve benzeri yemeklerle şarküteri için çok doğru bir yer. Biz iki değişik focaccia yedik. Çok lezzetliydi. Uzun tahtalar üzerinde getiriyorlar. Yanında, bağları Palermo yakınında olan Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyor.
İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de (Via Paternò, 11) yedik. Yürüyerek giderken navigasyon bizi çok uzun ve karanlık, yer yer korkutucu yollardan götürdü. Oysa dönüşte, Via Etnea’dan çok yakın ve kolay erişilebilir olduğunu gördük. Trattoria del Cavaliere hem yerel halk hem de turistlerle doluydu. Yemekler güzeldi. Buranın aslında at eti ile yaptıkları yemekleri ünlüymüş ama biz, “Catania’ya gelip deRigatoni alla Normayenmezse olmaz”, diye düşündük. Tahmin edeceğiniz üzere, bu yemeğin adı Bellini’nin Norma operasına yapılan bir gönderme. Rivayete göre, İtalyan yazarNino Mortaglio(1870-1921) bu yemeği yediği zaman, gerçek bir şahaser olduğunu ifade etmek için, “Bu gerçekten bir Norma”, demiş. Daha çok rigatoni veyapenneile yapılan Pasta alla Norma‘nın içinde ayrıca domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen var. Tüm Sicilya’da karşınıza çıkabilir ama asıl yeri, Catania’dır. (Catania’ya özgü bir başka ünlü tabak daArancini. Adanın başka yerlerinde yemiş olsanız da, içinde çeşitli malzemeler olabilen bu kızartılmış pirinç toplarını Catania’da bir tadın derim). Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico‘yu beğendik. Şarap olarak, Donnafugata‘nınCabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılanTancrediDolce&Gabbana2018şarabını içtik.
Derler ki, dünyanın en romantik şehri Paris‘tir. Bu, Fransızların en az yüz yıldır sürdürdükleri bir pazarlama kampanyasıdır. Haydi bu iki cümleye “bence” ifadesini ekleyeyim de, kimse bana gönül koymasın. Bir tarih, sanat ve kültür şehri olan Paris’i severim. Birkaç kez gitmişliğim de vardır. Ama, en romantik payesi verilirse, orada bir durun derim. Bir kere, eğer şehirler romantik olup olmadıklarına göre sınıflandırılabiliyorsa, bu son derece öznel bir değerlendirme olacaktır. Romantizm, içinde bulunduğunuz ruh hali ve kiminle birlikte olduğunuz bir yana, zevklerinizin, bilgi ve görgünüzün, alışkanlıklarınızın ve yetiştiğiniz kültürün de bir fonsiyonudur kanımca. O nedenle kişiden kişiye değişir. Varsayalım ki, kesin bir tanım yapamıyoruz ama, romantik yerler konusunda hepimiz için üç aşağı beş yukarı bazı ortak kriterler var. Yine de, Paris’ten çok daha romantik bulduğum pek çok yer gördüğümü söyleyebilirim. Çoğu İtalya’da idi. Artık bunlara Sicilya‘nın dünyaca ünlü yerleşim yeri Taormina‘yı da rahatlıkla ekleyebilirim. Herkes gibi ben de gitmeden önce Taormina’nın büyüsünü giden tanıdıklarımdan çok işitmiştim. Bu konuda hiç hayal kırıklığına uğramadığımı peşinen söyleyebilirim. Ben de Taormina’yı çok sevimli, güzel ve (özellikle gece) çok büyülü bulduğumu söyleyebilirim.
Bir önceki yazımda uzun bir günün sonunda nasıl Taormina’ya ulaştığımızı, çok memnun kalmadığımız pizzacı La Napoletana‘yı, ama buna karşılık içtiğimiz özel şarabı yazmıştım. Çok yorgun olmamıza karşın yemekten sonra yine de hemen otele dönmedik. Kendimizi kalabalık sokaklara bıraktık. Taormina zaten çok büyük bir yer olmadığı için, kendinizi ekim ayında bile çok yoğun olan insan selinin akışına bırakabilirsiniz. Bu şekilde Taormina’nın popüler noktalarından en az birine ulaşmanız garanti.
Yemek sonrası bir kahve için Taormina’daki Michelin listesindeki restoranlardan birisi olan Cinque Archi‘nin zemin katındaki kafesine oturduk. Burası, Taormina’nın ünlü meydanlarından Piazza IX Aprile‘de olan bir yer. Meydan gece gündüz dolu. Yıldızlı, ılık bir gecede açık havada oturmak çok güzeldi. Yayaların keyifle gezindiği yolun karşı tarafında kafenin masaları devam ediyordu. O karşı tarafta canlı müzik yapan bir orkestra vardı. Derken bir tango melodisi duyuldu. Bésame Mucho… Yaşları epeyce ileri, iyi giyimli bir çift kalkıp tango yapmaya başladı. Şarkıyı söyleyen kız biraz detone olsa da çiftin lacivert ceketli, bordo fularlı ve göğüs cebinde beyaz mendili olan yaşlı adamın liderliğinde yaptığı tangoyu izlemek doğrusu pek hoştu.
Biraz daha müzik dinleyip etrafı seyrettikten sonra otelimiz Villa Paradiso‘ya döndük. Ertesi gün daha da iyi anlayacağımız üzere, otelin yeri son derece iyiydi. Via Roma 2 adresindeki otel, Via Roma ile Via Bagnoli Croci‘nin kesiştiği köşede idi. En üst katta olan odamızın bize ait terası bir taraftan Via Bagnoli Croci’ye diğer taraftan ise, Taormina’nın ünlü parkının (Giardino Pubblico) üzerinden denize bakıyordu. Etna Yanardağı‘nın da bulunması gereken muhteşem manzara, ne yazık ki tam önümüzde yükselen dev bir selvi ağacı nedeniyle kısmen engellenmişti. Ağaç büyümeden önce, Etna ile birlikte, manzara gerçekten muhteşemdi herhalde. Aklıma Bodrum‘daki Casita Mantı‘dan bir zamanlar bakmaya doyamadığım Bodrum Kalesi manzarası geldi. Birkaç yıl aradan sonra gidip de, uzakta uzamış olan bir ağaç yüzünden kalenin kapandığını görünce çok bozulmuştum. Villa Paradiso’da da Etnalı manzara için bu teraslı odayı özel olarak tutmuştuk. Yine bir ağaç yüzünden olana bakın… Neyse, aynı manzarayı kahvaltıda otelin diğer kanadının en üst katındaki restoranından doya doya seyrettik. Manzara sitemim bir yana, otelden ve güler yüzlü personelden son derece memnun kaldık. Taormina’ya gitmeyi düşünenlere önerebilirim.
Sabah, gezmeye çıkmadan önce, terasımızda bir süre oturdum. Hem açık havada güneşin tadını çıkarmak hem de gezi notlarımı düzene sokmak istedim. Ilık havanın keyfini çıkarırken, terasın arka sokağa bakan tarafından birtakım Almanca konuşmalar duydum. Karşı apartmanın benimle aynı hizadaki penceresinde duran yaşlı bir adam alt katın penceresindeki yaşlı bir kadınla neşe içinde sohbet ediyordu. Pencerenin önünde, dışarı doğru uzanan çamaşır telinde plaj havlusu ve mayolar asılıydı. Öylece bir süre konuşmaya devam edip, gülüştüler. Rusya krizi nedeniyle yaşanması beklenen doğal gaz sıkıntısından dolayı Alman hükümetinin yaşlı emeklilere para verdiğini ve sıcak ülkelere gitmelerini teşvik ettiğini okumuştum. Bu iki yaşlının da onlardan olduklarını düşündüm.
Taormina, coğrafi olarak oldukça ilginç bir yerde. Üzerinde bulunduğu yaklaşık 300 metre yüksekliği olan tepe, denizden neredeyse doksan derece bir açı ile yükseliyor. Taormina’ya gelişimizi içeren bir önceki yazımda anlattığım enteresan viyadük de bu coğrafi yapı nedeniyle bir zorunluluk olarak yapılmış olabilir. Söz konusu tepe aslında, Messina ve Catania arasında bulunan Tauro Dağı‘nın (Monte Tauro) eteklerinde bulunuyor. Latince adı Tauromenium olan Taormina adını bu dağdan almış. Taormina’nın en eski sakinlerinin, Sicilya’nın üç eski halkından Siculi(Sicelde deniyor) topluluğu olduğu belirtiliyor. (Sicilya’nın bu eski sakinlerinden yazı dizimin ilki olan Sicilya’da İki Hafta (1)başlıklı yazımda bahsetmiştim. Erişim için tıklayabilirsiniz). Siceller, M.Ö. 1200-1000 arası dönemde İtalya’nınLiguriabölgesinden Sicilya’ya gelmişler ve adanın doğu tarafına yerleşmişler.
Sicilya’nın doğusunda kültürel olarak günümüzde de etkileri süren Grekler, adaya M.Ö. 800’lerde gelip gitmeye başlamış, M.Ö. 735 yılında da ilk kolonilerini, Taormina’nın hemen güneyindekiNaxos‘da kurmuşlar. Taormina da bu dönemde Greklerin eline geçmiş. Giderek doğu taraftaki bu kolonilerin sayısı artmış ve bir süre sonra batıya doğru yayılarak, daha önce gezdiğimiz AgrigentoveSelinuntegibi site devletlerini kurmuşlar. M.Ö. 392 yılında, güneydeki güçlü site devleti Siracusa‘nın ünlü diktatörü Dionysius I Taormina’ya, buradan daha önce sürülen Sicelleri tekrar yerleştirmiş. M.Ö. 358 yılında, bu kez güneydeki Naxos’tan bir grup göçmen Taormina’ya gelmiş ve şehir, yöneticisiAndromachus‘un yönetimi altında zenginleşmiş. Sicilya’da Romalılar tarafından Grek döneminin sona erdirildiği süreçte Taormina, önce M.Ö. 210 yılında bir ittifak şeklinde, daha sonraİmparatorAugustus(M.Ö. 63- M.S. 14) zamanında ise kolonoliştirilerek, Roma hakimiyeti altına girmiş. Ancak Taormina, gerek Romalılar gerekse daha sonraki Bizans döneminde zenginlik olarak gerilemiş.
Taormina M.S. 902 yılında Araplar tarafından yerle bir edilmiş. Bir ara bir toparlanma yaşamışsa da, M.S. 962 yılında Araplar tarafından tekrar ele geçirilmiş. Şehrin adı, Fatimi Halifeal-Muʿizz‘e ithafen,Muʿizzīyaholarak değiştirilmiş. 1078 yılında Normanların ele geçirdiği Taormina, onların ve sonraları İspanyolların döneminde gelişmiş ve genişlemiş. 16. yüzyılda şehrin katedrali ve birçok saray yapılmış.
Taormina 18. yüzyıldan başlayarak yabancı gezginlerin uğrak yeri olmuş. Günümüzde de, sadece Sicilya’nın değil, dünyanın en popüler yerlerinden birisi. Bunun sonucu olarak, şehrin temel gelir kaynağı turizm. Bizim gittiğimiz ekim ayı ortasında bile zaman zaman sokaklarda güçlükle yürünüyordu. Yaz aylarında gitmek, aşırı sıcak ve yine kalabalık olması nedeniyle, çok fazla önerilmiyor. Ekimde yaşadığımız sıcaktan dolayı bu önermenin gerçekliğine inanıyorum. Eğer bir tarih kısıtınız yoksa, ilkbahar ve sonbahar en çok önerilen dönemler.
Taormina’yı bir günde gezmeniz mümkün. Burada konaklayanların çoğu, bizim kaldığımız otelde gözlemlediğim gibi, Taormina’da konaklayarak, Etna Yanardağı’na, Catania’ya, Naxos’a veya Siracusa’ya gidiyorlar. Daha önce de yazdığım üzere, daha önceNapoli‘dekiVezüv Yanardağı‘na tırmanıp, kraterin içine kadar girmiş birisi olarak Etna’yı zaten listeden çıkarmıştım. Etna ve çevresinin ilginç olduğuna şüphem yok ancak, gittiğim yerlerde doğa ile tarih arasında bir seçim söz konusu olduğunda, tercihim daima tarihten yana olmuştur. Gidilebilecek diğer yerlere daha sonra özel olarak gidip kalacağımız için, biz Taormina’yı doya doya gezmeye karar verdik.
Taormina’yı boydan boya kesenCorso Umberto I caddesi bir yaya bölgesi. Görülecek yerlere, bu caddeyi izleyerek veya yakınında kalarak gitmeniz mümkün. Şehrin merkezi, Corso Umberto I caddesi ve ona açılan, çoğu trafiğe kapalı, bir sürü sokak ve dar geçitten oluşuyor. Buralar, Taormina’nın Normanlar zamanından başlayarak inşa edilen Orta Çağ’dan kalma bölgesi. Ana caddeye açılan labirente benzer sokaklar ve aralıklar birtakım irili ufaklı meydanlara açılıyor. Çiçeklerle süslenmiş meydanlarda şirin kafeler, barlar, restoranlar, Sicilya’nın eşsiz tatlılarının satıldığı pastaneler ve dondurmacılar var. Sıcaktan ve kalabalıktan her bunaldığımızda bir yere oturduk ve birer Aperol ya da kahve içtik, dondurma ve tatlılardan yedik. Doğrusu ilaç gibi geldi.
Şehrin çoğu tarihi saray, konak ve sıra evleri restore edilmiş ve çeşitli amaçlar için kullanılır hale getirilmiş. Çok sayıda, (en lüks markalardan, butiklerden, sanat galerilerinden ve kuyumculardan daha turistik eşya satanlara kadar) irili ufaklı dükkan var.
Çoğu eski yerleşim yerinde olduğu gibi, Taormina’ya da kent kapılarından giriyorsunuz. Yine o zamanlara uygun olarak ve bizim de kadim kentlerimizde olduğu gibi, bu kapılar isimlerini o yönden gelinen (veya gidilen) yerleşim yerlerinden alıyorlar. İşte Taormina’daki ana kapılar da buna uygun olarak, Porta MessinavePorta Cataniaisimlerini almışlar. Elimdeki kaynaklardan biri Taormina’da gezi rotasını Porta Messina’dan başlatmıştı. Bu benim de aklıma yattı ve biz de oradan başladık çünkü, böylece gezimizin sonunda otelimizin yakınına dönmüş olacaktık. Siz aynı rotayı tersten giderek de izleyebilirsiniz.
Messina Kapısı(Porta Messina),Taormina’nın ana caddesi olan Corso Umberto I’in bir başında bulunuyor. Caddenin diğer ucu ise,Catania Kapısı(Porta Catania) ile sınırlandırılmış. Bu iki kapının arasında bir yerde ise, Porta di Mezzo(Orta Kapı) adında bir kapı daha var. Buraya, üzerindeki saatten dolayı, Saat Kuleside deniyor.
Porta Messina’nın bir diğer adı da, kapıyı yaptıran İspanyol Bourbon Kral Ferdinand I olduğu için, Porta Ferdinandea. Kapının üstündeki plakette Romen sayıları ile 1808 yılında açıldığı yazıyor. Duvarın sağında ve solunda sadece bir bölümü günümüze kadar gelebilmiş duvarlar, Araplar tarafından yapılan şehir duvarlarının kalıntıları.
Porta Messina’dan Corso Umberto I caddesine girdikten kısa bir süre sonraVittorio Emanuele II Meydanı‘na (Piazza Vittorio Emanuele II) geliyorsunuz. Burada köşedeki, Arap tarzında bir kulesi de olan, eski yapı dikkatinizi çekecektir. Palazzo Corvajaisimli bu eklektik saray ilk olarak 10. yüzyılda, Araplar tarafından, Taormina Bizanslılardan alındığı zaman, yapılmış. Kübik şekilli kule, şehrin savunma sisteminin bir parçası olarak yapılmış. Yapı, şehrin daha sonraki dönemlerinin hakimleri tarafından 13. ve 14. yüzyıllarda değiştirilerek ve eklemeler yapılarak, zaman içinde günümüzde görülen haline bürünmüş. Şu anda gördüğümüz; Arap (kulesi), Norman (15. yüzyıldan kalma büyük salon) ve Gotik (pencere detayları) bir karışım. Sarayın Normanlar tarafından yapılan büyük salonunda, 1411 yılında Sicilya Parlamentosutoplanmış ve Sicilya kralını seçmiş. Sarayın adı, 16. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ortasına kadar yapının mülkiyetine sahip olan ve ona son şeklini veren, Taormina’nın en kuvvetli ve asil ailelerinden Corvaja ailesinden geliyormuş. İkinci Dünya Savaşı bittiği zaman, içinde uzun süreden beri birkaç ailenin birlikte yaşadığı Palazzo Corvaja, son derece kötü bir durumda imiş. 1945 yılında, Taormina’nın belediye başkanı binayı boşalttırmış ve 1945-1948 yılları arasında Napolili mimar Armando Dillontarafından restore edilmesini sağlamış. Günümüzde binada bir turizm ofisi ve Sicilya Halk Sanatları Müzesivar.
Corso Umberto I caddesini izlemeye devam etmeden önce, bu civarda görülmesi gereken iki yer var. Bunlardan ilki Taormina’ya her gelenin mutlaka gittiği bir yer. Orayı sonraya bırakalım ve önce daha az bilinen ve gidilen bir yere gidelim. Burası, kısmen meydana bakanSanta Caterina d’Alessandria Kilisesi‘nin altında kalmış olanOdeon Romano. Bir köşesinde Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi, diğer köşesinde Palazzo Corvaja olan, hafif yokuş, Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru izlerseniz, odeonu sol kolda göreceksiniz.Roma Odeonu veya “küçük tiyatro” olarak bilinen bu yapı, M.Ö. 21 yılında, Taormina stratejik konumu nedeniyle Romalıların askeri bir kolonisi haline geldiği zaman yapılmış. Küçük olmasının sebebi, halkın kullanımı yerine, şehrin az sayıda elitinin kullanımı için düşünülmüş olmasından kaynaklanıyor. Üstü kapalı ve 200’den az seyirci kapasitesi olan odeonda konserler ve edebi sunumlar yapıldığı belirtiliyor. Bu küçük tiyatronun varlığı, 1892 yılında kazara bulunana kadar hiç bilinmiyormuş. Kuzeydoğuya bakan odeonun oturma yerleri tuğladan yapılmış. Sahne kısmında ise, daha önce Grekler tarafından M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin edilen ve bazıları tarafından Afrodit’e adandığı söylenen, sütunlu bir tapınak varmış. Anlaşılan, Romalılar bu eski tapınağı sahnenin sürekli dekoru olarak düşünmüşler. Ancak, sahnede yer alan bu tapınak kısmı ve bazı duvarlar köşedeki Santa Caterina kilisesinin yapımı sırasında yok edilmiş. Kalıntıları, kilisenin içinde görmeniz mümkün. Bunun için, kilisenin bulunduğu meydana geri döndüğünüz zaman kısa bir süre için içeri girmeniz yeterli.
BirKapuçin(Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak kayıtlarda, burada daha evvel bulunan bir başka kilisenin 1610 yılında Kapuçin tarikatı tarafından satın alındığı bilgisine rastlanmış. Kilisenin kriptinde bulunan bir mezartaşında 1663 tarihinin bulunması nedeniyle, yapımın bu iki tarih arasında bir zamanda tamamlandığı düşünülüyor. Kilisenin ana altarında bulunan Aziz Caterina’nın şehit edilmesi tablosunun, 16. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı ressam Jacopo Vignerio‘ya ait olabileceği belirtiliyor.
Vittorio Emanuele II Meydanı’nda, Santa Caterina kilisesinin karşısında bulunanVia Teatro Grecosokağını takip ederseniz, Taormina’da en çok ziyaret edilen ören yeri olduğunu tahmin ettiğim, ünlüTeatro Greco‘ya (Grek Tiyatrosu) ulaşacaksınız. Kıvrılarak giden bu sokak boyunca hediyelik eşya dükkanları ve nefis, önünüzde taze taze sıkılan, portakal ve nar suyu satan büfeler var. Uzun bir kuyrukta bekledikten sonra, sıcak altında gezdiğiniz tiyatrodan çıkınca birer taze meyva suyunu herkese öneririm. Sicilya yazılarımın ilkinde belirttiğim gibi, portakal ve nar Arapların Sicilya’ya getirdikleri ve tarımını başlattıkları çok sayıda bitki türlerinden ikisi. Diğerleri, limon, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türleri.
Arkeolojik eserlere özel bir ilgisi olsun olmasın, buraya gelen yabancıların neredeyse tamamının gittiği Taormina Antik Grek Tiyatrosu, tarihi değerinin yanında, buradan muhteşem bir manzarası olmasıyla da ünlü. Etna Yanardağı’nı, Taormina’nın aşağılardaki sahilini ve uzaklarda İtalya’nın Calabria bölgesindeki dağları kapsayan manzara gerçekten büyüleyici. Özellikle, gün batımı için buraya gelmek çok popüler bir turistik aktivite. Biz o akşam, aynı sokak üzerinde, tiyatronun hemen altında bulunan ünlü bir otelin terasındaki restoranında yer ayırtmış olduğumuz için, ziyaretimizi gün batımına denk getirmedik. Sanırım, tiyatronun kapanmasına yakın o saatlerde bilet kuyruğu çok daha uzun oluyordur.
Taormina’daki Grek Tiyatrosu, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış. Siracusa’nın antik Grek tiyatrosundan sonra, sadece Sicilya’daki değil, İtalya ve Kuzey Afrika’daki en büyük antik tiyatro olarak tanımlanıyor. Roma İmparatoru Augustus döneminde tiyatronun yeniden yapıldığı ya da genişletildiği konusunda elde yeteri kadar belge olmadığı belirtilmesine rağmen, tiyatro alanında bulunan Augustus büst ve heykellerinin bu olasılığı güçlendirdiği söyleniyor. Ancak, Romalılar döneminde tiyatronun genişletildiği ve bazı yerlerinin değiştirildiği biliniyor. Örneğin, Grekler tiyatrolarında sahne arkasında deniz ve ufku görmeyi tercih ederlerken, Roma dönemi tiyatrolarında sahnenin arkadan sütunlar ve bir duvar ile sınırlandırıldığı ve bu şekilde seyircinin dikkatinin sahnede olan bitene yöneltildiği biliniyor. Taormina antik tiyatrosunda da sahne arkasına benzer bir bölüm eklenmiş. Zaman içinde bu ilave yapının ortasının çökmesi, tiyatronun tepesinden günümüzde yine eşsiz bir manzara ortaya çıkarmış. M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda tiyatro Romalılar tarafından, gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı bir arenaya dönüştürülmüş. 19. yüzyılda restore edilen yapı günümüzde tiyatro, konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor.
Tiyatroyu gezdikten sonra, geri dönüp tekrar Vittorio Emanuele II Meydanı’na ve oradan Corso Umberto I caddesine gidebilirsiniz. Caddede ilerken, soldan ilk aralık siziNaumachie(Via Naumachia, 13) olarak adlandırılan esere götürecek.
Naumachie ya da Naumachia, Romalılar döneminde bir eğlence türü olarak deniz savaşları simülasyonlarının yapıldığı büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verilen isimmiş. 1943 yılında gün ışığına çıkarılan bu 130 metre uzunluğundaki duvara, belirttiğim amaç için kullanıldığı düşünülerek, yanlışlıkla söz konusu isim verilmiş. Ancak daha sonra, yapının bu amaçla yapılmadığı keşfedilmiş ama, ismi bu şekilde kalmış. M.Ö. 1. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Naumachie, tiyatrodan sonra, Taormina’nın en eski yapısı.
Burası başta, şehrin hamamına su sağlayan bir sarnıç olarak yapılmış. Daha sonra, birnymphaeum‘a, yani su perilerine (nymph) adanmış bir anıta dönüştürülerek, Gymnasium‘un (Antik Yunan ve Roma’da spor merkezi) bir parçası haline getirilmiş. Bir agora‘ya baktığı anlaşılan duvarda 18 tane niş bulunuyor. Bir zamanlar bu nişlerde heykeller varmış. Duvarın bir diğer işlevi de mimari olarak üstündeki terasa destek sağlamakmış. Günümüzde de, Corso Umberto I caddesi için aynı işlevi görüyor.
Yolu ve kalabalığı izleyerek, bu kez Taormina’nın en çok vakit geçirilen meydanı, Piazza IX Aprile‘ye geliyoruz. Aşağıya bakan taraftaki demir parmaklık nedeniyle dev bir balkona benzeyen meydandan bakınca çok etkileyici bir manzara var. Bu, müthiş güzel ve panoramik bir deniz ve Etna Yanardağı manzarası. Eğer şanslıysanız, gece karanlıkta buradan, Etna’dan yükselen kıvılcımları görebilirsiniz. Meydanın adı, 9 Nisan 1860 gününden geliyor. Bu tarihte, Taormina Katedrali’nde yapılan ayin yarıda kesilerek halka Garibaldi‘nin, Sicilya’yı İtalya ile birleştirecek olan hareketi başlatmak için, Marsala‘da karaya çıktığı müjdelenmiş. Aslında, bu doğru olmayan bir habermiş. Garibaldi Sicilya’ya bir ay sonra ayak basmış. Buna rağmen, Taorminalılar şehirlerinin en güzel meydanına, tarih yanlışlığı olmasına rağmen, unutmak istemedikleri o günü isim olarak vermişler.
Manzarayı içercesine, doya doya seyrettikten sonra, her zaman kalabalık olan bu meydanda sokak çalgıcılarını gönlünüzce izleyebilir, dolup taşan kafelerden birinde yer bulabilirseniz oturup biraz dinlenebilirsiniz. Hatırlarsanız, bizim bir gece önce oturduğumuz, Cinque Archi restoranının kafesi de bu meydanda idi.
Yüzünüzü denize doğru döndüğünüzde sol tarafta göreceğinizSant’Agostino Kilisesimeydanı, bir biblo gibi, sade bir zarafetle süslüyor. Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan kilise 1448 yılında, Taormina’da yaşanan bir veba salgınının ardından, bir şükran ifadesi olarak yapılmış. Önceleri Aziz Sebastiano’ya adanmış olsa da, şehre Aziz Agostino’nun cemaatinden papazların gelmesinden ve buraya yerleşmelerinden sonra, kilisenin adı değiştirilmiş ve burası bir manastır halini almış. Zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış olan kilisenin sadece giriş kapısının üstündeki gül şeklindeki penceresinin ve kemerli giriş kapısının üst tarafının 15. yüzyıldaki orijinalliğini koruduğu belirtiliyor.
Piazza IX Aprile’de denize tam karşıdan bakan kilisenin adı, San Giuseppe Kilisesi (Aziz Josef). Barok tarzda olan kilisenin yapım tarihi 1600’lerin sonu ile 1700’lerin başları. Meydandan kiliseye çift taraflı bir merdiven ile çıkılıyor. Binanın sağ tarafında, tepesinde sekizgen bir kubbe olan bir çan kulesi bulunuyor. San Giuseppe Kilisesi bir zamanlar “Araftaki Ruhlar Kardeşliği”ne ait olduğu için, kilisenin dış yüzeyinde ve içinde ateşler içinde yanan insan figürleri var. Ateş, insanın günahlarından arınmasını simgeliyormuş.
San Giuseppe Kilisesi’nden çıktığınız zaman, sağ tarafta Cinque Archi restoranını ve ona bitişik Porta di Mezzo’yu (Orta Kapı) göreceksiniz. Buraya Saat Kulesi de dendiğini yukarıda belirtmiştim. Şehrin bu ortadaki kapısından geçince, Taormina’nın Antik ve Helenistik bölgelerini geride bırakarak, Normanlar döneminde gelişmeye başlayan Orta Çağ dönemi yerleşim alanına girmiş oluyorsunuz. Bu nedenle buraya Borgo Medievalede deniyor. Kapı (ya da kule) 12. yüzyılda, Grek-Roma kalıntılarının üzerine yapılmış. 1676 yılında, Taormina XIV. Louis’nin Fransız ordusu tarafından işgal edildiği sırada tahrip olmuş. 1679 yılında yapılan onarım sırasında tepesine saat yerleştirilmiş. Kulenin tepesindeki çanlar sadece, her yıl Taormina’nın koruyucu Azizi olan San Pancrazio’nun bayramının olduğu 9 Temmuz günü ve şehrin belediye başkanının seçildiği gün çalınıyormuş.
Orta Kapı’yı geçtikten sonra Corso Umberto I caddesi boyunca yürümeye devam edin. Bu arada, tüm bu cadde boyunca sağlı sollu sıralanmış dükkanlara da göz atmanızı öneririm. İlginç takı dükkanları var. Etna’nın siyah lav taşı ile birlikte inci veya mercan karışımlı yapılmış takıların bazıları çok güzel. Gerçek olanlar elbette daha pahalı. Eğer özellikle taklit istenmiyorsa, plastik olma ihtimali yüksek, ucuz ürünlere karşı dikkatli olmak gerek.
Piazza del Duomo(Duomo Meydanı) ve buradakiCattedrale di San Nicolò, yaniDuomo, Taormina’nın bir başka turistik çekim noktası. Barili Aziz Nicolò‘ya adanmış. Aslına bakarsanız, Bari‘ den değil bizimDemre‘den Noel Baba‘dır o. Kemikleri 1087 yılında Anadolu‘dan çalınıp, İtalya’nın Pugliabölgesindeki Bari’ye götürülmüş. Bari’ye gidenler onun adını taşıyan bazilikanın kriptinde mezarını görebilirler. Barili olarak anılır ama Anadolu’dan olduğunu bilen bilir.
Taormina Katedrali’nin ilk yapım tarihi 13. yüzyıl. Burada bulunan, yine Aziz Nicolò’ya adanmış bir başka kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha sonra, 15, 16 ve 18. yüzyıllarda yeniden inşa edilmiş. Aslında, ilk bakışta bir katedralden çok, bir kaleyi andırıyor. Sanırım bu, yapımında kullanılan taşlardan ve tepesindeki kaleyi andıran burçlardan kaynaklanıyor. Ana kapının üzerinde bulunan gül şeklindeki pencere için Siracusa taşı kullanılmış. Yapının içinde bulunan altı adet pembe Taormina mermerinden yapılmış sütunun büyük tiyatrodan buraya getirilmiş olabileceği söyleniyor. Katedral, 1945-1948 yılları arasında, Palazzo Corvaja’yı da restore eden Armando Dillon tarafından tamamen elden geçirilmiş ve güçlendirilmiş.
Duomo’nun önünde bulunan çeşme de birkaç dakikalık bir incelemeyi hak ediyor. 1635 yılında, Barok stilde yapılan çeşmenin en tepesinde Taormina’nın amblemi olan birKentaur (Yunan mitolojisinde yarı insan yarı at olan yaratıklar) var. Genelde erkek olarak canlandırılan Kentaurlar burada dişi olarak canlandırılmış.
Duomo Meydanı’ndan yukarı doğru çıkanSalitaBadia Vecchia(Badia Vecchia Yokuşu) sizi Badia Vecchia‘ya götürecek. Bu yapı aslında Taormina’nın şehir duvarlarının bir parçası olan bir kule imiş. 13. yüzyılda inşa edilmiş. 14. yüzyılda restore edilmiş ve genişletilmiş. Bir manastıra çevrilmiş. Gotik stilde yapılmış olan binada, özellikle pencere detaylarında Arap-Norman etkisi görülüyor. Çerçevelerdeki siyah renkli süslemeler, Sicilya’nın bu bölgesinde sıkça rastlandığı gibi, lav taşından yapılmış. Yolun yokuş ve biraz dolambaçlı olması nedeniyle buraya ulaşmak sıcakta epeyce zordu. Buraya asıl gitmek isteme nedenimiz, Taormina Arkeoloji Müzesi‘nin burada olmasından dolayı idi ama, müze geçici bir süre için kapatılmıştı. Binayı, görebildiğimiz kadarıyla, dışarıdan incelemek ve harika manzaranın tadının çıkarmakla yetinmek zorunda kaldık.
Yokuştan aşağıya, Duomo Meydanı’na indikten kısa bir süre sonra Corso Umberto I sizi caddenin diğer ucundaki Porta Catania’ya, yani Catania Kapısı’na götürüyor. Bir gece önce Taormina’ya geldiğimiz zaman bu kapının önünden geçerek otele gitmiştik. Porta Messina gibi eski şehir duvarlarının bir parçası olan Porta Catania 1440 yılında yapılmış. Kapının üstünde yapım tarihi ve İspanyol arması var.
Porta Catania’nin dışına çıktıktan sonra sola dönüp, aşağıya doğru devam ederseniz, San Stefano Sarayı‘na (Palazzo Duchi di San Stefano) ulaşıyorsunuz. Günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış olan saray, bir zamanlar İspanyol asıllıDe Spuches Düküneve ailesine aitken, 1964 yılında Taormina Belediyesi tarafından satın alınmış ve restore edilmiş. Günümüzde, Sicilya Gotik tarzının muhteşem bir örneği olan bu yapı, İtalyan heykel sanatçısıGiuseppe Mazzullo‘nun (1913-1988) vakfı tarafından, müze ve süreli sergi mekanı olarak kullanılıyormuş. Zamanımız az olduğu için biz gezmedik ama, Arap ve Norman mimari güzelliklerinin harika bir şekilde birbirini bütünlediği binaya dışarıdan baktık. Yine Etna lav taşı ile Siracusa mermerinin ince karışımı ile yaratılan Arap etkisi ve gerek yapının kule benzeri planı gerekse tepedeki kırlangıç kuyruğu benzeri burçların verdiği Norman hava çok güzeldi.
Yola, bizim otelimizin de bulunduğu, Via Roma üzerinden devam edince Taormina’nın bir başka ilginç yapısına geldik. Günümüzde, Four Seasons tarafından işletilen ve gecelik ücreti 7000 Euro’dan fazla süitleri olan bu muhteşem kompleks, tarihi San Domenico Sarayı (Palazzo San Domenico). Bu ilginç yapıyı sabah kahvaltıda bizim otelin tepesinden, daha uzaktan ama daha bütünsel olarak görmüştüm. San Domenico Sarayı 15. yüzyıldan kalma bir bina. Kendisi de manastır yaşamını seçmiş bir asil olanBaron Damiano Rosso d’Altavillatarafından San Domenico tarikatına bağışlanmış. Tarikat binaya baron öldükten beş yıl sonra, 1430 yılında taşınmış. Bundan sonraki 400 yıl boyunca San Domenico rahipleri küçük bir cemaat olarak burada yaşamaya devam etmişler. 1866 yılında, İtalya’nın birleşerek tek devlet haline gelmesinden (Risorgimento) sonra, tarikatların gücünü bastırmak ve mallarına el koymak amacıyla bir yasa çıkarılınca, devlet görevlileri Taormina’daki San Domenico Manastırı’nın da kapısına dayanmışlar. O dönemde manastırda kalan tek kişiVincenzo Bottari Cacciolaadında bir rahipmiş. Buna rağmen, binanın anahtarlarını, onlara vermemek için çok direnen rahibin elinden zorla alabilmişler. Ancak, rahip Vincenzo yılmamış. Baron Damiano Rosso d’Altavilla’nın 400 yıl önce bıraktığı vasiyetnameyi ortaya çıkarmış. Baronun vasiyetinde yapının San Dominico rahiplerine ödünç verildiği yazılı imiş. Böylelikle, manastır binasının aslında Baronun varislerine ait olduğu ve devletin el koyamayacağı anlaşılmış. Rahip Vincenzo, Baron Damiano Rosso’nun varisiPrens Cerami‘yi durumdan haberdar edince, yapının mülkiyeti kendisine geçmiş.
San Domenico Manastırı’nın lüks bir otele dönüştürülmesi ve bu amaçla ana binaya ek olarak büyük bir uzantının yapılması Prens Cerami’nin fikriymiş. Dönüşüm tamamlanınca, San Domenico Avrupa’nın ilk büyük ve lüks otellerinden birisi olmuş. Zamanla Taormina’nın ünü dünya çapında artınca, otel de zengin ve ünlü konukların kalmak istedikleri bir yer haline gelmiş. Şöhreti Avrupa sınırlarını aşmış. 1900’lerin başında otel İngiltere Kralı Edward VII ve Baron Rothchild gibi ünlüleri ağırlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Ordusu tarafından karargâh olarak kullanıldığı için otel çok yoğun bombardıman altında kalmış.
Savaştan sonra binanın restore edilmesi ve otelin yeniden açılması birkaç yıl almış. 1950’lere gelindiğinde, yine zenginlerin düğünlerinin yapıldığı, çılgın partilerin verildiği bir yere dönüşmüş. Bu dönemde, Greta Garbo, Ingrid Bergman, Audrey Hepburn, Elizabeth Taylor ve Sophia Loren gibi ünlü sinema sanatçıları otelde kalmışlar. 2017 yılında 43.üncüsü yapılan G7 zirvesi de San Domenico Sarayı’nda yapılmış.
O gün Taormina’da gezimizin son durağı, aynı zamanda otelimize çok yakın olan, şehir parkı (Giardino Pubblico) oldu. Taormina’nın ciğeri olarak tanımlanan bu büyük park, içinde aralarında dev manolya ve palmiye ağaçları ile kaktüsler olan, egzotik ağaçlar ve çiçeklerle dolu, büyük bir asma bahçe. Sıcak havada bu bahçenin gölgesine sığınmak insana ilaç gibi geliyor. Deniz ve Etna manzarası da cabası. Parkın yaratıcısı, bir İskoç asili olan, Lady Florence Trevelyan (1852-1907). Bir rivayete göre, daha sonra İngiltere Kralı VII. Edward olarak tahta çıkacak olan Galler Prensi ile yaşadığı bir gönül ilişkisi nedeniyle Kraliçe Victoria tarafından ülkesinden gönderilmiş. Trevelyan Avrupa’da iki yıl dolaştıktan sonra Taormina’ya yerleşmiş. Önce, Taormina’nın alt tarafında, sahile kumluk bir yol ile bağlı olan Isola Bella adasını satın almış. Burada bir ev ve getirttiği çeşit çeşit fideleri, çiçekleri diktiği muhteşem bir bahçe yaptırmış. Bahçesi aynı zamanda doğadaki nadide kuşlar için bir koruma alanı olmuş. Lady Trevelyan daha sonra, 1884 yılında, Taormina’nın belediye başkanı, Prof. Salvatore Cacciolaile evlenmiş ve Taormina’nın içine taşınmış. Parkın bulunduğu alanı satın alarak, bu kez burada bu şahane bahçeyi yaratmış. Bahçenin içine, temel işlevleri kuşlar için sığınacak ve yaşayacak mekanlar olan değişik pagodalar ve süslü yapılar da koydurmuş. Park, 1922 yılında Taormina şehir mülkiyetine geçmiş. Lady Trevelyan’ın ilk göz ağrısı olan Isola Bella adası ise, 1990 yılına kadar kişisel mülkiyet statüsünü koruduktan sonra, Sicilya Özerk Yönetimi tarafından Milli Park ilan edilmiş.
1787 yılında, İtalya gezisinin bir parçası olarak, Taormina’yı ziyaret eden Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), buradaki antik Grek tiyatrosu için şöyle demiş: “Herhangi başka bir tiyatroda hiçbir seyirci böylesine bir manzaraya sahip olmamıştır”. Taormina’da büyülenen Goethe’nin izlenimlerini İtalya Seyahati adlı kitabında okuyanlar, bu tarihten sonra Taormina’ya yavaş yavaş akın etmeye başlamışlar. Taormina sanatçıların, yazarların, şairlerin ve ressamların en gözde tatil yerlerinden birisi olmaya başlamış. Ancak, önceleri Taormina’da doğru dürüst kalacak yer yokmuş. Bu konuda ileri görüşlü bir kişi olan Don Francesco La Floresta 1850 yılından itibaren evinin odalarını kiraya vermeye başlamış. İşte bugün Taormina’nın en ünlü ve lüks otellerinden biri olan, antik tiyatro ile aynı sokakta ve onun karşisında bulunanGrand Hotel Timeo‘nun temeli böyle atılmış. Otel adını, Taormina’nın M.Ö. 358 yılındaki kurucusunun oğluTauromenion‘dan almış. 150 yılı aşkın bir süredir devam eden gelenek, bizim de o akşam otelinMichelin yıldızlırestoranıOtto Geleng‘de şahit olduğumuz üzere, gelişerek hizmet kavramının en üst noktasına erişmiş. Böyle olunca, otelin ünlü konukları da eksik olmamış. 1904 yılında yatıyla Taormina’ya gelenKaiser Wilhelm IItüm oteli kapatmış ve burada bir süre kalmış.Richard Wagner(1813-1883) de otelde kalanlar arasında. (Goethe geldiğine göre, Wagner’in gelmesinin de doğal olduğunu düşünüyorum).
Söylendiğine göre, D.H. Lawrence(1885-1930) otelde kaldığı sırada bir gün otelin bahçesinde gezerken Lady Trevelyan ile karşılaşmış ve ondan ilham alarak ünlüLady Chatterley’nin Sevgilisi kitabını otelin terasında yazmaya başlamış. Bu nedenle sonradan bu terasaEdebi Terasadı verilmiş. Lady Trevelyan’ın otelin tarihindeki özel yerinin bir başka nedeni daha var. Lady Trevelyan Taormina’ya ilk geldiği zaman otelin bir katını kiralayarak, kendi zevkine göre dekore ettirmiş ve beş köpeği ile birlikte bir süre burada yaşamış. Bu sırada, otelin günümüzde hayranlık uyandıran bahçesini de düzenlemiş. Grand Hotel Timeo’da kalan edebiyat tarihine geçmiş diğer isimler arasında Oscar Wilde(1854-1900) ve Tennesee Williams(1911-1983) sayılabilir. Truman Capote(1924-1984) da ünlüTiffany’de Kahvaltıkitabını iki sene boyunca kaldığı bu otelde yazmış. Tüm bu ışıltılı isimlere ek olarak, Elizabeth Taylor‘danAudrey Hepburn‘e, Valentino‘danMadonnaveElton John‘a kadar birçok ünlünün de buradan gelip geçtiğini ekleyebilirim.
O akşam evlenme yıldönümümüzdü. Aylar öncesinden, otelin şahane deniz,Naxos Bahçelerive Etna manzaralı Edebi Teras’ında bulunan Otto Geleng restoranda yer ayırtmıştık. Taormina’da bütün gün gezdikten sonra parkın yakınındaki otelimize döndük, biraz dinlendik ve akşam için giyindik.Via Teatro Greco, 59adresindeki Grand Hotel Timeo ve restoranı Otto Geleng’e doğru yola çıktık. Gündüz yürüdüğümüz güzergâhı bu kez tersine doğru yürüdük.
Yemek için adım attığımız büyülü ortamdan söz etmeden önce, restorana adını veren Otto Geleng de birkaç cümlelik bir açıklamayı hak ediyor. 1843-1939 yılları arasında yaşamış olan Alman ressam Otto Geleng’in Taormina ile gönül bağı, Berlin’deki Kraliyet Akademisi’ndeki hocası Profesör Biermann’ın yaptığı sulu boya Taormina tablolarını gördüğü zaman başlamış. Biermann’ın yaptığı Taormina Antik Grek Tiyatrosu tablolarından çok etkilenen Geleng, mezun olunca gitmeye çoktan karar verdiği Taormina’ya doğru yola çıkmış. Taormina’ya gelince, Don Francesco’nun sonradan Grand Hotel Timeo haline gelecek olan konukevinde kalmış. Uzun bir kalıştan sonra Berlin’e döndüğü zaman artık elinde, Taormina’nın manzaralarından oluşan, çok zengin bir resim dosyası varmış. Eserleri çok beğenen hocası Biermann kendisine bunları Paris’teki eleştirmenlere götürmesini önermiş. Ancak, tablolar Fransız eleştirmenler üzerinde bekledikleri etkiyi yaratmamış. Karla kaplı Etna ve çiçek açmış badem ağaçlarının arasından eşsiz manzara görüntüleri onlara fazla yapay gelmiş. Sadece gördüğü güzellikleri resmettiğini söyleyen Geleng, eleştirmenlere bir öneride bulunmuş. Buna bir tür bahse girmek diyebiliriz. Eleştirmenler Taormina’ya gelip, Geleng’in yaptığı resimlerle gerçek Taormina manzarasını karşılaştıracaklar ve eğer Otto Geleng’in abarttığını düşünürlerse, tüm yolculuk ve konaklama masrafları Geleng tarafından ödenecekmiş. Eğer aksi olursa, yani Taormina’yı gördükten sonra Geleng’in yaptığı manzaraların gerçeğin tuvale yansıması olduğuna karar verirlerse, sanatçının tüm resimlerini satın alacaklar ve basında Taormina’nın reklamını yapacaklarmış. Tahmin edeceğiniz gibi, bu bahisin kazananları Taormina ve Otto Geleng olmuş…
Otto Geleng’deki akşam yemeği bir rüya gibiydi. Çiçekler ve manzaranın dışında, dantel masa örtüleri, gümüş servis takımları, zarif kadehler ve mumlarla tamamlanan ambiyans büyüleyici, servis mükemmel,Executive ŞefRoberto Toro‘nun yaratıcılığının ürünü yemeklerin her bir lokması çok lezzetli idi. Yemeğin sonunda, şefin yıldönümümüz için özel ikramı olarak getirilen tatlı ve hediye ettiği kendi kitabı da unutamayacağımız jestler oldu. Mükemmel olduğunu belirttiğim servis, bir kez daha bana Türkiye’de en iyi restoranlarda bile neden bu kaliteye çok sık ulaşılamadığını düşündürdü. Titiz ve özenli ama konukları sıkmayan, sıcak ama aynı zamanda profesyonel ve mesafeli bir hizmet kalitesi. Gerek baş garson gerekse kadınsommelier (şarap garsonu) Veronica dört dörtlük bir hizmet verdiler o gece. Yemek ile birlikte Donnafugata’nınNero d’Avola üzümünden yapılanMille e una Notte(Bin Bir Gece)2016şarabını, tatlı yanında ise yine Donnafugata’nınMuscat of Alexandria(yerel ismiyleZibibbo) üzümünden yapılan Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabını içtik.