Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (1)

Birkaç gün için gittiğimiz Portekiz‘den yeni döndük. Yine yeni pek çok bilgi, gözlem ve hoş anılar biriktirdik. Güzel bir gezi oldu. Henüz gitmediğimiz her ülke, insana oraya özgü olduğunu düşündüğü belli şeyler çağrıştırır. Öteden beri, Portekiz denince benim de aklıma gelen birkaç şey vardı.

Bunlardan bir tanesi, klasik ekonomi okulunun en önemli teorisyenlerinden David Ricardo (1772-1823) ve onun uluslararası ticaretin temel kuralı kabul edilen Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi idi. Burada bu teorinin ayrıntılarına girerek sizi sıkmayacağım. Ülkeler arası serbest ticaret ve uzmanlaşmayı destekleyen bu teori özetle, ülkelerin her şeyi üretmeye çalışmak yerine, fırsat maliyeti açısından üstün oldukları malları üretip, bunu başaramadıkları ürünleri ithal etmelerinin her ülkenin yararına olacağını belirtir. Ricardo bu teorisi için İngiltere ve Portekiz’i örnek olarak kullanır ve yaptığı maliyet karşılaştırması ile iki ülkenin hem şarap hem de kumaş üretmek yerine, maliyet açısından avantajlı oldukları ürünü üretip, diğerini ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağını ortaya koyar. Buna göre, İngiltere avantajlı olduğu kumaşı üretip Portekiz’den şarap ithal etmeli, Portekiz de şarap üretip kumaşı İngiltere’den ithal etmelidir. Nedense, Portekiz denince aklıma hep üniversitede okuduğumuz bu örnek gelirdi.

Bir de babamın 1960’ların sonlarında bir iş gezisi için Portekiz’e gidişi ve grup olarak Padrão dos Descobrimentos, yani Keşifler Anıtı‘nın önündeki fotoğrafı vardır. Sözünü ettiğim yıllarda Portekiz günümüzde olduğu kadar gidilip gelinen bir ülke olmadığı için babamın bu gezisi çok heyecan verici gelmişti bana. Sonraki yıllarda tek tük akraba ya da tanıdıklarım gitmeye başladı Portekiz’e. Genelde söylenen, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça geri olduğu ve eğer insan ilk olarak yurt dışına çıkıyorsa, gidilecek ülkenin Portekiz olmaması gerektiği yönündeydi. Hatırlarsınız, Avrupa Birliği‘ne girişinde de (1986) ekonomik olarak aslında topluluk üyesi olmayı hiç hak etmediği ve İspanya‘nın kanatları altında girdiği çok konuşulmuştu.

Bir ülkeye birkaç gün için gitmek bizi elbette o ülkenin uzmanı yapmaz. Kaldığımız sürenin sonunda olsa olsa o ülke hakkında yüzeysel bir fikir edinebiliriz. Bir dizi gözlemden oluşan tadımlık bir deneyimdir bu. Esasen, aynı şey insanın kalış süresi birkaç haftaya yayılsa bile geçerlidir çünkü, bir ülkeye gezgin olarak gitmekle orada yaşamak, günlük hayatı deneyimlemek çok farklı şeyler. Ben de bu yazımda size, gezip görebildiğimiz yerleri mümkün olduğunca gözlemlerimi de katarak, anlatacağım.

Lizbon’a uçağımız epeyce erken bir saatte idi. İstanbul Havaalanı’na gitmek için sabah 03’te kalkmamız gerekti. Gidenler bilirler, İstanbul’dan Lizbon’a uçuş epeyce uzun sürüyor. 4 saat 35 dakika uçtuk. İndiğimizde yerel saat 10’a geliyordu. Kolayca taksi bulduk. Lizbon’un en iyi yanlarından biri, havaalanının şehir merkezine çok yakın, 15-20 dakika uzaklıkta olması. Kalacağımız Hapimag Lisbon‘un yakınına kısa sürede geldik ama, otelin bulunduğu Rua São José sokağında çalışma olduğu için taksi epeyce dolanmak zorunda kaldı. Sonunda, mümkün olan en yakın noktada inmemiz ve biraz yürümemiz gerekti. Oda girişleri saat 16’da olduğu için bavullarımızı bıraktık ve hemen Lizbon’u keşfe çıktık.

Praça dos Restauradores
Meydanın ortasındaki anıt Portekiz’in 1640 yılında İspanyol
hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor.

Otelimizin konumu hem çoğu gidilecek yere hem de başta metro olmak üzere toplu taşıma olanaklarına oldukça yakın olması açısından mükemmeldi. Meraklısı için, ünlü markaların sıralı olduğu ve 1879-1882 yılları arasında yapıldığı zaman Paris‘in ünlü Champs-Élysées caddesine benzetilmeye çalışılan Avenida da Liberdade birkaç saniyelik, Avenida metro istasyonu 5 dakikalık yürüme uzaklığında. Liberdade caddesi, kuzeyde Praça Marquês de Pombal meydanından başlayıp güneyde Praça dos Restauradores meydanında son buluyor. Marquês de Pombal (1699-1782) Lizbon şehircilik tarihi açısından önemli bir isim. Marki Pombal, 1750-1777 yılları arasında Kral I. José‘nin (1714 –1777) bakanı ve başbakanı olarak çok etkin bir şekilde görev yapmasının yanında, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan 9 Richter şiddetindeki deprem faciası sonrası Lizbon’un yeniden inşası konusunda da ünlenmiş. O nedenle, şehircilik açısından Paris için Baron Haussmann ne anlam ifade ediyorsa, Lizbon için de Marki Pombal onu ifade ediyor diyebiliriz. Bu arada, yaşanan depremin ve sonrasındaki tsunaminin yol açtığı yıkımın Lizbon’u gezerken tarihsel olarak insanın sık sık karşısına çıktığını belirteyim. Sicilya‘yı gezerken 1699 Etna patlaması nasıl sürekli karşımıza çıkıyorsa, aynı şey 1755 Lizbon depremi için de geçerli.

Praça dos Restauradores meydanında Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerini (calçada Portuguesa) yapan ustalara saygı olarak yapılmış anıt. Heykeltıraş Sergio Stichini‘nin eseri (2017)

Gezdiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce Portekiz tarihinden kısaca söz etmek istiyorum. Kimileri bunu gereksiz buluyor. Hatta bu şekilde yazılarımı uzattığımı düşünenler de var.  Onlar da sağ olsunlar ama ben nasıl ki, yurt içinde olsun yurt dışında olsun, gezdiğim şehir ya da ülkelerin geçmişini, nereden gelip nereye vardıklarını bilmek istiyorsam, yazılarımı da o şekilde yazıyorum. Sadece gezilebilecek yerler, gidilebilecek restoranlar ve benzeri konularında daha yüzeysel bilgiler veren bir sürü site zaten mevcut. Beni tatmin etmeyen bu sitelerin arasına bir benzerini de eklemek bana ters geliyor açıkçası.

Lizbon sokaklarından
Çeşitli içkiler satan bir dükkan

Portekiz, sonraki dönemlerde sadece işgaller, devrimler, darbeler ve ekonomik krizlerle anılan bir ülke olsa da aslında Avrupa’nın en eski ulus devletlerinden birisi olarak tanımlanıyor. Tarihsel gelişimine bakıldığında, ülkede Taş Devri dönemi insan topluluklarının M.Ö. 2000 yılından itibaren güney ve doğu İberya‘dan gelen İber kabilelerinin saldırısına uğradıkları ve  topraklarının istila edildiği görülüyor. M. Ö. 700’lerde Keltler de Portekiz topraklarını istila ediyorlar. M.Ö. 218 yılında bölgeye ulaşan Romalılar tüm bu yerleşik kabilelerin ve özellikle Lusitenya kabilesinin çok şiddetli bir şekilde karşı koyması ile karşılaşıyorlar. Romalılar bu topraklara yerleşme konusunda o kadar zorlanıyorlar ki, bunu ancak bir casusun M.Ö. 139 yılında Lusitenlerin lideri Viriato‘yu zehirleyerek öldürmesi sonucunda başarıyorlar. Romalılar, aynı zamanda saygı duydukları Lusitenya kabilesine ithafen bu yeni eyaletlerinin adını Lusitenya koyuyorlar. Romalıların altında bu topraklarda huzurlu bir ortam yaşanıyor. Bu arada Hristiyanlık da günümüz Portekiz topraklarında M.S. 200’lü yıllarda yayılmaya başlıyor. Ancak, Batı Roma İmparatorluğu‘nun çöküşü sırasında tüm Batı Roma topraklarında yaşanan Cermen barbar kabilelerinin istilası buraya da uzanıyor. 409 yılında başta Vandallar olmak üzere barbar kabileler buraları istila ediyor. Kısa bir süre sonra, M.S. 415 yılında, Vizigotlar‘ın istilası başlıyor ve diğer Cermen kabileleri yenerek buralardan sürüyorlar. Zaman içinde Vizigot kabileleri arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi başlıyor. 711 yılında bu kabilelerden birisi Kuzey Afrika‘dan Arapları yardıma çağırınca Portekiz için yeni bir dönem başlıyor. Araplar kısa zamanda İber yarımadasının güneyini istila ederek, 756 yılında Abd-al- Rahman önderliğinde bağımsız Al-Andalus krallığını kuruyorlar. Günümüzde Portekiz’in en güney bölgesi olan Algarve bölgesine Araplar, batı anlamına gelen Al-Garb adını veriyorlar.

Birkaç yüzyıl boyunca güneyde Arapların yönetiminde oturmuş ve sakin bir ortam hüküm sürerken kuzeydeki bazı ufak Hristiyan krallıklar kuvvetlenmeye başlıyorlar. Bu krallıklar 11. yüzyılda, yeniden fetih anlamına gelen Reconquista hareketini başlatarak, Araplara saldırmaya başlıyorlar. Bu harekatlar sırasında, Leon Krallığı‘nın bir parçası olan Portucale bölgesi özellikle öne çıkıyor. 1139 yılında liderleri Alfonso Henriques, Ourique‘de kazandığı zaferden sonra kendisini Portekiz Kralı ilan ediyor. Buna karşın, Algarve bölgesi 1249 yılına, III. Alfonso burayı yeniden fethedene kadar, Arapların elinde kalmaya devam ediyor. Bundan sonra tarihte Portekiz’in sınırlarında önemli bir değişiklik olmuyor.

Portekiz Sardalyasının Fantastik Dünyası
Ülkemizde yediklerimizden epeyce büyük olan Portekiz’deki sardalyalar hem halkın temel bir besini hem de özellikle konserve tesisileri ile bir endüstri olarak önemli bir geçim kaynağı. Rossio Meydanı’ndaki bu dükkanda yaratılan Disneyland havası sardalyanın turistlere tanıtımını ve satışını
çok eğlenceli bir hale getirmiş.

Portekiz’in keşifler ve emperyalist yayılmacı döneminin başlangıcı olarak Kral I. João zamanında Kuzey Afrika’daki Ceuta şehrinin ele geçirilmesi (1415) gösteriliyor. Kralın üçüncü oğlu Prens Henrique 1418 yılında babası tarafından Algarve valisi yapıldıktan sonra Batı Afrika’nın keşfine öncülük ediyor. Aslında kendisi bu keşif seferlerinin hiçbirisine katılmıyor ama Keşifler Çağı‘nın öncüsü kabul edildiği için kendisine Gemici lakabı takılıyor. Portekiz bu dönemde Gine Körfezi‘ne yapılan seferlerden elde ettiği altın ve kölelerden büyük karlar ediniyor. Ardından, I. Manuel zamanında Vasco da Gama‘nın 1498 yılında Hindistan‘a, Pedro Alvares Cabral‘ın 1500 yılında Brezilya‘ya ulaşması ile ülkenin zenginliğine zenginlik katılıyor.

Keşifler ve genişleme döneminin sonu olarak 1578 yılında Kral I. Sebastião‘nun Fas‘a yaptığı başarısız sefer kabul ediliyor. Kimilerine göre, inatçı ve dediğim dedik olan kral yüzyıllar sonra Müslümanlara karşı Yeniden Fetih ruhunu abartarak, gereksiz bir saldırıda bulunuyor. Alcácer Quibir Savaşı‘nda kesin olarak öldüğü belirtilen I. Sebastião’nun ardından büyük amcası Kardinal Kral Henrique tahta çıkıyor ancak, Katolik bir Kardinal olarak bekar olması gerektiği için, 1580 yılında öldüğü zaman varis bırakamıyor. Bunun üzerine, İspanya Kralı II. Felipe anne tarafından Portekiz tahtında hak iddia edince, Portekiz 60 yıl boyunca İspanyol Habsburg yönetimi altında kalıyor.  İspanyolların altında iken ülkede Portekizli asillerin yönetim pozisyonlarında olmalarına karşın, izlenen ortak dış politika sonucu Portekiz kolonilerinin pek çoğu Hollandalıların eline geçiyor.

Esasen halk için Lizbon’un dik yokuşlarına çare olarak yapılmış olan asansör ve fünikülerler, turistler için de ulaşım, şehri yukarıdan görmek ve daha iyi
tanımak için önemli toplu taşıma araçları

Portekizlilerin İspanyol yönetiminden kurtulma süreci, 1640 yılında bir ayaklanma ve Bragança Dükü’nün Kral IV. João olarak taç giymesi ile başlıyor. İspanyollar karşı çıkıyorlar ancak, bir dizi savaş sonrası, 1668 yılında resmen Portekiz’in bağımsızlığını tanımak zorunda kalıyorlar. Yukarıda belirttiğim İspanyol dönemindeki koloni kayıplarına rağmen, Portekiz Brezilya’dan gelen altın ve elmaslarla çok büyük gelirler kazanmaya devam ediyor. Bu bilginin ışığında insan Portekiz’in bu zenginliği neden İngiltere ya da onun kadar olmasa da İspanya gibi başarılı bir sanayi devrimi için gerekli sermaye birikimine çeviremediğini merak ediyor. Benim anladığım kadarıyla, bu konuda kritik bir dönem olan 18. ve 19. yüzyıllarda Portekiz birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Bunların bir tanesi, onca gelire karşın, Kral V. João‘nun yaptığı savurganlıklar ve lüks düşkünlüğü nedeniyle ülkeyi iflas noktasına getirmesi. 1755 depremi de ülke için büyük bir yıkım oluyor. Lizbon neredeyse tamamen yerle bir olurken, nüfusunun yüzde 10’u ölüyor. Ardından, tüm kıta Avrupa’sı ile birlikte, Napolyon‘un işgali yaşanıyor. Kraliyet ailesi Brezilya’ya kaçıyor ve geçici bir dönem için imparatorluğun başkenti Rio da Janeiro oluyor. 1811 yılında, daha sonra Wellington Dükü yapılacak olan General Arthur Wellesley ve General William Beresford yönetimindeki Britanya ve Portekiz birlikleri Napolyon’u yenerek ülkeyi kurtarsalar da aile 1821 yılına kadar Portekiz’e dönmüyor. Bu kez de 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığını kazanması ile büyük bir gelir kaybı yaşanıyor. Ardından, iki kardeş arasında yaşanan bir on yıllık taht kavgası ve iç savaş dönemi oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir ekonomik toparlanma dönemi yaşanmaya başlansa da endüstriyel üretimin neden olduğu kitlesel işsizlikler ülkede büyük bir hoşnutsuzluk yaratarak cumhuriyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor. 1908 yılında ünlü Praça do Comércio meydanında hem Kral Carlos hem de veliaht prens öldürüldükten iki yıl sonra, 1910 yılında cumhuriyet ilan ediliyor.

Rossio Tren İstasyonu

Ne yazık ki, cumhuriyetin ilanı Portekiz’e hemen refah ve mutluluk getirmiyor. Yaşanan politik istikrarsızlık ve ekonomik krizlere 1926 yılında askeri bir darbe ile çare aranıyor. Bu ise, 1932 yılında Başbakan olan ve ülkeyi 36 yıl boyunca çok sert bir şekilde yöneten António de Oliveira Salazar‘ın  (1889-1970) diktatörlüğüne uzanan yolun başlangıcı oluyor. Ülkedeki diktatörlüğün son bulması tam olarak ancak 25 Nisan 1974 günü yapılan barışçıl bir askeri darbe ile mümkün oluyor. Benim yaş grubumda olanlar, kan dökülmeden yapılan ve askerlerin tankların ve silahlarının namlularına taktıkları karanfiller nedeniyle Karanfil Devrimi olarak anılan bu darbeyi anımsarlar. Ülkenin tam olarak demokrasiye geçmesi ise, iki yıllık bir geçiş ve değişim döneminden sonra mümkün olabiliyor. Tüm bu kaos ve keşmekeş dolu tarih içerisinde benim dikkatimi çeken nokta, Portekiz’de 1834 yılı gibi erken bir tarihte tüm tarikatların yasaklanarak, manastırların kapatılması oldu. 100 yıldan beri dini tarikatlar konusuna kesin bir çözüm bulamamış ya da içtenlikle bulmak istememiş bir ülkenin vatandaşı olarak bu konuyu neredeyse 200 yıl önce çözen Portekiz’i çok takdir ettim.

19. yüzyılda Neo-Manuelin tarzda yapılmış olan Rossio İstasyonu
gece ışıklandırması ile bir bibloya benziyor

Gitmeden önce yaptığım araştırmalardan kendimce Lizbon’u gezmeye Rossio ve Figueira meydanlarından başlamanın iyi olacağına karar vermiştim. Ayrıca, bu bölgede arayıp bulmak istediğim özel bir şey de vardı. Yüzyıllar boyunca Lizbon’da ticaretin merkezi olan bu iki meydan, Avenida da Liberdade’nin son bulduğu Praça dos Restauradores meydanına da çok yakın. Geçerken meydanın ortasında göreceğiniz anıt, 1640 yılında Portekiz’in İspanyol hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor. 1886 yılında açılan anıtın iki bronz heykeli ellerinde tuttukları taç ve palmiye dalıyla Zafer ve Özgürlüğü simgeliyorlar.

Rossio İstasyonu’nun at nalı şeklindeki kapıları

Praça dos Restauradores’den yolumuza devam ederken, bir Starbucks gördük. Amerika dışında gittiğim ülkelerde hiç Starbucks meraklısı değilimdir. Hele sonradan içtiğimiz kahvelerden anladığımız üzere, Portekiz gibi kahvenin iyi olduğu bir ülkede bence Starbucks’a gitmeye hiç gerek yok. Onun yerine yerel bir kafede oturup kahve içmek, varsa yerel bir şeyler yemek çok daha güzel. Yine de, sabah çok erken kalktığımız ve uzun bir yolculuk yaptığımız için en azından kahvesini bildiğimiz standart bir yerde soluklanma ihtiyacı hissettik. Lafı hiç uzatmadan belirteyim. Kahve inanılmaz kötüydü. Birkaç gün sonra, Sintra‘ya giderken kahvaltı niyetine aldığımız yiyecekler de felaketti. Mecbur kalmazsanız Lizbon’da Starbucks’a gitmeyin derim. Öte yandan, bu kötü deneyim de bir işe yaradı sonuçta. Dinlendikten sonra kalkınca Starbucks’ın altında bulunduğu binanın kendisi ve giriş kapısı dikkatimi çekti. Ana kapıdan girince ışıklı göstergelerden buranın bir tren istasyonu, dahası birkaç gün sonra Sintra trenine binmek için gelmemiz gereken Rossio Tren İstasyonu olduğunu fark ettim. Sintra’ya gidiş konusunu bir başka yazımda ayrıntıları ile anlatacağım.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı
En arkada, Lizbon’un en prestijli tiyatro binası,
Teatro Nacional Dona Maria II görünüyor.

İki tane at nalı şeklinde çok güzel kapısı olan Rossio Tren İstasyonu 1886 yılında mimar José Luis Monteiro (1848-1942) tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında halka açılmış. O dönemde Avrupa’da inşa edilmiş belli başlı tren garlarının yakınında görmeye alışkın olduğumuz görkemli otellere benzeyen Avenida Palace Hotel de yine aynı mimarın eseri. İstasyonun mimarisi, Portekiz’de 19. yüzyılda yapılmış yapılarda sıkça karşımıza çıkan Neo-Manuelin (Yeni-Manuelin) tarz olarak tanımlanıyor. Adından anlaşılacağı üzere bu aslında 16. yüzyılda, Kral I. Manuel‘in (1495-1521) dönemine denk gelen bir mimari geleneğin yeniden yorumlanması. Portekiz’e özgü bir mimari olan ve bazen Portekiz Geç Gotik Mimarisi olarak da anılan Manuelin tarzı Portekiz’in Rönesans ve Keşifler döneminden beslenerek ortaya çıkmış. Bunun en güzel örneği, Belém‘e gittiğimizde gezdiğimiz Jerónimos Manastırı. Bu manastırda Gotik mimari ile, fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu gibi uzak diyarların mimari özelliklerinin ne kadar güzel bir ahenk ile yan yana getirildiğini görmek mümkün. 1755 depremi maalesef Lizbon’da I. Manuel tarafından bu tarzda yaptırılan eserlerin neredeyse tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak akım, imparatorluğun Azor Adaları ve Madeira gibi yakın ve Kuzey Afrika, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi uzak noktalarına kadar yayılmış. Neo-Manuelin akımı 19. yüzyılda bu akımın yeniden yorumlanması ile ortaya çıkmış.

Meydanın ortasında yükselen sütunun üstündeki heykel hem bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru hem de daha sonra Portekiz kralı olan IV. Pedro. 19. yüzyılda yapılan dalga desenli mozaikler yürürken insanda tuhaf bir duygu yaratıyor.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı, tren istasyonunun karşısında, iki dakikalık yürüme mesafesinde. Söz konusu meydan, altı yüzyıl boyunca Lizbon’un can damarı olmuş. Boğa güreşleri, askeri ve dini geçitler, festivaller hep burada yapılmış. Meydanın ortasında, aynı zamanda bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru olan IV. Pedro‘nun heykeli yükseliyor. Dom Pedro IV, yukarıda sözünü ettiğim iki kardeş arasında yaşanan iç savaşın taraflarından birisi. Kardeşi Miguel, ülkenin muhafazakarları ile birlik olup, mutlak monarşiyi savunurken kendisi, bir liberal olarak, İngiltere’de olduğu gibi anayasal monarşiyi savunmuş ve 1822’de bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun birinci hükümdarı iken, tahtı kızına bırakarak Portekiz’e gelmiş ve kardeşini yenmiş. Meydan 19. yüzyılın ortasında dalga desenli mozaik ile kaplanmış. Uzaktan bakınca ve üstünde yürürken insanda değişik bir duygu yaratıyor. Meydanın çevresindeki binalar, Marki Pombal tarafından 1755 depreminde yıkılan binaların yerine yaptırılmış. Günümüzde bu binaların altında kafe ve dükkanlar var. Meydanın kuzey yanında Lizbon’un en prestijli tiyatro binası, Teatro Nacional Dona Maria II var. Daha önce burada bulunan Estaus Sarayı 1450 yılında, Lizbon’u ziyaret eden üst düzey yabancıları misafir etmek için yapılmış. Daha sonra, 16. yüzyılda, Engizisyon Mahkemesi olarak kullanılan saray 1755 depreminde yıkılmış. Günümüzde gördüğümüz Neo-Klasik bina, İtalyan mimar Fortunato Lodi tarafından tasarlanmış ve 1842-1846 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın tepesindeki alınlıkta yer alan heykel, Portekiz tiyatrosunun kurucusu sayılan Gil Vincente‘nin (1465-1536) heykeli.

Figueira Meydanı

Rossio Meydanı’nın yanındaki Praça da Figueira (figueira incir ağacı demekmiş) meydanında depremden önce Hospital Real de Todos-os-Santos hastanesi varmış. 1750’de yangın geçiren hastane beş yıl sonraki depremde tamamen yıkılmış. Pombal Markisi Baixa semtini yeniden tasarlarken buranın şehrin merkezi pazar yeri olmasına karar vermiş. 1885’te, Barselona’daki pazarlar gibi, üstü kapatılmış ama, 1950’de pazarın üstü tekrar açılmış. Meydandaki bronz Kral I. João‘nın heykeli heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından yapılmış ve 1971 yılında açılmış. Rossio meydanında olduğu gibi bu meydanı da günümüzde otel ve kafeler çevreliyor. 1829’da açılan ve aynı ailenin 6. kuşağı tarafından işletilen, bir zamanlar kraliyet ailesinin şekerlemecisi olan Confeitaria Nacional da Figueira meydanında. Biz burada oturmaya fırsat bulamadık ama, siz bir kahve ve pastanenin ünlü tatlıları ile bir mola verebilirsiniz. Okuduğuma göre buranın kahvaltısı da güzelmiş.

Praça da Figueira meydanının ortasında görülen ve 1971 yılında yapılan
Kral I. João‘nun heykeli Leopoldo de Almeida‘nın eseri.

Kafe ve restoranlar gittiğimiz ülkelerin yerli vatandaşlarını gözlemlemek için en uygun yerler. Eğer dışarıda oturuyorsanız, buna gelen geçenleri de ekleyebilirsiniz. Toplu taşıma araçları da bu açıdan çok zengin bir fırsat sunuyorlar. Eğer bir yerde yaşamayıp, kısa süreli kalıyorsak gözlemlerimizin yüzeysel olma olasılığı elbette yüksektir. Buna karşın Portekizliler hakkında size yine de birkaç satır yazmak istiyorum. Ben Portekizlileri oldukça mesafeli ve ciddi buldum. Fazla güler yüzlü oldukları söylenemez. Bu yönden Katalanlara benzettim. Gittiğiniz yerlerde öyle İtalya’da olduğu gibi sohbet ya da şaka, espri beklemeyin. İstisnalar elbette olabilir ama, ben rastlamadım. Ama yine de genel olarak Portekizce bir obrigado (teşekkür ederim) ya da por favor (lütfen) diyerek kimilerinden bir gülümseme koparmanız mümkün. Aslında bu yaz Yunanistan’da edindiğim deneyim de gittiğiniz ülkenin dilinde, özellikle nezaket içeren birkaç kelimenin çok olumlu karşılandığı yönünde. Portekiz’de çok sayıda eski sömürgelerinden gelen insan da yaşıyor. Çeşitli işlerde çalışan Brezilyalılar, Hintliler, Uzak Doğulular ve Endonezyalılar var. Ancak, bu farklı etnik kökenli insanlar beyaz Portekizlilerle pek fazla karışmışlar gibi gelmedi bana. Hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Portekizlilerde gözlemlediğim bir başka özellik ise çevrelerinden, dünyadan oldukça kopuk görünmeleri. Belki sadece dışarıdan öyle görünüyorlar, bilemiyorum.

Masonların kendilerine özgü, özel el sıkma hareketlerini
gösteren kabartmayı insanlar fark etmeden geçiyorlar

Figueira Meydanı tarafında bulmak istediğim özel bir şey olduğunu yukarıda yazmıştım. Farklı şehirlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bazen bir kenti belli bir tema doğrultusunda, bir şeylerin peşine düşerek gezmeyi sevdiğimi bilirler. Aradığım şey, Figueira Meydanı ile Rua do Amparo‘nun köşesindeydi. Bu, çoğu insanın fark etmeden yanından geçip gittiği bir Mason simgesi idi. Sokağı ve meydanı birleştiren köşedeki mermerden büyük madalyonun üzerinde bariz bir şekilde, Masonlara özgü el sıkışmasının yer aldığı bir kabartma var. Lizbon’da, daha önce Barselona’da yaptığım gibi detaylı olarak Mason simgelerinin peşine düşecek zamanım olmadı. Barselona’da bu konuya epeyce zaman ayırmış ve ayrı bir yazı yazmıştım. Burada o kadar vaktimin olmayacağını önceden biliyordum. O nedenle, sadece bu mermer plakayı ve daha sonra gideceğimiz bir restorandaki simgeleri görmeye karar vermiştim. Söz konusu restorandan bu yazımın sonunda bahsedeceğim.

Rua do Amparo, Figueira Meydanını Rossio Meydanına bağlıyor. Sokağın başındaki Masonik el sıkma kabartmasının iki meydanın birbirlerine desteğini simgelediği düşünülüyor.

Masonik röliyefin büyük olasılıkla, Rossio Meydanı’nı yeniden düzenleyerek buradaki pazarı komşu Figueira Meydanı’na taşıyan mimar Carlos Mardel tarafından tasarlandığı belirtiliyor. Kendisi de Mason olan Mardel, yeni bir işlev ve önem kazandırdığı Rossio ile Figueira arasındaki karşılıklı desteği tipik bir Mason el sıkma hareketi ile simgelemiş. 18. yüzyılda şehirde yapılan bu düzenlemeler sonucunda Lizbon’da, üç meydan çevresinde, farklı alanlarda önemi olan üç merkez yaratılmış. Rossio, dükkanlar ve iş yerleri ile kentsel, Figueira büyük pazar yeri ile kırsalla bağlantılı bir merkez haline getirilmiş. Mardel, Masonik el sıkma kabartması ile hem kendi ait olduğu topluluğun bir izini bırakmış hem de Lizbon’un iki farklı yüzü olan kentsel ve kırsal odakların dayanışmasını ifade etmiş. Lizbon için önemli olan diğer meydan daha önce sözünü ettiğim Praça do Comércio. Adı üstünde, nehir kıyısındaki konumu ile bu meydan, özellikle dünya ile ticaretin merkezi olarak tasarlanmış.

İki meydanı birleştiten sokaklardan Rua da Betesga‘dan
Lizbon’un kalesi Castelo de São Jorge manzarası. Kalenin bulunduğu tepe Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar tarafından da savunma amaçlı kullanılmış. Arapların 8. yüzyılda yaptıkları kale, 1147 yılındaki kuşatma ile Portekizlilerin eline geçmiş. Orta Çağ boyunca yapıda birçok değişiklik yapılmış. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda kraliyet konutu olarak kullanılmış.

Masonluk, İspanya’ya olduğu gibi, Portekiz’e resmi olarak yüzyıllar sonra girmiş olsa da her iki ülkenin de Tapınak Şövalyeleri ile kuvvetli tarihsel bağlarının olması, Masonluğun bu ülkelerde yaygın ve kuvvetli olmasının bir nedeni olarak gösteriliyor. Tüm localar olmasa da kendisini Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olarak gören localar olduğu çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Engizisyon mahkemesi kayıtlarına dayanılarak, Portekiz’de ilk Mason oluşum 1727 ya da 1728 olarak kabul ediliyor. Web sitemdeki “Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…” başlıklı yazımda Tapınak Şövalyeleri’nin tarihte ortaya çıkışlarından ve yaklaşık iki yüz sene sonra kafir ilan edilerek, yöneticilerinin 1314’te yakılarak yok edilmesinden söz etmiştim. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için linki kullanarak, söz konusu yazımı okuyabilirsiniz. 1096 yılında, Birinci Haçlı Seferi‘nden sonra kurulan ve 1128 yılında Papa II. Honorius tarafından resmi olarak tanınan Tapınak Şövalyeleri’nin başlangıç amacı Kutsal Topraklara hacca giden Hristiyanları korumaktı. Zamanla, aldıkları bağışlar ve yaptıkları yatırımlarla Avrupa’nın en büyük finansal gücü haline gelmişlerdi. Öyle ki, tarikat Avrupa’nın monarklarına borç verebilecek güce kavuşmuştu. Onların sonunu getiren de bu güç oldu. Günümüzde, Tapınak Şövalyeleri’nin 1312 yılında Papa V. Clement tarafından din düşmanı ve kafir ilan edilerek yok edilmesinin arkasında, şövalyelere ödeyemeyeceği kadar büyük borcu olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in yaptığı baskı olduğu biliniyor. Bu süreçte, Fransa’da büyük ölçüde katledilen tarikat üyelerine İspanya ve Portekiz hükümdarları kucak açıyor. Dönemin Portekiz hükümdarı Kral Dinis, Tapınak Şövalyeleri’nin, başta İsa’nın Şövalyeleri olmak üzere, başka tarikatlar içinde varlıklarını sürdürmelerine izin veriyor. İşte Masonluğun Lizbon’da kuvvetli olması bir yanıyla bu tarihsel gerçeklere dayandırılıyor.

Rua da Betesga’nın köşesindeki São Jorge yani Aziz George kabartması. Aziz George, aralarında İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Gürcistan bulunan birçok ülkenin olduğu gibi, Portekiz’in de koruyucu Azizi kabul ediliyor.

Rossio ve Figueira civarındaki ilginç yerlerden birisi de Ulusal Anıt staüsünde olan, Igreja de São Domingos, yani Aziz Dominik Kilisesi. Küçük bir meydana (São Domingos Meydanı) açılan kilisenin, dışarıdan belli olmasa da içerisinde oldukça ürkütücü bir atmosfer var. Bunun sebebi, en son 1959 yılında geçirdiği büyük bir yangının izlerini taşıyor olması. Açıkçası, kilise hakkında bilgi sahibi değildim. Sadece, yola çıkmadan birkaç gün önce bir Portekizlinin görülmesi gereken bir yer olduğu yönündeki ipucuna dayanarak görmeye karar vermiştim. Kilisenin tarihi konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeri girer girmez bir tuhaflık sezdim ve buranın yangın geçirmiş olduğunu hemen fark ettim. Psikolojik olsa gerek. Sanki kararmış duvarlardan insanın burnuna bir yanık kokusu yayılıyordu. Kilise, 13. yüzyılda, Kral II. Sancho zamanında yapılmış. Ancak, 1531 ve 1755 yıllarının depremleri ile geçirdiği birkaç yangından sonra yapılan iyileştirmeler orijinal Orta Çağ kilisesinin izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Oysa ilk yapıldığı dönemde burası Lizbon’da Kraliyet vaftiz, düğün ve cenaze törenlerinin yapıldığı kilise imiş. Yangından kararmış orijinal sütunların arasındaki turuncu tonlarında boyanmış daha yeni duvarlar ilginç bir tezat oluşturuyor.

Igreja de São Domingos

İçeri girdikten kısa bir süre sonra hem biraz soluklanmak hem de etrafı incelemek için sıralardan birine oturalım dedik. Bu, birçok gezgin gibi, gittiğimiz hemen hemen her ülkede yaptığımız bir şey. Ama bu kez oturur oturmaz, son derece asık yüzlü ve kaba bir görevli tarafından, ayin olacağı belirtilerek, kaldırıldık. Adam suratsız olmanın dışında bir de düpedüz bağırıyordu. Aklıma birkaç yıl önce, Noel zamanı, Beyoğlu’ndaki Santa Maria Draperis Kilisesi‘ndeki sevimsiz bir siyahi görevli geldi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak ve bir afra tafra ile ziyaretçileri sözde düzene sokuyordu. İki olay da aklımda, kompleksli insanların verilen en basit görevi abartarak, “Ali kıran baş kesen” haline gelmelerine güzel bir örnek olarak kalacak.

São Domingos Kilisesi’nin içi
Aziz Domingos Kilisesi’nin içi geçirdiği
yangınların izleri ile dolu

Kilisenin önündeki meydanda büyük bir Afrikalı grup vardı. Meğer bu bir rastlantı değilmiş.  São Domingos Kilisesi’nin cemaatinin neredeyse tamamının, kökleri Portekiz’in eski Afrika sömürgelerinden gelenlerden oluştuğunu okudum. Burası, Lizbon’un özel olarak Afrikalılara kucak açan ve onları kollayan bir kilisesi imiş. Kilisenin Afrikalılar ile bağı 1400’lü yıllara kadar dayanıyor. Bu yıllarda Afrika’dan gelen köleler eğer Afrika’da veya getirildikleri gemilerde vaftiz edilmemişlerse, São Domingos Kilisesi ve çevredeki birkaç kilisede vaftiz edilirlermiş. Daha sonra, civardaki köle pazarlarında madenlerde, gemilerde, dükkanlarda, tarlalarda ve dökümhanelerde çalışmak üzere satılırlarmış.

Santa Justa Asansörü

Rua de Santa Justa‘daki Santa Justa Asansörü Rossio Meydanı’ndan kolaylıkla görülebiliyor. Göğe doğru yükselen bu dev asansör genel olarak Lizbon’a gidenlerin görmeyi ihmal etmedikleri bir yer. Günümüzde daha çok bir turist çekim merkezi olsa da Portekizce adıyla Elevador de Santa Justa aslında zamanında Lizbon’un toplu taşıma sisteminin bir parçası olarak inşa edilmiş. İçi ahşap, 25’er kişilik iki kabini olan asansör şehrin Baixa semti ile yukarıdaki Bairro Alto‘yu birbirine bağlıyor. Tepenin ne kadar dik olduğunu görünce insan, bu asansörün yapıldığı zaman Lizbonlular için ne büyük bir kolaylık sağladığını anlıyor. Demirden ve kimi kaynaklara göre 32, kimine göre 45 metre yüksekliği olan (sanırım nereden ölçüldüğü ile ilgili) asansör 1902 yılında hizmete açılmış. Mimarı, Alexandre Gustave Eiffel‘in öğrencisi olan Fransız mimar Raoul Mesnier du Ponsard. Başta buharla çalışan asansörde 1907 yılından itibaren elektrik kullanılmaya başlanmış. Yapının demir iskeleti Neo-Gotik süslemeler ve detaylarla dolu. O nedenle insana sadece bir demir yığını değil, bir sanat eseri izlenimi veriyor.

Santa Justa Asansörü’nden kale manzarası

Talebin çok, kabin kapasitesinin ise sınırlı olması nedeniyle uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Belki sabah çok erken ya da geç bir saatte daha az yoğun olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi, asansör şehrin toplu taşıma sisteminin bir parçası olduğu için Lizbon için almanızı önerdiğim toplu taşıma kartınızı burada da kullanabilirsiniz.

Uzakta görünen Tagus nehri

Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi. İçi ahşap kaplı, tertemiz kabine bindik. Bizim İstanbul’daki Tünel’in sistemi gibi, Santa Justa Asansörü’nün de kabinlerinden birisi inerken diğeri yukarı çıkıyor. Gittiğim şehirlere yukarıdan bakmayı hem manzara açısından severim hem de şehirde ne nerede diye kafamda yerli yerine oturtmak için çok yararlı bulurum. Lisbon’da şehri yukarıdan görebileceğiniz dokuz, on tane böylesi manzara noktası (Mirador) var. Santa Justa Asansörü de bunlardan birisi. Yukarı çıkınca, tepeden Rossio Meydanı’nı, karşıdaki kaleyi (Castelo de São Jorge), katedrali (Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca Sé de Lisboa) ve İber Yarımadası‘nın en uzun (1007 kilometre) nehri olan ve Lisbon’dan Atlantik Okyanusu‘na dökülen Tagus‘u görebilirsiniz.

Santa Justa Asansörü’nü yukarıdan Bairro Alto semtine bağlayan koridor

Santa Justa Asansörü yukarıda Bairro Alto semtine iki yanı açık, koridor şeklinde bir yürüyüş yoluyla bağlanıyor. Bu yolu izlediğinizde, kendinizi bana göre Lizbon’un en ilginç tarihi eserlerinden birinin dibinde bulacaksınız. Aşağıda Rossio Meydanı’ndan da görülebilen bu çatısız tarihi yapı Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) ve Carmo Manastırı. Aslen Karmelit tarikatına ait olan kompleksin girişi, önündeki sevimli ve sakin Largo do Carmo meydanında. Günümüzde, ağaçların altındaki sakin kafeleri ile çok huzurlu görünen bu meydan Portekiz yakın tarihinde önemli olaylara sahne olmuş. Meydanın ortasındaki çeşme ve çevresindeki binalar, depremin ardından Pombal Markisi’nin Lizbon’da başlattığı yeniden inşa döneminde yapılmışlar. Ancak, günümüz Portekizlileri için meydanın tarihsel önemi bundan çok daha fazla. 1974 yılındaki Karanfil Devrimi’nin en önemli olayları burada yaşanmış. 25 Nisan 1974 günü, 48 yıldan beri süren diktatörlük rejiminin başbakanı olan Marcello Caetano, başlayan ayaklanmalar üzerine, o sıralar Carmo Manastırı’nın bir bölümünü karargâh olarak kullanan Cumhuriyet Muhafızları Birliği’ne sığınmış. Ayaklanan diğer askeri birlikler ve halk bu meydanda toplanmışlar ve sonunda karargâhı ele geçirmişler.

Carmo Kilisesi ve Carmo Manastırı‘na Santa Justa Asansörü’nden bakış
Kilise ve manastırın Rossio Meydanı’ndan görünüşü

Carmo Kilisesi ve Manastırı 14. yüzyılda, önce asker olup, daha sonra Karmelit tarikatına giren General Nuno Álvares Pereira tarafından yaptırılmış. Kendisi 2009 yılında Papa tarafından resmen Aziz ilan edilmiş. Lizbon kalesinin karşısındaki tepede, bir zamanlar şehrin en görkemli kiliselerinden birisi olan yapı, 1755 depremi ve ardından yaşanan yangında ağır hasar görmüş. Çatı tamamen çökmüş. 1756 yılında Neo-Gotik tarzda bir yeniden inşa süreci başlatılsa da bu çalışmalar 1834 yılında Portekiz’de dini tarikatların yasaklanması nedeniyle tamamen durmuş. Günümüzde ayakta gördüğümüz kalıntılardan 14. ve 15. yüzyıllardan kalma orijinal kısımların güney ve batı kapıları ile apsis önündeki hol benzeri açıklık olduğu belirtiliyor. Kilisenin çatısı hiçbir zaman tekrar kapatılmamış. 1864 yılında burada bir arkeoloji müzesi oluşturulmaya karar verilmiş. Ülkenin ilk sanat ve arkeoloji müzesi olarak burada, hem tarikatların lav edilmesi ile terk edilen dini mekanlardaki sanat eserleri hem de Fransız işgali ve iç savaşlar sırasında tahrip olan eserler korumaya alınmış.

Carmo’nun ana giriş kapısı
19. yüzyılda müzeye dönüştürülen Carmo’nun
etkileyici bir havası var.
Manuelin Tarzda yapılmış pencere (16. yy.)
Santa Maria de Belém Manastırı‘ndan getirilmiş.
Altta Portekiz arması (14.yy.)

Bilet aldık ve içeri girdik. Kilisenin çatısının olmadığını fotoğraflardan zaten biliyordum ama yine de içeri girince etkilendim. Bir kısmı Neo-Gotik yeniden inşa döneminden kalan kirişlerin arasından gökyüzünü ve bulutları görmek elbette hoştu. Ben burayı esas, sergilenen arkeolojik ve eski eserlerle bütünleştirilmiş olmasından dolayı etkileyici buldum. Portekiz’in dört bir tarafından getirilen Roma ve Arap dönemi ile çeşitli manastır ve kiliselerden getirilen Orta Çağ’dan kalmış eserler ortamın ambiyansına ayrı bir değer katıyor kanımca. Yapının manastır bölümü de küçük ama güzel düzenlenmiş bir müze. Burada da Portekiz’in Erken ve Orta Paleolitik, Neolitik, Bronz ve Demir Çağlarına giden geçmişine ait buluntular, Orta ve Güney Amerika’dan getirilen eserler ve çoğunluğu yine dini mekanlardan kurtarılmış parçalar sergileniyor. İlgi çekici eserler arasında 16. yüzyılda yapılmış ve Santarém‘den getirilmiş Kral I. Fernando‘nun lahiti ve yine aynı yüzyıla ait Perulu bir oğlan çocuğunun mumyasını söyleyebilirim. Işıkların aşırı parlaması nedeniyle mumyanın fotoğrafını kendim çekemedim. Burada müze broşüründen bir fotoğraf paylaşıyorum.

Orta ve Geç Neolitik Dönem buluntuları
6. ve 19. yy. arasına tarihlenen Orta Amerika’dan
çeşitli seramik ve çömlek objeler
Kral I. Fernando‘nun mezarından detay
Santarém‘deki San Francisco Manastırı’ndan getirilmiş
(14. yy.)
Oğlan çocuğu mumyası
Peru (16. yy.)
Kaynak: Müze broşürü

İlk güne sığdırdığımız tüm bu gezmelerden sonra, akşam yemeğe gitmeden, artık otele giderek odamıza yerleşme zamanı gelmişti. Sabah İstanbul’da ne kadar erken kalktığımızı düşününce, hiç de fena gezmemişiz diyebilirim. O arada bir de Lizbon’a gelenlere önerilen 28 numaralı tramvaya binme denememiz oldu ancak, inanılmaz bir kuyruk nedeniyle vaz geçtik. Sanırım, vaz geçmesek iki saatten fazla beklememiz gerekecekti. Bu tramvay özellikle, 40 dakika süren ve şehrin ilgi çekici Graça, Alfama, Baixa semtleri ile katedral ve kale gibi önemli turistik noktalarından geçen güzergahı nedeniyle çok popüler.

Ah! İşte o ünlü 28 numaralı tramvay!

Otele dönmeden önce Rua Augusta‘daki Fábrica da Nata‘da bir soluklanalım dedik. Burada kahve eşliğinde birer Pastéis de Nata yedik. Portekiz’e giden gitmeyen herkes Pastéis de Nata veya Pastéis de Belém‘i duymuştur. Ülkemizde bazı pastanelerde de bu altı çıtır, içi tarçın ve limon kabuğu ile çeşnilendirilmiş krema ile dolu, yuvarlak ve küçük tatlılar yapılıyor. Bu arada, bazen bu tatlıya Pastel de Nata veya Pastel de Belém de dendiğini görebilirsiniz. Pastéis Portekizce tatlı hamur işleri için kullanılan çoğul bir terim. Pastel ise, onun tekil hali. Şimdi bir de Pastéis de Nata ve Pastéis de Belém arasındaki farkın ne olduğu olayı var. Pastéis de Belém, bu tatlının Belém’deki ünlü Pastelaria de Belém pastanesinde yapılanına verilen isim. 1837 yılında kurulan pastane, bu tatlının özel, orijinal tarifinin kendilerinde olduğunu ve bunu, tatlıyı asıl icat eden, yakınlarındaki Jerónimos Manastırı’nın rahiplerinden öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardıklarını söylüyor. Bir sonraki gün Pastéis de Belém’i de tatma fırsatı bulduk. Arada fark olup olmadığını ve değerlendirmemi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Fábrica da Nata‘nın ikinci katından kafe ve restoranlarla
dolu Rua Augusta‘ya bakış

Akşam yemeği için, 2023 ve 2024 Michelin listesinde yer alan Cervejaria Trindade‘de çok önceden yer ayırtmıştım. Bunun sebebi sadece Michelin değerlendirmesine girmiş olması değildi. Doğrusu, mekânı da çok merak etmiştim. Cervejaria Trindade, yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bir manastırda hizmet veriyor. 1294 yılında kurulmuş. Manastırın özel misyonu Arapların elindeki Hristiyanları kurtarmakmış. Manastırın bir başka özelliği de papazların burada bira üretmeleri imiş. Zaten Cervejaria da Portekizce bira imalathanesi demek. Cervejaria Trinidade aynı zamanda Portekiz’in en eski bira imalathanesi kabul ediliyor. Günümüzde Portekiz Ulusal Mirası statüsünde olan manastır tarihinde birkaç büyük felaket geçirmiş. 1704 yılında çıkan bir yangında yerle bir olmuş. Büyük Lizbon depreminde (1755) ağır hasar aldıktan sonra 1756 yılında tekrar yanmış. 1834 yılında dini tarikatların yasaklanması sonucu kapatılmış. Kapatıldıktan bir sene sonra burayı Galiçyalı bir sanayici olan Manuel Moreira Garcia satın almış ve yapının kilise, manastır ve yemekhane bölümlerini 1836 yılında açılan bir bira fabrikasına çevirmiş. 1840 yılında papazların yemekhane bölümünden geriye kalan kısımda halka doğrudan hizmet veren bir bira salonu açılmış. Manuel Moreira Garcia 1863 yılında, Fábrica de Cerâmica Viúva Lamego seramik fabrikasının sanat direktörü Luís Ferreira‘ya, manastırın orijinal seramik duvar kaplamalarına (azulejos) ek olarak başka boyalı paneller sipariş vermiş. Sahibinin inanç ve zevkini yansıtan bu panellerden orijinal manastırın atrium bölümündeki beş tanesi Masonik simgelerle dolu olmaları açısından çok ilginç. Restoranın hemen girişindeki bu duvar panolarından sonra, biraz daha ilerleyince, manastırın yemekhanesine denk gelen yerde, Dört Element ve Dört Mevsimi simgeleyen canlandırmalar var. Mevsimlerden kışı simgeleyen pano artık yok. Sonraki yıllarda bir kapı açma uğruna yok edilmiş. Benim çok merak ettiğim bu duvar panolarını restoranda yemek yemeseniz de belli saatlerde (sabah: 10-12, öğleden sonra 3-7 arası) görmenize izin veriyorlar.

Cervejaria Trinidade’ye akşam saat 9:30 için rezervasyon yaptırmıştım. Portekiz’de önceden restoran rezervasyonu yaparsanız o günün sabahında e-mailinizi kontrol etmeyi ihmal etmeyin çünkü, aynı gün sizden rezervasyonunuzu onaylamanızı istiyorlar ve bunu da elektronik posta yoluyla yapıyorlar. Eğer yapmazsanız, masanızı başkasına verebileceklerini belirtiyorlar.

Üstad-ı Muhterem
Her şeyi gören göz…
Sekreter…
Birinci Nazır…

Günün yorgunluğunun üzerine, Bairro Alto, Rua Nova da Trinidade 20C adresindeki restorana gitmek, çıkmamız gereken yokuş ve merdivenler nedeniyle, epeyce zahmetli oldu. Yine kısa bir yürüyüş gösteren ama topografya konusunda hiçbir bilgi vermeyen navigasyonun azizliğine uğradık. Oysa buraya gelmenin en pratik yolu, yine Santa Justa Asansörü’ne binmekmiş. Sizin aklınızda olsun…

Dört Mevsim canlandırmalarından Rüzgar
Mevsimlerden Sonbahar (solda) ve Yaz (sağda)
Cervejaria Trindade‘nin duvarlarındaki azulejos’larda başka
canlandırmalar da var. Gözüme çarpan bu pano da
Ticareti temsil ediyor.

Restorana geldiğimiz zaman, oturmak istediğim ve ona göre yer ayırttığım Masonik panolar olan ön bölmede, tek başına oturan ve garsonla inanılmaz yüksek sesle konuşan bir Amerikalı turist kadın nedeniyle daha içerideki salona geçmeye karar verdik. Bu salon, daha önce manastırın kilisesinin ve 1866-1935 yılları arasında bira imalathanesinin bulunduğu bölümmüş. 1946 yılında buraya yeni bir fonksiyon kazandırılmak istenince, yeniden düzenlenmiş ve duvarlarını panellerle süslemek üzere, sanatçı Maria Keil davet edilmiş. Salon da günümüzde bu isimle anılıyor. Güney Portekiz doğumlu olan sanatçının, Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerinden (calçada Portuguesa) ve Roma tapınaklarından esinlenerek yaptığı paneller sanatta Portekiz Modernist akımının bir parçası sayılıyor. Bu kısım bir dönem (1959-1972) ayrı bir restoran haline getirilmiş. 1973 yılında tekrar Trinidade’ye katılmış.

Bizim yemek yediğimiz Maria Keil salonu
Sanatçı duvar panolarını yaparken ülkeye özgü kaldırım
döşemelerinden (calçada Portuguesa) esinlenmiş
Restoranın daha önce manastırın revaklı
avlusu olan bölümü

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Cervejaria Trinidade’nin ortamını fazla modern buldum. Restoran, 2021 yılında girdiği, bir yıl süren tadilattan sonra bu halini almış. Eski halini bilenler önceki ambiyansının çok daha otantik ve güzel olduğunu söylüyorlar. Maalesef bu durum, ülkemizde ve dünyada sıkça karşılaştığımız bir durum. Tarihi yerlerin mutfak ve tuvalet gibi bölümlerinin çağdaş hale getirilmeleri elzem. Ama orijinal havanın bozulmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki gençlerin ilgisini çekmek için bu yola başvuruluyor. Bilemiyorum.

Şerefe…
Kabuklu deniz ürünleri Portekiz mutfağının olmazsa olmazları

Restoranda, bizim gibi turistlerin yanında, çok sayıda Portekizli de vardı. Bilirsiniz, bu benim için daima iyiye işarettir. Garsonların biraz ilgisiz ve bu dünyadan kopuk gibi olduklarını söylemeliyim. Ancak, bunu kişisel almamalısınız. Portekiz’de neredeyse her yerde rastladığımız bir durumdu. Daha önce de belirttiğim gibi, Portekizliler genel olarak insana bu hissi veriyorlar. Gelmeden önce onların bu özelliğine dikkat çeken çok sayıda yorum okumuştum. Öte yandan, yemekler çok güzeldi. Önden, ikram olarak, spesiyaliteleri olduğunu söyledikleri morina balığı (cod) ve et kroket getirdiler. Başka yerlerde de yedik ama en iyi yapılmış ve lezzetli olanlar buradakilerdi. Ana yemek olarak, otlu sos ile pişirilmiş dev (tiger) bir karides ve Lizbon’a, hatta restoranın bulunduğu Bairro Alto semtine özgü olduğu belirtilen Bacalhau à Brás, yani à Brás usulü morina balığı yedik. Tuzlu morina parçaları, sotelenmiş soğan ve çok ince doğranmış kızarmış patatesin yumurta ile “bağlanması” yöntemi ile yapılıyormuş. Üzerinde kıyılmış zeytin ve maydanoz var. (Yaygın bir görüşe göre, tabağın “Brás Usulü” anlamına gelen adı, yemeği icat eden kişinin adından geliyor). İki ana yemek de çok lezzetli idi. Portekiz’e geliyorsanız, kendinizi deniz ürünleri, özellikle kabuklu deniz hayvanları yemeye hazırlamalısınız çünkü, Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyor. Trinidade’de olduğu gibi, bazı yerlerde et ve tavuk da bulmanız mümkün ama, seçeneklerin yüzde doksanını deniz ürünleri oluşturuyor diyebilirim. Yemekte kuzey Portekiz’in Vinho Verde bölgesindeki Palácio da Brejoeria şaraphanesinde yerel Alvarinho üzümü çeşitlerinden (Alvarinho, Arinto, Loureiro, Azal, v.b.) yapılan Alvarinho Vinho Verde 2023 beyaz şarabını içtik.

Otlu sos ile pişirilmiş dev bir karides ve Lizbon’a özgü olduğu
belirtilen Bacalhau à Brás. Yanında roka ve domates salatası.
Morina balığı ile yapılan Bacalhau à Brás
yemeğini denemenizi öneririm
Alvarinho Vinho Verde 2023

En büyük sürpriz, hayatımda daha önce hiç yemediğim Bira Pudingi idi. Bu enfes tatlı, papazların yaptığı tarife göre yapılıyormuş. Ben bugüne kadar bilmiyordum ama daha sonra öğrendiğime göre yemeklerde ve tatlılarda bira kullanımı belli coğrafyalarda yaygın bir uygulama imiş. Bizim yediğimiz tatlı yumurta sarısı, bira hamuru (stout) ve tarçın ile yapılıyormuş. Giderseniz, denemenizi öneririm. Yediğimiz diğer tatlı, Toucinho do Céu da manastır kökenli bir Portekiz tatlısı. Manastırlarda papaz ya da rahibelerin yaptığı tatlıların tüm coğrafyada geleneksel tatlılar haline gelmesini Sicilya ile ilgili yazılarımdan hatırlarsınız. Orada, papaz ya da rahibelerin yapıp sattığı tatlıların Sicilya’nın geleneksel tatlıları haline geldiğini öğrenmiştik. Portekiz’de de benzer bir durum var. Toucinho do Céu yumurta sarısı, şeker ve badem ile yapılan güzel bir tatlı.

Gecenin sürprizi: Bira Pudingi
Papaz efendiler ağızlarının tadını biliyorlarmış…
Toucinho do Céu
Tatlılara harika bir eşlikçi…
Late Bottled Nacional Vintage Port 2016

Garsonun önerisi üzerine, tatlılarla birlikte Duoro Valley’deki Quinta do Noval şaraphanesinin Touriga Nacional, Touriga Francesa, Tinta Roriz, Tinto Cão ve Sousã üzümlerinden ürettiği Late Bottled Nacional Vintage Port 2016 fortified şarabını içtik. (Fortified şarap, fermantasyon sırasında veya sonunda damıtılmış yüksek alkollü brandy veya konyak gibi bir içki eklenerek alkolü yükseltilen şarap çeşididir. Port, Sherry, Madeira, Moscatel ve Marsala fortifiye şarap türlerinden bazılarıdır).

Dönüş yolunda Lizbon’un Misericórdia
bölgesi sokaklarından birisi…

Günümüzün Orta Doğu Cehennemine Işık Tutacak İki Kitap

Aslında her iki kitap da uzun zamandan beri kütüphanemde duruyordu. İkisi de ciddiye alınması ve ciddi bir şekilde, üzerinde düşünerek, not alarak okunması gereken kitaplar oldukları için kendimce uygun bir zaman bekleyerek, okumayı ertelemiştim. Ancak, 7 Ekim 2023 tarihinden sonra Gazze‘de gelişen ve halen süren olaylar benim açımdan, yaşananların tarihsel kökenini tam olarak öğrenmeyi bir tür zorunluluk haline getirdi. Elbette, hiçbir fikrim yok değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu‘nun parçalanması, Batılı emperyalist ülkelerin bölgeyi kendi aralarında paylaşmaları, ünlü Sykes–Picot Anlaşması ile bölgenin bir tepsi böreğin dilimlenmesi gibi bölüştürülmesi, İsrail‘in kurulması ve benzeri konularda benim de herkes kadar bilgim vardı. Şimdi geriye bakınca, bazı medya programlarında, dost sohbetlerinde ya da sosyal medya gruplarında zaman zaman ne kadar yüzeysel ve biraz da basma kalıp yorumlarda bulunduğumuzu düşünüyorum. “Akılsız Araplar para için topraklarını Yahudilere sattılar, şimdi bu duruma düştüler” ya da “Araplar İngilizlerle birlik oldu, Osmanlılara karşı savaştı” ve benzeri ifadelere hepimiz aşinayız. Ancak, bölgedeki Arapların nasıl topraklarını satma noktasına getirildiklerini veya bazı Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmayı reddettiklerini, hatta İngilizlerin bazen bu konuda epeyce çaba sarf etmeleri gerektiğini bilmeyince, olayları sadece birkaç kesit çerçevesinde yorumlayıp, peşin yargılara varıyoruz.

Sözünü edeceğim kitaplar, sırasıyla okuduğum A Peace to End All Peace ve A Line in the Sand. Her ikisi de Türkçeye çevrilmişler. David Fromkin‘nin yazdığı ilk kitap,  Barışa Son Veren Barış adı altında Epsilon Yayınevi‘nden, James Barr‘ın yazdığı ikicisi ise, Kırmızı Çizgi başlığıyla Pegasus Yayınları‘ndan çıkmış. Ben orijinal dillerinde okuduğum için Türkçe çeviri kaliteleri konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. İki kitap da titizlikle, çok sayıda kaynak kullanılarak ve özellikle gizlilik niteliği artık kalkmış olan resmi belgelere dayanılarak yazılmışlar. İlgilenenlere, araya başka kitap sokmadan, art arda okunmalarını özellikle öneririm çünkü ilki 1912’den başlayarak 1922 yılına kadar yaşananları konu ederken, ikinci kitap 1958 yılına kadar uzanıyor. Böylelikle, sadece Orta Doğu‘nun 20. yüzyıl başında şekillendirilmesini değil, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişen olayları da öğrenmiş oluyorsunuz.

Ne tarihçi ne de dış ilişkiler uzmanı olmadığım için yazımda sadece benim bu kitaplarda dikkatimi çeken, daha önce bilmediğim ve ilginç bulduğum noktaları sıralamakla yetineceğim. Eminim, farklı formasyon ve konu hakkında benden daha donanımlı okurlar daha başka konuları ilginç bulacaklardır. Amacım, bu konulara genel geçer bilgilerin dışında ilgi duyanlar için tadımlık bir farkındalık yaratmak.

İki kitap da Türkçeye çevrilmiş

Öncelikle, süre olarak birkaç ayımı alan okumalarım sırasında beni en başta şaşırtan olgu, söz konusu tarihsel dönemde aynı tarafta olduğunu bildiğimiz ya da düşündüğümüz güçlerin bir yandan da hiç durmamacasına ve gizliden gizliye birbirlerinin altını oymaya çalışmaları, sokak ağzıyla söyleyecek olursak, birbirlerine kazık atmaya çalışmaları oldu. Sadece müttefik olarak aynı tarafta yer alan (başta İngiltere ve Fransa olmak üzere) ülkeler arasında değil, belli bir ülkenin farklı karar alma mercileri arasında da çok şiddetli çekişmeler ve entrikalar yaşanmış. Özellikle o dönem Orta Doğu’da baş rolü oynamış görünen İngiltere İmparatorluğu’nun farklı yönetim birimleri arasındaki, zaman zaman yanlış bilgi vermeye kadar uzanan aldatmacalar, dışarıdan bakanların kusursuz bir plan olduğunu düşündükleri tarihsel gelişmelerin aslında umulmadık nedenlerin ve rastlantıların da sonucu olduklarını gösteriyor. Bu bağlamda, dönemin İngiltere Dış İşleri ve Savaş Ofisi (1964’ten itibaren Savunma Bakanlığı oldu) ile Kahire Ofisi ve Britanya Hindistan İmparatorluğu arasındaki çekişmeler dikkat çekici.  [Britanya Hindistan İmparatorluğu (Britanya Rajı olarak da anılır), Hindistan’da 1858 yılından 1947 yılına kadar süren Britanya yönetimine verilen isimdir. 1600 yılından 1858 yılına kadar bölge İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) tarafından yönetilmiş. Kendi ordusu bulunan şirketin bir dönem 260.000 askeri varmış ve bu sayı o dönem Britanya ordusunun iki katı imiş. 1857 yılında Hindistan’da çıkan isyandan sonra bölgenin yönetimi resmi olarak Britanya yönetimine devredilmiş. 1877 yılında Kraliçe Victoria‘nın Hindistan İmparatoriçesi olarak taç giymesinden sonra Britanya, yönetimsel olarak Britanya İmparatorluğu ve Britanya Hindistan İmparatorluğu olarak ikiye ayrılmış].

Biraz geriye gidersek, İngilizlerin Büyük Oyun (Great Game) olarak adlandırdıkları strateji çerçevesinde Britanya neredeyse tüm 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu ile dost olmayı tercih etmiş. Büyük Oyun’u kısaca, 19. yüzyılda İngiltere ve Rusya arasında, başta Afganistan, İran ve Tibet olmak üzere, Orta Asya‘da yaşanan güç mücadelesi olarak tanımlayabiliriz. Bu çerçevede İngilizlerin tüm çabası, hem kendileri için büyük önemi olan Hindistan‘a Rusların yukarıdan erişmelerini hem de Boğazlar yoluyla Akdeniz’e ulaşarak Hindistan ile Britanya arasındaki ticari ve askeri ulaşımı sekteye uğratmalarını engellemek olmuş. Osmanlı ile iyi ilişkiler içinde olmaları da yine Ruslara karşı dost bir tampon bölge oluşturmak istemelerinden kaynaklanmış. 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti ve İngiltere (Fransa ve Sardinia-Piemonte Krallığı ile birlikte) arasındaki ittifak Büyük Oyun’un askeri yanını yansıtırken, Osmanlı topraklarında 19. yüzyılda artan ekonomik iş birlikleri ve yatırımlar da ekonomik yönüne işaret ediyor.

Büyük Oyun dönemi sırasında petrol kaynakları Britanya’nın Orta Doğu politikasında önemli bir unsur olmamış. Henüz bölgede günümüzde bilinen düzeyde zengin bir petrol rezervi olduğu bilinmiyormuş. Birinci Dünya Savaşı’na gelindiği dönemde, Rusya dışında, bölgede  bir tek İran’da petrol çıkarılıyormuş. İran’daki üretim de, Britanya’nın petrol ihtiyacının % 80’den fazlasını karşıladığı ABD’nin üretimine göre çok az bir düzeyde imiş. O dönem, ABD’nin petrol üretimi İran’da çıkarılan petrolün 140 katı olarak ifade ediliyor. Bir diğer etken de, dönemin İngiliz politikacılarının petrol konusunda öngörü sahibi olmamaları. (Bu noktada, Winston Churchill‘i özel bir yere koymak gerekiyor. Kendisi daha 1913’te,İngiliz donanmasında kömür kullanımından petrol kullanımına geçilmesi gerektiğine inananarak, Donanma Bakanı olarak “petrol aranması ve bulunması” için bir komisyon kurmuş).

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında bölgede yapılan araştırmalar doğal kaynak zenginliğini ortaya koyunca Britanya’nın dış politikasında önemli bir değişiklik olmuş. O zamana kadar, başta Churchill olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına karşı çıkan, onun yerine bölmeden ekonomik imtiyazlar elde etmenin daha uygun olacağını düşünen politikacılar fikir değiştirmişler. Başta Mezopotamya (günümüzde Irak) olmak üzere, Orta Doğu’nun keşfedilen petrol kaynakları, enerji konusunda Amerika’ya bağımlılıktan kurtulmak isteyen İngiltere için önemli bir fırsat olarak değerlendirilmiş. Savaş sonrasındaki barış görüşmeleri sırasında İngiltere’nin gerek karşı tarafa gerekse müttefiklerine karşı oynadığı stratejik oyunları şekillendiren ana unsur bu olmuş.

A Peace to End All Peace kitabı, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ortam konusunda çok ilginç bulduğum bilgilerle dolu. Olayların bazıları insana günümüzü çağrıştırmıyor değil. Bunlardan biri, parası ödendiği halde İngilizler tarafından Osmanlı’ya teslim edilmeyen iki savaş gemisi. İttihat ve Terakki’nin büyük ölçüde bir kampanya ile halktan topladığı paralarla satın aldığı Reşadiye ve Sultan I. Osman gemilerinin zamanın en güçlü savaş gemileri olduğu belirtiliyor. Aslında 1913 yılında biten Reşadiye gemisi, Osmanlı topraklarında o büyüklükte bir geminin yanaşabileceği bir rıhtım olmadığı için teslim edilememiş. İngilizler Osmanlılarla geminin, Ağustos 1914’te teslim edilecek olan Sultan I. Osman gemisi ile birlikte teslim edilmesi ve o arada, iki İngiliz inşaat şirketinin bu iki gemi için rıhtım inşa etmeleri konusunda anlaşmışlar. O dönem askeri konularda Kara Kuvvetleri Almanlar ile yakın iş birliği içinde iken, Osmanlı Donanması da İngilizlerden danışmanlık alıyormuş. I. Dünya Savaşı’nın kesinleşmesi ile birlikte, Asquith kabinesinin en Türk yanlısı üyesi olmasına rağmen, Churchill gemilere el koymuş. Günümüzde ortaya çıkarılan belgeler, Enver Paşa‘nın bu el koyma hakkında İngilizler tarafından resmi bildirim yapılmadan çok önce haberdar olduğunu ama, sesini çıkarmadığını ortaya koymuş. Savaşın yaklaştığını gören İttihatçı yönetim bir ittifakta yer almanın zorunluluğunu kavrayarak, önce İngiltere ve Fransa’nın kapısını çalmışlar ama, geri çevrilmişler. Almanlar da başta, savaşta maddi bir katkı sağlayabileceğinden şüphe duydukları Osmanlı Devleti ile birlikte olmak konusunda çok istekli olmamışlar. Enver Paşa, teslim edilmeyeceklerini bildiği gemileri teminat olarak göstererek, Almanları bu konuda ikna etmeyi başarmış.

Kitapta elbette Milli Mücadele ve Mustafa Kemal Paşa hakkında da bölümler var. Ancak, önsözde belirtildiği üzere, kitabın odak noktası Orta Doğu’nun şekillendirilmesi olduğu için bu konulara gerektiği noktalarda gerektiği kadar değinilmekle yetinilmiş. Öte yandan, İttihatçı yöneticilerden Enver Paşa ve Cemal Paşa hakkında ilginç bilgiler ve iddialar var.

İngilizler, Sarıkamış Harekatı (22 Aralık 1914- 17 Ocak 1915) sırasında yaşanan büyük hezimetten sonra Enver Paşa’nın askeri kapasitesinin çok da parlak olmadığına karar vermiş olsalar da, birkaç ay sonra kendi başlattıkları Çanakkale Savaşları‘nda yaşadıkları yenilgi ile Osmanlı’nın kolay lokma olmayacağını anlamışlar. Başlarda, Gelibolu’ya çıktıkları zaman Türk Ordusu’nun savaşmadan kaçacağı inancını taşırken, moral bozukluğu ve askeri başarısızlıklarla geçen aylar gerek askeri gerekse politik olarak bir kabus haline gelmiş. Bu nedenle, daha önce H.H. Asquith’in Başbakanlığı altında değişik bakanlık pozisyonlarında yer almış olan Lloyd George, Aralık 1916’da kendisi Başbakan olur olmaz, Osmanlı’nın savaştan çekilmesinin yollarını aramaya başlamış. Bunun için, aracılar kullanarak, Enver Paşa’ya yüklü bir miktar rüşvet teklif etmiş. Ancak, teklif savaştan çekilmenin İngiltere’nin lehine olmasını şart koşuyormuş. İstenilenler özetle: Arabistan‘ın bağımsızlığı, Ermenistan ve Suriye‘nin Osmanlı İmparatorluğu içerisinde özerk olmaları, Filistin ve Mezopotamya’nın savaş öncesinde Mısır’ın olduğu gibi Britanya’nın himayesine geçmesi ve Boğazlardan serbest geçiş garantisi imiş. Enver Paşa bu teklifi red etmiş.

Kitapta Cemal Paşa ile ilgili olarak İngiliz gizli belgelerine dayanılarak yapılan iddia ise, kendisinin  başına geçmesi karşılığında, İngilizlere başkenti Şam olacak bir Suriye Krallığı teklif ettiği yönünde. İngilizlerin kabul etmedikleri belirtilen bu teklif hakkında gördüğüm bazı Türk kaynaklar bunun bir uydurma olduğunu iddia ediyor. Bu konuda araştırma yapacak olanlar elbette tarihçiler.

Çanakkale Savaşları da, öncesi ve sonrası ile ilginç bir süreç. Her ne kadar biz topraklarımıza yapılan bu saldırının ilk mimarının Churchill olduğunu düşünsek de, kendisinin başta çeşitli nedenlerle bu harekata karşı olduğu anlaşılıyor. Hatta, Almanları durdurmak için yeni bir cephe açılacaksa bunun Baltık Denizi yönünden olması gerektiğini düşünüyor. Ancak, daha sonra  çeşitli etkenlerle bu fikrinden vaz geçip, Gelibolu taaruzunun savunucusu oluyor. Bu etkenlerden birisi de Enver Paşa’nın Doğu Cephesi harekatından korkan Rusların İngilizlerden yardım istemesi oluyor. Bildiğiniz gibi, tüm 19. yüzyıl boyunca (Büyük Oyun dönemi) İngilizlerin en büyük düşmanı olan Ruslar, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle müttefik oluyorlar. Henüz Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta uğrayacağı büyük hezimeti öngörmeyen Ruslar, İngilizlerden Osmanlı’nın dikkatinin başka tarafa çekilmesini istiyorlar. İngilizler de, Rusların olası bir yenilgisi sonrası savaştan kopma noktasına gelmelerinin Britanya ve Fransa için çok kötü olacağını düşünmeleri sonucu, Boğazları geçerek, o zamanki adıyla Konstantinopolis‘i almaya karar veriyorlar. İşin ilginç tarafı, Sarıkamış faciasından sonra buna gerek kalmamasına rağmen İngilizlerin bu planda ısrar etmeleri.

Churchill konusunda ülkemizde yaygın olarak tekrar edilen ve doğru olmayan bir gerçek de Gelibolu yenilgisinin, İkinci Dünya Savaşı’na kadar onun siyasi kariyerini bitirdiği yönünde. Oysa, gerçek bu şekilde değil. Gelibolu’dan sonra, Başbakan Asquith parlementodaki baskılar sonucu tüm partilerin yer aldığı bir koalisyon hükümeti kurulmasına razı oluyor. Ancak, Muhafazakar Parti ön şart olarak Churchill’in kabineden ayrılmasını şart koşuyor. Bunun üzerine istifa etmek zorunda kalan Churchill Belçika cephesinde subay olarak savaşmaya gidiyor. Bu durum çok uzun sürmüyor.   Churchill, Kasım 1916’da Başbakan olan Llyod George kabinesine tekrar bakan olarak geri dönüyor ve 1929 yılına kadar önemli çeşitli bakanlıkların başında görev yapıyor. En son 1924-1929 yılları arasında, partisi seçimi kaybedene kadar, Maliye Bakanlığı yapıyor.

Bilindiği gibi, 1917 Bolşevik Devrimi yapıldıktan sonra Rusya savaştan çekildi. Savaşa devam etmek Lenin‘in, ideolojik olarak karşı olduğu emperyalistlerle beraber bir savaşta olması bir yana, Rusya’nın ekonomik ve askeri durumu açısından da mümkün değildi. Benim bilmediğim ve ilgimi çeken nokta, Almanların Rus Devrimi’ni bizzat finanse etmeleri. Rusya’da yapılacak bir devrimin ve sonuçlarının İngiliz ve Fransızları zora sokacağını bilen Almanlar, o sırada ülkelerinde bulunan Lenin’e hem özel tren hem de para sağlayarak devrim sürecini hızlandırıyorlar.

Savaş sırasında gelişen olaylar bütünüyle bir satranç oyununu andırıyor. Ancak, kanımca çok daha çetrefilli bir oyun bu çünkü, söz konusu oyun sadece iki büyük ittifak arasında değil, aynı zamanda müttefikler arasında oynanıyor. İngiliz ve Fransızların Orta Doğu’da kendi aralarındaki entrikaların benzeri Almanlar ve Osmanlılar arasında da oluyor. Bildiğimiz ama nedenini tam olarak kavrayamadığımız bazı olaylar vardır. Örneğin ben, Enver Paşa’nın Pan-Turancı bir saik ile Orta Asya’ya gitmesine öteden beri bir anlam verememişimdir.

Rusya İmaparatorluğu devrim sonucunda dağılınca Almanlar Mart 1918’de Rusya ile bir ateşkes anlaşması imzalıyor. Bu durum, eski Çarlık topraklarının (özellikle Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) paylaşımı konusunda Almanya ve Osmanlı’yı karşı karşıya getiriyor. Petrolün herkesin ihtiyacı olan bir enerji kaynağı olmasının yanında, İttihatçı liderler İran ile olan ticaret yolunu geliştirmek ve bir zamanlar olduğu gibi Karadeniz ve Kırım ile olan ticareti canlandırmak istiyorlar. Tarihçi David Fromkin’e göre, Enver Paşa’nın bir başka amacı daha var. Orta Doğu’da Osmanlı açısından işlerin sarpa sardığını gören Enver Paşa bu bölgeyi tamamen gözden çıkarıyor ve doğuya yönelerek, savaş sonrası için yeni topraklar fethetmeye çalışıyor. Fromkin, bu anlamda Enver Paşa ile Llyod George arasında bir benzerlik kuruyor ve çevrelerinin sözünü dinlememeleri açısından diktatör olarak tanımladığı her ikisinin de, savaş sonrasında kimse ile paylaşmak istemedikleri toprak kazançları düşüncesi ile motive olduklarını belirtiyor. Llyod George için bu topraklar Orta Doğu, Enver Paşa için  Kafkasya oluyor. Enver Paşa bu amaçla bazı Osmanlı birlikleri ve Azerbaycanlı Tatarlar ile kurduğu bir ordu ile bölgeye gidiyor. Kitapta, kendisinin bölgedeki faaliyetleri, Sovyet Rusların önce onu desteklerken hem huylandıkları hem de giderek Mustafa  Kemal’in başarılı olacağına inanmaları nedeniyle desteklerini çekmeleri, Türkistan‘daki faaliyetleri ve öldürülmesi ile ilgili bilgiler bulabilirsiniz. Enver Paşa hayalini kurduğu toprakları kazanamıyor. Lloyd George ise Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Britanya İmparatorluğu’na 1 milyon mil kare toprak kazandırmış olsa da, 20-30 yıl içerisinde buralar elden çıkıyor.

Günümüzde Orta Doğu’nun yönetimsel sorunlarının kökeninde 100 yıl önce Avrupalı güçlerin bölgedeki Osmanlı hakimiyetini parçalayarak yerine kendilerine bağlı çeşitli formatlarda devletçikler kurmalarından kaynaklandığını biliyoruz. Planlarının umdukları gibi yürümemiş olması birkaç nedene dayanıyor. Bunların başında bölge halkını, dinini ve kültürünü iyi tanımamaları geliyor. T. E. Lawrence gibi bölgede faaliyet gösteren ajanları çok iyi Arapça konuşuyor olsalar da, mezhepler ve kabileler arası rekabet ve husumetleri çok iyi anladıkları söylenemez. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı topyekûn bir başkaldırı düzenlemekte de epeyce zorlanıyorlar. Ayrıca, bölgeden Londra’ya yaptıkları resmi bildirimlerde Arapların hiçbir zaman Osmanlılar gibi düzenli bir idari ve askeri yönetim kapasitelerinin olamayacağını da bildiriyorlar. Bunu, bölgede kendilerine bağlı kukla devletçikler (manda yönetimleri) kurulmasının gerekliliğinin bir nedeni olarak da belirtiyorlar.

Bilindiği gibi, Orta Doğu’nun günümüzdeki manzarasının baş mimarı olarak, İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız François Georges-Picot tarafından şekillendirildiği için onların isimleri ile anılan, Sykes–Picot Antlaşması gösterilir. Kasım 1915’te ikilinin başlattığı çalışmaların sonucunda, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa bu gizli anlaşmayı imzalamışlardır. Anlaşmanın uzantısı olarak Çarlık Rusya ve İtalya ile yapılan anlaşmalarla onların da onayı alınmış oldu. Kısaca tanımlamak gerekirse, Sykes–Picot Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’da Arap Yarımadası dışında kalan topraklarını Britanya ve Fransa arasında bölüştürüyordu. Anlaşmaya göre Britanya günümüzün güney İsrail bölgesi ile kuzey İsrail’de Hayfa ve Akka’yı, Filistin, Ürdün, ve güney Irak‘ı, Fransa da Türkiye‘nin bir bölümünü (güney ve güneydoğu), günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi‘nin bulunduğu bölgeyi, Suriye ve Lübnan‘ı almıştı. Daha önce belirttiğim gibi, İngilizler Hindistan’dan Akdeniz’e doğru uzanan hattın kendi ellerinde olmasına özellikle önem veriyorlardı. Bu amaçla 1907 yılında İran’ı paylaşmak üzere Rusya ile anlaşma da yapmışlar, İran’ın güney kısmını nüfuzları altına almışlardı. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan bölge o nedenle kendileri için çok önemli idi. Zaten bu çerçevede Kıbrıs 1878 yılında, ondan dört yıl sonra da Süveş Kanalı ve Mısır Osmanlı’dan İngilizlere geçmişti.

Sykes–Picot, neredeyse imzalandığı andan itibaren İngiliz ve Fransızların sonrasında birbirlerine karşı çeşitli entrikalara giriştiği, bir anlamda kadük bir anlaşma haline geliyor. İngilizler Fransızların Suriye’yi almasından, karşı taraf da İngilizlerin Filistin’de olmasından hiç memnun olmuyorlar. Burada bu entrikaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama, meraklısı için  heyecan içinde okunacak gelişmeler olduğunu söyleyebilirim. Bölge üzerine bu karşılıklı oynanan oyunlar, yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bile sürüyor. Örneğin, 2007 yılında ortaya çıkan bir MI5 gizli ajanının 1945 tarihli raporundan anlaşılıyor ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında, iki ülke sözde büyük müttefik oldukları zaman bile Fransa, Filistin’deki Yahudilerin İngiliz yönetimine karşı isyan etmeleri için para ve silah sağlıyor. 15 Nisan 1947 tarihinde Londra’da, Whitehall‘daki Koloniyal Ofisi’in binasına Yahudi teröristler tarafından konan ama, bir arıza nedeniyle patlamayan saatli bombada da Fransız desteği olduğu belirleniyor.

Günümüzde çok adları geçmese de, Filistin-İsrail sorununun kökeninin Britanya’nın 100 küsur yıl önceki politika ve uygulamalarının eseri olduğu çok açık. İngilizler bu duruma birkaç şekilde yol açıyorlar. Bunlardan bazılarına bakalım. Bölgede Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmaları İngilizler için başlarda bir sorun oluşturuyor. Her şeyden önce, Müslüman halk Müslüman bir hükümdara karşı, üstelik Hristiyan yabancılarla birlikte savaşmak istemiyor. Başlarda önemli bir sorun olan bu durum Arap iş birlikçi, sözde liderler yaratılarak aşılıyor. Bir de İngilizler, Hindistan’da yönettikleri, İstanbul’daki Halife’yi sayan milyonlarca Müslümanın tepkisinden ve kargaşa çıkarmalarından ciddi şekilde çekiniyorlar. Savaş sırasında çok geniş bir coğrafyada savaştıkları için İngilizlerin kendi askeri güçleri yeterli değil. Çözüm olarak önce, Çarlık Rusya’sında ciddi eziyet gören Yahudileri askeri güç olarak kullanıyorlar. Sonradan onlara Doğu Avrupa’dan gelen Yahudiler de ekleniyor. 1917 yılına gelindiğinde İngilizler, bölgedeki stratejileri için o sırada dünyada giderek güçlenen Siyonizme destek vermenin ve Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının çok yararlı olacağı sonucuna varıyorlar. Bunun bir başka yararının da, Amerika’da çok güçlü olan Siyonistler sayesinde ABD’nin de savaşa katılması olacağını düşünüyorlar. İngiltere’nin bir Yahudi devletini desteklemesi konusunda önemli olan Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ve Siyonist hareketin geçmişi ve sonradan gelişimi konularına burada girmiyorum. Yalnız, Amerika’da hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Parti‘nin içinde örgütlenen Yahudilerin, Marlon Brando da dahil olmak üzere, Hollywood ve sanat dünyasını, daha sonra da İsrail devleti 1948 yılında resmi olarak kurulmadan önce Jean Paul Sartre gibi Fransız solcu aydınları bu amaç doğrultusunda misyoner gibi kullanmalarının etkileyici olduğunu söylemekle yetineceğim.

Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na  geç girdiğini biliyoruz. Benim bu konuda daha önce bilmediğim ve ilgimi çeken konu, Amerika’nın savaşa girmesine ve tek tek Almanya ve Avusturya-Macaristan’a savaş açmasına rağmen hiçbir zaman Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmamış olması. Resmi belgelere göre bunun nedeni Amerika’nın, İstanbul’daki Robert Kolej‘e ve Suriye’deki Protestan Koleji‘ne bozulan ilişkiler nedeniyle bir zarar gelmesini istememeleri. Milyonlarca dolar harcadıklarını belirttikleri bu iki kurum onlar için resmi belgelere girecek kadar önemli görünüyor.

Başlangıçta Filistin’de hem Arapların hem de Yahudilerin bir arada ve İngiliz mandası altında yaşayabilecekleri düşünülüyor. Ancak, resmi gizli belgelerde de görüldüğü üzere, Yahudiler başından itibaren bölgeyi Araplardan temizlemeye kararlı görünüyorlar. Arapların mal ve can güvenlikleri kalmıyor. O kadar ki, bölgedeki İngiliz askeri yöneticiler Yahudilerin saldırganlıklarından ve terör eylemlerinden dolayı Londra’ya şikayetlerini bildiriyorlar. Aynı yöneticiler, Siyonizmin artık desteklenmemesi ve Filistin’e Yahudi göçüne bir son verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini de paylaşıyorlar. 1920’lerde Kudüs‘teki Ağlama Duvarı‘nın çevresi bir Müslüman mahallesi iken, kısa zamanda buraların yapısı değişiyor. Bir süre sonra Siyonistler terör eylemlerini İngiliz birliklerine de yöneltiyorlar. Bunların arasında, 22 Temmuz 1946 yılında Kudüs’te İngiliz Filisitin Manda yönetim karargahı olan King David Oteli‘ne yapılan ve 91 kişinin öldüğü, 46 kişinin yaralandığı saldırı da var. Yıllar öncesinden İsrail devleti’nin yöneticileri olarak bildiğimiz, Başbakanlar Menachem Begin ve Golda Meir gibi politikacıların bir dönem aşırı sağcı Siyonist eylemciler oldukları belirtiliyor. Aslında, İngiliz uzmanlar belgelerinde daha 100 sene öncesinden Filistin’deki Arapların bir gün yok olacaklarını öngörüyorlar.

Filistin konusunda eklemek istediğim son birkaç nokta var. Bunlardan ilki, bizim yaygın olarak sandığımızın aksine Filistinli Arapların hem 1948’de sona eren İngiliz Mandası’na hem de Yahudi yerleşimcilere karşı bir mücadele vermiş olmaları. Hatta, 1936 yılında Arapların ayaklanması nedeniyle İngilizler Filistin’de iki ayrı devlet olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. Ancak, çok boyutlu olarak gelişen tarihsel olaylar Filistinlilerin başarılı olmasını engelliyor. Bunlardan bir tanesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yerinden yurdundan olan, bir kısmı toplama kamplarından kurtulabilmiş, önemli sayıdaki Yahudi nüfusun bir yerlere yerleştirilme sorunu. Önemli bir kısmı, Sovyet işgali altında olan eski topraklarına dönemiyorlar ya da dönmek istemiyorlar. Kendi uğradıkları ekonomik yıkımla uğraşan galip ülkelerin hiçbiri de Yahudileri kitleler halinde topraklarına kabul etmeye yanaşmıyor. Bu durumda, Vadedilmiş Topraklar en iyi çözüm olarak görülüyor. Filistinli Arapların gücü ise, bölgeye neredeyse ayak basar basmaz saldırıya geçen Yahudi yerleşimcilerle mücadele etmeye yetmiyor. Diğer Arapların birleşip, destek olmamaları ise günümüzde bile merak ettiğim bir konu idi. Çeşitli mezhep ve çıkar ilişkilerinin yanında bazı Arapların Filistinlileri gerçek Arap değil, sadece Arapça konuşan bir halk olarak gördüklerini okumak ilginçti.

İsrail’in kurulmasına giden yolda Filistinlilerin toprak satması konusu da öyle basma kalıp bir şekilde değerlendirilecek bir konu değilmiş meğer. Gerçekte Sykes–Picot Anlaşması ile bölünen Orta Doğu’da, Filistin’deki büyük toprak sahiplerinin Lübnan’da ve Suriye’de kalması ve başında bulunamadıkları topraklarının Yahudi işgalciler tarafından istila edilmesi, Filistinli fakir çiftçilerin sabote edilen sulama yolları ya da sularının kesilmesi ile açlık sınırına gelip dayanmaları, Irak’tan getirilen petrol boru hattının Filistin topraklarından geçirilerek, Akdeniz’e ulaştırılması için yapılan sözde istimlakler gibi pek çok etmen varmış. Belgeler, zamanında yapılan konuşmalar ve görüşmeler günümüzde yaşananların neredeyse 100 yıl öncesinden planlandığını açıkça ortaya koyuyor. Filistin’e Yahudilerin göç etmesinde ve İsrail’in kurulmasında büyük rol oynayan Jewish Agency‘nin yöneticisi ve daha sonra İsrail’in ilk Başbakanı olan David Ben Gurion‘un 1937 yılında yaptığı bir konuşmanın şu bölümü buna bir örnek: “Filistin’de çoğunluk oluşturmak için oraya göç edeceğiz. Gerekirse zor kullanacağız. Ülke küçük gelirse, sınırlarımızı genişleteceğiz”.

Orta Doğu’da bugün var olan ülkeler ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinin anahtarı da yine 100 küsur yıl önceye kadar gidiyor. İngilizlerin Osmanlı’ya karşı bir unsur olarak kullanmak istedikleri kişilerin başında Mekke Emiri Şerif Hüseyin geliyor. Başta, 1852 yılında İstanbul’da doğan Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından Orta Doğu’daki Müslümanları kendileri adına toparlayacak bir dini lider adayı olarak görülüyor. Sultan II. Abdülhamit tarafından atanmış olan Şerif Hüseyin aslında önceleri Osmanlı’ya karşı olmayı hiç istemiyor. Ancak, Abdülhamit’i tahtan indiren İttihatçıların kendisini de derdest edeceklerini öğrenince, bu sefer İngilizlerle iş birliğine razı oluyor. Yalnız, karşılığında Hicaz Kralı yapılmasını şart koşuyor. Aslında, dini liderlik yanında siyasi bir liderlik de içeren bu talebi ne İngilizler ne de Fransızlar yerine getirmeye niyetli oluyorlar. Sykes–Picot anlaşması çerçevesinde verilen sözün daha en başından tutulmayacağı belli oluyor. Hüseyin 1916-1924 arasında Hicaz Kralı ünvanını alsa da, Ankara Hükümeti‘nin Halifeliği kaldırmasından sonra kendisini Halife ilan etmesi üzerine, Suudilerin itirazları sonucu İngilizler tarafından Kıbrıs‘a sürgüne gönderiliyor. 1931 yılında Ürdün’de oğlunun yanında ölüyor.

Şerif Hüseyin kendisi hayal ettiği gibi nüfuzlu bir kral olamıyor ama iki oğlu Orta Doğu’da yapay olarak yaratılan iki ülkenin kralı oluyorlar. Bunlardan birisi, Şerif Hüseyin’in yanında öldüğü Ürdün Kralı I. Abdullah diğeri ise, Irak Kralı Faysal. Irak’ta artık krallık yok ama Ürdün Krallığı aynı soydan hala devam ediyor. İlk krallarından başlamak üzere İngilizlerle iyi ilişkiler içinde olan Ürdün bugün de, bölgenin patronluğunu İngilizlerden devralan Amerikalılarla iyi ilişkiler içerisinde. Kral I. Abdullah İsrail resmen kurulmadan önce Golda Meir ile yaptığı gizli görüşmede nasıl Filistin topraklarını kendi aralarında bölüşmek üzere sözleştiyse, Ürdün devlet olarak bugün de Filistinlilerin acılarına oldukça mesafeli görünüyor. [Esasen, Kral I. Abdullah’ın Büyük Suriye Planı adını verdiği bir hayali vardı. İngiltere Filistin’den çekildikten sonra, Haşimi hanedanından, yani Peygamber sülalesinden bir kral sıfatı ile başkenti Şam olan ve Ürdün (o zaman Transjordan olarak geçiyordu), Suriye, Lübnan ve Filistin’i kapsayan toprakları yönetmek istiyordu. Bu nedenle, diğer Arap devletleri kendisine hiçbir zaman güvenmediler].

Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Faysal’ın Irak Kralı olması ise daha dolambaçlı bir yoldan oluyor. Başta İngilizler Hicaz Kralı Hüseyin’in oğullarından Faysal’ı daha yetenekli ve Araplara liderlik edebilecek kapasitede görüyorlar. Önceleri babası ile İngilizler arasında arabuluculuk görevi yapan Faysal daha sonra İngiliz istihbaratı ve özellikle Lawrence tarafından türlü oyun ve aldatmacalarla Arap ayaklanmasının mimarı olarak lanse ediliyor. Fransızların Sykes–Picot Anlaşması uyarınca Suriye’ye sahip olmasına hiçbir zaman gönüllü olmayan İngiltere buna engel olmak için, Suriye’nin Osmanlılardan alınmasını Faysal liderliğinde büyük bir Arap ayaklanmasıymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Buradaki amaç, o sıralar ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından çokça üzerinde durulan “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nı ileri sürerek, Suriye’de Fransız hakimiyetini önlemek ve kendilerine bağlı Faysal’ı Kral yapmak. Şam’a en önce giren ve şehri ele geçiren aslında İngiliz Mareşal Allenby olduğu halde, zaferi Faysal ve adamları kazanmış gibi göstermek için birkaç gün bekleniyor. Faysal ve adamları çoktan alınmış şehre şaşalı bir törenle giriyorlar. Bu planın baş mimarlarından Lawrence’ın tüm bu süreç boyunca Faysal’ın yanında olduğunu tahmin edebilirsiniz. Faysal’dan bir Arap milli kahramanı yaratmaya çalışan İngilizler hem gerçekte 3500 kişi olan yanındaki Arap kuvvetini 100.000 kişi olarak gösteriyorlar hem de sözde Suriye’nin kurtuluşundaki payını abartıyorlar. Gerçekte Suriyeliler tarafından hiçbir zaman benimsenmeyen Faysal 7 Mart 1920’de Suriye Kralı ilan edilse de, Nisan 1920’de yapılan Sanremo Konferansı ile Suriye ve Lübnan’da manda yönetimi haklarını pekiştiren Fransızlar Temmuz 1920’de onu Suriye’den atıyorlar. Faysal için her şey bitti diye düşünülürken, 13 Mart 1921 tarihinde yapılan Kahire Konferansı‘nda o güne kadar Mezopotamya olarak geçen bölgede Irak adı altında bir devlet kurulmasına ve başına kral olarak atanmasına karar veriliyor. Beklendiği üzere, Irak Krallığı İngiltere’nin ‘koruması altında’ olacak şekilde tasarlanıyor. Bölgedeki Şiiler zor ikna ediliyor. Sonucu sözde % 96 kabul olan göstermelik bir plesibit ile Faysal Ağustos 1921 tarihinde tahta çıkıyor. Doğrusu bu tören de Faysal’ın 1918’de Şam’a girişi gibi bir okul müsameresini andırıyor. İngilizler Irak için bir bayrak tasarlıyorlar. Ülkenin milli marşı olmadığı için törende İngiliz milli marşı (God Save the King) çalınıyor.

Burada sadece bir bölümünden söz ettiğim olayların dışında bir de Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru çıkan ve hâlâ dünya tarihinin en ölümcül pandemilerinden biri olarak kabul edilen İspanyol Gribi olayı var. Pandeminin bir bölümünün savaşa denk gelmesi nedeniyle hükümetler doğru bilgileri açıklamadıkları için bulaş ve ölüm rakamları konusunda kesin bir sayı verilemiyor. Bu nedenle, 1918-1920 yılları arasında 17 ila 50 milyon kişi arasında insan öldüğü tahmin ediliyor. İnsanlığın yakın zamanda yaşadığı COVID pandemisinden 100 yıl önce dünyayı saran İspanyol Gribi için ülkelerin birbirlerini suçlamaları da bir hayli ilginç. O dönem pandemiden dolayı Fransa İspanya’yı, İspanya Fransa’yı, ABD Avrupa’yı, Avrupa ABD’yi, İngiltere, karşılıklı savaşırken temas halinde olmaları nedeniyle Mareşal Allenby’nin bu yöndeki raporlarına dayanarak, Türkleri suçluyor.

Konu konuyu açtı ve yazı epeyce uzadı. Söz konusu iki kitap daha pek çok bilgi ve belge ile dolu. Konuya ilgi duyanların zevk ve zaman zaman hayretle okuyacaklarını düşünüyorum. İngiltere eğer, o zamanlar genç bir stratejist olan T. E. Lawrence’ın savunduğu gibi, Gelibolu’ya saldırmak yerine İskenderun‘a çıksaydı ne olurdu? Ya da, Churchill’in anılarında söz ettiği gibi, eğer Yunan Kralını sarayının bahçesinde bir maymun ısırıp ölümüne yol açmasaydı Llyod Gerorge hükümetinin sonunu getiren Anadolu’daki Kurtuluş savaşı nereye doğru evrilirdi? Sykes–Picot anlaşması ile somutlaşan, yüz yıl önce İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’yu paylaşma kavgaları aslında baştan ölü çabalar değil miydi? Nasıl olmuştu da daha önce Afrika‘yı aralarında cetvelle pay ettikleri emperyalist dönemin artık geçtiğini, dünyada ulusal aidiyet duygularının güçlendiğini kavrayamamışlardı?

Yazımı Barışa Son Veren Barış kitabından (s.565) David Fromkin’in çok beğendiğim bir yorumu ile kapatıyorum: Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’nın sosyal, politik ve kültürel olarak kendine gelmesi 1500 yıl sürdü. Koca bir imparatorluğun yıkılmasının yarattığı vakum Avrupa’da kanlı mezhep ve ulusal kimlik mücadelelerine sahne oldu. Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak Orta Doğu’da yaratılan boşluğun neden olduğu kargaşanın da sona ermesi ve bölgeye huzur gelebilmesi için daha çok vakit geçmesi gerekiyor…

Yeniden (6): Sicilya

Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.

Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.

Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.

Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.

Keyifli okumalar ve gezmeler dilerim…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Not: Bulunduğunuz ortamın internet erişim kalitesine ve hızına bağlı olarak, bazı resimlerin inmesi vakit alabilmektedir.

Kapı Komşumuz Dedeağaç/Alexandroupoli

Dedeağaç‘a, yani Alexandroupoli‘ye bir yetişkin olarak yakın zamanda iki kere gittim. Böyle ifade etmemin nedeni, çocukken de büyük olasılıkla gitmiş ya da içinden geçmiş olduğumu düşünmemden kaynaklanıyor. 2016 yılında başladığım web sitemi en başından beri izleyen okuyucularım çocukluk yıllarımın bir bölümünü Selanik‘te geçirdiğimi anımsayabilirler. 1960’lı yılların başına düşen bu dönem ile ilgili anılarımın bazılarına ağırlıklı olarak blogumdaki ilk yazılarımda (örneğin, Sonradan Gelen, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Sinema… Sinema…, İstanbul’da Deniz Sefası) yer vermiştim. Daha az olmak üzere, denk geldiğinde bambaşka yer ya da konularla ilgili yazılarımda da (örneğin, Eşi Benzeri Olmayan Şehir…, Bir Kitabın Hatırlattıkları) bu yıllar ile ilgili belleğimde kalanlardan söz etmiştim.

Alexandroupoli ile ilgili izlenimlerimi yazmaya geçmeden önce belirtmek istediğim bir nokta var. Yıllardır Dedeağaç ve Alexandroupoli isimlerini duyardım. Ama, itiraf edeyim, bu iki ismin aynı yer olduğunu ben ancak gitmeden önce yaptığım araştırma sonucu öğrendim. Bildiklerim kadar, bilmediğim şeyleri de söylemekten asla çekinmemişimdir. Bana bu iki ismin farklı yerler olduğunu düşündüren belki de eskiden Türkçe isimleri ile andığımız pek çok yerin artık bizim tarafımızdan da Yunanca isimleri ile anılması olabilir. İstanköy/Kos veya Sisam (ya da Susam)/Samos gibi. Buraları Osmanlı dönemindeki isimleri ile anmayı neredeyse unuttuk. Oysa, Dedeağaç kullanılmaya devam ediyor.

Bildiğiniz gibi, internet yaşamlarımıza türlü kolaylıklar ve olanaklar sunarken, bir yandan da ciddi bir şekilde yanlış bilgi kaynağı olabiliyor. İşin kötü tarafı, bu yanlış bilgilerin inanılmaz bir hızla yayılıp, “kötü para iyi parayı kovar” misali, genel doğru olarak kabul edilmeleri. O kadar ki, kimi zaman yanlış bilgilerin doğrusunu açıklayıp insanları ikna etmeniz deveye hendek atlatmaktan daha zor olabiliyor. İşte Alexandroupoli veya Alexandroupolis isminin kökeni konusunda da doğru bilginin yanında, internette bir hayli yanlış bilgiye de rastladım. Bunlar genel olarak kentin adını, onun kurduğu bir kent olarak, Büyük İskender‘e dayandırıyorlar. Oysa bu bilginin gerçek ile ilgisi yok. Alexandroupoli, çevresinin köklü bir tarihi geçmişi olmasına karşın, oldukça yeni bir kent.

O zamanki adıyla Dedeağaç’a ilk yerleşim 19. yüzyılda, bölge Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında iken olmuş. Ufak bir balıkçı köyünden 1873 yılında önce kaza, bir yıl sonra da sancak statüsüne erişmiş. Daha sonra, Edirne vilayetine dahil edilmiş. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında kısa bir süre için Rusların eline geçmiş. Birinci Balkan Savaşı sırasında, 1912 yılında, Dedeağaç’ı Bulgarlar almış. Bulgar yönetimi, 1913 yılındaki çok kısa bir Yunan yönetiminin dışında, 1919 yılına kadar sürmüş. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Dedeağaç, 1919’dan Mayıs 1920 tarihine kadar, Müttefik Kuvvetler‘in yönetiminde kalmış. 14 Mayıs 1920 günü, Fransız birlikleri şehri Yunanlılara teslim etmiş.

Bir zamanlar Alexandroupoli
Kaynak: Alexandroupoli Tarih Müzesi

Yunanlı kaynakların da belirttiğine göre, Dedeağaç ismi, sürekli bir ağacın gölgesinde oturan ve sonunda da buraya gömülen ermiş bir Dede’den geliyormuş. Şehir Yunanlılara teslim edilince ismi önce, yeni şehir anlamına gelen Neapoli‘ye dönüştürülmüş. 1920 yılında Yunan Kralı I. Alexander’ın ziyaretinin ardından, Alexander’ın şehri anlamına gelen Alexandroupoli adını almış. Yunanistan II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilince Alexandroupoli tekrar Nazilerin müttefiki Bulgarlara geçmiş. 1941-1944 arasındaki işgal sırasında şehrin Yahudi sakinleri toplama kamplarına gönderilmişler. Bu son derece özet tarihten benim çıkarsadığım, Dedeağaç ile ilgili olarak bir Türk-Yunan çekişmesinden çok, Bulgar-Yunan anlaşmazlığı ve mücadelesi olmuş.

Erkekler için “deniz banyosu”
Kaynak: Alexandroupoli Tarih Müzesi

İpsala sınır kapısından geçtikten sonra Alexandroupoli’ye bir saatten kısa bir sürede varıyorsunuz. Sınıra yaklaşık 55 kilometrelik bir uzaklıkta. Bizim gittiğimiz her iki sefer de bahar ve yaz aylarının dışında idi. O nedenle hem Türk hem de Yunan sınır kapılarında işlemlerimiz çok hızlı ve kolay oldu. Kuyruk beklemek zorunda kalmadık. Yakınlarımdan, bayram tatilleri öncesi ve yaz aylarında 8-9 saatlik bekleme süreleri olabildiğini duydum. Bildiğiniz gibi, bu yoğunluk o dönemlerde haberlere de konu oluyor. Giriş çıkışlarda Yunan polisi tarafından hiçbir olumsuz davranış görmedik. Yoğunluk değişse de iki ülke arasında görevlilerin alışkın olduğu sürekli bir giriş çıkış olduğu anlaşılıyor. Bu sadece bizim taraftan Yunanistan’a giriş yönünde değil, oradan Türkiye’ye geliş yönünde de göze çarpıyor. Çeşitli yaşlarda, kadın ve erkek Yunanlıları, hatta papazları, Türkiye’ye giriş yaparken görmek mümkün. Deneyimlerime dayanarak, sınır bölgelerinde insanların komşu ülkenin dilini bildiklerini biliyorum. Örneğin, İtalya’nın Fransa’ya yakın bölgelerinde iyi Fransızca, Avusturya’ya yakın bölgelerinde Almanca konuşurlar. Bu durum, Yunanistan’ın sınırımıza yakın bölgeleri için de geçerli. Bölgede Türk kökenlilerin çok olmasının yanında, çeşitli nedenlerle Türkçe bilen, bir kısmının ailesi Büyük Mübadele sırasında oraya göç etmiş Yunanlılar da var. O nedenle kendi aramızda dikkatli konuşmakta yarar var. İlk gittiğimiz sefer dönüşte yaşadığımız bir olay bu savımı doğruladı. Neyse ki, hatırladıkça bizi gülümseten, hoş bir anı oldu…

Alexandroupoli’ye ilk gidişimiz vize nedeniyle biraz zorunluluktan olmuştu. İki gün sonra Sicilya‘ya uçacaktık ve Yunanistan’dan vize alabildiğim için Schengen bölgesine ilk girişi oradan yapmam gerekiyordu. Yılın o aylarında en pratik çözüm araba ile İpsala’dan giriş yapmak olduğu için günübirlik gitmiştik. Bir gece Keşan’da yatıp, sabah erkenden araba ile Yunanistan’a girdik ve Alexandroupoli’de akşam üzerine kadar kaldık. Sınır kapısından çıkarken Yunanlı polis eşime Türkçe olarak,

“Ooo, ….. Bey, olmadı böyle… Bir dahaki sefere bu kadar kısa sürede bırakmayız”, dedi.

Neyse ki, ciddi şekilde söylense en azından bir tedirginlik yaratabilecek bu cümleleri gülerek söyledi. Biz de güldük…

Alexandroupoli kuruluşundan 1920’lere kadar çok kültürlü, farklı etnik kökenli ve farklı dinlerden insanların bir arada, ahenk içinde yaşadığı bir kent olmuş. Yunanlı, Türk, Ermeni, Bulgar yurttaşların yanında, çoğunluğu konsolosluklarda ve gemicilik ile demiryolu işletmelerinde çalışan İtalyan, Fransız ve Avusturyalılardan oluşan Avrupalı bir grup da varmış. Ermeniler şehre ilk olarak 1870 yılında, demiryolu ve liman inşaatlarında çalışmak üzere gelmişler. Asıl büyük Ermeni göçü, 1922 yılından sonra İstanbul, Tekirdağ, Gelibolu ve İznik’ten olmuş. Birinci Bulgar işgalinden (1913-1919) sonra kentteki Bulgar nüfus önemli ölçüde artmış. Ancak, 25 Nisan 1920 tarihinde yapılan San Remo Konferansı ile Trakya’nın bu bölgesi Yunanistan’ın bir parçası olunca, Bulgarların çoğu, Yunanistan ve Bulgaristan arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında, Bulgaristan’a gitmişler. Yahudi cemaat ise, yukarıda belirttiğim gibi, II. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yok edilmiş.

2021 verilerine göre, Alexandroupoli il sınırları içindeki nüfus yaklaşık 72.000. Şehrin nüfusu ise 59.500 civarında. İl sınırları içerisindeki etnik dağılıma dair ne Yunanistan ne de Türkiye resmi kaynaklarında sağlıklı bilgiye rastlayamadım. Ancak, burada soydaşlarımıza ya da Türkçe konuşan Yunanlılara sıklıkla rastlandığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Alexandroupoli şehir merkezi gayet derli toplu, düzenli ve temiz bir yerleşim yeri. Kendi adıma, özellikle yakındaki Keşan‘ın zevksizliği ve keşmekeşinden sonra, bana derhal bir Avrupa şehrine ve ülkesine gitmişim izlenimi verdi. Aslında bu durumu çok acı bulduğumu belirtmeliyim. Keşan’da konakladığımız sözde oranın en iyi oteli, kaldığımız suit oda ve genel olarak sunulan hizmet, kalite ve anlayış ile Alexandroupoli’de sunulanlar arasında ne yazık ki dağlar kadar fark var. Bu kadar yakındaki bir yerden ilham alınmamış olması elbette bir kültür ve görgü meselesi. Bu duygularımı aslında tüm Yunanistan için genellemem mümkün. Yunanistan ana karasına ve adalarına gitmekten keyif almamın nedeni sadece ekonomik değil. Evet, daha kaliteli hizmeti daha ucuza alabilme olanağı da önemli bir etken ama, sadece o da değil. Ortak bir geçmiş sonucu birçok kültürel benzerlik ve aşinalığın olmasının yanında, Yunanistan’ın aynı zamanda bir Avrupa ülkesi özellikleri taşıyor olması benim çok hoşuma gidiyor açıkçası. Bu karışım, belki de ülkem için özlem duyduğum ve bana, “Bizde de neden olmasın?” ya da “Neden olmuyor?” sorularını sorduran çok hoş bir sentez.

Alexandroupoli’de iki tane ana cadde var. Odos Vasileos Alexandrou, Yunan ve çoğu Akdeniz kentinin vaz geçilmezi, halkın kavurucu bir günün ardından nispeten serin havada gezintiye çıktığı deniz kenarı boyunca uzanan bir kordon boyu. Kentin ünlü tarihi deniz feneri de burada. Tahmin edilebileceği gibi, burada restoran ve barlar da var. Ayrıca, görkemli yapıları ile bazı devlet daireleri de göze çarpıyor. Kentin diğer önemli caddesi olan Leoforos Dimokratias ise, kordon boyuna paralel ancak buradan üç blok daha içeride. Gördüğüm kadarı ile, Dimokratias şehrin en işlek ve canlı merkezi. Sağlı sollu bankalar, dükkanlar, restoranlar, pastaneler, kafeler, barlar ve müzeler var. Belediye Sarayı da bu cadde üzerinde.

Salgamis Fırını
Bu fotoğraf öğle saatlerinde çekildiği için masalar boş.
Tahmin edeceğiniz gibi, herkes “messimeri
(siesta’nın Yunanca adı) için evine gitmiş.

Dimokratias caddesi üzerindeki mekanlarda herkes kendi yaş grubuna göre belli yerlerde oturmuş kahvesini ya da günün saatine göre içkisini yudumluyor. Yukarıda belirttiğim gibi, insan kendini uygar bir Avrupa şehrindeymiş gibi hissediyor. Gittiğimiz her iki seferde de oturduğumuz Salgamis fırınına bizi çeken hem ön taraftaki kafe bölümünün hem de dükkânın kalabalık olması idi. Yerli halk bu kadar rağbet ettiğine göre, iyi olmalı diye düşündük. Gerçekten de pastane ürünleri çok lezzetli idi. İlk gidişimizde Türkçe konuşan bir çalışan bize kendilerine özgü, güzel seçenekler önerdi. Salgamis, değişik yaş gruplarından müşterileri olmasına karşın, ağırlıklı olarak emeklilerin oturduğu bir yerdi. Küçük gruplar halinde, kadınlı erkekli, keyifle oturmuş, kahve ve pastane ürünlerinin eşliğinde sohbet ediyorlardı. Elimizde tepsiyle dışarı çıktığımız zaman her yerin dolu olduğunu gördük. Biz boş yer arayışında etrafa bakınırken, kaldırıma yakın taraftaki bir masadan yaşlı bir çift bize el salladılar. Aynı masada, karşılarındaki iki boş sandalyeyi göstererek çağırdılar. Selamlaşıp, yanlarına oturduk. O kadar sempatik ve tatlıydılar ki, Yunancayı unutmuş olduğuma üzüldüm. Özellikle kadın sürekli Rumca bir şeyler anlatmaya çalışıyor, gülümsüyordu. Nereden geldiğimizi sordular. Eşim, hatırladığı kadar Almancası ile yaşlı adamın bir zamanlar Stutgard’da   8-9 sene kadar işçi olarak çalıştığını öğrendi. Konuşarak çok fazla anlaşamasak da gözlerimiz ve gönüllerimizle anlaştık bu iyi kalpli insanlarla…

Alexandroupoli ile ilgili unutmayacağım bir başka “insan manzarası”nı da bir sonraki gidişimizde yaşadık. Arabamızı Dimokratias caddesine paralel sokaklardan birindeki bir otoparka bırakmıştık. Şehirde görmek istediğimiz yerleri gezdikten sonra ara sokaklardan arabaya dönüyorduk. O sırada iki büklüm olmuş, çok yaşlı ve bir deri bir kemik kalmış bir kadının ağır bir torbayı kaldırımda sürüklemeye çalıştığını gördük. Bizi görünce kendi dilinde bir şeyler söyleyerek sokağın başını gösterdi. Torbayı oraya götürmek istediğini anladık. Eşim torbayı onun istediği yere götürürken kadın benimle Yunanca konuşmaya devam etti. Onun üzerine, anlamadığımı anlatmak için, kendimi işaret ederek “Turkos” (Türküm) dedim. Teyit etmek için o tekrar, “Turki?” (Türk müsünüz?) diye sordu. Ondan sonra sohbet, bitmek şöyle dursun, daha da arttı ve aramızda “Tarzanca” dediğimiz türden bir diyalog başladı. Biraz hafızamda kalan Yunanca kelimelerle, biraz da İtalyanca ile benzerlik kurarak anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Nereden geldiğimizi ve kaç gün kalacağımızı sordu.

“İstanbul”, diye yanıtlayınca, gözlerimin içine muzip muzip bakıp gülümseyerek,

“Konstantinopolis”, dedi.

Belli ki, bazı milliyetçi sinir uçlarına dokunmak istiyordu. Hiç oralı olmadım ve ben de gülümseyerek, başımı salladım. Ne de olsa atalarımız, Osmanlı Sultanları bu konuda hiç beis görmemiş ve İstanbul’a, verdikleri başka birçok isim yanında, Şehr-i Konstantiniyye (Konstantin’in şehri) de demişlerdi. Yaşlı kadın birkaç kelime Türkçe de biliyordu. Belki de ailesi Mübadele ile Anadolu topraklarından göç edenlerdendi. Parmakları ile bana 95 yaşında olduğunu gösterdi.

“Maşallah”, dedim.

Yine muzip muzip baktı ve,

“Yaa, işte öyle Maşallah dersin”, edasıyla kafasını sallayarak, o da tekrarladı,

“Maşallah”…

Alexandroupoli’de de gezilecek yerler, her zaman tekrarladığım gibi, herkesin gönlüne ve zevkine göre olacaktır hiç şüphesiz. Eğer deniz mevsiminde iseniz, civarda birçok plaj ya da plajı olan otel var. Bizim kaldığımız Alexander Beach Hotel and Spa da bu tür tesislerden biriydi. Beş yıldızlı, büyük bir otel. Mevsimden dolayı biz yararlanamadık ama hem plajı hem de havuzları var. İlgilenenler için, otelin bir de kumarhanesi var. Sabah kahvaltısı oldukça zengin. Bir de biz mi öyle çalışanlara denk geldik, bilemiyorum ama, resepsiyon görevlileri ve diğer çalışanlar çok naziktiler.

Alexandroupoli’ye 20 dakika uzaklıktaki Makri‘de bulunan bu küçük kadın ve erkek heykelcikleri Neolitik Çağ’dan (yaklaşık olarak M.Ö. 10.000-6.000 arası) günümüze ulaşmış. İçlerinden iki tanesinin hermaphrodit, yani her iki cinsiyetin cinsel organlarınına sahip olması çok ilginç.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Roussa köyünün 12 kilometre kuzeybatısında, Hilia tepesine giden yolun kenarında bulunan bu resimler Geç Bronz ya da Erken Demir Çağına (M.Ö. 1100-900) tarihlenmişler. Çizimlerde kadınlar, erkekler, dans edenler, sürüngen hayvanlar, bir kısmı serçe olduğu tahmin edilen kuşlar, güneş ve ayı temsil ettikleri düşünülen düz çizgiler var. Yöre halkı için dini ve batıl inançlar açısından hâlâ önemli olduğu belirtilen bu çizimlerin kopyası Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyor.
Samothraki (Semadirek) Adası
M.Ö. 7. yüzyılda buradan gelen Yunanlı yerleşimciler
Alexandroupoli’nin bulunduğu bölgede çeşitli koloniler kurmuşlar.

Alexandroupoli kuruluş olarak modern bir kent sayılsa da arkeolojik kazılar bölgedeki yerleşimin M.Ö. 5000’lere kadar gittiğini ortaya çıkarmış. M.Ö. 7. yüzyılda Samothraki (Semadirek) adasından gelen Yunanlı yerleşimciler bölgede birçok koloni kurmuşlar. Hani şu Gökçeada ve Türkiye‘nin bazı yerlerinden görünen, tepesi daima volkanik bir dumanmış gibi bulutlu olan adadan gelen bu insanlar Mesimvria, Zoni, Sali, Drys, Ortagoria, Tempira ve Harakoma adını verdikleri yerlerde şehirler kurmuşlar. O sıralar bu bölgede çeşitli Trakyalı yerli kabileler yaşamaktaymış. Elde edilen bulgulardan, günümüzde Alexandraoupoli’nin bulunduğu yerin antik Yunan kolonilerinden Tempira ile aynı noktada olduğu saptanmış. Kent, Romalılar zamanında da düzgün bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürmüş. M.Ö. 2. yüzyılda yapılan ve Dedeağaç’ın Makri köyü ile Yunanistan’ın Evros ilinin diğer yerleşim yerlerinden Traianoupolis ve Doriskos‘tan geçen Via Egnatia yolunun kalıntıları günümüze kadar gelebilmiş. Gerek Roma gerekse Bizans döneminde Traianoupolis bölgenin en önemli yerleşimi imiş. Şehir, M.S. 2. yüzyılda Roma İmparatoru Trajan (ya da Traianus) tarafından kurulmuş. Yer seçimindeki etkenlerden biri, daha önce yapılan ve buradan geçen Via Egnatia olabilir. Traianoupolis 14. yüzyılın ortalarına kadar Kuzey Trakya bölgesinin en önemli askeri, idari ve dini merkeziymiş. Alexandroupoli’ye yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Traianoupolis aynı zamanda bir kaplıca merkezi. Romalıların hamam ve yıkanma düşkünlükleri insana kentin kuruluşunda bunun da önemli olabileceğini düşündürüyor. Biz gitmediğimiz için kendim göremedim ancak, Traianoupolis’te Roma hamam kalıntıları ve ne için kullanıldığı tam olarak bilinmeyen, Osmanlılardan kalma, Chana olarak bilinen, büyük bir yapı varmış.

Bölgedeki en önemli Roma dönemi kalıntılarından
Via Egnatia‘nın fotoğrafı
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Alexandroupoli’ye 20 kilometre uzaklıkta bulunan Mesimvria – Zoni antik kentinin üç noktasında sıkışık sıralar halinde yan yana dizilmiş, sivri tabanlı amforalar bulunmuş. Ağız kısımları toprağa saplı olan bu küplerin kentin altında bulunan yeraltı sularının drenajı için kullanıldıkları belirlenmiş. Samothraki Adası’ndan gelenlerin kurdukları kolonilerden birisi olan kent M.Ö. 5.-4. yüzyıllar arasında en parlak dönemini yaşamış. Bulgulardan şehrin bir kanalizasyon sistemine de
sahip olduğı anlaşılmış.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Gezme alışkanlıklarınız nasıl olursa olsun, Alexandroupoli’de ünlü deniz fenerine mutlaka yolunuz düşecektir. Şehrin sembolü sayılan deniz feneri, bir Fransız Şirketi olan La Société Colas et Michel tarafından yapılmış ve ilk olarak 1 Haziran 1880 tarihinde hizmete girmiş. Fenerin elektrik ile çalışmaya geçmesi 1973 yılında olmuş.

Aynı zamanda şehrin sembolü olan deniz feneri
1 Haziran 1880 tarihinde hizmete girmiş

Osmanlı yönetimi altında, 19. yüzyılın son çeyreği Dedeağaç için önemli yatırımların yapıldığı bir dönem olmuş. Birisi 1872’de diğeri 1896 yılında biten ve Trakya bölgesini sırasıyla Edirne’ye ve Avrupa’ya bağlayan iki demiryolu hattının da nihai durakları Alexandroupoli imiş. Günümüzde modern ve bölgesel olarak önemli bir tesis olan liman da ilk olarak 1873 yılında inşa edilmiş. Tahmin edebileceğiniz gibi, tüm bu yatırımlar yabancı şirketler tarafından yapılmış. Yukarıda belirttiğim gibi, bu şirketlerde çalışanlar Alexandroupoli’nin kozmopolit yapısına ve yaşantısına renk katmışlar.

Alexanderoupoli Faik Hüseyin Paşa Camii (1906)
Camiyi yaptıran Faik Hüseyin Paşa’nın mezarı

Bizim gibi bir yere gittiği zaman sadece yemek içmek ve denize girmekle tatmin olmayanlar için Alexandroupoli’de çok güzel müzeler var. Onlardan birkaçına da gitme fırsatı bulduk. Ancak, onlara geçmeden önce, halen kentin Müslüman cemaati tarafından kullanılmaya devam edilen Alexandroupoli Camii‘nden söz etmek istiyorum. Odos Kassandras 1 adresindeki camiyi bulmak çok kolay olmadı. Aslında deniz fenerinden yürüyerek 10 dakikalık bir uzaklıkta ama, çevresi tamamen binalarla kapanmış. Adeta gizlenmiş. Herhangi bir yön tabelası konmamış. Bilmeden etrafında epeyce bir dolanmışız. Sonra, binaların arasında tesadüfen alçak bir minare görmem üzerine, dar bir çıkmaz geçitten geçerek, Müslüman azınlığın çocuklarının okuduğu ilkokulun yanındaki camiyi bulduk. O sırada teneffüste olan çocuklar okulun bahçesinden merak ve ilgiyle bizi izlediler. Cami, 1906 yılında, Faik Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisinin mezarı da burada. Yapıldığında bir medresesi de varmış ancak, günümüze ulaşmamış. Caminin görünür olmamasının bir nedeni hiç şüphesiz çevresindeki yapılaşma. Internette, bir diğer nedenin ise güvenlik olabileceğini okudum. Kare planlı cami, sonuncusu 1993 yılında olmak üzere, 20. yüzyılda iki kere kundaklanmış. Her seferinde, Yunan hükümetinin finansal desteği ile yeniden yapılmış. 2014 yılında da aşırı sağcılar tarafından bir saldırıya uğramış. Kentteki Katolik ve Ermeni kiliselerinin de aynı güvenlik endişesi ile resmi turizm haritalarında özellikle öne çıkarılmadığı belirtiliyor.

Caminin içi

Dedeağaç’ta üç tane müze gezdik: Alexandroupoli Tarih Müzesi (Historical Museum of Alexandroupoli), Trakya Etnoğrafya Müzesi (Ethnological Museum of Thrace) ve Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi. Üçünü de beğenmekle beraber, arkeoloji müzesini bir numaraya koyarım. Belki beklediğimden çok iyi olmasından dolayı, bilemiyorum. Fazla büyük olmayan ama düzenleme, açıklayıcı bilgiler ve personel açısından çok başarılı bir müze. Salondaki görevlinin kendiliğinden ek bilgi vermeye canı gönülden istekli olmasını da çok takdir ettim. 2022 yılında açıldığı belirtilen müzede Evros bölgesinde çıkarılmış olan ve tarih öncesi çağlardan Roma dönemine uzanan buluntular sergileniyor. Ayrıca, koleksiyon açıklayıcı çeşitli multivizyon araçları ve videolarla destekleniyor. Arkeoloji meraklıları için kompakt ve güzel bir müze. (Adres: Makris No:44)

Alexandroupoli Tarih Müzesi
Tarih Müzesi’nde az sayıda arkeolojik eser de sergileniyor.
Ancak, kentte ve bölgede bulunan arkeolojik eserler için asıl
arkeoloji müzesine gidilmesini öneririm.
Tarih Müzesi’nin ana teması şehrin kuruluş, gelişim
ve sosyo-kültürel tarihi

Alexandroupoli Tarih Müzesi, Dimokratias Caddesi No: 335 adresinde. Burada da kentin ve çevresinin tarihi ile ilgili çeşitli arkeolojik buluntular sergilenmekle beraber, daha çok kentin kuruluş ve gelişim tarihi ile birlikte özellikle 19. yüzyılda yapılan liman ve demiryolu, kentin sosyal, kültürel ve entelektüel gelişimi, etnik yapısı gibi temalar işlenmiş. Gezerken elimize verdikleri kalın bilgi klasörünün bu yazıyı yazarken benim için önemli bir bilgi kaynağı olduğunu belirtmeliyim.

Trakya Etnoğrafya Müzesi
Yunanistan’ın Trakya Bölgesi geleneksel kadın kıyafetleri
Geleneksel kadın kıyafetlerinin bir parçası olan farklı önlükler
Geleneksel çalgı aletleri

1899 yılında yapılmış taş bir konakta yer alan Trakya Etnoğrafya Müzesi (Adres: 14is Maiou 63), sergilenen mahalli giysiler, üretim araçları ve el işleri aracılığıyla genel olarak Yunanistan’ın Trakya bölgesinin folklorik ve kültürel belleğini korumayı amaç edinmiş. 2002 yılında açılan müze, devlet yardımı da alan bir vakıf müzesi. Burası da merak eden ve ilgi duyan müze severler için bilgi dolu bir yer.

Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Arkeoloji meraklılarına bu çok büyük olmayan ama çok iyi
düzenlenmiş müzeyi gezmelerini öneririm

Alexandroupoli’de iki restoranda yemek yeme fırsatı bulduk. Bunlardan ilki, her iki yolculuğumuzda da gittiğimiz ve Türkler tarafından epeyce bilinen Ai Giorgis, yani Aziz George. Alexandroupoli’nin biraz dışında, yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Makri köyünde bulunan bu taverna her yönüyle çok kaliteli ve iyi yönetilen bir işletme. Dekorasyonundan müziğe, karşılamadan servise kadar her şey, iki gidişimizde de mükemmeldi. Ayrıca, yemeklerin hepsi gayet lezzetli ve ustaca pişirilmişti. Sunum için kullanılan malzeme, tabaklar, bardaklar, kısaca her şey ince bir zevki yansıtıyordu. Mekânın ambiyansına da diyecek yoktu. Mevsimsel nedenlerle biz kullanamadık ama, tavernanın ayrıca bir plajı da var.

Kibele (M.Ö. 4. yy.)
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Demir ayakkabı tabanı (M.S. 1. yy.sonu-2. yy. başı)
Orestiada Mezar Tümülüsü
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Mesimvria – Zoni antik kentinin mezarlık alanında
bulunmuş küpeler (M.Ö. 5.-4. yy)
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Pişmiş Toprak Heykelcikler
Erken Demir Çağı (Yunanistan için yaklaşık M.Ö. 1050-800) ile Helenistik Dönem ( M.Ö. 323-32) arasında yapılmışlar. Mesimvria – Zoni antik kentinde bulunan bu heykelcikler adak adamak için kentteki Apollo ve Demeter tapınaklarına veya çocuk ve kadın mezarlarına konuyormuş.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Ai Giorgis’in bulunduğu yerde, 1950 yılında Demir Ali isimli bir taverna açılmış. Türk köyü veya Türklerin ağırlıkta olduğu belirtilen Makri için bu bir dönüm noktası olmuş. Bu tavernanın daha sonra ne olduğunu bilemiyorum ama, 2002 yılında aynı yerde, bu kez Ai Giorgis olarak yeni bir başlangıç yapılmış. Bu restoranda, geleneksel ve benim çok sevdiğim Yunan mutfağına özgü yemekleri, çağdaş gastronomik dokunuşlarla yorumlanmış şekilde tadabiliyorsunuz. Porsiyonların tüm Yunanistan’da olduğu gibi çok büyük ve doyurucu olduğunu belirtmeliyim. Her Yunanistan’a gittiğimizde yaptığımız gibi burada da çok fazla şey ısmarlamaya başlayınca, istediklerimizin fazla geleceği ve durmamız konusunda uyarıldık. Kendi ülkemizde restoranların sunduğu küçücük porsiyonları öylesine kanıksamışız ki…

Mesimvria – Zoni’deki Demeter Kutsal Alanı’nda bulunan adak plakalarından bir tanesi (M.Ö. 4. yy.). Plakada Kibele ve Demeter’in birlikte resmedilmiş olması, Antik Çağ inanç sisteminde bu iki tanrıçanın birbirinin devamı olduğu tezini güçlendiriyor.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Aynı Demeter Kutsal Alanı’nda bulunan çeşitli adak objeleri. Objelerin bir kısmı, bolluk ve bereket simgeleri olan buğday sapı ve haşhaş bitkisi şeklinde. Vücutlarlarının çeşitli yerlerinden rahatsız olan ziyaretçiler ise, o organlarının şeklinde objeler bırakmışlar. Örneğin, gözünden şikayeti olanlar göz, kolundan şikayeti olanlar kol şeklinde gümüş objeler koymuşlar. Bu gelenek, bir Hristiyan adak adama ritüeli olarak da sürmüş.
Gümüş Haşhaş Modeli (M.Ö. 4.yy)
Haşhaşın tanrıça Demeter açısından bereketin dışında da bazı çağrışımları var. Dileyen, Demeter’in kızı Persephone’nin Hades tarafından kaçırılma öyküsünü Parion ile ilgili yazımda okuyabilir. Demeter bu acıya dayanabilmek için haşhaş yiyerek uykuya dalmış ve tarım, bolluk, bereket gibi
görevlerini ihmal etmiş.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Ai Giorgis’e gitmeyi düşünürseniz, mutlaka yer ayırtmalısınız. Bunun için de telefon etmeniz gerekiyor. Eskiden sosyal medya hesaplarından da rezervasyon kabul ediyorlarmış ama, karışıklığa yol açtığı için artık sadece telefon ile aranırsa yer ayırıyorlar. Çoğunlukla, telefonda Türkiye’den arandığını gördükleri zaman Türkçe konuşan birisi yanıt veriyor. İlk gidişimiz için önceden aradığımda rezervasyonumuzu alan genç hanım daha sonra garson olarak da bizim masa ile ilgilendi. Çok dikkatli servis yapan, kibar birisi idi. Türkçesi de çok iyiydi. Bize, Yunanistan vatandaşı bir Türk olduğunu söyledi. Birkaç ay sonra gittiğimizde onun terfi etmiş olduğunu görmek beni sevindirdi. İkinci gidişimizde bizimle ilgilenen garson Türkçe bilmiyordu ama, o da gayet iyi İngilizce konuşuyordu.

Taverna Ai Giorgis
Gündüz ayrı…
Ortada yanan şöminesi ile özel günlerde ayrı güzel…

Ai Giorgis Türklerin çok rağbet ettikleri bir işletme. Bazen Türk müşterilerin sayısı yerli halktan fazla olabiliyor. Bir arkadaşımdan insanların sırf Ai Giorgis’de yemek yemek için İstanbul’dan günübirlik Alexandroupoli’ye gittiklerini duymuştum. Gelenlerin arasında tanınmış gazeteciler de görmek mümkün.

Tuzlu karamelli tatlı çok lezzizdi

İlk kez gittiğimizde uzo eşliğinde Yunan salata, Yunan usulü cacık, ahtapot, baklava hamuruna sarılıp kızartılmış feta peyniri, fava ve kabak kızartma yemiştik. O kadar doyduk ki, balık yemeğe midemizde yer kalmadı. Her şey çok lezzetli idi. Ödediğimiz ücreti not etmemişim. İkinci sefer, başlangıç olarak müthiş bir kabak reçeli ve toz haline getirilmiş yaban mersini eşliğinde Trakya peyniri, fava ve tarama aldık. Bir önceki gelişimizden edindiğimiz deneyime dayanarak fazla meze yememeye özen gösterdik. Ana yemek olarak ben Kalamarada (peynir ve pesto sos ile servis edilen spaghetti gibi ince ince kesilmiş kalamarlar), eşim minekop balığı yedi. Tatlı olarak tuzlu karamelli bir tatlı yedik. Yine tüm yediklerimizden çok memnun kaldık. Bir küçük şişe mavi etiketli Barbayanni uzo ile beraber tüm yediklerimize iki kişi 82 Euro hesap ödedik.

Gialos‘ta yediğimiz harika küçük fener balıkları

Alexandroupoli’de gittiğimiz diğer Gialos tavernası, şehrin kordon boyu sayılan Vasileos Alexandrou caddesinin devamı olan Apolloniados 24-26 adresinde. Deniz fenerine yürüyerek uzaklığı yaklaşık 10 dakika. Mezelerin dışında, burada yediğimiz küçük fener balıkları da çok lezzetli idi. Bir dahaki sefere, çok methini duyduğum Nisiotiko (Zarifi No:1 adresinde imiş) tavernasına gitmeyi düşünüyoruz.

Yine Yeniden Çanakkale (4): Çanakkale Seramik Müzesi

Çanakkale’den ayrılacağımız gün, görmediğimiz iki yere daha gitmeyi planlamıştık. Bunlardan ilki olan Çanakkale Seramik Müzesi kaldığımız Akol Otel’e yürüme uzaklığındaydı. Doğrusunu söylemem gerekirse, söz konusu müze kent ve il sınırları içinde görmek istediğimiz yerler listesinde çok yukarılarda değildi. O nedenle Çanakkale’ye ilk gelişimizde gitmeyi hiç düşünmemiş, bu kez de vakit kaldığı için, “Eh, hadi gidelim bari” demiştik. Gidip gezdikten sonra şimdi, “İyi ki gitmişiz” diyorum.

Çanakkale Seramik Müzesi
Giriş kapısı üzerindeki iki kitabe

Çanakkale Seramik Müzesi, Cevatpaşa Mahallesi Kaya Sokak No: 33-35 adresinde bulunuyor. Müze, Çanakkale Belediyesi’nin yönetimi altında hizmet veriyor. Belediyenin müze ile ilgili sayfasında belirtildiği üzere, burada farklı koleksiyonlardan bir araya getirilmiş Çanakkale seramikleri ile günümüzde yapılmış seramik ürünler sergileniyor. Ayrıca, seramik sanatçılarının sergilerine yer verilen bir bölüm de var. Ancak, internette gözüme çarpan bir yorumda belirtildiği gibi, sergilenen eserlerin hangileri eski koleksiyonlara ait, hangileri günümüzde yapılmış, anlamak pek mümkün değil. Ayrıca, müze tarafında sergilenen bazı objelerin mağaza bölümünde satılıyor olması daha da kafa karıştırıcı. Vitrinlere ya da müze girişine bu konuda daha net açıklamalar konması gerekir. Bu eleştirimden sonra, müzede Çanakkale seramiklerinin tarihi ile ilgili oldukça açıklayıcı bilgiler verildiğini de belirtmeden geçmemeliyim. Bunun yanında, şehir içinde çokça rastladığımız seramik atölyeleri ve özellikle alışveriş yaptığımız bir dükkan sahibi ile yaptığımız sohbetten anladığımız kadarıyla, belediye seramik sanatının sürdürülmesi için gayret gösteriyor.

Yapının zemin kat girişinin yukarıdan görünüşü

Müzede sergilenenler bir yana, Çanakkale Seramik Müzesi içinde bulunduğu bina nedeniyle de ziyareti hak ediyor. İnsan, bu vesile ile tarihi bir binanın yok olup gitmekten kurtarılmasına ve restore edilerek yapıya işlev kazandırılmış olmasına seviniyor. Bu konuda emeği geçen herkesi kutluyorum.

Müzede, tarihi hamamın göbek taşında, seramik sanatçısı
Prof. Dr. Güngör Güner‘in bağışladığı eseri sergileniyor
Müzeyi gezerken tarihi yapının orijinal
özelliklerini de görebilmek güzel
20. yüzyılın başında yapılan hamamın eski su boruları

Müzeye, kahvaltı sonrasında otelden 20 dakika yürüyerek ulaştık. Kırmızı, tuğla yapının giriş kapısının üzerinde iki tane kitabe var. En üsttekinde Osmanlıca rakamlarla binanın yapıldığı tarih Hicri takvime göre 1322 olarak yazılmış. Türk Tarih Kurumu’nun çevirme kılavuzuna göre bu tarih 1904/1905 yıllarına karşılık geliyor. (Müzenin açıklama panosunda Miladi takvime göre 1904 olarak belirtilmiş). İkinci kitabede ise, “MST. MV. ER HAMAMI” (Müstahkem Mevkii Er Hamamı) yazıyor. Yani, savunma tesislerinin bulunduğu askeri bölgenin er hamamı demek oluyor. Binanın geçmiş fotoğrafları yapının zaman içinde birçok değişiklikten geçtiğini göstermiş. Örneğin, Çanakkale’nin İngiliz işgali altında olduğu 1919 yılında çekilen fotoğraflarda, günümüzde ana giriş cephesinin sol tarafında bulunan ek binanın olmadığı görülmüş. Yine aynı yöntemle, Cumhuriyet döneminde binada önemli değişiklikler ve ilaveler yapıldığı fark edilmiş. Tahminlere göre hamam, 1940’lı yıllara kadar geleneksel şekilde ısıtılıp çalıştırılmış. Sonraki yıllarda kazan ilave edilmiş ve kaloriferli ısıtma sistemine geçilmiş. 1950-1960’lı yıllarda, askerlerin dışında, Çanakkale’de yatılı okuyan öğrenciler de bu hamamdan yararlanmışlar.

2000’li yılların başında, modernleşen askeri tesisler nedeniyle giderek kullanılmayan hamam, Çanakkale Boğaz Komutanlığı tarafından, Seramik Müzesi olarak kullanılmak üzere, Çanakkale Belediyesi’ne devredilmiş. Bina, rölöve ve restitüsyon projelerinin hazırlanmasından ve gerekli izinlerin alınmasından sonra yapılan restorasyon ile günümüzdeki halini almış. Kanımca, tarihi binaların ayakta kalmaları, restorasyon çalışmaları kadar, onlara yeni işlevler kazandırılmasına da bağlı. Çanakkale Seramik Müzesi bu açıdan son derece başarılı bir çalışma olmuş. Müzeyi gezmek sadece içinde barındırdığı seramikler nedeniyle değil, hamamın mimari özellikleri nedeniyle de ilginç. Bu arada, müzenin ücretsiz olduğunu da belirteyim. Pazartesi günleri dışında, 01 Eylül – 31 Mart tarihleri arasında 09.00-17.00, 01 Nisan – 31 Ağustos tarihleri arasında 10.00-19.00 saatlerinde gezmek mümkün.

Çanakkale seramiklerinin ilk olarak 17. yüzyılın sonlarında görülmeye başlandığı belirtiliyor. Bu tarihten 18. yüzyıl sonuna kadar olan dönemde üretilen seramiklerde özen ve yalınlık ön plana çıkmış. Daha sonra, 19. yüzyıl başlarından itibaren ise, birkaç rengin kullanıldığı ve ana objenin üzerine yoğun eklemelerin yapıldığı görülmüş. Çanakkale seramiklerinin bazı kişiler tarafından İznik ve Kütahya çinilerine göre kaba bulundukları bir gerçek. Tarihsel olarak da İznik ve Kütahya ürünleri İmparatorluk sarayları ve konaklarında kullanılmak üzere tercih edilirken, Çanakkale seramikleri daha çok halk kesimine yönelik yapılmışlar. Çanakkale’de seramik üretimi 20. yüzyılın ortalarına doğru eski önemini kaybetmeye başlamış. Bu konuda gerek daha düşük maliyetle üretilen endüstriyel ürünlerin piyasada yaygınlaşması gerekse seramik atölyelerinin yarattığı düşünülen kirlilik nedeniyle kent dışına çıkarılmaları etken olmuş. Günümüzde Çanakkale’de seramik üretimi, farklı kamu ve özel kuruluşlarla birlikte, şahısların çabaları ile canlandırılmaya çalışılıyor.

Üst kat süreli sergiler için ayrılmış.
Ayrıca, binada söyleşi ve konferanslar için bir salon da var.
Başarıyla restore edilmiş ahşap tavan

Seramik Müzesi’ni gezdikten sonra, doğrusu Çanakkale’ye geldiğimizden beri burnumuzda tüten Sardalye’nin yolunu tuttuk. Çanakkale’ye bir önceki sene geldiğimiz zaman yediğimiz ekmek arası sardalyanın tadı damağımızda kalmıştı. Yine aynı keyifle, çıtır çıtır ekmeğin arasında, tek bir kılçık bile bırakılmadan temizlenmiş ve kızartılmış sardalyalarımızı yedik ve nefis turşu suyundan içtik. Burayı sadece, son yılların moda tabiri ile çok lezzetli bir “street food” (sokakta tüketilen yemek) mekânı olduğu için değil, her kesimden yerli halkın da gelip yemek yediği bir yer olduğu için de seviyorum. Civardaki esnaf, öğrenciler, alışverişten dönen ev hanımları ve yanlarındaki çocukları, bizim gibi Çanakkale’yi gezmeye gelenler. Kısacası, gözlem yapabileceğiniz renkli bir yaşam yelpazesi…

Çanakkale’ye gidip de Sardalye’ye gitmemek olmazdı…

İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce son olarak, bir önceki gelişimizde yaptığımız gezi programında kapalı gününe denk geldiğimiz Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gittik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan ve Kabatepe Limanı mevkiinde olan merkez 2012 yılında açılmış. Hayli büyük (8600 metrekare) ve gösterişli bir yer. Ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Burada, Çanakkale Savaşları’nın aşamaları birbiri ardına yönlendirildiğiniz 11 salonda ileri simülasyon teknikleri aracılığı ile yansıtılıyor. Gösterimin tamamı 60 dakika sürüyor. Gün boyunca yapılan seanslar en fazla 50 kişi ile sınırlandırılıyor. Giriş ücretli. Merkezde ayrıca bir müze de var. Gösterimlerin bazı bölümlerini etkileyici bulmakla beraber, müze bölümünü gerek sergilenenler gerekse camekan düzenlemelerindeki özensizlik nedeniyle çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu konuda daha önce yazdığım gibi, Çanakkale Savaşları ile ilgili bölgedeki en donanımlı müze, kent içinde TSK bünyesinde hizmet veren Çimenlik Kalesi Müzesi. Mükemmel müzecilik anlayışı, İngilizce ve Türkçe açıklamaları ve her yönden ilginç koleksiyonu ile bu müzeyi tarihimizin bu dönemine ilgi duyan herkese öneririm. Söz konusu müze ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz, ilgili yazıma ulaşmak için linki kullanabilirsiniz.

Yine Yeniden Çanakkale (3): Paris’in Kenti Parion

Antik kentte yürütülen kazı çalışmalarının resmî web sitesinde Parion’u, “Kuzey Troas’ın Parlayan Yıldızı” olarak tanımlamışlar. Henüz tam olarak halka açılmamış, hâlâ bir kazı alanı statüsünde olan kenti gidip gördükten sonra ben de Parion’un sürdürülecek kazılarla bölgenin dikkat çeken arkeolojik sit alanlarından birisi olacağına inanıyorum. Kazı alanında tanıştığımız birisinin söylediği gibi ileride buranın Efes antik kenti kadar önemli bir çekim merkezi olup, olamayacağını bilemem. Konunun uzmanı değilim. Ancak kanımca, günümüze kadar yapılan çalışmalar, ileride buranın kesinlikle arkeoloji meraklıları için görülmeye değer bir yer olacağını hissettiriyor. Doğrusu, ben de Parion’u bir 50-60 yıl sonra tekrar görmek isterdim.

Benim için çoğunlukla, bir kitabı okumak ya da bir yeri görmek arzusunu tetikleyen (bazen doğrudan ilintili bazen bambaşka) bir neden vardır. Bu okuduğum bir kitap, birisinden öğrendiğim yeni bir bilgi, gördüğüm bir obje ya da düpedüz bilinç akışı sırasında süzgecime takılan ve ilgimi çeken bir şey olabilir. Parion’u görme isteği de bende benzer bir şekilde uyandı diyebilirim. Bir yıl önce gittiğimiz Troia Müzesi’ndeki Parion buluntuları ve bunların arasında özellikle M.Ö. 4. yüzyıldan kalma bronz bir amfora aklımı fena halde çelmişti. Oysa müzede çok daha değerli ve eşsiz eserler vardı. Hepsine hayran kalmış ve müzede 5 saate yakın zaman geçirmiştik. Buna karşın, Parion’u da aklımın bir köşesine yazmıştım.

Troia Müzesi‘nde sergilenen Parion antik kenti buluntuları
Bronz amfora (M.Ö. 4. yy.)

Troia Müzesi’nin giriş katında, antik Troas bölgesinin çeşitli antik kentlerinde bulunan arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu’nun kuzeybatısında yer alan bu bölge, Çanakkale ilimizin büyük bölümü ile örtüşüyor ve adını bölgenin en önemli kenti olan Troia’dan alıyor. Ancak, bölgede daha pek çok antik yerleşim yeri var. Bu yazı dizisinin ilkinde Çanakkale’nin, ülkemizde sınırları içinde en çok antik yerleşim yeri barındıran illerimizden birisi olduğunu belirtmiştim. Troas bölgesinin diğer önemli antik kentleri arasında daha önce gittiğimiz Assos, Alexandria Troas, Neandria, Apollon Smintheion tapınağının bulunduğu Chryse de bulunuyor. Parion da Troas bölgesinin sınırları içinde bir antik kent. Kentte yapılan kazılarda çıkarılan gözyaşı şişeleri, koku ve içki kapları, pişirme ve servis tabakları, hayvan ve insan figürleri ve süslü kandiller Troia Müzesi’nde sergileniyor. Yukarıda sözünü ettiğim bronz amfora da bu buluntulardan birisi.

Savaşçı Kuklalar (Pişmiş Toprak)
Roma Dönemi (M.Ö. 1. yy.)

Parion, Çanakkale Boğazı‘nın Anadolu yakasında, boğazın Marmara Denizi‘ne doğru genişlediği doğu ucunda bulunuyor. Günümüzde kentin konumu, Çanakkale’ye bağlı Biga ilçesinin Kemer köyü sınırlarının içine denk geliyor. Parion’u bulmak için de biraz dolandık ama neyse ki, bir gün önce Neandria’ya ulaşmak kadar zahmetli olmadı. Google Maps uygulamasına Parion diye girmiştik. Navigasyon bizi tarlaların ortasında bir yerlere götürdü. Orada çalışan birkaç kişi vardı. Biraz ümitsizce onlara sorduk. Adamların hemen gitmek istediğimiz Parion’u anlayıp bizi yönlendirmesi epeyce şaşırtıcı oldu. Meğer, aynı şekilde yanlış gelen bir sürü insan oluyormuş. Artık alışmışlar. Bazı yerlerin konumlarının navigasyona yanlış girilmiş olması yüzünden başka şehirler ve ülkelerde de maceralar yaşamışlığımız var. Bunu kim neden yapıyor, anlamış değilim. Parion için de durum aynı idi. Eğer hala düzeltilmemiş ise, Kemer/Biga/Parion olarak aramakta yarar var.

Tarihçi Eusebius (c. 260- 339) Parion’un M.Ö. 709 yılında kurulduğunu belirtmiş. Ancak, bugüne kadar yapılan kazılarda çıkarılan seramikler en erken M.Ö. 625-600 yıllarına tarihlenebilmişler. Kuruluş tarihi ile ilgili (en azından şimdilik) var olan belirsizliğin dışında, Parion’un kimler tarafından kurulduğu konusunda da bir fikir birliğine varılamamış. Bu konuda da farklı kaynaklarda, Erythrai, Miletos ve Paroslular tarafından kurulduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmış. Öyle anlaşılıyor ki, Parion’da yapılan çalışmalar ilerledikçe, bu konuda daha kesin söylemler benimsenebilecek. Sanıyorum şimdilik, Troia Müzesi’nın Parion bölümündeki açıklamaları referans alarak, kentin M.Ö. 7. yüzyılda Milet‘ten ve Ege‘nin karşı kıyısındaki Paros‘dan gelenler tarafından kurulduğunun düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Parion ile ilgili bir başka tartışma konusu da antik kentin adı ile ilgili. Bir görüşe göre Parion adı, kenti kuranların ana vatanı olduğu düşünülen Paros’tan geliyor. Diğer bir fikre göre, kentin ismi Erythrailı göçmen Iason ve Demetria’nın oğlu Parius‘a, bir başkasına göre ise, Paris‘in şehri anlamında, Troia prensi Paris’e dayanıyor.

Parion’un ilk başta küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuşken, zaman içinde gelişerek büyüdüğü ve önemli bir liman şehri haline geldiği belirtiliyor. Kentin, biri büyük diğeri küçük olmak üzere, iki limanı var. Bu da giderek göçlerle büyüdüğünün ve stratejik konumunun da etkisi ile, önemli bir ticari ve askeri merkez haline geldiğinin göstergesi kabul ediliyor. Kuruluşundan sonra Parion’un tarihi, kabaca bölgenin diğer kentleri ile bir paralellik göstermiş. M.Ö. 547 yılında Persler tarafından istila edilmiş. Daha sonra, M.Ö. 478-477 yılında Atinalılar tarafından Perslere karşı kurulmuş olan Delos Birliği‘ne katılmış. M.Ö. 431-404 yılları arasında Atina ve Sparta arasında yapılan Peleponez Savaşları‘nda da Atinalıların tarafını tutmuş. (Sicilya yazı dizimin Selinunte ve Siracusa bölümünü okuyanlar, Peleponez savaşları’nın Sicilya‘da yaşanan uzantılarını anımsayacaklardır). Bu bir dizi savaşın sonunda Atinalıların Spartalılara yenilmesinden sonra, Spartalıların M.Ö. 387 yılında Perslerle yaptıkları Kral Barışı’nın ardından, Parion tekrar Pers hakimiyeti altına girmiş. Şehrin Perslerden kurtuluşu, bölgenin diğer antik kentlerinin tarihinden öğrendiğimiz gibi, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in Persleri yenmesi ile mümkün olmuş. M.Ö. 188 yılında Romalılar Parion’u bölgenin diğer kentleri ile birlikte, ödül olarak Pergamon Krallığı‘na vermiş. Bunun nedeni, zamanında Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından kurulmuş olan Seleukos Krallığı ile M.Ö. 190 yılında Magnesia‘da yaptıkları savaşta Pergamon Krallığının Roma’nın yanında yer alması olmuş. Kent, tüm Troas bölgesi ile birlikte, Pergamon Kralı III. Attalos‘un M.Ö. 133 yılında ölümünden sonra vasiyeti üzerine, Romalılara geçmiş.

Parion’da yapılan kazılarda bulunan sikkelere dayanılarak, ilki Julius Caesar ya da Augustus döneminde, ikincisi ise Hadrianus döneminde olmak üzere, kentin iki kere koloni statüsü elde ettiği belirtiliyor. Roma yönetim sisteminde koloni terimi, en üst statüye sahip kentler için kullanılırmış. Parion özellikle Hadrianus döneminde koloni statüsünü ikinci kez elde ettikten sonra mimari açıdan çok gelişmiş. Tiyatrodan çıkarılan, M.S. 2. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bezeme ve kabartmalar bunun kanıtı olarak gösteriliyor. Romalılar döneminde ihya olup gelişen Parion, bir süre sonra Romalı askerlerin emeklilik günlerini geçirdikleri büyük bir kent haline gelmiş. M.S. 2. yüzyıldan itibaren Parion’da Hristiyan bir topluluk da oluşmaya başlamış ve bu açıdan Bizans İmparatorluğu döneminde de, bir piskoposluk merkezi olarak, önemini korumuş.

Yakındaki Kemer köyünün adını aldığı su kemeri İmparator Hadrianus dönemindeki imar projesinin bir parçası olarak, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. Söz konusu su sistemi kentin 12 Km. güneyindeki Kolonai (Çataltepe) bölgesinden
su getirmek için inşa edilmiş.

Parion antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarının resmi web sitesinde belirtildiğine göre, aralarında Herodotos, Ksenophon, Aeneas Tacticus, Diodorus, Strabon, Plinius ve Plutarkhos‘u sayabileceğimiz birçok yazar eserlerinde Parion’dan söz etmişler. Kentteki ilk tespit araştırması 1801 yılında İngiliz arkeolog P. Hunt tarafından yapılmış. 1970’li yıllarda İlhan Akşit tarafından Çanakkale Müzesi adına bir yüzey araştırması gerçekleştirildikten sonra, 1997-2015 yılları arasında kazılar Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yürütülmüş. Kendisinin sağlık sorunları sebebiyle, 2015 yılından itibaren kazı başkanlığını Prof. Dr. Vedat Keleş devralmış. Kentte henüz cavea (oturma) bölümü tam olarak ortaya çıkarılmamış bir tiyatro, büyük bir Roma Hamamı, Yamaç Hamamı olarak adlandırılmış ayrıca başka bir hamam, Kemer köyünün adını aldığı söylenen su kemeri, odeon, surlar ve kuleler ile agora ve dükkanlar var.

Roma Hamamı bölgesinde çalışan arkeologlar
Roma Hamam alanının üstü bir gölgelikle örtülmüş

Parion resmî olarak bir kazı alanı olduğu için, yapılara ancak koruma amaçlı çekilmiş tel çitlerin ve uyarı tabelalarının izin verdiği ölçüde yaklaşabiliyorsunuz. Biz gittiğimiz zaman, Roma hamamı alanında yoğun bir çalışma vardı. Rahatsız etmemek için uzaktan sessizce bir süre izledik. Biraz sonra, hocalardan birisi olduğunu düşündüğüm, yaşça daha büyük bir bey yanımıza geldi ve oldukça sıcak davrandı. Hem kendisi birtakım bilgiler verdi hem de sorularımızı yanıtladı. Parion’u merak edip, gelmiş olmamızdan memnun gibiydi. Genel olarak gözlemlediğim bir noktayı da burada belirtmeden geçmeyeyim. Ekipte çalışan genç arkeologlar daha asık yüzlü ve insanın cesaretini kırıcı görünürken, daha kıdemli görevliler çok daha sıcak ve bilgi vermeye istekliydiler. Bu durum bende önce çok negatif hisler uyandırdıysa da sonradan bunun bilgi ve deneyim eksikliğinden veya yetkiyi aşıp, başlarını derde sokmaktan çekindiklerinden dolayı olabileceğini düşündüm.

Parion Roma Hamamı
Arka tarafta cavea (oturma) kısmı çalılarla kaplı
olan antik tiyatro alanı görünüyor

Üstü büyük bir gölgelikle örtülmüş olan Parion’daki Roma Hamamı’nın ilk olarak M.S. 2. yüzyılın ilk çeyreğinde yapıldığı tahmin ediliyor. Yapı, 200 yılı aşkın bir süre kullanıldıktan sonra, M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında tahrip edilmiş. M.S. 5. yüzyılın başından itibaren kısmen çöplük olarak kullanılmaya başlandıktan sonra, aynı yüzyılın ikinci yarısında tamamen bir çöplüğe dönüşmüş. Bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar devam etmiş. Roma hamamında çalışmalara ilk olarak 2006 yılında başlanmış. Günümüze kadar iki ılıklık bölümü ve bir soğuk su havuzu toprak altından çıkarılmış. Çalışmalar sonucunda, ılıklık bölümlerinin bir zamanlar tabandan ve duvarların içinden ısıtıldığı anlaşılmış.

Şimdilik çalılık ve yeşilliklerle kaplı olsa da burada
bir antik tiyatro olduğu anlaşılıyor
Yaşanan tahribatlar nedeniyle tiyatronun sahne bölümünün planı henüz tam olarak anlaşılamamış

Yukarıda belirttiğim gibi, Parion’daki tiyatronun cavea, yani oturma bölümü, henüz çalılıklar ve yeşilliklerle kaplı. Ancak şeklinden dolayı, uzaktan baktığınız zaman bir antik tiyatro olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Buranın tiyatro olduğu, henüz yüzey çalışmaları yapılırken yaşanan bir çöküntü sayesinde anlaşılmış ve 2006 yılından itibaren kazı yapılmaya başlanmış. Uzmanlar, oturma kısmının doğuya ve denize bakıyor olmasından dolayı, Parion tiyatrosunun bu özelliği nedeniyle Afrodisias tiyatrosuna benzediğini belirtiyorlar. Günümüze kadar bulunan mimari büyük kalıntılar ile seramik parçalar ve sikke gibi diğer küçük buluntular yardımıyla tiyatronun ilk olarak M.S. 1. yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiğine karar verilmiş. M.S. 2. yüzyılın sonlarında onarılmış ve sahnesi yenilenmiş. Daha sonra, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle, M.S. 4. yüzyılın ilk yarısına kadar kullanılmaya devam edilmiş. M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmış ve çok fazla tahribata uğramış. Gerek ortasından bir sur geçirildiği belirtilen cavea bölümü gerekse sahne kısmı zarar görmüş. Açıklama tabelasında okuduğuma göre, bugüne kadar yapılan çalışmalardan sahne binasının planı konusunda tam olarak bir fikir elde edilememiş. Buna karşın, sahne tarafının en az iki katlı olduğu ve heykel ve kabartmalarla süslü olduğu sonucuna varılmış.

Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartma
Kabartmanın sol tarafında görülen tarım, hasat, bolluk ve bereket tanrıçası Demeter

Tiyatrodan çıkarılanların bulunduğu açık alanda inanılmaz güzellikteki kabartmaları inceler ve fotoğraf çekerken yaşlıca bir kişi yanımıza geldi. Bizi, “Hoş geldiniz”, diyerek selamladı. Aslında eski bir SAT komandosu imiş ama, o sırada kazı alanında çevirmenlik yapıyormuş. Kazı ekibi ile kimin arasında çevirmenlik yaptığını tam olarak anlayamasam da birkaç dakikalık bir sohbet sonucu kendisinin artık Parion ile bir gönül bağı olduğunu ve burada yapılan çalışmalarla gurur duyduğunu anladım. Arkeoloji merakı ve Parion kazılarına gösterdiği ilgi ışığında bize çok güzel bilgiler verdi. Tiyatrodan çıkan alınlıkta resmedilmiş olan Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartmayı özel olarak gösterdi. Ben de bu mitolojik efsanenin ve benzer kabartmaların Sicilya’da da çokça insanın karşısına çıktığını anlattım. Sicilya ve oradaki eski Yunan antik kent kalıntıları hakkında biraz daha konuştuk.

Hades Persephone‘yi kaçırır ve yer altı dünyasına götürür…
Bu sırada, güneş de tutulmuştur (yukarıda).
Persephone’nin kaçırılışı ve tutulmuş güneş
(Detay)

Efsaneyi çok kısaca özetlemeye çalışayım. Anadolu kültlerindeki tanrıça Kybele ile de sıkça ilişkilendirilen Demeter tarım, hasat, bereket ve bolluk tanrıçasıdır. Persephone, Demeter’in erkek kardeşi Zeus‘dan olma kızıdır. Bir gün, yer altı dünyasının tanrısı Hades Persephone’u çiçek toplarken görür ve âşık olur. Bu durumu kardeşi Zeus’a anlatır ve ondan aldığı izin ile Persephone’u kaçırıp, yer altı dünyasına götürür. Demeter kızını her yerde arar ama bulamaz. Hades’in kızını kaçırdığını öğrenince, tüm görevlerini ihmal eder. Tarım yapılamaz, hiçbir bitki büyümez, korkunç bir kıtlık olur ve insanlar ölmeye başlar. Felaketin son bulması için, Zeus kardeşi Hades’e Persephone’u annesine geri vermesini emreder. Ancak, Persephone yer altında birkaç nar tanesi yediği için, artık yeryüzünde sürekli yaşaması mümkün değildir. Her yıl ilkbaharda yerin üstüne çıkar. Bu zamanda annesi Demeter bitkilerin ve ekinlerin yeşermesine izin verir. Bolluk ve bereket olur. Sonbahar geldiğinde Persephone kocası Hades’in yanına dönmek zorundadır. Onun yokluğunda tohumlar yeşermez, hasat yapılamaz. Böylece, Yunan mitolojisinde mevsimsel döngü de açıklanmış olur.

Çıkarılan diğer kabartmalardan birkaçı

Tiyatrodan çıkan alınlıktaki figürler gerçekten çok güzeldi. Atlı savaş arabasına binmiş Demeter, Hades’in Persephone’u kaçırışı çok açık seçik görülebiliyordu. Bu efsane ile ilk karşılaşmam küçük yaşlarda, Roma‘daki Galleria Borghese‘de gördüğüm ve çok etkilendiğim, Gian Lorenzo Bernini‘nin (1598-1680) heykeli ile olmuştur. Persephone’nun, Latince adı Proserpina olarak anıldığı (heykelin adı Proserpina’nın Tecavüzü olarak geçer) bu heykeldeki usta işçiliğe bir çocuk olarak bile hayran olmuştum. Babam ile defalarca gittiğim Galleria Borghese’de her seferinde bu heykelin bulunduğu salona koşturarak gider ve Persephone’un yüzündeki dehşet ifadesine ve Hades’in güçlü parmaklarının kızın etine gömülmesine büyülenmişçesine bakardım. Öylesine gerçektir ki o parmakların gömülüşü, bir süre sonra insan o bedenin mermerden yapılma olduğunu unutur…

Agora ve dükkanlar

Parion antik kentinin merkezi olduğu belirtilen ve tiyatro, hamam ve odeonun bulunduğu bölgede, tahmin edilebileceği gibi, agora ve dükkanlar da yer alıyor. Ancak, verilen bilgilerde, buranın da yapımından sonra epeyce tahrip edildiği ve değişikliğe uğradığı belirtiliyor. Buluntulardan şu ana kadar varılan sonuç, buranın M.S. 2. yüzyıl sonuyla M.S. 4. yüzyıl başları arası bir zamanda yapıldığı yönünde. Sonradan, M.S. 5 ile 7. yüzyıllar arasında eklemeler yapılmış. Bölgede bulunan sikkelerden agora ve dükkanların M.S. 11-12. yüzyıllara kadar kullanıldıkları anlaşılmış.

Odeon
Kazı alanı olduğu için yakınına gidemediğimiz odeonun
bilgi tabelasından fotoğraflar. Çalışma yapan
Prof. Dr. Cevat Başaran ve buluntular

Pareon’da odeonu açık seçik görebilmek güzel bir sürprizdi. Kazı alanı olduğu için yakınına gitmemiz mümkün olmadı. Uzaktan bakabildik. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen odeon, ilk olarak 2009 yılında yüzey kalıntılarını inceleyen Prof. Dr. Cevat Başaran tarafından tespit edilmiş. Başlangıçta buranın bir stadyum olduğu düşünülse de 2010 yılında kazılar ilerledikçe ortaya çıkan cavea bölümünün kavisi sonucunda odeon olduğu anlaşılmış. Yapılan hesaplamalara göre buranın 950-1050 kişilik bir oturma kapasitesi olduğu tahmin ediliyor. Bir yangın geçirdiği anlaşılan sahne kısmında bir Artemis ya da Roma mitolojisindeki adıyla Diana heykeli parçalarına ve başka heykel parçalarına rastlanmış.

Yamaç Hamamı
Kent surlarından bir bölüm

Antik kentte son olarak, bir yamaçta yer alması nedeniyle bu şekilde anılan, Yamaç Hamamı tarafına yürüdük. Yapılan çalışmalar sonucu bir Roma dönemi hamamı olduğu saptanan yapının başlıca üç evre geçirmiş olduğu belirtiliyor. İlk evre, M.S. 1. yüzyıl olarak saptanmış. Bundan sonraki ikinci evrede (M.S. 3. ile 4. yüzyılın başları) çok yoğun olarak kullanılmış. Son olarak, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda eklemeler yapılmış ve kullanılmış. Çalışmaların devam ettiği yapıda su havuzları, su deposu, su boruları ve temiz su hattının parçası olan künklere rastlanmış.

Dönüş yolunda…
Kemer Balıkçı Barınağı
Kemer Köyü

Hava çok sıcak olmasına rağmen, Parion antik kentinden çok memnun ayrıldık. Büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir antik kenti gezmekten daha farklı bir heyecan yaşadık. Deniz kenarında, çok hoş bir konumu da olan kentte çalışmaların sürmesini ve gelecek yıllarda bir çekim merkezi olmasını diliyorum.

Yine Yeniden Çanakkale (2): Alexandria Troas ve Neandria

Nar Konak’ın sessiz ve sakin ortamında lezzetli bir kahvaltı yaptıktan sonra yola çıktık. Bir sonraki konaklama yerimiz olan Çanakkale’ye gitmeden önce iki antik kenti daha görmek istiyorduk: Alexandria Troas ve Neandria. Aslında konum olarak Assos bir başka antik ören yeri olan Chryse antik kentine çok yakın. Yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan Gürpınar köyündeki Chryse’nin Apollon Smintheion Tapınağı’ını Çanakkale’ye bir önceki gidişimizde görmüştük. Buradan Troia ile ilgili yazımda söz etmiştim. (Dilerseniz, link aracılığı ile okuyabilirsiniz). O zaman, vakit kalmadığı için, çok yaklaşmamıza rağmen Assos’a gitmemiştik.

Çanakkale Troia Müzesi‘nde sergilenen Alexandria Troas buluntuları
Figürün Başları
M.Ö. 3. yy. (Helenistik Dönem)
Alexandria Troas buluntuları
Çanakkale Troia Müzesi

Tarih boyunca birçok uygarlığın kurulup yıkıldığı bir coğrafyada böyle olmasının doğal olduğunu düşünsek de, Alexandria Troas’ın büyük bölümünün zeytinliklerin, tarlaların ve çalılıkların altında kaldığını görmek insanı üzüyor. Ülkemizde büyük olasılıkla bastığımız hemen hemen her yerin ve yerleşim alanlarının önemli bir kısmının altı tarihi zenginliklerle dolu. Bunların bazıları için, az da olsa, çözümler üretilebiliyor. Ama, Alexandria Troas gibi, belki yüzyıllardır ekilip biçilen tarım arazileri için sahiplerini tatmin edecek bir çözüm bulmak zor olsa gerek. Mecburen, geride kalan ya da görünür olan az sayıda eser ile yetinme durumu söz konusu sanırım şu anda. Bu zor şartlara karşın, Alexandria Troas’da kazılar 2011 yılından beri Ankara Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.

Bronz Heykel Eli
M.Ö. 1.yy (Roma Dönemi)
Alexandria Troas buluntusu
Çanakkale Troia Müzesi

Alexandria Troas antik kenti, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı olan Dalyan köyünün sınırları içerisinde bulunuyor. İzleyeceğiniz rotaya bağlı olarak, Assos’a yaklaşık 50 dakika ile bir saat arası bir uzaklıkta. Ancak, yukarıda belirtiğim  şartlar nedeniyle Alexandria Troas’a gittiğiniz zaman öyle derli toplu bir antik kent ile karşılaşmayı beklemeyin. Kent sadece bitki örtüsü altında kalmamış, bir de araba yolu nedeniyle ikiye bölünmüş. Bu nedenle, bazı kalıntılar yolun solunda, bazıları sağında, ağaç ve makilerin arasına saklanmış durumda.

Kent, M.Ö. 310 yılında Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından, Antigoia ismiyle  kurulmuş. İskender’in ölümünden sonra, yine onun komutanlarından Lysimachos tarafından bu isim değiştirilerek, İskender’in Troas’daki kenti anlamına gelen Alexandria Troas adını almış. Yapılan çalışmalar sonucu kentin bir zamanlar 8 kilometre uzunluğunda surlarla çevrili olduğu sonucuna varılmış. Kentin ilk kuruluşunda buraya, o dönemde çok gelişmiş ve nüfuzlu bir kent olan Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilerek büyük bir metropol yaratılmış. Limanı olması nedeniyle, kent kısa bir sürede çok güçlenmiş ve zenginleşmiş. O dönemde kuzeybatı Anadolu’nun en önemli ticaret merkezi haline gelen bu limanın kalıntılarını günümüzde biraz ilerideki Dalyan köyünün sahilinde görmek mümkün.

Podyumlu Tapınak
Alexandria Troas

Alexandria Troas özellikle Roma döneminde çok gelişmiş ve M.Ö. 188 tarihinde özgür ve özerk şehir staüsünü kazanmış. Çeşitli kaynaklarda bir dönem şehrin nüfusunun 100.000’ne ulaştığı belirtiliyor. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (M.S. 117-138) kentte büyük bir imar hareketi başlamış ve o zamanın en zengin kişilerinden Atinalı Herodes Atticus’un katkıları ile, Kaz Dağları’ndan su getiren bir su yolu ve kemeri ile birlikte, günümüzde çok az bir bölümü ayakta olan, büyük bir hamam inşa edilmiş. Herodes Atticus Hamamı olarak anılan bu hamamın yanına aynı zamanda bir de gymnasium yapılmış.

Forum Çeşmesi
Geriye maalesef bir tek yuvarlak kaidesi kalmış

Alexandria Troas’ın, erken Hristiyanlık döneminde de önemli bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. Bir önceki yazımda Assos’u ziyaret ettiğini belirttiğim Aziz Paulus deniz yoluyla gittiği Makedonya yolculuğuna buradan çıkmış.Yola çıkmadan önce, bir hafta kaldığı bu kentte vaazlar vermiş ve taraftar toplamış. Bu sebeple, Hristiyanlar için Alexandria Troas bir hac merkezi haline gelmiş. Kayıtlarda, M.S. 4. ve 5. yüzyıllar arasında üç yerel piskopos adına rastlanması, kentin bir zamanlar Hristiyanlık açısından önemli bir merkez olmasının kanıtı olarak görülüyor.

Tarih boyunca yoğun bir talana maruz kalan kentin
tapınağından geriye kalan sütunlar

Antik kentin denize yakın konumu, yerleşim yeri olmaktan çıktıktan sonra yoğun bir şekilde yağmalanmasını kolaylaştırmış. Taşları başka inşaatlarda kullanıldığı için kent adeta bir taş yığını haline gelmiş. 14. yüzyılda Troas bölgesine Karasioğulları yerleşmiş. 1336 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş. Bu dönemde de kentin taşları inşaatlar için kullanılmaya devam edilmiş. Sütunları İstanbul’un bazı camilerinde kullanılmış.

Büyük olasılıkla tapınağa ait süslemeler

Alexandria Troas’ın günümüze ulaşmış kalıntılarını gezmeye tapınaktan başladık. Yol kenarında, Dalyan yönüne giderken sol kolda kalan tapınağın hangi tanrı veya tanrıçaya adandığı konusunda ulaşabildiğim kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlayamadım. Bu konuda, tapınak çevresindeki açıklama tabelalarında da bir bilgi yoktu. Forum alanının ortasında yer aldığı belirtilen yapı, Podyumlu Tapınak olarak adlandırılmış. Temelinin 8 metre derine gittiği, 16,60 metre genişliği ve 23,65 metre uzunluğu olduğu belirtilen tapınak, İmparator Augustus dönemine (M.Ö. 27- M.S. 14) tarihlenmiş. Tapınağın yanındaki sundurmanın altında bu yapıya ait güzel süslemeleri, ayrıca açık alanda yere yatırılmış bazı sütunları görebilirsiniz. Podyumlu Tapınak ile odeon arasında kalan alanda Forum Çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşme olduğu belirtiliyor. M.S. 2. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı yazılan bu çeşmeden de geriye bir tek yuvarlak kaidesi kalmış. Bu bölge forum alanı olduğu için, çevresinde kentin sivil yönetim binalarının kalıntıları da var.

Forum alanındaki yapı kalıntıları
Korumaya alınmış bir yazıt

Kentin görülebilecek yerleri arasında bulunan Herodes Atticus Hamamı’nı görmek için geldiğimiz yöne doğru, araba ile birkaç yüz metre geriye gitmemiz gerekti. Hamamdan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez ama, ayakta kalabilmiş ve çelik iskeleler ile desteklenmeye çalışılmış kemerler, bir zamanlar yapının ne kadar görkemli olduğunu hissettiriyorlar. Açıklamalarda, M.S. 135 yılında inşa edildiği düşünülen hamamın Anadolu’da bilinen en büyük hamamlardan birisi olduğu yazılmış. Hamam ve yanındaki gymnasium büyük ölçüde 1809-1810 kışında yaşanan deprem sırasında yıkılmış. O nedenle, yapının özellikleri hakkında bilgi edinmek için 18. ve 19. yüzyıllarda buralara gelen gezginlerin eserlerinden yararlanılmış. Hamam çevresini gezdiğimiz sırada, iki görevli burada ilaçlama yapıyordu. Kendi ifadelerine göre, yaz mevsimi ile birlikte gelecek ziyaretçi sayısında beklenen artış nedeniyle bu işlem gerçekleştiriliyormuş.

Herodes Atticus Hamamı ve yanındaki gymnasium‘dan geriye kalanlar

Yolun karşısında, yine yeşilliklerin arasında, bir de anıtsal çeşme, nymphaion, kalıntısı var. M.S. 2. yüzyılın ortasında yapılan çeşmelerle aynı özellikleri taşıdığı ve yarım daire şeklinde olduğu ifade edilen nymphaion’dan da geriye pek bir şey kalmamış.

Anıtsal Çeşme
Nymphaion

Zamanımız kısıtlı olduğu için biz, kentin en yüksek noktasında olduğu belirtilen tiyatroya gitmedik. Belirtildiğine göre buradan, kent manzarası dışında, Çığrı Dağı’nın tepesindeki Neandria, Midilli Adası, Bozcaada ve Çanakkale Boğazı da görülebiliyormuş. Ayrıca, 21. yüzyılın başında Alman arkeologların yaptıkları kazılar sonucu M.Ö. 100 civarında yapılmış olabilecek bir stadyum bulunduğundan da söz ediliyor.

Alexandria Troas’ın antik liman kalıntılarını Dalyan köyünün
sahilinde görmeniz mümkün

Bu bölgede görebileceğimiz kalıntılardan sonra sahildeki Dalyan köyüne doğru yola çıktık. Köye vardığımızda epeyce şiddetli esen, rüzgarlı bir hava ile karşılaştık. Deniz de çok çırpıntılı idi. Biraz sorduktan sonra, Alexandria Troas’ın büyük ölçüde suyun içinde kalmış liman kalıntılarını görmek için sahil boyunca yürüdük. Kumdan fışkıran bitki ve çiçekler çok güzeldi. Bir süre sonra kumsalda kıyıya paralel uzanan duvar kalıntılarını ve suyun içinde de, dalgaların dövdüğü sütunları gördük.

Suyun içinde kalmış liman kalıntıları

Alexandria Troas’ın antik limanının bulunduğu Dalyan köyünde ilginç bir doğa oluşumu da görmek mümkün. Suyun içindeki sütunların karşısında, çok yüksek olmayan bir kumul tepesinin ardında, Kalpli Göl olarak bilinen küçük bir göl yer alıyor. Bu isim ile bilinmesinin iki nedeni var. Birincisi, şeklinin bir kalbe benzemesi, ikincisi ise, yılın belli zamanında suyun pembe ya da kırmızı  bir renk alması. Bunun sebebi olarak, sıcaklık ve tuzun arttığı dönemlerde dunaliella salina (su yosunları) olarak bilinen mikroskobik bitkisel canlıların fazlaca üremesi gösteriliyor. Söz konusu renk değişikliği özellikle eylül ayında olurken, kasım ve aralık ayının bazı günlerinde de yaşanan sıcaklık değişiklikleri sonucu görülebiliyormuş. Uzmanlara göre, dünyanın farklı bölgelerinde buna benzer sekiz tane göl varmış.

Kalpli Göl‘ün yılın belli dönemlerinde görülen kırmızımsı hali
Kaynak: www.canakkaletravel.com
Fotoğraf: Cihan Kurnaz/Çanakkale
Baharda gittiğimiz için gölü renkli görmeyi beklemiyorduk zaten ama,
kuraklık nedeniyle gölün suyu da azalmıştı

Hava çok sıcak, güneş ise çok yakıcı idi. Buna karşın, planladığımız gibi, yakınlarda olduğunu düşündüğümüz Neandria antik kentine de gitmeye karar verdik. Navigasyon uygulamasından Neandria’yı bulduk ve yola koyulduk. Yollarda antik kenti gösteren hiçbir tabelaya rastlamadık. Uygulama bizi önce bir taş ocağına götürdü. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama, internette bu taş ocağının antik çağlarda da inşaatlar için kullanıldığı yazılıydı. Aklıma Sicilya’daki Selinunte antik kentinin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı tarihi taş ocakları ve Siracusa’da yine aynı amaç için kullanılan Grotta del Salnitro mağarası geldi. Ancak, burada öyle gezilecek ne bir tarihi taş ocağı ne de antik bir kent vardı. Doğal çimenlik bir alanda araba ile ilerledikten sonra, toprak yol da bitti. Mecburen geri döndük ve yakında görünen Koçali köyüne gittik. Sıcakta etrafta hiç kimseler yoktu. Köy kahvesinde oturan birkaç kişi gördük. Onlara sorduk. Önce yanlış geldiğimizi söyledikten sonra, bir süre kendi aralarında tartıştılar. Sonunda, içlerinde bu konuda daha bilgili görünen bir adamın ısrarı üzerine, bizi Kayacık köyüne yolladılar. Antik kente köyün içinden çıkılacağını söylediler.

Kayacık köyünü de bulmak çok kolay olmadı doğrusu. Ana yoldan köye doğru saparken üzerinde Neandria yazan bir tabela görünce ümitlendik. Ama, hem yazının çok silik olması hem de tabelanın renginin genelde antik ya da turistik yerleri yönlendirenler gibi kahverengi olmaması beni biraz şüphelendirdi. Köye vardığımızda etrafta bir tek insan yoktu. En yakın gölgeye doğru koşturan birkaç tavuk dışında hayvan da görünmüyordu ortalıkta. Güneşin en tepe noktaya ulaştığı saatlerin kavurucu sıcağında sanki köydeki tüm canlılar derin bir uykuya dalmışlardı. Köyün parke taşlı sokaklarında bir iki tur attık. Yoldan ve binaların duvarlarından alev topu gibi bir sıcaklık yansıyordu. Derken, 7-8 yaşlarında iki kız çocuğu gördük. Biz, antik kent falan diye derdimizi anlatmaya çalışırken, içlerinden birisi,

– Kaleyi mi arıyorsunuz siz? diye sordu.

Kentin surları olduğunu okumuştum.

– Evet, dedim.

Çocuk, biraz ileride, sağ tarafta göreceğimiz yokuştan yukarı doğru çıkmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür ettik ve söylediği tarafa yöneldik ama çocukların doğru yolu bilip bilmediklerinden de emin olamadık. Yolun başlangıç noktasında da Neandria ile ilgili hiçbir tabela yoktu. Tam o sırada genç bir adam belirdi. O da aynı tarifi yapınca, başladık araba ile tırmanmaya. Kıvrımlı ve asfalt yolda tahminimden daha uzun süre çıktık. Etrafta ne bir canlı ne de gelip geçen bir araba vardı.

Neandria, Alexandria Troas’tan aşağı yukarı 13 kilometre içeride, Çığrı Dağı’nın 500 metre yükseklikteki tepe noktasında kurulmuş bir kent.  Prof. Dr. Ekrem Akurgal’a göre, 1400 metre uzunluğunda ve 450 metre genişliğinde bir alanı kaplıyor. Kent, 1899 yılında, Alman arkeolog Robert Koldewey tarafından kazılmış. Kentin etrafına kalınlığı 3 metre, uzunluğu 3200 metre olan çokgen bir sur yapılmış. Kentin kuruluşu hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber, büyük olasılıkla M.Ö. 5. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bu varsayım, Neadnria’da bulunan ev kalıntılarına göre bu yapılarda en az 100 sene yaşandığı ve daha sonra, M.Ö. 310 yılında Alexandria Troas kurulduğu zaman, kentin tamamen terkedildiği bilgisine dayandırılıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Alexandria Troas kurulduğu zaman buraya, Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilmiş.

Kent duvarları içinde bulunan, daha eski dönemlere (M.Ö. 6 yy.) ait ve daha kısa bir surun dağın en yüksek noktasındaki akropolü çevrelediği belirtiliyor. Akurgal’a göre, Neandria’daki en önemli yapıt, M.Ö. 600 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen tapınakmış. Zamanında sütunları tahtadan olan tapınağın Aeolik tarzda yapılmış sütun başlıkları günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. (Aeolis, antik çağda Batı Anadolu’nun kuzeyindeki bölgeye verilen isim. M.Ö. 1000 yılının başından itibaren, Yunanistan’dan göç eden Aeol halkı önce Midilli Adası’nda daha sonra Troas bölgesinde kentler kurmuşlar).

Çığrı Dağı’nı biraz endişe duyarak tırmandık. Bir süre sonra oldukça sağlam görünen kent duvarları ile karşılaştık. Yol da bu sırada bir düzlükte bitti. Arabayı park ettik. Sanırım, önce ben indim. Toprak göz alabildiğine doğal bir çim ile kaplıydı ve etrafta bol miktarda koyun pisliği vardı. Belli ki, köyün çobanı hayvanları otlamaları için buralara çıkarıyordu. Bunda yadırganacak bir durum yoktu. Ancak, hayatımda o güne kadar hiç deneyimlemediğimiz bir şeyi yaşamak için bir iki adım atmamız yetti. Toprağa bastığımız her adım ile birlikte yerden iri böcekler havalanıp, kimi zaman bacaklarımıza çarpmaya başladı. Kelimelerle anlatması zor, son derece rahatsız edici bir durumdu. Buna karşın, söylenerek de olsa, surlardaki bir açıklığa doğru yürümeye devam ettik. Kent surları bu noktada yıkılmış mıydı, yoksa burası kentin kapılarından birisiydi de çökmüş müydü, emin olamadım ama, zorlukla da olsa, taşların üstünden atlayarak, içeriye girdik.

Neandria kent surları

Her gidilen yer insana yeni bilgiler ve farklı deneyimler sunar. Pek çok şey öğrenilir. En azından benim için gezmek bu demektir. Elbette bu maceradan da öğrendiklerim oldu. Bunların ışığında size önerim şu olacaktır. Eğer devletimiz antik kent veya diğer ören yerleri ile ilgili yol tabelası koymamışsa, bir bildiği vardır. Bu demektir ki, gitmeseniz de olur…

Surların ötesi…

Ne kadar talan edilmiş ya da henüz yeteri kadar gün yüzüne çıkarılmamış olursa olsun, genel olarak bu tür yerlerde ilgimi çeken bir detay yakalarım. Neandria’da ise, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şey yoktu. Duvarı aştıktan sonra, yer yer kayaların yükseldiği bir düzlükten başka etrafta bir şey görünmüyordu. Belki kaya olarak görünenlerin bir kısmı eski yapı parçaları idi. Binlerce yıllık doğal aşınmalar sonucu doğa ile bütünleşmişlerdi. Bilemiyorum. Kent duvarları içerisinde de o tuhaf böcekler bizi rahat bırakmadı. Her adımda onlarcası adete yerden fışkırmaya ve sağa sola uçuşmaya devam etti. Biraz da bu nedenle, bir an önce oradan ayrılmaya karar verdik. Akurgal’ın kitabındaki çiziminde yer alan akropol ve tapınağın nerede olduklarına uzaktan bile bakmadan arabaya döndük.

Belki de bu taş yığını, elimdeki krokide yer alan yapılardan biriydi

Bu tuhaf deneyimin ardından, ancak akşam Çanakkale’de gittiğimiz Yalova restoranda kendimize geldik diyebilirim. Önceki gidişimizde olduğu gibi, birbirinden güzel mezeler eşliğinde günün yorgunluğunu attık. Buzlu rakı ile birlikte tuzlu sardalya, enginar fava, Atatürk (börülce, tahin ve çeşitli baharatlarla yapılıyormuş), salata ve barbunya balığı yedik. O gün gördüklerimizin yanında, ertesi gün gideceğimiz antik kenti konuştuk. Tüm gezimizin odak noktası olarak planladığımızı söyleyebileceğim o kenti bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Not: Bu yazıyı yazarken, sinema yönetmeni Reha Erdem’in 2023 yılında Koçali köyünde ve Neandria’da çektiği, Neandria isimli bir film olduğunu öğrendim. Merak ettim doğrusu…

Yine Yeniden Çanakkale (1): Assos

Yaşamın hızı yazı yazmanın hızını kat kat aşınca, günlükler de bloglar da geri kalıyor. Bir de bakıyorum, hakkında yazmak istediğim bir sürü yere gitmişim, bir sürü bilgi, belge ve fotoğraf biriktirmişim ama, hiçbirini yazamamışım. İşte bu yazı ile başladığım seri de o geriden gelenlerden birisi. Yaklaşık iki sene önce gittiğimiz Çanakkale ve çevresine ertesi sene tekrar gittik. Amacımız, o muhteşem Troia Müzesi’nde gördüğümüz harika eserlerle aklımıza düşen yörenin diğer antik ören yerlerini mümkün olduğunca gezmekti. (Troia Müzesi hakkındaki yazıma bağlantıya tıklayarak erişebilirsiniz). Elbette bu kez de hepsine gidemedik çünkü, Çanakkale ülkemizde sınırları içinde en çok antik kent bulunan illerimizden biri. Farklı kaynaklara göre 200’den fazla oldukları belirtilen bu antik kentlerin büyük çoğunluğu günümüzde 18 Mart Üniversitesi tarafından kazılıyor.

Gezeceğimiz ilk antik kentin Assos olmasına karar vermiştik. Assos’un zaman zaman tek “s” ile yazıldığını da görebilirsiniz. Bu genellikle, Türkçe olarak bu yöre için kullanılan isim. Ancak, antik kentin doğru yazılışı Assos. Günümüzde antik kentin bulunduğu köyün adı ise, Behramkale. Köyün Assos antik kenti ile iç içe olması nedeniyle burası aynı zamanda, antik çağlardan beri insan yaşamının devam ettiği bir yerleşim yeri olma özelliğini de taşıyor.

Assos antik kentindeki Athena Tapınağı‘ndan Midilli‘ye (Lesbos) bakış
Assos antik kenti ile iç içe olan Behramkale yüzünü karaya dönmüş

Assos ve Behramkale, denizden 236 metre yükseklikte, volkanik bir tepe üzerine kurulmuş. Söz konusu tepe, Antik Çağ’da adı Satnioesis olan, yakındaki Tuzla Çayı’nın adeta denize kavuşmasını engelliyor. Çay, batıya doğru kıvrılıyor ve ileride Ege Denizi’ne dökülüyor. Gerek antik kentte gerekse köyde yapılar andezit denilen, yine volkanik oluşumlu taşlardan yapılmış. Buralara en son gelişimin üzerinden neredeyse otuz sene geçmiş. Sanırım o zaman, ülkenin genel durumu da çok fazla gelişmiş olmadığı için, beni Behramkale köyünün hali bu sefer olduğu kadar çarpmamıştı. Daha doğrusu, köyün hali yerine köyün halkı demem daha doğru olacak. Koruma altındaki köyde, köy halkının oturduğu evler dışında, çoğunluğu İstanbullu zenginlere ait, çok güzel taş evler var. Bunların bir kısmı otel aynı zamanda. Taş döşenmiş ara sokakların çok dar ve yer yer dik olmalarının dışında bir sorun yok. Ancak, köy halkını bu devirde ve özellikle Ege’de görmeye alışkın olmadığımız kadar gelişmemiş görmek beni çok şaşırttı. Giyim kuşamları ve hal tavırları ile, Türkiye’nin epeyce eski dönemlerinden kalmış gibiydiler. Doğu veya Güneydoğu’da görsem belki yadırgamayacağım kıyafetler içinde olmaları ve üstelik onca gelen yerli ve yabancı ziyaretçiye karşın, değişmek ister gibi bir hallerinin olmaması beni etkiledi. Denizden çok da uzak olmamalarına rağmen, Ege kıyılarının ahalisinden epeyce farklıydılar.

Behramkale‘nin dar sokakları ve otelimize gidiş

Assos antik kenti denize ve hemen karşısındaki Midilli adasına doğru bakan bir konumda. Osmanlı döneminde, antik kent surları içinde kurulan Behramkale köyü ise, tepenin karaya bakan tarafında kurulmuş. Denize yakın ama aynı zamanda denizden kopuk. Köyün limanı, antik çağlarda olduğu gibi, tepenin dibinde. Yukarıda belirttiğim gibi, köy koruma altında ama, bu tip yerlerde sıkça rastlandığı üzere, dikkatli bakınca yasak ve kısıtlamaları delen yapı örnekleri görmek mümkün. Behramkale’de bizim kaldığımız Nar Konak ise, bu gibi yerlerde başarılı restorasyonlarla eski yapıların turizme kazandırılması konusunda örnek olabilecek bir işletme. Sahipleri olan çift, profesyonel bir kariyerden sonra, 2013 yılında bu tarihi binayı almış ve restore etmiş. Taş binanın ve beş seviyeye yayılan bahçesinin her köşesi ince dokunuşlarla dekore edilmiş. Konaktaki beş odanın ayrı girişleri var. Oda-kahvaltı hizmeti verilen işletmede sabahları kahvaltınızı bahçede bir zeytin ağacının altında veya taşlık bölümde yapabilirsiniz. Biz gittiğimiz zaman otel boş olduğu için, dilediğimiz yeri seçme şansımız da oldu. Bahçenin geceleri de bambaşka bir ambiyansı var. Gecenin sessizliğinde, ay ışığı ve yıldızların altında tepedeki Hüdavendigar Camii’ni seyretmek çok güzel.

Nar Konak ince ayrıntılarla dolu

Gittiğimiz ilk akşam limandaki Uzun Ev’de yemek yedik. Gerek restoranın konumu gerekse yemeklerden başta memnun kaldık. Yerken her şey gayet lezzetli geldi. Ancak daha sonra, gece, eşimin de benim de midelerimizdeki ağırlık rahatsızlık verdi. Bu durumlara karşı, yıllardan beri  yurt içi ve yurt dışı gezilerde yanımdan ayırmadığım Alka Seltzer benim için yine kurtarıcı oldu. İçki ve fazla yemek sonrası, bir bardak suya attığım iki tablet bana hep iyi gelir.

Otelin bahçesinde, ay ışığı ve yıldızların altında tepedeki Hüdavendigar Camii‘ni seyretmek çok güzel

Köyden restoranların bulunduğu liman bölgesine yürüyerek de inmek mümkün ama, doğrusu bunu önermem. Her şeyden önce, çok yakın değil. Kıvrılarak inen bir yol. İkincisi, dönüşte epeyce bir yokuş çıkmak zorundasınız.

İlk akşam yemek yediğimiz Uzun Ev köyün aşağısındaki liman bölgesinde
Yahya Usta‘dan dondurma yemeyi de ihmal etmedik

 Liman bölgesi, bölgenin coğrafi yapısı gereği çok dar bir alan. O nedenle, park yeri bulmak bir hayli zor. Neyse ki, restoranlar bu konuda yardımcı oluyorlar. Rezervasyon yaptırırken sormakta yarar var. Bu bölgede son yıllarda yeni oteller açılmış. Mimari açıdan çevrenin dokusu ile uyumlu, gözü rahatsız etmeyen yapılar bunlar. Ancak, mendireğin üzerine yürüyüp bölgeye karşıdan bakınca, hemen arkada yükselen yamaçta devlet eliyle yapılan doğa katliamı insanın hem içini kanatıyor hem de isyan ettiriyor.

Tepeden liman bölgesine bakış
Mendirekten liman manzarası ve arka tarafta devlet
eliyle acımasızca traşlanan tepe

Ertesi gün, kahvaltıdan sonra, önce Assos antik kentinin tepe noktasındaki Athena Tapınağı’nı ve onun yakınındaki Hüdavendigar Camii’ni, daha sonra da antik kentin kalanını gezmeye karar vermiştik. Kent aşağıya doğru oldukça eğimli bir yapıda. Bir kaynakta antik kentin biri tepede, diğeri aşağıda, tiyatronun olduğu bölgede, olmak üzere iki kapısı olduğunu okumuştum. Sıcakta yokuş çıkmak zorunda kalmamak için önce tapınağı gezmeye, sonra araba ile aşağıdaki kapıya giderek, kentin aşağı kısmını gezmeye karar verdik.

Hüdavendigar Camii’nin otelin bahçesinden
gündüz görünümü
14. yüzyılda yapılan caminin “son cemaat’ bölümündeki kemerleri taşıyan sütunlar ve sütun başlıkları antik kentin agora yapılarından getirilmiş

Kesin olmamakla birlikte, Assos ilk olarak M.Ö. 13. yüzyılda Hitit kaynaklarında adı geçen Assuwa ve Pedasos ile ilişkilendirilmiş. Daha doğru olduğuna inanılan bilgilere göre, kent M.Ö. 7. yüzyılda karşısındaki Lesbos (Midilli) adasında bir şehir olan Methymna’nın halkı tarafından kurulmuş. M.Ö. 6. yüzyılda (M.Ö. 560-546) Lidya Krallığı’nın, daha sonra (M.Ö. 546) bölgedeki diğer kentlerle beraber Pers Krallığı’nın hakimiyeti altına girmiş. Bu sırada, M.Ö. 540-530 yılları arasında kentin akropolünde Athena Tapınağı inşa edilmiş. Assos, M.Ö. 478 yılında Atina Deniz Birliği’ne (Attik Delos) katılmış. M.Ö. 365 yılında Pers valisi Ariobarzanes, Pers Kralı Artaxerxes’e baş kaldırınca Assos kentini kuşatmış ancak, başarısız olmuş ve yenilmiş. Bundan sonra kent, banker Euboulos tarafından yönetilmeye başlanmış. 15 yıl süren bu dönemden sonra, yönetim Euboulos’un hadım kölesi Hermias’a geçmiş. Hermias’ın bir özelliği, filozof Plato’nun  öğrencisi olması. Bu sayede, ünlü filozofun bir başka öğrencisi olan Aristotales, Hermias’ın daveti üzerine geldiği Assos’ta üç yıl (M.Ö. 348-345) kalmış. Plato’nun öğrencilerinden Erastos, Koriskos ve Ksenokrates de kendisine katılmışlar. M.Ö. 345 yılında Hermias’ın Persler tarafından öldürülmesi bu mükemmel entelektüel ortama son vermiş. Filozoflar Assos’tan ayrılmışlar.

Camide uygun olmayacağı için, Ezine yakınlarındaki bir kiliseden getirilen kapı çerçevesinin üstündeki iki haçın (sağda ve solda) yatay kolları kazınarak yok edilmiş

Ege bölgesindeki pek çok antik kentte olduğu gibi, Assos’ta Pers hakimiyetine M.Ö. 334 yılında Büyük İskender son vermiş. M.Ö. 241 yılında, kent Pergamon Krallığı’na geçmiş. Bu yönetim, M.Ö. 133 yılında Pergamon’un Batı Anadolu’daki topraklarının vasiyet yoluyla Romalılara kalmasına kadar sürmüş. M.S. 16 yılında ünlü Romalı general ve politikacı Germanicus, eşi ve ileride Roma İmparatoru olacak oğlu Caligula ile birlikte Assos’u ziyaret etmiş. M.S. 56-57’de ise, Hristiyanlar için önemli bir figür olan Aziz Paulus Assos’a gelmiş ve vaazlar vermiş. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasından sonra Assos da bir Bizans kenti haline gelmiş. Ancak Bizans yönetimi 1453 yılına kadar sürecek kesintisiz bir evre olmamış. Bu dönemde Assos birkaç kez el değiştirmiş. 1080 yılında Selçuklu Sultanı Süleyman’ın Troas’ı (Çanakkale ilimizin bulunduğu bölge) ele geçirmesinden sonra, 1081-1097 yılları arasında burası Selçuklu Çaka Bey tarafından yönetilmiş. 1097 yılında şehir Bizanslılar tarafından geri alınsa da, kısa bir süre sonra, 1204 yılında, o dönemdeki adıyla, Konstantinopolis ile birlikte, Latin istilasına uğramış. 1261 yılında, Bizans topraklarındaki Latin işgalinin sona erdirilmesi ile birlikte, Assos tekrar Bizans topraklarına katılmış. Osmanlının bölge ile birlikte Assos’u alması 14. yüzyılda olmuş. Yukarıda sözünü ettiğim cami ve Tuzla Çayı’nın üzerindeki zarif köprü bu dönemde yapılmış.

Caminin, yörede aynı dönemde yapılmış benzerleri gibi, kare bir planı var

Assos antik kentinde ilk kazılar 1881-1883 yılları arasında, T. Clarke ve F.H. Bacon başkanlığında, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılmış. Uzun bir aradan sonra kazılar, 1981-2005 yılları arasında, Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu’nun başkanlığında 18 Mart Üniversitesi tarafından yürütülmüş. Çalışmalar 2006 yılından beri, yine aynı üniversiteden Prof. Dr. Nurettin Arslan ve ekibi tarafından sürdürülüyor.

Sabah Nar Konak’ta yaptığımız güzel bir kahvaltıdan sonra, ne çok erken ne de çok geç olmayan bir saatte, Hüdavendigar Camii ve Athena Tapınağı’nı gezmek üzere yaya olarak yola koyulduk. Birbirine çok yakın olan bu iki eser, otelimizden tepeye doğru kısa bir yürüyüş uzaklığında idi. Ancak, arazinin topoğrafyası gereği, bazı yerler oldukça dik.

Cami, ören yerinin girişinin hemen yanında ama içeriden oraya geçemiyorsunuz. O nedenle ya antik kente girmeden gezmeniz ya da çıktığınız zaman o yorgunlukla unutmamanız gerekiyor. Behramkale Hüdavendigar Camii, tam olarak Assos akropolünün kuzeyindeki kayalığın üzerinde yer alıyor. Caminin, 1362 yılında bu bölgenin Sultan I. Murat Hüdavendigar (1362-1389) tarafından Osmanlı topraklarına katılmasından hemen sonra yapıldığı tahmin ediliyor. Caminin içindeki, çok ilginç bulduğum, gemi ve bitki desenleri ile geometrik süslemelerin ise çok daha sonra, 19. yüzyılda yapıldıkları düşünülüyor.

Caminin duvarlarındaki figürlerin 19. yüzyılda yapıldıkları belirtiliyor

Hüdavendigar Camii’nin yapımında antik kentin taşları kullanılmış. Bu, yurt dışında da yapıldığını gördüğümüz bir uygulama. Gezdiğim birçok kilise ve katedralde aynı durumla karşılaşmışımdır. (Bunların arasında şüphesiz en unutamadığım, Sicilya’nın Siracusa kentinin Duomo’sudur). Caminin “son cemaat’ bölümündeki kemerleri taşıyan sütunlar ve sütun başlıkları antik kentin agora yapılarından getirilmiş. Üzerinde Yunanca yazılar ve üstü kazınmış haç bulunan mermer kapı, Ezine yakınlarındaki Skamandros’da bulunan bir kiliseden getirilmiş. Bu camide olduğu gibi, harim, yani ibadet kısmı kare şeklinde olan camiler bölgenin diğer yerlerinde de (Ezine, Kemalli Köyü, Tuzla) varmış. Hüdavendigar Camii sayısız deprem ve doğal afet nedeniyle tarih boyunca birçok kez hasar görmüş ve onarılmış. En son olarak, 2007 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş.

Tahmin edilebileceği gibi, Athena Tapınağı
akropolün en yüksek noktasında

Camiden sonra giriş yapabileceğiniz alan, Assos antik kentinin akropol bölgesi oluyor. Antik Yunan dünyasındaki diğer akropoller gibi burası da şehrin en yüksek noktasında. Belirtildiğine göre, söz konusu alan M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kutsal alan ve savaş zamanı sığınma alanı olarak kullanılmış. Akropolün en yüksek düzlüğünün üzerinde ise, kentin koruyucu tanrıçasına ithaf edilmiş olan Athena Tapınağı var. Tapınak alanından bakıldığında Edremit Körfezi, Tuzla Çayı vadisi ve karşıdaki Midilli’yi kapsayan şahane bir manzara var. Burası doğal olarak fotoğraf çektirmek için son derece popüler bir yer. Son yıllarda sosyal medya eliyle teşvik edilen insanların “artistik” fotoğraf çektirme merakı nedeniyle, sadece mekanı ya da manzarayı çekmek isteyenlerin işi bir hayli zor. Başka insanları karenize katmadan, belli bir açıdan çekim yapabilmek için epeyce beklemeniz, fırsatı yakalayınca da hızlı davranmanız gerekiyor. Bu gibi durumlarda, “Meğer ne çok insanın içinde fotomodel olma arzusu varmış”, diye düşünmeden edemiyorum.

Fotoğraf çektirenlerden fırsat bulup, bu şahane manzarayı poz veren insanlarsız yakalamak epeyce zor oldu
Eldeki verilere dayanılarak yapılan tapınağın maketi

Yukarıda belirttiğim gibi, Athena Tapınağı’nın M.Ö. 540-530 yıllarında inşa edildiği düşünülüyor. Aslen Dorik tarzda yapılmış olan tapınak, Profesör Ekrem Akurgal’a göre, frizlerindeki (Antik Yunan ve Roma yapılarında, tavan kirişiyle çatı arasında kalan, üzeri boydan boya kabartmalarla süslü kısım) süslemeler nedeniyle İyonik özellikler de taşıyor. 14,3 x 30,31 metre boyutlarındaki tapınak, Anadolu’nun en eski Dor tapınağı olarak kabul ediliyor. Vaktiyle tapınağın uzun kenarlarında 13, kısa kenarlarında 6 sütun bulunuyormuş. Tamamen andezit taşı kullanılarak yapılmış. Tapınaklarda sadece din adamlarının girmesine izin verilen cella bölümünün tabanındaki Helenistik dönemde yapılmış mozaik Assos’da yapılan ilk kazılar sırasında sağlam durumda bulunmuşken, günümüzde ne yazık ki kayıp. Ne zaman kaybolduğu ve nerede olduğu konusunda hiçbir bilgi yok. İlk kazılardan önce, 1838 yılında, Sultan II. Mahmut’un izniyle Fransız arkeolog Desiré-Raoul Rochette tapınağın bazı parçalarını bir savaş gemisine yükleyerek Paris’e götürmüş. Bu eserler halen Louvre Müzesi’nde sergileniyorlar. 1881-1883 yılları arasında Amerikalıların yaptığı kazı sırasında, yapılan anlaşma gereği, bulunan eserlerin bir bölümü Boston’daki Museum of Fine Arts müzesine, bir bölümü ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş. 2010 yılında yapılan restorasyon sırasında bazı eksik parçalar orijinal andezit taşından yeniden üretilmiş. O nedenle günümüzde tapınakta daha çok sayıda sütun görebiliyoruz. 30 sene önce sayıları bu kadar değildi gibi hatırlıyorum.

Assos Athena Tapınağı, Roma dönemine kadar kutsal alan olma özelliğini korumuş. Romalılar dönemindeki kullanımı ile ilgili arkeolojik kanıta rastlanmamış. Doğu Roma (Bizans) döneminde akropolün çevresi surlarla çevrilerek, burası bir iç kale haline getirilmiş. Kentin çevresinde ayrıca M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış, 3 kilometre uzunluğunda muhteşem duvarlar olduğunu da belirtmeliyim. Çok etkileyiciler. Bu duvarların Antik Yunan dünyasından günümüze en bütün şekilde kalmış surlar oldukları belirtiliyor. Bizanslılar ayrıca tepenin savunma açısından en zayıf olduğunu düşündükleri kuzey ve doğu kenarlarına 5 adet burç yapmışlar. Bu dönemde iç kale bölgesinde, tapınağın çevresine yapılan yapılar depolama ve konaklama için kullanılmış. Kuzeydeki kare şeklindeki burcun arkasına, ana kaya kesilerek, yapılan sarnıç 1950’li yıllara kadar köy halkının su ihtiyacını karşılamış. Tapınağın kuzey tarafına 1950’li yıllarda bir yel değirmeni yapılmış. Son olarak, akropol bölgesinin batı tarafındaki terasta Erken Osmanlı dönemi konutlarının kalıntılarına rastlandığını da ekleyeyim. Önümüzdeki yıllarda yapılacak kazılarla bu döneme ait başka kanıtlar da bulunabilir.

Helenistik döneme ait mozaiğin günümüzde kayıp olması ne acı

Hüdavendigar Camii’ni ve kentin akropol bölgesini gezdikten sonra, antik ören yerinin aşağıdaki bölümlerini gezelim dedik. Bu bölgeye genelde, bizim gibi arkeolojiye özel ilgi duyanların dışında, çok fazla inen yok. Athena Tapınağı’na ilgi de daha çok fotoğraf çektirme amaçlı aslında. Yukarıda belirttiğim gibi, antik kentin aşağıda da bir kapısı olduğunu okuyunca, sıcakta geri çıkma zorluğunu düşünerek, oraya araba ile gitmeye karar vermiştik. Otele dönüp arabayı aldık. Doğrusu bu çözümü düşündüğümüz için kendimizden çok memnunduk çünkü, bu arada hava iyice ısınmış, güneş ışınları çok yakıcı olmaya başlamıştı. Bu noktada, o günkü tedbirsizliğimin sonucunu bütün yaz estetik olarak çok kötü bir şekilde çektiğimi söylemeliyim. Yarım kollu bir tişört giymiştim. Kollarımın açıkta kalan yerleri inanamayacağım kadar hızlı bir sürede güneşten yandı ve kıpkırmızı oldu. Kırmızılıklar sonradan geçtiyse de, yanık izi bütün yaz geçmedi. Bu acı deneyimden sonra, yazın güneşli havada arkeolojik yerleri gezerken ince, pamuklu, uzun kollu ve tercihan beyaz gömlek giymeye başladım. Arkeologlar, kazılar sırasında çalışmalara çok erken saatte başlayıp öğlen olmadan işi bırakmalarına karşın, boşuna uzun kollu giyinmiyorlarmış.

Bizanslılar tarafından yapılan sarnıçlar 1950’li yıllara
kadar köy halkı tarafından kullanılmış

Biz, kıvrılan ana yolu takip ederek, araba ile aşağı kapıya mutlu mesut yöneldik ancak, anlaşılan devletimiz ziyaretçilere o sıcakta öylesi bir kolaylık göstermeye hiç niyetli değilmiş. Gittiğimizde, demir kapıyı zincirli bulduk. Burada da bir bilet bölümü ve bekçi kulübesi olmasına rağmen, hiç kullanılıyormuş gibi bir hali yoktu. Büyük olasılıkla, aşağı kapıda istihdam edilecek bir fazla kişinin maaşından tasarruf etmek, yetkililer tarafından ziyaretçileri düşünmekten daha önemli görülmüştü. Çaresiz, arabaya bindik ve gerisin geri yukarıdaki kapıya gittik.

Aşağı kapı zincirli olduğu için sadece tel örgülerin arasından tiyatronun fotoğrafını çekmekle yetinip, araba ile tekrar yukarı
kapıya gitmek zorunda kaldık.

Yukarıdan antik kente akropolün kuzeyinde yer alan Hüdavendigar Camii’nin arkasından ve burada bulunan Orta Çağ’dan kalma kulenin yanından dolanarak giriyorsunuz. Yokuş aşağı inişte bir sorun yok. Güzel bir yürüyüş yolu da yapılmış. Kendinizi bırakıveriyorsunuz. Esas sorun, birkaç saat sonra geri tırmanmakta…

Assos antik kentine inen yürüyüş yolu.
Hüdavendigar Camii’nin yanındaki kule Orta Çağ’da yapılmış.

Assos antik kentinin en iyi korunan kalıntılarının başında şüphesiz kent surları geliyor. Görür görmez insanı etkileyen bir heybetleri var. 3-4 metre kalınlığında ve harç kullanılmadan yapılmışlar. Maalesef, 19. yüzyılın başlarına kadar deniz tarafına bakan duvarların taşları başka kentlerde yapılan inşaatlar için talan edilmiş. Arkeologlar duvarların, farklı örgü yapıları nedeniyle, M.Ö. 6 ile 4. yüzyıllar arasında yapıldıklarına karar vermişler. Ancak, surların büyük bölümünün M.Ö. 4. yüzyılda yapıldıkları saptanmış. Surlarda kente, farklı ölçü ve planı olan 10 adet giriş olduğu belirtiliyor. Bunlardan sadece doğu ve batı yönündeki ana kapılara 16 metre yüksekliğinde kuleler yapılmış.

Tüm tahribata rağmen, kentin surları hala etkileyici
Assos antik kentinin Batı Kapısı

Kentin ticari ve siyasi kalbi olan agora için güneydeki eğimli alan seçilmiş. Bunun için, kuzeye bakan taraftaki kaya oyularak ve güney yönünde bir teras yapılarak, bir düzlük oluşturulmuş. Burada, arazinin eğiminden yararlanılarak birkaç katlı dükkanlar (stoa) ve kent ileri gelenleri şahane manzaranın tadına varsınlar diye bir gezinti ve seyir terası yapılmış. İlk yapıları M.Ö. 4. yüzyılın ikinci yarısında yapılan agora, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle birlikte, Roma dönemine kadar kullanılmış. Bu bölgede yapılan kazılarda, alanın ticari yapısını kanıtlayacak uzunluk ve hacim ölçüleri ile yapının çatı kiremitleri bulunmuş.

Agora

Agora’nın doğusunda, Helenistik dönemde (tarihte Büyük İskender’in öldüğü M.Ö. 323 ile Mısır Kraliçesi VII. Kleopatra’nın öldüğü M.Ö. 32 yılı arasına verilen isim) yapılan meclis binası bouleuterion var. Önünde meclis kararları yazıtları ve heykeller bulunmuş. Buraya en son olarak, Roma İmparatoru II. Konstantin’in (M.S. 337-361) anıtı dikilmiş. Anıtın dikilme kararını ilan eden yazıtı bu alanda görebilirsiniz. Agora’nın batı tarafında, M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan, Agora Tapınağı ve bazı küçük binalar var. Bizans döneminde, işlevini yitirdiği için, tüm agora bölgesi konut alanı yapılmış.

Bouleuterion (Meclis)
Roma İmaparatoru II. Konstantin’in heykelinin dikilmesi ile
ilgili meclis kararını belgeleyen yazıt

Kentin bir diğer önemli yapısı, bir eğitim kurumu olan gymnasion. Burası şehrin Batı Kapısı’nın arkasında bulunuyor. Yarım daire şeklinde basamakları olan giriş etkileyici. Basamakların gerisindeki uzun koridordan kare şeklindeki (52×52 metre) avlu bölümüne geçiliyor. Avlunun etrafında bir zamanlar revaklı bir galeri olduğu belirtilmiş. Yapının batı tarafında bir sarnıç, doğusunda ise yuvarlak şekilli bir hamam varmış. Beden eğitimi de yapılan gymnasion komplekslerinde yapılmış hamamları başka antik kentlerde de görmek mümkün. Bu eğitim yapısı, M.Ö. 2. yüzyılda inşa edilmiş ve Romalılar tarafından da, onarılarak, kullanılmış. Gymnasion, Bizans döneminde kiliseye çevrilmiş. Bu amaçla, doğu kısmına çokgen bir apsis ve sütunlar eklenmiş, zemin mozaik ile kaplanmış.

Agora Tapınağı
M.Ö. 3. yüzyılda yapılan tiyatronun yukarıdan görünüşü

Assos antik kentinin tiyatrosu, agora’nın hemen alt tarafında yer alıyor. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan tiyatro Romalılar tarafından da restore edilmiş. Prof. Akurgal kitabında (Ancient Civilizations and Ruins of Turkey), at nalı şeklindeki tiyatronun bu özelliğinin o dönemin Grek tiyatrolarında görüldüğünü yazıyor. Güneşin altında saatler geçirdiğimiz için, geri tırmanışı da düşünerek, tiyatronun yukarıdan fotoğrafını çekmekle yetindik. Aşağıdan fotoğraflarını, kapısı zincirli parmaklıklardan daha önce çekmiştik. Bulunduğumuz yerden bile, zorlu bir yol bizi bekliyordu.

Gymnasion yolu
Gymnasion’un girişi
Gymnasion’un revaklı avlusunun bulunduğu avlu bölgesi.
Geride, kent surlarından bir bölüm.

Yukarı dönüş, tahmin ettiğimiz gibi, hiç de kolay olmadı. 32 derece sıcakta yol sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yer yer gölgede oturup, dinlendik. En son dinlendiğimiz kayaya bir İngiliz çift de geldi. Kadıncağız boylu boyunca yanımıza yattı kaldı. Bir şey olacak diye epeyce endişelendim. Eşi daha iyi durumdaydı. Biraz sohbet ettik. Sanatçı olan oğulları bir Türk ile evliymiş ve İstanbul’da oturuyormuş. O nedenle İstanbul’u ve Türkiye’yi epeyce biliyorlardı. Denizli’ye, düğüne gidiyorlarmış.

Kentin Nekropolü

Nar Konak’a döndüğümüzde saat 4’ü geçiyordu. Biraz yattık, uyuduk. Çok iyi geldi. Sadece yürümek değil, sıcak da insanı yoruyor. Akşam yemeği için, yine limanda, Yıldız Restoran’a gittik. Burayı otelimizin sahibi de tavsiye etmişti. Bir önceki gece gittiğimiz yere göre daha salaş ama, yemekleri daha güzel bir yerdi. Keyifle yemek yedik. Gece dönüşte bir süre Nar Konak’ın bahçesinde, karanlıkta oturduk. Etraf sessizdi. Hava serin serin esiyordu. Yıldızlara bakarak oturmak çok güzeldi…

Ertesi sabah, Çanakkale’ye gitmek üzere, Assos’tan ayrıldık. Ama yolda gideceğimiz antik kentler vardı. Devamı bir sonraki yazımda…

“Çiçekler Şehri”: Sanremo

Böyle diyorlar Sanremo için. Çiçekler Şehri… Öyle sadece etrafta bol çiçek var diye rasgele verilmiş bir isim de değil bu. İtalyan Rivierası’nın en ünlü sayfiye şehri diyebileceğimiz Sanremo ve civarı, uluslararası çiçek piyasasının en önemli üretim ve ihracat merkezlerinden birisi. Özellikle karanfil, gül ve değişik dekoratif yeşillik yetiştirme konusunda uzmanlaşmışlar. Bir dönem (1980-2013), Viyana Filarmoni Orkestrası‘nın ünlü Yeni Yıl konserlerinin yapıldığı salonun göz alıcı çiçekleri Sanremo şehri tarafından hediye edilirmiş. Sanremo’nun bitkilere ve çiçeklere olan düşkünlüğü için ünlü Villa Ormond parkına bile gitmeniz gerekmiyor. Eğer havanın açık olduğu bir gün gitmişseniz, şehre girer girmez sahil boyunca dikilmiş palmiyeler, begonviller, manolyalar ve daha başka türlü türlü çiçekler, parlak güneş ışığı altında insanın gözünü alıyor.

Daha başka sıfatlar da pekala eklenebilir Sanremo ismine. Örneğin, 19. yüzyılda başta Rus aristokratlar olmak üzere (ki buna Çar ailesi de dahil), İngiliz ve Kuzey Avrupa aristokratlarının verem, kalp ve sinir hastalıklarına çare aradıkları veya nekahat dönemlerini geçirdikleri bir sağlık turizmi merkezi denebilir. Yine ünlü Sanremo Casinosu nedeniyle bir kumar cenneti ya da sabık hükümranların sığınağı ve buna bağlı olarak Avrupa’da bir dönem casusların cirit attığı bir şehir olarak da nitelenebilir. Bir başkasının aklına, II. Dünya Savaşı sonrasının ekonomik yıkımının etkileri sürerken şehir ekonomisini canlandırmak için 1951 yılında düzenlenmeye başlanan Sanremo Şarkı Yarışması‘nın yapıldığı yerleşim yeri olarak gelebilir.

Sanremo‘da mendireğin üzerinden kıyıya bakış

Benim Sanremo’yu tanımlamamı isterseniz, önceki iki gün gittiğimiz Cinque Terre ve Portofinodan son derece farklı, zengin, bakımlı ve daha modern bir sayfiye şehri olduğunu söyleyebilirim. Sanremo’nun da tarihi Romalılara kadar gitse de ve şehrin eski bölgesi (La Pigna) Orta Çağ’dan kalma yapılar ve dar sokaklarla dolu olsa da, özellikle sahil kısmı sanki en eski 19. yüzyılda yapılmış bir kent gibi. Yerleşimin daha sonra geliştiği bu son bölge, bana bir İtalyan şehrinden çok, Fransız Rivierası‘nın gözde yerlerini anımsattı. Sanremo’da bu Fransız havasını değişik koşullarda hissetmeniz mümkün. Örneğin, İtalya’nın genelinde ya da Liguria’nın gittiğimiz diğer yerlerinde yabancılarla İngilizce iletişim kurulmaya çalışılırken, Sanremo’da sizinle doğrudan Fransızca konuşmaya başlıyorlar. Gün boyunca birkaç kere bu durum ile karşılaştım.

Yukarıda belirttiğim gibi, Sanremo tarihte ilk olarak Matutia ya da Villa Matutiana adıyla, bir Roma yerleşimi olarak görülmüş. Şehir, erken Orta Çağ döneminde artan nüfusla birlikte, gelişmeye başlamış. Bir çam kozalağına benzediği için La Pigna adı verilen tepede, korsanlardan korunmak için bir kale yapılmış. Önceleri Ventimiglia kontluğunun yönetimi altında olan Sanremo daha sonra, Genovalı (Cenevizli) piskoposların yönetimine geçmiş. Nitekim, Sanremo’nun ismi de bu piskoposlardan birinin, Genova Piskoposu Romulus veya Remo‘dan geliyor. Genova piskoposu iken şehri terkedip Villa Matutiana’ya gelen Remo, bir mağarada inzivaya çekilmiş. Çok sonra, yerleşim yerinin adı onun anısına değiştirilmiş. 15. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk yarısı arasında San Remo şeklinde, ayrı olarak yazılmış. Daha sonra Sanremo adını almış. Bazı yol tabelalarında hala iki ayrı kelime olarak yazıldığını görmek mümkün ama, artık resmi olarak Sanremo olarak geçiyor.

Sanremo’nun yönetimini elinde tutan piskoposlar 1297 yılında şehri Genovalı Doria ve De Mari ailelerine satmışlar. 15. yüzyılın ikinci yarısında Sanremo özgür şehir statüsüne sahip olmuş ve Pigna tepesindeki kaleye doğru yayılmaya başlamış. İlginç bir şekilde, Genovalılar ile uzun süren anlaşmazlıklara rağmen Sanremo, Genova Cumhuriyet’ine karşı bağımsızlığını koruyabilmiş. 1753 yılında şehir, Genova‘nın bu ele geçirme denemelerine karşı ayaklanmış. Bu dönemde, Genovalılar günümüzde limanın kıyısında görülen Santa Tecla Kalesi’ni yapmışlar. 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılan kale, şimdi müze olarak düzenlenmiş. Sanremo da, Liguria bölgesinin diğer yerleşim yerleri gibi, Napolyon’un istilası ile başlayan Fransız döneminden sonra, 1814’te Savoy hanedanının elindeki Sardinia Krallığı‘na katılmış.

Santa Tecla Kalesi

Sanremo’nun özellikle Avrupa’nın kraliyet ve imparatorluk aileleri tarafından ideal bir sayfiye ve nekahat yeri olarak tercih edilmeye başlanması 18. yüzyılın ortalarında başlamış. Bu kişilerin arasında Avusturya İmparatoriçesi “Sissi”, Rusya Çariçesi Maria Alexandrova ve Rus Çarı II. Nikola da var. 1872 yılında Sanremo’ya demiryolunun gelmesi bu konuda önemli faktör olmuş. Turizmdeki bu hızlı gelişme ile birlikte, şehrin kıyı bölgesinde büyük oteller ve 1905 yılında da ünlü casinosu açılmış.

Sanremo, Osmanlı tarihi açısından da önemi olan bir yer. Hatırlarsanız, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 19-26 Nisan 1920 tarihleri arasında yapılan San Remo Konferansı ile, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki toprakları galip ülkeler arasında paylaştırılmıştı. Günümüzde Gazze‘de yaşananlar nedeniyle, o konferans sonrası ortaya çıkan manda yönetimleri arasında şu anda ilk aklıma gelen, İngiliz mandası altındaki Filistin.

Sanremo’nun Osmanlı tarihi açısından bir diğer önemi de, 623 yıl boyunca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin son padişahı Sultan VI. Mehmed Vahdeddin‘in burada ölmüş olması. 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya ile İstanbul’dan ayrılan Vahdeddin, yanındaki 11 kişi ile birlikte önce Malta‘ya, burada bir buçuk ay kadar kaldıktan sonra Cidde üzerinden Mekke‘ye, sonra Genova‘ya geliyor. Kendi arzusu, belki de Lozan Konferansı’nda boy göstermek hayaliyle, buradan trenle Lozan’a gitmek. Ancak, bu arada İngilizler hem kendisinin İsviçre’ye gitmesine sıcak bakmıyorlar hem de artık masraflarını ödeyemeyeceklerini bildiriyorlar. Önce, istasyona yakın olduğu için, bizim de Genova’da kaldığımız, Grand Hotel Savoia‘da kalması düşünülse de, sonra Hotel Miramare‘de karar kılınıyor. Vahdettin’in, İstanbul’dan ayrılırken geri döneceğini düşündüğü ve bu nedenle yanında, “Birkaç aylık bir seyahat için çok fazla, bir hanedanı sürgünde yaşatmak için son derece yetersiz bir miktar” götürdüğü belirtiliyor. Bu miktar, 15.000 ile 20.000 sterlin arasında para ve bazı mücevherler olarak tahmin ediliyor. Oysa, yanında daha fazla para ve Topkapı Sarayı’ndan getirtebileceği çok daha değerli mücevherler ile zırhlıya binebileceği söyleniyor. İstanbul’dan ayrılırken yanına eşlerini almayan Vahdeddin, sadece şehzadesi Ertuğrul’u ve özel doktoru Reşat Paşa gibi mahiyetindeki 9 kişi ile Sanremo’ya geliyor. Eşleri daha sonra buraya geliyorlar. Sultan Vahdeddin’in, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele‘nin daveti üzerine, Sanremo’da yaşamasının, İngilizler ve İtalyanlar kadar Ankara’daki TBMM hükümetini de memnun ettiği belirtiliyor.

Bu konuda, merak edenler için, 2016 yılında okuduğum (ve yukarıdaki bilgiler için yararlandığım), veterinerlik ve felsefe eğitimi almış ama aynı zamanda öykü ve siyasi analiz yazarı olan, Riccardo Mandelli‘nin Sanremo Devlet Arşivi ve polis belgelerine dayanarak yazdığı, Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü kitabını öneririm. Yazarın arşivde bulduğu bir deste belge ve 6,35 mm’lik bir mermi nedeniyle yazma serüvenine çıktığı, Sultan Vahdeddin’in 20 Mayıs 1923 ile öldüğü 16 Mayıs 1926 tarihleri arasında Sanremo’da geçirdiği günler; doktoru Reşat Paşa’nın İtalyan polisi tarafından intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak ortaya çıkarılamayan ölümünden tutun da (Reşat Paşa’nın Ankara Hükümeti için casusluk yapmış ve bu yüzden öldürülmüş olabileceği düşünülüyor), Vahdeddin’in parasının çevresindeki akraba ve adamları tarafından hissettirmeden Sanremo kumarhanesinde harcanmasına, öldüğü günün polis kayıtlarına ve kasap, tavukçu gibi borçlanılan şehir esnafının alacaklarını talep etmelerine, söz konusu borçların ödenmesi için padişahın el konulan mallarının müzayede ile satılmasına kadar, belgelerle desteklenen pek çok bilgi var. Ben şahsen, kitabı çok ilginç bulmuş ve Sanremo’ya gideceğimiz kesinleşince, Vahdeddin’in kaldığı iki köşkü arayıp, bulmaya karar vermiştim.

Sanremo’ya gitmek için bu kez, önceki iki gün yaptığımız gibi güney yönüne değil, kuzeye yöneldik. Genova’dan Sanremo’ya gitmek yaklaşık iki saat sürüyor. Yine önceden belirlediğim kapalı bir otoparka arabayı park ettik. Akşam yer ayırttığım restorana yürüme mesafesinde olmasına dikkat etmiştim. Konum açısından çok doğru bir tercih oldu.

Sanremo’ya öğleden sonra vardık. Hava güneşli, pırıl pırıl ve ekim ayı ortası için epeyce sıcaktı. Şehrin ilk anda karşılaştığımız tarafı çok temiz ve şıktı. Sahile doğru yöneldik ve bu arada akşam yemek yiyeceğimiz La Pignese restoranı da gördük. Yol seviyesinden aşağıda, beyaz masa örtülü restoran tıklım tıklım doluydu. Riposo saati yaklaşıyordu ve büyük olasılıkla, birazdan öğle tatili için işletmeyi kapatacaklardı.

Kalenin önünde, İtalyan Direniş Hareketi‘ne
(Rezistans) adanmış anıt
Renzo Orvietto (1922-1999)

Sanremo’nun liman bölgesinde güzel bir yürüyüş alanı var. Gerek buradan gerekse mendireğin üstünden limana demirli şık tekneleri görmek mümkün. Tam kıyıda, yukarıda sözünü ettiğim, Santa Tecla Kalesi var. Onun etrafından dolaşarak mendireğin üstüne çıkabiliyorusunuz. 1753 yılında, özgür bir şehir olarak kalmak isteyen Sanremolular, Genova Cumhuriyeti’nin sürekli müdahalelerine karşı ayaklanmışlar. Genovalılar bunun üzerine, olayları bastırmak ve kontrolü sağlamak için, Santa Tecla Kalesi’ni yaptırmışlar. Kale, 1753-1756 yılları arasında, mühendis Giacomo Sicre‘nin planına göre inşa edilmiş. Yapı, değişik dönemlerde kışla, cephanelik ve hapishane olarak kullanılmış. 1796 yılında Napolyon’un Sanremo’yu işgaline kadar büyük ölçüde orijinal haliyle kullanılan kalenin bundan sonra bir bölümü yıkılmış. Sonraki yıllarda da bu tür yıkımlar devam etmiş. Sanremo’nun1815’te Sardinia Krallığı’na geçmesi ile birlikte kışlaya dönüştürülmüş. 1864’ten itibaren, 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Benim de sevdiğim ünlü İtalyan yazar ve gazeteci Italo Calvino (1923-1985) da , partizan olarak Nazilere karşı savaştığı II. Dünya Savaşı sırasında, 1944 yılında buraya kapatılmış. Partizan yoldaşlarının düzenlediği sahte belgelerle serbest kalabilmiş.

Sanremo’ya bir yandan da yazar Italo Calvino’nun şehri diyebiliriz. Calvino, Havana‘nın bir banliyösü olan Santiago de Las Vegas‘da, devrimci İtalyan bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş. 1876 yılında Sanremo’da doğan ve bir tarım ekonomisti (agro economist) ve botanikçi olan babası ile botanikçi ve öğretim üyesi olan annesi, 1909 yılında Meksika’ye göç etmişler. Meksika Devrim sürecini yaşadıktan sonra, 1917 yılında Küba’ya taşınan çiftin oğulları Italo, burada doğmuş. Küçük Calvino henüz iki yaşına gelmeden ailesi ile birlikte Sanremo’ya taşınmış. Calvino 1945 yılında, Torino’da üniversiteye gitmek üzere Sanremo’dan ayrılmış. Daha sonraki yaşamında Toskana, Fransa ve Amerika’da yaşamış olsa da Sanremo’yu unutmamış. Başta unutulmaz romanı Ağaca Tüneyen Baron olmak üzere, birçok romanında fon olarak Sanremo’yu kullanmış. Sanremo da onu unutmamış….

San Siro Katedrali

Sanremo’nun katedrali San Siro‘yu çok fazla gezebildiğimizi söyleyemeyeceğim. Piazza San Siro‘da bulunan katedral, Sanremo’nun en eski ibadet yeri. Gotik ayrıntıları olmakla beraber, Romanesk tarzın baskın olduğu San Siro, 12. yüzyılda, daha önce burada bulunan ve 811 yılında inşa edilmiş olan küçük bir kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Yan kapısından daha girer girmez bir tuhaflık olduğunu sezmiştim. İçeride ayin vardı. Bu benim için alışılmadık bir şey değildi ama, tüm oturulacak yerlerin dolu olması ve içeri girince tüm kafaların bize doğru dönmesi bana özel bir ayin olduğunu hissettirdi. Saygı gereği, kimse bizi uyarmasa da, sessizce arkadan dolanıp, ana kapıdan dışarı çıktık. Meydanda kurulmuş olan ikinci el ve antika pazarında biraz dolaştıktan sonra tekrar ana kapının yakınına yöneldiğimiz sırada içeriden önce bir tabut çıkarıldı ve cenaze arabasına kondu. Ardından, cenaze sahipleri kapının önüne çıktı ve taziyeleri kabul etti.

Katedralin çan ve saat kulesi

Katedralin etrafı ve şehrin tepeye (La Pigna) doğru yükselen kısmı, Sanremo’nun Orta Çağ’dan kalma eski tarafı oluyor. Tepenin dibindeki, XIV. yüzyılda yapılmış gotik San Stefano Kapısı bu anlamda sınır kabul ediliyor. Ancak bu, eski Sanremo’nun tek kapısı değil. Tepenin yukarısına doğru birçok kemer ve kapı olduğu belirtiliyor. İlk olarak en tepede konuşlanmış olan kalenin içindeki nüfus tarih boyunca arttıkça, yapının çevresine halka halka yeni savunma duvarları yapılmış. Her halkanın arasına yeni kapılar ve kemerler inşa edilmiş. Saldırganlara karşı halka halka kapanabilen bu bir dizi kapı sayesinde, zaman içinde şehrin planı savunma açısından son derece elverişli hale gelmiş.

Sanremo’nun Eski Şehir bölgesindeki kemerli sokaklar

Bir sonraki durağımıza doğru giderken, Sanremo’nun ünlü casinosunun yani kumarhanesinin önünden geçtik. Corso degli Inglesi (İngilizler Caddesi) No:18 adresindeki Casino Sanremo görkemli bir bina. Burası, Art Noveau tarzda yapılmış ve Fransız mimar Eugène Ferret‘in eseri. Yapının finansörü olan Sanremolu banker Bartolomeo Acquasciati, 1898 yılında bunun için şehir meclisine 1,2 milyon liret ödemiş. Kumarhanenin açılışı 12 Ocak 1905 yılında yapılmış. Açılışından itibaren birçok skandala da sahne olan Sanremo Casinosu, yüz yılı aşkın bir süreden beri kralları, aristokratları, zenginleri, sanatçıları, bilim insanlarını ve ünlü pop yıldızlarını ağırlıyor. Kimi kumarseverler burayı Montecarlo ve Cannes casinolarına tercih sebeplerini, Sanremo Casinosu’nda kaybetmenin bile, kendi ifadelerine göre, bir zarafeti olmasına bağlıyorlar.

Ünlü Casino Sanremo

Casino’nun bir de, Liguria’daki en asil ve şık sayılabileceklerden biri olmakla övünen bir tiyatrosu var. 1930’lu yıllarda sanat yönetmenliğini Luigi Pirandello‘nun yaptığı tiyatroda günümüzde de konserler ve sahne sanatları icra ediliyor. Casino’nun tiyatrosu, başlangıç yılı olan 1951’den 1977 yılına kadar Sanremo Şarkı Yarışmasına da ev sahipliği yapmış. 1977’den itibaren yarışma Teatro Ariston‘da yapılmaya başlanmış. Bildiğiniz gibi, Eurovision Şarkı Yarışması‘na esin kaynağı olan Sanremo yarışması, Gigliola Cinquetti, Eros Ramazotti, Andrea Bocelli, Laura Pausini gibi birçok İtalyan sanatçının ünlenmesine veya ününe ün katmasına neden olmuş. Bir de tabii ki, hiç unutulmayan Domenico Modugno var. Modugno, ilki tüm dünyada “Volare” adıyla meşhur olan ikonik “Nel blu dipinto di blu” şarkısı ile 1958 yılında olmak üzere, farklı şarkılarla toplam dört kez (1958, 1959, 1962 ve 1966) Sanremo Şarkı Yarışması’nı kazanmış.

Casino’nun içinde büyük bir tiyatro da var

Doğrusu, Sanremo’da tipik, soğan kubbeli mimarisi ile gerçek bir Rus Ortodoks kilisesi ile karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Sanremo’daki Kurtarıcı Hz. İsa Rus Ortodoks Kilisesi tam da öyle bir ibadethane. Bahçesine girince kendinizi bir an için Rusya’da sanabiliyorsunuz. Rus aristokratların Sanremo’ya olan ilgisi, Çar II. Aleksander‘ın eşi, Çariçe Maria Aleksandrovna 1874-1875 kış aylarını burada geçirince başlamış. Sanremo’dan çok memnun kalan Çariçe, minnettarlığının bir ifadesi olarak, şehre çok sayıda palmiye ağacı hediye etmiş. Bu ağaçları günümüzde hala sahildeki yürüyüş yolunda görmek mümkün. Çariçenin bu jestine karşılık olarak Sanremo Şehir Meclisi de o zaman bu yola “Corso Imperatrice” (İmparatoriçe Caddesi) adını vermiş. Bu tarihten sonra, başta İmparatorluk ailesinin üyeleri olmak üzere, Rus aristokratlar kış mevsimini Sanremo’da geçirmeye başlamışlar. Özellikle tüberküloz hastalığına yakalananlar için Liguria’nın bu nezih kenti ideal bir yer haline gelmiş. Zamanla Ruslar burada villalar satın almaya başlayınca, yerleşik Rus nüfus da giderek artmış. Bir Rus hamamı, Rus fırını ve eczanesi hizmet vermeye başlamış. Doğal olarak, bir süre sonra Rus Ortodokslar için bir ibadethane gereksinimi de baş göstermiş. 19. yüzyılın sonuna doğru, Sanremo’da bir Rus Ortodoks kilisesi yaptırılması fikri Ruslar arasında giderek yayılsa da, kaynak sorunu nedeniyle bu hayali gerçekleştirmek kolay olmamış. Ruslar, aristokrat villalarındaki kişisel kiliselerde ya da bu amaçla kiralanan mekanlarda ibadet etmeyi sürdürmüşler. Nihayet, 1912 yılında Çar II. Nikola Sanremo’da bir Rus kilisesinin yapımı için bir kararname çıkartarak, bu amaçla tüm Rusya’da bağış toplanmasına izin vermiş. Bir komite kurulmuş ve iki ay gibi kısa bir zaman sonra şehir merkezinde, istasyonun karşısında ve Corso Imperatice’nin başladığı yerde, bir arazi satın alınmış. İlk çizimler, daha sonra Lenin‘in mozolesini de yapacak olan, ünlü Rus mimar Alexey Shchusev (1873-1949) tarafından yapılmış olsa da, kendisi Sanremo’ya hiç gelmediği için, çalışmalar yerel mimar Pietro Agosti ve mühendis Antonio Tornatori tarafından yürütülmüş. Kilise, tam olarak bitmeden, 1913 yılının sonuna doğru takdis edilmiş ve ibadete açılmış.

Sanremo’daki Kurtarıcı Hz. İsa Rus Ortodoks Kilisesi

Sanremo Rus Kilise’sinin bahçesinde, 1930 yılında heykeltıraş Monti tarafından yapılmış iki tane büst var. Bunlar, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele ve Montenegrolu (Karadağ) eşi Kraliçe Elena‘nın büstleri. Kraliçenin babası olan sürgündeki Montenegro Kralı Nikola 1921 yılında ölünce, vasiyeti üzerine bu kilisenin kriptine gömülmüş. Daha sonra eşi ve iki kızı da buraya gömülmüşler. Bu nedenle, İtalya Kral ve Kraliçesi kiliseyi sık sık ziyaret etmişler. 1989 yılında, yani 68 sene sonra, son Montenegro Kraliyet ailesinin cenazeleri törenle kendi ülkelerine götürülüp, toprağa verilmiş.

Kilisede ibadet olduğu için içeri alınmadık. Bir süre bahçede bekledikten sonra, fazla zamanımız olmadığı ve görmek istediğimiz başka yerler olduğu için, vaz geçtik. Bir kaynakta okuduğuma göre, Rusya’da Devrim olduğu için, içeride yapılması planlanan fresk ve süslemeler hiçbir zaman tamamlanamamış.

Sanremo Rus Kilisesi
Kapıda yere konmuş ufak bir tabelada
içeride ayin olduğu belirtiliyor ve bahçede
beklenilmesi rica ediliyordu

Rus Kilisesi’nden sonra şehrin tam aksi yönüne doğru gittik. Şehrin şık ve kalabalık caddelerinden yürüyerek, Sanremo’nun ünlü parkı Villa Ormond‘a doğru ilerledik. Parkın içinde bir çiçek müzesi olduğunu biliyordum ama biz gezmeye fırsat bulamadık. Bir süre sonra Corso Felice Cavallotti adını alan yolda, sağlı sollu olarak, 19. yüzyılda yapılmış büyük villalar sıralanmış. Genelde Art Nouveau olmak üzere, her birinin ayrı güzel bir mimarisi ve çok güzel bahçeleri var. Villa Ormond ve karşısındaki Giardini Nobel (Nobel Bahçeleri) parklarını biraz geçtikten sonra, sağ tarafta aradığımız yeri bulduk. Burası, şehrin en çok gezilen yerlerinden biri olan Villa Nobel.

Sanremo’nun ünlü caddelerinden Via Giacomo Matteotti
Şehrin sembollerinden birisi kabul edilen
Küçük Dalga Heykeli (1920’lerin başları)
Vincenzo Pasquali (1871-1940)

Göz alıcı Villa Nobel adını, burayı satın alarak ömrünün son altı yılını geçiren, dinamitin mucidi, ünlü İsveçli bilim insanı ve girişimci Alfred Nobel‘den (1833-1896) alıyor. Villanın yapım öyküsü 1870’te, Rivoli’li eczacı Pietro Vacchieri‘nin şehrin doğusundaki bu bölgede büyük bir arazi alması ile başlamış. 1871 yılında, yerel mimarlardan Filippo Grossi’nin hem egzotik Arap mimarisinden esinler hem de Neo-Rönesans ve Venedik tarzı süslemelerle dolu projesi hayata geçirilmeye başlanmış. 1874 yılında Vacchieri mülkünü satmış. Villa 1887 yılında yaşanan depremde zarar görmemiş. Birkaç kere el değiştirdikten sonra villa, 1890 yılında, bilimsel çalışmaları için sakin bir yer arayan Alfred Nobel tarafından satın almış. 1892 yılında Nobel, burada bir laboratuvar kurmak üzere Kent Konseyi’nden izin almış. Bu arada binayı da restore ettirmiş ve 1896 yılında ölene kadar burada yaşamış. 1902 yılında Nobel’in varisleri Villa Nobel’i ve eşsiz ağaçlar ve bitkilerle dolu arazisini son özel mülk sahipleri olacak olan Parodi ailesine satmışlar. Aynı aile, 1968 yılında binayı Sanremo Turizm Kurulu’na satmış.

Alfred Nobel öldükten 27, güzel villası Parodi ailesine satıldıktan 21 sene sonra, Sultan VI. Mehmed Vahdeddin Villa Nobel’e kiracı olarak taşınmış (20 Mayıs 1923). İtalyan Kralı III. Vittorio Emanuele’nin daveti üzerine Sanremo’ya gelen Vahdettin de, Alfred Nobel gibi, fazla sokağa çıkmayı sevmezmiş. Vahdeddin, 16 Mayıs 1926 yılındaki ölümüne kadar Sanremo’da sadece iki kere sokağa çıkmış. Bunlardan birincisi, şehitlerin anısına yapılan bir anıtı ziyaret etmek için Kral ile birlikte şehre gelen İtalyan Kraliçesini ziyaret etmek, diğeri ise, Sanremo’da yaşayan sabık İran Şah’ının cenaze töreni için olmuş.

Villa Nobel’in fazla dışarı çıkmayan sakinleri, Sanremolular tarafından fazlası ile merak edilmişler. Bir de üstüne, yukarıda sözünü ettiğim hekim Reşat Paşa’nın, intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak aydınlatılamayan ölümü eklenmiş. Reşat Paşa, Villa Nobel’in birinci katındaki verandada ölü bulunmuş. Gerçeğin ne olduğunu İtalyan makamları da tam olarak belirleyememişler ancak, Reşat Paşa’nın Ankara hükümetinin casusu olabileceği olasılığı hiç de akla uzak değil. Zira, İlber Ortaylı‘nın Cumhuriyet’in Doğuşu kitabında da yazdığı gibi (s. 148), “….., yeni Türkiye tarafından hanedanın faaliyeti ve dıştaki yaşamının takip edilmesi önemli bir pasajdır. Padişahın ve 1924 Mart’ından sonra halifenin Fransa’daki hayatını izlemek, Türkiye Cumhuriyeti kadar İngiltere ve Fransa istihbaratını da meşgul etmiştir”.

Günümüzde bir okul olan Villa Magnolie, Vahdeddin’in
Sanremo’daki ikinci ikametgahı. Villa, 1864 yılında Marki Eugenio Dufour tarafından yaptırılmış. Ancak, bir sonraki sahibi olan Gandolfo Dükü, 1903 yılında binayı mimar Pio Soli‘nin
projesine göre genişlettirmiş.

Sabık Sultan Vahdeddin, Villa Nobel’de yaklaşık iki sene yaşadıktan sonra, Nisan 1925’te, çok uzakta olmayan ve yine aynı caddeye açılan bir sokaktaki (Via delle Magnolie) Villa Magnolie‘ye taşınmış. Nobel müzesinin açık olduğu saate yetişemediğimiz için, Villa Nobel’in içini görememiştik. Artık bir okul olan Villa Magnolie’nin de içini göremeyeceğimizi biliyordum ama, dışarıdan da olsa gitmeye karar vermiştik. Navigasyonda Villa Magnolie diye arama yapıp sonuç alamayınca, okulun adını yazarak (Liceo Statale Gian Domenico Cassini) bulduk. Bir süre sonra bu devlet okulunun önündeydik. Bir iki fotoğraf çektim ama doğrusu burayı kitapta fotoğraflarını gördüğüm yere hiç benzetemedim. Sonra, bir yokuşta olan binanın ön cephesini görmek için bir alt sokağa indik. Çok sakin, park gibi bir sokaktı. Ağaçlık ve hoş bir yer. Biz etrafa bakarken, bir hanım belirdi ve bana. “Burası bizim kamusal alanımız”, dedi. Bunu tam olarak ne için dediğini anlayamadım. “Burası özel, çıkın” mı demek istiyordu, yoksa açıklama mı yapıyordu, tam olarak kestiremedim. Yine de ona sormaya karar verdim. Biraz tereddütten sonra, son Osmanlı Sultanı’nın yaşadığı villayı aradığımızı söyleyince, nereyi kastettiğimizden iyice emin oldu ve gayet güzel bir şekilde tarif etti. Bulunduğumuz yere yakın, aynı isimli bir okul binası daha varmış. Elimizle koymuş gibi bulduk. Meğerse, Villa Nobel’e giderken biz Villa Manoglie’nin bulunduğu Via delle Magnolie sokağının önünden geçmişiz. Evet, bu kez tanıdım. Bu büyük bina, Vahdeddin 16 Mayıs 1926 yılında öldükten kısa bir süre sonra, 1928’de, bir İngiliz okulu haline çevrilmiş. Yazar Italo Calvino da 1929 yılında, 6 yaşında iken, çocuklarının faşist bir eğitim almasını istemeyen ailesi tarafından bu okula verilmiş.

Vahdeddin, Villa Manoglie’ye Nisan 1925’te taşınmış. 16 Mayıs 1926 günü öldükten sonra naaşı, cenazenin nereye gönderileceği kararlaştırılana kadar, 30 gün villanın giriş katındaki bir odada, normal bir tabutun içinde bulunan kurşun bir tabutta bekletilmiş.
Kaynak: Riccardo Mandelli, Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü

Yukarıda da belirttiğim gibi, Vahdeddin öldüğü zaman, Sanremolu esnaf alacakları için kapıya dayanmış ve şehrin makamlarından yardım istemişler. Yabancı kaynaklar, Vahdeddin’in yanında götürdüğü para miktarı, verdiği kiralar ve masraflarından, ayrıca yeğeni ve mahiyetindeki bazı kişilerin casinoya gitme düşkünlüklerinden yola çıkarak, paranın üç seneyi bulmadan bittiğini hesaplıyorlar. Padişahın ölümünden on gün sonra yeğeni Şehzade Sami, Sanremo valisini ziyaret ederek, tüm dünyadaki hanedan üyelerinden para toplanarak, borçların ödeneceği teminatını vermiş. Buna karşın, cenaze levazımatçısına olan borç da dahil olmak üzere, borçlar ancak resmi makamlar aracılığı ile el konulan eşya ve mücevherlerin düzenlenen bir mezatta satılması sonucu ödenebilmiş. Başka birçok ilginç belgenin yanında, mezatın ilanının fotoğrafını da Mandelli’nin ilginç kitabında görebilirsiniz. Cenaze ise, belediyeye ait eski bir cenaze arabası ile Villa Manoglie’den alınıp, önce trenle Genova’ya, sonra Trieste’ye ve oradan da Şam’a götürülmüş.

Ristorante La Pignese
Pignese’nin nefis balık çorbası ve özel lasagna’sı
Böyle nefis bir kalkan balığı hiç yememiştim…
Fileto şeritleri rulo yapılmış ve etraflarına turp
yaprağı sarılmış. Altta ise, nohut ile yapılmış bir sos
ve ince patates dilimleri var.

Akşam yemeği için önceden yer ayırttığım La Pignese, araştırmalarımdan tahmin ettiğim gibi, dört dörtlük bir “fine dining” mekanıydı. Restoran, günümüzde hala balık mezatının yapıldığı söylenen antik balık pazarının bulunduğu Piazza Sardi‘de. Eğer öyleyse de, ben etrafta herhangi bir salaşlık görmedim, koku hissetmedim. 1919’dan beri aynı aile tarafından titizlikle işletilen La Pignese’nin adı, şehrin orijinal yerleşim yeri olup günümüzde bir semti olan Pigna ile bağlantılı olarak, Pignalı demek. Birinci Dünya Savaşı’ndan dönüp, burayı açan büyükbaba aslen Pignalı imiş. Deneyerek tanıklık edebileceğimiz nefis tatların yaratıldığı bu mekan, Sanremo’nun ileri gelenleri dışında, sanatçıların, yazarların ve özellikle müzik yarışması için şehre gelen şarkıcıların gözde bir mekanı olarak ünlenmiş. Ancak, bu şöhret işletmeyi kesinlikle şımartmamış. İlkelerinden taviz vermeyen, her şeyin saat gibi işlediği, titiz bir işletme. Bembeyaz masa örtüleri, zevkli yemek ve çatal-bıçak takımları ile burada geçirilen saatleri her yönden verilen paraya değer bir hale getiriyorlar. Ancak, para için prensiplerinden de vaz geçmiyorlar. İnternet sayfalarında, şort ve parmak arası terlik giyen müşterilerin kabul edilmediğini okumuştum. Nitekim, biz yemek yerken, üstlerinde tam da bu izin verilmediği belirtilen giyim tarzı ile bir Amerikalı çift geldi. Aslında, giydikleri kıyafetler oldukça pahalı, keten ve marka ürünlerdi ama sonuçta üstlerinde şort ve ayaklarında parmak arası terlik vardı. Yanımızdaki masa boş ve rezervasyonsuz olmasına karşın, geri çevrildiler. İşletmenin bu ilkeli duruşunu çok beğendim. Masa da çok uzun süre boş kalmadı zaten. Çok geçmeden, spor ama şık giyinmiş iki İtalyan kadın geldi.

La Pignese usulü Tiramisu
Küçük bezelerle zenginleştirilmiş Şam fıstığı mousse

Gelelim, o muhteşem yemeklere… Benim başlangıç olarak içtiğim Pignese’nin özel balık çorbasının içinde yok yoktu ve çok lezzetliydi. Sadece balık değil, her türlü kabuklu deniz ürünü, karides, kalamar, kerevit, ne arasanız vardı… Eşim, Pignese’nin yine özel lasagna’sını tercih etti. Ana yemek olarak, kalkan balığı olduğuna inanması zor bir tabak yedik. Ne bir düğme ne de kılçık. Fileto şeritleri rulo yapılmış ve etraflarına turp yaprağı sarılmış. En altta ise nohut ile yapılmış bir sos ve ince patates dilimleri. Böyle bir kalkan hayatımda hiç yemedim. Çok lezzetliydi. Yemekte BioVio şaraphanesinin Bastia d’Albenga yöresi Pigato üzümünden yaptığı ‘Bon in da Bon’ Pigato DOC Riviera Ligure di Ponente 2021 organik beyaz şarabını içtik. Tatlı konusuna gelince… Daha o sabah artık tatlı yememeye karar vermiştik. İyi ki o kararımıza sadık kalamamışız. Eşim çok özel sosuyla Pignese’ye özgü bir Tiramisu yerken ben, içinde bezeler olan bir Şam fıstığı mousse yedim. Tatlı ile birlikte, desert wine (tatlı şarabı) olarak, bizim 2015 yılından beri tutkunu olduğumuz, Antinori-Castello della Sala şaraphanesinin Umbria bölgesinde ürettiği Sauvignon Blanc, Grechetto Bianco, Traminer, Sémillon ve Riesling üzümleri karışımından yaptığı Muffato della Sala 2019 IGT içtik.

Liguria’nın Çok Özel Bir Köşesi: Portofino

Genova‘dan günübirlik gittiğimiz Cinque Terre, Portofino ve Sanremo‘yu beğenme dereceme göre sıralamamı isterseniz, Portofino’yu hiç düşünmeden birinci sıraya koyarım. Çocukluğumdan beri şöhretini duyduğum ama, daha önce hiç gitmediğim Portofino, gerçekten İtalyanların iddia ettikleri gibi, İtalya’nın en şirin ve romantik yerleşim yerlerinden birisi imiş. Düşüncemi belirttikten sonra, bu blogda her zaman yaptığım gibi, “Bana göre” ifadesini eklemeyi ihmal etmeyeceğim. Zira, herkesin zevki farklı, keyif aldığı şeyler farklı. Birilerinin gidip de, “Bu muymuş Portofino? Bu ufacık yer mi?”, deme olasılığı her zaman var. O nedenle ben sadece, gittiğimiz her yer için yaptığım gibi, Portofino’yu ve orada geçirdiğimiz yaklaşık 10 saatte neler yaptığımızı anlatacağım. Sonra artık, karar sizin…

Henüz Cinque Terre’de geçirdiğimiz uzun günün yorgunluğunu atamadan, ertesi gün Genova’dan Portofino’ya doğru yola çıktık. Araba ile Genova’dan Portofino’ya gitmek yaklaşık bir saat sürüyor. Otoyoldan Rapallo sapağından çıkıp, sahile doğru iniliyor. Sahildeki Santa Margherita Ligure, aynı isimli koyun kıyısında, çok güzel bir yerleşim yeri. Geçenlerde tesadüfen, sevdiğim sanatçı Rod Stewart’ın son eşi ile Santa Margherita’da evlendiğini okudum. Gerçekten hoş bir yer. Daha büyük ve kalacak yer seçeneği daha bol bir yer olması nedeniyle, bölgeye gelenlere Portofino yerine burada kalmaları da öneriliyor. Zira, Portofino’da otel fiyatları epeyce yüksek. Sahil boyunca uzanan, bir kısmı ücretsiz olduğu belirtilen plajları da bir tercih nedeni olabilir. Öte yandan, daha ünlü olan Portofino’ya da çok uzak değil. Santa Margherita ile Portofino arası ise, sadece 10-15 dakika.

Portofino’da park yeri bulmak epeyce zor. Bu durumu önceden öğrendiğim için, gitmeden 24 saat açık bir otopark belirlemiştim. Piazza della Liberta 13/A adresindeki bu otopark kapalı bir otopark. Sahil boyunca geldiğiniz yol sizi Portofino’da doğrudan bu meydana getiriyor. Sözünü ettiğim otoparkı karşıda görebiliyorsunuz. Meydanda birkaç tane daha otopark var ama bunlar 24 saat açık değiller ve erken kapanıyorlar. Eğer başka bir otoparkı tercih ederseniz, sonradan problem olmaması için kapanış saatlerini kontrol etmeyi ihmal etmeyin.

O gün, Portofino’da hava çok güzeldi ve mevsime göre inanılmaz bir kalabalık vardı. Ancak, bu kalabalığın bir gün önce Cinque Terre’de içine düştüğümüz kalabalıktan nitelik olarak çok farklı olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Buraya gelen turistler kesinlikle daha paralı ve daha görgülü, bilgili insanlardı. Kara yolunun dışında, sık sık tekneler dolusu insan gelmesine rağmen, çoğu zengince Amerikalılar olan bu turistlerde taşkınlık, gürültü yapma ve benzeri davranış görmedim. Sanırım, Portofino’nun pahalı bir yer olması, genelde dünyanın her yerinde gürültü ve uygunsuz davranışları ile hem yerli halkı hem de gelen diğer ziyaretçileri bezdiren profildeki bazı turistlerin buraya gelmesini bir ölçüde frenliyor.

Küçük bir koyda konuşlanmış olan Portofino, yukarıda belirttiğim gibi, çok şirin ve insanı değişik bir şekilde büyüleyen bir yerleşim yeri. Ancak, tıpkı Venedik’te olduğu gibi, bence asıl akşam olup, kalabalık gidince çok güzel oluyor. Belki yaz aylarında gece de kalabalık olmaya devam ediyor, bilemiyorum.

Portofino, yakınındaki Camogli ve Santa Margherita Ligure ile birlikte, Portofino Bölgesel Doğal Parkı‘nın içinde yer alıyor. 900’den fazla bitki çeşidi ve çok zengin bir hayvan çeşitliliği olan parka, tertemiz suları, mercan kolonileri ve balıklarıyla birlikte deniz de dahil. Bölgenin denizi de özel koruma altında. Cinque Terre’de olduğu gibi, burada da birçok yürüyüş yolu var.

Romalılar döneminde, yunusların limanı demek olan, Portus Delphini ismiyle anılan Portofino, o zamanlar bir balıkçı köyü imiş. 1950’li yıllarda bir turizm merkezi haline gelene kadar da burada halkın ana geçim kaynağı balıkçılık olmuş. Portofino’nun oldukça değişken ve hareketli bir geçmişi var. 1200 ile 1800 yılları arasında epeyce el değiştirmiş. İlk önce Genova Cumhuriyeti‘nin elindeyken, sonra Floransa Cumhuriyeti‘ne ve daha sonra tekrar Genovalılara geçmiş. Bu arada, Fieschi, Spinola, Adorno ve Doria gibi güçlü Genovalı ailelerin nüfuz alanı olmuş. Napolyon döneminde, Genova ile birlikte, Fransa İmparatorluğu topraklarına katılmış. 1814-1815 yıllarında yapılan ve Avrupa’da Napolyon dönemini sonlandıran Viyana Kongresi kapsamında ise, Sardinia Krallığı‘na verilmiş. Savoy Hanedanı‘nın elinde olan Sardinia Krallığı İtalya’nın birleşmesinde öncü olduğu için, 1861 yılında Portofino da doğal olarak, İtalya Krallığı‘na katılmış.

19. yüzyılın sonlarına doğru Britanyalı ve Kuzey Avrupalı aristokrat aileler Portofino’ya tatil için gelmeye başlamışlar. O dönemde Portofino’ya Santa Margherita’dan at arabası ile gelinebiliyormuş. Zaman içinde, bu ailelerden bazıları Portofino’da muhteşem malikhaneler yaptırmaya başlamışlar. 1950’lere gelindiğinde Portofino artık bir balıkçı köyü olmaktan çıkıp, gözde bir turizm noktası haline gelmiş. Hiç şüphesiz, dünya sosyetesinin ve film yıldızlarının bu duruma çok önemli katkıları olmuş. Bu yıldızların arasında Elizabeth Taylor-Richard Burton çiftinin ayrı bir yeri var. Burton, ilk olarak 1964 yılında evlendiği Elizabeth Taylor’a, Portofino’daki Hotel Splendido‘nun mor salkımlı terasında evlenme teklifi yapmış. Çift, 1960’lar boyunca Portofino’ya gelmeye ve bu otelde kalmaya devam etmiş. Bir rivayete göre, Elizabeth Taylor’un en sevdiği yemek, domates soslu spaghetti imiş. Onun anısına, günümüzde Hotel Splendido’nun restoranının menüsünde Spaghetti alla Elizabeth Taylor var.

Tepedeki Castello Brown’a giden yol

Portofino’nun dünya çapında tanınır olmasına bir diğer sebep de, ünlü “I Found My Love In Portofino” şarkısı olsa gerek. İlk olarak 1958 yılında Ferdinando Buscaglione tarafından seslendirilen (kendisi aynı zamanda şarkının bestecisi) bu şarkı sayesinde o dönem, İtalya’da Portofino adında bir yer olduğunu batı dünyasında bilmeyen kalmadı herhalde. Sonradan bu şarkı Dalida’dan başlamak üzere, sayısız şarkıcı tarafından, günümüze kadar söylendi. Hala söyleniyor.

Portofino’nun kalbi sahildeki, kısaca La Piazetta olarak anılan, Piazza Martiri Dell’Olivetta meydanında atıyor diyebiliriz. Arabaların park edildiği Piazza della Liberta’dan aşağı yukarı denize doğru 200 metre uzaklıkta olan bu meydan, lüks yatların ve teknelerin demirlediği limanın kıyısında, hoş bir alan. Buraya ve sahildeki dar ara sokaklara araba ile gidilemiyor. Hem buraya açılan sokağın üstündeki hem de meydandaki lüks markaların dükkanları, sanat galerileri, butikler ve şık kafe ve restoranlar Portofino’nun hangi gelir grubundan gezginleri hedeflediği konusunda daha ilk anda size ip ucu veriyor. Meydanı üç taraftan çevreleyen, renk renk boyanmış binalar buraya ayrı bir sevimlilik katıyor. Bazı binaların dış boyalarında, Liguria’da çok sevilen ve Genova’da da sık sık rastlanılan, trompe-l’œil (göz yanılsaması) tekniği kullanılmış.

Tavan detayı

Günü birlik gittiğimiz Portofino’da neler yapacağımızı her zamanki gibi önceden planlamıştım. Önce, meydandaki ünlü Bar Mariuccia‘da oturup, bir yandan geleni geçeni ve kıyıya yanaşan teknelerden inen insanları izledik, bir yandan da birer Affogato al Caffe yedik. Çok güzeldi. Günün ilerleyen saatlerinde, meydanda Bar Mariuccia’ya komşu olan mekanda da (Bar Morena) birer tane yedik ama, bu tat kesinlikle yoktu. Öte yandan, Starbucks‘ın Affogato kahvesinin de Affogato al Caffe ile bence uzaktan yakından bir ilgisi yok. Nasıl ki İtalyanlar, Amerikan zincir restoranlarının pizza’yı dünyaya yanlış tanıttığından yakınıyorlarsa, kanımca aynı şey Affogato için de geçerli. Bir tatlı türü olarak kabul edilen Affogato İtalya’da, bir top kaymak veya vanilya dondurmanın üzerine bir ölçü sıcak espresso kahvenin dökülmesi ya da daha doğru bir ifade ile, dondurmanın kahve ile “boğulması” (İtalyanca affogare fiili) şeklinde yapılıyor. Bazı durumlarda buna bir şot viski, rom veya çeşitli likörler de eklenebiliyor.

Castello Brown’dan Portofino’ya bakış
Kalenin Askerler Odası sonraki sahipleri tarafından
yemek odasına dönüştürülmüş. En güzel Portofino fotoğraflarını bu odadan çıkılan terastan çekebilirsiniz.

Portofino’nun bazı, yukarıdan çekilmiş, ikonik manzara fotoğrafları vardır. Eğer siz de hem Portofino’yu böyle yukarıdan görmek hem de gitmişken birkaç fotoğraf çekmek isterseniz, bunun için en iyi yer, tepede göreceğiniz Castello Brown (Brown Kalesi) olacaktır. La Piazzetta’nın Bar Mariuccia’nın karşı tarafına düşen köşesinde Castello Brown veya Chiesa di San Giorgio (San Giorgio Kilisesi) tabelası göreceksiniz. Buradan yukarı doğru uzanan taş döşeli yol, önce evlerin arasından, sonra tarihi zengin malikanelerinin yüksek duvarlarının arasından ve zaman zaman da ağaçlık alanların, bahçelerin yanından geçerek, yukarı kadar gidiyor. Bazı yerler yokuş olsa da, insanı çok zorlamayan, hoş bir yürüyüş yolu burası. Bir süre sonra sağ tarafta San Giorgio Kilisesi’ni görüyorsunuz. Biz kiliseyi dönüşte gezmek üzere, kaleye doğru yolumuza devam ettik.

Deniz feneri yolunda kaleye bakış

Castello Brown hakkında ilk okuduğum zaman, İtalya’da bir kalenin isminin İngilizce olmasını çok yadırgadım. Aklıma, Anglosakson kültür emperyalizminden tutun da ucuz turistik numaralara kadar her şey geldi. Gerçi, bu düşüncelerimin hiçbirini iyi kötü tanıdığımı düşündüğüm İtalyanlarla bağdaştıramadım. Benim bildiğim, İtalyanlar bu tür şeylere pabuç bırakmazlardı. Biraz daha araştırınca, gerçeğe ulaştım.

San Giorgio Kilisesi ve kapısı

Tarihte Castello Brown’dan ilk olarak 1425 yılında söz edilmiş. Bu tarihte, 1421 yılına kadar Genova Dükü olan Tomaso Fregoso, Milano Dükü Filippo Maria Visconti’ye karşı savaşarak, Portofino kalesini kişisel olarak ele geçirmiş. O tarihe kadar kale, Milanolu Visconti hanedanının elinde imiş. 1430 yılında kale Genova Cumhuriyeti’ne geçmiş. Stratejik konumu nedeniyle çeşitli dönemlerde birçok kuşatma ve saldırı yaşamış. 1500’lerin başlarında kale güçlendirilmiş ve topların yerleştirildiği yuvarlak kulesi yapılmış. 1542 yılında Genova Senatosu İspanya Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’ın (Şarlken) mimarı Gian Maria Olgiati’yi kalenin savunma sisteminin modernizasyonu için görevlendirmiş. Çalışmalar 1557 yılında tamamlanmış. 1797 yılında, tüm Liguria ile birlikte Portofino da Napolyon ordularının eline geçince, kaleye Fransız askerleri yerleşmiş. Napolyon bizzat kendisi, Portofino koyunun adını Porto Napoleone olarak değiştirmiş ancak, kale İngilizlerin saldırılarına karşı koyamamış. 1814-1815 Viyana Kongresi’nden sonra Portofino da önce Sardinia Krallığı’na, sonra 1861’de Birleşik İtalya Krallığı’na geçince, kale 1867 yılında askeri olarak tamamen boşaltılmış. Terk edilen kalenin talihi, yapıyı denizden gören ve hayran olan İngiliz Konsolosu Montegue Yeats Brown‘un burayı 7000 lirete satın alması ile değişmiş. Konsolos kaleyi, tarihi dokusunu mümkün olduğunca bozmadan bir rezidansa dönüştürmüş ve burada yaşamış. Kalenin Brown adını alması bu nedenle olmuş. Kalenin son sahibi, bir başka İngiliz, John Baber olmuş. 1961 yılında kaleyi Portofino Belediyesi satın almış ve müze yapmış. Günümüzde burası hem bir müze hem de düğün ve benzeri organizasyonlar için kiralanabilen bir mekan.

Kilisenin mezarlığı

Kalenin bahçesi güller ve çiçeklerle donatılmış. Bir zamanlar kaleyi denizden ve karadan gelecek saldırılara karşı korumak için topların konulduğu alan, Konsolos Brown tarafından harika bir terasa dönüştürülmüş. Portofino’nun işte o en güzel fotoğraflarını bu terastan çekebilirsiniz. Özellikle bir nokta var ki, herkes burada fotoğraf çekmek ya da çektirmek için sıra bekliyor.

Kilise mezarlığında bir Yahudi mezarı görmek beni şaşırttı
Mondadori Yayınları‘nın (1907) kurucusu Arnoldo Mondadori (1889-1971)

Gezdikten sonra, kalenin bahçesinde birer yorgunluk espresso’su içmeyi ihmal etmedik. Ama yürüyüş rotamız henüz sona ermiş değildi. Kaleden ileriye doğru yürüyünce, yarımadanın ucundaki tepede bulunan deniz fenerine gitmeyi de ihmal etmemek lazım. 9-10 dakikalık bir yürüyüş uzaklığında olan deniz fenerine giden yol için, kalenin çıkışında sola doğru ve ileriye yürümeniz gerekiyor. Kalenin girişindeki biletçiye sorarsanız, size tarif edecektir. Deniz fenerinin dibinde, manzarası da harika olan bir bar var. Şansımız varmış ki, bir boş masa bulduk ve manzaranın tadını birer kadeh Bertani şaraphanesinin Corvina-Rondinella-Molinara üzümlerinden yaptığı Amarone della Valpolicello DOCG 2019 şarabı ile çıkardık.

Gündüz önünden birçok kez geçtiğimiz Puny

Dönüşte, aşağı inerken, San Giorgio Kilisesi’ne uğramayı ihmal etmedik ama, kilise kapalıydı. Kilisenin kapısı ilgimi çekti. Kilisenin yanındaki mezarlık kısmının kapısını açık bulunca içeri girdik. Buradaki Hristiyan mezarlığında bir Yahudi mezarının olması daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeydi. Mezarların arasında dolaşırken karşıma çıkan bir başka mezar taşı da sürpriz oldu benim için. Günümüzde İtalya’nın en büyük yayınevi olan Mondadori Yayınları‘nın (1907) kurucusu Arnoldo Mondadori de (1889-1971) burada gömülüydü.

Pappardelle Portofino
Biberiye ve limonla pişirilmiş kılıç balığı

Akşam yemeği için meydandaki Ristorante Puny‘de yer ayırtmıştım. Aslında bütün Portofino gezimizi, hava durumuna ek olarak, bu restorana göre ayarladık diyebilirim çünkü, Ristorante Puny perşembe günleri kapalı. 1853 yılından beri faaliyet gösteren Puny, yerel halkın ve ünlülerin tercih ettiği bir restoran. (Bu ünlülerin arasında Silvio Berlusconi de varmış). Geleneksel Liguria mutfağının sunulduğu belirtilen Puny’e saat 19:30 için yer ayırtmıştım. Genova’ya dönüş için geç kalmayalım diye, restoranın arka tarafındaki Chiesa del Divo Martino‘nun saati haber veren çanı tam sustuğu an biz de Puny’den içeri girdik. İtalyanların akşam yemeği saati olarak henüz erken olduğu için, restoran önce boştu ama sonra, masalar yerli ve yabancı müşterilerle doldu. Yemekte, kendi hazırladıkları özel pesto ve domates soslu Pappardelle Portofino, ardından biberiye ve limonla pişirilmiş kılıç balığı çok güzeldi. Yanında bu kez, Imperia’nın kuzeyindeki Pontedassio’da yerleşik Laura Aschero şaraphanesinin Pigato üzümünden yaptığı Riviera Ligure di Ponente DOC 2022 şarabını denedik.

Hoşça kal Portofino…

Dönüşte, tam Genova’ya girerken, navigasyonun azizliğine uğradık ve yolları karıştırdık. Bir 15 dakikamız, karanlıkta yolları çıkarmaya çalışmak ve gereksiz yere tekrar otoyola girip, çıkmakla geçti ama, sonunda otele vardık.