Barselona (3): Gaudi’nin İzinde…

Antoni Gaudi i Cornet 1878 yılında, ünlü Escola d’Arquitectura de Barcelona’dan mezun olurken, mimarlık okulunun Direktörü Elies Rogent şöyle demiş:

“Bu diplomayı bir deliye mi, yoksa bir dâhiye mi verdiğimizi bilmiyorum; bunu sadece zaman gösterecek”

Ve zaman göstermiş… Gaudi, henüz ölmeden, bir dahi olarak kabul edilmiş. Modernista akımının bir üyesi olmakla beraber, yarattığı eserler ile kendine özgü bir tarzı olduğunu kanıtlamış. Şöhreti, ülkesinin sınırlarını aşmış…

Palma de Mallorca Katedrali (La Seu)

Benim, fotoğraflar dışında, Gaudi’nin eserleri ile ilk tanışmam, 2011 yılında Mayorka (Mallorca) adasında oldu. Mayorka’nın, La Seu olarak da anılan, 1229 yılında yapılmış ünlü katedralinde Gaudi’nin izleri vardı. Piskoposun talebi üzerine Gaudi burada, 1901-1914 yılları arasında restorasyon çalışmaları yapmış, bu arada, bazı ilaveler yapmaktan da geri durmamış. Altarın üzerine doğru, bir taç gibi, tavandan sarkan şamdan, yenilenen vitraylar, hatırladığım güzellikler… Ama şüphesiz, bu sıra dışı mimarın yaratıcı dehasını tam olarak kavrayabilmem için, onun Barselona’daki eserlerini görmem gerekiyormuş…

Palma de Mallorca Katedralinde Eski ile Gaudi’nin Eklemeleri Bir Arada

Gaudi, 25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da, Reus’da doğmuş. Bazı kaynaklara göre ise, Reus yakınlarında bir köy olan, Riudoms’da doğmuş. Ailesi, demir ve bakır işçiliği ile uğraşıyormuş. Gaudi’nin genç yaşlarda dedesine ve babasına bu konuda yardım etmesi ona, ilerde üç boyutlu tasarım ve malzeme kullanımı konusunda sağlam bir alt yapı sağlamış.

Öte yandan, çocukken ve ilk gençlik çağlarında, romatizma nedeniyle zayıf bir bünyesi olan Gaudi, yaz aylarında Riudoms’daki evde, uzun süre dinlendiği dönemler geçirmiş. Böylece, doğayı ve kurallarını inceleme fırsatı bulmuş. Bu da, ileride yaratıcılığını olumlu etkilemiş. Yarattığı eserlerin güzel, farklı, hatta çılgın olmak dışında, amacına uygun, sürdürülebilir ve etkin olmasını sağlamış.

Gaudi, 1870 yılında mimarlık okumak üzere Barselona’ya gelmiş. Eğitim masraflarını karşılamak için, bir yandan da çalışmak zorunda kalmış. Tutarsız bir öğrenci olsa da, daha o dönemde yeteneğinin fark edilmesi, hocaları ile birlikte bazı projelerde çalışmasını sağlamış.

Şelaleli Havuz-Parc de la Ciutadella

Gaudi’nin mezun olmadan önce çalıştığı projelerin içinde en ünlüsü, Parc de la Ciutadella’daki ünlü, şelaleli havuz. Genç Gaudi, mimar Josep Fontsere tarafından tasarlanan bu havuz projesinin hem tasarımına hem de yapılmasına katkıda bulunmuş. Fontsere onu, belli noktalarda tamamen özgür bırakmış. Günümüzde, hem bu havuzda hem de parkın diğer yerlerinde yapılan restorasyonlarda ortaya çıkan imzaları nedeniyle, genç ve yetenekli Gaudi’nin bu parka katkılarının eskiden bilinenden çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Parc de la Ciutadella’ya bir başka yazımda daha ayrıntılı olarak değineceğim.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Plaça Reial

Mezun olduktan sonra, Gaudi’nin ilk işlerinden biri, Barselona Şehir Konseyi tarafından kendisine sipariş verilen sokak lambaları olmuş. Günümüzde, Plaça Reial’de görebileceğiniz bu iki lamba, 1879 yılında yerlerine konmuş. Taş bir kaide üzerinde, altı kollu olan bronz ve dökme demir lambaların direkleri, asma yaprakları ve ortadaki Barselona şehir arması ile süslenmiş. Lambaların üst kısımları ise, en etkileyici yerleri. İki yılanın sarılı olduğu ana direğin en tepesinde, kanatlı bir miğfer ile, Roma tanrılarından Merkür (Yunanlılarda Hermes) temsil edilmiş. Her ne kadar, Merkür aynı zamanda yolcuların, nakliyecilerin, hırsızların ve dolandırıcıların koruyucusu olsa da, Gaudi bu semboli, onun dükkancıların ve tüccarların da tanrısı olmasından dolayı koymuş.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau

Gaudi’den, 1890 yılında yapması istenilen diğer iki lambayı ise, Pla de Palau’daki belediye binalarının önünde görebilirsiniz. Üç kollu olan bu lambalar ile Plaça Reial’dekilerin arasında benzerlikler olsa da, tepeleri farklı. Merkür’ün miğferi yerine, bu lambaların tepesinde, yine yılanların sarılı olduğu, ters olarak yerleştirilmiş, birer taç var. Söylendiğine göre, Gaudi’nin Barselona için yaptığı iki tane daha sokak lambası varmış. Ancak, bunlar kayboldukları için, günümüze ulaşamamışlar.

Gaudi’nin Gençliği

Gaudi gençlik yıllarında, iyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi ve yaşamayı seven, tiyatro, konser ve sosyal toplantılara giden bir insanken, zaman içinde, mimari dehasının en çarpıcı ürünlerini vermesine paralel olarak, tüm bu alışkanlıklarını teker teker bırakmış. Giderek toplumsal hayattan çekilmiş. Dini inançları kuvvetli, çok az yemek yiyen, üstüne başına önem vermeyen bir insan haline gelmiş. Öyle ki, ömrünün 43 yılını verdiği ve son yıllarda yaşadığı Sagrada Familia (*) kilisesinin yakınlarında, bir tramvay çarpması sonucu yaralanıp, hastaneye kaldırıldığı zaman, onu önce kimse tanımamış. Ünlü mimar Gaudi olduğunun anlaşılması bir hayli vakit almış. Kazadan iki gün sonra öldüğü zaman ise, binlerce Barselonalı cenazesine katılmış.

Gaudi’nin Cenazesi (12 Haziran 1926)

Şüphesiz, genç Gaudi’nin hayatındaki dönüm noktası onun, politikacı, girişimci ve sanayici, Eusebi Güell ile tanışması olmuş. Daha sonra Kral tarafından Kontluk unvanı da verilen Güell, sanatçıları daima korumuş ve desteklemiş. İş birlikleri uzun yıllar sürecek olan ikili, 1878 Paris Dünya Fuarı vesilesi ile birbirlerini tanımışlar. Gaudi’nin, fuara katılan, eldiven perakendecisi Esteve Comella için tasarladığı vitrin düzenlemesini çok beğenen Güell, bu yetenekli mimar ile çalışmaya karar vermiş. Önceleri, mobilya tasarımı gibi ufak tefek siparişler vermiş. 1886 yılında, Gaudi koruyucusundan ilk önemli işini almış. Güell kendisinden, şehirde geniş ailesi ile birlikte oturabileceği bir saray tasarlamasını istemiş. Palau Güell’in yapımına böylece başlanmış.

Gaudi’nin Güell İçin Tasarladığı İki Koltuk. Soldaki Kadınlar, Sağdaki Erkekler İçin-Palau Güell
Koltukların Alt Saçaklarından Kafasını Uzatan Fareler
Koltukların Arkalıklarından Kafalarını Uzatan Kediler

Daha önce belirttiğim gibi, Barselona’da Art Nouveau binalar ağırlıklı olarak Eixample semtinde yapılmış. Palau Güell ise, şehrin eski tarafında bulunuyor. La Rambla’da, sahile doğru inerken, sağ koldaki ara sokaklardan birinde. Etkileyici girişine rağmen, insan ilk anda binanın özelliğini ve güzelliğini tam olarak algılayamıyor. İslami ve gotik mimarinin izleri ile bezeli yapıyı gezdikçe hayranlığınız artıyor. Yapımı dört yıl süren binada taş, ahşap, seramik, cam ve demir işçiliği müthiş bir ahenk içinde. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için Gaudi, çok geniş bir sanatçı ve usta ekibiyle birlikte çalışmış.

Palau Güell

Palau Güell, estetik olduğu kadar, çağının çok ötesinde olduğunu düşündüğüm, fonksiyonel özelliklere de sahip bir yapı. Sagrada Familia da dahil olmak üzere, gezdiğimiz diğer eserlerinde olduğu gibi, Gaudi burada da doğal ışıktan faydalanma ve havalandırma konuları üstüne çok düşünmüş ve çözümler üretmiş. Öte yandan, bu teknik çözümlerini Modernista akımının genel kuralları ve kendi estetik zevki ile süslemeyi de ihmal etmemiş. Buna en güzel örnek, binanın çatısındaki bacalar. Aslında, Gaudi’nin her yaptığı yapıda, farklı bir şekilde tasarlanmış ya da süslenmiş bacalar hep sıra dışı. Çarpıcı ve güzel olmalarının yanında, bu bacaların bir kısmı ısıtma sisteminin, bir kısmı ise havalandırmanın bir parçası.

Palau Güell’in Bacaları

Pala Güell’in girişi, yüksek tavanlı, geniş bir mekan. Sokaktan içeri girilen, harika bir demir işçiliği ile süslenmiş, iki kemerli kapı da, aynı şekilde, yüksek. Bunun nedeni, üst katlara çıkan, görkemli bir merdivenin bulunduğu bu antreye, at veya atlı araba ile girilmesini mümkün kılmak içinmiş. Merdivenler ve sahanlık bölgesinde görülen taş işçiliği, demir ve vitray süslemeler, sarayın diğer kısımlarında göreceklerinizin ufak bir habercisi sadece…

Giriş kapısı-Palau Güell
Girişten Üst Katlara Çıkan Ana Merdiven-Palau Güell
Vitray-Palau Güell

Yukarı çıkmadan, zeminin alt katında gezilen bölge, atlar için ahır ve arabaların çekileceği alan olarak tasarlanmış. Tıpkı, günümüzdeki binaların altına yapılan garajlar gibi. Buraya, eğimli, taş döşenmiş bir koridor ile iniliyor. Eğim ve malzeme, atların kaymasını önleyecek şekilde seçilmiş. Tuğla duvarlı mekan, doğal bir havalandırma sistemine sahip.

Kabul Salonu Tavan Detayı
Konser Salonundaki Org-Palau Güell
Orgun Altındaki Sahne. İçteki Kapılar Açılınca, Salon İbadet İçin Bir Şapele Dönüşüyor

Palau Güell’in yaşamsal alanı güzelliklerle dolu. Misafir salonu, konser salonu ve muhteşem orgu, yemek salonu, oturma odası, yatak odaları, oyun odaları ince detaylar ile bezeli. Tüm odalarda, Akdeniz güneşinden faydalanılırken, sıcağından korunmanın çareleri, estetiği ihmal etmeden, bulunmuş.

Oturma Odasından Detaylar-Palau Güell

Palau Güell ziyaretimizle ilgili beni üzen nokta, anlayamadığımız teknik bir aksaklık nedeniyle, çektiğimiz fotoğrafların çoğunun yok olmuş olması… Sanki, teknolojik bir kara delik tarafından yutulmuş gibiler. O nedenle, burada sadece, elimdeki az sayıda fotoğrafı paylaşabiliyorum.

Yatak Odası Şöminesi ve Tuvalet

Güell ailesi, yirminci yüzyılın başına kadar Palau Güell’de oturmuş. 1945 yılında, ailenin en küçük kızı bu güzel sarayı, Barselona Şehir Konseyine devretmiş. Palau Güell, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş.

Bekçi Kulübeleri-Park Güell

1900 yılında, iş adamı Güell büyük bir arazi satın almış ve Gaudi’den, buraya çocukları için bir park yapmasını istemiş. Böylece, günümüzde Barselona’da en çok gezilen yerlerden biri olan Parc Güell’in yapımına başlanmış. Bu arada, aile de parkın arazisinin içindeki Casa Larrard’a taşınmış. Gaudi, klasik stilde yapılmış bu binada ufak tefek değişiklikler yapmış. Ama yapıyı fazla değiştirmemiş. 1931 yılından beri bir okul olarak kullanılan binayı, parkı ziyaret ettiğiniz zaman, tel örgülerin arkasından görebiliyorsunuz. Parkın içindeki, mimar Francesc Berenguer’in yapımı bir diğer binada, Gaudi uzun yıllar yaşamış. Ölmeden bir süre önce, en büyük tutkusu haline gelen, Sagrada Familia’da yatıp, kalkmaya başlamış. Şimdi bu ev de, Gaudi’nin Evi adı altında, ayrı bir müze. Park girişinin dışında bir ücret ödeyerek, gezebiliyorsunuz.

Dorik Sütunlu Hipostil Odası
Güell Ailesinin Oturduğu, 1931’den Beri Okul Olan Casa Larrard
Gaudi’nin Evi

Özellikle giriş kapısındaki bekçi binaları, ana merdivenlerindeki dev kertenkele ve umulmadık yerlerde karşınıza çıkan masalsı yaratıklar nedeniyle, Parc Güell insanda bir Disneyland izlenimi yaratıyor. Bu nedenle olsa gerek, burası Barselona’da en çok çocuğu bir arada gördüğümüz yer oldu. Güell ailesi, Eusebi Güell’in ölümünden sonra, parkı Barselona Şehir Konseyine satmak üzere teklifte bulunmuş. 1922 yılında satış gerçekleşmiş ve park, dört yıl sonra halka açılmış. Ancak, ondan çok önce de, Teatre Grec veya Doğa Meydanı (Nature Square) denilen alanda, halka açık ulusal bayram kutlamaları ve spor karşılaşmaları yapılırmış.

Üstte Grek Tiyatrosu veya Doğa Meydanı, Altta Hipostil Odası
Hipostil Odası Tavan Detayı

Parka gitmeden önce, biletinizi almanız önemle tavsiye ediliyor. Nitekim, biz de öyle yaptık ve iyi ki de bu öneriye kulak vermişiz dedik. Kapıda, bilet almak ve içeri girmek için uzun bir kuyruk oluyor. Parkın birkaç girişi var. Ana giriş, Carrer d’Olot’dan. Ancak, biletinizi önceden, internetten aldıysanız, diğer girişlerden de girebilirsiniz. Burada önemli olan, biletinizde belirtilen saat aralığında mutlaka orada olmanız. Eğer bu zamanı geçirirseniz, sizi içeri almıyorlar. Biz, gitmeden önce okuduğum bir öneriye uyarak, parka üst taraftan girdik. Bunun avantajı, parkı yokuş aşağı inerek, gezebilmeniz. Ancak, o kapıya ulaşmak için, metrodan sonra tırmanmamız gereken yokuş çok daha dik ve yorucu idi. Üstelik, giriş kapısını bulmamız da biraz vakit aldı. O nedenle, ben size ana kapıdan girmenizi öneririm.

Çamaşırcı Kadın Revakı

Parkın demir giriş kapısı, dikkat çekici. Bu kapı, Gaudi’nin 1883-1885 yıllarında bir başka aile için yaptığı, yazlık ev Casa Vincens’den getirilmiş. Gaudi’nin ilk önemli eseri olduğu belirtilen bu yapı da Unesco Dünya Mirası listesinde ve gezilebiliyor. Ancak, bizim gezmeye vaktimiz olmadı.

Biz parkı gezerken, en üstteki Doğa Meydanı bir restorasyona girmek üzereydi. Meydanı naylonlarla kaplamaya başlamışlardı ama, yine de, kırık seramik kaplı oturma yerlerini görebildik. Okuduğuma göre, şimdi burası bir süreliğine tamamen kapatılmış. Orijinal ismi Yunan Tiyatrosu olan, büyük gösterilerin yapıldığı bu alan, kısmen kayaya oyularak, kısmen de hemen altındaki, Hipostil Odası denilen mekanın Dorik sütunlarının üstüne oturtularak yaratılmış. Gaudi, yukardaki meydanda biriken yağmur sularının, alttaki sütunlu odanın saçak kısmında yaptığı oluk ve filtreleme sistemi ile, en alttaki su deposuna dolmasını sağlamış. Girişin tam karşısındaki merdivenlerin dibinde, bütün azameti ile sizi karşılayan ve gerektiğinde ağzından su akan ejderhayı da, depodaki su seviyesini ayarlamak için kullanmış.

Parkın Ünlü Ejderhası
Casa Vincens’den Getirilen Kapı

Barselona’da kaldığımız sürede, Palau Güell dışında, Gaudi’nin eseri olan konutlardan iki tanesini daha gezme fırsatımız oldu. Bunlar aynı zamanda, mimarın en çok adı geçen evleri. İlk olarak, Passeig de Gràcia 92 numarada bulunan Casa Mila’yı (La Pedrera olarak da anılmaktadır) gezdik. Burası, Pere Mila ve eşi Roser Segimon tarafından, Gaudi’ye sipariş verilmiş bir apartman kompleksi. Aile Gaudi’den, alt katta kendileri için bir daire, üst katlarda da kiraya verebilecekleri daireler yapmasını istemiş. 1906-1912 yılları arasında yapılan bu büyük apartmanda hala bazı dairelerde oturanlar var. O nedenle, binayı gezerken, fazla gürültü yapılmaması rica ediliyor. Kimi dairelerde de, Casa Mila’yı yöneten vakıfa ait ofisler bulunuyor.

Casa Mila (La Pedrera)
Apartmanın İki Avlusundan Bir Tanesi ve Mila Ailesinin Dairesine Doğrudan Çıkan Merdiven
Avluya Yukardan Bakış
Diğer Dairelere Çıkan Merdivenler

Casa Mila, iki ayrı avlusu olan, çok modern bir bina. Gaudi, apartman sakinlerini düşünerek, binanın altına bir park alanı yapmış. Ama, aradan geçen yirmi yılda atlı arabaların yerini motorlu arabaların alması nedeniyle, Palau Güell’deki gibi bir ahır ve atlı arabaların çekildiği bir mekan yerine, otomobiller için bir garaj yapmış. Bina, Gaudi’nin tüm eserlerinde olduğu gibi, doğal gün ışığından maksimum derecede yararlanılabilecek şekilde tasarlanmış. Hem ortadaki avlulara hem de dışarıya cephesi olacak şekilde yerleştirilmiş daireler son derece aydınlık. Bazı bölgeleri, adeta bir ışık seli içinde.

Örnek Dairede Yemek Odası
Mutfak
Ütü Odası

Binanın dördüncü katındaki temsili daire sayesinde, 1900’lerin başında, Barselonalı zengin bir burjuva ailenin yaşadığı tipik bir daireyi görebiliyorsunuz. Salon, yemek odası, yatak odaları, hizmetçi odası, ütü odası, banyolar, hepsi dönemin mobilyaları ile döşenmişler. Apartmanda, üç tane merdiven ve iki tane asansör buluyor.

Yatak Odası
Banyo

Casa Mila’nın dış cephesindeki, dalgayı andıran hareketlilik, yapıya çok modern bir hava veriyor. Ayrıca balkon demiri görevini gören süslemeler, çağdaş bir geri dönüşüm anlayışı ile, kullanılmış araba lastiklerinden yapılmış. Ancak, binadaki asıl şaşırtıcı unsurlar, sizi üst katlarda bekliyor. Öncelikle, tavan arasında görülen kemerler silsilesi insanı büyülüyor. Buradaki 270 kemer, bir üst kattaki terası da ayakta tutuyor. Apartman dairelerinin çamaşır yıkama alanı olarak planlanmış tavan arası, terastaki bacalar yardımı ile, aynı zamanda binanın havalandırmasının da düzenlendiği bir alan.

Tavan Arası

Star Wars’u Andıran Çatı

Binanın dış cephesi gibi dalgalı bir zemini olan terastaki, uzay yaratıkları benzeri, dikitler çok çarpıcı. Bunların çok az sayıda olan birkaç tanesi süsleme amacıyla yapılmış. Kalanlar ise, ya ısıtma sisteminin ya da havalandırmanın bacaları. Sanırım, gençler için binanın en ilgi çekici yeri, tepedeki bu teras. Çünkü, dışarı adımınızı atar atmaz, kendinizi Star Wars filmlerindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.

Bacalar

İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Gaudi, Casa Mila ile, çağının çok ötesinde bir apartman yaratmış. Öte yandan, bu dönemde kendini artan bir şekilde dine vermeye başlamış. Aklı fikri Sagrada Familia’nın yapımına hız vermekte imiş. Bu nedenle, aslında bu binayı epeyce bir ısrardan sonra, biraz da gönülsüzce yaptığı söyleniyor. Yapımı sırasında, hem mal sahibi ile hem de Barselona Şehir Konseyi ile ihtilafa düşmüş. Hatta Pere Mila ile mahkemelik olmuş. Davayı kazanınca, aldığı tazminatı bir manastıra bağışlamış. Casa Mila, 1984’ten beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.

Gaudi’nin Tasarımı Yer Karoları. Passeig de Gràcia Caddesinin de Kaldırımları Aynı Desenli Karolar İle Kaplı
Gaudi’nin Tasarımı Sandalyeler
Casa Mila (La Pedrera) Maketi

Casa Mila ve Parc Güell’i gezdiğimiz gün, son olarak, Gaudi’nin bir başka şaheserini de gezdik. Barselona’da bir haftadan fazla kaldığımıza göre, Gaudi’nin yaptığı evler içinde çok özel bir yeri olan Casa Batlló’yu görmeden gitmek olmazdı…

Casa Batlló
Giriş
Ana Merdiven
Trabzan Başı Detayı
Arka Merdivenler

Casa Batlló da, Casa Mila gibi, Passeig de Gràcia caddesinde, 43 numaralı bina. Bir önceki yazımda bahsettiğim, Modernista mimar Josep Puig i Cadafalch’ın eseri, Casa Amatller’in tam yanındaki bina. Ancak, Casa Batlló çevredeki yapıların hiçbirine benzemeyen, çok faklı bir apartman. Dış yüzeyindeki renkli, kırık seramik kaplama kimilerince bir ejderhanın pullarına benzetiliyor. Salvadar Dali gibi, kimileri de bunun deniz dalgalarını sembolize ettiğini düşünüyor. Yekpare demirden yapılmış balkonlar genellikle maskelere, çatının pullu ve kavisli yapısı ejderhaya, önündeki haç da, Aziz George’un ejderhaya sapladığı kılıca benzetiliyor. Yine ejderha benzetmesini benimseyenler, zemin kattaki kemerleri ejderhanın bacakları olarak tarif ediyorlar. Tüm bu yorumlar sadece birer tahmin çünkü, Gaudi bu konuda hiçbir zaman bir açıklamada bulunmamış. Her ne olursa olsun, bina son derece değişik ve büyüleyici. Üstelik, gündüz ayrı gece ayrı güzel…

Casa Batllo Gece de Çok Etkileyici…

Batllo Ailesinin Dairesinden Şömine ve Kapı Detayı

Passeig de Gràcia’ya Bakan Salondaki Pencere Vitrayları ve Tavan Detayı İnsana Suyun Altındaymış Hissi Veriyor…

Başta, mülk sahibi Josep Batlló i Casanovas Gaudi’den, burada önceden var olan bir binayı tamamen yıkıp, yeniden yapmasını istemiş. Ancak Gaudi kendisini, binayı yıkmadan yenileme konusunda ikna etmiş. Bina, 1904-1906 yılları arasında yenilenmiş. Cephesi ve çatısı dışında, binanın içi, apartman daireleri yeniden düzenlenmiş. Günümüzde hala çalışmakta olan asansör eklenmiş. İçeride, bazı noktalarda gerçekten suyun altındaymışsınız hissi veren büyülü bir hava yaratılmış. Ailenin oturduğu birinci kattaki dairenin, ana caddeye bakan salonu özellikle çok güzel. Arka taraftaki teras ise, bir bahçe büyüklüğünde.

Arka Salon ve Teras

Gaudi, Casa Batlló’yu yaparken en ince ayrıntıya kadar düşünmüş. Kapı ve pencere çerçeveleri, kulplar, lambalar ve aplikler bile, özel olarak tasarlanmış. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin farklı anatomilerini dikkate alarak sandalyeler ve farklı mobilyalar yaptırmış.

Daire Kapıları

Oda Kapısı ve Pencere Tasarımı
Gaudi’nin Aplikleri

Ben, kendi adıma, Casa Batlló’yu gezerken büyülendim… Burada yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüp, durdum. Yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bu bina öylesine çağdaş ve modern ki, insan günümüzde burada rahatlıkla yaşayabileceğini düşünüyor. Bir de, hem estetik güzellik hem fonksiyonellik, insanın gözüne sokulmadan sağlanmış. Gaudi’nin her zaman yaptığı gibi…

Apartmanın, Üst Katlara Çıktıkça Koyulaşan, Mavi Renkli Seramik Kaplı Aydınlığı

Gaudi’nin Barselona ve civarındaki eserleri, benim bu yazıda yazdıklarımla sınırlı değil. Şehrin içinde bile görmeye vakit bulamadığımız, Casa Vincens ve Casa Calvet gibi yaptığı evler var. Onları da artık, bir sonraki sefer görürüz dedik…

Pencerelerdeki Havalandırma Kapakları
Casa Batllo’nun Bacaları

Yurtdışına gidince, sadece müze geziyoruz sanılmasın. Yabancı bir ülke ya da şehri tanımak için, gündelik hayatın içine karışıp, insanları gözlemlemek de gerekiyor. Güzel bir kafede yorgunluk atmak, pazarları dolaşmak, şehrin yerlilerinin tercih ettiği yeme içme yerlerine gitmek bunun için ideal.

Casa Batllo’dan sonra, biraz dinlenmek iyi olur diye düşündük. Otele dönmek için Plaça de Catalunya’dan geçerken, köşedeki Cafe Zurich’de bir kahve içelim dedik. Daha önce, buranın bir zamanlar ünlü bir yer olduğunu, yazarların, sanatçıların, entelektüellerin buluşma yeri olduğunu okumuştum. Bu ne kadar zaman önceydi, bilemiyorum ama, şu anda hiçbir özelliği kalmamış görünüyor. Bir kere aşırı kalabalık. Garsonlar ise, aşırı yavaş ve bıkkın. Sanırım burası da, Paris’teki benzer kafelerin akıbetine uğramış. Şehrin kültürel panoramasında sadece bir anı olarak kalmış.

Son olarak, Eixample semtinde çok memnun kaldığımız iki restorandan söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, yaklaşık bir seneden beri Barselona’da oturan ve genç bir çift olan dostlarımızın bizi götürdüğü bir tapas bar. Çeşitli kaynaklardan, tapas konusunda bir efsane olarak kabul edildiğini öğrendiğim Ciutat Comtal’ın şöhretinin, hak edilmiş olduğuna şahitlik yapabilirim. Yediğimiz çeşit çeşit, leziz tapasların içinde, özellikle yengeçli ve kaz ciğerli olanların tadı damağımda kaldı doğrusu. Önden içtiğimiz bir sürahi sangria, ardından zevkle yudumladığımız kaliteli şaraplar ve keyifli sohbetimiz eşliğinde, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık.

Ciutat Comtal ile ilgili önemli bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Burası, rezervasyon almayan bir işletme. O nedenle, bizim yaptığımız gibi, İspanyol ölçülerine göre akşam yemeği için erken bir saatte orada olmanızı öneririm. Bu da, yedi buçuk ile sekiz arası bir saat demektir. Buna rağmen, boş bir masa için, yine de barda beklemek durumunda kalabilirsiniz. Hiç dert etmeyin ve sangrianızı yudumlamaya başlayın…

İkinci restoran, Vinoteca Torres, Casa Batlló’ya yürüyerek dört dakika mesafede. Passeig de Gràcia 78 numarada. Burayı da, yemek zevki ve kültürüne çok güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Ucuz sayılmayacak bir restoran ancak, gerek yemekler gerekse servis açısından pişman olunmayacak ciddiyette bir işletme. Torres ailesi kuşaklar boyunca şarap üretimi ile uğraşmış bir aile imiş. Benim düşünceme göre, zorlu bir süreç gerektiren şarap üretimindeki titizliği, restoran işletmeciliğinde de, aynen uyguluyorlar.

Biz, Vinoteca Torres’e oldukça geç bir saatte gittik. Öncesinde, Montjuic’te bulunan Sihirli Çeşme’deki (Font Magica) ışık ve müzik gösterisini izlemeye gitmiştik. Rezervasyonumuz vardı. Önce bize, ön taraftaki uzun ve yüksek masaları önerdiler. Ama biz, arkada tarafta ve yukardaki beyaz örtülü masalardan bir tanesini tercih ettik. Bizimle ilgilenen genç kız, şarap ve yemek önerilerinde son derece başarılı idi. Antre olarak, ançüez ve escalope carpaccio; ana yemek olarak cannelloni ve filet mignon çok lezzetli idi. Tatlı olarak, yine garsonumuzun önerisi üzerine yediğimiz, çikolatalı tatlı ve dondurmadan çok memnun kaldık.

Barselona’da sürdüğümüz izler bu kadar değil… Bir sonraki yazımda, farklı bir iz üzerinde olacağız…

________________________________
(*)- Sagrada Familia’ya, Barselona üzerine yazdığım ilk yazıda ayrıntılı olarak yer verdiğim için, bu yazımda tekrar değinmedim. Bakınız: Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (2): Modernista Akımının İzinde…

Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.

Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.

Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.

1888 Dünya Fuarı İçin, Mimar Josep Vilaseca i Casanovas Tarafından Tasarlanan, Zafer Takı

Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…

Parc de la Ciutadella’da Gaudi’nin Ejderhaları

Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.

Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…

23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.

Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.

Passeig de Gracia Caddesinde, Barselona’nın Elektrikle Çalışan İlk Sokak Lambaları

Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.

Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…

Kaldırımlardaki ‘Modernism Rotası’ İşaretleri

1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.

Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.

Casa Lleo Morera

Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…

Casa Lleo Morera

Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.

Palau de la Musica Catalana

Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.

Palau de la Musica Catalana

Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.

Aziz George Heykeli-Palau de la Musica Catalana

Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.

Fuaye-Palau de la Musica Catalana

‘Ağaçlı Balkon’-Palau de la Musica Catalana

Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.

Salon ve Camdan Ters Kubbe-Palau de la Musica Catalana

Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.

Josep Anselm Clave’nin Heykeli-Palau de la Musica Catalana
Üstte:Valkyries Canlandırması Altta: Beethoven’in Büstü

Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…

Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…

Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.

(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)

O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.

Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.

Hasta Kabul Bölümü-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi
Yer Altı Tünelleri-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…

Posta Kutusu-Casa de l’Ardiaca

Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.

Casa Marti

Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.

El Quatre Gats

Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.

Picasso’nun El Quatre Gats İçin Yaptığı Afişin Aslı-Picasso Müzesi

Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.

Beklerken (Margot), Picasso-Picasso Müzesi

1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.

Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…

Story Kafe

Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.

Casa Amatller

Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.

Palau Nacional ve Font Magica

Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.

Font Magica ve Cadafalch’ın Sütunları

Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.

Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.

Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.

Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.

Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…

Columbus Anıtı-Plaça del Portal de la Pau

Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…

Hotel 1898

Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.

Hotel 1898

Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.

Hotel 1898

Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.

Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Kristof Kolomb’u Kabul Ettikleri Salon-Museu d’Historia de Barcelona

Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.

Eixample

Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.

Sagrada Familia

Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.

Sagrada Familia

Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.

Gaudi’nin Mezarı-Sagrada Familia’nın Kripti

1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.

Gaudi’nin Sagrada Famila’nın Girişinde Kara ve Deniz Yönlerini Göstermek İçin Kullandığı Deniz ve Kara Kaplumbağaları

Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.

Sonsuzluk Ağacı-Sagrada Familia

Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.

Tutku Cephesi-Sagrada Familia
Judas’ın Öpüşü ve Sihirli Kare

Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.

Sağda, Çarmıhını Taşıyan İsa. Solda, İsa’nın Yüzünü Baş Örtüsü ile Silen Veronica. Elinde Tuttuğu Örtüsüne İsa’nın Sureti Çıkmış
Tutku Cephesinden Detay-Sagrada Familia

Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…

Çarmıktan İndirilen İsa’nın Nicodemus (Sağda Üstte)Tarafından ‘Yağlanması’. Subirachs, Nicodemus Olarak Kendisini, İsa’nın Başını Tutan Kişi Olarak İse Gaudi’yi Yapmış

Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…

Sagrada Familia’nın İçi

Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.

Sagrada Familia’nın İçi
Sagrada Familia’nın İçi-Zafer Kapısı ve Üzerinde Barselona’nın Koruyucusu Aziz George

Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.

Aşağıdan Görülemeyecek Yükseklikte Ayrıntılar

Kuleden Aşağı İnilen Merdivenler…

Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.

Gaudi’nin İşçi Çocukları İçin Yaptığı Okul (1908-1909)
Üst Sıra: 20.Yüzyıl Başlarında Okul Alt Sıra:Okulun Eskisi Gibi Yenilenen İçi

Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.

İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.

İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.

Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…

Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.

Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.

Sıcak Çikolataya Batırarak Yenen Churros (Xurros)

İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…

Matera… Bir Zamanların Hayalet Şehri…

Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.

Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.

Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…

Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.

Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.

Matera’nın Sasso Barisano Bölgesi ve Tepede Duomo

Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.

Sasso Caveoso Bölgesi

Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.

Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.

Üstte Alberobello, Altta Harran Evleri ve İçleri

Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.

Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,

– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.

Otelimizi söyleyince,

– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.

O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.

Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.

Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…

San Pietro Caveoso Kilisesi

Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.

Matera Kanyonu

Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.

Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.

O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.

Ristorante Gatta Buia

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.

Otelimiz Palazzo Viceconte

Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.

Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.

Matera Katedrali-Duomo

Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.

Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.

Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.

Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.

Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).

Duomo ve İçi
Anlaşılan Son Günlerde Günah Çıkarmaya Pek Gelen Yok…

Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.

Duomo’da Bizans Kalıntıları ve Freskleri

Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.

San Pietro Caveoso Kilisesi ve İçi

Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.

San Giovanni in Monterrone Kilisesi
Alt Sıradaki Evin Ahırının Kilisenin Tabanından Görünüşü
Madonna de Idris Kilisesi
Kilisenin Dış Duvarına Adak İçin Oyulmuş Delikler
Kilisenin Önündeki Mezarlık

Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.

Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,

– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.

– İtalyan değiliz, dedim.

Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,

– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.

O da İtalyan olmadığını söyleyince,

– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.

Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.

Vico Solitario Mağara Evi

Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.

At, Keçi, Koyun ve Tavuklarla Birlikte Ortalama 8 Kişinin Yaşadığı Bu Evde 1956’ya Kadar Oturulmuş

Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.

Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.

Mutfak

Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.

Su İçin Kar Biriktirilen Sarnıç

Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.

İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,

– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…

Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci Kiliseleri
Papazların Şarap Yapmak İçin Üzümleri Çiğnedikleri Küvet. Çıkan Su Yandaki Deliklerden Dışarı Akarmış

Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.

Madonna del Carmine Kilisesi

Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.

El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.

Geleneksel Düdük ‘Cuccu’

Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…

Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…

San Giovanni Battista Kilisesi
San Biagio Kilisesi
San Pietro Barisano Kilisesi
Sant’Agostino Manastırı

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…

Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…

———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Kibyra

Sagalassos ve Kibyra gezimizde pazar sabahı, beklediğimizden güzel bir güne açtık gözlerimizi. Hava durumu tahminleri o gün için günlerden beri yağış veriyordu ama, sabahın erken saatlerinde öyle bir tehlike yoktu henüz. Sagalassos Lodge & Spa Hotel’deki odamızın penceresinden baktığımda, Ağlasun’un bir bölümünün doğmakta olan güneş ile aydınlanmış olduğunu, hala alacakaranlıkta olan diğer kısmının üzerinden ise, yavaş yavaş bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu gördüm. Çok güzel bir manzara idi… Bir de o sessizlik… Büyük şehirlerde böylesi bir sessizliği yaşamanın ne kadar imkansız olduğunu düşündüm. Günün en sessiz olması gereken saatlerinde bile kulağa gelen, uykumuzda alttan alta bizi yoran sesleri… Acı bir fren sesi, kesilen elektrik nedeniyle devreye giren jeneratörlerin sesi, aniden feryada başlayıp, sizi yatağınızda hoplatan araba alarmları, komşu dairelerden birinde yorgun düşüp, kanepe üzerinde uyuya kalmış bir beyaz yakalının karşısındaki televizyondan yükselen ses gibi…

Güzel ve sıkı bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Programa göre, önce Burdur Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Bir önceki gün Sagalassos’ta kopyalarını gördüğümüz, Kuzeybatı Heroon’una ve Antoninler Çeşmesi’ne ait kabartma ve heykellerin asıllarını gördük. Bunların yanında daha pek çok eser vardı. Rehberimizin belirttiği gibi, önce antik kenti görüp, daha sonra müzeyi gezmek daha etkili. Böylelikle, müzede gördüğünüz eserleri, hayalinizde gerçek konumlarında canlandırmanız çok daha kolay oluyor.

Müzede, Kibyra’ya da ait az sayıda eser bulunuyor. Bu azlığın, Kibyra’nın, henüz çalışmaların devam ettiği bir kazı alanı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Şehir, tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Bir de, bildiğim kadarı ile, genel olarak, hakkında yayın yapılmamış arkeolojik buluntular sergilenmiyorlar. Ancak, girişte sergilenen iki eser grubu, Kibyra’da ne kadar müthiş şeylerin bulunmuş olabileceğini veya henüz toprak altında beklediğini düşünmemize yetiyor.

Dövüşen Gladyatörler. Gladyatörler Mezarlığı Heroon’undan Kabartma-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kibyra, Burdur’un merkezine yaklaşık 110 kilometre mesafede, Gölhisar ilçesinin batısında, üç tepe üzerine kurulmuş bir kent. Antik kentten, Gölhisar gölü ve Koçaş dağını içine alan müthiş bir manzara var. Zamanında, kentteki evler, birbirlerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmışlar.

Kibyra’dan Manzara

Kibyra’nın, antik dönemde tam olarak hangi bölgeye ait olduğu söylenemiyor. Ancak, dört bölgeyi (Frigya, Karya, Likya ve Pisidya) birbirine bağlayan ticaret yollarının tam kavşağında olduğu biliniyor. Bu nedenle, tüccar bir millet oldukları belirtiliyor. Tarihteki ilk coğrafyacı ve filozof, Amasyalı Strabon’a (M.Ö. 63-21) göre, Kibyralılar Lidya kökenliler. Daha sonra, Helenistik dönemin (M.Ö. 323-30) başında Milas ve Termessos’tan buralara göç eden Pisidyalılarla karışıyorlar ve Kibyra bu şekilde kuruluyor. Kibyra’nın kelime anlamı da tam olarak bilinmemekle beraber, Luvi dilinden geldiği düşünülüyor. Strabon’a göre Kibyralılar, ticarette usta olmalarının yanında, at yetiştiriciliği, dericilik, demircilik ve çömlekçilikte de ileri gitmişler. Bir de, çok savaşçılarmış.

Kentin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney Anayollarının Kesiştiği Kavşak

Arkeolojik bulgulara dayanılarak, kentin ilk yerleşim alanının, günümüzde kazılmakta olan Kibyra’ya 18 kilometre mesafedeki Uylupınar’da olduğu ve daha sonra (M.Ö. 4.-3. yüzyıllarda) buraya taşındığı belirtiliyor.

Stadyuma Kadar Giden Merasim Yolu

Kibyra , II. Eumenes (M.Ö. 197-159) döneminde Bergama Krallığının bir parçası oluyor. Daha sonra, M.Ö. 2. yüzyılda, bölgedeki Boubon, Balbura ve Oinoanda kent devletleri ile bir araya gelerek, bir tetrapolis, yani dörtlü bir birlik ya da federasyon kuruyor. Kibyra liderliğindeki federasyon, bir süre bölgede söz sahibi oluyor. Roma ile müttefiklik konumu kazanıyor. Ancak, M.Ö. 84-83 yıllarında, Romalı general Murena bu ittifakı dağıtarak, bölgeyi Roma’ya bağlıyor.

2016 yılında Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’ne giren Kibyra’da ilk incelemeler, on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz T.A.B. Spratt ve E. Forbes tarafından yapılmış. Daha sonra, Burdur Arkeoloji Müzesi, 1988-1989 yıllarında odeon’da ve şehrin güneyindeki mezarlarda, 2001-2002 yıllarında ise, nekropol(mezarlık) ve ana caddede kazılar yürütmüş. Bu aralıklı kazılardan sonra, ilk sistematik kazılar 2006 yılında Burdur Arkeoloji Müzesi ve Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından, birlikte yapılmaya başlanmış. 2010 yılında, kazılar tamamen üniversiteye devredilmiş. Şehirde günümüze kadar stadyum, odeon, agora, Roma hamamı ve nekropol kazılmış durumda. Halen çıkarılan tüm eserler, Roma dönemine aitler. Hristiyanlık dönemine ait izlere henüz rastlanmamış.

Gladyatörler Nekropolünde Bulunan Steller (M.S.2.-3.yy.)-Burdur Arkeoloji Müzesi

En parlak dönemlerini M.S. birinci ve üçüncü yüzyıllar arasında yaşayan Kibyra, tarihte iki tane çok büyük deprem geçirmiş. Bunlardan ilki olan M.S. 23 yılındaki depremin ardından, İmparator Tiberius şehre beş yıl vergi muafiyeti tanımış. Ayrıca, para yardımı da yapılmış. Şehir yeniden inşa edilmiş. Ancak, M.S. 417’de yaşanan ikinci büyük deprem, şehri tamamen yok etmiş. Bir daha kendini toparlayamayan kent, 8. yüzyılda tamamen terk edilmiş ve kalan halk, günümüzün Gölhisar’ına yerleşmiş.

Daha önce belirttiğim gibi, Kibyra şu anda tam anlamıyla halka açık bir ören yeri olmayıp, hala kazı alanı statüsünde olduğu için, kente düzgün bir girişten girilmiyor. Tel örgülerin arasındaki bir boşluktan giriliyor. Ancak, kent sahipsiz değil. Grup gezisi için önceden izin alınması gerekiyor ve her an yanınıza kadar gelmeseler de, sizi uzaktan izleyen bekçiler var. Etrafta yerli halktan da bazı gençler ve çocuklar gördük. Büyük olasılıkla, pazar eğlencesi olarak, kenti ziyarete gelenleri izlemeye gelmişlerdi. Tepelerden dolayı göremediğimiz köylerini ana yola bağlayan yol Kibyra’dan geçtiği için, buralara fazlası ile aşinalar zaten.

Alt Agora

Kibyra’ya gelene kadar, doğrusu tam olarak ne ile karşılaşacağımı hayal edemedim. Gördüklerimiz karşısında ise, büyülendim diyebilirim. Çünkü burası, kazı faaliyetleri tamamlanmış ya da yavaşlatılmış pek çok kentten çok daha fazla yeryüzüne çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış esere sahip bir yer. Kazılar tamamlandığında, çok ünlü ve meraklıları için çekim kuvveti yüksek bir antik kent olacağına dair hiç şüphem yok.

Üst Agora
Aynı Zamanda Zengin Kibyralıların Vakit Geçirdiği Alan Olan Üst Agorada Taşlarla Oynanan Bir Oyun

Kibyra’ya girdikten sonra ilk olarak alt agorayı ve ardından, lüks tüketim ürünlerinin satıldığı, üst agorayı gezdik. Henüz tamamı ortaya çıkarılmamış olan üst agora yolu, sağlı sollu, yükseklikleri 18 metre olan sütunların ve iki tarafta sıralı dükkanların olduğu bir yolmuş. Bu yolun, toprak altında 600 metrelik daha bir kısmı olduğu belirtiliyor.

Üst Agora

Ana yolun bir noktasında latrina var. Yani, Efes’de de gördüğümüz umumi tuvaletler. Ancak, burada ortaya çıkarıldığı haliyle latrina’nın, Efes’teki gibi oturma bölümlerini değil, onların altındaki kanalizasyon bölümünü görüyorsunuz. Bu da, tuvalet sisteminin nasıl çalıştığını anlamak açısından son derece ilginç. İki bin küsur yıllık bir antik şehirde yapılmış kanalizasyon sistemine insanın hayranlık duymaması mümkün değil. Kentin ayrıca, çevredeki su kaynaklarından su getiren bir de temiz su sistemi bulunuyor.

Latrina’nın Altındaki Kanalizasyon Sistemi
Efes Antik Kentinde Latrina

M.S. 2. yüzyıla tarihlenen kent tiyatrosu tahminlere göre 5000 kişilik, görkemli bir yapı. Üstelik, henüz tamamı ortaya çıkarılmamış. Bizim üzerinde durup, tiyatroya baktığımız nokta, sahne kısmının ikinci katına denk geliyormuş.

Tiyatronun Sahneden Görünüşü

Bir diğer etkileyici yapı, çok amaçlı salon da diyebileceğimiz, hem Bouleuterion(kent meclisi) hem de Odeon(konser salonu) olarak kullanılan yapı. Burası, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. M.S. 5. yüzyılda yenilenmiş. Zamanında üstü kapalı olan yapı, 3600 kişilik kapasitesi ile, ülkemizde antik çağlardan kalmış bu tür yapıların en büyüğü olarak niteleniyormuş. Yapının ön tarafı ve orkestra bölümünün tabanı ince çakıl taşları ile kapatılmış. Bunun nedeni, altta bulunan çok değerli mozaikler olması imiş. Mozaiklerin üzerine koruyucu örtüler, onların üstüne de çakıl dökülmüş. Şu anda gösterilmemelerinin nedeni yine bilimsel çalışma ve yayınların tamamlanmamış olması. Süreç tamamlandıktan sonra, son yıllarda mozaikleri çıkarıldıkları mekanlarda sergileme anlayışına uygun olarak, üzerleri açılacakmış. Bu yapılırken, hem doğal şartlardan etkilenmemeleri hem de insanlara üzerinde yürüme olanağı sağlamak için, üzerleri şeffaf bir tabaka ile örtülecekmiş.

Bouleuterion-Odeon
Bouleuterion’da Medusa Mozaiğinin Üzeri Örtülü Olarak Tutulduğu Orkestra Bölümü

Bouleuterion’un orkestra bölümünde bulunan Medusa başı mozaiği arkeoloji dünyasında epeyce ses getiren bir buluş olmuş. Milliyet gazetesinde (05/07/2012) okuduğum Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru’nun açıklamasına göre, mozaik kırmızı, yeşil, mavi, gri ve beyaz renklerde, üzerleri damarlı mermer plakalardan yapılmış. Antik dünyada sıkça kullanılan Medusa figürünün, ince ve renkli mermer plakalarından yapılmış tasvirine ilk olarak burada rastlanmış.

Bouleuterion’daki Medusa Mozaiği
Kaynak: Milliyet Gazetesi (05/07/2012)

Aynı yapının ön tarafındaki 560 metrekarelik mozaik ise, geometrik desenli on beş ayrı panodan oluşuyormuş. Üzerindeki yazıttan, M.S. 249-253 yılları arasında, Kibyralı iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmış.

Hamamın Külhan Bölümü

Kent meclisi bouleuterion’un ön tarafında, Geç Roma Dönemine ait (M.S. 6.-7. yy.) bir hamam bulunmuş. Burada da, seramikten yapılmış, temiz ve kirli su giderlerini görmek mümkün. Hamamı gezerken insan, kent meclisinde oturumlara katılan üyelerin daha sonra, buraya gelerek, yıkandıklarını ve soğukluk bölümünde dinlenirken, kulis faaliyetlerine ve kendi aralarında tartışmaya devam ettiklerini düşünüyor…

Stadyum

Şehre girerken sol tarafta olan, ama bizim en sona bıraktığımız önemli yapı ise, stadyum. Yaklaşık 200 metre boyunda, 12-13 bin kişi kapasiteli stadyum oldukça iyi durumda. Beni, Afrodisias’ın 30 bin kişi kapasiteli ve neredeyse sapasağlam stadyumu kadar etkilemese de, burada böyle bir yapı ile karşılaşmak beklenmedik bir şey. Ayrıca, stadyumun coğrafi topoğrafya ile uyumu da dikkate değer. Stadyumun uzun yanlarından biri yamaca yaslandırılmış ve karşısındaki kenar, ova manzarasını engellememesi için, daha alçak olarak inşa edilmiş.

Stadyum

Stadyumda koşu, uzun atlama ve gülle, cirit ve disk atmayı kapsayan pentatlon karşılaşmalarının yanında, yaygın olarak gladyatör dövüşleri yapılmakta imiş. Stadyumdan çıkarılıp, Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen kabartmalar bunun en güzel kanıtı. Hem gladyatörlerin birbirleriyle hem de hayvanlarla dövüşmelerinin sergilendiği bu kabartmalarda, vahşi hayvanların yakalanmasından, gladyatörlerin çalışma, hazırlanma ve dövüşmelerine kadar tüm süreç çok güzel bir şekilde canlandırılmış. Müzede ayrıca, gladyatörlerin mezarlığındaki Heroon’da(1) yer alan, dövüş sahneleri kabartmaları da çok etkileyici.

Stadyumda Bulunan Kabartmalar-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hafta sonu gezimizde son durağımız, son günlerde yapılan televizyon yayınları sonucu popülerleşen Salda Gölü oldu. Burası, Burdur’un Yeşilova ilçesine altı kilometre uzaklıkta, tektonik oluşum ile ortaya çıkmış bir göl. Hava kapalı olduğu için gerçek rengini tam olarak görememekle beraber, insan daha açık havada suyun nasıl bir tonda olduğunu tahmin edebiliyor. Turkuaza yakın suyu ve çevresindeki beyaz renkli kumsalı nedeniyle buralara Türkiye’nin Maldivleri denmeye başlanmış. Duyunca komiğime giden bu tabiri bir de gölün kıyısında tabelada görünce iyice gülmem geldi doğrusu… Maldivlere hiç gitmedim. Bilmiyorum. Ama, gördüğüm Maldiv fotoğrafları ile Salda Gölünün etrafındaki zevksizliğin uzaktan yakından alakası olmadığı belli. Türkiye’nin en geri bölgelerindeki turistik yerlerden daha geri ve sakil bir görüntü. Kafasına göre yerlerde bazlama açan, çay demleyen, balçık gibi kumda ayakkabılarınızın kirlenmemesi için galoş satmaya çalışan köylüler. Üstelik, kıyıda gördüğümüz, çamura saplanıp, kalmış galoşların ilerde yaratacağı çevre kirliliği düşüncesi gerçekten içimi daralttı. İnsan bazen, acaba ülkemizdeki güzellikler hiç duyurulmasa, el değmemiş şekilde kalsa daha mı iyi olur diye düşünmeden edemiyor…

Salda Gölü

____________________________________________________________

(1)- Gladyatörleri onurlandırmak ve anmak için yapılmış anıt.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Sagalassos

Antik kentlere öteden beri ilgi duyarım. Sanırım bu merakımda en önemli etken babam oldu. Kendisinin de özel ilgi alanlarından biriydi çünkü. Küçük yaşlarımdan itibaren, yurt içinde ve yurt dışında bizi arkeolojik sit alanlarına götürdüğünü hatırlıyorum. Arkeoloji alanında, daha sonra bana verdiği çok sayıda değerli kitabı vardı. O zamanlar, özellikle rehberli turlar pek olmadığı için, bir çok yeri bu kitaplarla adım adım keşfetmiştik. Bunların arasında bir Termessos gezimiz vardır örneğin, hala unutamadığım. Ormanın sessizliğinde, elimizde kitap, bir kısmı ağaçlardan görünmeyen eserleri teker teker, büyük bir heyecanla bulmuştuk. Hele, tiyatroya ulaştıktan sonra, çok aşağılardaki deniz manzarasını görünce nefesimiz kesilmişti. O an duyduğum keşfetme hazzını ve hayranlık duygusunu hala hatırlarım. İnanılmaz bir manzara idi.

Öyle denk geldiği için, birkaç kere arkeolojik yerleri yazın sıcağında gezmiş olsam da, bana göre bunun için ideal zaman ilkbahar veya sonbahar aylarıdır. Yağışsız, güneşli ama, ne çok sıcak ne de çok soğuk olmayan bir hava bu tür yerleri gezmek için en iyisi. Biz de, yağış olmamasını dileyerek, bu güzel mart ayı günlerini değerlendirelim istedik ve geçtiğimiz hafta sonu iki antik kent gezdik. Bunlardan ilki olan Sagalassos’un varlığını en az kırk yıldan beri biliyordum ama gezmemiştim. Bir dönem çok sık gittiğimiz Isparta-Burdur anayolu üzerinde, paslı bir Sagalassos tabelası vardı. Tabela, ağaçların arasına doğru giden, toprak bir yolu işaret ediyordu ve insana hiç güven vermiyordu. Sagalassos ismi, her nedense, çok komiğimize gider, her geçişte babamla gülerdik…

Gezdiğimiz ikinci kent olan Kibyra’nın ise, varlığından bile haberdar değildim. Zaten, burada 2006 yılında başlanan kazılar halen devam ediyor ve kent şu anda hala bir kazı alanı durumunda. Henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Ama, bu haliyle bile çok ilginç. Çalışmalar tamamlanınca, büyük olasılıkla adından çok söz edilen bir antik şehir olacak.

Yazımın makul bir uzunluğu aşmaması için, önce Sagalassos’u, bir sonraki yazımda ise, Kibyra’yı anlatacağım. Amacım, her ikisi de harikulade olan bu antik kentleri biraz olsun tanıtıp, merak uyandırabilmek. Zira, iki kent de ziyaret edilmeyi ve daha çok duyurulmayı hak ediyor.

Gezimiz için, İstanbul’dan Antalya’ya uçtuk. Cumartesi sabahının erken saatlerindeki İç Hatlar Terminali’nin kalabalığı bende, sanki Türkiye’de artık kimse yerinde oturmuyormuş, herkes hareket halindeymiş izlenimi yarattı. Bebekli genç anneler, yaşlı çiftler, gençler, çoluk çocuk, bir sürü insan Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmak üzere terminaldeydiler. Gürültü, patırtı, koşturmaca… Ortalık biraz eski zamanların şehirlerarası otobüs terminallerini andırıyordu.

Bir saati biraz aşan bir yolculuktan sonra Antalya’ya indik. Sagalassos’u görmek için Ağlasun’a doğru yola çıkmadan önce, Antalya Havaalanına yaklaşık 15-20 dakikalık uzaklıktaki Kurşunlu Şelalesi’ne gittik. Kurşunlu, Düden ve Manavgat ile birlikte, Antalya’nın en önemli şelalelerinden birisi. Geçmişte her üçüne de gitmiştim. Maalesef, Kurşunlu’da da gördüğümüz gibi, Antalya ve civarının hızlı yapılaşması ve artan seracılık nedeniyle doğal su kaynaklarının olumsuz etkilenmesi, söz konusu şelalelerin akan sularının azalmasına yol açmış. Hatta söylendiğine göre, bazı yıllar durum o kadar acıklı bir hal almış ki, doğal su akışı yeterli olmayınca, Kurşunlu’ya yönlendirilen taşıma su ile buranın turistik olmaya devam etmesine çalışılmış.

Kurşunlu Şelalesi’ne vardığımızda vakit bir Cumartesi sabahı için henüz erkendi. Buna rağmen, hafta sonunda bir nefes almak isteyen bazı Antalyalılar, piknik için tam donanımlı bir şekilde, çoktan gelmişlerdi. Bir de Arap turistler vardı. Müşteri gezdirmek için bir köşede bekleyen deve ve sahibi, bir başka dönemeçte ellerinde papağanlarla duran iki adam daha çok bu turistlerle ilgiliydiler. Biz onları, onlar da bizi görmezden geldik. Papağanların şelale ile ve Türkiye ile alakasını çıkaramadım ama, duyduğuma göre, onlarla fotoğraf çektirmek için 20 Euro vermeniz gerekiyormuş.

Kurşunlu Şelalesi-Antalya

Bir kanyonda yer alan şelale, on sekiz metre yükseklikten dökülüp, daha küçük çaplı çağlayanlarla da küçük göletleri birbirine bağlıyor. Çevrede ağırlıklı olarak kızıl çam ağaçları bulunuyor. Bunun yanında, barındırdığı hayvan ve diğer bitki türlerinin önemi nedeniyle, şelale çevresindeki yeşil alanın 394 hektarlık kısmı 1991 yılında Tabiat Parkı haline getirilmiş.

Yeşilliklerin içinde hoş bir görünümü olsa da, azalan suyu nedeniyle şelalenin hali beni üzdü. Ülkemizde, bütünsel bir yaklaşım olmaksızın ve çoğu kez uzmanların uyarılarına kulak asmadan, neredeyse inadına yapılan uygulama ve yatırımlar maalesef doğal kaynaklarımız açısından hep pahalıya patlıyor. Geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıyor.

Yola koyulup, Ağlasun’a doğru giderken etraftaki manzara çok keyifli idi. Bu bölgede kıştan çoktan çıkmış olan doğa, insanoğlunun talanından kurtulabildiği ölçüde coşmuştu. Yol kenarlarında açmış sarı çiçekler, yemyeşil tarlalar, çiçek açmış meyve ağaçları, henüz belli belirsiz yeşillenmiş kavak ağaçları ile çevre çok güzeldi. 20-25 sene önce iş için bu bölgeye, tam da yılın bu zamanlarında, çok gelirdim. O zaman da çok keyif alırdım. Şehir hayatından bunalanlar için buralar ilkbaharda birebir.

Ağlasun, Batı Torosların yeşil bir vadisinde küçük bir yerleşim yeri. Denizden yüksekliği 1.200 metre civarında. Sagalassos antik kenti ise, Ağlasun’a 7 kilometre mesafede, yaklaşık 1.500 metre yükseklikte bulunuyor. Antalya’dan bu yöne doğru giderken, Isparta-Burdur il sınırında yer alan Karacaören Barajı’nın yanından geçiyorsunuz.

Karacaören Baraj Gölü ve Balık Çiftlikleri

1989 yılında, Aksu Çayının üzerine yapılmış olan bu baraj, hem Süleyman Demirel’in, yapımını sağladığı için, en gurur duyduğu barajlardan birisi olmuş hem de inşaat teknolojisi açısından literatüre geçmiş. Barajın yapı itibari ile özel olduğunu insan, inşaat mühendisi olmasa da, gözle görebiliyor. Benim şahsen bu güne kadar gördüğüm hiç bir baraja benzemiyor. Tarımsal sulama, elektrik enerjisi üretimi ve taşkın kontrolü için yapılmış barajın etrafı çamlarla kaplı ve yeşillik. Baraj gölünde kültür balıkçılığı da yapılıyor. Yazın Antalya’ya göre serin olması ve su sporları olanakları nedeniyle, hem konaklamak hem de günübirlik ziyaret için, çokça rağbet gören bir yermiş.

Aksu ırmağı, bu bölgede çağlar boyu önemli olmuş. Günümüzün Antalya-Isparta karayolu da Aksu ırmağının yatağını izliyor. Antik çağlarda adı Kestros olan bu ırmak, Sagalassos gibi Toros dağlarında bulunan antik yerleşim yerlerinin denize ulaşımlarını sağlamış. Kullanılan karayolu ise, günümüzde Anadolu’daki pek çok yol gibi antik çağlarda var olan bir yolun, Via Sebaste’nin üstüne yapılmış.

Coğrafi koşulların bölgelerin ve ülkelerin tarihinde önemli rol oynamaları bir sır değil elbet. Ama nedense, benim bunu en çok hissettiğim bölge burası oldu. Belki doğru ve iyi anlatıldığı içindir, bilemiyorum. Antalya ve çevresinde yaşam çok eski zamanlarda başlamış. Örneğin, Karain Mağarası’ndaki buluntular, kıyı bölgesinde Buzul Çağı’ndan beri insan yaşamı olduğunu gösteriyor. M.Ö. 9.500-10.000 civarı kıyılarda yaşayan insan toplulukları, buzulların erimeye başlaması ile birlikte, Aksu ırmağının yatağını izleyerek, yukarılara, su kaynaklarının olduğu yerlere doğru çıkmaya başlıyorlar. Bu göç sırasında ulaştıkları Burdur ovası çok verimli ve tarıma elverişli bir bölge olduğu için buralara yerleşiyorlar. Daha M.Ö 6.500 yıllarında bölgede tarım başlıyor. Burdur yakınlarındaki Hacılar buna bir örnek. Yerleşik düzene geçiş ile birlikte korunma ve savunma gereksinimi de ortaya çıkıyor. Kimi topluluklar bunun için yerleşim yerlerinin etrafına surlar yaparken, kimi topluluklar da Sagalassos gibi yükseklerde olup, hem su kaynakları açısından zengin hem de korunaklı yerleri tercih ediyorlar. Tarım ve ticaretteki gelişim süreci M.Ö. 2.300-2.200 yıllarında duraklamaya girdiği sırada, Anadolu’ya Hititler ve Luviler gibi Hint-Avrupa kökenli kavimler yerleşmeye başlıyorlar.

Neolitik Döneme Ait Hacılar ve Yarımhöyük Buluntuları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hititler döneminde, bölgenin en önemli etnik grubu olarak, Luviler’den söz ediliyor. Antik çağlarda Pisidya olarak adlandırılan bu bölgede yaşayanların kökeninin, M.Ö. 2.000’li yıllardan beri bölgede yaşamış olan Luviler olduğu düşünülüyor.

Pisidya Bölgesi, günümüzün Isparta ve Burdur illerinin tamamı ile Antalya’nın kuzey bölümünü kapsıyor. Zamanında, kuzey ve kuzeybatısında Frigya, doğusunda Likya, güneyinde Pamfilya, güneydoğusunda ise Kilikya bulunuyormuş. Tarihte yazılı olarak Pisidyalılardan ilk söz eden, M.Ö. beşinci yüzyılın sonlarında, Yunanlı Ksenofon oluyor. Daha sonra gelen Yunanlı ve Romalı tarihçiler de bu halkı, zeytincilik, şarapçılık ve tarımda ileri ama, her şeyden önemlisi, çok savaşçı bir halk olarak tanımlıyorlar. M.Ö. 650-600 yıllarından itibaren paralı asker olarak başka milletler için savaşmaya başlayan Pisidyalılar, M.Ö. 546 yılında Anadolu’ya giren Persler için de savaşıyorlar. Persler adına Yunanlılara karşı savaşmaları, onları aynı zamanda Helen kültürü ile temas haline getiriyor. Öyle ki, M.Ö. 330 yılında Büyük İskender buraları fethettiği zaman, onları zaten ‘Helenleşmiş’ olarak buluyor. Daha sonra Bergama Krallığına geçen bölge, Bergama Kralı 3. Attolos’un varisi olmadığı için, vasiyeti üzerine Romalılara geçiyor. Böylece burada, halk olarak Pisidyalı, kültür olarak Yunan, yönetim olarak ise Romalı bir yapı ortaya çıkıyor. Roma dönemine kadar Pisidyalılar kendilerine özgü bir dil ve yazı kullanıyorlar. Bazı mezar anıtları ve steller üzerinde görülen bu dil günümüzde henüz tam olarak çözülememiş.

Pisidya için düşüş, milattan sonra altıncı ve yedinci yüzyılların başlarında yaşanan iki büyük deprem ile M.S. 541-542 yıllarında yaşanan büyük bir veba salgını ile başlıyor. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesi ile önemini kaybediyor. Bölge, 11. yüzyılda, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir parçası haline geliyor. Moğolların Selçukluları yok etmesinden sonra ise, Pisidya bölgesinde Hamitoğulları Beyliği kuruluyor. Bu beylik daha sonra, Pamfilya ve Likya’ya doğru genişleyerek, bugünkü Antalya’yı da içine alıyor. 1391 yılında Yıldırım Beyazıt buraları Osmanlı topraklarına katıyor.

Ağlasun

Milattan sonra ikinci yüzyılda, Roma İmparatoru Adrianus tarafından Pisidya’nın başkenti ilan edilen Sagalassos, Ağlasun’un kuzeyindeki tepede yer alıyor. Antik kente ulaşmak için Ağlasun’un içinden geçmeniz gerekiyor. Burası, hiç beklemediğim kadar bakımlı ve temiz, bir o kadar da şirin bir yerleşim yeri olarak karşımıza çıktı. Parke taşlarla yapılmış sokaklar ve kaldırımlar dikkatimi çekti. Anadolu’daki çoğu yerleşim yerinin başına gelen, göç nedeniyle nüfusun azalması ve yaşlanması sorununa Ağlasun’da çok akıllıca bir çözüm bulunmuş. Buraya yapılan, Burdur’daki Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’ne bağlı, Meslek Yüksek Okulu sayesinde Ağlasun’a canlılık kazandırılmış. Yerli halk için de önemli bir gelir kaynağı yaratılmış.

Ağlasun’da kaldığımız otelimizi ben bir vahaya benzettim. Önceden methini duymuş olsam da, sunduğu konfor, hizmet kalitesi ve işletme anlayışı ile Sagalassos Lodge & Spa Hotel benim için gerçekten hoş bir sürpriz oldu. Sagalassos’a gitmek isteyen herkese, Burdur’da kalmak yerine, burada kalmalarını gönül rahatlığı ile önerebilirim. Böylece, bu güzel işletmeye destek de olunur.

Yerleşim bölgesinden biraz yukarda olan otelin odalarından görünen manzara çok güzeldi. Yeşil tarlalar, çiçek açmış ağaçlar, kavaklar ve kırmızı kiremit çatıları ile şirin, tek katlı veya iki katlı evler… Bir de, büyük şehirlerde unuttuğumuz o sessizlik ve sakinlik…

Odalarımıza yerleştikten sonra, görmek için sabırsızlandığımız Sagalassos’a gitmeden önce, otelde öğlen yemeği yedik. Hepsi çok lezzetli olan yöresel yemekler büyük bir özen ile hazırlanmıştı. Akşam yemeği ve ertesi sabah yaptığımız kahvaltı da aynı şekilde, çok güzel ve doyurucuydu.

Otelden Sagalassos antik kentine gidiş, araç ile çok kısa sürüyor. Her kentin en çok reklamı yapılan, en çok fotoğrafı yayınlanan belli bir bölümü olduğu için, Sagalassos ile de ilgili en çok Antoninler Çeşmesi görsellerini görmüştüm. Bu nedenle, bu muhteşem yapıyı görmek için sabırsızlanıyordum. Oraya varınca da, gözlerim hemen onu aradı ama, onu görmemize daha vardı… Sagalassos, sadece Antoninler Çeşmesinden ibaret değildi. Başka görülecek pek çok ilginç eser olduğunu, son derece bilgili ve donanımlı rehberimizin açıklamaları ve gezerken izlediği parkur sayesinde öğrendik. Antik kentleri iyi bir kitap ile gezmek de mümkün tabii ama, bunun için hem daha çok vakit harcamanız gerekiyor hem de bilgi kısıtlı kalabiliyor. İşini ciddiye alan rehberler çok farklı kaynakları okuyup, bilgi sahibi oldukları için, daha etraflı bilgi sahibi oluyorsunuz.

Sagalassos’tan Ağlasun Manzarası

Gezmeye başladığımızda çevrede, yerli halktan veya civar yerleşim yerlerinden gelmiş çocuklu aileler ve gençler olduğunu gördüm. Hepsi kalıntıları, konulmuş tabelaları bile okumadan, öylesine geziyorlardı. Önce bu durumu yadırgasam da, daha sonra bunun bir aşama olabileceğini, buraya gelecek kadar merak ettiklerine göre, ilerde belki daha çok bilgi edinme ihtiyacı da duyabileceklerini düşündüm.

Sagalassos’ta ilk kazılar 19. yüzyıl sonlarında yapılmış ve bu konuda bir eser de yayınlanmış. Daha sonra, uzun süre hemen hemen hiç bir şey yapılmamış. 1983 yılında, İskoçyalı arkeolog Stephen Mitchell ve asistanı, Belçikalı Marc Waelkens, buraya gelmiş. 1990 yılından itibaren kazı yönetimi tamamen Prof. Marc Waelkens’e geçmiş. 28 yıldan beri Salagassos’u kazan Waelkens, bu sürede Türkçe de öğrenmiş ve Ağlasunlularla dost olmuş.

Sagalassos’ta, antik kentlere özgü dört giriş (doğu-batı, kuzey-güney) yerine, üç yönden giriş bulunuyor çünkü, kentin kuzey tarafında dağ var. Kent, aşağıdaki ova çok uzaklara kadar görülebilecek şekilde, yukarıya, dağın yamacına yapılmış. Bu şekilde doğal bir savunma da sağlanmış.

Kent Konağı (M.S. 1.-5.yy)

Girişte ilk olarak, Roma döneminde (M.S. 1.-2. yy) yapılmış sarayların veya kent konaklarının kalıntılarını gördük. Bunlar, taban alanı 400 metre kare olan, tipik Roma konakları planında yapılmışlar. Ortada bir avlu ve yağmur sularının toplanması için alçak, üstündeki çatıda açıklık olan bir havuz ile, bunun etrafına sıralanmış salonları ve odaları olan yapılar. Kanalizasyon sistemi de olan bu birkaç katlı konaklara, Geç Helenistik Dönemde (M.Ö. 50-25) yapılmış çeşmeden su getirilmiş.

Geç Helenistik Çeşme (M.Ö. 50-25 yy.)

Konakların içinde ortaya en çok çıkarılmış olup, Kent Konağı olarak adlandırılan yapı, bu evlerin zamanında nasıl olduklarını gözümüzde canlandırmak için iyi bir örnek. Burada, M.S. 1. yüzyılda var olan bir konut, birkaç asır boyunca genişletilerek, son halini M.S. 5. yüzyılda almış. Zaman içinde, çepeçevre teraslar, avlular, hamam ve servis alanları eklenerek, büyütülmüş.

Kentin tiyatrosu, aşağıya doğru bakıldığında görünen manzarası ile birlikte oldukça etkileyici. M.Ö. 200’lü yıllarda burada bir tiyatro olduğu tespit edilmişse de, günümüzde görülen Greko-Romen tarzdaki tiyatro, çok daha sonra, M.S. 2 ile 4. yüzyıllar arasında yapılmış. Altı-yedi bin kişilik nüfusa sahip olduğu tahmin edilen Sagalassos’da tiyatronun dokuz bin kişilik olmasının nedeninin, kente Dionysos şenlikleri için her yıl gelen hacılar olduğu düşünülüyor. Tiyatroda bir dönem gladyatör dövüşleri yapılmışsa da, Hristiyanlığın kabulü nedeniyle bu çok uzun sürmemiş.

Tiyatro (M.S. 2.-4.yy)

Tiyatroya yakın bir alanda, henüz tamamen kazılmamış olan Çömlekçiler Mahallesi var. Buranın, altı hektarlık bir alana kurulmuş seramik atölyelerinden meydana geldiği düşünülüyor. Faaliyet dönemi M.S. 1.-3. yüzyıllar arası. Seramik, bu yörede M.Ö. 6.500 yıllarından beri var olan bir zanaat. Giderek artan seramik yapımı, Pisidyalılar zamanında o kadar gelişiyor ki, terra sigillata adıyla Salagassos’da üretilen yüksek kaliteli ürünler, Aksu ırmağı yoluyla Perge ve Side’ye ulaştırılarak, Tunus’a, Mısır’a ve tüm Akdeniz’e ihraç ediliyor. Hatta, Moritanya’da bile Salagassos seramiklerine rastlanıyor. Yapılan ticaretin sonucu olarak, sadece ürünler değil, Pisidya paraları da Akdeniz’e yayılıyor (1).

Tahrip Edilen Mozaik Taban ve Fay Hattı Kırığı-Neon Kütüphanesi (M.S. 2.-4.yy)

Rehberimizin kapısını, arkeolojik sit alanı yönetiminden aldığı anahtarla açtığı Neon Kütüphanesi, Sagalassoslu zenginlerin kentte yaptırdığı anıtlardan birisi. Kütüphane, kentin Roma vatandaşlığı elde etmiş Neon ailesinden, Titus Flavius Severianus Neon adlı kişi tarafından, M.S. 120’li yıllarda, babası için yaptırılmış. Zamanında iki katlı olan bina, birkaç kez onarılmış ve değiştirilmiş. Yer döşemesini kaplayan siyah beyaz mozaik M.S. 4. yüzyılın ortalarında yapılmış. Ancak, mozaiğin ortasındaki panelde resmedilmiş olan Truva Savaşı destanından sahne, Hristiyanlığın kabulünden sonra tahrip edilmiş. Mozaik tabandaki çatlaklar ise, Sagalassos’tan geçen fay hattının M.S. 610’da yol açtığı depremden dolayı olmuş.

Kuzeybatı Heroon’u (M.Ö.10-M.S.10)

Kuzeybatı Heroon’u olarak adlandırılan yapı, uzaktan fark edilen ve göz alan bir eser. Heroon’lar, kentin hayırsever ileri gelenlerini onurlandırmak ve anmak üzere yapılan anıtlarmış. Bazılarının içinde o kişinin mezarı da olabiliyormuş. Sagalassos’da bu tür pek çok anıt yapılmış. Kuzeybatı Heroon’unun kimin için yapıldığı tam olarak anlaşılamamış. Ancak, girişte bulunan bir heykel başı nedeniyle, buranın genç birisi için yapıldığı düşünülüyormuş. Yapımı, M.Ö. 10 ile M.S. 10 arasında tarihleniyor.

Kuzeybatı Heroon’unda Bulunan Heykel Başı-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kuzeybatı Heroon’u, 2000-2010 yılları arasında, özgün taşlar kullanılarak ayağa kaldırılmış. Taş işçiliği olarak gerçekten etkileyici olan bu kule benzeri yapıtın üstünde, aşağı yukarı 1.20 metre yüksekliği olan bir friz yer alıyor. Orijinali Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu frizde, on dört tane kız kabartması var. En baştaki kızın elinde bir kitara bulunuyor, diğer kızlar da birbirlerinin şallarını tutuyorlar. Bu canlandırmanın Dionysos kültünü simgeliyor olması sebebi ile, bu Heroon’un Dionysos şenliklerini finanse eden bir kişi için yapıldığı tahmin ediliyor.

Kuzeybatı Heroon’u Frizinin Orijinal Kabartmaları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Yavaş yavaş Yukarı Agora’ya doğru giderken, heyecanım artıyordu çünkü Antoninler Çeşmesi’ne yaklaştığımızı biliyordum. Ama, ondan önce göreceğimiz birkaç yer daha vardı.

Nekropol (Mezarlık)

Kent meclisi binası olan Bouleuterion, Yukarı Agora’nın batı tarafında bulunuyor. Burası, M.Ö. 100’den hemen sonra yapılmış. Kireçtaşından binada 220 meclis üyesi için oturma yeri bulunuyor. Sagalassos’lular, M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren, seçilmiş vekillerin olduğu, Antik Yunan’daki site devletleri tarzı, bir demokrasi ile yönetilmişler. Romalıların hakimiyeti ile birlikte, demokrasi terk edilerek, kuvvetli ve zengin birkaç ailenin ön plana çıktığı, oligarşik bir yapıya geçilmiş. M.S. 200’den itibaren, Bouleuterion terk edilmiş ve meclis, yeni biten Odeon’da toplanmaya başlamış.

Odeon

Yukarı Agora, Helenistik dönemde kentin politik merkezi imiş. Bir köşesinde Kent Meclisi’nin de bulunduğu bu meydanda, elit sınıfın erkekleri toplanıp, fikir alış verişinde bulunurlarmış. İmparator Augustus zamanında meydan düzenlenip, taş ile kaplanmış. Üç tarafı, üstleri kapalı ve sütunlu kaldırımlar (portico) ile çevrilmiş. Meydanın dört tarafına 14 metre uzunluğunda sütunlar yerleştirilip, meydan düzenlemesi için bağış yapan dört kişinin bronz heykelleri konmuş.

Yukarı Agora
Macellum (Lüks Ürünler Pazarı). Yukarı Agora’nın Güneyinde (M.S.190)
Yukarı Agora, Antoninler Çeşmesi ve Macellum’un Tahmini Görünümü

Roma İmparatorluğu yönetimi, eyaletlerindeki kentlerde zengin ailelerin kentin imarına katkıda bulunmalarını bekler, bunun karşılığında da bu aileleri, Roma vatandaşlığı vererek, ödüllendirirmiş. Roma vatandaşı olmak önemli bir prestij olduğu için aileler kenti donatmak konusunda birbirleri ile yarışırlarmış. İşte, Sagalassos kentinin ve Yukarı Agora’nın başlıca çekim merkezi olan, olağanüstü güzellikteki, Antoninler Çeşmesi de bu şekilde yapılmış.

Antoninler Çeşmesi (M.S.160-180)
Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri-Burdur Arkeoloji Müzesi
Dionysos ve Satyr. Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri (M.S.160-180)-Burdur Arkeoloji Müzesi
Nemesis-Burdur Arkeoloji Müzesi

Görkemli çeşme, M.S. 160-180 yılları arasında yapılmış. Daha önce burada, İmparator Augustus zamanından kalma bir başka çeşme bulunuyormuş. Meydanın kuzey kısmını kaplayan çeşmenin boyu 28 metre, yüksekliği ise 9 metre. Suyun, ortadaki nişteki 4.5 metrelik yükseklikten dökülüp, ön taraftaki havuza dolması planlanmış. Çeşmenin ön yüzünde, iki başta iki tane çıkık ve dört tane arada olmak üzere, toplam altı tane podyum (edikula) bulunuyor. 1998-2010 yılları arasında yapılan restorasyon ve ayağa kaldırma çalışmalarından sonra, bu podyumlarda yer alan heykellerin hepsi Burdur Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış. Antik kentte görülenler bu heykellerin kopyası. Heykel ve süslemelerin ana teması, (tiyatro maskeleri, asma yaprakları ve üzümlerle simgelenen) şarap ve keyif tanrısı Diyonisos ve su. Heykellerden biri olan Nemesis heykelinin buraya, M.S. 4.-5.yüzyılda tiyatrodan getirildiği tahmin ediliyor. Nemesis heykeli dışındaki tüm heykeller, Hristiyanlığa geçişten sonra kırılıp, çeşmenin havuzuna atılmış. Dokunulmayan, adalet ve kader tanrıçası Nemesis heykeli ise, yedinci yüzyıl başındaki bir deprem sırasında yıkılmış.

İmparatorluk Hamamı (M.S. 120-165). İki Katlı ve 5000 m2 Olan Bina, Zamanında Sagalassos’un En Büyük Binası İmiş.

Hamamın Soğukluk Salonu da Denilen, İmparator Salonunda Bulunmuş İmparator Heykellerine Ait Parçalar-Burdur Arkeoloji Müzesi
Hadrian Çeşmesi (M.S.129-132)
Görkemli Ana Cadde (M.S. 1.yy.lın ilk yarısı)

Sagalassos’da gezilip, görülecek eserler bir hayli fazla. Arkeolojiye olan merakınızın derecesine göre seçeceğiniz parkurlar, 1 ile 3 saat arasında bir zamanınızı alabilir. Burayı gezdikten sonra, çağdaş müzecilik anlayışına göre, gerçekten çok başarılı bir şekilde düzenlenmiş olan Burdur Arkeoloji Müzesi’ni de gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Antik kente ait pek çok eserin asıllarını göreceğiniz müzeyi, bizim yaptığımız gibi sona bırakmak, Sagalassos gezinizi çok daha etkileyici yapacaktır. Bunun yanında, müzenin ikinci katında sergilenen, Hacılar ve Yarımhöyük gibi, prehistorik yerleşim yerlerine ait buluntular, tüm bu bölgenin yaklaşık 10.000 senelik tarihine ışık tutmaktadır.

Burdur Arkeoloji Müzesi. Öndeki Bina, Pirkulzade Kütüphanesi (1240)

____________________________________________________________

(1)- Kendilerine tanınan özel hak sayesinde, Pisidya’lılar Roma’ya bağlandıktan sonra da kendi paralarını basmaya devam ediyorlar.

Bakışlar Vardır… Unutamazsınız…

Gözlerimiz, dünyayı görmemiz, keşfetmemiz, öğrenmemiz ve anlamamız için en önemli organımız. Bize dünyanın kapısını açan, ilerlemenin en önemli itici gücü olan merakı tetikleyen organımız… Öte yandan gözlerimiz, vücudumuzun diğer organları gibi sadece mekanik bir şaheser değiller. Kimi zaman, bakmak fiilinin ötesinde, o bakışa katabildikleri ifade ile duyguların, o sırada akıldan geçenlerin, iç dünyaların anahtarı olabilirler.

İnsan ruhu dipsiz bir kuyu. Bu ruhu inceleyen veya tedavi etmeye çalışan bilim dalları ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, hala bilinmeyen, adı konamayan pek çok yönü var. Ben öteden beri, karşımdaki kişinin bakışındaki ifadenin iç dünyasına açılan kapıyı araladığını, bir an için hissettiklerini, duygu ve düşüncelerini ele verebildiğini düşünürüm. O nedenle, konuşurken karşısındakinin gözüne bakamayanlardan oldum olası rahatsız olurum. Samimi olmadıklarına, belki bir şeyler gizlediklerine ya da beni canı gönülden dinlemediklerine kanaat getiririm.

İnsanın iç dünyasını sadece bakışlarından tamamen anlamak elbette mümkün değil. Üstelik bazıları, zor da olsa, size yanlış ipuçları da verebilirler. Ama, dedim ya işte… Anlayabilen için, bakışlar kısa süreliğine bir kapı aralarlar. Bir insanın sevgisini, nefretini, acısını, özlemini, mutluluğunu, kıskançlığını, kızgınlığını çok açık bir şekilde yansıtabilirler.

Kimi bakışlar vardır, çok kısa, bir saniye bile sürmeyen. Ruhun kendini tekrar kapatmasından önce kısa bir an… Ama işte o bakışta bir ömür vardır. Kelimelere dökülürse büyüsünün kaçacağı kesin olan pek çok söz vardır…

Kimi bakışlar vardır, bir ömür boyu unutamazsınız. En umulmadık zamanda, beklemediğiniz bir anda tekrar gözünüzün önüne gelip, ilk sefer olduğu gibi, sizi çarparlar. Mutluluktan uçurur ya da kedere boğarlar.

Birkaç aylık bebeğinizin yattığı yerden size bir bakışı vardır örneğin… Gülümseyerek gözlerinizin içine bakar. Sonsuz bir güven ve katıksız, hesabı kitabı olmayan bir sevgi vardır o bakışta. İçinize işler. Sarsılırsınız. Çocuğunuz büyüyüp, yetişkin bir insan olsa da o bakışı asla unutamazsınız. Tekrarı olmayan bir bakıştır o. Anılarınızda saklayacağınız, hatırladığınız zaman içinizi ısıtan bir bakış…

Kendi çocukluğunuzdan hatırladığınız annenizin bir bakışı vardır. Misafirin önüne konan çerez tabağındaki Şam fıstıkları ile biraz fazla ilgilendiğiniz zaman size yönelttiği bakış… Eliniz havada donup, kalmıştır kısa bir süre. Oysa oturacağınız yeri de ne güzel seçmişsinizdir. Misafirin hemen yanında. Kendinizce kimseye niyetinizi belli etmeden…

Daha da korkutucu olanı, babaanne bakışı olabilir kimi zaman. Şimdilerde ne çocukların ne de anne babaların bununla tam olarak ne demek istediğimi anladıklarını sanmam. Zira, izlediğim kadarı ile, çocuklar neredeyse sonsuz bir hoşgörü ve serbestlikle büyütülüyor günümüzde. Özgüven ve kişilik gelişimi açısından son derece olumlu bir şey bu. Ancak, hiç bir şekilde sınır çizilmeyen, nerede nasıl davranması gerektiği öğretilmeyen çocuklar geleceğin saygısız ve kaba yetişkinleri oluyorlar. Bir pazar sabahı dışarda, huzur içinde bir kahvaltı yapıp, gazete kitap okuma hayaliniz, etrafınızda koşuşan, çığlık atan çocukların ve diğer bir masada, bu çocukların yetişkin hali olan kişilerin bağıra çağıra konuşmaları arasında sinir harbine dönüşebiliyor.

Evet, ne diyordum? Eski zamanlardaki babaannelerin bakışı… Biz torunlar coşup, gürültüyü biraz fazla kaçırınca babaannemizin yönelttiği bakış… Bir an bir sessizlik olur, bütün torunlar divanın kenarına yan yana ilişir, yerimizi bilirdik.

Siz küçükken, babanızın bir bakışı vardır ömür boyu unutmayacağınız… Küçücük bir kız çocuğu iken elinizden tutmuş, sizi bilmediğiniz bir ülkede, bilmediğiniz bir dilin konuşulduğu bir okula götürmüştür. Birlikte girdiğiniz sınıfta kısa bir süre kaldıktan sonra çıkarken size dönüp, bakmıştır. O bakışta hem sonsuz bir sevgi ve şefkat vardır hem de size büyük bir güven. Sizin her şeyi başarabileceğinize duyulan güven.

– Sen yaparsın, der o bakışlar…

Sonra, yıllar geçer. O hep arkanızda olduğunu hissettiğiniz babanız yaşlanır, hastalanır ve elden ayaktan düşer… En temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz olur. Siz hiç yüksünmeden bakımını yaparken gözlerinizin içine öyle bir bakar ki, içinize işler… Ne yapacağınızı, ne edeceğinizi bilemezsiniz. Çaresizlik vardır o bakışta. Daima güçlü olmuş bir insanın, başkalarının yardımına muhtaç olmaktan dolayı duyduğu acı, üzüntü ve isyan vardır. Bir de minnettarlık… Boğazınızda bir şey düğümlenir. Bir işe yaramayacağını bilseniz de, teselli etmeye çalışırsınız.

Öğretmenlerinizin bakışları vardır bir de. Britanyalı öğretmenlerin bu konuda, şu yaşıma kadar hala sırrını çözemediğim, bir yetenekleri vardır. Asla şiddet uygulamaz, hatta seslerini bile yükseltmezler. Ama öyle bir bakarlar ki, özür dilenmesi gereken bir şey yaptığınızı hemen anlarsınız. Bu sizi, herkesin içinde bağırılmaktan ya da tokat yemekten daha çok utandıran, kendinize getiren bir bakıştır.

Ya sevgili bakışı? Hele de ilk gençlik yıllarında iseniz… Göz göze geldiğiniz an ayaklarınız yerden kesilir gibi olur. Midenizden yukarı doğru acı ve haz karışımı bir his yayılır. Kalbiniz çarpar. Yıllar sonra, o kişiler sizin için artık bir şey ifade etmese de, o duyguyu unutmazsınız…

Bakışlar, karşınızdakinin size vurulduğunu da ele verir… Sizi her gün gördüğü halde, bir başka ülkede, ortamda, bir başka türlü görmüştür. Belki o güne kadar hislerini saklamıştır. Belki o an beyninden vurulmuşa dönmüştür. Bilemeyiz ama, işte o bir saniyeliğine açılan kapıdan siz içini görmüşsünüzdür. Anladığınızı belli etmeyi ya da etmemeyi duruma göre seçmiş ya da seçmemişsinizdir…

Bir de sevilmediğinizi hissettiren bakışlar vardır. Buz gibi… Yürek parçalayan… Yıllar sonra, şairin yazdığı gibi size,

Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım (1)

dedirten…

Yıllarca bir arada yaşamış olsanız da, sizi dipsiz kuyuların içine düşüyormuşsunuz gibi hissettiren ilgisiz, sevgisiz bakışların aksine, yabancı bir ülkede, yabancı bir adamın, yanınızdan geçerken gülümseyip, göz kırpması içinizi müthiş bir yaşama sevinci ile doldurabilir. İçiniz kıpır kıpır, yüzünüze yayılmış bir gülümseme ile yolunuza devam edersiniz. Ondan sonra bu sahne ne zaman aklınıza gelse, içiniz aynı mutluluk duygusu ile dolar.

Bir de kimi sevgililer vardır… Aynı olayı her seferinde farklı anlatır. Gereksiz vaatlerde bulunup, sonra unutur. Siz her şeyin farkındasınızdır ama o yutturduğunu sanır. Sonra bir gün, artık yalanlarını yüzüne vurduğunuzda, pişkin pişkin,

– Öyle mi demiştim, der.

Bakışlarındaki suç üstü yakalanma ifadesini gizlemek için o kadar abartılı bir şekilde güler ki, gözleri neredeyse çizgi haline gelir…

Bir gün, bir askeri hastanede, hızla asansöre girersiniz. Kendi derdiniz, kendi telaşınız vardır. Birden, gencecik bir gazi ile karşılaşırsınız. Yanında ona eşlik eden bir astsubay vardır. Pijamasının içinde tek kolunun olmadığını, yüzünün henüz tam olarak iyileşmemiş yaralarla dolu olduğunu görürsünüz. Bir gözü hafif kapalıdır. O haliyle, kısa bir an gözlerinizin içine bakar. Hiç bir şey söylemeden. Sonra bakışlarını ayağındaki terliklere çevirir. Ne yapacağınızı bilemezsiniz… O kadar genç, hatta küçüktür ki, kollarınızın arasına alıp, bir çocuk gibi avutmak istersiniz…

Bir başka zaman, güzel bir sonbahar günü, atalarınızın 536 yıl önce karaya çıktığı Güney İtalya’nın Puglia bölgesinde, Otranto kentindesinizdir. Az önce şehrin katedralinde gördükleriniz sizi sarsmıştır… Yaşı epeyce ileri bir sanatçı, iyilik dolu bakışlarla size bakmış ve sizi teselli etmiştir. Kendinizi biraz olsun hafiflemiş hissetmiş, minnet duymuşsunuzdur…

Çocuklar görmüşsünüzdür sonra… Harran’da gittiğiniz bir kervansarayda karşınıza çıkmışlardır. Çektiğiniz fotoğrafa kimi ciddi, kimi de katıksız bir neşe ile bakmışlardır…

Han El-Ba’Rur Kervansarayı (13.yy)- Harran

Küba’nın Santiago de Cuba kentinde, artık bir okul olan Moncada Kışlası’nın bahçesindeki çocuklar vardır bir de unutamadığınız… Başarısızlıkla sonuçlanarak, Fidel’in tutuklanmasına yol açsa da, 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlası’na yapılan baskın Küba Devrimi’nin işaret fişeği olmuştur. Duvarlarında hala mermi delikleri olan okulun bahçesindeki çocuklar günümüzde size neşe içinde bakarlar. Küba’daki tüm çocuklar gibi, her gün bedava bir litre süt hakları vardır. Ayrıca, tüm giysi ve kitap masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır. Bu çocukların mutlulukları gerçektir… Öyle propaganda ile falan ilgisi yoktur…

Moncada Kışlası- Santiago de Cuba, Küba

Güneydoğu Anadolu’ya yaptığınız bir gezide, Urfa’da bir Sıra Gecesi’ne gidersiniz. Öyle, sesin sonuna kadar açık olduğu ve size keyiften çok acı veren, bangır bangır olan türden değil, sanatçıların mikrofon kullanmadığı bir gece olacaktır. Salona girdiğinizde, sanatçıların çoğu yerlerini almıştır. Tam karşılarında hazırlanmış yer sofrasına yönelirsiniz. Henüz kimse gelmemiştir. Sofranın ortasındaki yer minderlerinden birine oturmak üzereyken, sonradan aynı zamanda müzisyenlerin başı olduğunu anladığınız saz sanatçısının size baktığını fark edersiniz. Siz de bakınca, hafifçe gülümseyerek, başı ile belli belirsiz bir selam verir. Böylesi bir selamı almamak olur mu? O bakış gece boyunca, bu topraklarda herkesin kardeş olduğunu, kavgaların ve şiddetin anlamsız olduğunu hissettirir size… O, insanın içine işleyen yöre türkülerini dinlerken, bu çok kültürlü ülkede doğduğunuz için şanslı olduğunuzu, bu zenginliğin korunması gerektiğini, bunun için de birbirimizi daha çok tanımaya ve anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünürsünüz…

Aynı gezide, Gaziantep’teki dünyaca ünlü Zeugma Müzesi’ndesinizdir. Dev boyuttaki mozaiklerin her biri büyüleyicidir. Hiç birinin, çıkarıldıktan sonra, medyada daha fazla yer bulan Çingene Kızı mozaiğinden eksik bir yanı yoktur. Sonradan uzmanlar tarafından, bu dosdoğru size bakan kızın çingene kızı değil, yer tanrısı Gaia olduğu söylense de, o gönüllerde çingene kız olarak kalmıştır. Yurtdışından ve yurtiçinden insanlar en çok onu görebilmek için akın etmektedirler.

Zeugma Müzesi gerçekten büyüleyici imiş… Bunca yıl görenlerden dinledikten sonra, nihayet görme fırsatım oldu. Sabah geldiğimizde kapının önü turist otobüsleri ile dolmuştu bile.

Dev boyutlu mozaiklerin önünde dakikalarca durup, mümkün olan her açıdan baktıktan sonra, sıra sonunda Çingene Kızı’na geldi… Ancak, ona ulaşmak diğer mozaikler kadar kolay değil. Gelenlerin, bu özel mozaiği görmek için ne kadar heyecanlandıklarının tam anlamıyla bilincinde olan uzmanlar, bu merak ve isteği doruğa taşımayı biliyorlar sanki.

Çingene Kızı’nı görebilmek için karanlık bir koridora giriyoruz. Bu tünel öyle dosdoğru da gitmiyor. Birkaç köşe dönmek zorunda kalıyoruz. İçerisi oldukça kalabalık. Hep birlikte ilerliyoruz…

Sonunda bir köşe daha dönüyoruz ve işte orada… Tam karşımızda, yine karanlık bir odada ve müthiş bir aydınlatmanın altında Çingene Kızı’nı görüyoruz… Karanlığın içinden bana bakıyor ve gözleri ile beni takip ediyor nerdeyse. Acaba, binlerce yıl öncesinden, ne demek, ne anlatmak istiyor?

Sıra ile önünden geçiyoruz ama, bakmaya doyamıyorum. Fotoğraf da çektirmiyorlar. Kendimi dışarda buluyorum… Tekrar girmeliyim. Ama, bu kez daha tenha bir zamanda girmem lazım ki içeride biraz daha kalayım. Bu eşsiz güzelliğin tadına ancak o zaman varabileceğim.

Dışarıda epeyce bir vakit geçirip, oyalandıktan sonra tekrar giriyorum. Labirent gibi koridorda aynı heyecan ile ilerliyorum… İşte, onu görünce, yine nefesimi tutuyorum… Bu kez kimse yok içerde. Sadece bir görevli var. Doya doya bakıyorum… Görevliye dönüp,

– Ne mutlu size, onunla berabersiniz, diyorum.

Gülümsüyor ve yerel şivesi ile,

– Evet, biz onunla her gün burada baş başayız… Birbirimize bakar,
konuşur, dertleşiriz, diyor.

Sonra,

– Fotoğraf çekmek isterseniz, flaşsız çekin hemen bir tane, diyor…

Çingene Kızı- Zeugma Müzesi, Gaziantep

———————————————————————————
1- Üçüncü Şahsın Şiiri- Attila İlhan, Yağmur Kaçağı Kitabından
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Sevgi Olsun… Aşk Olsun…

Yine yılın o malum zamanı geldi. Pırlanta reklamları zamanı… Her yıl, Şubat ayının başından itibaren, yazılı ve görsel medyada neredeyse geleneksel olan bu reklamlarda tema hep aynı. Sevgi, aşk, ülkemizde her nedense Sevgililer Günü haline bürünen 14 Şubat ve tabii ki, bunların tümünün olmazsa olmazı, pırlanta… Benzer bir furya da Anneler Günü öncesinde eser oldu birkaç zamandır. Annenizi seviyorsanız, ne yapıp edip, ona bir pırlanta almalısınız. Ürünün fiyatı ile reklamlarda oynatılan çocukların yaşına bakınca, babanıza aldırmalısınız demeleri daha doğru olur aslında.

Toplumda sevgisizliğin, tahammülsüzlüğün, kabalığın ve şiddetin bu kadar arttığı bir dönemde, bir de sevginin bu şekilde maddiyata bağlanması ne acı… Üstelik, azımsanmayacak sayıda insan bu pazarlama cinliklerine, tuzaklarına düşüyor. Anladığım kadarıyla, kimi hemcinslerimiz 14 Şubat’ta kendilerine, nokta kadarcık da olsa, bir pırlanta alınıp alınmayacağı heyecanını, erkekler ise, taksitle falan da olsa, güçlerinin yetip yetmeyeceği endişesini yaşıyorlar. Bir de gençlerde o gün evlenme teklifi beklentisi var ki, o da ayrı bir stres konusu…

Oysa, bir zamanlar her şey ne kadar daha yalın ve kolaydı. Bir o kadar da içten… Sevgi karat ile ölçülmezdi. Türkiye’de Sevgililer Günü diye bir şey olmadığı gibi, evlenme teklifi de öyle pırlanta yüzük ile yapılmazdı. Yüzük, ki bu çoğunlukla sade bir altın alyans olurdu, nişanda takılırdı. Ailelerin ait oldukları sosyal sınıfa ve maddi olanaklarına göre, ek takılar da takılırdı elbette ama, şart da değildi. Bırakın maddi bir karşılıkla ölçülmelerini, sevgi, sevmek, sevgili olmak bu kadar dillerde pelesenk olmamış, amiyane tabirle ayağa düşmemişti. Aşk ise, bambaşka bir konuydu… İnsan ömründe ya bir kere, bilemediniz iki kere aşık olurdu. Aşk kelimesi sakınılarak, dikkatle kullanılırdı. Şimdiki gibi, olur olmaz zamanlarda, insanlar birbirine ulu orta “aşkım” diye seslenmezdi. Sizi bilmiyorum ama, ben süpermarkette, “Tuvalet kağıdı almamız lazım aşkım” ve benzeri cümleler duyunca irkilmeden edemiyorum.

Benim 14 Şubat kutlamasından haberdar olmam, 1960’ların sonlarında, çocukken yurtdışında oldu. O gün sınıf arkadaşlarım, kız erkek demeden, birbirlerine ve öğretmene küçük kartlar verince, önce ne olduğunu anlamadım. Üstünde kalplerle birlikte arkadaşlık ve sevgi sözcükleri olan bu kartlardan bana da düştü birkaç tane… 14 Şubat Aziz Valentin günü Sevgililer Günü değil, Sevgi Günü idi. Dostluk, arkadaşlık ve her türlü sevginin kutsandığı bir gündü…

14 Şubat Aziz Valentin günüyle ilgili çeşitli efsaneler var. Bunların arasında en yaygın olanı, İ.S. üçüncü yüzyılda geçiyor. Dönemin Roma İmparatoru II. Cladius, bekar erkeklerin evli olanlardan daha iyi savaştıklarına kanaat getiriyor ve askerlerin evlenmelerini yasaklıyor. Bunun büyük bir haksızlık olduğunu düşünen Valentin genç çiftleri gizlice evlendirmeye başlıyor ve durum ortaya çıkınca 14 Şubat’ta idam ediliyor. Ondan sonra Valentin günü kutlanmaya başlanıyor.

Öte yandan bu kutlamanın, tıpkı İsa peygamberin doğum tarihi kabul edilen 25 Aralık (Noel) için olduğu gibi, Hristiyanlık öncesinde paganların 14 Şubat’ta kutladıkları bereket festivalini gölgelemek için beşinci yüzyılda Papa tarafından ilan edildiği de biliniyor. Orta Çağ’da İngiltere ve Fransa’da kutlanmaya başlanan 14 Şubat, 18. yüzyıldan itibaren ABD, Kanada ve Avusturalya’da da kutlanmaya başlanıyor. Eskiden şeker, tebrik kartı ve çoğu el yapımı ufak tefek hediyelerle yetinilirken, şimdi nerdeyse tüm dünyada yılın en büyük alış veriş dönemlerinden birine vesile oluyor. Varlığı sürekli büyümeye, satış yapmaya bağlı olan kapitalist sistem 14 Şubat’ı da ticarileştirmeden edemiyor.

İçinde genel anlamda insan sevgisi ve hoşgörü olmayanın en yakınlarını bile sevemeyeceğine inanırım ben. Onlar ancak sevdiklerini zannederler. Şüphesiz, çevremizdeki her insanı sevmemiz mümkün değil, şart da değil. Ancak, insanlara önyargısız, ait oldukları toplumsal sınıf, etnik köken, milliyet ve inanıştan etkilenmeden bakabilmek bir adımdır. Kişisel ve toplumsal huzur için, barış için bir adım…

Yıllar içinde toplumumuzda artan şiddet, sevgisizlik ve kabalık son zamanlarda iyice rahatsız edici boyutlara ulaştı. Bunun belirgin göstergesi sadece artan cinayetler de değil üstelik. Günlük hayatta çevremde karşılaştığım ufak tefek durumların hepsi birer ipucu. Örneğin, pardon kelimesinin bu kadar az kullanılması. Siz kullandığınızda da, anlamsızca size bakılması. Günümüzde herkes, her durumda haklı. Kimsenin bir saniye düşünüp, “Belki istemeyerek de olsa, bir hata yapmışımdır. Özür dilemeliyim”, diye düşündüğü yok. Hele, kibarca da olsa, ufak bir uyarı yapmanız iyice af edilmez bir durum. Hemen ağzınızın payını alırsınız. Üzülerek görüyorum ki, çoğu zaman bu konuda en kaba, en nobran olanlar da maalesef hemcinslerim. Sanki bazı kadınlarımız yaş aldıkça daha bir düşüncesiz, hoyrat ve nadan oluyorlar. Artık bunun nedeni, kendi yaşadıkları sevgi eksikliğinden mi, yoksa hayatın onlara verdiklerinden duydukları hayal kırıklığından mı, bilemiyorum.

Hayatta bazı hoş rastlantılar vardır. Milliyet ve din farkına bakmaksızın, beni bir çocuk olarak, adeta kendi çocuğu gibi seven Yvette’in doğum günü 14 Şubat’tı. Fransız, Katolik ve iki yetişkin çocuk sahibi olmasına karşın beni o kadar sevmiş olmasının değerini o zaman tam olarak kavrayabildiğimi sanmıyorum. Şimdi geçmişe bakıp, düşündüğümde de nedeninin tam olarak ne olabileceğini bulduğumu söyleyemem. Ama işte, belki de güzel olan tarafı bu idi. Sebepsiz sevmesi…

Katolik inanca göre, yılın her günü bir Aziz’e ait olduğu için, Yvette’in Aziz’i de doğal olarak Aziz Valentin idi. Onun gibi sevgi doluydu. Ama aynı zamanda otoriterdi de. Yani, kendi çocuklarına nasıl davranmışsa öyle idi. Hatta bana biraz iltimas yaptığı bile söylenebilir. Örneğin, arada bir, kendi çocuklarını on iki yaşlarını tamamlayıncaya kadar sofraya oturtmadığını, onların erkenden yemeklerini yiyip yattıklarını söylerdi. Sofra adabını tam olarak öğrenmelerinden sonra anne ve babaları ile birlikte yemek yemelerine izin verilmiş. Bu anlamda kayırılmış olsam da, yemek boyunca uyarılar hiç bitmezdi. “Dirseklerini masaya dayama.” “Dik otur”. “Ekmeğini bitir”. Bu ve benzeri şekilde süren uyarılar. Hele bu ekmek ile ilgili hiç unutmadığım bir anım var. Kalan bir ekmek parçasını bitirmem için Yvette bana biraz daha tereyağı almamı söylemişti. Ne var ki, bu sefer de ekmek bitti, tereyağı arttı. Tabii ki, yeniden ufak bir parça ekmek almam gerekti. Böylece, sofradan kalkmak için sabırsızlanan aile üyelerinin bakışları altında, ekmek ve tereyağını denkleştirmek için epeyce bir uğraş vermek zorunda kaldım. Kabus gibiydi…

Birlikte geçirdiğimiz Noel ve Paskalya tatilleri, Yvette’in kırmızı spor arabasına binip gittiğimiz gezmeler, kışın sıcak limonata içerken yaptığımız yap-bozlar, bazı geceler koyun koyuna uyumamız… Hepsi hatırımda…

Arada bir de, yemek sonrasında benden, kendisine ait özel çikolata kutusunu getirmemi isterdi. Bunlar el yapımı, anladığım kadarı ile, oldukça pahalı çikolatalardı. Yvette getirdiğim kutuyu açar, eşinin ve tatil için gelmiş çocuklarının gözleri önünde, bir tane bana verir, bir tane kendisi alır ve kutuyu geri götürmemi isterdi. Kendi evimizde asla böyle bir ayrım yapılmadığı için, bir çocuk olarak bu olayı anlamakta zorluk çeksem de, içimde hafif bir nispet yapma duygusu ile, ağzımda yavaş yavaş erittiğim çikolatanın tadını çıkarırdım…

Toprağın bol olsun Sevgili Yvette… Ya da, sana hitap etmemi istediğin şekilde, Tante Yvette

Kimi zaman da, sizi tanımayan ama, yüreği sevgi ile dolu bir insan öyle bir şey yapar ki, asla unutamazsınız. Sevgi denilince aklınıza gelir. Siz de onu sevgi ile anarsınız. 14 Şubat günü o da aklınıza gelir. Kim olduğunu, nerede olduğunu bilmeseniz de… Birkaç yıl önce böyle bir şey yaşadık ve unutulmaz anılarımızın arasına ekledik.

Birkaç yıl önce gittiğimiz New York’da, bir akşamımızı ünlü Tavern on the Green restoranında bir akşam yemeği yemek üzere ayırmaya karar verdik. Tavern on the Green, Manhattan’da, Central Park’ın batı tarafı ile 67. sokağın birleştiği noktada, yeşilliklerin üstünde bir restoran. Bina, 1870 yılında Central Park’ın “Koyun Çayırı”nda otlayan 200 kadar koyunu barındırmak için ahır olarak yapılmış. 1934 yılında parkın ıslahı gündeme gelince, koyunlar Brooklyn’deki Prospect Park’a gönderilmiş ve bina restoran haline getirilmiş. 1940 ve 1950’lerde eklenen geniş veranda ve dans pistiyle popülaritesi iyice artan restoran, 1976 yılında, yeni sahibi, Warner LeRoy’un eklediği Crystal Room (Kristal Oda) ile birlikte şöhretinin doruğuna ulaşmış. Işıl ışıl bakara kristalinden avizelerin altında senatörler, film ve tiyatro oyuncuları, finansçılar ve üst düzey yöneticiler yemek yer olmuşlar. Ne var ki, yıllar içinde biriken borçlarla birlikte, sahibi LeRoy’un ölümü, varislerin 2000’li yılların sonunda iflas ilan etmelerine yol açmış. Bu arada, 2009 yılında o muhteşem Kristal Oda, Belediye Başkanı Michael Bloomberg tarafından, kaçak yapı olduğu gerekçesi ile yıkılmış.

Tavern on the Green

Tavern on the Green, akıbeti belirsizlik içinde, birkaç yıl kapalı kaldıktan sonra, 2014 yılında yeniden açıldı. O zaman basında, yeni sahiplerinin tamir ve yenileme için 20 milyon dolar civarında harcama yaptıkları yazılmıştı. Ancak, restoranın yeni dekorasyonu eskisinden oldukça farklıydı. Daha modern, daha minimalist bir tarzı vardı. Ağaçların altında yemek yenebilecek geniş bahçede de artık Kristal Oda yoktu.

Tavern on the Green

Biz, serin bir Haziran akşamında gittik Tavern on the Green’e. Çok sıcak olmasa da, eğer tedarikli gittiyseniz, bahçede oturulabilecek bir hava vardı. Girişteki karşılama sırasında, ayırttığımız masanın içeride mi yoksa dışarıda mı olduğu konusunda bir konuşma oldu ama, açıkçası, ben etrafı incelemekten pek ilgilenemedim. Sonra, bana sanki en uzun yoldan gidiyormuşuz gibi gelen bir şekilde, bahçeye çıktık ve yer gösteren hanımı izleyerek masamıza yöneldik. Uzaktan masanın üzerinde gördüğüm kocaman kırmızı gül buketine önce bir anlam veremedim. Diğer masalarda da var mı diye de tam olarak bakamadım. Ama, yerimize oturtulunca iyice emin oldum. Hayır, diğer masalarda böyle bir buket yoktu… Üstelik, üstüne bir kart iliştirilmişti… Heyecanlandım. Hem çok hoşuma gitti hem de çok şaşırdım. Her dakika birlikteydik. Hangi arada derede bu güzel sürprizi organize etmişti? Bir türlü anlayamadım.

Masamızda Beni Bekleyen Sürpriz…

Bu arada, belli ki bizi başkaları da izliyordu… Zira, ben henüz şaşkınlığımı üstümden atıp, bir şeyler sipariş verme aşamasına geçemeden, garson iki kadeh şampanya ile masamıza geldi. Şampanyaları, uzak masalardan birinden, o günün bizim için özel olduğunu tahmin eden bir beyin, bize hediye olarak gönderdiğini söyledi. Kim olduğunu sorduğumda, uzakları işaret ederek, “Oradaki şapkalı bay” dedi. Baktım ama, kim olduğunu anlayamadım. Yine de, o tarafa doğru kadeh kaldırıp, havaya doğru teşekkür ettim. Garsona da teşekkürlerimizi iletmesini söyledik.

Ortam çok romantik, her şey çok güzeldi. Gece ilerliyordu. Yemeğin sonuna geliyorduk ki, bu sefer garson kocaman bir tatlı tabağı ile geldi ve yine aynı kişinin yolladığını söyledi… Mahcubiyetimiz arttı… Belli ki, yüce gönüllü bir insandı. Kimi insan vardır, mutlu insan görmeye tahammül bile edemez. O ise, mutluluğu kutsayan, mutlu bir çift görmekten kendi de mutlu olan bir insandı… Yaptığı ince jeste nasıl karşılık vereceğimizi bilemedik. Kalkıp, yanına gitsek olmazdı. Zaten, hala anlayamamıştık kim olduğunu. Yine teşekkürlerimizi yolladık.

Ortam Çok Romantikti…

Yemeğimiz bitmiş, masadan kalkma vakti gelmişti. Bizimle birlikte kalkan epeyce insan olmuştu. Çıkışa doğru yönelirken ben önden yürüyordum. Arkamdan birisinin, “My man!” (Adamım benim), dediğini duydum. Kalabalıkta ben yine göremedim onu. Neyse, en azından, birimiz görmüş ve şahsen teşekkür etme fırsatı bulmuştuk… O ince zevkli, nazik insan, siperlikli şapkasını ters takmış bir Afro-Amerikalı imiş…

Sevgi olsun… Aşk olsun…

Hepinizin, 14 Şubat Sevgi Gününüz Kutlu Olsun…

Son Yıllarda Dünyada Yaygınlaşan “Aşk Kilitleri”ne Seoul’dan Bir Örnek…

#TBT

Açıkçası, benim bu #tbt olayının farkına varmam çok eski değil. #tbt… Yani, sosyal medyada kullanılan “Throwback Thursday” etiketi. Oysa, 2011’den beri Instagram’da kullanılıyormuş. Giderek, popülerliği o kadar artmış ki, şimdi Twitter, Facebook gibi sosyal medya ortamlarında da sık sık kullanılıyor. “Throwback” deyiminin çıkışı ise, Instagram’ın ortaya çıkmasından bile önce imiş. Konuşma dilinde bugünkü anlamında kullanılması 2003 yılına kadar gidiyormuş.

“Throwback Thursday”, sosyal medya ortamında insanların, perşembe günleri, #tbt etiketi koyarak oluşturdukları bir paylaşım zinciri. Amaç, eski ve güzel günlere, anılara bir dönüş yapmak. Çıkışı Instagram olduğu için, bu genelde bir fotoğraf oluyor ama, diğer sosyal medya ortamlarının da bu kervana katılması ile birlikte, müzik ya da video gibi farklı araçlar da kullanılabiliyor. Şimdi bir de, bu uygulamayı haftanın farklı günlerine yayarak, #tbf, #tbs gibi etiketler de çıkmaya başladı. Böylece, cuma günleri ayrı, cumartesi ya da pazar günleri ayrı temaları temel alan paylaşımlar yapılıyor.

Ne yalan söyleyeyim, başta bana oldukça saçma geldi tüm bu olay. “Bu da nereden çıktı?” diye düşünmeden edemedim. Hoş, daha saçmalarını da görmüşlüğümüz var… Neydi o bir aralar, koca koca insanların kafalarından aşağı su döküp, videosunu paylaşmaları? Hatırladığım kadarı ile, önemli bir şeye dikkat çekmek içindi ama, bence yine de çok saçma idi. Saçma veya değil, sosyal medya şirketleri bu tür şeyleri ortaya atıyorlar ve siz, başta yadırgasanız da, giderek alışıyorsunuz. Sonra, bir bakmışsınız, şirketler de bu modayı reklam amaçlı olarak, etkin bir şekilde kullanmaya başlıyorlar.

Bugün, günlerden perşembe… Hadi, “trend”e uyup, ben de bir #tbt yapayım diyorum… O günü, 2 Aralık 1977 gününü anayım diyorum… İki gün sonra tam 40 yıl olacak… Ama elimde o güne dair bir fotoğraf yok. O zamanlar, fotoğraf çekmek böylesine kolay, böylesine sıradan bir olay değildi. Akıllı telefon ile her anı kaydetmek diye bir şey hayal bile edilemezdi. Akıllı telefon hayal edilemezdi… Fotoğraf çekeceksen, yanında makine taşıyacaksın. İçinde yeterli filmin olacak. Sonra, filmi tab ettireceksin ve fotoğrafçıdan fotoğrafları teslim alana kadar resimlerin nasıl çıktığını bilemeyeceksin. Kimi zaman da, fotoğraflar o aşamaya bile gelemeyecek. Filmi dibine kadar sarmadığın için ya da arkadaki kapağı zamansız açtığın için resimler “yanacak”…

Her neyse… Yani demem o ki, bu #tbt tamamen hafızamıza dayanacak. Yıllardır unutamadıklarımıza… Yıllardır gözümüzün önüne gelenlere… Öyle bir günü unutmak mümkün mü?

1977 yılı karanlık bir yıldı… 1970’lerin tamamı öyleydi aslında ama biz, ilk gençlik çağındakiler, başlangıçtaki olayları çok da iyi algılayamamıştık. Ya da benim sosyal ortamımda öyleydi diyeyim. Bir takım şeyler tabii ki duyuyor, siyah beyaz televizyon kanalında izliyorduk. 12 Mart Muhtırası, ardından gelişen olaylar… Geceleri arada silah sesleri duyuyor, gazetelerde bazı eylemleri, çatışmaları, idamları, kurulamayan hükümetleri okuyorduk. Ama biz, ergenlik yaşlarının kendi sorunları ve heyecanları ile birlikte, başka bir dünyada yaşıyor gibiydik. Ta ki, üniversite yıllarımıza gelene kadar…

1975 yılının ağustos ayı sonunda ODTÜ’yü kazandığımı öğrenince çok mutlu olmuştum. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okuyacak olmak son derece gurur vericiydi benim için. Gerçi, sadece birkaç yıl önce olan “olaylar” değil, biz lise son sınıfta iken yapılan 6 aylık boykot nedeniyle de, çevremde ODTÜ ile ilgili bir tedirginlik vardı…

ODTÜ’de yapılan 6 aylık boykot nedeniyle, 1975 Güz dönemi girişli olan bizler, okula zamanında başlayamamıştık. Önce, eski öğrencilerin yaşanan ders kaybını kapamalarını beklememiz gerekmişti. Bu yüzden, derslere başlayabildiğimiz Şubat 1976’ya kadar kendimi tuhaf bir ruh halinde, bir tür arafta hissetmiştim. Lise bitmişti, üniversiteyi kazanmıştım ama, üniversite öğrencisi olamamıştım…

ODTÜ’de fiilen okumaya başladıktan bir yıl sonra, 13 Şubat 1977’de, Mütevelli Heyeti, Aydınlar Ocağı üyesi ve MHP yanlısı Hasan Tan’ı rektör olarak atadı. Evet, o zamanlar ODTÜ, özel çıkarılmış bir yasa çerçevesinde, diğer üniversitelerden ayrı bir statüde yönetilmekteydi ve bugün sadece vakıf üniversitelerinde olduğu gibi, bir Mütevelli Heyeti vardı.

Hasan Tan rektör olur olmaz, okulda gerilim arttı. Öğrenciler ve akademisyenler tepki göstererek, dersleri boykot ettiler. Ardından rektör, 400 faşist militanı işçi olarak işe aldı. Bunlar sürü halinde yerleşkede gezmeye ve ona buna sataşmaya başladılar. Rektörün bölümlerde keyfi olarak yaptığı atama ve uygulamalara tepki gösteren akademisyenlerin evlerine bombalı saldırılar yaparak baskı kurmaya çalıştılar. Sonunda, direnişi kırmak için, Hasan Tan okulu kapatıp, yurtları boşalttı ve böylece 9 aylık boykot başlamış oldu. Bu boykotun en önemli özelliği, sadece öğrencilerin bir hareketi olmayıp, akademisyeni, çalışanı ve işçisi ile, hep birlikte yapılmış bir eylem olmasıdır. Sadece öğrencilerin derse girmemesi değil, akademisyenlerin de ders vermeyi reddetmesidir aynı zamanda.

Hasan Tan’ın zoraki rektörlüğü, Ertuğrul Karakaya isimli öğrencinin ana kapıda vurularak öldürülmesine kadar sürdü. Olaydan sonra Hasan Tan istifa etti ama, işe aldığı 400 militan okulda çalışmaya devam etti. Birkaç ay sonra, okul açıldı… Yavaş yavaş okula, derslere yeniden alışmaya çalışıyorduk. O gün, günlerden 2 Aralık 1977 idi…

Dersteyiz. Şiddetli bir patlama sesi… Hoca dersi kesiyor ve camdan bakıyor. Herkes dehşet içinde birbirine bakıp, hep bir ağızdan konuşurken, kapı açılıyor ve içeri Öğrenci Temsilciliğinden bir arkadaş giriyor. Hasan Tan’ın işe aldığı militanların Rektörlük binasının üst katlarında toplandıklarını ve bir ses bombası attıklarını söylüyor. Sınıflar boşalıyor. Bazı öğretim üyelerinin de katılımıyla, herkes Rektörlüğün arka tarafındaki çimenlik alana gitmek üzere merdivenlerden iniyor. Ben, tuvalete gitmem gerektiği için arkadaşlarımdan geride kalıyorum. Nasıl olsa yetişir, onları orada bulurum.

Matematik binasından çıkıp, Rektörlük binasının arka tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Bütün okul orada toplanmış bile. Üst katlardan aşağıya doğru küfür ediyorlar. Aşağıdan yukarıya doğru, binlerce kişi hep bir ağızdan slogan atıyor. Küfür eden faşist militanlardan birisi kız. Tiz sesi açık alanda yankılanıyor ve insanın kulağını tırmalıyor.

Fizik binasını geçtim. Toplanılan alana çok yakınım artık. Birden, yukardan aşağıya bir cisim atılıyor. Kitap mı, başka bir şey mi, tam olarak göremiyorum. Kalabalıkta hafif bir dalgalanma oluyor ama, sonra herkes eski yerine dönüp, slogan atmaya devam ediyor. Birkaç adım sonra ben de yeşillik alanda olacağım. Yukardan kalabalığın üzerine ikinci kez bir şey atılıyor. Bu sefer kimse kıpırdamıyor… Birden bire, müthiş bir patlama sesi… Çığlıklar, bağrışmalar… Her yöne kaçmaya çalışanlar, koşanlar…

Arkamı dönüp, geldiğim yöne doğru koşmaya başlıyorum. Şimdi silah sesleri de başladı. Rektörlük binasından aşağıya, öğrencilerin üzerine ateş açtılar. Herkes birbirini eziyor. Herkes panik içinde. Ne olursa olsun, yere düşmemeliyim… Yakınlarda bir ağaçtan yüzlerce serçe havalanıyor, çığlık çığlığa… O ağaçta bu kadar serçe varmış meğer. Aklımdan hızla bu da geçiyor. Koşuyorum, koşuyorum… Kulaklarımda bir uğultu. Sanki sesler çok uzaktan geliyor gibi… Bir de, kalp atışımı duyuyorum sürekli. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor…Dilim, damağım kurumuş vaziyette ama, vücudum ter içinde…

Daha yakın diye, kendimi Fizik Bölümünün gerisine atıyorum. Oradan, Matematik binasının arka taraftaki kantinine geliyorum. Benimle aynı yolu izleyen 5-10 kişi daha var. Şimdi içerdeyim ama, nefes alışım bir türlü sakinleşmiyor. Dışarda hala gürültü, patırtı var. Bir sandalyeye oturup, arkadaşlarımı bekliyorum… Bir öğrenci vurulmuş diyorlar…

Bir zaman sonra, bizim sınıftakiler birer ikişer geliyorlar. Renkler bembeyaz… Göz bebekleri büyümüş, yüzlerde dehşet ifadesi… Herkes, hep bir ağızdan, olayı ve nasıl kaçtığını birbirine anlatmaya çalışıyor. Anlatırsak sanki sakinleşeceğiz. Derken, biri çok zayıf, diğeri orta yapılı, sonuncusu ise oldukça şişman, üç arkadaşımız içeri giriyor, soluk soluğa… Onlarda da aynı yüz ifadesi… Sonra, birbirlerine bakıp, katılırcasına gülmeye başlıyorlar. Anlaşılan o ki, bombanın atıldığı noktaya çok yakın olan bu arkadaşlarımız can havliyle kaçarken, en zayıf arkadaş yere düşüyor. Onun üstüne orta yapılı olan, onun da üstüne şişman arkadaşımız düşüyor. En altta kalan, “Oğlum mahvettiniz beni” diyor gülerken. “Hadi lan, vücudumla sizi korudum” diyor şişman olanı. Herkes gülmeye başlıyor. Sinirler boşalıyor artık…

O kadar yakınımıza geldiği halde, ölüm tehlikesine gülebildiğimiz o günde, 20 yaşındaydık henüz. Belki bazılarımız biraz daha büyüktü. Bu, olayın vahametini kavrayamadığımızdan, ya da hafife aldığımızdan değildi. Gençliğin verdiği bir tür “ölümsüzlük” duygusundandı kanımca. Oysa, ölüm yabancı olduğumuz bir şey değildi o günlerde…

Saldırganların, önce ses bombası kullanarak herkesi Rektörlük binasının etrafına topladığı, sonra bomba atıp, ateş ettiği kalabalıktaki herkes bizim kadar şanslı değildi. 2 Aralık 1977 günü ODTÜ’de yapılan bu saldırıda 52 kişi yaralandı, bir kişi kaldırıldığı hastanede öldü. Saatler sonra, daha güvenli olduğu için, binlerce kişi yurtlara gitmek için yürüyüşe geçtiğinde, Rektörlük binasının arka tarafındaki alanın yanından geçtik. Etrafta kitaplar, defterler, kırılmış gözlükler ve bol miktarda ayakkabı teki… Bombanın düştüğü yerde ise kocaman bir delik vardı. Günümüzde genç ODTÜ’lü arkadaşlar neyi temsil ettiğini biliyorlar mı, bilemiyorum ama, şimdi orada bir anıt var. Dokuz çubuktan oluşan bu anıt, hem 1977’deki 9 aylık boykotun, hem de 2 Aralık saldırısının anısına yapılmıştır…

ODTÜ 2 Aralık 1977 Anıtı (Fotoğraf: Aydın T)

Ünlülerle Karşılaşmalar

Ünlü bir kişiyle karşılaştığınızda ne yaparsınız? Çarşıda, pazarda, uçakta, restoranda, sinemada ya da konserde… Özellikle çok yakınınızda oldukları, hatta göz temasınız olduğu zamanlar…

Sizi bilmiyorum ama, benim ilk tepkim önce bir irkilmek oluyor. Söz konusu kişiyi olağan kabul ettiğimiz ortamının dışında görmek tuhafıma gidiyor. Düpedüz yadırgıyorum. Sonra, bir ne yapacağımı bilememe hali geliyor üstüme. Acaba görmezden mi gelsem? Bakışlarımı kaçırsam mı? Ya da tanıdığımı belli etsem mi? Karar veremiyorum… Kendimi karşı tarafın yerine koymaya çalışıyorum. Hangisini tercih eder acaba?

Kimileri var ki, hayranı olsunlar olmasınlar, ünlü kişilere rahatlıkla yaklaşıp, senli benli olabiliyor, bir şeyler talep edebiliyorlar. Cep telefonunun hayatımızda olmadığı, fotoğraf çekmenin bu kadar kolaylaşmadığı yıllarda, bu talep genellikle bir imza istemek oluyordu. Günümüzde bu iş, birlikte selfie çekmeye kadar vardı. Amaç, ünlü kişi ile çekilen fotoğrafı sosyal medyada yayınlayarak, Andy Warhol’a atfedilen ifade ile, “on beş dakikalık şöhret” yakalamak…

Kanımca, ünlü kişilere yaklaşma konusundaki bu teklifsizliğin altında çeşitli kişilik özellikleri var. Karşısındaki kişinin özel alanına dikkat edemeyecek derecede bir aymazlık ya da aşırı kendine güven ve cesaret. Bunların yanında, bu tip ilişkilerde risk alabilme kapasitesi de olmalı. Öyle ya, sırf kamuoyunda tanınan bir insan diye, o kişiyi özel hayatında gidip, rahatsız edebiliyorsanız, azarlanmayı, terslenmeyi de göze alabilmeniz gerekli.

Hiç bana göre şeyler değil… Hatta bu konuda, biraz abartarak, iki ünlü kişi ile bağlantılı bir fobim olduğunu bile söyleyebilirim… Birisi, günümüzde artık çok popüler olmasa da, ülkemizin bir talk-show’cusu ve televizyon programcısı. Diğeri ise, yine bir dönem adı çok geçen, günümüzde ise pek ortalarda olmayan bir kadın edebiyatçı ve köşe yazarı. İkisi de sivri dilli… İkisi de radarlarındaki kişi ile alttan alta dalga geçmeyi seviyorlar… Hele ilki, işi zaman zaman düpedüz hakarete kadar vardırabiliyor. Yaptığı televizyon programlarına telefonla bağlanan izleyiciler acaba mazoşistler mi diye düşünmüşümdür hep. Bu izleyicileri alaya almadığı, terslemediği durumlar o kadar nadir ki… İnsan bile bile ne diye arar, bir türlü anlayamadım… Neyse, benim için korkulu rüya bu iki ünlüden biri ile (ikisi ile birden olması tam bir kabus olurdu) yalnız olarak asansöre binmek diyebilirim. Kaçamazsın, edemezsin… Tavana mı baksan, yere mi baksan? Selam mı versen, tanımıyormuş gibi mi yapsan? Çok şükür, bugüne kadar başıma gelmedi daha ama, olsa ne yaparım, hala bilmiyorum…

Karanlık, kasvetli bir gün. Ankara’nın soğuğu insanın içine işliyor. İşyeri de pek ısınmıyor. Zaten, handan bozma bir bina. Ben ilkokulda iken burası Türk-Amerikan Derneği idi. Annemle dedem, birlikte, İngilizce kursuna giderlerdi. Derslerdeki maceralarını bütün aile gülerek dinlerdik. Yıllar içinde, Türk-Amerikan Derneği Çankaya’ya taşındı. Arada ne oldu bilmiyorum ama, yaklaşık yirmi yıl sonra, girdiğim ilk iş Mithat Paşa Caddesindeki bu binada.

Kat kat giyiniyoruz, yine de fayda etmiyor. O çelik masaların kenarları yazı yazarken insanın kollarına değince, o kadar kazak, hırka fayda etmiyor… Sanki insanın vücuduna elektrik veriyorlar. Çalışma ortamının buz gibi olması yetmezmiş gibi, öğlenleri yemek yemek için de dışarıya, daha da keskin bir soğuğa çıkmak gerekiyor. Bizim Personel İşleri, aynı cadde üzerinde olan Yüksek Ticaretliler Lokali ile anlaşmış. Yemek için oraya gidiyoruz.

İşten birkaç arkadaş, birlikte geldik bugün yemeğe. Zemin katın bir kat üstünde bir salon burası. Masalarında bordo renkli, ucuz masa örtüleri olan, zevksiz bir yer. Yemeği çabuk yersek, aynı cadde üzerindeki sanat galerilerine ve kitapçılara uğramaya vakit kalır belki.

Onu, oturur oturmaz gördüm. Birkaç masa ileride, geniş pencerelerden birinin yanındaki bir masada tek başına yemek yiyor. Arada bir, pencereden dışarıya bakıp, dalıyor… Yüzü bana dönük. Yanılmama imkan yok. Bembeyaz saçları, gözlüğü, yanındaki sandalyenin arkasına koyduğu lacivert paltosu ve ekose kaşkolü. Evet… O… Daha iki sene önce Devlet Sanatçısı unvanı alan… Bilmeyen, tanımayan onu sadece tonton bir ihtiyar zanneder.

Bakışlarımı üstünde hissetmiş olmalı ki, kafasını kaldırıyor. Göz göze geliyoruz… Telaşlanıyorum… Hemen gözlerimi kaçırıyorum. Bir yandan da, tekrar o tarafa doğru bakmak için içimde inanılmaz bir istek… İçim burkuluyor. Bu kadar usta, büyük bir sanatçı…

Askeri darbe sonrası, şu günlerde herkes sanat ve edebiyata verdi kendini. Okulda iken roman okumayı bile “küçük burjuva alışkanlığı” olarak görenler, şimdi her biri birer eleştirmen oldular başımıza nerdeyse. Sanat dergileri hem sayı olarak, hem içerik olarak patlama yaptı. Bir tür toplumsal rehabilitasyon.

Aynı şekilde, resim galerileri de çoğaldı Ankara’da. En son, bizim eve yakın, Tunalı Hilmi Caddesinde yeni açılan Levni var mesela. İnsan sergiye gitmese bile, her gün önünden geçerken, büyük pencerelerinden içeride sahibi, Enis Batur’u görebiliyor.

Hemen hemen her hafta sonu galerilerin birinde bir sergi açılışı var. Bu açılış kokteyllerinden birinde görmüştüm ilk olarak kendisini. Birisi bana, “Bak, o yaşlı adam Eşref Üren” demişti… Resim Heykel Müzesi’nde gördüğüm tablolarına hayran olmuştum. Bir tablosu da amcamın evinde var. Ankara Koleji’nde (o zamanki adıyla, Ankara Maarif Koleji’nde) resim öğretmenliği yaptığı sıralar amcama hediye etmiş.

Artık yaşı seksen beşin üstünde olduğu için, açılışlarda hep bir kenarda oturuyor. Etrafı son derece sevecen bakışlarla izliyor. Sanatçılar, öğrencileri, tanıdıkları saygıyla yanına gidip, konuşuyorlar. Ressam olan eşi uzun yıllar önce öldüğünden beri yalnız yaşıyormuş. Çocuğu yokmuş. Ancak, yanında kendisinden epeyce genç ve onunla kızıymış gibi ilgilenen bir hanım var hep. Öğrencisi imiş.

Yemeğini bitirdi. Yine biraz pencereden dışarıyı seyretti. Şimdi ayağa kalkıyor. Kaşkolünü özenle boynuna doluyor, yavaş yavaş paltosunu giyiyor. Çıkmak için bizim masanın yanından geçmesi gerekiyor. Bakışlarımı telaşla tabağıma çeviriyorum. Sonra… Tam yanımızdan geçerken kafamı kaldırıyorum. İyi ki kaldırıyorum… Başıyla hafifçe selam verirken, sıcacık gülümsüyor bana…

Eşref Üren’i daha sonra da, 1984 yılında ölene kadar, çeşitli zamanlarda gördüm. 1897 yılında doğmuş, 87 yaşında ölmüştü. İstanbul’da doğduğu Fehim Paşa konağında, varlık içinde başlayan hayatı, yokluklar ve sıkıntılar içinde geçmiş. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edildiği zaman, saraya yakın olan babası öldürülmüş. Zorluklar içinde Bursa Ziraat Mektebini bitirmiş ve bir süre de bu alanda çalışmış. Ta ki bir gün, sokakta şövalesinin başında Yeşil Türbe’yi resmeden İbrahim Çallı’yı izleyene kadar. Sonra, Sanayi Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) İbrahim Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri, Paris’te Andre Lhote atölyesi, yurtiçinde ve dışında çeşitli sergiler ve ödüller, öğretmenlik yılları… Ankara ve İstanbul Resim Heykel Müzelerinde, çeşitli sergilerde gördüğüm eserlerinde kullandığı renkler bana hep çok güzel gelmiştir. Doğayı, ağaçları, evleri, gökyüzünü, en çok da Ankara’yı resmederken kullandığı renkler… Öğrendiğime göre, sağlığında 35 adet tablosunu İş Bankası’na, emin ellerde olacağını düşünerek, bağışlamış.

Kendisi ile ölmeden bir süre önce yapılan söyleşinin başında, Ankara’da Ataç sokakta oturduğu ev tarif edilmişti. Ömrünü resme adamış, Devlet Sanatçısı Eşref Üren’in evinin, bodrum katında, atölyesi ile yattığı yerin bir perde ile ayrıldığı bir yer olduğu yazılıydı… Belki de onun için fark etmiyordu. Resim yapabiliyor olmak yeterli idi…

Havana koyuna bakan, görkemli ve tarihi Hotel Nacional de Cuba’dayız. Seksen küsur yıllık bu otelin kat sayısı çok fazla olmamasına rağmen, üzerinde bulunduğu tepe ve mimarisi nedeniyle, çok haşmetli ve etkileyici bir görünümü var. “Ulusal Anıt” statüsündeki bu otel, tarihi boyunca pek çok ünlüyü ağırlamış, pek çok olaya şahit olmuş. Küba’nın topraklarının yüzde doksanının yabancılara ait olduğu devrim öncesi dönemde, şampanyanın ve romun su gibi aktığı, sabahlara kadar kumar oynanan, dans edilen gözde bir mekanmış. Winston Churchill, Frank Sinatra, Ava Gardner geçmişteki ünlü konuklarından sadece birkaçı. Devrimden sonra ise Fidel Castro’nun, Che’nin devlet konuklarını ağırladıkları bir mekan. Hotel Nacional şimdi, bir yandan bahçesinde sergilenen toplar, bir yandan da gece kulübündeki dans gösterileri ve barları ile, geçirdiği her iki döneme de selam duruyor adeta.

Havana’dan Santiago de Cuba şehrine yapacağımız uçuşun dört saat rötarlı olması nedeniyle burada vakit geçiriyoruz. Okyanusa bakan geniş terasta büyük ve alçak, minderli, hasır kanepeler var. Hava rüzgarlı… Okyanus azgın…Bahçede ve topların sergilendiği sette bir süre dolaştıktan sonra buraya oturduk. Her yer turist dolu. Aslında resmi olarak Amerikan hükümeti tarafından gelmeleri yasaklanmış olan Amerikalı turistler epeyce fazla. Önemli bir kısmı, sağlık hizmetlerinin çok iyi ve ücretsiz olmasından dolayı geliyorlarmış. Kimi de gezmek, eğlenmek için. Yasağı delmenin yolu, Meksika üzerinden gelmekmiş onlar için.

Yanımızdaki grup, yüksek sesle Türkçe konuşuyor. Hiç sesimizi çıkarmadan Pina Colada’larımızı yudumluyoruz biz. 1990 yılında, henüz Türkler bu kadar yolculuk etmezken, Norveç’in Kutup Dairesi bölgesinde, hiç ummadığım bir yerde bir Türk ile karşılaştığımdan beri artık, hiçbir yerde yurttaşlarımla karşılaşmak şaşırtmıyor beni…

İçkilerimizi bitirdik. Hala epeyce zaman var. Biraz daha dolaşabiliriz. Lobideki, oteli geçmişte ziyaret etmiş kişilerin fotoğraflarının sergilendiği bölümde vakit geçirdikten sonra, büyük bahçenin görmediğimiz taraflarına yöneliyoruz. Büyük bir terasa çıkmak için, önden ben bir köşeyi dönüyorum ve birden bire karşı karşıya kalıyorum… İşte, buna çok şaşırıyorum… Karşımda, Bedri Baykam. Göz göze bakışıyoruz… Sanki onu tanıdığımı anladı ve benim bir şeyler söylememi bekliyor gibi. Bir şey desem mi acaba? Ama, ne? Basma kalıp bir şey söylemektense, hiçbir şey dememek daha iyi. Başımla belli belirsiz bir selam verip, terasa doğru yürüyorum…

Bazen de insan, tanınmış insanlarla, istemeden, hoş olmayan durumlara düşebiliyor. Böyle bir şey, birkaç yıl önce benim başıma geldi. Üstelik, bu konuda dikkatli bir kişi olmama rağmen…

Şaşkınbakkal’da beğendiğim ve arada uğradığım bir butiğe girmiştim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Etrafa bakarken, koyu renk saçlı, tanıdık bir sima gözüme çarptı. Çalıştığım iş gereği, değişik çevrelerden pek çok insanla tanıştığım için kendisini bir yerden tanıdığımı düşündüm. Üstelik, o da dönüp, bana baktı. Belki de, benim bakışlarımı üstünde hissettiği içindir. Bilemiyorum. Böyle karşılıklı bakışınca, “Merhaba. Sizinle galiba tanışıyoruz” dedim, gülümseyerek… Bir şey söylemezsem, sanki ayıp olacak gibime geldi. Daha cümlem ağzımdan çıkar çıkmaz hiç beklemediğim bir şekilde bir yanıt aldım. Karşımdaki, kısa boylu sayılabilecek kadın, hiddetle ve ciyak ciyak bağırmaya başladı. “Hayır efendim! Hiçbir yerden tanışmıyoruz!”. Ne olduğumu şaşırdım. Kulaklarımda bir uğultu başladı… Çok canım sıkıldı…

Ben ne olduğunu henüz anlamaya çalışırken, kadın çoktan hışımla sırtını dönmüş, hızlı hızlı askıları eliyle itiyordu. Bu arada, küçük dükkanın çalışanı olan genç kız olanı biteni görmüştü. Kibarca yanıma yaklaştı ve “Hanımefendi oyuncu da… Belki dizilerden hatırlıyorsunuzdur…” Bir an düşününce, hatırlar gibi oldum gerçekten. Bir dönem, çoğunlukla yemek yerken, sırf kızım istiyor diye bazı dizileri izlemişliğim vardı. “Yabancı Damat”, “Seksenler” gibi dizilerin, başrole epeyce uzak karakterlerini oynayan bir oyuncuydu bu kadın. Bunun üzerine ben de, yüksek sesle, “Yok canım… Ben kendisini iş hayatımda profesyonel olarak tanıdığım birisine benzetmiştim” dedim.

Daha sonraları bir yerde okuduğuma göre, belli bir şekilde tanınırlığı olan insanlarla ilgili kişilerin sıkça başına gelen bir durummuş bu. Söz konusu kişiyi kendi kişisel hayatınızda tanıyormuşsunuz zannetmek… Sözünü ettiğim olay benim için o kadar büyük bir deneyim oldu ki, artık çok emin olmadıkça kimse ile bu tür bir diyalog başlatmıyorum. Karşı taraf kendisi benimle gelip konuşana kadar…

Şüphesiz, her konuda olduğu gibi, bu konuda da genelleme yapmamak lazım. Şu ya da bu ölçüde tanınan insanların verecekleri tepkilerde onların karakterleri, şöhreti ne kadar hazmedebildikleri, ve insan ilişkilerindeki başarıları eminim çok rol oynuyordur.

1960’lı yıllarda babamın bir arkadaşı, yabancı bir havayolu ile yurtdışında bir yere uçuyormuş. Yanına Amerikalı bir adam gelip, oturmuş. Selamlaşmışlar. Adam çok tanıdık gelmiş ama, babamın arkadaşı nereden olduğunu bir türlü çıkaramamış. Derken, sohbet etmeye başlamışlar… Babamın arkadaşı, “Ben sizi bir yerden tanıyorum galiba” demiş. Adam ilgiyle, “Öyle mi? Nereden acaba?” demiş. Ondan sonra, ikisi de, “Acaba oradan mıydı, buradan mıydı?”, epeyce bir çabalamışlar. Hatta bir ara Amerikalı, “Ben Kore Savaşına katılmıştım. Acaba siz de orada Türk birliğinde miydiniz?” diye sormuş. Yok, yok, yok… Bir türlü bulamıyorlar… Neden sonra, adam dönmüş ve “Yoksa siz beni filmlerimden mi tanıyorsunuz?” diye sormuş. Amerikalı adam, Tony Curtis imiş…