Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık
Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki
aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık.
Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık
olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla
beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe
arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.
II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca
Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın
bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II.Bayezid’in emri ile,
1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks
olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin
sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp
medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi),
tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim
ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve
köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.
II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme
kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek
çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi
ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü
olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz
vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir
tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların
dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her
insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O
nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan
Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu
hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde
olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken
eserler arasında bence.
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi
Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer,
müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı
sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının
katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp
Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp
fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.
Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün. Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.
Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da,
sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer
haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların
ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde
olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde
kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici
uygulamalar.
Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil,
tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki
sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda
bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki,
belli makamlar belli hastalıklar için
kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı
ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için
kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su
sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.
Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl
hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla
yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece
kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem
ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a
gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı
gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir
miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir
onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk
edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr.Ratip
Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı
çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun
ağılı olarak kullanılmış.
1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar
Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne
verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar
Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de
binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon
kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak,
külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış
bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda
olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II.
Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir
diye düşündüm.
Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye
dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür
Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda,
aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında
Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En
İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.
Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.
II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin
içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55
metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir
cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş.
Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe
altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe
yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç
Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı
süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği
anlaşılıyor.
Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin
altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında
dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.
Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.
Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler
sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri,
ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun
dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve
tarım aletleri bulunuyor.
Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.
Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak,
araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan
Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf
oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf
çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu
yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu
düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan
Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.
Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi
Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan
Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki
ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı
Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra,
1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş.
Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun
olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948
yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961
yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda
isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak
kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek
Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.
İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı
birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki
eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul
Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın
önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve
Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu
belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve
geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da
Vinci adını takmışlar.
İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve ResimMüzesi bulunuyor. Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.
Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde
olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu
önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı
ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı
dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli
olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya-
Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve
Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.
Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek,
bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi
olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde
değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne
gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi
olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili
bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye
gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati
ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, NaimAvigdor Güleryüz’ün Tarihte
Yolculuk- Edirne Yahudileri
kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu
kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.
Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda
bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları
terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile
kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa
ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve
başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o
zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi
öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran
duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle
yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin
bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne
olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.
Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak
bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre,
bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce
Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı
mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında
Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian,
Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış
ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma
İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi
altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta
dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha
sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya,
zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.
Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim
Yahudileri de bulunmakta imiş.
Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek
Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen
ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların
bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli
bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide,
Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye
yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans
döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan
gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra,
Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler.
Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay
Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.
Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde
sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa
civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya
yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye
yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında
tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri
geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan
bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in
emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz,
Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait
toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.
Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX.
yüzyılın başında Edirne’deki sinagog
sayısı yaklaşık 15’e ulaşmış.
Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve
Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun
sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci
Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki
Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.
2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde
çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara
yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak
anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş.
1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte
1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan
sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…
Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri,
sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı
Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği
düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan
II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük
Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta,
burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere,
çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin
sonuna doğru ibadethanenin kapıları
kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile
yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)
Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş. Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan
da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne
geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle, iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın
yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda
restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli
cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme
törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze
olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler
için bir mekan olma niteliğinde.
Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan
geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün
kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak
işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde
bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi
yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu
söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak
belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu,
Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.
Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne
hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı
zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat
tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni
yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve
görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii,
başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir
gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya
bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin
beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden
ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.
İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi),
Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze
ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane
olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı
şeklinde mezar taşı bulunuyor.
Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.
Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle
büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış.
1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük
tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti
içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan
kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba
dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler
mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere
bakarken içim acıdı.
Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.
Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız
sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de
kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık
bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin
zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler
öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli
yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.
Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç
kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok
hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk
olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde
ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka
bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan
vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde
bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de
olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle
ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en
arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü
deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca
inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek
bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler.
Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç
gelmişti.
Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı
bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A
noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik.
Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek
vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa
gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak,
çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an
önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin
yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya
Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı
karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta
moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç
kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük
olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.
Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde
ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden
çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu
şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz
bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile
bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi
paylaştığım, her iki şehri de görmüş
birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş
gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi
eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu.
Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı
durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı,
broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir
tek, II.
Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok
başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve
ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni
çok mutlu etti.
Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.
Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.
Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla
birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita,
şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere
ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına
nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş
olması beni çok sevindirdi.
Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların
ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik
Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu
kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı
belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden
Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler.
Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En
yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200
metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. IstırancaDağları’nda
bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400
yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler,
herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış
mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne
Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet
Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.
Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk
Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat
ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye
giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve
zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda
düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.
Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.
Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.
Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve
mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer
Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih
boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan
Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları
sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.
Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.
Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca,
öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne
Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını
başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için,
ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı
1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının
yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde
olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.
SultanII. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise,Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.
İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış
olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da
bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III.
Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray
halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan
beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş.
Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını
gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir
zaman hoş karşılanmamış.
Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı
padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574
yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye
gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile
Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış.
Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız,
maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin
olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri,
hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza
çıkıyor.
Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit
kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze
ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik.
Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu
yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu.
Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.
Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye
doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek
ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı.
Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam
çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya
vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi
burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını
gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii
idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti
Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.
Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun,
Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere
Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki
adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan
Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda
olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre
taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar
tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da,
tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve
mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de
yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın,
babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere
evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın
Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana
daha bir fazla dokunuyor.
Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…
Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.
Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…” “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.
Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.
Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken
noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan
taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar
oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu
nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş.
Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz.
Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005
tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra
bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak
için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri
yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.
Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.
Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe
olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir
takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin
melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin
mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu
söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu
sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri
gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.
Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı
dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal
minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki
külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir
ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için,
müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava
desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet,
burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.
Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22
kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki
yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de
yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi, denge terazileri genelde mihrabın iki yanında
yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak
kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar.
Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.
Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve
kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok
eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri
sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı
bir restorasyondan geçmiş.
Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı.
Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana
göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım
yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de,
yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç
çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç
Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci
Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa
da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım.
Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin
hemen dışında.
Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün 17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.
Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık.
Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının
inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum
ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir
kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok
güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla
yiyemedim.
Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar
gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi.
Koca Sinan’ın, “ustalık
eserim” dediği eserine…
Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.
Selimiye Camii, zamanında I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid
tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin
arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne
Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın
ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na
kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar
kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır
hale gelmiş.
Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak. Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış. Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.
Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı
coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini
geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85
metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu
söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık
olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere
tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.
Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor.
Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş
bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu
zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre,
zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece
camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya
yönlendiriliyorlarmış.
Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun
etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve
ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı
üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin
etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini
hatırlatıyor.
Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar,
16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var.
Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları
gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878
yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef
tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St.
Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler.
Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm
Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar
tarafından acımasızca sökülmüşler.
Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin
mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel.
Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de
ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı
dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında
iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha
sonra onarılmış.
Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince,
tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise,
küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her
dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol
tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması.
Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış
çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı
arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla
ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının
aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş. Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında
Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun
anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın
yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir
oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.
Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç
medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi
ve Selimiye
Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran,
birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa
edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III.Murat
tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut
Ağa’ya yaptırılmış.
Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler
açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya
hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid
Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük
Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma
bırakıyorum…
Antikacı dükkanlarını sever misiniz? Ben, konunun uzmanı gerçek
tutkunlar kadar sık olmasa da, severim antikacılara gitmeyi. Ankara’da Kaleiçi
ve Samanpazarı’ndaki
antikacılara gitmişliğim vardır. İstanbul’da Çukurcuma ve Kadıköy’deki
antikacılara da giderim arada. Her zaman bir şey de almam. Bakmakla yetinirim
çoğunlukla.
Antikacılardan içeri her adım attığımda benzer ve karmaşık duygular yakalar beni. Onların o kendine özgü eski ahşap, toz ve biraz da havasızlık kokan ortamı beni hüzünlendirir. Bazısı gerçekten çok güzel ve zarif olan bu eşyaların, masaların, dolapların, sandalyelerin, konsol ve gardıropların o terkedilmiş hali beni üzer. Kim bilir ne günler görmüş, sahiplerinin kaderlerine koşut olarak neler yaşamışlardır? Acaba şu tuvalet masasında kimler oturup süslenmiştir? Belli ki İkinci Dünya Savaşı yıllarını geçirmiş şu radyonun düğmelerini kimler, hangi haberleri dinlemek umuduyla çevirmiştir? Evin büyüğü mutlaka, “Radyoyu açın da, ajansı dinleyelim”, demiştir. Benim çocukluğumda da haberler yerine ajans kelimesi kullanılırdı.
Her eşyanın mutlaka bir öyküsü, bir hayat çizgisi vardır.
Üstünde yazılarımı yazdığım bu masa örneğin… Birkaç yıl önce bir antikacıdan
almıştık. Yüz yıl civarında bir geçmişi olduğunu söylemişti dükkan sahibi.
Başına her oturuşumda yeniden cilalanmış yüzeyinde elimi gezdirir, arada
yazmaya ara verir, zarif pirinç süslemelerini okşarım. Bir zamanlar üstünde ne
yazılar, ne mektuplar yazılmış olabileceğini düşünmekten hoşlanırım. Ağdalı bir
dille yazılmış bir iş mektubu ya da dokunaklı bir aşk mektubu. Belki de bir
veda mektubu. O, kaliteli kağıtlara mürekkepli kalem kullanılarak el yazısı ile
yazıların yazıldığı zamanlardan kalma… Ama, artık üzerinde büyükçe bir ekran ve
bir klavye var. Dolmakalemin kağıt üzerinde çıkardığı hoş ses yerine de, klavye
tıkırtısı…
Antika olsun olmasın, eşyaların parçası oldukları hayatlar
ve onlarla ilgili anılar, sahiplerinin değişmesi ya da ölmesi ile birlikte
bilinmez olurlar. Demode ya da eski bulduğunuz eşyaların bir hikayesi vardır. Belki
zamanında çok beğenilerek alınmış ya da hediye edilmişlerdir. Ayrıca,
bilmediğiniz halde, çok değerli de olabilirler. Belki dünyanın değişik
yerlerinden alınmış, çok özel şeylerdir. Toplum olarak, eşyaların aile yadigarı
olarak kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda çok başarılı olduğumuz söylenemez. Bizde
aile büyükleri öldüğü zaman, çoğu şey atılır veya yok fiyata satılır. O nedenle
çoğu evde, bırakın birkaç kuşak öncesinden, anne babalardan bile kalmış ufacık
bir şey zor bulunur. Zevklerin zamanla değişmesi normal. İnsanların kendi
evlerinde yer olmaması da geçerli bir sebep. Ama yine de, aile belleklerimizi
canlı tutacak bir iki parça kişisel eşyanın ya da mobilyanın gelecek kuşaklara
kalması çok güzel bence.
Babaannemden kalma iki tane koltuk var. Hani şu kolları
ahşap olan, eski tip koltuklardan. Ahşap yerleri ve döşemeleri elden geçirilmiş
halde, çağdaş mobilyalarla uyumlu bir şekilde salonda yerlerini aldılar. Bana sık
sık çocukluğumu anımsatıyorlar. Babaannemin ayda iki kere yapılan günlerini,
aile toplantılarını, salonu boş bulduğumuz zaman yaşları bana yakın
kuzenlerimle oynadığımız koltuk kapmaca oyunlarını hatırlatıyorlar.
Bundan otuz sene önce babaannem öldüğü zaman, hepimizin
büyükleri vefat ettiğinde yapılanlar yapılmış, paylaşılacaklar paylaşılmış,
atılacaklar, satılacaklar organize edilmişti. Ben süreci çok yakından
izlememiştim ama, babamın bana söylediği bir cümle hala aklımdadır. “Kızım, bir
evin kapatılması çok acı”, demişti. Çok üzgün olduğunu görebiliyordum ama, ne
yaşadığını o zaman tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Anlamam için, aradan
bir yirmi sekiz yıl geçmesi ve daha önce vefat eden babamın ardından, annemin
de vefat etmesi gerekiyormuş. İnsan hiçbir şeyi, kendi başına gelmeden tam
olarak anlayamıyormuş gerçekten. Altmış dokuz yıllık bir hanenin kapanması bana
son derece acı gelmişti. Alınış ya da hediye ediliş öykülerini bildiğim, kimi
bol kahkahalı neşeli günleri kimi acıları anımsatan eşyaları elden geçirmek çok
zor olmuştu.
Bizim evlerimizin başına gelecek olan da benzer olacak,
şüphesiz. Nereden, nasıl alındığı veya değerinin ne olduğu bilinmeyebilecek
şeyler bir çırpıda yok olabilecek. Ben, belki üzerlerinde birkaç dakika daha
durulur düşüncesi ile, bazı ufak tefek eşyanın altına küçük etiketler koymaya
başladım. Üzerlerinde nereden, ne zaman alındıklarını veya kimin tarafından
hediye edildiklerini belirten etiketler. Dediğim gibi, belki en azından, söz
konusu eşyaların kaderlerini tayin etme konusunda çok aceleci davranılmaz
böylelikle…
Geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın
(İKSV) bir etkinliği için PeraMüzesi’ne davet
edilmiştim. Öncesinde, müzenin kafesinde bir açık büfe kahvaltı vardı. Yağmurlu
ve oldukça karanlık bir sonbahar günüydü. Zamanında gidebilmek için her
zamankinden oldukça erken kalkmış, üstelik de yolda epeyce üşümüştüm. Salon
henüz çok fazla dolu değildi. Gözüme kestirdiğim bir masaya oturdum. Yerleşip
biraz soluklandıktan sonra, kahvaltı büfesinden bir şeyler almak için kalktım
ve kuyruğa girdim.
Önce, onu fark etmedim… Salonun bir köşesi ile kahvaltı
büfesinin başlangıç tarafı arasında sıkışıp kalmıştı. Siyah, kuyruklu bir
piyano. İlk bakışta herhangi bir piyano. Sonra, üstünde bir açıklama olduğunu
gördüm ve yaklaşıp okudum. Şaşırdım, kaldım… O piyanoyu o kafede daha önce de
görmüştüm ama, demek ki yanına hiç yaklaşmamışım. Üzerine konan açıklamayı görmemişim.
Oysa işte, eşyaların tahmin edemeyeceğimiz bir kader çizgisine sahip
olabileceklerine dair müthiş bir örnek. Şanslı da üstelik. Nereden geldiği, kaç
kere el değiştirdiği biliniyor. Bir de hangi ünlülerin parmaklarının tuşlarında
dolaştığı… Pek çok ünlü besteci ve piyanistin kaybolup gitmiş piyanolarını
düşününce, müthiş bir şans gibi geliyor insana. Tabii ki, hiçbir şeyin
garantisi yok şu dünyada. Ama, en azından şimdilik, güvenli ellerde.
Siz, 20. yüzyılın en büyük sopranolarından biri kabul edilen
Maria
Callas’ın piyanosunun İstanbul’da olduğunu biliyor muydunuz? Belki de
biliyorsunuz. Öyle ya, benim bilmiyor olmam pek çok kişi tarafından bilinmiyor
demek değil. Doğrusu, ben bilmiyordum. O nedenle o kadar çok şaşırdım. Hayranlarının “La
Divina” diye hitap ettikleri o muhteşem sesin sahibine ait bir piyano,
olsa olsa Yunanistan’da olur diye düşünürdüm ben. Ama, işte öyle olmamış, bu
piyano ilginç bir şekilde İstanbul’a gelmiş. Bu konu hakkında birkaç makale,
hatta bir roman bile yazılmış. Ancak, ben atlamışım hepsini.
Pera Müzesi’nin kafesinde duran bu Steinway piyano herhalde
Callas’ın piyanolarından sadece biriydi. Ama büyük olasılıkla ilk piyanosu idi.
İlginç bir şekilde, önce Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve Yunanistan’a gelmiş. Sonra
önce Ankara’ya, oradan İstanbul’a ulaşmış. Dedim ya, eşyaların ilginç öyküleri
olabiliyor…
Doğduğunda adı Maria Kalogeropoulou olan Maria Callas, 2
Aralık 1923 günü New Yok’da doğmuş. Yunanlı anne babası, Maria 13 yaşındayken
boşanmışlar. Annesi boşandıktan sonra Maria’yı ve ablasını alarak gemi ile,
yaşamlarını sürdürmek üzere, Atina’ya doğru yola çıkmış. Bu
yolculuk sırasında götürdükleri eşyalar arasında, Maria’ya babasının New York’ta
aldığı piyanosu da varmış. Piyanonun serüveni işte böyle başlamış. Gemi,
Atlantik’i aşıp Cebelitarık’tan geçmiş ve Yunanistan’da Pire limanına yanaşmış.
Kızının müzik yeteneğinin farkında olan annesi, Maria’nın eğitimine Atina
konservatuarında devam etmesini sağlamış. Burada, geleceğin Maria Callas’ının
yolu, zamanın büyük bir koloratur sopranosu ile kesişmiş. Elvira de Hidalgo
(1892-1980) ile…
İspanyol bir soprano olan Elvira de Hidalgo, efsanevi
İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ile defalarca sahneye çıkacak kadar
parlak bir kariyerden sonra, İkinci Dünya savaşının başlarında, İtalya’dan
ayrılıp, Atina’ya gelmiş. Hem operada primadonna
olarak sahneye çıkmış hem de konservatuarda şan hocalığı yapmış. Bu sırada,
Maria Callas da Elvira de Hidalgo’nun öğrencisi olmuş. İnternette izlediğim bir
söyleşisinde Callas, İspanyol hocasından çok şey öğrendiğini, özellikle göğüs
kafesini kullanmak konusundaki başarısını ona borçlu olduğunu söylüyor.
Savaş, yarattığı tüm yıkım ile Yunanistan’a yaklaşırken, Maria
Callas Atina’da çok genç yaşta opera sahnesine çıkmaya başlamış. 1945 yılında
tek başına, New York’taki babasının yanına dönmeye karar vermiş. Dönerken de,
piyanosunu sevgili hocasına armağan etmiş. Çalması ve çaldığı zaman Callas’ı
hatırlaması için… Maria Callas, başarılar, çalkantılar ve skandallarla dolu bir
yaşama doğru yol alırken, Elvira de Hidalgo’yu ve artık onun olan piyanoyu da
çok farklı bir kader bekliyormuş.
O zamanlar, Ankara’da Devlet Konservatuarı, Devlet Operası ve Tiyatrosu’nun kuruluş yılları. Bunun için, Alman oyuncu, eğitmen, tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert (1887-1980) Ankara’ya davet edilmiş. Carl Ebert, Nazi karşıtı olduğu için Almanya’yı terk edip Arjantin’e yerleşmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş ve on yıl burada yaşamış. Ebert, Ankara Konservatuarı’nı kurduktan sonra Atina’da bulunan Elvira de Hidalgo’yu Ankara’ya davet etmiş. Savaş sırasında Almanların, İtalyanların ve Bulgarların saldırısına uğrayan Yunanistan’da o sırada açlık ve yokluğun iyice artması üzerine, Hidalgo bu daveti seve seve kabul etmiş. Öğrencisinin hediyesini geride bırakmak istemediği için de, Callas’ın piyanosu onunla birlikte, bu kez tekrar Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelmiş. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konmuş. Yıl, 1945.
Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalmış ve bu
sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunmuş.
Hidalgo 1947 yılında rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Ancak,
Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo
Dinar’a bırakmış. Ünlü bir hukukçu olan Dinar, küçük yaşta keman ve
piyano çalmayı öğrendiği için müzik ile yakından ilgiliymiş. Bu anlamda, Maria
Callas’ın piyanosunun şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, evde çok yer
kapladığı gerekçesi ile piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da, birkaç gün
sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olmuş.
Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek
razı edebilmiş.
Mordo Dinar gibi Galatasaray Lisesi mezunu ve hukukçu olan, edebiyatçı
Yiğit
Okur, Suna ve İnan Kıraç’ın verdiği bir davette, Maria Callas’ın
piyanosunun öyküsünü sahibinden dinlemiş. Çok etkilenmiş. Piyanonun insana
neredeyse inanılmaz gelen bu serüveni, onun Piyano isimli romanının
esin kaynağı olmuş. Dinar 2002 yılında öldüğü zaman, kendisinin İspanya’da
yaşayan kızı piyanonun akıbeti konusunda Yiğit Okur’dan yardım istemiş. Öyküsünü
romanlaştırdığı piyanoya sahip çıkmasını rica etmiş. Bunun üzerine Yiğit Okur,
piyanoyu almaları için Suna ve İnan Kıraç çiftine teklifte bulunmuş. Emin
ellerde olması ve Pera Müzesi’nde sergilenmesi için. Mordo Dinar’ın kızı bunun karşılığında
sadece, İstanbul’a gelirse Boğaz’daki salaş lokantalardan birinde kendisine
rakı ve lüfer balığı ısmarlanmasını istemiş…
İngilizce yazdığım, İstanbul’a dair www.mybeautifulistanbul.com blogunu başlatmak bir hayli vaktimi alınca, buraya yazmam aksadı. Bundan sonra, iki blogu belli bir tempoda yürütmeye çalışacağım.
Çevremden önerilen kitapları okumak konusunda oldukça
ağırdan alan bir yapım vardır. Bu, öneren kişilerin zevklerine güvenmediğimden
değildir. Çocukluğumdan beri, kendi kafamda oluşturduğum bir kitap listesi
vardır. Bir kitabın bende uyandırdığı bir merak ya da sadece bir his, daha
sonra hangi kitaplara yöneleceğimi büyük ölçüde belirler. Bazen de gittiğim bir
yer ya da içinde bulunduğumuz mevsim seçimlerimi etkiler. Örneğin, Rus
klasiklerini sonbahar ve kış aylarında, Latin Amerika edebiyatını yaz aylarında
okumaktan hoşlanırım. Arada tabii ki, bir şekilde bana önerilmiş veya yeni
çıkmış bir kitabın cazibesine kapıldığım da olur. Geçtiğimiz aylarda yakın bir
arkadaşımın önerdiği bir kitap da bu şekilde aradan sıyrıldı ve Ömer
F. Oyal’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Zaman Lekeleri’ni okudum.
Zaman Lekeleri, bir tren vagonunun ağzından anlatılan ve
okuyucuyu 1900’lerin başındaki Osmanlı İmparatorluğu dönemi ile 1943 yılının
Türkiye Cumhuriyeti arasında götürüp getiren bir roman. Yazarın bugüne kadar
iki kitabını okudum. Her ikisinde de iki zaman dilimi arasında ustalıkla gidip
geliyordu. Bu tekniği bu kez bir tren vagonu aracılığıyla kullanması çok hoşuma
gitti. Kullanımda olduğu süre boyunca fonda yaşanan siyasal ve sosyal
gelişmelere, tarihi olaylara paralel olarak değişen insan ilişkilerini ve
insanlık hallerini bundan daha iyi anlatacak bir mekan olamazdı bence.
Çukurova Ekspresinin bir parçası olan 11 numaralı vagon, 25
Temmuz 1943 günü Adana-İstanbul seferi için yola çıkar. Vagonun değişik
kompartımanlarında farklı sosyal sınıflardan, mesleklerden, farklı yaşlarda
insanlar vardır. Çocuklar, yaşlılar, yasak aşk veya namus meselesi yüzünden
kaçanlar, kovalayanlar, müzisyenler, askerler, memurlar, jandarma eşliğinde
nakledilen bir mahkum, Cumhuriyet rejimine yirmi yıldan beri ayak
uyduramamışlar, bu yeni idarenin sağladığı haklarla kazandığı özgüveni
sergilemekten çekinmeyen eğitimli kadınlar ve onların yanında hala feodal
baskının pençesindeki kadınlar… Hepsi, iki gün için bu vagonun misafirleri…
11 numaralı vagonun anavatanı bu topraklar değildir aslında.
O, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Almanya’da yapılmış ve çok sevdiği ormanları
ardında bırakarak, Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’a getirilmiştir. Kadife kaplı
koltukları, pırıl pırıl cilalanmış ahşap işleri ve üstlerinde hem Latin
alfabesiyle yabancı dilde hem de Arap harfleriyle Türkçe yazılı pirinç uyarı
levhaları ve koltuk numaraları olan şık bir vagondur. Hiçbir zaman tam olarak
tamamlanamamış olan İstanbul-Bağdat demiryolu hattında, 1900’lerin başında
göreve başlamış ve koca bir İmparatorluğun önce geçirdiği savaşlara, sonrasında
yıkılmasına ve yeni bir devletin kurulmasına tanıklık etmiştir. Zaman geçip
devran döndükçe, kendi görüntüsü kadar, taşıdığı insanların da görüntüsü ve
giyim kuşamı değişmiştir. Eskimiş, yıpranmış, her tarafından sesler gelir
olmuştur…
Osmanlı döneminde demiryolu inşaatları önemli bir atılım
yapma ve çağı yakalama çabasının
işaretleri. Ne var ki, sermaye kaynağının eksikliği nedeniyle, demiryolu
yapımlarının ülkeye maliyeti parasal borçlanmanın dışında da çok ağır olmuş. Osmanlı
topraklarındaki ilk demiryolunun yapımına 1851 yılında İskenderiye-Kahire hattı
ile başlanmış. Anadolu’da ise ilk demiryolu hattı, 1860’da hizmete açılan
İzmir-Aydın demiryolu olmuş. Her ikisini de İngilizler yapmışlar.
Zaman Lekeleri’ni okurken, aklıma yıllar önce okuduğum bir başka
kitap geldi. Orhan Kurmuş’un Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi
kitabı, içerdiği istatistiksel ve tarihi bilgilerin yanında, en çok İzmir-Aydın
demiryolunun yapımı ile ilgili verdiği bilgilerle zihnimde yer etmiş. O
zamanlar İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi olan Lord Stratford’un Alsancak tren istasyonunun temel
atma töreninde (16 Kasım 1858) yaptığı konuşmada belirttiği gibi, İzmir-Aydın
demiryolu hattının İngiliz sanayi ürünlerinin ve sermayesinin Türkiye’ye
girişini kolaylaştıracağı belliymiş. Bu, İngilizler açısından tahmin
edilebilecek bir fayda. Beni asıl hayrete düşüren, verilen diğer imtiyazlar
olmuştu. Anlaşmaya göre, demiryolunun yapılması, işletilmesi ve yenilenmesi
için gerekli tüm mallar gümrük vergisi ödemeden Türkiye’ye sokuluyordu. Ayrıca,
demiryolunun inşaatı sırasında İngiliz şirket Osmanlı Devletine ait olan
toprakları, madenleri ve ormanları bedava kullanabiliyordu. Demiryolu kullanıma
açıldıktan sonra, şirket hattın 45 kilometre çevresinde bulunan madenleri az
bir vergi ödeyerek işletme hakkına da sahipti. Bunu okuyunca ilk aklıma gelen,
böylesi bir hakkın, o bölgede bulunan arkeolojik eserlerin yurtdışına götürülmesini
de ne kadar kolaylaştıracağı olmuştu. Yurtdışında, Londra’daki BritishMuseum
ve Berlin’deki Pergamon (Bergama) Museum gibi müzelerde gördüğümüz
Anadolu’dan götürülmüş (ya da kaçırılmış) arkeoloji şaheserlerinin açıklayıcı
tabelalarında yazılı olan “Osmanlı
Padişahının izniyle getirilmiştir” ibareleri, verilmiş bu ve benzeri
imtiyazlara dayandırılıyor olsa gerek.
Osmanlı Hükümeti şirketin yönetimine hiçbir şekilde
karışmamayı taahhüt ettiği gibi, rakip bir şirket kurulmasına da izin
vermeyecekti. Anlaşmada bir de, günümüzde Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi
köprülerini inşa eden ve işleten şirketlerle yapılan anlaşmaları anımsatan
maddeler bulunuyormuş. Buna göre, Osmanlı Hükümeti demiryolunun ilk kısmı
devreye girdikten sonra elli yıl süre
ile her yıl, şirket sermayesinin %6’sı oranında bir karı garanti ediyor ve kar
bu oranın altına düşerse üstünü tamamlamayı yükleniyordu.
Yapımına, Sultan II. Abdülhamit’in iradesi ile, 1888 yılında
başlanan Anadolu-Bağdat demiryolu hattı için de, bu kez Almanlara çok benzer
imtiyazlar tanınmış. Anadolu’yu Irak’a bağlarken hem bölgenin ekonomik ve
ticari gelişimini hızlandırmak hem de bölgede asayişi sağlamak hedeflenmiş. Bir
yandan da, zaman içinde Berlin’den Irak’a kadar bir koridor oluşturmak fikri,
Almanlara stratejik açıdan çok cazip gelmiş. Ancak, Bağdat’tan sonra Basra’ya
da uzanması düşünülen bu hat hiç bir zaman tamamlanamamış. 1888-1895 yılları
arasında İzmit-Ankara-Konya hattı bitirilmiş. Irak’ta ise, Bağdat-Samarra hattı
döşenmiş ama Anadolu ağı ile birleştirilememiş. Birinci Dünya Savaşı’nın da
etkisi ile, Anadolu’daki hat 1918 yılında ancak Mardin Nusaybin’e kadar gelebilmiş.
Nusaybin’den İstanbul’a giden ilk ve son tren, 9 Ekim 1918 günü, Bağdat
demiryolunda çalışan Almanları, ailelerini ve Alman askeri yetkililerini
bölgeden kaçırmak için kullanılmış.
Kitapta, yukarda özetlediğim tarihsel gelişmelere olay örgüsü
içinde çok güzel bir şekilde değiniliyor. 11 numaralı vagonun, 1943 yılının Temmuz
ayında yapılan iki günlük Adana-İstanbul yolculuğu sırasında yaşananların
arasına serpiştirdiği kişisel tarihi, bize Anadolu-Bağdat demiryolu hattının da
başlangıcını ve sonunu anlatıyor.
Zaman Lekeleri, her okuyanın üstünde aynı etkiyi yaratır mı,
bilemiyorum. Bende, çeşitli zamanlarda yaptığım tren seyahatlerinin anılarını
canlandırdı. Değişen zaman ile birlikte, sadece trenlerin hızlanıp
modernleşmediğini, tüm tren kültürünün de artık eskisi gibi olmadığını ve
olamayacağını düşündürdü…
Ondan önce trene binip binmediğimi tam olarak
hatırlayamıyorum ama, benim aklıma ilk gelen, dört beş yaşlarımdayken
Selanik’ten Almanya’ya yaptığımız yolculuk. Kaç günde gittiğimizi, nerelerden
geçip, nerelerde durduğumuzu hiç bilmiyorum. Yalnız, iç içe iki kompartımanımız
olduğunu ve vagonun kuşetli olduğunu
anımsıyorum. Annem ve babamın kompartımanının içinden geçilen ikinci bir
kompartımanda ağabeyimle ben kalıyorduk. Aradaki sürgülü kapı açık tutulunca,
oldukça geniş bir alan oluyordu. Gece olunca, oturma yerinin sırt tarafının
yukarı kaldırılıp bir yerlerden çıkan genişçe kuşaklarla yan taraftaki
kancalara tutturulduğunu ve böylelikle ranza şeklinde iki yatma yerinin ortaya
çıktığını hayretle izlemiştim. Üst katta benim yatmam tabii ki söz konusu
olmamıştı. Orası ağabeyimindi. Ama, ben de alt tarafın kuytuluğunu çok
sevmiştim. Gündüzleri ise, ağabeyim kendine ayrı bir eğlence yaratmıştı.
Kuşetlerin kuşaklarını bir şekilde birbirine ekleyerek, kendine bir salıncak
yapmış, annem ile babamın, “Oğlum,
yapma” demelerine aldırmadan sallanmayı sürdürmüştü…
Bizler, trenlerin bir zamanlar gerçek anlamda kara
tren olduğunu bilen kuşaklarız. Şimdilerde lokomotifler ve vagonlar her
renk olabiliyor. Hele kuzey ülkelerinde, kapalı havaların iç sıkıcılığını
kırmak için olsa gerek, sarı ya da kırmızı, capcanlı renklerde trenler
görmüştüm. Bence bir zamanlar trenlere kara tren denmesinin nedeni sadece
lokomotif ve vagonların renkleri değil, bir de çıkardıkları duman, is ve
kurumdan dolayı olsa, yeridir. O zamanlar trenleri harekete geçiren enerji
kaynağı kömür olduğu için yolculuk sırasında vagonların içine kadar giren yoğun
bir kurum serpintisi olurdu. Yine çocukken Doğu Anadolu’da Aşkale ve Erzincan’a
yaptığım birkaç yolculukta oturduğumuz deri koltukların ve pencere içlerinin
simsiyah olduğunu anımsıyorum. Bir de tren tünele girdiği zaman tesadüfen
pencere açık kalmışsa, yandınız! Bu kirlenme o kadar yoğun olurdu ki, annem aylar
öncesinden, bütün bir yolculuk sırasında giyebileceğim daha eskice kıyafetleri düşünür
ve saklardı. Ankara tren garına bizi uğurlamaya gelen akrabalara el sallayıp, tren
iyice uzaklaştıktan sonra üstümüzü değiştirir, neredeyse 24 saat süren
yolculuğun sonunda o yol kıyafetlerini çıkarıp atar ve gideceğimiz yere yine
düzgün giysilerimizle inerdik.
Eskiden, belki günümüzdeki kadar çok yolculuk
yapılmadığından, insanların birbirini mutlaka yolcu etme ve karşılama adetleri
vardı. Örneğin çocukluğumda, yukarda bahsettiğim Doğu yolculuklarına giderken,
babaannem ve dedemin, amcamın, yengemin ve kuzenimin bizi uğurlamak için Ankara
garına geldiklerini, dönüşte de karşıladıklarını hatırlıyorum.
Eski garın yetmeyen kapasitesi nedeniyle yapılıp, 1937
yılında hizmete açılan Ankara Merkez Garı o zamanlar bana çok büyük görünürdü. Önündeki
mermer basamakları çıkınca, içerdeki yüksek tavanlı ve mermer kaplı salonun çok
görkemli olduğunu düşünürdüm. Yan taraflarda bu salona bakan bilet gişeleri ve
bekleme salonları vardı. Büyük salonun içinden geçip perona çıkınca heyecanım
artardı. Zaten heyecandan çoğunlukla bir gece öncesinde doğru dürüst uyuyamamış
olurdum. Peronda bekleyen yolcular, uğurlamaya gelenler ve rayların üstünde
ileriye atılmak için sabırsızlanan dev, simsiyah bir hayvan gibi hırıldayan
lokomotif ve peşi sıra vagonlar. Ara sıra lokomotiften çıkan yoğun buhar dumanı
da, bir film karesi gibi hatırladığım bu sahnenin önemli bir parçası olurdu
hep. Son anda alelacele yapılan sohbetler, uğurlamaya gelenlerin yolculuğa
çıkacak olanlar için (çoğunlukla kendilerinin yapıp) getirdikleri yollukların verilmesi, “mutlaka yazın” ya da “varınca bir
telgraf çekin” tembihleri…
Sonra… Lokomotifin acı düdüğüne karışan görevlilerin
düdükleri… Sarılıp öpüşmeler. Vedalaşmalar. Etrafta göze çarpan acıklı ayrılma
sahneleri. Giden oğluna ağlayan analar. Sevgilisi, nişanlısı veya eşi için
gözyaşı dökenler. Görevlilerin, öttürdükleri düdüklerine ek olarak sözlü
uyarılar yapması üzerine gelen, önceden mutlaka eşyaların yerleştirildiği,
vagonlara binme vakti… Lokomotiften gelen son bir feryat daha ve trenin ağır
ağır harekete geçmesi. Peronda trenin ardından el sallayanları artık göremez
oluncaya kadar pencereden sallanan eller, mendiller… O arada tren de artık
hızlanmaya başlamıştır. Artık derin bir nefes alınır, pencereler kapatılır ve
herkes yerine oturur. Bir süre trenin tıkırtısı dinlenir. Vücut vagon
tekerleklerinin rayların üzerinde çıkardığı monoton sese ve sallantının ritmine
alıştıktan sonra insanlar yavaş yavaş dikkatlerini kompartımandaki diğer
yolculara çevirirler. Birbirlerini tartarlar. İyi yolculuklar dilenir. Denk
gelirse sohbet edilir.
Annem genelde insanlara karşı hep mesafeli bir insan olduğu
için, eğer kompartımanda başkaları varsa, asla kimse ile öyle uzun boylu
sohbetlere girmezdi. Samimi olmaya çalışanlara karşı da kendine göre yöntemleri
vardı. Yemek zamanı gelip yolluklar açılmaya başlandığı zaman kendisi
bizimkilerden ikram eder ama, ısrarlara başarı ile karşı koyup, bize ikram
edilenleri bir şekilde geri çevirirdi. Öyle sanıyorum ki, bu da mesafeyi koruma
yöntemlerinden biriydi.
Özellikle Doğu Ekspresinde yemek vagonu, daha çok erkeklerin
içki içmek için uzun saatler vakit geçirdikleri, kesif sigara dumanı olan bir
yerdi. Zamanın Türkiye’sinde her yerde ve her koşulda sigara içilirdi.
Trenlerin yemek vagonları da bir istisna değildi tabii ki. Bu koşullar altında,
yanınızdaki yolluklarla karnınızı kompartımanınızda doyurmak en akıllıca iş
olurdu. Çocukken klasik yolluklardan kuru köfteye bayılırdım. Onun dışında, haşlanmış
yumurta ve çeşit çeşit böreklerin, arada atıştırmalık poğaçaların tadına doyum
olmazdı.
1970’li yıllarda bir kere de annemle tren ile Diyarbakır’a
gitmiştik. Daha rahat olsun diye, biletleri bir kompartımanda sadece ikimiz
olacak şekilde almıştık. Aradan geçen on yıl içinde Ankara’nın doğusuna giden
trenlerde pek fazla bir değişiklik olmamış görünüyordu. Aynı is, pas ve
kirlilik devam ediyordu. Trende, hırpani kılıklı ve uzun saçlı bir takım
adamlar vardı. Koridorda gidip gelmelerinden ve bir ara bizim kompartımanın
kapısını açıp, hiçbir şey demeden bakmalarından çok tedirgin olmuştuk. Gece
yatarken kapının önüne bir bavul koyduğumuzu hatırlıyorum. Sabaha karşı bir
takım gürültülerle uyandık ve camdan bakınca trenin, ıssız bir istasyonda
durmuş olduğunu gördük. Bağrışmalara ve koşuşturmalara hiçbir anlam veremedik.
Açıkçası, epeyce korktuk. Sonra, daha önce gördüğümüz o uzun saçlı adamların
birkaç kişiyi zorla trenden indirmelerini izledik. İndirilenlerin elleri
kelepçeli idi. Tren ağır ağır hareket etmeye başladı. Kompartımanları gezen
kondüktörden, narkotik şubeden polislerin uyuşturucu kaçakçılarına operasyon yaptığını
öğrendik.
Son yıllarda Doğu Ekspresi ile Kars’a gitmek adeta moda
oldu. Nihai hedef Kars’ı görmek olsa da, ben bunun günümüzün modern ama biraz
da yavan yaşamından nostaljik bir kaçış arayışı olduğunu düşünüyorum. Günün
birinde ben de bu yolculuğu yapmak, belleğimde kalan görüntülerle
günümüzdekileri karşılaştırmak isterim. Başta trenin kendisi olmak üzere, pek
çok şey farklı olacaktır tabii ki. Trenin yol boyunca su ve kömür ikmali
yapması gerekmeyeceği gibi, içinden geçilen şehirler, istasyonlar, inip binen
insanlar da aynı olmayacaktır. Erzincan’a varmadan önce Divriği’de, yandaki
demiryolu hattında yola çıkmayı bekleyen üstü açık katarların içinde, kırmızımsı
renkteki demir cevherlerini görmek mümkün müdür hala? Ya, dağ başlarında trenin
yolunu gözleyen ve trenden atılan gazeteleri kapmak için bekleyen köy çocukları?
Hiç sanmıyorum. Trenleri ancak eğlence olsun diye bekliyorlardır. Dünyadan
haberdar olmak için artık trenden atılan gazetelere ihtiyaçları yok onların…
İtiraf edeyim… Ben, Salvador Dali’ye çok büyük bir hayranlık duymazdım…
Benim kuşağımın şansı, aralarında Picasso, Dali, Miro gibi ressamlar, Sartre ve Aragon gibi edebiyatçılar bulunan birçok ünlünün yaşadığı döneme yetişmiş olmamız. O nedenle, bu kişiler hakkında gazetelerde çıkan güncel haberler, zaman zaman söyleşiler oldukça olağandı bizim için. Örneğin lise yıllarımdan, Dali ile ilgili çıkan pek çok haber ve resim hatırlıyorum. Zamanın siyah beyaz baskılı gazetelerinde, kağıdı delecekmiş gibi deli deli bakan ve kocaman açılmış gözleri ile, eksantrik bir habere eşlik eden fotoğraflarını çok net hatırlıyorum. O sıralar tam olarak anlayamadığım Teatre-Museu Dali’nin (Tiyatro-Müze Dali) açılışı, daha sonra taparcasına sevdiği eşi Gala için satın aldığı şato, Gala’nın izniyle yaşadığı o zamanların tuhaf şarkıcısı Amanda Lear ile olan enteresan ilişkisi…
Sanırım, eserlerinin renkli fotoğraflarını ilk olarak görmem daha sonralarıydı. Üniversite yıllarımda, bir arkadaş Dali’ye ait bir sanat kitabı getirmişti okula. Akan saatler, arılar, böcekler, üst gövdesi çekmecelerle dolu Venüs’ler gibi daha pek çok şeylerle dolu bu resimler bana çok tuhaf gelmişti. Epeyce de ürkütücü…
Sonra, dünyanın çeşitli yerlerindeki sanat müzelerinde gördüğüm tek tük Dali tabloları oldu. Bir de tabii, Eylül 2008-Şubat 2009 tarihleri arasında, İstanbul Sabancı Müzesi’ndeki Dali Sergisi var. Yine benim için anlaşılmaz bir takım semboller ve keskin bir ticari zeka ile, aynı zamanda hediyelik eşyalara dönüştürülmüş objeler. Ben de çoğu insan gibi Dali’nin, sanatını paraya çevirmek konusunda epeyce hünerli olduğunu düşünmüştüm. Sonradan, bu giderek sanattan ticarete kayışın büyük ölçüde, başta eşi Gala olmak üzere, çevresinde onun sırtından geçinen bir dizi sekreter ve yardımcılarının yol açtığı bir şey olduğunu öğrendim.
Bir sanatçı olarak Salvador Dali’ye karşı duyduğum ilgi ve merak hep bu şekilde, mesafeli oldu. Ama, Mayıs ayında Barselona’ya gittiğimiz zaman, bu ünlü Katalan ressamın müzesine gitmezsek ayıp olur diye düşündüm. Gitmeden önce yaptığım ön araştırma sırasında, Barselona’da bir Dali müzesini boşu boşuna arayıp durdum. Yoktu… Tüm dünyanın yere göğe koyamadığı Dali’nin, Katalonya’nın baş şehri Barselona’da en ufak bir müzesi yoktu. Bir anlam veremediğim bu durumun sebebini daha sonra öğrenecektik. Öyle anlaşılıyordu ki, Dali’yi daha yakından tanımak için, Barselona’nın 150 kilometre kadar kuzeyinde, Pirene Dağları’nın eteklerinde ve Fransa’ya 25 kilometre kadar mesafede olan Figueres’e gitmek gerekecekti. Dali’nin “dünyanın en büyük sürrealist nesnesi” olarak tanımlayıp tasarladığı Tiyatro-Müze Dali, aynı zamanda sanatçının doğduğu şehir olan Figueres’deydi. Dali ile ilgili çevredeki diğer yerler, Pubol’de Gala için satın aldığı Casa MuseuCastellGalaDali ve Portlligat’taki evi ve stüdyosu idi. Barselona’dan günübirlik gitmeyi planladığımız için, bir seçim yapmak gerekiyordu. Üstelik, tüm bu yerlerin bağlı olduğu Girona kenti de gitmeye değecek bir yer gibi gözüküyordu. Son yıllarda insanların akın akın Girona’ya gitmesinin nedeni Game of Thrones dizisinin büyük bir kısmının burada çekilmesi olsa da, şehrin esas özelliği, buranın tarihsel olarak Yahudiler için önemli bir Orta Çağ kenti olmasından kaynaklanıyor.
Epeyce vakit harcadıktan sonra, bir günde belirttiğim yerlerin hepsine gidemeyeceğimizi anladım. Zor bir seçimdi açıkçası. Sonunda, seçimimi Figueres ve Pubol şatosundan yana yaptım. Biraz serin ama güzel bir Mayıs sabahı, rehberimizle birlikte yola koyulduk. Akşam döndüğümüzde, Salvador Dali ile ilgili farklı bir perspektife sahiptim. Zekası ve yaratıcılığı ile delilik ve dahilik arasında gidip gelen bu sanatçının, korkuları, fobileri, iktidarsızlığı ve acıları nedeniyle insanın içini burkan ve üzen bir yanı olduğunu düşünüyorum artık.
Barselona’dan döndükten sonra, bloğumda gezimizle ilgili beş tane yazı yazdım. Figueres ve Pubol’e yaptığımız geziyi ise, bir türlü yazamadım. Araya yaz girdi. Başka yazılar girdi. Erteleyip durdum… Ta ki… 17 Ekim 2018 günü, o büyük bir mütevazilikle kendisine foto muhabiri dese de, benim için büyük bir sanatçı olan Ara Güler’in vefatını öğrenene kadar… Venedik’te iken aldığım bu üzücü haber üzerine, bu yazıyı yazmaya kesin olarak karar verdim.
Bundan on yıl kadar önce, yurtdışına götürmek üzere bir hediye ararken, Ara Güler’in “Yeryüzünde Yedi İz” isimli kitabına rastlamıştım. Kitapta Ara Güler’in yedi tane dünyaca ünlü kişi ile yaptığı foto-röportajlar vardı. Büyük usta, hem aralarında Salvador Dali’nin de olduğu bu kişilerin inanılmaz etkileyici fotoğraflarını çekmiş hem de bu çekimleri nasıl bir süreçte çektiğini kaleme almıştı. Dali’nin dışındakiler, Bertrand Russell, Tennessee Williams, Louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall ve Pablo Picasso idi. Yapı Kredi Yayınları’ndan, büyük boy ve sert kapaklı olarak çıkmış kitabın bir de üstelik İngilizce baskısı da vardı. Doğrusu, harika bir hediye olmuştu.
Ara Güler’in vefat ettiğini medyadan öğrenince, aklıma ilk olarak bu kitap ve kitaptaki Dali bölümü geldi. Kitaptan kendim için de alıp almadığımdan emin değildim. O zamandan beri aradan bir ayrılık ve iki taşınma geçmişti. Nitekim, dönüşte tüm aramalarıma rağmen kitabı bulamadım. Baskısı çoktan tükendiği için, kitapçılarda da yoktu. Tek seçenek sahaflarda şansımı denemek diye düşünürken, çağımızın mucizesi internet aklıma geldi. Evet, tahmin ettiğim gibi, artık sahaflar da (en azından bazıları) internetten satış yapıyorlardı. Bunların bir tanesinde, “Yeryüzünde Yedi İz” kitabının bir kopyası olduğunu sevinçle gördüm. Bir iki gün içinde elime ulaştı. Üstelik, durumu çok da kötü değildi.
27 Mayıs 2018 sabahı saat dokuzda, bizden istendiği gibi, Barselona’daki otelimizin lobisinde oturup beklemeye başladık. Bu kez, bazı lojistik zorlukları göz önüne alarak, araba kiralamak yerine, özel bir tura katılmayı tercih etmiştik. Birkaç dakika sonra, biraz ilerdeki koltuklardan uzun boylu, sarışın bir adam kalktı ve bize doğru geldi. Rehberimiz olduğunu söyledi. Dışarıda park ettiği beyaz renkli arabasına bindik ve Figueres’e doğru yola çıktık.
Annesinin Alman, babasının Katalan olduğunu söyleyen rehber başta biraz itici geldi. Karşılıklı olarak birbirimize ısınmamız epeyce vakit aldı. Yüzü tamamen, sarımtırak, mantarımsı ve sivilceden daha büyük yaralarla kaplıydı. Sanıyorum, bu da beni epeyce zorladı. Ancak zamanla, verdiği bilgiler ve yaptığımız sohbet, bunları görmezden gelmemi kolaylaştırdı.
Barselona’dan kuzeye doğru, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yaptık. Son derece kaliteli otoyolun iki yanında tarım arazileri ve ormanlar vardı. Bazı yerlerde, göz alabildiğine uzanan sarı çiçeklerin arasındaki gelincikler çok güzeldi. Rehberimiz Kurt yol boyunca, önce kendisinden, sonra Katalonya ve İspanya tarihinden, Figueres’e yaklaşırken de Dali’den söz etti. Ayrılıkçı olmayıp, politik açıdan da oldukça sağ eğilimli olduğunu anladığım Kurt en çok, Barselona’da doğup büyüdüğü, hatta askerliğini bile burada yaptığı halde, Katalanların kendisine yabancı gözüyle bakmalarından şikayetçiydi. “Almanya’ya ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?” gibi sorular belli ki onu çileden çıkarıyordu.
Figueres’e yaklaşırken rehberimizden, Dali hakkında daha önce hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Bir yandan sanatçının kişiliği ve yaşamı ile ilgili bu bilgiler, diğer yandan az sonra sanatçının yıllar boyunca kendi elleri ile düzenlediği müzesini görecek olmamız, heyecan ve merakımı artırdı.
Öyle anlaşılıyordu ki, bir Katalan olan Dali aslında, soydaşları tarafından hiç sevilmiyordu. Daha doğrusu, İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin yanında yer almamış, hatta açıkça diktatör Franco’yu desteklemiş olması onun “aforoz” edilmesinin baş nedeniydi. Oysa, Katalan olmayan Picasso gerek eserleri gerekse söylemleri ile safını seçmiş, diktatörlüğü protesto etmiş. Tüm dünyadan bir çok aydın, edebiyatçı ve sanatçı İspanya’ya gelerek, Cumhuriyetçilerle birlikte, Franco’ya karşı savaşırken, Dali Amerika’ya gitmeyi tercih etmiş. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i de destekleyen demeçler vermiş. İşte bu nedenle, daima Katalan ayrılıkçı hareketinin simge şehri olan Barselona’da çok büyük bir Picasso müzesi olmasına karşın, bir Dali müzesi bulunmuyor.
Dali’yi dışlayanlar sadece Katalan Özgürlük hareketi olmamış. Yine aynı politik nedenlerle, parçası olduğu Sürrealist Akım’dan da çıkarılmış. 1934 yılında gruptan aldığı ihtardan sonra, 1939 yılında, akımın hem lideri hem kurucularından, şair, aktivist ve Fransız Komünist Partisi üyesi AndreBreton tarafından kesin olarak ihraç edilmiş. Bazı yorumcular, gençliğinde daha halkçı, özgürlükçü ve demokratik olan Dali’nin giderek faşizme kaymasında eşi Gala’nın etkisinin çok olduğunu belirtiyorlar. Bir BeyazRus olarak Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden doğrudan zarar gören Gala’nın halk hareketlerine ve komünizme duyduğu nefretin sanatçıya da geçtiğini belirtiyorlar. Dali hakkında biraz daha bilgi sahibi olduktan sonra, ben bunu sırf Gala’yı memnun etmek için bile yapmış olabileceğini düşünüyorum.
Salvador Dali, ömrünün sonuna doğru söylemini değiştirince, soydaşları ile arası da biraz yumuşamış. Bu yumuşama, Dali’nin vasiyetine bir madde ekleyerek, servetinin bir bölümünü Katalan Özerk Bölgesi’ne bırakacağını açıklaması ile daha da artmış. Ancak, ölümünden sonra açılan vasiyetinde, belirttiği servetini Katalonya yerine merkezi İspanyol devletine bıraktığı ortaya çıkmış. Artık buna, Dali’nin yine oynadığı bir oyun mu, yoksa bir tür intikam mı dersiniz bilemiyorum…
Dünyadaki en kapsamlı Dali müzesinin bulunduğu Figueres de Katalan ayrılıkçılık hareketinin kuvvetli olduğu bir yer olmasına rağmen, rehberimiz burada bir müze olmasını, bu işe ön ayak olan, zamanın “uyanık” Belediye Başkanına bağlıyor. Fazla büyük bir yer olmayan Figueres’de bir Dali müzesinin olması, açıldığından beri şehre önemli bir hareketlilik ve gelir sağlamış. 2017 yılı verilerine göre, müzeyi bir yılda bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmiş.
Gittiğimiz günün Pazar olmasının mutlaka bir etkisi vardır. Ama yine de, Figueres bana çok sessiz ve sakin bir yer olarak göründü. Sokaklarda yerli halktan çok az insan gördüm. Zaten çok büyük bir yerleşim yeri değil. Öte yandan, müzenin çevresi, kapısı ve içi insan kaynıyordu.
Teatre-Museu Dali’nin binası, tam da sanatçının olmasını istediği gibi, kendi başına sürreal bir nesne. Kale görünümü veren yuvarlak kulesi, ana binanın tepesindeki dev cam küre, dev yumurtalar, pembe renkli dış sıvasının üstünde, bana önce uzaktan çiçekmiş gibi görünen, ekmek somunları… Hepsi, içeride sergilenen dünyanın ön habercisi…
Dali, 1974’te açılan müzenin yapımı ve iç düzenlemesi için 15 sene harcamış. Bina, 1850’de yapılan ve 1939’da, İspanya İç Savaşı’nın sonunda yanarak büyük oranda harabe haline gelen, Figueres Belediye Tiyatrosu’nun yıkıntıları üzerine yapılmış. Tiyatrodan geriye kalan bölümler, mimarlar Joaquim de Ros i Ramis ve Alexandre Bonaterra tarafından, Dali’nin yönlendirmeleri ile, ustaca kullanılmış. Müzede, Dali’nin resim, çizim, heykel ve yerleştirmelerinin dışında, sanatçının özel resim koleksiyonu da sergileniyor. Bu koleksiyondaki eserlerin arasında ElGreco, Fortuny ve Duchamps’ın tabloları var.
Ana müze binasına ek olarak yapılmış ve girişi ayrı olan bir binada da, Dali-Mücevherler Müzesi bulunuyor. Burada, Dali’nin 1941-1970 yılları arasında, başta Amerikalı milyonerler olmak üzere, çeşitli kişiler için tasarlayıp malzeme seçimini yaptığı mücevherler sergileniyor. Dali Vakfı 1999 yılında, bu mücevherleri o zamanlar elinde bulunduran Japon kuruluştan satın alarak, Figueres’e getirmiş.
Teatre-Museu Dali binası sanatçı için, doğumundan ölümüne kadar çeşitli dönemlerde, önemli olmuş. 11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, o zaman henüz yanmamış olan Figueres Belediye Tiyatrosu’nun karşısındaki, 10. yüzyıldan kalma, Sant Pere kilisesinde vaftiz edilmiş. 1919 yılında, henüz 15 yaşında iken, ilk sergisini bu tiyatro binasında açmış. 23 Ocak 1989’da öldüğünde, yine vaftiz edildiği Sant Pere kilisesinde yapılan ayinden sonra müzenin bodrumuna gömülmüş. Aslında, Dali’nin Teatre- Museu Dali’ye defnedilmesi sanatçının vasiyetinin tamamen ihlal edilmesi anlamına geliyor. Çünkü kendisi, Pubol Kalesinin bodrumunda Gala ve kendisi için yaptırdığı mezara gömülmek istemiş. Bu mezarı da daha sonra gördük. Söylendiğine göre, Gala’nın mezarı ile yan yana olan bu mezarın içinde, alttan onunla el ele tutuşabilmek için bir açıklık bile yaptırmış. Rehberimizin yorumuna göre, Dali’nin vasiyetine yapılan bu saygısızlık, yine Figueres’e turist çekmek isteyen belediyenin işiymiş…
Tiyatro-Müze Dali’yi gezmemiz iki saatten fazla sürdü. Girişteki avlu ve “sahne” kısmından başlayarak, gezilen üç kat boyunca, Dali gezenler üzerinde yaratmak istediği etkiyi fazlasıyla yaratıyor. Sanatçının, ilk yıllarından ölümüne kadar yaptığı en çok eseri barındıran bu müzede, bazı eserler özel olarak burası için yapılmış. Gezerken kendinizi, hem gerçek üstü ve yer çekimi olmayan bir dünyada uçuyormuş gibi hissediyor hem de insan ruhunun ne kadar karmaşık olabileceğini düşünüyorsunuz.
Tiyatronun Sahnesi. Dali Bu Perdeyi Zamanında Başka Bir Tiyatro İçin Yapmış. Sonra Buraya Taşıtmış.
Dali’nin ‘Akdeniz’i Seyreden Gala’ Tablosu (1976). Tablo, Yirmi Metre Uzaktan Abraham Lincoln Tablosuna Dönüşüyor.
Salvador Dali, çocukluğunda yaşadığı bazı travmaların etkisini ömrü boyunca taşımış. Hukukçu olan babasının kuralcı ve katı disiplininden kaçıp, isyankarlığını ve tuhaflığını her zaman hoş gören, onu sanatsal olarak daima destekleyen annesine sığınmış. Ancak, annesinin kol kanat germesi Dali’nin yaralarını sarmaya yetmemiş. Küçüklükten gelen endişelerini ve korkularını çeşitli sembollerle eserlerine yansıtmış. Bu sembollerin bazıları; çekmeceler (Freud’un etkisi ile hafıza, bilinçdışı ve sırları temsil ediyor), ekmek (bitmesinden korku duyulan, aynı zamanda sertlik ve fallik simge), ıstakoz (bekaret masumiyeti), yumurta (doğurganlık, yaşam döngüsü, umut ve aşk), karıncalar (ölüm, çürüme ve engin cinsel arzu), sinekler (paranoya ve ruhsal çürüme), eriyen saat (zamanın insan üstündeki tartışmasız tahakkümü) olarak sayılabilir. Benzer şekilde karşımıza çıkan daha pek çok sembol var Dali’nin eserlerinde.
Dali’nin Bir Süre Yaşadığı Torre Galatea Kulesindeki Yatak Odası Teatro-Museu Dali, Figueres
Oturma Odası, Teatro-Museu Dali, Figueres
Teatro-Museu Dali, Figueres
Sanatçı, çok genç yaşlarından itibaren Freud’un eserlerini okumaya başlamış ve 1938 yılında kendisini Londra’da ziyaret etmiş. Oldukça uzun olan bu ziyaret (ya da seans), Freud için epeyce ilginç olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü, Salvador Dali’nin cinsellikle ilgili sorunları olduğu artık sır değil. Örneğin, kadın cinsellik organından aşırı derecede korktuğu ve aslında iktidarsız olduğu biliniyor. Onun için, tutkulu bir voyeur (dikizci) tanımı kullanılıyor.
Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres
Figueres’teki iki müzeyi gezdikten sonra, Dali’nin eşi Gala için satın aldığı şatoyu görmek için, yarım saat uzaklıktaki Pubol’e gittik. Burası, Figueres’den de küçük bir yer. Orta Çağdan kalma taş evleri olan bir köy. Etrafta yine yemyeşil tarlalar uzanıyor. Çeşitli ağaçların arasında, kopkoyu yeşil renkleri ile, selviler göze çarpıyor. Köyün girişinde ve bazı evlerin pencerelerinde, Figueres’de de olduğu gibi, Katalonya bayrakları ve hapisteki bağımsızlık yanlısı siyasi mahkumları desteklemek için asılan sarı kurdeleler var. Sayılarının çokluğu dikkat çekiyor.
Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres
Castell Gala Dali de, Pubol’ün kendisi gibi, küçük sayılabilecek bir şato. Uzaktan biblo gibi görünüyor. Burası, 11. yüzyıldan kalma bir Orta Çağ şatosu. Dali şatoyu, 1969 yılında satın almış ve Gala’nın rahat edebileceği bir kaçış yeri olarak düzenlemiş. Eserleri ile dekore etmiş. Buna karşılık Gala, kendisinin yazılı daveti olmadan Dali’nin buraya asla gelmemesini şart koşmuş. Çocukluğumda gazetede bu konuyla ilgili haberi okuduğumu çok net hatırlıyorum. O zaman, çocuk aklımla, hiçbir anlam verememiştim. Eşini bir şato alabilecek kadar seven bir insanın, niye yazılı davet almadan oraya gidemeyeceğini anlayamamıştım. Oysa Gala’nın koyduğu bu şart, aynı zamanda mazoşist eğilimleri olan Dali’nin çok hoşuna gitmiş…
Castell Gala Dali (Pubol Şatosu)
Şatoyu gezmeden önce bir öğlen yemeği yedik. Epeyce acıkmıştık. Şatonun hemen dibinde, bir aile işletmesi olan Can Bosch, Pazar öğlen yemeği için gelmiş Katalanlar ve İspanyollarla doluydu. 1987 yılında açılmış restoranda, av hayvanları, balık ve et yemeklerini kapsayan, geleneksel Katalan yemekleri vardı. Rehberimizin yardımıyla seçim yapmakda zorlanmadık. Önden yediğim ananaslı domuz pastırması ve ızgara morina balığı çok lezzetli idi. Hepsi, bir bardak yerel bira ile çok iyi gitti. Yemek sırasında yine bol bol, Gala’dan ve Dali’den söz ettik.
Gala ve Dali Portlligat’ta (1930) Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí
Elena Ivanovna Diakonova, yani Dali’nin ona taktığı ismiyle Gala, 1894 yılında Kazan’da doğmuş. O zamanlar Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Kazan, günümüzde Tataristan’ın başkenti. Doğum tarihinden de anlaşılacağı üzere, kendisi Dali’den on yaş büyük. Moskova’da büyümüş. On bir yaşındayken babasını kaybetmiş ama, annesinin ikinci evliliğini yaptığı avukat üvey babası ile çok iyi anlaşmış. Onun sayesinde çok iyi bir eğitim almış. 1912 yılında tüberküloz hastalığına yakalanınca, ailesi tarafından İsviçre’de bir sanatoryuma gönderilmiş. Kaldığı sanatoryumda, daha sonra sürrealist akımın kurucularından biri olacak, Fransız şair Paul Eluard ile tanışmış. 1914 yılında sanatoryumdan çıktıklarında Gala Rusya’ya, Eluard ise Fransa’ya dönmüş. Ancak, çok önceden birbirleriyle evlenmeye söz vermişler. 1917 yılında evlenmişler ve bir yıl sonra, kızları Cecile doğmuş. Bu arada Eluard, bir şair olarak ünlenmeye başlamış. Andre Breton, Philippe Soupault ve Louis Aragon gibi önde gelen sürrealist sanatçılarla bir araya gelip, bu akımın öncülüğünü yapmış. Toplantılarına Gala da katılırmış. 1922-1924 yıllarında Alman ressam, heykeltıraş ve şair Max Ernst ile ilişki yaşamış. Bunun dışında, evliliği devam ederken, başka bir çok sanatçı ile beraber olmuş.
Taht ve Arma Salonu-Pubol Şatosu
Salvador Dali ve Gala, 1929 yılında, sanatçının Cadaques’deki evinde tanışmışlar. Dali, birlikte film yaptığı (Un Chien Andalou) Luis Bunuel’i, ressam Rene Magritte ve eşini, Paul Eluard, eşi Gala ve kızları Cecile’i yaz tatili için davet etmiş. Dali’nin ifadesine göre, Gala ile birbirlerini görür görmez aşık olmuşlar. Bir daha hiç ayrılmamışlar.
Piyano Odası-Pubol Şatosu
Kütüphane-Pubol Şatosu
Salvador Dali’nin “ilham perim” dediği Gala oldukça esrarengiz bir kadın. Aldığı eğitim ve sezgisel gücü sayesinde insanların sanat yeteneğini ve dehayı hemen anlayabildiği söyleniyor. Dali’nin dehasını da bu şekilde hemen fark ettiği, hatta bazılarına göre, büyük paralar kazanabileceğini anladığı söyleniyor.
Gala’nın Yatak Odası ve Banyosu-Pubol Şatosu
1958 yılında evlenen Gala ve Dali, alışık olmadığımız bir şekilde uyumlu bir çift olmuşlar. Gala’nın bir nemfoman olduğu biliniyor. O nedenle, daima sayısız aşığı olmuş. Dali ise, cinsel ilişkiden kaçan ama, gözetlemeyi seven birisi. Bazı kaynaklara göre, Dali’nin Gala’dan önce, ünlü şair Federico García Lorca ile olan ilişkisi de cinsellik içermeyen bir ilişki olmuş. Şairin 1936 yılında kurşuna dizilerek idam edilmesine kadar süren bu bağ, şiirsel ve Lorca açısından tek yönlü olarak tanımlanıyor.
Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca (1927) Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí
Birliktelikleri ve evlilikleri sırasında, Gala’nın ileri yaşlarına kadar sürekli para yedirdiği genç aşıkları ve Dali’nin çılgınlıkları nedeniyle, çiftin sürekli daha çok para kazanmak gibi bir ihtiyaçları olmuş. Parasal işleri sıkı sıkıya takip eden, ve Dali’nin sanatsal anlaşmalarına müdahale eden Gala bir keresinde, “Dali’nin daha çok para kazanması gerek” diyerek, bu durumu açıkça ifade etmiş. Dali’nin işi giderek ticarete dökmesi, Gala’nın dışında, maaş ödemek yerine komisyon vermeyi tercih ettiği sekreterlerinin de teşviki ile olmuş. Sonunda, bir süre sonra Dali, piyasada tutan baskı eserlerinin yeniden basımları için, her biri 40 dolara boş kağıtlara imza atar olmuş. Bu işin piri olduğu söylenen yardımcısı John Peter Moore 1985 yılında, sanatçının yanında olduğu yıllar boyunca Dali’nin 350.000 kadar boş kağıda imza attığını açıklamış. Dali elden ayaktan düştükten sonra bile, bu boş kağıtlara yapılan baskıların satışı devam etmiş. Bu durum bir yandan da, piyasadaki sahte Dali imzalı eserlerin patlama yapmasına yol açmış.
Sanatçının Pubol Şatosundaki Çalışma Köşesi
Daha önce belirttiğim gibi, Pubol şatosu çok büyük değil. Bir kabul odası, yemek odası, Gala’nın yatak odası ve banyosu, kütüphane ve misafirler için yatak odaları var. Her yer, Dali’nin eserleri ve yaratıcı düzenlemeleri ile dolu. Bu anlamda, Figueres’teki müzede insanın yaşadığı gerçeküstü bir ortamda geziyormuş hissi, burada da sizinle beraber oluyor. Tavan arasında, giyimine ve modaya çok düşkün olan Gala’nın kıyafetleri sergileniyor.
Gala’nın Mezarı. Salvador Dali’nin Kendisi İçin Yanına Yaptırdığı Mezar Boş…
Şatonun bodrumundaki mezar bölümünde, Dali’nin kendisi için Gala’nın yanında yaptırdığı mezarın boş olduğunu bilmek beni hüzünlendirdi. Demek ki, şu dünyada istediğiniz kadar varlıklı ve ünlü olun. Vasiyetiniz, çeşitli nedenlerle hiçe sayılabiliyor. Bunun hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, dünyada adalet olduğunu kim söyleyebilir ki zaten ?
Şatonun güzel bir bahçesi ve son derece doğal görünümlü bir de yüzme havuzu var. Labirent gibi düzenlenmiş ve budanmış yüksek mazılar ve Dali’nin çok sevdiği selvi ağaçlarının arasında.
Şatonun Bahçesi ve Yüzme Havuzu
10 haziran 1982 tarihinde Gala Portlligat’ta ölünce, Salvador Dali de Pubol şatosunda yaşamaya başlamış. Aynı yıl kendisine, İspanya Kralı Juan Carlos I tarafından Pubol Markisi ünvanı verilmiş. 1984 yılında şatoda çıkan yangından zor kurtarılan Dali, Figueres’teki müzesine götürülmüş. Sanatçı, 23 Ocak 1989 tarihindeki ölümüne kadar, Teatre-Museu Dali’nin kule kısmı, Torre Galatea’da yaşamış.
Pubol şatosundan ayrılırken, o duvarların arasında neler yaşandığını düşünmeden edemedim. Bunu kimse tam olarak bilemeyecek. Her insanoğlu ayrı bir sır kutusu… Salvador Dali ve Gala da sırları ile birlikte bu dünyadan ayrıldılar…
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.
Dünyada romantik olarak adlandırılan şehirleri saymaya kalksanız,Venedik kesinlikle ilk üçe girer. Hiç gitmediyseniz, bunu bir pazarlama başarısı olarak görmeniz mümkün. Ama eğer giderseniz, o havayı hakkıyla solursanız bunun sadece bir turizm aldatmacası olmadığını anlarsınız.
Özellikle akşamları… Büyük gemilerle gelen veya daha hesaplı olduğu için Venedik’in içinde kalmak yerine anakaradaki Mestre‘de kalanlar ortalıktan çekilip, sokak lambaları yandığı zaman… Ay ışığında, San Marco meydanında çalan orkestraların müziğine kendinizi kaptırdığınız ya da Venedik’i oluşturan 118 küçük adayı birbirine bağlayan 400 köprüden birinin üstünde durup, gecenin sessizliğinde, kanala yansıyan sarımtırak ışıklara baktığınız zaman… Sevgilinizle el ele iken köprünün altından geçen gondoldaki bir başka aşık çifte gülümsediğiniz zaman…
Büyük Kanal’ın Girişindeki Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi
Paris’e birkaç kez gittim ve bazı gidişlerimde epeyce uzun kaldım. Shakespeare’in hazin aşk öykülerini ölümsüzleştirdiği Romeo ve Juliet’in kenti Verona’ya da aynı şekilde, birden fazla kere gittim. Ama bana göre, romantik bir havaya sahip olma konusunda hiç biri Venedik ile boy ölçüşemez. Öte yandan, son 200 yıldır hemen hemen hiçbir mimari değişiklik görmemiş bu kentte yaşamak yerli halk için hiç de kolay değil.
San Zaccaria Kilisesinin Kripti. Her Yıl Birkaç Milimetre Batan Venedik’te Çoğu Binanın Bodrumu Buna Benzer Şekilde Sular Altında
14-18 Ekim tarihleri arasında, evlilik yıldönümümüzü kutlamak için Venedik’teydik. Hava genelde ılık ve güneşli idi. Birkaç Venedikli bu hava koşullarının yılın bu dönemi için olağanüstü olduğunu söyledi. Gerçi, başta San Marco olmak üzere, tüm belli başlı meydanlarda demir ayaklı, ahşap platformlar yığılmış, hazır duruyordu. Bunlar, uç uca eklendiklerinde, kış aylarında meydanları ve sokakları deniz suyunun basması durumunda insanların yürüyebileceği yollar oluyorlardı. Ancak, biz döndükten on gün sonra basında gördüğüm fotoğraflardan öyle anlaşılıyor ki, bazı durumlarda bu platformlar bile yeterli olmuyor. Dükkanları, evlerin ve palazzo’ların alt katlarını sular basıyor. İnsanlar dizlerine, hatta bazen bellerine, kadar suların içinde yürüyor. Ekim ayı sonunda yaşanan son baskında, su seviyesi son on yılda hiç yükselmediği kadar yükselerek, bir buçuk metreye ulaşmış. Bu, tarihte yaşanan en yüksek dördüncü su seviyesi olmuş. Şansımız varmış, biz böyle bir şeye denk gelmedik…
San Marco Meydanı Sular Altında (29/10/2018) (Fotoğraf: Manuel Silvestri, Reuters)
Venedik için ideal ziyaret etme ayları genel olarak Nisan, Mayıs, Haziran, Eylül ve Ekim olarak belirtilir. Temmuz ve Ağustos ayları şehrin en rutubetli, sıcak ve kalabalık olduğu aylar. Sıcaklarla birlikte bir de kanallardan kaynaklanan bir koku olabiliyor. 1998 yılındaki gidişimde, henüz Haziran başı olmasına karşın, hafif bir koku başlamıştı. Aşırı kalabalık dönemde Venedik’e gidenler şehirden hoşlanmayabiliyorlar. Hatta düş kırıklığına uğrayanlar bile oluyor. Haksız da sayılmazlar. Kimi sokakları sadece bir insanın geçebileceği genişlikte olan bu şehrin tadının o dönemde çıkarılabileceğini ben de düşünmüyorum. Böyle birilerine rastlarsanız, bu büyük olasılıkla doğru zamanda gitmemiş olmaları yüzündendir. Bir de tabii ki, herkesin zevkinin ve keyif aldığı şeylerin farklı olması gerçeği var. Diğer yandan, şu son su baskınlarından öyle anlaşılıyor ki, gitmek için Ekim ayı ortasını da fazla geçirmemek gerekiyor.
San Giorgio Maggiore Kilisesi
Bu benim Venedik’e üçüncü gidişimdi. İlk gidişimde sanırım dört ya da beş yaşlarımdaydım. O zamandan hatırladığım iki şey var. Birincisi, bir restoranda sebep olduğum bir olay. İkincisi ise, Il Canale Grande ’de (Büyük Kanal) yaptığımız gezi.
Hatırladığım kadarı ile, beyaz masa örtüleri olan, güzel bir restorandı. O yaşlarda, masada otururken kendimi arkaya doğru vererek, sandalyeyi iki arka ayağı üzerine kaldırıp, sallanmayı çok severdim. Bu bana, salıncaktaymışım hissi verirdi. Arada bir, ani bir şekilde arkaya doğru devrildiğim de olurdu. Hem her seferinde korkudan kalbim çarpar hem de bu oyundan vazgeçmezdim. İşte o zaman Venedik’teki restoranda da böyle sallanırken, birden yine kendimi yere uzanmış, tavana bakıyorken buldum… Yalnız bu sefer, büyük bir şangırtı da kopmuş, arkamdaki servis masası da nasibini almıştı. Çok geçmeden restoranın sahibi yanımızda belirdi ve servis masasının üstünde duran zeytinyağı ve sirke takımının gümüş altlığı benim çarpmam ile eğrildiği için söylenmeye başladı. Uzun bir tartışma oldu. Restoran sahibinin istediği zarar karşılığı oldukça astronomikti. Sonunda bir şekilde anlaşmaya varıldı. Söylemeye gerek yok sanırım. Tüm bu süreçte ben, süt dökmüş kedi misali, hiç kıpırdamadan yerimde oturdum…
Büyük Kanal
Yukarda belirttiğim gibi, Venedik’teki diğer çocukluk anım Büyük Kanal gezisi ile ilgili. Herkesin yaptığı gibi, vaporetto ile kanal boyunca gidiyor, iki kıyıda sıralanmış tarihi binalara bakıyorduk. Yan sırada, ailesi ile oturan bir çocuk vardı ve inanılmaz derecede öksürüyordu. Ciğerleri sökülürcesine ve hiç durmadan. Annemin, “Bu çocuk bir başka öksürüyor. ” dediğini anımsıyorum. Annem haklıymış… Çocuğun öksürüğü başka türlüymüş gerçekten…
Kısa bir süre sonra ben de aynı şekilde öksürmeye başladım. Şimdilerde adını bile duymadığım boğmaca hastalığına yakalanmışım. Tam bir yıl sürdü öksürük. Zaman zaman o kadar öksürüyordum ki, midem bulanıyordu ve çıkarıyordum. Bu sürede, tüm ev halkı da nasibini aldı. O sıralar Selanik’te oturuyorduk. Türkiye’den bize kalmaya gelen konuklarımız bile benden bu hastalığı kaptılar. Herkes iyileşti. Benim ise hastalığı tam anlamıyla atlatmam epeyce vakit aldı.
Venedik’e ikinci gidişim 1998 yılında idi. Bu iş için, bir öğrenci grubuyla yaptığımız bir çalışma gezisi sırasındaydı. Öğrencilerle Venedik’te gezmemize, San Marco katedraline gitmemize, hatta gondol gezisi bile yapmamıza karşın, bu gezinin tadına çok vardığımı söyleyemem. Zaten, iş için gittiğim yerlerde, genelde boş vakitlerimde gezmeye çalışsam da, hiçbir zaman tatil zamanı aldığım zevki alamamışımdır.
Müşteri Beklerken Dinlenen Gondolcular
Evet, Venedik kesinlikle çok romantik bir şehir… Bu son gidişimizde bundan emin oldum… Biz özel bir kutlama nedeniyle bu kalışımızda biraz daha pahalı bir oteli ve restoranları seçtik. Bu doğru. Ancak, Venedik’in içinde de her keseye uygun konaklama yerleri ve kiralık daireler var.
14 Ekim günü Venedik’in Marco Polo Havaalanı‘na indiğimiz zaman hava ılık ve güneşli idi. Kaldığımız dört gün boyunca da, hafif yağmurlu birkaç saatin dışında, hava şansımıza hep güzel devam etti. Havaalanının içinden, yürüyen bantlarla ulaşılan rıhtımdan bir deniz taksiye bindik. Buradan, vaporetto denilen, orta boy toplu taşıma tekneleri ile de şehre gitmek mümkün. Çok daha hesaplı olan bu yöntemi biz de tatilin bitiminde, dönerken kullandık. Yol, taksi ile 35-40 dakika, vaporetto ile ise bir buçuk saat sürüyor.
Deniz Taksi İle Havaalanının Rıhtımından Ayrıldıktan Sonra
Oldukça hızlı giden deniz taksi ile Venedik’e yaklaşmak çok güzeldi. Yaklaştıkça belirginleşen şehrin görüntüsü dekor gibiydi. Venedik’e özgü, dikdörtgen çan kuleleri ile kiliseler, eski saraylar, hepsi sonbahar güneşinin altında büyüleyici idi. Zaman zaman üzerimize sıçrayan sulardan korunmaya çalışırken bile gözlerimi manzaradan alamadım.
Kuruluş tarihi M.S. 421 olarak belirtilen Venedik, Batı Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde, kuzeyden gelen Gotlardan kaçan, İtalya’nın Veneto bölgesindeki halk tarafından kurulmuş. Barbar saldırılardan bıkan insanlar, yarı bataklık haldeki Veneto lagününde oluşmuş alüvyon adalarının üzerinde yerleşim yerleri inşa etmeye başlamışlar. Böylece, Po ırmağının denize döküldüğü yerde, Batı Roma İmparatorluğunun küllerinden yeni bir cumhuriyet doğmuş. Coğrafi konumlarını çok iyi değerlendiren Venedikliler, usta denizcilik ve ticaret becerileri sayesinde, Bizans ile sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Çağ boyunca giderek artan ticari ve politik güçleri, Venedik Cumhuriyetini tüm Doğu Akdeniz’de hakim hale getirmiş. Bu hakimiyetin doruk noktası ise, İstanbul’un 1204 yılında işgali olmuş.
Deniz Taksi İle Otel Yolunda
On altıncı yüzyıla gelindiğinde Venedik, sahip olduğu kolonileri ile, Akdeniz’de bir tekel haline gelmiş. Bu yükselen gücü durdurmak için Papa ve diğer Avrupa hükümdarları sürekli bir araya gelerek, Venedik’e karşı cepheleşmişler. O sırada güçlenmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu da Venedik için önemli bir tehlike oluşturmuş. Özellikle, Kıbrıs’ın 1570 yılında Osmanlıların eline geçmesi önemli bir darbe olmuş. Buna karşın, Venedik de Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikamını 1571 yılında Lepanto (İnebahtı) savaşı ile almış.
Rio della Pieta’da İlerlerken
Amerika’nın ve yeni deniz yollarının keşfi ile önemini yitiren İpekyolu, Venedik’in de ticari ve politik önemini azaltmış. Bundan sonra, yozlaşma ve israfın inanılmaz boyutta yaşandığı, tam bir çöküş dönemi başlamış. Yüzyıllar boyu biriken servet ve sermaye, verilen çılgın partiler ve oynanan kumarla eritilmiş. Ta ki, 1797 yılında Napolyon şehri kuşatıp, ele geçirene kadar. Napolyon bir süre sonra şehri Avusturyalılara bırakınca, 1866 yılına kadar süren otoriter bir işgal yaşanmış. Avusturya işgalinden kurtulduktan dört yıl sonra, 1870 yılında, Venediklilerin uzunca bir süredir arzuladıkları birleşik İtalya düşleri gerçek olmuş. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılışı ile Venedik şehri tekrar önem kazanmış. Doğuya yolculuk yapan zenginler için moda bir liman haline gelmiş ve tekrar zenginleşmeye başlamış. 1895 yılında başlayan Venedik Bienali ve 1932 yılından beri yapılan Venedik Film Festivali de şehrin çağdaş sanat açısından şöhretini artırmış.
Baglioni Hotel Luna’nın İskelesine Yanaşırken
Venedik günümüzde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yapılan demiryolu ve yirminci yüzyılda yapılan yol ile, kentin kuzeyinden anakaraya bağlı. Ondan önce, asırlar boyu kentin dış dünya ile tek bağlantısı deniz yolu olmuş. Kentin içinde kanallar hala sokak, gondol ve diğer deniz araçları da taşıma aracı görevini görüyor. Söz konusu durum, ambulans ve fotoğrafını çekemediğime hala üzüldüğüm DHL için de geçerli. Araç trafiği pratik olarak mümkün olmayan bu kente araba ile gelmeyi düşünürseniz, arabanızı şehir dışındaki garajlara bırakmak zorundasınız.
Tatilimiz Sırasında Acil Bir Durum İçin Otele Gelen Ambulans
Sonunda, deniz taksi ufak bir köprünün altından geçerek, çok geniş olmayan bir kanala girdi ve Baglioni Hotel Luna’nın kapısının önünde durdu… Heyecanlandım. İçeriden küçük iskeleye, karşılamak ve yardımcı olmak için hemen bir görevli çıktı. Buranın, Venedik’in en eski oteli olduğunu okumuştum. İçeri adım atar atmaz, insanı sarmalayan hava sizi başka bir çağa götürüyor. Modern yaşamın gereksinimlerini karşılamak ve konfor sağlamak için elden geçirilmiş olsa da, daha lobide buranın tarihi bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Mermer sütunlar, kumaş kaplı duvarlar, Venedik kristali avizeler, orijinal tablolar, üst katlardaki orijinal klasik eşyalar, kanala bakan odamız ve ertesi sabah göreceğimiz duvarları fresklerle kaplı kahvaltı salonu… Evet, Baglioni Hotel Luna oldukça pahalı bir oteldi. Ama, bu gezi de bizim için çok özeldi…
Lobi
Otelin Her Köşesinde Antika Eşyalar
Baglioni Hotel Luna’nın yerinde çok eski zamanlardan beri bir konaklama yeri olduğu belirtiliyor. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında, 1118 yılında sefere çıkmadan önce Tapınak Şövalyeleri burada bulunan bir handa konaklamışlar. Barselona’ya yaptığımız bir önceki gezimizde Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düştükten sonra bunun, hoş bir tesadüf olduğunu düşündüm. Venedik şehir arşivine göre, 13. yüzyılda burada bir Osteria Luna (1) bulunmaktaymış. 15.yüzyılda ise, Locanda della Luna (2) müşterilerine yemek ve konaklama sağlarmış. Günümüzdeki otel binasının belli bölümleri, 1700’lerin sonundaki Venedik Cumhuriyeti’nin düşüş döneminin öncesinden kalma imiş.
Otelin Balo ve Kahvaltı Salonu
Otelden San Marco meydanına gitmek bir dakika bile sürmüyor. Bir ucunda ünlü San Marco Bazilikası (Cattedrale Basilica di San Marco) bulunan bu dikdörtgen meydan, 12,6 dönüm ve bazilikanın bulunduğu kenar dışındaki üç tarafı, revaklı binalar ile çevrili. Otel tarafından meydana girdiğimiz zaman, bazilika tam karşımızda yer alıyor. Çevredeki sıra binalar zamanında Venedik Cumhuriyetinin devlet daireleri olarak yapılmışlar. Sol taraftaki, Rönesans stili bina dizisi 1500’lü yıllarda, sağ taraftaki 1600’lü yıllarda yapılmış. Girdiğimiz taraftaki, meydanın açık ucunu kapatarak, tam bir dikdörtgen haline getiren bina ise, işgal sırasında, Napolyon tarafından yaptırılmış. Bir zamanlar, tepedeki Roma İmparatorları kabartmalarının ortasında Napolyon da varmış ama, işgal sona erdikten sonra Fransız İmparatorunun izleri de yok edilmiş. Uzaktan bakıldığı zaman, binada sola doğru bariz bir eğiklik olduğu görülüyor. Bu, Venedik’in zaman içinde giderek suya gömüldüğünün göstergelerinden biri.
Otelden San Marco Meydanına Gitmek Bir Dakika Bile Sürmüyor
San Marco Meydanı
San Marco Bazilikası
San Marco meydanı gündüz, özellikle sabah saatlerinde, çok kalabalık. Ekim ayında böyle ise, yaz aylarını düşünemiyorum bile. Bazilikanın ve çan kulesinin önünde uzun kuyruklar oluyor. Bunun sebebi, cruise gemileri veya başka turlarla şehre gelen turistlerin, programları gereği, sabah saatlerini tercih etmeleri.
San Marco Meydanının Saat Kulesi (1499)
San Marco Bazilikası, fazla yüksek olmayan, biblo gibi şirin bir yapı. Mimari olarak Doğu’nun etkisinde olduğu, dış cephesindeki Bizans tarzı, altın (yapımlarında gerçek altın tabakalar kullanılmış) rengi parçaların bol olduğu mozaiklerden ve İslam etkisindeki kubbelerden belli. Öte yandan, bir zamanlar Avrupa’nın en zengin şehrinin merkezindeki meydanda yer alan bu yapıda, Roma tarzı kemerleri ve Gotik mimari izlerini de görmek mümkün. Kuzey Avrupalılar, Bizanslılar ve Osmanlılarla yaptıkları ticaret ile bir ağ oluşturan ve zenginleşen Venedikliler, bu geniş coğrafyadaki ülkelerden sadece mimari olarak etkilenmemiş, bir de şehre sayısız ganimet getirmişler.
13. Yüzyılda İstanbul’dan Getirilen Meşhur Atların Kopyaları
Ana Kapı
Günümüzde gördüğümüz San Marco katedrali, aynı yerde yapılmış üçüncü ibadet yeri imiş. Birincisi, İ.S. 9.yüzyılda Aziz Marco’nun (Mark) kemiklerinin Müslümanların elindeki İskenderiye’den kaçırılarak getirilmesinden sonra yapılmış. Aziz Marco, İncil’in dört yazarından birisi. Diğer yazarlar, Matta, Luka ve Yuhanna gibi o da İsa’nın yaşamına tanıklık edip, kendi yorumunu yazmış. Venedik’in koruyucu azizi olan Marco’nun kemiklerinin buraya getirilmesi (İ.S. 829), şehrin o dönemdeki yönetiminin şehirle ilgili bir efsane yaratmak istemesinden kaynaklanmış. Aziz Marco’nun yaşamı sırasında Venedik’e geldiğini iddia eden Venedikliler, onun kemiklerini de buraya getirerek, Venedik Cumhuriyetini bir arada tutacak bir mit oluşturmuşlar. Bu noktada, insanın aklına hemen tarihçi Harari’nin Sapiens kitabında sözünü ettiği, insanlığın evrimi sırasında yerleşik düzene geçen toplulukların, bir kuruluş efsanesi etrafında birleşme gereksinimi duymaları geliyor.
İskenderiye’den İki Tüccar Tarafından Kaçırılan Aziz Marco’nun Cesedinin Venedik Docuna Sunuluşu-Dış Cephe Mozaiği
Ön Cephedeki 1260 Yılından Kalma Mozaik Kilisenin Günümüze Kadar Çok Değişmediğini Gösteriyor
İlk yapılan kilise, İ.S. 976 yılında tamamen yanmış. Yerine yapılan kilise ise, günümüzün kilisesinin yapımı için 11. yüzyılda yıkılmış. Mimarı bilinmeyen bu son kilisenin yapımı 1063-1094 yılları arasında olmuş. Daha sonraki yıllarda, özellikle mozaiklere, çeşitli ilaveler yapılmış olsa da, kilise daha sonra fazla değişikliğe uğramamış. San Marco’nun, dördüncü yüzyılda İstanbul’da bulunan, ancak günümüzde var olmayan Aziz Havariler kilisesi örnek alınarak yapıldığı belirtiliyor. (Zamanında Bizans İmparatorlarının ve İmparatoriçelerinin gömüldüğü bu kilisenin bulunduğu yere daha sonra Fatih Camii yapılıyor.) Kilisenin İstanbul ile bağları bununla kalmıyor. Başta ana kapının üstüne yerleştirilen ünlü dört at olmak üzere, katedralin içinde ve dışında İstanbul’dan götürülmüş pek çok ganimet bulunuyor. Bunların büyük bir kısmı, IV. Haçlı Seferi yapılırken İstanbul’un talan edilmesi sırasında elde edilmiş. Katedralin dış yüzeyini kaplayan mermerler, oymalar, Ayasofya’dan sökülerek getirilen bronz ana kapı, ünlü Altın Altar’ın kaplamaları, içerdeki bazı ikonalar, Hazine bölümünde sergilenen Bizans objelerinin büyük bir bölümü bu şekilde Venedik’e gelmiş.
İmparator Romano’nun Kadehi (Bizans, İstanbul, M.S. 959-963)-San Marco Müzesi
Oniks Kase (Bizans, İstanbul, M.S. 10-11. yy)-San Marco Müzesi
Akik İbrik (Bizans, İstanbul, M.S. 7. yy)-San Marco Müzesi
Buhurdan (İtalyan, 12. veya 13. yy.)-San Marco Müzesi
Venediklilerin Bizans ile daima kuvvetli ilişkileri olmuş. Ticari olarak elde ettikleri imtiyazlarla İstanbul’da adeta bir koloni haline gelmişler. Onuncu yüzyılda İstanbul’da 10.000 Venedikli tüccar yaşıyormuş. Ancak, bir süre sonra Bizanslı tüccarlar dezavantajlı duruma düşünce, 1171 yılında İmparator Venediklileri İstanbul’dan kovmuş. Bu arada Bizans kilisesinin Katolik kilisesi ile de arası açılınca, şehirdeki 60.000 kadar olan Katolik nüfus katledilmiş ya da şehirden atılmış. Venedikliler bu ağır darbenin intikamını IV. Haçlı Seferi sırasında alma fırsatı bulmuşlar. 1204 yılında, Papa’nın önderliğinde toplanan 30.000 Haçlıyı Kutsal Toprak’lara Venedik gemileri ile taşımayı önermişler. Böylece, Venedik Docu Dandolo’nun komutanlığında sefer başlamış. Ancak Doc, rotayı Bizans’ın başkenti İstanbul’a çevirerek, 1204-1261 yılları arasındaki işgali başlatmış. Bu dönemde İstanbul feci şekilde talan edilmiş ve adeta taş üstünde taş bırakılmamış. Bildiğiniz gibi, İstanbul’da ölen Venedik Docu, komutan Dandolo’nun mezar taşı günümüzde İstanbul’daki Aya Sofya müzesinde bulunuyor.
Yaratılış Kubbesi, San Marco Bazilikası Atriumu. Bizans Sanatını Ve Mimarisini Öğrenmiş Venedikli Sanatçılar Tarafından Yapılmış (13. yy)
San Marco Bazilikası’nın İçi
Ana Altarın Arka Tarafında Bulunan Altın Altar’ın Üzerinde Yakutlar, Zümrütler ve İnciler Var. 13. yy.da İstanbul’dan Getirilen Parçalarla Yapılan Altar, Dini Bayramlarda, Herkesin Görmesi İçin, Kilisenin İçine Doğru Döndürülüyor
Bir Zamanlar Savaşa Giden Bizans Ordularının Önünde Taşınan Ve 13.yy.da İstanbul’dan Getirilen Nicopeia Meryemi
San Marco katedralinin içi, girişten itibaren altın rengi ağırlıklı mozaiklerle kaplı. Özellikle alt katta, hem sizi belli bir yürüyüş yolundan gitmeye mecbur ettikleri hem de kalabalıktan dolayı, etrafı çok fazla inceleyemiyorsunuz. Burada da, Ravenna’da olduğu gibi, mozaikler Bizanslı ustalar tarafından yapılmış. Ancak ben, Ravenna’daki kiliselerde gördüğümüz mozaiklerden daha çok etkilenmiştim. Bunun sebebi, o gün dışarıdaki kapalı hava nedeniyle içerisinin loş olması olabilir. Girişi ücretsiz olan San Marco’da hoş bulmadığım şey, girdikten sonra, Altın Altar, Hazine bölümü, balkon gibi yerleri görmek için sürekli 2 avro vermek zorunda kalmanız. Onun yerine girişte tek bir bilet almayı tercih ederdim.
İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilen Dört Bronz Atın (Quadriga) Orijinalleri
San Marco katedralinde en sevdiğim eser, İstanbul’dan götürülen dört tane bronz at oldu. Bunlar orijinal olarak binanın dışında, ana kapının üstünde yer almış olsalar da, günümüzde dışarda gördüğümüz atlar gerçek değil, kopyalar. Atlar, hava kirliliği ve paslanma tehlikesine karşı, 1970 yılından beri katedralin ikinci katında sergileniyor. Bizans döneminde, İstanbul’daki hipodromun girişinde, arkalarındaki bir savaş arabasını çeker halde sergilenen bu sevimli atların yapım tarihi konusunda çeşitli görüşler var. Belirtilen tarihler, M.Ö. 5. yüzyıl ile M.S. 4. yüzyıl arasında değişiyor. Yaygın bir görüşe göre, atlar Büyük İskender zamanında yapılmış. Daha sonra, Neron tarafından Roma’ya götürülmüşler. İmparator Konstantin ise onları tekrar doğuya, yeni başkenti İstanbul’a, araba yarışlarının yapıldığı hipodromu süslemeleri için getirmiş. 900 yıldan fazla İstanbul’da kalan atlar, 1204 yılında başlayan Venedik önderliğindeki Haçlı talanı sırasında Venedik’e götürülmüşler ve 1255 yılında San Marco katedralinin dış cephe balkonuna yerleştirilmişler. Ancak, o zamanlar altın rengi ve yakut taşından gözleri olan bu sevimli atların yolculukları bununla bitmemiş. Napolyon da 1797 yılında Venedik’i işgal edince atlara göz dikmiş ve onları Paris’e götürmüş. Burada bir zafer takının tepesine yerleştirilen atlar, Napolyon imparatorluğunun düşmesinden sonra tekrar Venedik’e getirilebilmişler.
Kafaları Çıkarılıp, Birbirlerine Takılabilen Bu Atların Bir Zamanlar Gözleri de Yakuttanmış
Atlar gerçekten çok sevimliler. Onlara bakarken içim cız etti. Keşke İstanbul’daki hipodrom ayakta kalabilseydi ve onlar da tüm görkemleri ile orijinal yerlerinde duruyor olsalardı… Maalesef, fotoğrafları ile yetinmek zorundayız. Atlar da dahil olmak üzere, katedralin içinde fotoğraf çekmek resmi olarak yasak. Ancak, hiçbir mantıklı açıklamaya uymayan bu uygulama belli ki, orada çalışanlar tarafından da saçma bulunuyor. Hemen hemen herkes fotoğraf çektiği halde, onlar bakmamayı ve görmemeyi başarıyorlar. Neyse ki…
San Marco’nun Çan Kulesi İlk Olarak 1173 Yılında Yapılmış. 16.yy.da Yapılan Girişi (Loggetta), Jacopo Sansovino’nun Eseri
Galileo 1609 Yılında Teleskopunu Doc Leonardo Dona’ya Bu Kulede Göstermiş
Kuleden Muhteşem Manzara. Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi
Piazzetta’nın Kuleden Görünümü.Solda Doc’un Sarayı. Sağda Kütüphane. Deniz Tarafındaki İki Yüksek Sütun İstanbul’dan Getirilmiş. Soldakinin Tepesinde, Venedik Cumhuriyetinin Sembolü Kanatlı Aslan, Sağdakinde Bir Timsah İle savaşan Aziz Teodor Var
Çan Kulesinin Tepesindeyken Çanların Çalması Kulakları Oldukça Zorluyor…
San Marco katedralinin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki çan kulesi de en az kendisi kadar popüler. Asansörle çıkılan bu kulenin de önünde uzun bir kuyruk oluyor ama, çıktığınıza değiyor. Yukardan Venedik’i panoramik olarak görebiliyorsunuz. Dört tarafından neredeyse tüm lagünü ve şehri görebildiğiniz manzara çok güzel. Görüşün açık olduğu günlerde, Alp dağlarını bile görmek mümkün oluyormuş. Kule, yapıldıktan bin yıl sonra, 1902 yılında, fırtınadan dolayı, tamamen yıkılmış ve daha sonra yeniden yapılmış. Rivayete göre, tepesinde bulunan ve daima rüzgar yönüne dönen altından yapılma Melek Gabriel heykeli, sapasağlam bir şekilde, katedralin giriş kapısının önüne fırlamış.
Çan Kulesinden San Marco Meydanının Görünümü. Sağda 1500’lü Yıllardan Kalma Binalar, Caffe Quadri ve Caffe Lavena. Solda 1600’lü Yıllardan Kalma Binalar ve Caffe Florian. Karşıda, Napolyon’un Yaptırdığı Kanat
Caffe Florian’da Tüm Gün Müzik Var
San Marco meydanının, en az tarihi eserleri kadar önemli bir özelliği, tarihi kafeleri. Bunların içinde en ünlü iki tanesi Caffe Florian ve Caffe Quadri. Sadece Venedik’in değil, Avrupa’nın en eski kafesi olduğu belirtilen Caffe Florian 1720 yılında açılmış. Casanova, Lord Byron, Charles Dickens ve Proust ünlü müdavimlerinden bazıları. Caffe Quadri 1775 yılında açılmış. Orası da, Stendhal, Alexandre Dumas, Wagner ve günümüzde Woody Allen gibi birçok ünlünün gittiği bir kafe. Bu kafelerin önünde gün boyu, gecenin ilerleyen saatlerine kadar, canlı orkestralar çalıyor. Aralarındaki centilmence bir anlayış gereği, bir kafenin orkestrası çalarken, diğeri ara veriyor. Tabii ki, meydanın dolu olduğu gündüz saatlerinden sonra, orkestraların gece yarattığı ambiyans çok farklı. Her iki kafede de, hafif bir yemek veya muhteşem tatlılardan, pastalardan yiyebilirsiniz. Eğer para harcamak istemezseniz, müziği meydanda ayakta da izlemenize kimse sesini çıkarmaz. Ancak, tamamen korunmuş ve tarihi dekorasyonları görmek için içeriye bir göz atmanızı öneririm.
Caffe Florian’da (1720) Çin Odası
Müziğe de Yakın Olmak…
Daha önce belirttiğim gibi, biz Venedik’e özel olarak, evlenme yıldönümümüzü kutlamak için gittik. Kaldığımız sürede, akşam yemekleri için ilgimizi çeken restoranlarda yer ayırtmıştık. Her restorana da, o gecenin bizim için özel olduğunu bildirdik. Böylece, her gece bizim için bir kutlama oldu…
İlk akşam için Caffe Florian’da yer ayırtmıştık. Bizim için masa ayırdıkları Çin Odası hem tarihi atmosferi hem de orkestraya yakınlığı nedeniyle çok hoştu. Planladığımız gibi, hafif bir akşam yemeği yedik. Ardından sıra, bizim için özel olarak hazırlanmış, kalp şeklinde bir Florian Sacher pastaya geldi. Pasta çok lezzetli ve hafifti. Üstündeki Türkçe yazıda ufak bir imla hatası vardı ama, varsın olsundu… Pasta ile içtiğimiz tatlı şarap Giovanni Dri Ramandolo (2011) da, yemek sırasında içtiğimiz Costasera Amarone della Valpolicella Classico (Masi-2013) da çok güzeldi.
Venedik gezimizi planlarken, gerçekçi davranıp, az vaktimiz olduğunu göz önüne almış ve sadece belli yerleri gezmeye karar vermiştik. Dört günde, baharda gittiğimiz Barselona’da gördüğümüz kadar yer gezemeyeceğimizi baştan kabul etmiştik. Aynı nedenle, Venedik Bienali’ne de hiç ilgi göstermedik. Biraz daha uzun kalsak, bir iki sergi görmek isterdim. Onun yerine, bizim için her zamankinden daha yavaş bir tempoda, şehrin keyfini çıkarmak istedik.
Az sayıda gezdiğimiz yerlerden birisi de Doc’un Sarayı idi. Venedik, tarihte kuruluşundan itibaren cumhuriyet yönetimi ile yönetilmiş bir devlet olmuş. Doc, seçimle belli bir süre için gelen ve yetkileri anayasa ile sınırlandırılmış bir devlet başkanı. Asıl güç, on kişilik bir üst konseyde ve üyeleri arasından Doc’u seçen, 2000 kişilik Büyük Konsey’de imiş. Venedik tarihinde, yetkilerini genişletip, yönetime el koymaya çalışan bazı Doclar idam edilmişler
Doc’un Sarayı. Saray İlk Olarak 9.yy.da Yapılmış. Ancak Günümüzde Gördüğümüz Hali 14.yy.dan Kalma. Her Doc Yeni İlaveler Yaptırmış
Doc’un sarayı, yüzünüzü San Marco katedraline döndüğünüz zaman, katedralin sağ tarafındaki pembeli beyazlı, büyük bina oluyor. Burası, San Marco meydanından denize doğru açılan ve Piazzetta (meydancık) olarak adlandırılan alana bakıyor. Katedralin içinde de görüldüğü gibi, Doc ve ailesinin katedrale rahatlıkla geçebilmesi için saraydan San Marco’ya bir geçiş de var. Sadece Doc’un ailesi ile yaşadığı konut değil, aynı zamanda devlet yönetiminin ve konsey salonlarının yer aldığı bu dev saray, yüzyıllar boyunca yapılan ilavelerle günümüzdeki devasa halini almış. Yapımına ilk olarak 9. yüzyılda başlanan saray, günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış. Burası, yüzyıllar boyunca Venedik’te saray olarak anılmasına izin verilen tek yapı olmuş. Diğer saraylar, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Ca’ (ev demek olan Casa’nın kısaltılmışı) olarak anılmışlar.
Sarayın Avlusu ve Su Sağlanan Kuyular
Devler Merdiveni. Yabancı Misafirleri Kabul Ederken Doc, Maiyeti İle Birlikte Bu Merdivenlerin Tepesinde Beklermiş. Gelen İmparator, Papa veya Kral da Olsa, Merdivenleri Tırmanmak Zorunda Kalırmış
Sarayın Birkaç Yerinde Bulunan Bu Posta Kutuları Vergi Kaçıranları ya da Başka Şüphelileri İhbar Etmek İçin Kullanılırmış
Altın Merdiven
Eğer Venedik’in asırlar boyunca nasıl suya battığını gözlemlemek istiyorsanız, Doc’un sarayının meydana bakan sütunlarına bakmanız yeterli. İslami mimarinin izlerini taşıyan binanın revaklı bölümündeki sütunlar özel olarak kısa yapılmış gibi görünse de, bu sütunlar bir zamanlar daha uzunlarmış. Kaideleri ve neredeyse yarıya yakın kısımları zamanla batmış.
İç Geçirme Köprüsü. Sol Taraftaki Doc’un Sarayındaki Mahkeme Salonunda Yargılanan Mahkümlar Bu Köprüden Geçirilerek Sağ Taraftaki Hapishaneye Götürülürlermiş. İdama Mahkum Olanlar Son Kez Bu Pencerelerden Gökyüzüne ve Venedik’e Bakarak İç Geçirirlermiş
San Marco Bazilikası İle Doc’un Sarayının Birleştiği Köşede Yer Alan Tetrarklar Heykeli. M.S. 4.yy.da Yapıldıkları Tahmin Ediliyor. İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilmişler
İkinci akşam için otelin restoranı Canova’da yer ayırtmış ve yine o günün evlenme yıldönümümüz olduğunu belirtmiştik. Tüm gün gezdiğimiz için yorulunca, akşamüzeri otele dönüp, biraz dinlenelim dedik. Odaya girdiğimizde, buz doldurulmuş bir kovanın içinde, bir şişe prosecco (Belstar Cuvee Extra Dry N.V.) otelin ikramı olarak bizi bekliyordu. Akşam yemeğinden önce, Canova restoranda da bize aynısından birer kadeh ikram ettiler. Gerçekten çok kaliteli bir prosecco idi. Kurabiyeleri de es geçmemeli. Venedik’e özgü bu ağızda dağılan, tereyağlı, enfes kurabiyeleri restoran ve barlarda da kahve ile getiriyorlar. İsminin Bussola Buranello olduğunu sonradan öğrendiğim bu ‘S’ şeklindeki kurabiyeler, yüzyıllar önce Burano adasında yapılmaya başlanmış. O zamanlar, sadece Paskalya için özel olarak yapılırlarmış.
Canova Restaurant
Canova Restaurant’ın hem yemekleri hem servisi dört dörtlüktü. Bizimle ilgilenen kadın şef garsona hayran kaldım. Ölçülü bir samimiyet ve nezaketle hizmet verirken işini çok iyi bildiği belliydi. Şarap konusunda da aynı şekilde bilgiliydi. Eşimin yakın gözlüklerini odada unuttuğunu öğrenince, kısa bir süre içinde elinde deri kaplı geniş bir kutu ile yanımızda belirdi. Kaç numara gözlük kullandığını sordu. Kapağını açtığı kutunun kadife kaplı içi, düzgünce dizilmiş, çeşitli numaralarda gözlüklerle doluydu…
Mevsime bağlı olarak, menüde balkabağı çok göze çarpıyordu. Önden, antipasto olarak, içinde sebze ve balkabağı ile Gran Padano peyniri kreması olan, milföy hamurundan börek tarzı bir şey yedik. Çok lezzetli idi. Ana yemek olarak, mantarlı dana eti aldık. Tatlı olarak da, aralarında yine balkabağı püresi olan, delikleri bayağı büyük bir hasır görünümündeki, ince, yuvarlak milföy katları ve yanında, üstüne fındık rendelenmiş çikolatalı dondurma. Yemekte içtiğimiz Brunello di Montalcino-Castiglion del Bosco (2012) ve tatlı ile içtiğimiz tatlı şarap da enfesti. Bu güzel akşam yemeğinden kalkarken, şef garsonumuz bana otelde yapılmış bir paket Bussola kurabiyesi hediye etmeyi de ihmal etmedi.
Büyük Kanal’ın Girişindeki Santa Maria della Salute Kilisesi (1630-1687)
Peggy Guggenheim Müzesi, 1749 Yılında Başlanıp, Hiç Bir Zaman Bitirilemeyen Palazzo Venier del Leoni Sarayında Bulunuyor
Palazzo Barbarigo
Venedik’e gelip de, vaporetto ile bir Büyük Kanal gezisi yapmadan olmaz. Tabii, bir de gondola binmek var ama, onu daha sonra yaptık. Büyük Kanal gezisi için ister Santa Lucia tren istasyonunun önündeki iskeleden, San Marco meydanının biraz ilerisindeki, San Zaccaria iskelesi yönüne doğru, isterseniz San Zaccari’dan ters yöne doğru gidebilirsiniz. Biz, otele daha yakın olduğu için, San Zaccaria’dan binmeyi tercih ettik. Yaklaşık 4 kilometre olan bu mesafe, aşağı yukarı 40 dakikada gidiliyor. Birbirine oldukça yakın olan duraklarda iskeleye yanaşmak ve kalkmak vakit alıyor. Bu noktada, vaporetto’ların fıstık gibi, makyajlı kadın çımacılarından da söz etmeliyim. Hepsi işinin ehli. Bizdekinin aksine, burada her vaporetto’nun bir çımacısı var ve o da sizinle seyahat ediyor. İskelelerde, her yanaşan taşıta hizmet veren sabit bir çımacı yok.
Accademia
San Simone Piccolo Kilisesi
Genişliği 30 ile 70 metre arasında değişen kanalda dört tane (Scalzi, Rialto, Accademiave Constituzione) köprü var. İki kıyıda sıralanmış, San SimeonePiccolo, San Stae ve 1630 veba salgının bitimini kutlamak için yapılan Santa Maria dellaSalute gibi kiliseler ve Venedik’in ünlü palazzo’ları, yani sarayları var. Çoğunlukla 12. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında yapılmış bu saraylar mimari tarz olarak da Bizans, Gotik, Rönesans ve Barok dönemleri yansıtıyor. Genelde üç katlı olan Venedik sarayları, zengin ailelerin hem ticaretlerini yürüttükleri işyerleri hem de konutları olarak kullanılıyorlarmış. Depo ve ofisler alt katta, misafir kabul salonları ve ailenin yaşam alanı ise üst katlarda olurmuş. Mutfak, bazı binalarda giriş katında, bazılarında ise koku olmaması için en üst katta.
Eski Balık Pazarı
‘Mafya’ya Hayır. Venedik Kutsaldır’
Sarayların içinde bir tanesinin Türklerle ilgili olması ilgimi çekti. Günümüzde Doğa Tarihi Müzesi’ni barındıran Fondaco dei Turchi, 13. yüzyılda yapılmış, Bizans tarzı büyük bir bina. 1381 yılında Ferrara Dükü için satın alınmış ve uzun yıllar, görkemli odalarında nice davetler verilmiş. Bina, 1621 yılında Türkler tarafından satın alınmış. Türk tüccarlar burayı, hem malları için depo hem de konaklamak için han olarak kullanmışlar. Doğu ile ticaret azalınca, bina da kaderine terk edilmiş. 1850 yılında Avusturyalılar, bazı orijinal unsurları yok edildiği için kötü olarak nitelenen bir restorasyon yapmışlar. Burası 1923 yılında müze haline getirilmiş. Benzer şekilde, bir zamanlar Alman tüccarlar tarafından kullanılan, Rialto mahallesindeki, Fondaco dei Tedeschi günümüzde çok katlı bir mağazaya çevrilmiş bulunuyor.
Fondaco dei Turchi
Rialto Köprüsü
Dönüş için, vaporetto’dan inmeniz ve ters yönde giden bir başkasına binmeniz gerekiyor. Bizim bindiğimiz vaporetto, sadece Rialto köprüsünün oraya kadar gidiyordu. Bu, o çevreyi görmemiz açısından çok isabetli oldu zira, Rialto Venedik’in en eski ve kalabalık semti. Tarihi olarak ticaretin merkezi aynı zamanda. Dükkanları ve balık, taze sebze ve meyve pazarları ile hala öyle. Bu civarda kanalın kıyısı ve köprünün üstü hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Ancak, buralardaki ucuz hediyelik eşyalar konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Çoğu Çin’de yapılmış ve kalitesiz. Daha özgün, kaliteli ve el yapımı eşyalar için ara sokaklardaki butik dükkanlara bakmak gerekiyor. Zaten, usta bir göz aradaki farkı hemen anlıyor. Ara sokaklarda, el yapımı ve gerçek Murano işi cam eşyalar (San Marco’nun çevresinde de var çok güzel cam eşya satan dükkanlar), el yapımı maskeler, deri, kağıt ve kumaş üzerine ebru yapan dükkanlar var. Bunlar doğal olarak, daha pahalı. Ama, aldığınıza değiyorlar.
Bir Maske Yapım Atölyesi
San Marco Meydanı Yakınlarında İlginç Bir Dükkan
Rialto köprüsü 1588-1591 yılları arasında, daha önce burada bulunan ahşap köprünün yerine yapılmış. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu köprü, Büyük Kanal’ın bir yakasından ötekine yürüyerek geçmek için kullanılan tek köprü olmuş. Ahşap olduğu dönemlerde köprü sayısız kereler çökmüş. Bu olaylardan en meşhuru, 1444 yılında Ferrara Markizinin evlilik töreni sırasında olmuş. Töreni izlemek için köprü üstüne çıkan aşırı kalabalık, köprü ile beraber sulara gömülmüş. Burası, günümüzde de çok kalabalık. Dükkanların dış tarafındaki yürüme yolu her daim, manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek isteyenlerle dolu. Doğal olarak, yankesicilerin de sevdiği bir nokta. Tüm Venedik’te olduğu gibi, dikkatli olmak lazım.
San Polo Kilisesi
Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği Tablosu, San Polo Kilisesi
Hazır Rialto civarına gelmişken, San Polo semtindeki iki önemli kiliseyi de gezelim dedik. Bunlar, Venedik’in belli başlı kiliselerinden San Polo ve Santa Maria Gloriosa dei Frari kiliseleri. San Polo, bazı yerlerde oldukça dar sokakları olan bir semt. Buralarda son derece ilginç, zanaatın neredeyse sanata iyice yaklaştığı el işi ürünler satan dükkanlar var. Örneğin, Venedik Karnavalının vazgeçilmez aksesuarı, el yapımı maskeler. Venedik’te 11. yüzyıldan beri yapılan Karnaval sırasında, sosyal sınıf farklarının kalkması ve insanların birbirini tanımaması için değişik kostümler giyiliyor ve maskeler takılıyor. 18. yüzyılda en şaşalı dönemini yaşayan Karnaval, daha sonra önemini yitirse de, 1979’dan itibaren yine yılın gözde bir eğlence zamanı olmaya başlamış. Kelime olarak, “ete veda” anlamına gelen Karnaval, Hristiyanların Paskalya’dan önceki 40 gün boyunca tuttukları oruç döneminden (Lent) hemen önceki 10 gün boyunca yapılıyor. Yani, oruç dönemine girmeden önce yapılan 10 günlük büyük bir eğlence. Söz konusu oruç, Müslüman inanışındaki oruçtan biraz farklı. Kişi tamamen aç kalmak yerine, başta et olmak üzere, belli besinleri yemiyor. Bunlar genellikle keyif veren, herkesin alamayacağı maddeler oluyor. Çocukluğumda Yvette’in bu dönemde, etin dışında, çikolata, tatlı, dondurma gibi şeyler yemediğini ve sigara içmediğini hatırlıyorum. İçki içmek konusunda ise bir sınırlama yok.
Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Özel kağıt hamuru ile yapılan maskelerin üretim sürecini maske üreten atölyelerde izleyebilir, hatta buralarda düzenlenen kurslara katılabilirsiniz. 2019 Venedik Karnavalına dört ay gibi uzun bir süre olmasına rağmen, bazı dükkanlar maske ve kostüm siparişi almaya başlamışlardı bile. Venedik’e Karnaval için özel olarak gelenlerin, belki de hayatlarında sadece bir kere giyecekleri bu kostümleri kiralamak da mümkün.
Antonio Canova’nın Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Tiziano’nun (İngilizce Titian) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Doc Foscari’nin (1373-1457) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
San Polo kilisesi, ilk olarak 9. yüzyılda yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda yeniden inşa edilmiş. Günümüzdeki Neo-Klasik halini ise, 19. yüzyılda almış. Kilisede pek bir bütünsellik yok ama, tek tek dikkat çekici eserler var. Gotik giriş kapısı, 14. yüzyıldan kalma çan kulesinin dibindeki aslanlar bunlardan bazıları. İçerde, Tiepolo, Veronese ve Tintoretto’ya ait tablolar var. Bunlardan, Tintoretto’ya ait olan Son Akşam Yemeği, kilisenin sahip olduğu önemli bir eser. Doc’un sarayını gezerken, Venedikli bir ressam olan Tintoretto’nun (1518-1594) kapsamlı bir sergisini de gezmiştik.
Meryem ve Çocuk, Giovanni Bellini (1488), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Meryem’in Göğe Yükselişi, Tiziano (1516-1518), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Kısaca Frari olarak bilinen Santa Maria Gloriosa dei Frari kilisesi, San Polo semtinin doğu tarafında bulunan büyük bir kompleks. Buraya ilk olarak, Fransisken rahipler 1250-1338 yılları arasında bir kilise yapmışlar. Bu yapı daha sonra yıkılmış ve yerine, 15. yüzyılın ortalarında tamamlanan günümüzdeki kilise ve manastır inşa edilmiş. Çok geniş olan kilisenin içinde hem önemli eserler hem de önemli bazı kişilerin mezarları bulunuyor. Örneğin, Venedikli ünlü heykeltıraş Antonio Canova’nın (1757-1822) mezarı burada. Roma’da Galleria Borghese’ye gidenler, onun ünlü Muzaffer Venus (Venus Victrix) heykelini anımsarlar. Napolyonun kız kardeşi, Pauline Bonapart’ın modellik yaptığı bu heykeli çocukluğumdan beri severim. Frari kilisesinde Canova’nın dışında, ressam Tiziano’nun (1488-1576), opera sanatının öncüsü sayılan Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) ve iki Venedik Docunun da mezarları bulunuyor. Diğer dikkat çekici eserler arasında, ana altardaki Tiziano’ya ait Meryemin Göğe Yükselişi ve bir başka altardaki Ca’ Pesaro Meryemi tabloları, Giovanni Bellini’nin Meryem ve Çocuk tablosu, koro bölümünü ayıran mermer paravan ve koro bölümünün 1468’den kalma ahşap koltukları sayılabilir.
Üçüncü günün akşamında, artık “gerçek kutlamamızı ” yapmak için Bistro de Venise isimli restoranda yerimizi ayırtmıştık. Otelimize çok uzak olmayan bu restoran, 1993 yılında açılmış. Tarihi Venedik yemeklerinin modern pişirme teknikleri ile yorumlandığı restoranın çok zengin bir şarap kavı da var. Bizi restoranın sahiplerinden birisi karşıladı ve kibar bir şekilde, içerideki özel olarak hazırlanmış, kırmızı örtülü masamıza götürdü. Masanın üzerinde benim için bir tane kırmızı gül duruyordu. Kırmızı kumaş kaplı duvarlardaki objeler, aplikler, masalardaki şamdanlar, hepsi ince bir zevkin yansımasıydı.
Köşede Bizim İçin Hazırlanmış Masa ve Bistro de Venise’in Sıcak Ortamı
Gece boyunca bizimle ilgilenen garson ve şarap seçimi için masamıza gelen sommelier, işlerinin ehli, kibar ve güzel yüzlü kişilerdi. Unutmayacağımız bir gece geçirmemiz için her şeyi yaptılar. O akşam yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Antipasto olarak yediğim, pişirilmesi üç saat süren yumurta ise, hiç ummadığım bir tatta ve lezzette idi. Zaten ondan sonra, garsonumuzun önerilerine güvenebileceğimi anladım. Yemekte içtiğimiz, Barolo Cannubi-Giacomo Fenocchio (2012) mükemmel bir şaraptı. Gecenin sonunda, bizim için özel olarak yapılmış, kalp şeklindeki pastamız geldi. Cuor de Venexia adı verilmiş ve içinde kırmızı meyveler, meyve mousse, şekerleştirilmiş böğürtlenler ve bitter çikolata kıtırları olan pasta, inanılmaz derecede hafifti. Çevremizdeki masaların coşkulu kutlamaları ve alkışları arasında, yine enfes bir tatlı şarap olan Le Bignele Recioto della Valpolicella Classico N.V. (2017) dolu kadehlerimizi, daha nice seneler olması dileğiyle kaldırdık…
Müthiş Lezzetli ve Hafif Cour de Venexia Pastası
Venedik’in de içinde bulunduğu Veneto Lagünü’nünde birçok ada var. Bunlardan bazıları, üstlerindeki manastır, hastane ya da çeşitli fabrikalarla birlikte terk edilmişler. Az sayıda adada hala yaşam var ve buralara gitmek, Venedik’in kalabalığından biraz uzaklaşmak için iyi oluyor. Murano, Burano ve Torcello gibi belli başlı adalara ve açık deniz ile Venedik’i ayıran uzun (12 Km) bir kumsal olan Lido’ya ulaşım kolay. Ancak, diğer adalara ulaşım daha zor. Biz, zamanımız kısıtlı olduğu için, sadece cam işleri ile ünlü Murano adasına gidebildik. Dantel işleri ve rengarenk evleri ile ünlü Burano’ya ve büyük bir Bizans katedrali olan Torcello’ya gidemedik. Özellikle Torcello’nun epeyce uzakta olması nedeniyle, gitmek, gezmek ve dönmek için yeterli vaktimiz yoktu.
Şair Ezra Pound, Besteci Igor Stravinsky ve Koreograf Diaghilev Gibi Yabancı Ünlülerin de Mezarlarının Bulunduğu San Michele Adası
Murano’ya, San Marco’dan bindiğimiz vaporetto ile gittik. Yolda, “mezarlık adası” San Michele’nin ve plajları ile ünlü Lido’nun yakınından geçtik. Lido’yu görünce, uzun yıllar önce okuduğum, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabını anımsadım. Ne müthiş bir kitaptı o. Görünüşü ince ama, kendisi yoğun…
Murano da, Venedik gibi, aslında bir grup küçük adadan meydana geliyor. Burada da, adaları birbirine bağlayan köprüler var. Bilindiği üzere, Murano dünyaca ünlü cam işlerinin yapıldığı yer. Venedikli cam ustalarının atölyeleri 1291 yılından beri burada bulunuyor. Daha önce Venedik’in içinde olan cam fırınları ve imalathaneleri, yangın tehlikesi ve sebep oldukları hava kirliliği nedeniyle, o tarihte Konsey kararı ile Murano’ya taşınmışlar. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın başlıca cam üretim merkezi olan Murano, bir dönem kendi parasını bastırabilecek kadar zenginleşmiş. Adanın kendisine ait bir aristokrasisi gelişmiş. Murano’nun cam ustalarına, başkalarına tanınmayan imtiyazlar ve haklar verilmiş. Öte yandan, başka yerde iş kurmak için adadan ayrılmalarının cezası da, bazen ölüme kadar varırmış.
San Donato Kanalı-Murano
Cam ustalığı, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de babadan oğula geçen bir meslek. Adanın bazı atölye ve fabrikaları kapanmış olsa da, cam üretimi hala çok. Ancak burada da, daha önce belirttiğim gibi, kaliteyi arayıp bulmak gerekiyor. Üretim sürecinin belli bir aşamasını izleyebildiğiniz atölyelerin bazılarında çok sıradan, “turistik” şeyler üretiliyor. Bizim tesadüfen gördüğümüz, kıyıdaki ana yola çıkan dar bir çıkmaz sokağın sonundaki De Biasigerçekten çok özel bir yer. 71 yıl önce kurulmuş şirketin el yapımı takıları ve objeleri, geleneksel üretimin modern tarz ve zevk ile usta bir birleşimi.
Cam Müzesi, Murano
Düğün Kupası, Angelo Barovier (1470-1480), Cam Müzesi, Murano
Murano’ya giderseniz, cam müzesini (Museo del Vetro) gezmenizi öneririm. Palazzo Giustinian’da bulunan müzede nefes kesen bir tarihi cam koleksiyonu var. Venedik camının üretimini tam olarak anlamak, değişik üretim tekniklerini ve tarih boyunca ünlü olmuş cam ustalarının eserlerini görmek için ideal bir müze. Müzenin en gözde parçası, cam ustası Angelo Barovier tarafından 1470-1480 yılları arasında yapılmış bir düğün kupası. Müzenin modern tarzda üretilmiş bir cam eşya koleksiyonu da var. Günümüzün İtalyan cam ustaları, eski çağlardan beri uygulanan cam tekniklerini, modern renkler ve formlarla çok yaratıcı bir şekilde harmanlamışlar.
Basilica dei Santi Maria e Donato
Adanın en gözde tarihi yapısı, dışardan apsis kısmını çevreleyen zarif sütunları önündeki San Donato kanalına yansıyan, Basilica dei Santi Maria eDonato bazilikası. 12. yüzyılda yapılan bu kilise, 19. yüzyılda bir restorasyon geçirmiş. Uzmanlar bu restorasyonu çok beğenmese de, kilise güzelliğini hala koruyor. Veneto-Bizans ve Gotik tarzın güzel bir karışımı olan kilisede, apsisteki Madonna mozaiği ve yerlerdeki 1140 yılından kalma mozaikler çok hoş. Camın da kullanıldığı belirtilen bu taban mozaiklerinde çeşitli hayvanlar, bitkiler ve mitolojik yaratıklar resmedilmiş. Kilisenin, bir gemi omurgası şeklindeki tavanı da ayrıca dikkat çekici.
Basilica dei Santi Maria e Donato
Venedik’teki ünlü Teatro Fenice, dar sokakların açıldığı, küçük bir meydanda bulunuyor. Birkaç basamakla çıkılan sütunlu girişinin hemen dibinde Antico Martini isimli bir restoran var. Son akşam burada yemek yedik. İçindeki tablolar, mozaikler, aynalar ve sarı ışıklarla çok sıcak bir ortamı olan restoranın geçmişi çok eskilere dayanıyor. Burada ilk olarak 1720 yılında bir kafe açılmış. Fenice tiyatrosu açılınca, müzisyenlerin, sanatseverlerin ve entelektüellerin gözde mekanı olmuş. Yüzyıllar içinde, hem bir restorana dönüşmüş hem de pek çok kez el değiştirmiş.
Teatro Fenice (1792). Fenice İtalyanca Anka Kuşu Demek. Bu Ünlü Tiyatro, Adını Aldığı Kuş Gibi, İki Kere Çok Büyük Yangın Geçirmiş ve Küllerinden Yeniden Doğmuş
1836 Yılındaki İlk Yangından Sonra Fenice, 1837 Yılında Tekrar Açılmış. İkinci Yangın 1996 Yılında Olmuş ve Tiyatro Perdelerini Ancak 2004 Yılında Tekrar Açabilmiş
Küçük meydana bakan masamızda yemek yerken, en az birkaç yüzyıldan beri hiç değişmemiş olan bu çevrede geçmişte yaşamın nasıl olduğunu düşündüm. Meydanın ortasında bir kuyu vardı. Buna benzer kuyular, hemen hemen tüm meydanlarda ve avlularda göze çarpıyor. Venedikliler uzun yüzyıllar boyunca şehre suyu anakaradan, bin bir zahmetle taşımak zorunda kalmışlar. 9. yüzyılda meydanların altına sarnıçlar yapılmaya başlanmış. Meydanlar, yağmur sularının sarnıçlarda birikebilmesi için, ortaya doğru uygun bir eğimle tasarlanmış. Akarsuyu olmayan Venedik evlerinin su ihtiyacı 1884 yılına kadar, bu kuyulardan çekilen yağmur suyu ile karşılanmış.
Devrin Yönetim Tarzına Göre Cumhurbaşkanlığı, İmparatorluk ya da Kraliyet Locası…
Bu Kubbede Yankılanan Ünlü Seslerden Biri de Maria Callas’ınki Olmuş. Leyla Gencer İçin La Scala Ne İse, Maria Callas İçin de La Fenice Odur
La Fenice’nin Balo Salonu
Antico Martini’de yediklerimiz de, içtiklerimiz de (yemekte Maculan Sauvignon Ferrata (2016), tatlı ile Maculan Breganze (2016)) gayet güzel olmasına rağmen, bir gece önce Bistro de Venise’de aldığımız hizmetle karşılaştırıldığında, sanki bir şeyler eksikti. Elle tutulur olmayan bir şey. Hizmetteki zarafet ve incelik belki…
Ristorante Antico Martini
Uçağımızın geç vakitte olması, son günümüzde bir avantaj oldu bizim için. Havanın bol güneşli olması da ayrı bir şanstı. Böylece, son derece keyifli bir gondol gezisi yaptık. Sadece gondolcunun uzun küreği ile suda çıkardığı sesin duyulduğu tenha ara kanallarda gezinmek çok güzeldi. Bir ara, Büyük Kanal’a bile çıktık. Rialto köprüsünü sağ tarafımızda görüp, aşağıya doğru döndük. Gondolculuk da, cam ustalığı gibi, babadan oğula geçen ve maharet isteyen bir meslek. İnsan, bazı dar kanallarda ince uzun gondolun nasıl olup da dönebildiğine hayret ediyor.
Venedik’te Bir Çok Noktada Gondol Durakları Var. Biz, Daha Kaliteli Olduklarını Düşündüğümüz İçin Bacino Orseolo’dakilerden Birine Bindik
Başka Kimsenin Olmadığı Sakin Kanallarda İlerlemek Çok Güzeldi…
Baş başa bir gondol gezisi için verdiğimiz paraya değdiğini düşünüyorum. Gondolcumuz da, lüzumsuz gevezelik yapmayan, kibar bir gençti. Venedik’e eğer bir daha gidersek, gece de bir gondol gezisi yapmak isterim. Kitaplarda yazdığına göre, o çok daha romantik oluyormuş.
Yarım Saatlik Gezinin Bir Noktasında Büyük Kanal’a Çıktık ve Rialto Köprüsünü Tekrar Görebildik
Büyük Kanalda Gondolla Gezmenin Zevki de Farklıymış…
Dıştan merdiveni ile 1489’dan kalma Palazzo Contarini del Bovolo’yu, Fenice tiyatrosunu ve San Moise kilisesini aceleye gerek olmadan, rahat bir şekilde gezdik. Hatta, San Marco meydanında son kez oturup, birbirleriyle adeta yarışan orkestraların çaldığı harika müzik eşliğinde, bir şeyler yemeye bile vakit bulduk.
Palazzo Contarini del Bovolo (1499). Gotik ve Rönesans Mimarisinin Hoş Bir Bileşimi Olan Bu Binanın 113 Basamaklı Merdiveni Sizi Çok Farklı Bir Venedik Manzarasına götürüyor
Palazzo’nun İsminde Bulunan Bovolo Kelimesi Venedik Lehçesinde Salyangoz Demekmiş. Dönerek Çıkan Merdiveni Nedeniyle Binaya Bu İsim Verilmiş
Hz. Musa’ya Adanmış San Moise Kilisesi. Yanlardaki İki Kapının Üzerinde (Duvarın İçinde), Kilisenin Yapımını Finanse Eden Ailenin İki Ferdinin Mezarları Var
Ana Altarda, Sina Dağında On Emiri Alan Hz. Musa Canlandırılmış. Kilise İlk Olarak 10.yy.da Yapılmakla Beraber, Günümüzdeki Hali Daha Çok 17.yy.dan Kalma
Venedik’ten geriye yine unutamayacağım sahneler, diyaloglar ve insan manzaraları kaldı. Bir gece geç vakit yemekten dönerken, lobiye gelen müzik sesini duyup, oturduğumuz otelin barındaki garson mesela. Grappa’nın kahveyi “öldürdüğünü”, bu işini neşe ile, keyifle ve güler yüzle yapan genç adamdan öğrendik. Bir başka gün, deri üzerine ebru uygulanarak yapılmış el işi bir maske aldığımız dükkanın sahibi ile sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince nasıl da gözleri parladı. Kendisi küçük bir çocukken, annesinin ve babasının onu büyükannesine bırakıp, İstanbul’a gittiklerini, dönüşte kendisine harika bir mermer lamba getirdiklerini anlattı. O zaman bu hediyeye ne kadar çok sevindiği gözlerinden okunuyordu. Bir de, kayınpederinin yaptığı suluboya resimleri satan genç adam. Ayağında bir jean, başında hasır şapkası. Beğendiğimiz resmi güzelce paket yapıp, bana verdikten sonra elimi tam bir asilzade gibi öpmesi…
———————————————————
(1)- Osteria, şarap ve çok basit bir menü sunan İtalyan lokantasıdır.
(2)- Locanda, han demektir.
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.
Öfke göğsünü şişirdiğinde
bil geveze dilini tutmayı…
Sappho (M.Ö. 7-6.yy)
Dört arkadaş, pırıl pırıl bir eylül sabahı Ayvalık’tan Midilli’ye geçtik. Bir önceki hafta İstanbul, muson yağmurları benzeri yağmurlara boğulmuş, ortalığı sel basmıştı. Ama işte o sabah Ayvalık’ta , gökyüzü masmavi ve berraktı. Havada sonbaharın habercisi hafif bir serinlik olsa da, kesinlikle soğuk bir gün değildi. Ilık, limonata diye ifade ettikleri, tatlı bir hava vardı… Ne çok sıcak ne de soğuk…
Bundan beş sene önce, Ağustos ayında, bambaşka bir dörtlü grup olarak, gemi ile yine Yunan Adaları’na gitmiştik. Bir hafta süren yolculukta Kos, Girit, Rodos, Mikanos, Santorini adalarına ve Atina’ya gitmiş, çok da eğlenmiştik. Gezi benim için aynı zamanda, daha önce yapma fırsatı bulamadığım ve uzun zamandan beri hayalini kurduğum gemi yolculuğunun gerçekleşmesi olmuştu. Hatırladığım kadarı ile, o zaman kimileri bu gezi için yabancı gemi şirketlerini önermişler, daha iyi olduklarını söylemişlerdi. Aradaki farkı bilmediğim için bir karşılaştırma yapamayacağım ama, biz turu düzenleyen Türk şirketinin verdiği hizmetten çok memnun kalmıştık. Her limanda sunulan birden fazla seçenek ile, hem arkeolojik yerleri gezme fırsatı bulmuş hem de bol bol yüzmüştük.
Agalma Eleftherias- Mytilini (Midilli) (1930)
Bu sene planımız, uzun zamandan beri Ayvalık’ta bir evi olan ve adayı iyi bilen bir arkadaşımızın çizdiği rotayı izleyerek, dört günde Midilli’yi gezmekti. Geceleri biraz serin olsa da, güzel hava Midilli’de kaldığımız süre boyunca bize hiç ihanet etmedi. Sonbaharı ve bu mevsimde yapılan gezileri ne kadar sevdiğimi daha önce de yazmıştım. Bu kez de aynısı oldu. Midilli gezimiz, unutmayacağım sonbahar gezilerimden birisi olarak anılarımda yerini aldı…
Ayvalık’tan Midilli’ye gitmek için iki ayrı şirket seçeneğiniz var. Bunun dışında, feribot ya da katamaran ile gitmeyi tercih edebilirsiniz. Biz, daha hızlı olduğu için katamaran ile gittik. 45 dakika sonra, Midilli’de idik. Yaz aylarında hem kuzeydeki Molyvos’a (Mithymna) hem de adanın en büyük şehri Midilli’ye (Mytilini) yapılan seferler, sonbahar ile birlikte tek seçeneğe indirilmişti. Eğer yaz aylarında gidilirse, bir limanı gidiş, diğerini de dönüş için kullanmak elverişli olabilir.
Mytilini’ye Ayak Basma Noktamız. Liman
Midilli adası, yüz ölçümü olarak (1630 km2) Yunan Adaları içinde, Girit ve Eğriboz’dan (Euboia) sonra, üçüncü sırada yer alıyor. Rodos ve Sakız adaları ondan sonra geliyorlar. Adanın en hoşuma giden yönü, coğrafi çeşitliliği oldu diyebilirim. Masmavi deniz ve bakir kumsallar dışında, dağların, vadilerin; makilik arazilerin yanında, çam ormanlarının ve tabii ki asırlık ağaçları ile zeytinliklerin olduğu bir ada burası. Yapabileceğiniz şeyler açısından da seçenekler çok. İster kendinizi deniz ve güneşe bırakın, isterseniz arkeolojik ve tarihi yerleri, manastırları, kiliseleri ziyaret edin. Ayakta kalanların çok bakımlı oldukları söylenemese de, Osmanlı dönemine ait eserlerin peşine de düşebilirsiniz, eğer isterseniz. Bunların dışında, bir de meraklıları için, çeşitli yerleşim yerlerinde, bolca bar, kulüp, restoran var.
Restoran demişken, Midilli’de, en ücra köy lokantasında yediklerimizden, büyük yerleşim yerlerinin daha kerli ferli mekanlarında yediğimiz yemeklere kadar her şey, lezzetli idi. Karides, ahtapot, sardalye, kelime olarak tavada kızartma demek olan her türlü saganaki (ama benim için, ille de peynir saganaki!), musakka (bizimkinden epeyce farklı), köfte, cacıki… Bunların dışında da, leziz pek çok seçenek arasından oluşturacağınız bir menüyü yerel reçineli şarap veya uzo (yanılmıyorsam en ünlüsü Barbayanni) eşliğinde afiyetle yiyebilirsiniz. Midilli, son birkaç aydan beri yaşadığımız Türk lirasının değerindeki hızlı düşüşe rağmen, Türkiye ile karşılaştırıldığında hala ucuz. Zira, burası euro bazında ucuz. Gezimiz boyunca, belirttiğim türde öğünler için, adam başına en fazla 16 euro ödedik. Eğer içki içmezseniz, ortalama 10 euro.
Mytilini’nin Güzel Binalarından Biri
Ayvalık’tan sabah saat 9’da kalkan katamaran, saat 10’a çeyrek kala Midilli’ye yanaştı. Yaz aylarında daha çok olmak üzere, günde karşılıklı birkaç sefer var. Adaya giden Türkler kadar, buradan da Ayvalık’a çarşı, pazar ya da gezmek için giden Midillililer oluyormuş. Karşılıklı böyle bir gidiş gelişin olması çok hoş bence. Ne de olsa, inkar edilemez ortak bir geçmiş, ortak bir tarih var. İki yakada da, yerinden yurdundan ayrılmış, kökleri karşı kıyıda olan insanlar var. Bu büyük bir zenginlik aynı zamanda. Yıllar boyunca, İsmail Cem, Yorgo Papandreu, Mikis Theodorakis, Zülfü Livaneli gibi birçok politikacı, sanatçı ve aydının savunduğu bu zenginlik ve yeşertmeye çalıştığı dostluk, temelde ekonomik nedenlerle de olsa, epeyce yol almış görünüyor.
Midilli adasını gezmenin en iyi yolu bir araba kiralamak. Biz de öyle yaptık. Burada araba kiralama ücretleri de son derece makul. Adanın dört bir yanını, karış karış olmasa da, görmek için üç gece konaklamak ve dördüncü gün akşamüzeri dönmek uygun oluyor. Görmeye fırsat bulamadığınız ya da daha uzun kalmayı arzu edeceğiniz yerler tabii ki oluyor. Bizim de, örneğin, uzonun memleketi olarak bilinen Plomari ya da M.S. 2. yüzyılın sonları ile 3. yüzyılın başları arasında İmparator Adrianos tarafından, Midilli şehrine su getirmek için yaptırılmış olan, Moria’daki Roma Su Kemerleri gibi, bir başka sefere bıraktığımız yerler oldu.
Skala Sykamineas (Skala Kaminias)
1935 yılında Thermi’de, İngiliz arkeolog W. Lamb tarafından yapılan kazılardan, Midilli adasında en az Neolitik (M.Ö. 8000-5500) dönemden beri yaşam olduğu anlaşılmış. Altı kat olduğu tespit edilen yerleşim yerinde, Tunç Çağında (M.Ö. 3000-1200) ileri bir medeniyet seviyesine ulaşıldığı ortaya çıkmış. Bu kazılardan elde edilen arkeolojik eserler şu anda, Midilli Eski Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar.
Adanın tarihine kısaca bakıldığında, birçok uygarlığın buradan gelip, geçtiği görülüyor. Midilli, çeşitli Yunan kabilelerinin istilalarından sonra, M.Ö. 1100-1000 yılları arasında, Anadolu’da Çanakkale ve İzmir arasında da koloniler kurmuş olan Aeol’lerin hakimiyetine geçiyor. Daha sonra Persler, Atinalılar, Spartalılar burada hüküm sürüyorlar. Büyük İskender zamanında Helen İmparatorluğu’nun bir parçası oluyor. İskender’in ölümünden sonra Mısırlı Ptolemi hanedanının, M.Ö. 88 yılında ise Romalıların eline geçiyor. Roma İmparatorluğunun M.S. 476 yılında ikiye bölünmesi sonucunda ada, Bizans İmparatorluğuna kalıyor. Bu arada, M.S. 52 yılında Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul de Midilli’ye geliyor.
Bizanslılar Midilli’yi, Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, bir sürgün yeri olarak kullanıyorlar. Adaya çeşitli zamanlarda Slav, Rus, Venedik ve Haçlı saldırıları oluyor. Korsanlar tarafından talan ediliyor. 1354 yılında İmparator Palaiologos Midilli’yi, drahoma (1) olarak, damadı Cenovalı asilzade Francesco Gattilusio’ya veriyor. Böylece adada, Gattilusio dönemi başlıyor. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet Midilli adasını zapt ediyor. Osmanlı hakimiyeti, 1912 Balkan Savaşı’nın sonuna kadar, 450 yıl sürüyor. 1941 yılında Almanlar adayı istila ediyor ve 1944 yılına kadar burada kalıyorlar.
Daha önce belirttiğim gibi, Midilli’de keyfinize ve ilgi alanınıza göre bir tatil yapabilirsiniz. Ancak benim önerim, nasıl bir tatil tercih ederseniz edin, adada bir yerde takılıp, kalmak yerine değişik köşelerine gitmeye çalışmanız. Zira, Midilli’nin dağ köyleri ayrı, bakir kumsalları ayrı güzel. Dik bir yamaçta kurulu bir köyde, kilisenin gölgesindeki tahta masalarda kahve içmek de, deniz kenarında araba ile giderken, beğendiğiniz bir kumsalda arabayı durdurup, denize girmek de çok keyifli.
Sarlıca Palas Kaplıca Oteli-Loutropoli Thermis. 1909 Yılında Adanın Osmanlı Yöneticisi Hasan Paşa Tarafından Yaptırılmış. 1980’lere Kadar Tüm Dünyadan Gelen Asil ve Zenginlerin Kaldığı Muhteşem Bir Otelmiş
Zamanınıza ve bütçenize bağlı olarak, farklı rotalar mümkün Midilli’de. Biz ilk gün Midilli (Mytilini) şehrinden, önce sahil boyunca kuzeye yöneldik. Skala Pamfilion, Termi Pigri, Skala Nees Kidonion üzerinden daha içerdeki Mandamados’a, oradan kuzeydeki şirin köy Skala Kaminias’a ve sonra da, gece konakladığımız Molyvos ’a (Mithymna) gittik.
Yeni Arkeoloji Müzesi
Midilli’ye ayak basıp, araba kiralama ve benzeri işlerimizi hal ettikten sonra, ayağımızın tozuyla, Yeni Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Burada, Helenistik ve Roma dönemi eserleri sergileniyor. Eski müzeye gidemediğimiz için tarih öncesi döneme ait eserleri görme fırsatımız olmadı. Ancak, çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş yeni müzede sergilenen eşyalar, duvar resimleri ve özellikle döneme ait üç evden çıkarılmış mozaiklerle, M.Ö. 2. ve M.S. 3. yüzyıllarda adadaki yaşam hakkında bir fikrimiz oldu.
Menander ve İlham Perisi Thaleia-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)
Lir Çalan Orfeus-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)
Oyuncu Maskı-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)
Mozaikler arasında özellikle, Menander’in Evi olarak adlandırılmış evden çıkarılmış mozaikler çok güzeldi. Menander (M.Ö. 342-291), antik çağda yaşamış, zamanının önemli bir şair ve oyun yazarı imiş. Bir atrium etrafına dizilmiş, önleri revaklı salon ve odalardan oluştuğu belirtilen bu evin, bir tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğu düşünülüyor. Yapım tarihi, tahmini olarak M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısı. Mozaiklerden birinin ortasında Menander ve ilham perisi Thaleia, onların çevresinde de yazarın oyunlarından sahneler görülüyor. Bir başkasında mitolojide Midilli adası ile bağı olan Orfeus (2), çaldığı lir ile çevresindeki hayvanları büyülerken resmedilmiş. Menander Evi’nin tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğunu öğrenince aklıma, geçen sene Sığacık’ta kaldığımız zaman gezdiğimiz Teos antik kenti geldi. Tarihte ilk olarak, M.Ö. 3. yüzyılın sonunda, Teos’da bir tiyatro oyuncuları birliği kurulmuş.
Telephus Evi (M.S. 1.-2.yy)
Euripus Evi (M.S.2.-3.yy)
Mandamados, iki katlı taş evleri olan şirin bir köy. Kıyılardaki korsan saldırılarından bıkan bir grup insanın bir araya gelmesi ile kurulmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren günümüzdeki halini almaya başlamış. Okuduğum gezi kitabında, buranın halkının Midilli toplumu içinde, farklı karakteri ve kültürü olan, özel bir ırk olduğu belirtilmiş. Yeşillikler içindeki köyün bir özelliği de, seramikleri ile ünlü olması. Biz de, köyün girişindeki bir seramik atölyesinden ufak tefek şeyler aldık. Atölyenin sahibi, bir kenarda duran masada oturmuş, pişmiş seramikleri boyuyordu. Raflardaki tabaklar, sürahiler, tuzluklar, kumbaralar ve daha başka bir çok eşya canlı renkleri ile insana göz kırpıyordu. Taşıma derdi olmasa, aldığım sürahiden başka bir sürü şey alabilirdim doğrusu.
Taksiyarhis Manastırı
Mandamados’tan yukarı, Skaminia yönüne giderken, Midilli adasının koruyucusu olarak kabul edilen Başmelek Mihail’e adanmış Taksiyarhis Manastırı’nı gezebilirsiniz. İnanışa göre, 11. yüzyılda burada bulunan manastıra korsanlar saldırmışlar ve tüm rahipleri öldürmüşler. Sadece genç bir rahip kaçmış ve manastırın damına çıkmış. Dua etmeye başlamış. Derken, Başmelek Mihail belirmiş ve tüm korsanları yok etmiş. Genç rahip hemen, ölen rahiplerin kanını toprak ile karıştırarak, Başmelek’i hafızasında kaldığı şekliyle yapmış. Şimdi bu canlandırma, bir ikonanın parçası olarak, manastırın kilisesinde bulunuyor.
Korsanları Yok Eden Başmelek Mihail-Taksiyarhis Manastırı
Gitmeden fotoğrafını görmüştüm. Ne o zaman ne de gittiğimiz vakit, Taksiyarhis Manastırı’nın girişindeki kocaman uçağa hiçbir anlam veremedim. Ayrıca, manastırın kilisesinin içinde de küçük bir uçak asılıydı. Ertesi gün, Agiasos’ta gezdiğimiz Panagia kilisesinde de, Başmelek Mihail’in ikonasının altında asker ve subay üniformaları asılıydı. Ben böyle bir şeyi başka hiçbir manastır ya da kilisede görmemiştim. Sonradan öğrendiğime göre bunun sebebi, Başmelek Mihail’in tüm savaşanların koruyucusu olarak kabul edilmesiymiş.
Taksiyarhis Manastırı
Taksiyarhis Manastırı’na gidenlere, orada mutlaka lokma yemeleri tavsiye ediliyordu. Biz de, manastırı gezdikten sonra, dışarıdaki kafenin ağaçların altındaki masalarına oturup, nefis loukoumades yedik. Hafif tarçınlı tadı çok lezzetliydi…
Taksiyarhis Manastırı
Akşama doğru Molyvos’a vardığımızda biraz yorulmuştuk. Lepetimnos dağının etrafından dolanarak izlediğimiz virajlı yol çoğunlukla kıraç yerlerden geçirmişti bizi. Kıyıya yaklaştıkça, ormanlar başlamıştı. Molyvos, Ortaçağdan kalma kalesi ile ilk anda insanı etkiliyor. Yamaca tutunmuş gibi duran, kendine özgü ve cumbalı evleri ile görsel olarak çok güzel bir yer. Şehir, Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmasından sonra gelişmiş ve serpilen burjuva sınıfı sayesinde yoğun bir ticari merkez haline gelmiş. Bakır Çağı’nın (M.Ö. 5000-3000) sonlarında kurulan Molyvos, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren çok kalkınmış ve Ege sahillerinde koloniler kurmuş. Şehir, daima Midilli kentinin rakibi olmuş ve sanırım olmaya da devam ediyor.
Molyvos Hotel
Kaldığımız Molyvos Hotel (I) iyi bir oteldi. Sade ve temiz odaları olan iki katlı binanın önündeki taş terasta sabahları, palmiye ağaçlarının gölgesi ve Ege’nin hafif esintisi eşliğinde güzel bir kahvaltı yapabiliyorsunuz. Terastan birkaç basamakla inilen kumsal ise, zeytin ağaçlarının altında. Deniz, şahane…
Otelimizden Gün Batımı
Molyvos, güzel restoranları, barları ve butikleri olan bir yer. Limana inen yolda, bazı barların yamaca asılı gibi duran küçük terasları var. Yaz aylarında buraların tıklım tıklım dolu olduklarını tahmin edebiliyor insan. Limanda yemek için tercih edebileceğiniz farklı yerler var. Biz, yemek yediğimiz The Octopus Restaurant’tan çok memnun kaldık.
Ertesi sabah yola çıkmadan önce, kaleyi gezdik. Molyvos’un kalesi, Midilli adasındaki ikinci büyük kale. En büyük kale, gezme fırsatı bulamadığımız, Mytilini’deki. Molyvos kalesi, Bizans döneminde Frenk ve Türk saldırılarına karşı korunmak için yapılmış. Ancak, kalenin o dönemden kalan kısımları çok az. Hatırladığım kadarı ile, sadece bir sarnıç var. Midilli, Cenovalı Gattilusio ailesine geçtiği zaman kale çoktan bir harabeye dönmüş. Gattilusio’lar ve daha sonra 1462’den itibaren Osmanlılar, kaleyi yeniden inşa etmişler. On altıncı yüzyılın ilk yarısından itibaren top kullanımı için uygun hale getirilmiş ve bir sıra sur daha eklenmiş. 1867’deki depremde ağır hasar alan kale, bundan sonra tamamen terk edilmiş.
Molyvos’da Gece. Tepede Molyvos Kalesi
Molyvos Kalesinde Osmanlı İzleri. Kapı Üstünde Eski Türkçe Yazı.
Molyvos kalesinden çok güzel bir Türkiye manzarası var. Buradan Behramkale ’yi ve Babakale’ye doğru tüm sahili açık seçik bir şekilde görebiliyorsunuz. Sanırım bu kez, hazırlıklıydım. Birkaç yıl önce, Kos’tan Türkiye sahillerini gördüğüm zaman hissettiklerimi bu kez yaşamadım. O, değişik bir deneyim olmuştu benim için.
Molyvos Kalesinden Manzara
Molyvos’tan Türkiye Manzarası…
Gezimiz sırasında bizim, özel bir nedenden ötürü, ikinci gün Mytilini’ye dönmemiz gerekti. O nedenle Molyvos’tan, batıya doğru gitmek yerine, güneye doğru indik. Rotamız, Petra, Kalloniüzerinden, Messa Tapınak Kalıntıları, Agiasos, Gera Körfezi’nin batı kıyılarından aşağı inerek, Skala Loutron ve Mytilini, yani Midilli şehri şeklinde oldu. Sizler Midilli’ye gidip, tüm adada tam bir tur yapmak isterseniz, batı ve güneybatı yönünde giderek, güneyde Vatera ve Plomari gibi yerleri de gezerek, Mytilini’ye dönebilirsiniz.
Petra’da Bir Osmanlı Köşkü. Vareltzidaina Köşkü (1790)
Messa Tapınağı’nın konumu, Agia Paraskevi’nin kırsal bölgesi olarak tanımlanıyor. Çam ormanları ve zeytinliklerle kaplı, yemyeşil bir vadideki bu tapınak, “Midilli Üçlüsü” olarak adlandırılan Hera, Zeus ve Dionysus’a adanmış. Yapım tarihi, M.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor. Burada kazılara 1885-1886 yıllarında başlanmış ve 2006 yılına kadar aralıklarla devam edilmiş. Ancak, antik çağda sahip olduğu belirtilen önemine karşın, ortaya çıkarılmış eserler çok fazla görünmüyor. Hele bizim gibi, Türkiye’de ortaya çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış görkemli arkeolojik ören yerlerine alışkın insanlar için hayal kırıklığı bile olabilir. Ben yine de gördüğüme memnun olduğumu belirtmeliyim.
Messa Tapınağı (M.Ö. 6.yy)
İyon stilinde yapılmış olduğu belirtilen dikdörtgen tapınağın yuvarlak bir sunak altarı bulunuyor. Kısa kenarlarda 8, uzun kenarlarda 14 sütun üzerinde yükselen tapınakta beyaz volkanik taş kullanılmış, mermer kullanımı az tutulmuş. Tapınak, M.S. 3.-4. yüzyıllarda deprem nedeniyle yıkılmış. Bu tür tapınaklarda çoğunlukla görüldüğü gibi, daha sonra, buraya (M.S. 5.yy) bir kilise yapılmış.
Messa Tapınağında Kilise (M.S. 5.yy)
Antik kaynaklar, Messa’da yapılan dini törenlere Midilli’li ünlü kadın şair Sappho’nun da şiirleri ve liri ile katıldığını ortaya koymuş. Midilli üzerine yazı yazıp da, Sappho’dan söz etmemek olmaz elbette. Aristokrat bir aileden gelen Sappho, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Midilli’de yaşamış. Bir dönem zengin bir adamla evlenmiş olsa da, onun genç kızlara duyduğu özel ilgi, şiirlerinden de bilinen bir gerçek. Plato tarafından Onuncu İlham Perisi olarak adlandırılmış olan Saphho’nun şiirlerinden günümüze sadece iki uzun ve eksiksiz şiir ve çok sayıda kırık dökük dizeler kalmış. Bunların bazıları öylesine dokunaklı ki, bir kadın için yazılmış olmaları hiç fark etmiyor. Bir kadına ya da erkeğe duyulmuş olsun, ne önemi var. Aşk, aşktır sonuçta…
… ne yalan söyleyeyim ölmek istedim.
Yanımdan ayrılırken iki göz iki çeşme
ağlıyor ve şöyle diyordu bana:
“Ah Sappho, nasıl üzgünüm bilsen!
İnan, istemeden ayrılıyorum senden! ”
Bense şöyle yanıtladım onu: “Güle güle
git, ” dedim, ve beni unutma; biliyorsun
çünkü seni ne çok sevdiğimizi.
Ya da bırak, ben anımsatayım sana
…, …
birlikte geçirdiğimiz o güzel günleri
Kaç kez menekşelerden, güllerden
Ve (güzçiğdemlerinden) örülmüş taçlar
yerleştirdin başına yanı başımda!
Kaç kez, nice güzel çiçeklerden
örülmüş gerdanlıklar doladın,
o incecik boynuna!
Ya bütün o güzel kokular,
bir kraliçe benzeri bedenine sürdüğün
o değerli yağlar!..
Sonra da yumuşak döşeklerde
…
gideriyordun susuzluğunu.
Sappho’nun Midilli’li olması nedeniyle, Kraliçe Viktorya döneminde, kadınlara ilgi duyan kadınları tanımlamak için, İngilizce adı Lesbos olan adanın isminden lesbian kelimesi türetilmiş (3). Günümüze kadar gelen bu ifadenin kökeni nedeniyle ada hala, lezbiyenler için önemli bir yer. Sappho’nun doğum yeri olan Eresos onlar için sadece gözde bir tatil mekanı olmakla kalmıyor, her yıl burada, tüm dünyadan gelen lezbiyenlerin buluştuğu bir festival yapılıyor.
Agiasos
Agiasos’a vardığımızda öğlen vaktiydi. Önce köyün girişindeki bir lokantada yemek yedik. Önünde geniş bir teras olan lokanta, yukarıya giden yolun ağzında, köşede idi. Yediğimiz köfte porsiyonları iki kişiyi rahatlıkla doyuracak büyüklükte idi. Cacıki ile iyi gitti.
Agiasos, Olimpos dağının eteklerinde kurulmuş, yeşillikler içinde bir köy. Denizden yüksekliği 475 metre. Çevresindeki ormanlarda zeytin, kestane, elma, ceviz ve çam ağaçları olduğu belirtiliyor. Son derece zengin olarak nitelenen florası ve faunasında sadece burada görülen hayvanlar (örneğin, Sciurus Anomalous sincabı) ve bitkiler (30-35 çeşit vahşi orkide) varmış. Köyün rengarenk, ahşap cumbalı evleri çok sevimli. İki, üç katlı bu evler, yamaca yaslanarak yukarı doğru yayılmışlar.
Panagia Kilisesi (1170)-Agiasos
Agiasos, aynı zamanda Ortodoks dünyası için önemli bir ibadet ve hac mekanı. Köydeki Panagia kilisesi 1170 yılında kurulmuş. Köy daha sonra, kilisenin etrafında gelişmiş. Her yıl on beş ağustosta, bütün Ortodoks dünyası ve Yunanistan’dan gelen insanlar, köye gelen yolun büyük kısmını yürüyerek, kiliseye gelmekte ve Meryem Ana gününü kutlamaktaymışlar. Çarşı içinde, dükkanların arasındaki bir kapıdan girilen, avlu içindeki kilisede, M.S. 800 yılında Efesli rahip Agathon’un adaya getirdiği belirtilen, 4. yüzyıldan kalma bir ikona bulunuyor.
Köyün içindeki çarşı, seramikçiler ve tahta oymacıları ile dolu. Ayrıca, bizim birer kahve içtiğimiz Taş Kahve gibi, şirin kahvehaneler ve yemek yerleri var. Sokakların üstünün sarmaşıklar ile kaplanmış olması insanları hem güneşten koruyor hem de hoş bir serinlik veriyor.
Taş Kahve-Agiasos
İkinci gün Mytilini’ye akşama doğru vardık. Geceyi geçirdiğimiz Zoumboulis Rooms’a yerleşip, dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere idi. O nedenle, Osmanlılardan kalan Yeni Cami ve Çarşı Hamamı gibi eserleri karanlıkta görebildik. Buna rağmen, her iki binanın da iyi bir restorasyona ihtiyacı olduğu açıkça fark ediliyordu. Bu kadar çok Türk turistin gittiği Midilli’deki Osmanlı dönemi eserleri dilerim, kısa zamanda elden geçirilirler. Komşularımız, kendilerine göre haklı nedenlerle, kabullenmekte zorlansalar da, adanın 450 yıllık inkar edilemeyecek bir ortak geçmişi var.
Mytilini Kalesi
Aghi Theodori Kilisesi (1795)
Bu gezimizde, Mytilini’yi hak ettiği ölçüde gezemediğimizi düşünüyorum. Bir daha gidersem, kalesi de dahil olmak üzere, kitaplarda yer alan yerlerini gezmek isterim. Okuduğuma göre, başka amaçlarla kullanılan, daha pek çok Osmanlı eseri, Türk evleri ve kiliseler bulunuyor bu şehirde. Ayrıca, Eski Arkeoloji Müzesi, Sultan Beyazıt’ın eski bir Bizans kalesinin bir kısmını tamir ettirerek inşa ettirdiği aşağı Kale ve içindeki az sayıda Türk evi de ilgi çekici olmalı. Şehirde, bizim kısaca gördüğümüz, Antik Çağlar’dan kalma kalıntılar da bulunuyor. O zamanlar şehir, günümüzde kalenin bulunduğu bölge olan, küçük bir adada kurulu imiş. Kuzey ve güneyde bulunan iki limanı birbirine bağlayan bu kanal (Evripos Kanalı), M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren önemli bir merkez olmuş. Sonraki çağlarda bu kanal doldurularak kapatılmış.
Yeni Cami
Çarşı Hamamı
Agios Athanasios Kilisesi
Mytilini şehrinde, bilmediğimiz bir nedenden ötürü tüm oteller doluydu. Bunun nedeni, yılın bu zamanına denk gelen özel bir toplantı olabilir. Kaldığımız yeri bulduğumuza şükrettik. Zoumboulis Rooms, beklentinizi çok yüksek tutmamanız gereken, asgari koşulları sağlayan bir işletme. Öte yandan, akşam yemeği yediğimiz, aile işletmesi Ouzeri Kalderimi, gerçekten leziz bir akşam yemeği yiyebileceğiniz bir yer. Yediğimiz çeşitli meze ve deniz ürünlerinin dışında bu işletmeden aklımda kalan şey, sahibinin gelini olduğunu öğrendiğim kadın oldu. 30-35 yaşlarında, tam bir Yunan güzeliydi ve bana eskilerden ünlü aktris Irene Papas’ı hatırlattı. Yemek üstüne gittiğimiz Cafe Panellinion taş bir binada idi. Duvarlarda, Büyük Mübadele ile Anadolu’dan Midilli’ye gelen göçmenlerin adaya ayak basmalarını gösteren, büyük boy fotoğraflar vardı.
Vatousa
Vatousa Evleri ve Kötü Ruhları Kovmak İçin Çatılarına Konan Seramik Objeler
Üçüncü günümüzde rotamız, Kalloni üzerinden, Vatousa, Andisa, Sigri ve Skala Eresou oldu. Böylece, bir günde adanın güneydoğusundan, önce kuzeybatı yönünde gidip, sonra batıda Sigri’ye ve son olarak, geceyi geçirdiğimiz güneybatıdaki Skala Eresou’ya ulaşmış olduk. Bu arada bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğim. Midilli’de pek çok yerleşim yerinin hem daha iç kısımlarda hem de deniz kıyısında aynı isimle yer aldığını görüyorsunuz. Örneğin, Eresos ve Skala Eresou ya da Loutra ve Skala Loutron gibi. İskele anlamına gelen Skala, burada yerleşim yerinin deniz kıyısında olduğu anlamına geliyor. İtalya’nın belli bölgelerini gezenler bilir. Benzer bir şey İtalya’da da vardır. Orada, Skala yerine Al Mare (deniz kenarında) kullanılır.
Limonos Manastırı(1526)
Kalloni’nin dışındaki Limonos veya Agios İgnatios Manastırı, Midilli’nin en büyük manastırı olarak tanımlanıyor. 1526 yılında kurulmuş olan manastırda her yıl, 14 Ekim tarihinde, kurucusu Aziz Ignatios için kutlama yapılıyormuş. Virajlı bir yoldan inerken aşağıdaki düzlükte karşınıza çıkan manastırın görünümü oldukça etkileyici. Düzlükte, yüksek duvarların ardındaki manastırın dışında, çok sayıda küçük, kilise benzeri yapılar var. Bunlardan, içini gördüğümüz iki tanesi boştu. O nedenle, belki manastırı ziyaret edenlerce farklı amaçlarla kullanılmak üzere, hayır için yaptırılmış olabileceklerini düşündük.
Manastırın Avlusu
Manastırın Mutfağı
Zeytinyağı Kileri
Manastırın ana kilisesini, kadınların girmesi yasak olduğu için, göremedik. Okuduğuma göre burası, “Osmanlı barok tarzındaki tahta oyma ve altın kaplama ibadet yeri ile şahane aziz ikonaları” olan bir kilise imiş. Gezme fırsatı bulduğumuz müze kısmında, çok sayıda ikona, el yazması İncil ve dini kitaplar, rahip kıyafetleri ve çeşitli eşyalar vardı. Bunların dışında, çeşitli Osmanlı padişahlarına ait, çok sayıda ferman vardı. 1734 tarihli, Sultan I. Mahmut’a ait olması gereken bir fermanda, padişahın izni olmadan hiç kimsenin Limonos Manastırı ile ilgili karar alamayacağı ve yaptırım uygulayamayacağı yazıyordu. Padişah fermanı ile korunan manastır, Osmanlı dönemi boyunca önemli bir eğitim ve kültür merkezi olmuş.
Agios İgnatios’un Hücresi
Limonos Manastırının Kurucusu Aziz İgnatios’un Kilisesi
Adanın batısında bulunan Sigri, çok güzel denizi ve plajı olan bir yer. Sigri kalesi ise, Osmanlıların adada tamamen kendilerinin yaptıkları tek kale. Mytilini ve Molyvos’ta var olan kaleler sağlamlaştırılıp, elden geçirilmişken burada yepyeni bir kale yapılmış. Kare şeklinde, fazla büyük olmayan bu şirin kale, 1757 yılında, Sigri limanını korsanlardan korumak için yapılmış. Dört köşesinde kuleleri var. Biz gittiğimizde, kapıdaki demir parmaklıklı kapıda içeriye girmenin tehlikeli olduğu yazıyordu. Ancak biz, kapının aralık durmasından cesaret alarak girdik. Avlu, sararmış otlarla kaplıydı. İlk anda, pek görülecek bir şey varmış gibi gelmedi. Ama yukarıdan, duvarların tepesinden görünen manzara harikaydı…
Sigri Osmanlı Kalesi
O güzelim denize girmeden olmazdı. Deniz keyfi ve yine bol deniz ürünleri olan bir yemekten sonra, geceyi geçireceğimiz Skala Eresou’ya doğru yola çıktık. Ancak yol üstünde, hakkında okuduklarıma dayanarak, görmeyi çok istediğimiz bir yer vardı.
Plaj ve Sigri Kalesi
Günümüzden 20 milyon yıl önce, Kuzey Ege’de ve Midilli’de yoğun bir volkanik faaliyet olmuş. Bu sırada adadaki volkanik dağlardan püsküren volkanik çamur ve kül çok geniş bir alana yayılarak, adanın batısındaki tüm bitki örtüsünü ve ormanları kaplamış. Bunun sonuncunda, Taşlaşmış Orman oluşmuş. Taşlaşmış ağaç gövdelerinin yanı sıra kök, meyve, yaprak ve tohum fosillerinin bulunduğu ve koruma altında olan bu alan Sigri, Andisa ve Eresos köylerini ve Sigri’den kayık ile geçilebilen Nisiopi adacığının etrafını kapsıyor. Biz bu doğa harikası ile ilgili sadece, Sigri çıkışındaki Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi’ni ve bahçesindeki taşlaşmış ağaçları görebildik. Son derece iyi düzenlenmiş ve modern müzede sadece Midilli’ye ait değil, dünyanın hemen her köşesinden getirilmiş fosiller ve volkanik oluşumlar var. Sanıyorum bir köşesinden, hala ayakta duran ormanı ve 13,7 metre çevresi olduğu belirtilen dünyanın en geniş fosil ağacını görmek daha da heyecan verici olurdu.
Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi
Skala Eresou’ya günbatımından önce vardık. Şansımıza, Kadın Festivali için gelenlerin çoğu bir gün önce ayrıldığı için, kumsalın hemen üstündeki Sappho Hotel’de yer bulduk. Burada, yan yana dizili otel ve restoranların önünde, boylu boyunca giden deck insana Bozburun’u anımsatsa da, oradan farklı olarak, Skala Eresou’da aşağı inebileceğiniz bir kumsal var. Akşam, bu deck’in üzerinde, en sonda bulunan Blue Sardine’de çok güzel bir akşam yemeği yedik.
Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi
Skala Eresou’da kalmak, burada kendilerini son derece özgür hisseden lezbiyenlerle birlikte olmak açısından değişik bir deneyim. Laf atan, sizi içki içmeye davet eden ama, kesinlikle rahatsız etmeyen kadınlara hazırlıklı olmalısınız. Başta köy halkı olmak üzere, burada heteroseksüel çiftler de kalıyor olmasına rağmen, gelen yabancıların çoğunluğu kadın çiftler. Bu anlamda, azınlıkta olmanın ne anlama geldiğini de algılıyor insan. Benzer bir deneyimi otuz yıl önce, o zamanlar gay çiftlerin gözde kaçamak yeri olan, Amerika’daki Province Town’da yaşamıştım.
Skala Eresou
Skala Eresou’da Gün Batımı
Dionysos Restaurant- Skala Kallonis
Son günümüzde, akşamüzeri saat 18’de Mytilini’den kalkacak katamarana yetişmemiz gerekiyordu. Buna karşın, sabah kahvaltısı sonrasında Skala Eresou’nun serin mavi sularında yüzecek vaktimiz oldu. Dönüş yolunda, Agra’dan geçerek, Kalonis Körfezi’ne ulaştık. sahil boyunca, Parakila üzerinden kuzeye yöneldik. Skala Kallonis’de kumsaldaki Dionysos Restaurant’da güzel bir öğlen yemeği yedik. Adadan ayrılmadan önce görmek istediğimiz son bir yer daha vardı.
Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi
Daha önce de geçtiğimiz, Agia Paraskevi mevkiinde bulunan Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi görülmeye değer bir yer. Piraeus Bank Vakfının katkıları ile düzenlenen müze, eski bir zeytinyağı imalathanesi. Burası zamanında kasabanın ortak üretim merkezi olması açısından da ilginç. Zeytinyağı üretiminin, kullanılan makinalarla birlikte, ayrıntılı olarak anlatıldığı daimi serginin dışında, iki tane de süreli sergi vardı. Bunlardan, 1910 İzmir doğumlu, Yunanlı agronomist Emmanouil Vathis’in bitki çizimlerinden oluşan sergi özellikle çok ilgimi çekti.
Emmanouil Vathis’in Çizimleri
Böylece, Midilli gezimizin sonuna geldik. Az zamanda çok yer gördük. Aklımızın kaldığı, gidemediğimiz çok yer oldu ama, adanın genel bir tadına vardık ve ben bu tadı çok sevdim doğrusu.
(1)- Bazı Hristiyan mezheplerinde ve Musevilerde gelin tarafının evlenirken damada verdiği para veya mal.
(2)- Orfeus, ölüler dünyası tanrısı Hades’in sözünü dinlemeyip, eşi Eurydike’yi kurtarırken ardına baktığı için, eşinin sonsuza kadar ölüler dünyasında kalmasına sebep olur. Buna sinirlenen Trakyalı Maenadlar tarafından parçalanır. Kafası ve liri nehre atılır. Ege denizine ulaşan Orfeus’un kafası ve liri, Midilli adasında sahile vurur. Bu şekilde, lirik şiir geleneği de Midilli’ye gelmiş olur. Orfeus efsanesinin tamamı için mitoloji kaynaklarına bakabilirsiniz.
(3)- Lesbian kelimesi aynı zamanda Lesbos’lu, yani Midilli’li demek oluyor.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
İlkokul dördüncü sınıfa yeni başlamıştım diye hatırlıyorum… Bir gün babam bana bir kitap verdi.
– Al bak, sen artık böyle kitaplar okuyabilirsin, dedi.
Krem rengi ile uçuk kayısı renginin birlikte kullanıldığı bir kapağı vardı. O güne kadar okuduğum kitapların kapaklarında olduğu gibi üstünde resim yoktu. Kapakta,
SAİT FAİK ABASIYANIK
Hikayeler
yazıyordu. O zamanlar Türk Dil Kurumu henüz öykü kelimesini dolaşıma sokmamıştı.
Kapağını açıp, karıştırmaya başladım. İçinde, bana biraz fazla kısa görünen hikayeler vardı gerçekten de. İlkinin adını bugün gibi hatırlıyorum… Semaver…
Okumaya başladım…
Ben hiçbir şey anlamadım. Bu nasıl hikaye böyle? Bir kere, bir varmış bir yokmuş diye başlamıyor. Ali isminde genç bir adamı annesi, “ezan okunuyor” diyerek, kaldırıyor. Ali fabrikada çalışıyormuş. Kızarmış ekmek ve semaverde demlenen çay ile kahvaltı yapıyorlar. Ali’nin aklından, ıstırap, grev, patron gibi anlamadığım şeyler geçiyor. Sonra, daha doğru dürüst bir olay olmadan, Ali’nin annesi ölüyor. Ali o gün işe gitmiyor. Ondan sonra, Ali salep satmaya başlıyor.
– Baba, ben bu hikayeden bir şey anlamadım. Ne başı belli ne de sonu….
– Sen okumaya devam et kızım. Sait Faik’i okudukça sevecek, bambaşka insanlar, dünyalar tanıyacaksın. O, müthiş bir hikaye ustasıdır…
Başta epeyce sıkılarak da olsa, babamın sözünü dinledim. Yıllar boyu Sait Faik okumaya devam ettim. Okudukça yazdıklarını, onun o özgür ruhunu, başını alıp gitmelerini sevmeye başladım. Sadece Ali’nin, Ahmet’in, Mehmet’in değil, Ermeni Mercan Ustanın, Barba Apostol’un, Hristos’un dünyalarından insan sevgisi ile dolu bir şekilde söz etmesinden duygulandım. Böylesine zengin bir din ve kültür mozaiği barındıran bir şehirde yaşadıkları için İstanbullulara imrendim.
Sonra anladım ki, Sait Faik’in öykülerine sadece tek tek değil, kocaman bir öykünün parçası olarak bakmak gerekiyor. İçinde isimlerini hiç duymadığım semtlerin, Adaların, çeşitli mesleklere sahip, farklı kültürlerden, sosyal sınıflardan insanların, bir de yazarın kendisinin yer aldığı koca bir İstanbul öyküsü… Dini inancı ve sosyal sınıfı ne olursa olsun, tüm insanlara, uçan kuşa, martıya, balığa, kediye, köpeğe, denize, çimenlere, ağaca, kısacası tüm doğaya müthiş bir sevgi ve duyarlılıkla bakan bir yazarın yazdığı bir öykü…
Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldıktan sonra, dünyada İstanbul’u anlatan yazar olarak tanıtıldı ya da tanındı. Nobel Edebiyat Ödülünü almak geniş kitlelere ulaşmak açısından elbette çok önemli. Ama, Batılı okurlar ve özellikle Türk edebiyatı düşkünleri, Prof. Talat Halman’ın nefis İngilizce çevirileri ile Sait Faik ve onun İstanbul’u ile çok daha önceden tanışmışlardı. Şimdilerde, Orhan Pamuk’un kitaplarını da çeviren, Maureen Freely Sait Faik eserlerini İngilizceye çevirmeye devam ediyor.
Burgazada Cami (1953)
İstanbul’un Adalar’ını çok severim. Özellikle de Sait Faik’in adasını, Burgaz’ı… Yaz aylarında çok sıcak ve çok kalabalık olduğu için de, en çok ilkbahar ve sonbaharda hoşuma gider oraya gitmek. Havanın ne çok sıcak ne de soğuk olduğu, ama güneşin pırıl pırıl parladığı günlerde… Ormanı, Sait Faik’in bir çok öyküsünde geçen Kalpazankaya’yı, ara sokaklarda dolaşmayı hep sevmişimdir. Bana sanki Sait Faik, başında arkaya doğru ittiği şapkası ile bir köşeden çıkacakmış gibi gelir.
Burgaz Evleri ve Sokakları
İstanbul’a taşındıktan sonra uzun yıllar Burgaz’a yılda birkaç kez gittik. Bir aralar ilkbaharda, Kalpazankaya’da Sait Faik’i anma günü yapılırdı. O zamanlar, kır gazinosundan hallice olan işletmede sevenleri toplanırdı. Doyulmaz manzaraya karşı konuşmalar yapılır, öykülerinden parçalar okunurdu. Hala yapılıyor mu, bilmiyorum.
Kalpazankaya Yolunda…
O yıllarda, bir keresinde Sait Faik’in evini de gezmek istedik. Kilisenin karşısındaki beyaz boyalı ahşap eve gittiğimizde çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ev ve bahçe pek bakımlı görünmüyordu. Bahçe kapısından içeri girebilmek için zili uzun uzun çalmak zorunda kaldık. Evin bir yerinden çocuk bağrışmaları ve gürültü patırtı geliyordu. Sonunda, bir adam gelip kapıyı açtı. Evi gezmek istediğimizi söylediğimizde, yarım ağız buyur etti. Sanki huzurunu kaçırmıştık. Buranın bekçisi olduğunu, karşılığında ailesi ile birlikte burada kaldıklarını söyledi.
İçerisi beni daha da üzdü. Evin ve Sait Faik’in kişisel eşyaları gelişi güzel sergilenmişti. Her yer toz içindeydi. Bakımsızlıktan çoğu şey yıpranmıştı. En önemlisi, Sait Faik’in el yazmaları, notları ve giysileri güneş ışığına karşı hiç bir koruma olmadan sağa sola konmuştu. Annesi tarafından, müze yapılması için, Darüşşafaka’ya bağışlanmış olan evin hali içler acısıydı…
Kalpazankaya’ya Giderken Kınalı Ada Manzarası
2003 yılında Burgazada’da çok büyük bir yangın çıktı. Yanlış hatırlamıyorsam, piknik alanında çıkan yangın, kuvvetli rüzgarın etkisi ile yayıldı ve büyük güçlükle söndürülebildi. Televizyonda ve gazetelerde gördüğüm, duman tüten ağaçlarla birlikte ormandan geriye kalanların görüntüsü nedeniyle, uzun yıllar bir daha Burgaz’a ayak basmadım. Ta ki, geçen seneye, bir arkadaşım, dikilen ağaçların büyüdüğünü ve adanın tekrar yeşillendiğini söyleyene kadar…
Geçen sene, güzel bir ilkbahar günü Burgaz’a gittik. Nasıl da özlemişim… Hemen önündeki Kaşık Adası’nı, sakin sokaklarını, evlerini, Kalpazankaya’ya giden ağaçlıklı yolu, orada soğuk bira eşliğinde kroket, kalamar ve balık yemeyi… Harika bir gün olmuştu.
Burgaz’dan Kaşık Adası Manzarası
Sait Faik Müzesi’nin çağdaş müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlendiğini duymuş ve çok sevinmiştim. Ancak, geçen sene gittiğimiz zaman müzenin kapalı olduğu günlerden birine denk gelmiştik. (Müze, Pazartesi ve Salı günleri dışında her gün, saat 10:30-17:00 arasında gezilebiliyor.) Çayır Sokak No: 15’te, kiliseye bakan evi sadece dışarıdan görebildik. Kısmet, bu sene görmekmiş…
Bu sene Burgazada’ya, en gitmem dediğim mevsimde, yazın en sıcak günlerinde, hem de çok kısa aralıkla iki kere, iki farklı arkadaşımla gittim. Ayrıca, her iki seferinde de Sait Faik’in evini gezdim.
İlk gidişimde, Bostancı’daki Adalar motor iskelesindeki kalabalığı görünce, ne yalan söyleyeyim, başta epeyce moralim bozuldu. İtiş, kakış, ağlayan çocuklar, çocuklara kızan anneler, plaj çantaları, piknik sepetleri… Hafta arası olmasına rağmen… Kınalı-Burgaz motoruna bindik. Sonra, mucizevi bir şey oldu. Tüm plaj ve piknik sevenler Kınalı Ada’da indi. Motorda üç beş kişi kaldık.
Burgaz’a yanaştığımızda buranın da çok tenha olduğunu gördük. Anlaşılan, deniz ve piknik için gidenler Kınalı ve Heybeli’yi, Arap turistler ise, Büyükada’yı tercih ediyorlar. Burgaz, o çok sevdiğim rehaveti ve kedileri ile bizi karşıladı…
Aya Yani Kilisesi
Sait Faik’in evi, sahilden biraz yukarıda, Ortodoks Aya Yani Kilisesi’ne bakan, beyaz boyalı ahşap bir bina. Oldukça geniş bir de bahçesi var. Bu kez, müzeye girer girmez mutlu oldum. Belli ki, sorumluluk sahibi birileri buraya el atmış ve Sait Faik’in anısına yaraşır bir müze yaratmış. Eşyalar elden geçirilmiş, koltukların yüzleri döneme uygun bir şekilde yenilenmiş, el yazmaları, belgeler ve kitaplar güneş görmeyecek şekilde, uygun camekanlarda ve camlı kitaplıklarda koruma altına alınmış. Girişten itibaren tüm odalara ve camekanlara ayrıntılı açıklamalar konmuş.
Sait Faik Müzesi
Müzenin yeni halini görmek beni o kadar sevindirdi ki, kendimi tutamayıp, girişteki güvenlik görevlisine müze ile ilgili övgüler sıraladım. Etrafta daha yetkili birisini görsem, daha da uzun boylu konuşurdum herhalde. Epeyce genç olan ve büyük olasılıkla müzenin eski halini bilmeyen adamcağız şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Öylece, yüzüme bakakaldı…
Bahçe Kapısından Girince Sait Faik Sizi Karşılıyor…
Sait Faik, 18 Kasım 1906 yılında Adapazarı’nda doğmuş. Babası Kurtuluş Savaşı sırasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde çalışmış. Hatta savaş yıllarında bir sene de Adapazarı Belediye Başkanlığını yürütmüş. Hizmetlerinden dolayı, daha sonra kendisine beyaz kurdeleli İstiklal Madalyası verilmiş. Aile 1920 yılında İstanbul’a taşınmış ve Mehmet Faik bey kereste ticareti ile uğraşmaya başlamış.
Yazarın Babası Mehmet Faik Bey
Sait Faik’in esas yakın olduğu kişi her zaman annesi olmuş. Babası gibi, Adapazarılı bir aileden gelen Makbule Hanım, oğlunun ince ruhunu, özgürlüğüne düşkünlüğünü ve en önemlisi, yeteneğini anlamış ve destek olmuş. 1955’ten itibaren Sait Faik Hikaye Armağanı verilmesini de, vasiyet ederek evinin müze olmasını da sağlayan o olmuş. Makbule Hanım, Sait Faik’in 11 Mayıs 1954 yılında ölümünden sonra, Burgaz’daki evinde inzivaya çekilmiş. 22 Ocak 1963 yılında vefat etmiş. Evini, eşyalarını ve Sait Faik’in kitaplarının yayın haklarını Darüşşafaka’ya bırakmış. Sait Faik’in öyküleri yıllar içinde çeşitli yayın evleri tarafından basılmış. Bizim gençliğimizde bu kitapları Bilgi Yayınevi basardı. Şimdilerde, İş Bankası Yayınları olarak basılıyorlar. Satılan her kitap Darüşşafaka’ya bir katkı oluyor aynı zamanda. Makbule hanımın müze ile ilgili bir vasiyeti de, buranın ücretsiz olması olmuş. Gençlerin buraya rahatça gelip, yazarın dünyasını solumalarını, burada vakit geçirmelerini istemiş. Her iki gidişimde de müzeyi gezen çok sayıda genç görmek çok güzeldi…
Yazarın Annesi Makbule Hanım
Sait Faik Annesi ile Birlikte
Abasıyanık ailesi 1924 yılından itibaren yaz aylarını Burgaz’da geçirmeye başlamış. Ancak, günümüzde müze olan köşkü 1938 yılında, evin ilk sahibi olan Dr. Spanudis’ten satın almışlar. Köşkün ilk yıllarından kalan ve Dr. Spanudis’in hediyesi olan tablo, giriş katındaki salonda sergileniyor.
Dr. Spanudis’in Hediyesi Olan Tablo (Aslı restorasyonda imiş)
Evde, iki tane normal, bir de çatı katı var. Giriş katında, salon ve yemek odası, üst katta yatak odaları. Eşyalı olmayan odalarda, Sait Faik’in özel eşyaları, fotoğrafları, el yazmaları, kitapları ve kişisel belgeleri sergileniyor. Tatlı tatlı gıcırdayan ahşap döşemeler ve merdivenler, panjurları kapalı odaların loşluğu, arka odalarda pencerelere hafifçe değen ağaç dallarının içeri vuran gölgesi, hepsi bana Sait Faik’in yazmak için buraya sığınmaktan nasıl keyif almış olabileceğini düşündürdü. Çünkü, bir ara okumak için yurtdışına gitse de, dönüşte türlü türlü işlerin dışında bir ara babasının işinde çalışmaya çabalasa da, onun için yazmak hep birincil olmuş. İstanbul’u, Adalar’ı, Burgaz’ı ve en çok da insanları yazmak… Düşünmüş ki, yazmasa…
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
(Haritada Bir Nokta adlı öyküden)
Salon
Yemek Odası
Çatı katının bir bölümünde Sait Faik’in balıkçılık malzemeleri sergileniyor. Oltası, sepeti, Ara Güler’in o ünlü fotoğrafındaki şapkası. (Eskiden, toz içinde duvarda asılı duran şapkanın yeni düzenlemede bir camekanın içinde korumaya alınmış olması beni sevindirdi.) Balıklar ve balıkçılarla ilgili öyküleri, Sait Faik’in denizi ve barındırdığı yaşamı ne kadar sevdiğinin en güzel göstergesi. Hepsi insanın yüreğine değen öyküler… Hele o, Sinarit Baba öyküsü…
Sait Faik’in Yatak Odası
Çatı katındaki diğer odada ise, yazarın çeşitli kişilere yazdığı mektuplar, yurtdışından gönderdiği kartpostallar ve başka yazışmalar, çok güzel bir şekilde sergileniyor. Belli ki, bunlar sadece bir seçki. Eminim, çok daha fazlası vardır. Belgelerin bir kısmı çekmecelerde, bir kısmı da kağıtların ön ve arka yüzleri okunabilecek şekilde düzenlenmiş. Bu odada, siz de Sait Faik’e hitaben bir mektup yazıp, bir kutuya atabiliyorsunuz. Gittiğim iki seferde de bunu yapan gençler vardı. Makbule Hanım, oğlunun gençler tarafından tanınmasını, bir yazar olarak unutulmamasını istemiş. Bu anlamda, vasiyetinin yerine geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
1953’te Tedavi İçin Paris’e Giderken Kullandığı Pasaport ve Uçak Bileti
Medarı Maişet Motoru Kitabının Müsveddeleri
Sait Faik Müzesi’ni gezmek insanı geçmiş zamanlara götürüyor. En az 60-70 yıl öncesine. Büyük olasılıkla, yaşam koşullarının çok daha zor olduğu dönemlere. Buna karşın, doğaya daha yakın, sade ve basit bir yaşam süren insanların, bizlerden çok daha mutlu olduğu yıllara. Öyle ya… Hangimiz ya da kaçımız, gençliğinden itibaren hastalıklarla boğuşan, sonra da 48 yaşında ölen Sait Faik gibi yaşamdan zevk alabiliyor? Adalar’ın ve İstanbul’un keyfine varıp, çayır çimenden, kuşlardan, balıklardan mutlu olabiliyor günümüzde?
Çatı Katında Harika Manzaraya Karşı
Balıkçılık Malzemeleri
Sait Faik’in Meşhur Şapkası
Bana öyle geliyor ki, Sait Faik’in başarısının nedenleri sadece onun gözlem yapma ve yazma yeteneği, duyarlılığı ya da doğa ve insan sevgisi değil. O, Haldun Taner’in çok güzel ifade ettiği gibi, kendisini olduğu gibi kabul edebilmiş bir insan. Olmadığı, olamayacağı bir insanmış gibi yaşamayı kabul etmemiş. Aslında hep dar gelirli ve sıradan insanları yazsa da, belli çevrelerde kabul görmek ya da dünyanın en saygın edebiyat ödülünü almak için, ağzında eğreti duracak siyasi söylemlere, yazılara gerek görmemiş…
“Sait Faik’i, Sait Faik yapan, bütün o yüksündüğü özellikleriydi. Aylaklığıydı. Okul kaçkını başıboşluğuydu. Hiçbir ciddi işi ucundan tutamayan gelgeçliğiydi. Sonunda kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki, toplumdaki hikayeci yerini, bilinçle aldı. Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu.
Disiplinli yazarlar gibi, muntazam çalışmıyordu, yazma işine asılmıyordu. Eserekli yaradılışına uyarak, durup dinlenip, bazen sadece yaşayıp, yazmayı unutarak, yazmaktan ekmek parası beklemeyerek, yazıyordu.”
(Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil-1983)
Sait Faik’in Uluslararası Mark Twain Derneğine Üyelik Belgesi
Şimdi hemen bazılarının, bunu yapabilmek için insanın varlıklı bir ailesinin ve Makbule Hanım gibi kendisini destekleyen bir annesinin olması gerektiğini söylediğini duyar gibi oluyorum… Doğru… Para kazanma kaygısının olmaması, Sait Faik için büyük bir avantaj olmuş. Ama, varsın olsun, bence… Benzer ayrıcalıklara sahip olup, hiçbir şey üretemeyen, yaratamayan, bir işe yaramaz onca insan aklıma gelince, varsın olsun diyorum…
Çatı Katında Yazarın Yazışmalarının Bulunduğu Bölüm
Sait Faik, sorumluluk ve gerçeklerden uzak bir alemde yaşamış gibi görünse de, bence aslında her şeyin farkında imiş. Gittikçe acımasızlaşan insanların, çirkinleşen dünyanın ve yok edilen doğanın fazlası ile bilincindeymiş. Öyküleri bu farkındalığın ip uçları ile dolu. İşte, Son Kuşlar öyküsünün son paragrafı…
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”
Günümüze Kadar Sait Faik Hikaye Ödülünü Kazanan Yazarlar ve Eserleri
Bu yaz Burgaz’da gitmekten mutlu olduğum bir diğer yer de, Adalar Cemevi (Çınarlık Sok. No:19) oldu. Bu zamana kadar Burgaz’da bir cemevi olduğunu bilmiyordum. Oysa, burası İstanbul’daki en eski cemevlerinden biriymiş. Kendisi de Alevi olan sevgili arkadaşım götürdü beni oraya. Yeşillikler içindeki bahçesinde içtiğiniz her çay, yediğiniz içtiğiniz her şey, cemevine bir katkı oluyor aynı zamanda. Sonradan bulup okuduğum bir söyleşide (1), Adalar Cemevi Başkanı Zeki Kaya şöyle demiş:
“Burgazada’da kilisesi, havrası, cemevi ve camisiyle dört tane dini inanç bir arada yaşıyor. Irk, din, mezhep ayrımı olmadan herkes iç içe yaşıyor. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Türkler, Kürtler, hepsi bizim cemevi bahçesinde bir araya geliyor. Onlar buraya geliyor ben de onların ibadet yerlerine gidiyorum. Bu çok güzel bir duygu. Farklı inançlarla yan yana yaşamak mutluluk verici.”
Ne mutlu, ne güzel… Sevgili Sait Faik’in adasına da bu yakışır doğrusu…
Adalar Cemevi’nin Önündeki Çınarın Yaşı 600’den Fazla…
Sabah, Bostancı’dan Adalar’a doğru giderken güzeldi de, dönüşte motordan görülen manzara içimi dağladı. Birbiriyle uyumsuz binalarla dolu, betonlaşmış bir kara parçası. Bir zamanların yemyeşil Dragos Tepesi, orada oturan arkadaşlarımızı ziyarete gittiğimiz zaman kendimizi ormanın kıyısında hissettiğimiz Yakacık… Hepsi beton canavarı tarafından öğütülmüş… Kalan yeşillikler ise, insanı daha da fazla hüzünlendiriyor.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Dostu Sait Faik’e Hediye Ettiği Testi ve Baskı Tablo
İçler acısı manzara bana Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir şiirini anımsattı. Yanlış anlaşılmasın. Öyle, şiirleri hatırlayıp ezberden okuyabilme gibi bir yeteneğim hiçbir zaman olmadı. Eve gelince, bulup tekrar okudum. Bedri Rahmi de , dostu Sait Faik gibi, nasıl da görmüş her şeyi yetmiş yıl öncesinden…
Şehirdekilere Gazel
Onlara çiçek götürmiyelim
Kolonya sürünsünler
Taylarımızı, sıpalarımızı anlatmak için,
Nefes tüketmiyelim;
Tahtadan atları var binsinler..
Söğüt dallarına bıçak vuranların
Tavşanlara saman dolduranların elleri kırılsın
Onların çeşit çeşit oyuncakları var
Gemileri var uçsuz bucaksız,
Oyunları var hadsiz hesapsız.
Ahhh, arı daha iyi saklayabilse balını
Başak tanelerini inkar edebilse
Kuyu dikip başına lâhzada tüketse kendi suyunu
Ağaç meyvalarını yiyebilse.
Su çevirmesin değirmen taşını
Rüzgar doldurmasın yelkenlerini
Irmak taşımasın kirlerini
Toprak örtmez olsun ellerini
Ne günleri varsa görsünler
Aslını ararsan
Toprağa sadece ölülerini gömüp
Bir defacık olsun yalınayak basmadılar
Karış karış yarıldı bahçelerimiz kırk yerinden
Kulak asmadılar
Suyu alıp götürdüler
İçip içip tükürdüler
Üstüne üstelik
Bize acımasını bildiler
Biz de onlara acıyalım..
Bundan epeyce zaman önce bir gün, Beyoğlu’nun Tünel taraflarındaki arka sokaklarında yürürken birden, içten gelen bir dürtü ile başımı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz gördüm onu… Bina, büyük olasılıkla on dokuzuncu yüzyıldan kalma idi. Belki de yirminci yüzyıl başından. Zamanında güzel ve heybetli olduğu anlaşılıyordu ama artık, epeyce yıpranmış, hava kirliliğinden, isten, pastan simsiyah olmuştu. Yine de, ana kapının üstündeki işaret tereddüde yer bırakmayacak kadar açık seçikti. Işık saçan üçgenin içindeki göz bana bakıyordu… Ürperdiğimi hatırlıyorum…
Masonlukla ilgili simgeler arasında belki de en yaygın olarak bilinen ışık saçan üçgen içindeki gözü daha sonra, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde, tekrar görmüştüm. Bunların bazıları çok işlek caddelerde idi. İnsanlar pek farkında değil gibiydiler. Ben bakakalırken, onlar yürüyüp gidiyorlardı. Belki de önemsemiyorlardı. Ne de olsa, Masonlukla ilgili algı her ülkede bizde olduğu gibi değil. Bir de sonradan anladım ki, binaların üzerindeki bu ve benzeri Masonik simgeler mutlaka o binada bir Mason locası olduğu anlamına gelmiyor. Kimi zaman sahibinin, kimi zaman da yapan mimarın Mason olduğunu ifade etmek için konmuş olabiliyor.
Barselona, Mason simgeleri ile dopdolu bir şehir. Belki de Masonluk konusunda bu kadar çok, gizli ya da açık, sembol olan bir başka şehir yoktur. Bunu fark etmem konusunda en önemli etken, Barselona’ya gitmeden önce edindiğim bir kitap oldu. Kitap, şehir ile ilgili başka pek çok ayrıntı dışında, bu konuda ilginç bilgiler ve adresler veriyordu. Ben de, kaldığımız sekiz gün boyunca şehirde gezerken, bir yandan da belirtilen işaretleri izlemeye çalıştım. Kimi açık seçik bir şekilde ortada idi. Kimisini arayıp, bulmak vakit aldı. Eminim, daha birçok benzer işaret vardır.
Az bildiğim ya da doğrulayamadığım konularda bilgi vermekten, ukalalık taslamaktan korkarım. Öyle bir konuma asla düşmek istemem. Konu Masonluk olunca durumun, konunun özü itibariyle, daha da hassas ve benim için doğrulanması zor olduğu bir gerçek. Bu nedenle, Barselona’da gördüğüm söz konusu işaretleri, Masonik anlamlarına girmeden, sadece belirtmekle yetineceğim. Bu sembollerin ne anlama geldiğini merak edenler için internette, Türkçe ve yabancı dillerde, birçok site var. Arzu edenler buralara bakabilir. Bilenler zaten biliyordur…
Barselona’nın Masonluk ile ilişkisi yüzyıllar öncesine, onun dayandığı temel olarak kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin şehir ile tarihsel bağlarına dayanıyor. Bunu öğrenmek, şehirdeki çok sayıda Mason izlerini anlaşılır kılıyor. Her ne kadar Masonluğun İspanya’ya Napolyon döneminde geldiği belirtilse de, belli ki bu tarihsel temel yayılmasında ve benimsenmesinde önemli rol oynamış. Günümüzde, İspanya’da en fazla sayıda (1500’ün üzerinde) Masonun Barselona’da yaşadığı belirtiliyor.
Tapınak Şövalyeleri’ni ilk olarak, Umberto Eco’nun unutamadığım kitabı, Gülün Adı ile öğrendim. O dönem, beni kitaptan sonra müthiş bir hayal kırıklığına uğratan film henüz çekilmemişti. Herkesin elinde Şadan Karadeniz’in çevirdiği kitap vardı. Bu son derece akıcı ve heyecan dolu kitabın kalın olmasından ve arkasındaki açıklamalardan ürkenler ise, film çevrildikten sonra kitabı kendileri de okumuş gibi yapmaya kalktılar. Sonuç çok patetik olmuştu çünkü, film kitabın hem çok kısaltılmış hem de epeyce değiştirilmiş bir haliydi…
Gülün Adı kitabını ben İngilizce olarak okumayı tercih etmiştim. Bu da okuyucunun daha çok çaba göstermesini gerektiriyordu çünkü, Türkçe çevirisinde olduğu gibi ayrıntılı ek bilgiler ve açıklamalar içermiyordu. Şadan Karadeniz bence okura büyük bir destek sağlamıştı. Belki de, Türk okurun bu çabayı göstermeye yanaşmayıp, kitaptan mahrum kalmasına gönlü razı olmamıştı. Durum bu olunca, kitapta geçen tüm tarihsel kişilerin, grupların ve olayların arka yüzünü benim araştırıp, bulmam gerekmişti. Bu süreç günümüzde, büyük bir iş gibi görünmeyebilir ama, otuz küsur yıl öncesinden söz ediyorum. İnternetin henüz olmadığı, bilgiye iki tuş tıkırdatarak erişilemeyen zamanlardan… Yani, bir şeyi öğrenmek için ansiklopedi ya da kaynak kitaplara dalmayı gerektiren, “internet öncesi” çağlardan… Ancak, araştırma kısmı en az kitabın kendisi kadar keyifli olmuştu benim için. Tapınak Şövalyeleri Eco’nun Foucault’nun Sarkacı kitabında tekrar karşıma çıktığı zaman, konuya artık çok daha aşina idim.
Tapınak Şövalyeleri, 1119 yılının Noel günü, Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde kurulmuş bir tarikat. Kendilerine karargah olarak, Hz. Süleyman’ın iki bin yıl önce yaptırdığı ünlü Kutsal Tapınağı seçen ve ismini buradan alan bu savaşçı şövalyeler, o dönemde Kutsal Topraklara hacca giden hacıları ve kutsal mekanları koruma görevini üstlenmiş. Üzerinde kırmızı bir haç olan bembeyaz tunikleri ile Tapınak Şövalyeleri, özel hayatlarında son derece sade ve tutumlu olmalarına karşın, yıllar içinde, Avrupa’nın hükümdarlarından ve zenginlerinden aldıkları mal, mülk ve para bağışları ile çok zenginleşmişler. Giderek, Londra ve Paris’ten Orta Doğu’ya kadar uzanan, büyük bir mali güç haline gelmişler. Belki de bu nedenden ötürü, Tapınak Şövalyeleri’nin sonunu getiren, savaştıkları Müslümanlar değil, Papa’nın da onayı ile, Hristiyanlar olmuş. Kafirlik, puta tapınma, büyücülük, eşcinsellik gibi suçlamalarla karşı karşıya kalıp, öldürülmüşler. Topraklarına ve mallarına el konmuş. Son olarak, 1314 yılında son Büyük Üstatları yakılarak, öldürülmüş.
Tapınak Şövalyelerine indirilen darbenin üzerinden 700 küsur yıl geçmesine rağmen, hem kendileri hem de yok edilişleri ile ilgili esrar perdesi hala ilgi çekiyor. Bu konuda pek çok kitap yazılıyor, film çekiliyor. Hatta, son yıllarda video oyunları bile yapılmış. Bazı uzmanlara göre, onların Doğu’da uzun süre kalmaları, Kabala ile, gizli bilgi ve güçlerle temas etmelerine yol açmış. Hz. Süleyman’ın Tapınağının altını kazıp kazmadıkları, burada “Kutsal Kâse”yi, Hz. İsa ve onun bırakmış olabileceği bir mesaj ile ilgili şeyler bulup bulmadıkları hala belli çevreleri meşgul ediyor. Bir başka konu da, onları koruması gereken Papa’nın niçin, Fransa Kralının tarikatı yok etme taleplerine sesini çıkarmadığı ile ilgili. Onların gerçekten suçlu olduklarına inandığı için mi, yoksa onlara ihanet ettiği için mi? 2007 yılında Vatikan’a ait Gizli Arşivde bulunan bir belge, Papa’nın Tapınak Şövalyelerinin suçsuz olduğunu bildiğini ve onlara ihanet ettiğini ortaya koymuş. 1308 tarihli bu belgede, Papa adına şövalyeleri sorgulayan üst düzey Vatikan temsilcilerinin onları suçsuz bulduğu belirtiliyormuş.
Büyük Üstat, Jacques de Molay’ın 1314 yılında Paris’te yakılmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri değişik ülkelerde, değişik isimler altında varlıklarını sürdürmüşler. Farklı topluluklar kökenlerinin bu şövalyelere dayandığını iddia etmiş. Bu arada Masonlar da, özellikle Hz. Süleyman’ın Tapınağı ile ilgili sırların ve bilgilerin, Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla, kendilerine geçtiğine inanmışlar.
İspanya, İber yarımadasının Araplardan kurtarılması için verilen uzun mücadeleye katkılarından dolayı, Tapınak Şövalyelerine daima kucak açmış. Öyle ki, tarikat üyeleri Fransa’da kafirlik ve diğer suçlardan suçlu bulunurken, Papa’nın baskısı ile Aragon’da yapılan duruşmalarda, Kralın etkisi ile, suçsuz ilan edilmişler. Ayrıca, Kral II. Jaume (James) Tapınak Şövalyelerinin Aragon ve Valensiya’daki arazi ve mallarının, Papa’nın istediği şekilde, Hospitaller tarikatına devredilmesine karşı çıkmış. Onun yerine, tüm malları, Papa’yı ikna ederek kurduğu Montesa tarikatına devrettirerek, Tapınak Şövalyelerinin başka bir ad altında birkaç asır daha varlıklarını sürdürmelerini sağlamış. Böylelikle, Tapınak Şövalyeleri sınırları Araplara karşı korumaya devam etmiş ve 1492 yılında kesin zaferin kazanılmasında da büyük rol oynamışlar.
Barselona, Tapınak Şövalyeleri için daima önemli bir şehir olmuş. Liman kontrolünü ellerinde tutmaları onların hem Kutsal Topraklarla hem de diğer Akdeniz bölgeleri ile yakın ilişkide olmalarına olanak sağlamış. Giderek, çok da zenginleşmişler. Günümüzde, şehrin eski bölgesinde onların izleri hala var. Belli bir bölgedeki, Carrer dels Templers, Carrer del Palau gibi sokak isimleri daha önce burada bulunan, tarikata ait manastır, mezarlık ve malikâneleri çağrıştırır nitelikte. Şövalyelerin bir dönem, şehrin Yahudi bölgesi El Call tarafında da çok sayıda mal ve mülkü varmış. Varlıklarını buralara yayarak, Yahudileri kontrol altında tutmayı da hedeflemişler.
Carrer del Timo, 3 adresinde, şu anda demir parmaklık ile kapatılmış kısa bir çıkmaz sokağın sonunda, tuğla örülmüş bir kapı var. Buranın, 1859 yılında şehir genişletilirken yıkılan, Tapınak Şövalyelerine ait karargah ve manastırdan geriye kalan tek kalıntı olduğu belirtiliyor. Bu kapı, Kralın izni ile yapılmış özel bir geçite açılırmış ve buradan Romalılardan kalan surların Regomir’deki kapısına ulaşılırmış. Bir görevleri de şehri korumak olan Tapınak Şövalyelerinin Barselona’daki yerleşim bölgelerinin surların dibinde olması doğal.
Tapınak Şövalyeleri’nin Karargahından Kalan Kapı.
Tapınak Şövalyeleri’nin, karargahlarının avlusundan doğrudan girebildikleri bir de kiliseleri varmış. 1246 yılında, Piskoposun özel izni ile inşa edilen bu kilise şimdi, bir başka kilisenin bir parçası olarak, Carrer d’Ataulf, 4 adresinde bulunuyor. Biz bu kiliseyi, biraz aradıktan sonra bulduk. Ancak, kapalı olduğu için, sadece dışarıdan görebildik. Okuduğuma göre, 1312 yılında Papa Clement V Tapınak Şövalyeleri tarikatını lav edince, şehirdeki tarikata ait tüm kiliselerin çanları kırılmış. Bir tek bu kilisenin çanına dokunulmamış. Bunun nedeninin, kapının üstünde yazılı olan Domus Dei et Porta Coelis (Tanrının Evi ve Cennetin Kapısı) ibaresi olabileceği belirtiliyor.
Tapınak Şövalyeleri’nin Kilisesi
Bir önceki yazımda sözünü ettiğim Frederic Mares Müzesi’nin bodrum katında, Tapınak Şövalyeleri’nden kalmış bir başka kalıntıya daha rastladık. Burada, tarikatın Carrer dels Templers, 1 numaradaki, çoktan yok olmuş, bir yerleşim yerinin kapısını gördük.
Carrer dels Templers 1 Adresinin Kapısı-Frederic Mares Müzesi
Daha önce belirttiğim gibi, Tapınak Şövalyeleri ile tarihsel bağları olan Barselona’da Masonluğun kabul görmesi ve yayılması çok zor olmamış. Napolyon’un ordusu 1808 yılında İspanya’yı fethettiği zaman, ülkede çeşitli localar hemen faaliyete geçmişler. Napolyon’un İspanya Kralı yaptığı kardeşi Joseph Bonapart’ın o sırada Fransız Masonlarının Hâkim Büyük Genel Müfettiş’i olması da bu konuda önemli bir etken olmuş.
İspanya’nın tamamı ile birlikte, Barselona’da da Masonluk çok hızlı yayılmış. O dönem, şehrin yönetici sınıfından ve zengin ailelerinden pek çok kişi Mason localarına katılmış. Sadece bununla da kalmamış. Müzisyenlerin, sanatçıların ve mimarların arasında da Masonluk yaygınlaşmış. Özellikle mimarların bazıları, eserlerine Masonlukla ilgili işaretleri koymayı da ihmal etmemişler.
Park Güell
Barselona denilince ilk akla gelen mimar olan Gaudi’nin de Mason olduğu konusunda kuvvetli iddialar bulunuyor. Bir kesim bu olasılığı reddetse de, biyografisini yazan yazarların görüşü bu yönde olmuş. Özellikle, Carandell isimli yazar, ulaşabildiğini iddia ettiği İşçi Loca’sının kuruluş belgesinde Gaudi ve velinimeti Eusebi Güell’in isimlerinin olduğunu belirtmiş. Bu iddianın en kuvvetli kanıtı, Gaudi’nin Eusebi Güell’in isteği üzerine yaptığı Park Güell’in girişinde bulunuyor. Ana giriş olan Carrer d’Olot kapısının yakınında, parkı çevreleyen duvarın üzerinde, ALABA POR yazısı bulunuyor. Bu yazının LABOR PAA ifadesinin bir anagramı olduğu belirtiliyor (1). 1871 tarihli bir Mason el kitabına göre, PAA ( Principal Asamblea Auspiciada) “misafirhane” ya da “loca” demekmiş. Bu durumda, ALABA POR yazısı İşçi Loca’sını ifade ediyor. Ayrıca, parkı çevreleyen duvar boyunca on dört kere yazılı olan “Park” kelimesindeki “P” harfinin ortasındaki beş köşeli yıldızın, Masonlar tarafından sıklıkla kullanılan ezoterik sembol olduğu söyleniyor. Bir diğer nokta da, “Park” kelimesinin Katalanca olması gerektiği gibi “c” ile değil, İngilizcede olduğu gibi “k” ile yazılmış olması. Bunun da, Masonluğun ana vatanı İngiltere’ye bir gönderme olduğu düşünülüyor.
Gaudi ile ilgili bir başka iddia da, onun Masonluk derecesi ile ilgili. Kendisinin, otuz üç Mason derecesinden on sekizincisi olan, Güllü Haç Şövalyesi olduğu ve Sagrada Familia’da buna bir gönderme yaptığı belirtiliyor. Güllü Haç Şövalyesi derecesinin simgesi kabul edilen pelikanı Sagrada Familia’da hemen fark etmek mümkün değil. Hatta aşağıdan baktığınızda hiç görünmüyor. Oysa Gaudi onu, ünlü “Sonsuzluk Ağacı”nın hemen altına yerleştirmiş. Görebilmek için tam karşıdaki parktan bakmanız gerekiyor.
Sagrada Familia
Sonsuzluk Ağacının Altındaki Pelikan
Gaudi ile ilgili yazdığım yazımda, onun genç bir mimar olarak yaptığı sokak lambalarından söz etmiştim. Kendisi, Barselona Şehir Konseyi’nden bu siparişi mezun olmadan ve mimar Josep Fontserè ile çalışmaya başlamadan önce almış. Bir Mason olan Fontserè’nin, genç Gaudi’nin söz konusu siparişi alması konusunda etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Plaça Reial’deki lambaların (1879) konumunun iki önemli Mason Locasının arasında olmasının da, Gaudi’nin Masonluğu ile ilgili olduğu ifade ediliyor. Daha sonra yaptığı, Pla de Palau’daki lambaların (1890) üst kısmındaki birbirine sarılmış yılanlar ise, daha belirgin bir Masonik ifade olarak kabul ediliyor.
Gaudi’nin Lambaları-Plaça Reial
Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau
Parc de la Ciutadella, Barselona’nın turistler açısından önemli ziyaret mekanlarından birisi. Sadece turistler için değil, sandalla gezilebilen göleti, hayvanat bahçesi, portakal ve palmiye ağaçları ile birlikte, Barselonalılar için de boş vakitlerini geçirebilecekleri, hoş bir park. Burada bir zamanlar, 1715-1720 yılları arasında Felipe V tarafından yaptırılmış bir kale varmış. Bir dönem hapishane olarak da kullanılan kale, 1888 Dünya Fuarı için park haline getirilmek üzere, birkaç binası dışında, yıkılmış.
Yapımında birçok mimar ve sanatçının katkısı olan Ciutadella parkının odak noktası, hiç şüphesiz, kuzeydoğu yönünde bulunan görkemli çeşme ve önündeki yarım ay şeklindeki havuzu. Yapımına 1875 yılında başlanan bu çağlayanlı çeşmenin tasarımı, Josep Fontserè’e ait. Yukarda Mason olduğunu belirttiğim Fontserè, projesi ile açılan yarışmada birinci olunca, genç mimarlarla birlikte çalışmaya başlamış. Onlardan birisi olan Gaudi’ye ise, hepsinden daha fazla yaratıcılık ve katkı yapma olanağı tanımış.
Parc de la Ciutadella
Başta konumu olmak üzere, çağlayanlı havuzda pek çok özelliğin Masonik simgelere işaret ettiği kabul ediliyor. Bunlardan ilki, söz konusu anıt ve havuzun, tüm Mason locaları gibi, doğu-batı ekseninde yer alıyor olması. Onun dışında, üçüncü kat çağlayanın ardındaki mağara (maalesef günümüzde, Gaudi’nin planladığı gibi içine girip, akan suyu izleyemiyorsunuz) da Masonluğa gönderme olarak tanımlanıyor. Parkın diğer bir noktasındaki Plazoleta Aribau olarak adlandırılan terasta da yine Gaudi tarafından konmuş, taş kaide, beş köşeli yıldız, akasya ağacı gibi Masonlukta özel anlamı olan sembollere dikkat çekiliyor.
Parkın çevresindeki demir parmaklıkların da Gaudi’nin eseri olduğu biliniyor. Toplam 132 sütun ve 7 kapısı olan bu parmaklıkların üç adet ana kapısı bulunuyor. Bu kapılarda, büyük beyaz cam kürelerle korunan lambalar var. Üzerlerinde arması bulunan Kral Jaume, daha önce belirttiğim gibi, aynı zamanda, Masonların atası kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin koruyucusu.
Parc de la Ciutadella’nın Giriş Kapılarından Biri
Modernist mimarlardan Joan Rubió i Bellver, Gaudi’nin öğrencilerinden birisi. 1905 yılına kadar birlikte birçok projede çalışmışlar. Bunların arasında Gaudi’nin Sagrada Familia, Casa Batlló, Casa Calvet, Park Güell ve Mayorka Katedralinin restorasyonu gibi belli başlı eserleri de bulunuyor.
Pont del Bisbe
Barselona’nın gotik bölgesindeki ünlü ziyaret noktalarından birisi, Carrer del Bisbe, 1 adresindeki Pont del Bisbe (Piskoposun Köprüsü). Plaça de Sant Jaume’dan Katedrale doğru giderken altından geçeceğiniz bu neo-gotik tarzdaki köprü çok eski gözükse de, aslında 1928 yılında, mimar Joan Rubió i Bellver tarafından yapılmış. Köprü, Katalonya hükümet binası Palau de la Generalitat ile, hükümet başkanının resmi ikametgahı Casa dels Canonges’u birleştiriyor. Aslında Bellver’in arzusu, bu civarda gotik mimariden esinlenerek bir dizi bina yapmak imiş ancak, projesi Şehir Konseyi tarafından kabul edilmemiş. Sonunda, sadece bu köprüyü yapabilmiş.
Pont del Bisbe
Pont del Bisbe ile ilgili birçok efsane türetilmiş. Bunlardan biri, köprünün altından geri geri yürüyerek geçerseniz, dileğinizin gerçekleşmesi üzerine. Tüm bu söylentiler bir yana, aslında köprü başka yönlerden dikkat çekici. Gaudi gibi Mason olan Bellver, köprünün altına Masonlukla ilgili simgeler koymayı ihmal etmemiş. Çoğu insanın fark etmeden, hatta bakmadan geçip gittiği bu simgelerin bazılarını açık seçik görmek mümkün. Bunların başında, Masonluğa giriş törenine (Tekris Töreni) bir gönderme olan ağzında hançer ile bir kurukafa ve yine yaygın bir sembol olan akasya yaprakları var. İbis kuşu ve T (tau) harfleri belirtilen diğer semboller. Çevredeki duvarlarda da başka semboller var. Ancak ben, orada olduğu söylenen beyaz eldiveni bir türlü bulamadım. Eğer giderseniz, belki siz görebilirsiniz.
Pont del Bisbe’nin Altındaki Semboller
Barselona’da bir de Çikolata Müzesi (Museu de la Xocolata) var. Kakao ve çikolata, Güney Amerika ile tarihsel bağları nedeniyle, Barselona ile oldukça ilintili ürünler. Müze çok büyük olmamakla beraber, Güney Amerika’da kakao bitkisinin keşfinden başlayarak, Barselona’da icat edilmiş ilk çikolata makinalarını, çikolata ile ilgili gelenekleri, sıcak çikolata fincan ve cezvelerini kapsıyor. Ayrıca, her yıl pastacılar arasında yapılan, çikolatadan heykel yarışmasının ürünlerinden örnekler de var.
Çikolata müzesinin de içinde bulunduğu Sant Augusti Manastırı (Carrer del Comerç, 36), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tarihte birkaç kere yıkılıp, yeniden yapılmış. İç Savaş sırasında ağır hasar almış. Günümüzde, binanın kalan bölümlerinde bir sanat merkezi ve belediyeye ait ofisler bulunuyor. Manastır, Napolyon işgali sırasında kışla olarak kullanılmış. Binaya Mason sembolleri de o dönemde eklenmiş. Bunların bir kısmı zamanla kaybolmuş olsa da, kapı üstlerindeki gönye, pergel, akasya ağacı ve üç sütun işaretlerini açıkça görmek mümkün.
Sant Augusti Manastırı
Kaldığımız otele üç, dört dakikalık mesafede, Carrer de la Portaferrissa, 11 adresinde, kapı üstü alınlığında Mason sembolleri olan bir yapı vardı. Çok işlek olan bu sokakta da insanlar çoğunlukla, bu apaçık simgeleri fark etmeden yürüyüp, gidiyorlardı. Barselona’dan ayrılmadan çok kısa bir süre önce, bu kez elimde adres ile gittiğim zaman anladım ki, biz de birçok defa önünden geçmişiz. Oraya vardığım zaman, tesadüfen, yerli halktan birisi de arkadaşına o sembolleri gösteriyor ve açıklamalarda bulunuyordu.
Carrer de la Portaferrissa 11
Günümüzde bir öğrenci yurdu olan bu binanın on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında büyük olasılıkla bir Mason locasına ait olduğu belirtiliyor. Şehir Arşivlerindeki kayıtlara göre yapım izni 1867 yılında alınmış. Mimarı ise, Domingo Sitjas. İzin belgesinde kapı üstündeki heykellerin belirtilmemesi binanın, o dönem şiddetli bir şekilde anti-Mason tavır içinde olan kilisenin ve yönetimin dikkatinden kaçmasını sağlamış. Bu sayede, yıkılmaktan kurtulmuş.
Kapılarda Yıldız İşaretleri…
Kapının üstündeki heykel grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Masonluğa dair göndermelerle dolu. İki çocuk, aralarına yığılmış ve üstünde bir üçgen olan tuğlalara yaslanıyorlar. Sağdaki çocuk sağ eliyle üçgeni tutuyor. Sol elinde ise, iki tane cetvel var. Sol taraftaki, tuğla yığınına yaslanmış çocuğun sol elinde bir mala, sağ elinde bir pergel görülüyor.
Barselona’ya gidip de, yolu Plaça de Catalunya’dan geçmemiş kimse yoktur herhalde. Şehrin eski bölgesi Barri Gotic’ten Eixample’ye doğru giderken geçmeniz kuvvetle muhtemel, ünlü La Rambla’nın ucundaki geniş meydandır orası. Her daim fotoğraf ya da selfie çeken turistlerle dolu bir yer. Günün saatine göre, işe giderken ya da dönerken meydanı hızlı adımlarla arşınlayan Barselonalıları da görmek mümkün orada.
Plaça de Catalunya
Plaça de Catalunya’nın yapımı için, 1862 yılında Şehir Konseyi tarafından planlamalar başlamış. Ancak, araya giren 1888 Dünya Fuarı nedeniyle, çalışmalar 1889 yılında başlamış. Meydanın yapımı birkaç kere metro inşaatı gibi pratik ya da siyasi nedenlerle kesintiye uğramış. Bu kesintilerin sonucunda, meydanın bugünkü haline gelmesinde birçok mimar çalışmış. İlk projenin sahibi Pere Falques de dahil olmak üzere, bunların bazılarının Mason oldukları biliniyor. Plaça de Catalunya, 2 Kasım 1927 yılında, Kral XIII. Alfonso tarafından açılmış.
Meydanın ortasında durduğunuz zaman, tam olarak algılayamasanız da, yerde kocaman bir tekerlek olduğunu fark edebiliyorsunuz. Tam olarak görebilmek için çevredeki yüksek bir yerden bakmanız ya da şimdilerde çok moda olan drone’la çekim yapmanız gerekli. Ben ikisini de yapamadığım için, buraya internetten bulduğum bir resmi koyuyorum. Bilmem, şekil size bir şey hatırlattı mı?
Plaça de Catalunya Kaynak: Mülkiyehaber.net, Murat Sevinç (18/07/2017)
1905 yılında, Şikagolu bir Mason olan avukat Paul Harris, üç arkadaşı ile birlikte, elit bir organizasyon kurmuş. Bu nedenle Masonluktan çıkarılmış çünkü, Rotary adını alan bu kulübe üye olmak için belli maddi koşulları yerine getirmek gerekiyormuş. Eşitlik konusunda hassas olan ve sosyal sınıfa, statüye bakılmaması gerektiğini savunan Masonlar için bu, kabul edilemez bir ön şartmış.
Kulübün amblemi başta basit bir tekerlek olarak tasarlanmış. Daha sonra farklı şubeler açıldıkça, her şube kendi amblemini kullanmış. 1922 yılında tek bir amblem kullanılması ve tekerleğin dışına dişliler eklenmesi kararlaştırılınca, günümüzde kullanılan Rotary amblemi ortaya çıkmış. Catalunya Meydanındaki şeklin, Rotary ambleminin eski haline benziyor olması, meydanın yapımında çalışan bazı mimarların, o sıralar Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan Rotary’e üye olduğu yorumuna yol açıyor.
Bıraktıkları çok sayıda ize dayanarak, Masonlar için Barselona’da hayatın her zaman kolay olduğunu düşünmeyin. Bazı dönemlerde, kilisenin de kışkırtması ile, Mason olmanın bedelini hayatları ile ödemişler. Örneğin, 1829 yılında Barselona’daki bir Mason locasının tüm üyeleri tutuklanmış, biri ölüme, diğerleri ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar. Diktatör Franco da Masonlara karşı çok sert davranmış. Katalonya’nın son Cumhuriyetçi devlet başkanı Lluis Companys Mason olduğu için, 15 Ekim 1940’da, General Franco’nun emri ile kurşuna dizilmiş. Öte yandan, günümüzde Franco’nun Masonlara karşı bu düşmanlığının çok kişisel olduğu belirtiliyor. Erkek kardeşi Mason olan Franco, 1932 yılında Madrid’de iki kere farklı Mason localarına girme teşebbüsünde bulunmuş. Ancak, kendisini “dürüst ve iyi ahlaklı” bulmayan kardeşinin kefil olmaması üzerine kabul edilmemiş.
Barselona üzerine bu sonuncu yazımı da yine bir lokanta ile bitirmek istiyorum. Ancak, bu herhangi bir lokanta değil… 7 Portes Restaurant, konumuz ile yakından ilintili… Buraya gelip, yemek yiyen çoğu insan farkında olmasa da…
182 yıllık 7 Portes Restaurant ve bulunduğu binanın ilginç özellikleri var. Binayı yaptıran Josep Xifré i Casas (1777-1856), Küba’dan Amerika’ya şeker kamışı ihraç ederek büyük bir servet edinmiş bir İspanyol (bazı kaynaklarda Katalan olduğu belirtiliyor). Daha sonra gittiği New York’da servetine servet kattıktan sonra, 1831 yılında Barselona’ya gelmiş ve parasını burada gayrimenkul ve bankacılığa yatırmış.
Porxos d’en Xifré
Bir Mason olan Xifré, Barselona’ya yerleştikten bir süre sonra, mimarlar Josep Buixareu ve Francesc Vila’dan, Passeig Isabel II caddesinde çok büyük bir bina yapmalarını istemiş. Özel isteği binanın, Paris’teki Rue de Rivoli’de olduğu gibi revaklı (portico) olması imiş. Bu nedenle bina, Porxos d’en Xifré olarak da anılır olmuş. Burası aynı zamanda, Barselona’da ilk musluktan akan suyu olan ve ilk fotoğrafı çekilen yapı imiş. Pablo Picasso da, 1895 yılında ailesi ile birlikte Barselona’ya taşındığı zaman, binadaki apartman dairelerinden birinde oturmuş.
Binada Xifré’nin hem evi ve ofisi hem de lüks bir kafe bulunuyormuş. Café de les 7 Portes adını yapının yedi kapısı olmasından almış. Sekizinci kapı ise, hizmetliler ve malzeme taşınması için planlanmış. Sonraki yıllarda bir restorana dönüşen kafe başından beri Barselona’daki Masonların buluşma yeri olmuş.
Restorana gitmeden önce, şehirde gezerken karşımıza iki kere çıkan bu bina oldukça etkileyici. İlkinde, sahilden Parc de la Ciutadella’ya giderken ansızın karşımıza çıktı. Yaptığım okumalardan bildiğim için, görür görmez tanıdım onu. İkincisinde ise, Santa Maria del Mar kilisesini gezdikten sonra sahile doğru yürürken, yakınına çıktık.
Mimari olarak, Hz. Süleyman’ın tapınağından ilham alındığı söylenen binanın her yanı Mason işaretleri ile dolu. Sütunlardaki astrolojik işaretler, üçgen, mala birbirine sarılmış yılan işaretleri, akasya dalları, ayrıca bina köşelerindeki duvar yapan çocuk rölyefleri… Hepsi birer gönderme. Restoranın içi de, Mason localarının karakteristik siyah beyaz yer karoları ve akasya dalı ile aynı şekilde çağırışım yapıyor.
7 Portes’e rezervasyonsuz gitmek riskli olur. Bizim rezervasyonumuz olduğu halde, dışardaki masalarda bir süre beklememiz gerekti. İçerde de, ana salon yerine arka salona oturtulduk. Dekorasyon ve servis açısından bir fark olmasa da, ön tarafı tercih ederdim doğrusu. Hele bir de piyano sesi gelmeye başlayınca, içim gitti. Burası, kuruluşundan beri ressamların, ünlülerin geldiği bir yer olmuş. Onların restoranda oturdukları noktalarda, tanıdık pek çok kişinin imzası ya da fotoğrafı var. Ben de arkamdaki duvarda Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve’ün imzaları ile o masada oturdukları ibaresini görünce, konuyu daha fazla dert etmemeye karar verdim. Ayrıca imza ve afişlerin dışında, arka salonun duvarlarındaki orijinal tablolar da ana salonu aratmıyordu. Restoranın önemli bir özelliği de, kendisine ait geniş bir resim koleksiyonu olması.
Yemeklere gelince… Bir şişe güzel Katalan şarabı eşliğinde yediğimiz karidesli bezelye çorbası, deniz ürünlü paella ve tatlı olarak Crema Catalana enfesti…
(1)- Anagram, bir sözcüğün veya sözcük grubunun harflerinin değişik sıralanarak başka bir sözcüğü veya sözcük grubunu oluşturmasıdır. Çoğunlukla, özel adların saklanması veya şifre amacıyla kullanılan bir yöntemdir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Secret Barcelona”, Rocio Sierra Carbonell, Carlos Mesa, (2015).
2- “The Templars- History and Myth”, Michael Haag, (2009).
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Yabancı bir şehirde, turist olarak belli bir süre için gitmiş olsanız da, günler geçtikçe ve aşinalık arttıkça, rahatlarsınız. Gidilecek yönleri, binilecek metro ve otobüsleri, inilecek durakları, dönülecek köşeleri daha bir kolay algılarsınız. Hele bir de otelinizi elinizle koymuş gibi bulmaya başladınız mı, tamamdır… Enerjinizi artık başka şeylere yöneltirsiniz. Bindiğiniz metroda çektiğiniz inilecek durağı kaçırma heyecanı yerini, işten evine dönen yerli halkı gözlemleme sakinliğine bırakır. Ne giymişlerdir, ne okumaktadırlar. Köşedeki manavdan alışveriş yapan kadın neler almaktadır…
Barselona’ya geldikten kısa bir süre sonra rahatlamıştık. Çok iyi çalışan ulaşım ağı sayesinde, şehrin topoğrafyasını bir iki gün içinde algılamak mümkün olmuştu. Bu da benim için, yabancı bir yerde kendimi evimde hissetmenin en önemli unsurlarından biridir. Artık bir yerden bir yere giderken, farklı şeyler dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bunların başında, Katalonya’nın bağımsızlığını desteklemek için asılan bayraklar ve siyasi mahkumların serbest bırakılmasını isteyen afişler geliyordu. Evlerin balkonlarında, dükkanlarda, hatta gezdiğimiz bazı müzelerin balkonlarında bayraklar veya bağımsızlık sembolleri vardı.
Bağımsız Katalonya İçin Bayraklarla Donatılmış Balkonlar
1 Ekim 2017 tarihinde, Katalonya’nın bağımsızlığı için yapılan referandumun öncesindeki ve sonrasındaki olayları ben de yazılı ve görsel basından izlemiş, aşırı bulduğum polis müdahalelerine hayret etmiştim. O nedenle, doğrusu nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmiştim. Ne de olsa, İspanyol hükümeti ile yaşanan karşılıklı restleşmeler ve ardından Başkan Carles Puigdemont ile birlikte bazı bağımsızlık yanlılarının ülke dışına kaçmak zorunda kalmaları sonucu ortam iyice gerilmişti. Bunun sokağa ve tatilimize yansıması nasıl olacaktı?
Dükkanlarda, Müzelerde Siyasi Mahkumlara Özgürlük Talep Eden Yazılar ve Sarı Kurdeleler
Barselona’ya gider gitmez, yaşanan krizin, bizim kalışımız açısından olumsuz bir etkisinin olmayacağını anladık. Otelimizin bulunduğu La Rambla başta olmak üzere, şehrin belli bölgelerinde, Katalan bayrakları ve afişlerle ifade bulan yoğun bir bağımsızlık talebi olduğunu görebiliyorduk. Ama, Katalan bayraklarının asıldığı evlerin yan dairelerinin balkonlarından da İspanyol bayrakları dalgalanıyordu. Sokaklarda, halk arasında herhangi bir itiş kakış veya tatsızlık yoktu. Benim çıkarsadığım kadarıyla, kargaşa ve sertlik halk arasında değil, bağımsızlık yanlıları ile merkezi İspanyol hükümetine bağlı polisler arasında olmuştu.
Bir şehrin yeme içme kültürünü tanımak istiyorsanız, pazarlar bu konuda en iyi fikir veren yerler. Barselona’da birkaç tane büyük ve tarihi pazar yeri var. Bunlardan biri ve de en ünlüsü, otelimiz Hotel 1898’den birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Aziz Josep Pazarı, nam-ı diğer, La Boqueria. Önünden günde birkaç kez geçtiğimiz bu yiyecek pazarı, Avrupa’daki bu tür pazarların en hatırı sayılır olanı şeklinde tanımlanıyor. Farklı temalar üzerinden şehirde iz sürerken, bir gün buraya da girmeyi ihmal etmedik. Şehirde dolaşırken karşımıza çıkan diğer iki tarihi pazar, Mercat de Sant Antoni (1882) ve üstü kapalı pazarların en eskisi olduğu belirtilen, Katedralin yakınındaki, Mercado de Santa Caterina (1845) idi.
Aziz Josep Pazarı. Nam-ı Diğer, La Boqueria
Mercat de Sant Antoni
Mercado de Santa Caterina
La Rambla üzerindeki La Boqueria’nın tarihi on üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Başlarda burada et satılan tezgahlar varmış. Yüzyıllar içinde yapılan taşınmalar ve yeniden düzenlemeler sırasında giderek, her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar yeri halini almış. 1913 ve 1914 yıllarında, Modernista mimar Antoni de Falguera’nın tasarladığı, La Rambla’dan giriş kapısı ve metal çatı yapılmış. Günümüzde burası, her türlü meyve, sebze, balık, et, jambon, peynir, tatlı ve şekerlemenin satıldığı bir yer. Meyve ve sebze başta olmak üzere, satılan her şey tertemiz görünüyor. Ürün satılan tezgahların yanında, atıştırmalık şeyler yiyebileceğiniz yerler de mevcut. Oturduğunuz yüksek taburelerde, taptaze deniz ürünleri, et ve peynir çeşitleri tadabilir, manavlardan taze sıkılmış her türlü meyve suyu alıp, içebilirsiniz. Tek sorun, turistler nedeniyle aşırı kalabalık olması. Nispeten ucuza yenebilen taze ve lezzetli ürünler nedeniyle buraya ilgi çok fazla. Bir kitapta, bu nedenden ötürü, yerli halkın normal alışverişini sabahın erken saatlerinde yapmayı tercih ettiğini okudum. La Boqueria’da ayrıca, yemek pişirme ve genel gastronomi kursları da düzenleniyor. Arzu ederseniz, çeşitli tezgahlarda tadım içeren, turlar da var.
Hepsi Taze, Hepsi Lezzetli…
Evet… Giriş olarak bu farklı konulara kısaca değindikten sonra şimdi, yazımın asıl konusuna geçebilirim. Roma İmparatorluğu’nun Barselona’da bıraktığı izlere…
Her ne kadar yabancıların Barselona’yı ziyaretleri sırasında odak noktaları daha çok on dokuz ila yirminci yüzyıl ve bu dönemlerde yapılan eserler olsa da, şehrin çok daha eskilere giden, zengin bir tarihi var. Katalonya’da, milattan önceki bin yıl içerisinde, tarıma dayalı yerleşik düzene geçmiş insan toplulukları oluşmaya başlamış. M.Ö. 550 yılları civarında Grek tüccarlar buralara gelerek, ticaret üsleri kurmaya başlamışlar. Barselona’nın ilk olarak tarih sahnesinde belirmesi ise, İspanya’nın güneyindeki “Yeni Kartaca”dan gelen Kartacalılar sayesinde olmuş. M.Ö. 230 yılında, Hannibal’in babası, Hamil Barca şehri kurmuş ve kendi adını vermiş.
Romalıların bölgeye gelişi, babasının yerine geçen Hannibal’in, Katalonya’dan hareket ederek, Pirene ve Alp dağlarını aşması ve Roma’ya saldırması üzerine olmuş. Hepimiz Hannibal’in, ordusundaki fillerle beraber yaptığı bu zorlu seferi, orta okul ve lise tarih derslerinden hatırlarız. Bu saldırıya öfkelenen Romalılar, M.Ö. 218 yılında, sadece Barselona’yı değil, tüm İspanya’yı fethedecekleri seferlerine başlamışlar. Önce, Barselona’ya bir saat kadar mesafedeki Tarragona’yı, daha sonra, M.S. 3. yüzyılda, Barselona’yı baş şehir yapmışlar. Romalılar, Batı Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında çökmesine kadar, Barselona’da kalmışlar. Bundan sonra şehir, Vizigotlar’ın eline geçmiş.
Kaldığımız süre boyunca, Barselona’da Roma İmparatorluğundan kalan eserlerin önemli bir kısmını görmeyi başardık. Şehrin Gotik bölgesine denk gelen Roma dönemi Barselona’sının üstüne, Orta Çağ boyunca koca bir şehir inşa edilmiş. Bu nedenle, kalıntıların büyük bir bölümünün üstünde başka yapılar var. Bazılarından hiçbir iz kalmazken, bir kısmı bu binaların bodrumlarında ortaya çıkarılmış. Milattan sonra üçüncü yüzyılda yapılan şehir surlarının bir kısmı da, sonradan yapılan binaların duvarlarının bir parçası haline gelmiş. Zamanında, 1250 metre uzunluğunda olan Roma surları, iki metre kalınlığında ve sekiz metre yüksekliğindeymişler. Orta Çağda şehrin büyümesi ve nüfusunun artması sonucu bu duvarlar çok kısıtlayıcı olmaya başlayınca, Kral Birinci James tarafından yıktırılmış ve Roma dönemi şehrinin on katı büyüklükte bir alanı çevreleyen yeni surlar yapılmaya başlanmış. Günümüzde bu bölge, Barri Gotic olarak biliniyor.
La Plaça del Rei
Gotik bölgede, özellikle Katedralin (Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia) çevresi Roma dönemine ait kalıntıların yoğun olarak bulunduğu bir alan. Katedralin arka tarafındaki La Plaça del Rei meydanında bulunan iki önemli binanın dış duvarları aslında Romalılardan kalan duvarlar. Bunlardan birisi, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna çıktığı salonun (Saló del Tinell) da bulunduğu, Palau Reial Mayor sarayı. Diğeri ise, Santa Agata Kilisesi. 1302 yılında yapılmış olan bu kilise de Roma surlarının bir parçası. Her iki binayı da görebilmek için, Barselona Şehir Tarihi Müzesi’nden (Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona) girmeniz gerekiyor. Bu müzenin kapısını bulmak bir hayli zor oldu ama, değdi. Çok büyük olmayan meydanda bir hayli dolanmamız, birkaç görevliye sormamız ve bazı açılmayan kapıları zorlamamız gerekti. Sonunda, giriş kapısını bulduk. Bu konuda ısrarcı olmamın nedeni, söz konusu müzenin şehrin Roma tarihi açısından çok önemli olduğunu daha önce okumuş olmamdı. Müzede, Barselona’nın M.Ö. 1. ve M.S. 13. yüzyıl arası dönemine ait eserler bulunuyor.
Solda Palau Reial Mayor Sarayı, Sağda Santa Agata Kilisesi. Her İkisinin de Duvarları Roma Surları
Santa Agata Kilisesi
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’nın en etkileyici bölümü, bodrumundaki eski Roma kalıntıları. Bu kalıntıların tamamının, tüm meydanın altını ve daha fazlasını kapsayacak şekilde, 4000 metre kare civarında olduğu belirtiliyor. Ancak, şu anda henüz tamamı gezilemiyor. Buna rağmen, yerin altında gezilebilen alandaki eserler insanı hayrete düşürmeye yetiyor…
Müzede M.Ö. 1. ve M.S.13 Yüzyıl Arası Dönemden Eserler Var
M.S. 12-15 yıllarında Barselona’ya Romalılar tarafından verilen isim, Colonia Augusta Faventia Paterna Barcino ya da kısaca Barcino imiş. Şehir müzesinin altındaki kalıntılar sizi bu dönemin Barselona’sına, yani Barcino’ya götürüyor. 1943 yılında açılan müzede kazılar yapıldıkça, yeni bölümler halka açılmış. Kalıntıların üzerine ustaca yerleştirilmiş platformlarda yürüyerek, milattan sonra birinci yüzyıl Barselona’sındaki şehir duvarlarını, duvar dibinden giden yürüyüş yollarını, surlarda bulunan 78 kuleden birini, tekstil boyama ve yıkama atölyelerini, şarap imalathanesini, balık ve balık ürünleri işleme atölyelerini, hamam, ev ve mozaik yer döşemelerini gezebiliyorsunuz. Bunların dışında, mezarlık (nekropol) ve Hristiyan Roma dönemine ait kilise kalıntıları da mevcut. Hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda arkeolojik yer gezdim. Ancak, Barselona Şehir Müzesinin bodrumundaki Roma şehri kalıntılarının sergilenişinin bir benzerine rastlamadım. Ravenna’daki Santa Eufemia kilisesinin bodrumunda bir Bizans sarayının kalıntılarını (Domus dei Tappeti di Pietra) gezmiştik ama, burada koca bir şehir vardı neredeyse.
Yerin Altındaki Barcino’dan Genel Görünüm ve Şehir Surları
Intervallum-Şehir Surları İle Birinci Sıra Evler Arasındaki Yürüme Yolu
M.S. 4. Yüzyıla Ait Bir Barcino Evinden Duvar Freski
Hamamın Soğuk Su Havuzu (M.S. 5.-6.yy)
Tuzlu Balık İmalathanesi (M.S. 3.yy)
Şarap İmalathanesi (M.S. 3.-4.yy) . Yerdeki Küçük Deliklerin Bulunduğu Noktalardaki Deniz Tuzu ve Bal Depolarından Bu Maddeler Azar Azar Şaraba Katılıyormuş
Kilise ve Mezarlık
Roma surlarındaki 78 Kuleden Birisi (M.S. 4.yy)-Yapımda Başka Yapıların Malzemeleri de Kullanılmış
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’dan çıkmadan önce, çıkış kapısının hemen iki tarafındaki, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gezmeyi unutmayın. Biz, biraz da bir başka yere yetişme telaşı ile, bu iki yeri gezmeden müzeden çıkmışız. Sanırım bir başka neden de, söz konusu iki yerin de bu müzenin içinde olduğunu okuduklarımdan anlamamış olmamdı. Gerçi biz Barselona’ya gidince, beş gün boyunca hem her türlü ulaşımın hem de belirli müzelerin ücretsiz olduğu Barcelona Card almıştık. Bu nedenle, müzeye o günler içinde istediğimiz kadar gidebilme hakkımız vardı. Yine de, durumu anlayıp, birkaç gün sonra tekrar gittiğimizde, çıkış noktasındaki bu iki yeri gezebilmek için tüm müzeyi tekrar arşınlamak istemediğimizi anlatabilmemiz biraz zaman aldı. Sonunda, giriş gişesindeki kibar beyin yönlendirmesi (ve büyük olasılıkla, biz dışardan çıkış kapısına giderken ettiği telefon sayesinde) tersten müzeye girip, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gördük.
Santa Agata Kilisesi
Kristof Kolomb’un Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Huzuruna Çıktığı Saló del Tinell
Katedralin arka tarafında, Plaça del Rei meydanının yakınında bulunan Casa de l’Ardiaca da Barselona’daki Romalılara ait izler açısından önemli bir diğer yapı. Başpiskopos yardımcısı için on altıncı yüzyılda yapılmış bu binadan, Modernista mimariyi ele aldığım Barselona hakkındaki ikinci yazımda, kapısındaki posta kutusuna değindiğim zaman söz etmiştim. Günümüzde Tarihi Şehir Arşivinin bulunduğu bu binanın dış cephe duvarları da, aslında Roma dönemi surları. Bina, daha önce belirttiğim Santa Agata Kilisesi ve eski saray gibi, surlar kullanılarak yapılmış. Ayrıca, binanın fuayesindeki bir bölümden aşağı baktığınız zaman, surlardaki kulelerden birinin kalıntısını da görebiliyorsunuz.
Casa de l’Ardiaca’nın Duvarları Romalılardan Kalma Surların Parçası
Casa de l’Ardiaca’nın Avlusu
Bodrumdaki Sur ve Kule Kalıntıları
Bu bölgede görebileceğiniz bir başka Roma dönemi sur kalıntısı, yine Katedralin yakınındaki, Frederic Mares Müzesi’nin bodrumunda bulunuyor. Heykeltıraş Frederic Mares i Deulovol’a (1893-1991) ait, inanılmaz zengin bir koleksiyonu barındıran müze, gezmekle bitmiyor. Biz sanırım müzenin üçte birini ancak görebildik. İşte bu müzenin bodrumdaki salonlarından birinde de, bir sur kalıntısı ortaya çıkarılmış.
Frederic Mares Müzesi Bodrumundaki Roma Dönemi Kalıntıları
Frederic Mares Müzesi ile ilgili hoş bir anımız oldu. Barselona’da tüm müzelerin bilet gişelerinde hangi ülkeden geldiğiniz soruluyor. Sanırım, bunu istatistik tutma amaçlı yapıyorlar. Burada da aynı soru ile karşılaştık. Artık alışmıştık zaten. Gişedeki hanıma İstanbul’dan geldiğimizi söyledik. Çıkarken, audio rehberimizi ve kulaklıkları gişedeki aynı hanıma teslim ederken, birdenbire ve biraz da utanarak, “Ben Fatmagül’ü çok seviyorum”, dedi. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden söz ettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. “Aaa! Burada da mı gösteriliyor?” diye sorduğumda, gülerek, “Evet, tabii”, dedi. En az, Estonya’da, Talinn havaalanında, bizim Gümüş dizisini televizyonda gördüğüm zaman şaşırdığım kadar şaşırdım.
M.Ö. 5.yy-M.S. 4.yy Eserleri-Frederic Mares Müzesi
Augustus (M.S.1.yy)-Frederic Mares Müzesi
Barselona’daki bir diğer etkileyici Roma dönemi kalıntısı, M.Ö. birinci yüzyılda yapılmış olup, Augustus Tapınağı olduğu düşünülen kalıntılar. Bazı arkeologlara göre, 2007 yılında Tarragona’da ortaya çıkarılan tapınağın esas Augustus Tapınağı olduğu iddia edilse de, şu anda şehrin resmi kaynakları ve gezi kitapları burayı bu isimle belirtiyorlar.
Augustus Tapınağı
Günümüzde tapınaktan geriye, Carrer del Paradis 10 adresinde, modern çağlarda yapılmış bir yapının avlusunda yükselen dört sütun kalmış. Ancak, dokuz metre yüksekliğindeki bu dört sütun oldukça heybetli ve etkileyici. Tapınağın kendisinin vaktiyle, 35 metre uzunluğunda ve 17,5 metre eninde olduğu düşünülüyor.
Augustus Tapınağı
Barselona’da kaldığımız süre boyunca hava serin ve aşırı sıcak arasında gidip, geldi. Yağış olmadıktan sonra, bunda şikayet edilecek bir şey yok diye düşünüyorum. Hoş, yağmur da kar da yağsa, ben bir yere gezmek için gitmişsem, asla engel tanımam.
Barselona Katedrali
Hava güzel olduğu zaman, Plaça de la Seu’da bulunan Barselona Katedralinin önü bir şenlik yerine dönüyor. Bu hava, tüm çevre sokaklara ve küçük meydanlara da yayılıyor. Türlü türlü sokak çalgıcıları, gösteri yapanlar, çiçek satanlar… Hepsi, Santa Creu i Santa Eulàlia Katedralini gezmeye gelen ya da merdivenlere, banklara oturmuş turistlerin ilgisini çekme gayretinde.
Barselona Katedrali
Birinci yazımda, Sagrada Familia ile ilgili yazarken, söz etmiştim. Sagrada Familia için kimi zaman katedral ifadesi kullanılsa da, bu doğru bir tanımlama değil. Barselona’nın tek katedrali, Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia. Çünkü, bir Hristiyan ibadethanesinin katedral olması, büyüklük ile değil, başında atanmış bir piskopos olup, olmaması ile alakalı. Tıpkı, İstanbul’da Saint Antoine Kilisesinin katedral olmayıp, Notre Dame Lisesinin avlusunda bulunan Saint Esprit’nin olması gibi.
Barselona Katedrali
Katedrali ilk gezme girişimimizde kapıdaki uzun kuyruğu görünce, vaz geçmiştik. Bunun bilet kuyruğu olduğunu düşündük. Dönüş yaklaşınca, artık kuyruğu göze almaya karar verdik. Kalabalığın nispeten az olduğu bir zamanda sıraya girdik ve aslında bunun bir bilet kuyruğu olmadığını, hızla ilerlediğini gördük. Sadece, içerideki kalabalığı kontrol altında tutmak için, ziyaretçileri aralıklı olarak içeri alıyorlardı.
Barselona Katedrali
Barselona Katedralinin yazımdaki yeri, burada bir zamanlar, Jupiter’e adanmış bir Roma tapınağının bulunmasından kaynaklanıyor. Şehir henüz Roma İmparatorluğu yönetimindeyken, M.S. 3. yüzyılın sonları ile 4. yüzyılın başlarında yaygınlaşan Hristiyanlaşma ile birlikte, tapınağın önemi azalmış. M.S. 313 yılında İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra burada, on yıl önce pagan Romalılar tarafından işkence ile öldürülen, on üç yaşındaki kız çocuğu Eulàlia adına bir kilise yapılmış. Sekizinci yüzyılda Arapların istilası sonucunda, yine aynı yerde bir cami inşa edilmiş.
Barselona Katedrali
Günümüzde gördüğümüz katedralin yapımına, 1298 yılında başlanmış. Tam olarak bitmesi ise, yirminci yüzyılın başına kadar sürmüş. Katalan stili Gotik olarak tanımlanan katedralin içi ferah. Yanlarda, 28 tane şapel bulunuyor. Ana altarın altındaki kriptte (bodrum), Katedralin ismini aldığı Azize Eulàlia’nın mezarı bulunuyor.
Azize Eulàlia’nın Mezarı
Katedrale ait, bende iz bırakan noktalar, koro bölümünü ayıran mermer duvar, koro bölümündeki 15. yüzyıldan kalma koltuklar, Aziz Benet şapelindeki Transfigürasyon freski ve Barselona kontu Ramon Berenguer I ve eşinin mezarları oldu. Berenguer ve eşi, Arap istilasından sonraki dönemde, 1058 yılında, burada bir Romanesk tarzı kilise yaptırmışlar.
Koro Bölümünü Ayıran Mermer Duvar
Koro Bölümünün Koltukları
Kont Ramon Berenguer I ve Eşinin Mezarları
Barselona gezimize kadar, Katalanlar ve Fransızlar arasında var olduğunu bildiğim sıkı bağın, tam olarak hangi tarihsel nedenlerden kaynaklandığını bilmiyordum. Bu vesile ile öğrendim ki, bu bağ yüzyıllar öncesine dayanıyor. Karolenj İmparatoru Şarlman (742-814), Pireneler’de bir tampon devlet kurmak isteyince, burada kendisine bağlı bir kontluk kurmuş. Böylece, 500 yıl kesintisiz devam eden bir Barselona Kontluk hanedanı başlamış. Önceleri Fransızların vasalı konumundayken, 1137 yılında Kont Ramon Berenguer IV ile Aragon tahtı varisi Petronila’nın evlenmesinden sonra, Barselona Kontları aynı zamanda Aragon Kralı olmuşlar.
Barselona Katedrali
Katedralin sahip olduğu güzelliklerden birisi de, 1448 yılında yapılmış olan, revaklı avlu ya da bahçe. Burada, Azize Eulàlia’nın öldüğü yaşı temsil etmek üzere, 13 tane kaz yaşıyor. Ayrıca efsaneye göre, İnebahtı (Lepanto) Savaşı sırasında Osmanlılara karşı savaşırken, bulunduğu gemiyi koruduğu iddia edilen, çarmıha gerilmiş bir İsa var. Avlunun bir köşesindeki havuzun ortasında ise, zarif bir Aziz George heykeli bulunuyor. Barselona’nın azizi, tüm canlandırmalarında olduğu gibi, ejderhayı öldürüyor. Bu küçük heykeli avluda epeyce aradım. Fotoğraflarından çok daha büyük olduğunu düşündüğüm heykelciği, tamamen tesadüf eseri görebildim.
Revaklı Avlu
Avludaki Kazlar
Aziz George
Barselona’nın Roma dönemi açısından önemli bir diğer alanı Plaça de Sant Jaume. Burası Roma hakimiyeti döneminde, şehrin merkezi olan Forum bölgesi. Şehrin ana caddelerinin birleştiği bu meydanda aynı zamanda, daha önce ayakta kalan dört sütununu gördüğümüz, Augustus Tapınağı da bütün haşmetiyle yükseliyormuş.
Plaça de Sant Jaume
Plaça de Sant Jaume, günümüzde de önemli bir meydan. Şehrin iki önemli yönetim binası burada. Bunlardan ilki, Casa de la Ciutat (Belediye Binası), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tam karşısındaki, Palau de la Generalitat ise, 1403 yılından beri Katalonya Hükümet Binası. Binanın ana kapısının üstündeki Aziz George heykeli göz alıcı.
Casa de la Ciutat
Palau de la Generalitat
Plaça de Sant Jaume meydanı, hem festivallerin hem de siyasi protestolarında yapıldığı bir meydan. Barcelona’da kaldığımız süre boyunca sayısız kere geçtiğimiz bu meydanda biz de bir kere bir protestoya denk geldik. Yaşları orta yaşın bir hayli üstünde, kalabalık bir topluluk bir miting yapıyordu. Sahnedeki ateşli konuşmacının konuşması sık sık sloganlarla kesiliyordu. Anladığım kadarıyla, emekliler bir şeyleri protesto ediyorlardı.
Plaça de Sant Jaume’da Miting
Barri Gotic’in adı en çok geçen yapılarından Basilica de Santa Maria del Mar bazilikası da Roma döneminin önemli bir yapısının üstünde yükseliyor. Kimilerine göre şehrin en güzel ibadethanesi olan bu bazilika, on dördüncü yüzyılda, Barcino’nun amfi tiyatrosunun üstüne yapılmış. Mükemmel akustiği nedeniyle, günümüzde konserler için de sıklıkla kullanılıyormuş.
Basilica de Santa Maria del Mar
Santa Maria del Mar Bazilikası, o dönemin benzer yapılarının aksine, 55 yıl gibi çok kısa bir sürede tamamlanmış. Mimari açıdan bütünsel olmasının nedeni buna bağlanıyor. Bir diğer özelliği ise, yapımının tamamen bağışlarla finanse edilmiş olması. Aynı dönemde yapılan Katedral kral tarafından yaptırılırken, burası zengin tüccarlar, gemiciler, liman çalışanları ve yerel halk tarafından inşa ettirilmiş. Denizcilerin bu yoğun ilgi ve desteğinin nedeni ise, o dönemde Bazilikanın bulunduğu La Ribera semtinin deniz kıyısında olmasıymış.
Basilica de Santa Maria del Mar
Katalan Gotik tarzdaki bazilikanın, on beş ile on sekizinci yüzyıllar arasında yapılmış vitrayları çok güzel. Ayrıca, içerisi son derece ferah ve sade. Bunun nedeni, İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ateşe verilmesi ve çıkan yangında Barok altar da dahil olmak üzere, pek çok şeyin yanmasıymış.
Basilica de Santa Maria del Mar
Santa Maria del Mar Bazilikasını bulmamız çok zor olmadı. Burası, Barri Gotic’in denize yakın kısmında yer alıyor. Biz tam, bazilikanın bir ucunun bulunduğu, Placeta Montcada’ya dönmek üzereyken, sokağın sağ tarafındaki duvarın dibinde yaşlı bir adam gözüme çarptı. Sulu boya resimler satıyordu. Bunları kendisinin mi yaptığını sordum. Evet, kendisi yapıyormuş. Barselona’nın çeşitli yerlerinin, birkaç boyda, sulu boya resimleri vardı. İçlerinden, Carrer Bisbe sokağının resmedildiği bir tanesini seçtik. Gururla, arkasındaki etiketi gösterdi. Aziz Agusti Vell Ressamlar Topluluğundan, ressam Tomas Donagueda Bonavilla, yani kendisi yapmıştı… Üstelik, etikette her gün durduğu yer ve saat aralığı, telefon numarası ile birlikte, yazılıydı… Aldığımız resmi yavaş hareketler ve itina ile paket yaparken, benim aklıma birkaç yıl önce, yine böyle bir sulu boya resim satın aldığımız, Otranto’daki yaşlı ressam geldi…
Siz de Barselona’da Romalıların izini sürmek isterseniz, Barri Gotic’de görebileceğiniz birkaç su kemeri ve duvar kalıntısı daha var. Bir de, bizim kaldığımız otele çok yakın olduğu halde görmeye fırsat bulamadığımız, Plaça de la Vila de Madrid meydanında ortaya çıkarılmış bir nekropol, yani mezarlık olduğunu biliyorum. Okuduğuma göre burada, M.S. 2 ve 3. yüzyıllara ait yetmiş tane mezar, zamanın şehir duvarlarının dışındaki yolun yanında, sıraya dizilmiş olarak yapılmışlar.
Romalılardan Kalma Su Kemeri Kalıntısı
Alışkanlığımızı bozmayalım ve Barselona üzerine bu yazımı da bir restoran ile bitirelim… Bu kez sözünü edeceğim restoran, Eixample semtinde, Boca Grande isimli, çok hoş bir yer. Passatge de la Concepcio 12 adresindeki bu restoran konusunda bir tanıdığımızdan tüyo almıştık. Doğrusu, Boca Grande’yi tavsiye eden genç ve güzel Barselonalıya teşekkürü bir borç biliyorum. Gerek atmosferi gerekse yemekleri çok beğendim. Servis biraz daha iyi olabilirdi ama, yemeklerin lezzeti o açığı kapadı. Aşırı bir kalabalık vardı. O nedenle, rezervasyonsuz gitmenin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Aldığımız peynir tabağı, kızarmış nefis padron biberleri, ançüez, morina balığı kroket ve yanında kabak çorbası olan peynirli bir tapas o kadar lezzetli ve doyurucuydu ki, ana yemeğe gerek kalmadı. Hepsinin ardından dondurma ve kahve mükemmel oldu…
Boca Grande
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.