Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Messina‘daki Museo Interdisciplinare Regionale (Disiplinlerarası Bölgesel Müze), adından da anlaşıldığı üzere, içinde çeşitli dallarda sanat eserlerini ve dekoratif objeleri barındıran çok zengin bir müze. Koleksiyon, daha önce var olan bir kent müzesinin sahip olduğu eserlere 1908 yılındaki büyük depremden sonra çeşitli özel ve kamusal mülklerden kurtarılan sanat eserlerinin ve değerli eşyaların eklenmesi ile oluşturulmuş. Bu eserlerin arasında, müzenin bahçesinde sergilenen çok sayıda kilise, manastır gibi eski binalardan geriye kalan parçalar da var. Bunlar, depremden çok zarar gören bazı tarihi mimari yapılardan kurtarılabilen eserler. Ait oldukları binalar daha sonra zorunlu olarak yıkılmışlar.

Müze, 1970’lerde yapıldığı anlaşılan oldukça büyük bir binada bulunuyor. Geniş de bir bahçesi var. Biz gittiğimiz zaman, müzenin çalışanlarından oldukça kalabalık bir grup bina girişinde sohbet ediyordu. Kapıya yaklaştığımızda, sanki bizi evlerine buyur ediyorlarmış gibi selamladılar ve içeriye davet ettiler. Doğrusu bu hallerini çok sempatik buldum. Sonra, her biri kendi görev yerlerine dağılırken, içlerinden iki tanesi de bilet bankosunun arkasına geçti. Anlaşılan tüm müze personeli bir sabah sohbeti için kapı önüne çıkmıştı.

Müzenin bahçesinde kilise ve manastır gibi
eski binalardan parçalar sergileniyor

Birkaç katlı müzenin içi çok geniş ve ferah. Katlar arasında geçişin rampalarla olması gezmeyi kolaylaştırıyor. Hepsinde olmasa da, eserlerin çoğunda İngilizce açıklamalar var. Sergilenen eserler temel olarak 12. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış. Bu döneme ait tablo, heykel ve çeşitli zanaat dallarının nadide ürünleri kronolojik bir sıraya göre düzenlenmişler. Eserleri sergilenen sanatçıların çoğu Messinalı olmakla beraber, daha önce Messinalı zenginlerin koleksiyonlarında veya yıkılan kiliselerde bulunan başka bölgelerden Rönesans sanatçılarına ait eserler de var.

Norman-Arap Sanatı (12. yüzyıl ortası)
Orijinal olarak bir Norman sarayı için bordür olarak yapılmış. Daha sonraki dönemlerde çeşitli kilise ve saraylar ile Duomo’da kullanılmış. Bordürdeki yazılar Arap Nesih harfleri ile yazılmış. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’da Arap hakimiyeti 827-1061 yılları arasında yaşanmış ama, kültürel olarak Arap etkisi daha sonra yüzyıllarca sürmüş.
Melek Mikail
Bizans sanatı (XIV. yüzyıl)
Sicilya’da Bizans etkisi, Araplarınkine benzer bir şekilde, hakimiyetlerinden (535-827) çok soraki dönemlerde de devam etmiş. Konstantinopolis’ten getirtilen mozaik ustaları aracılığıyla adadaki Bizans sanatının varlığı uzun süre devam etmiş.
XVI. yüzyıldan seramikler

Bir önceki yazımda bu müzede sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) eserlerini özellikle merak ettiğimi belirtmiştim. Kimi sanat uzmanlarına göre, Antonello da Messina’nın eserlerini görmek Sicilya’yı ziyaret etmek için başlı başına bir neden olabilir. Kendisi, dünyada Rönesans döneminde yaşamış en ünlü Sicilyalı ressamlardan birisi kabul ediliyor. Eserleri, aralarında Paris’teki Musée du Louvre, Londra’daki National Gallery, Berlin’deki Gemäldegalerie ve New York’taki Metropolitan Museum of Art olan, dünyanın en ünlü müzelerinde sergileniyor. Sicilya’da ise altı tane eseri olduğu belirtiliyor. Bu saptamaya göre biz Sicilya gezimizde, Cefalù‘da gördüğümüz “Bilinmeyen Adamın Portresi” ve Messina’da gördüğümüz iki tablosu ile beraber, sanatçının adadaki eserlerinin yarısını görmüş olduk.

Senato makam arabası (1742)

Asıl adı Antonello di Giovanni di Antonio olan “Messinalı Antonello”, 1430 yılında bu şehirde doğmuş ve 1479 yılında yine bu şehirde ölmüş. Ancak, ömrünün tamamını Messina’da geçirmemiş. Bu şekilde, bir erken Rönesans sanatçısı olarak, hem dönemin diğer ünlü sanatçılarını etkilemiş hem de onlardan etkilenmiş. Antonello ilk derslerini heykeltıraş olan babasından almış. Roma’da geçirdiği çıraklık döneminden sonra yirmi yaşında Napoli’de sanatçı Niccolò Antonio Colantonio‘nun atölyesine kabul edilmiş. Colantonio’nun yanında eğitim görmek Antonello için Flaman resim sanatı ile tanışma ve pek çok şey öğrenme fırsatı sağlamış. Unutmayalım ki, o dönem Sicilya ve Güney İtalya’da hüküm süren İspanyol yönetimi aynı zamanda Habsburg hanedanından. (1734 yılından itibaren bu bölgeyi İspanyol Bourbon hanedanı yönetmeye başlamış). Hollanda da Habsburg’ların yönetimi altında olduğu için aynı yönetim altındaki ülkelerin sanatçılarının karşılıklı etkileşim içinde olmaları gayet mümkün. Bunun ötesinde, Antonello’nun Napoli’de olduğu sırada burada Hollanda resim sanatına büyük bir merak olduğu belirtiliyor. Ayrıca, ustası Colantonio’nun hamisi Aragonlu Kral V. Alfonso da bir Flaman resim sanatı hayranı. Sanat tarihçileri, Antonello da Messina’nın Napoli’de Kral V. Alfonso’nun sahip olduğu bir yağlı boya eseri görmesinin sanatsal açıdan onun için bir dönüm noktası olduğunu söylüyorlar. Lomellini Tryptych olarak adlandırılan eser Hollandalı ressam Jan Van Eyck‘ın (1395-1441) yaptığı bir tablo. Antonello yaşı itibariyle Van Eyck’a yetişememiş olsa da, onun atölyesinden yetişmiş ve onun devamı kabul edilen Hollandalı sanatçı Petrus Christus‘u (1420-1472/73) tanıma fırsatı buluyor. Bu etkileşim sayesinde Antonello da Messina, Flaman resim sanatına özgü mikroskopik detaylar ve ışığın farklı yüzeyler üzerinde resmedilmesi konusunda ustalaşıyor. Antonello da Messina’nın Christus aracılığı ile Van Eyck ekolünden öğrendiği bir diğer şey de, hem genel olarak resmettiği kompozisyonlardaki hem de insan yüzlerindeki sakinlik oluyor. Bunun yanında, o zamana kadar dönemin diğer İtalyan sanatçıları gibi, insan portrelerini tam profilden yapıyorken, daha sonra Flaman sanatçılara özgü, koyu renk bir fon üzerine tam karşıdan veya dörtte üç bir açı ile yapmaya başlıyor. Tüm bunların karşılığında, Christus da İtalyan sanatçıların uyguladığı doğrusal perspektifi (linear perspective) uygulayan ilk Flaman sanatçı oluyor. Da Messina’nın Van Ryck ekolünden öğrendiği ve ustalaştığı tüm bu teknikleri 1475-1476 yıllarında gittiği Venedik’te birlikte olduğu Gentile ve Giovanni Bellini kardeşlere aktardığı biliniyor. Nitekim, 1480 yılında İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet‘in portresini yapan Gentile Bellini de Osmanlı hükümdarını siyah bir fon üzerine, tam profil olmayan bir açı ile resmetmiş.

Antonello da Messina’nın günümüzde Sicilya’da bulunan tablolarının hepsi 1465-1475 yılları arasında burada yapılmış. Ancak, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale’deki eserlerden biri olan iki-taraflı tablet, 2003 yılında bir Christie’s müzayedesinden 220.000 İngiliz Sterlin’i karşılığında satın alınarak Sicilya’ya getirilebilmiş. Panelin bir yüzünde Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken, öbür tarafında Hz. İsa (Ecce Homo) tasvir edilmiş. Eserin boyutunun küçük olması nedeniyle (16 cm x 11,9 cm) tabletin kişisel dua için yapılmış olduğu düşünülüyor.

Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken
İki-taraflı Tablet
Antonello da Messina (1430-1479)
Ecce Homo
Tabletin diğer yüzünde resmedilen Hz. İsa.
Roma valisi Pontius Pilate dövülmüş, bağlanmış ve kafasında dikenli bir taç olan İsa peygamberi çarmıha gerilmeden hemen önce kalabalık halka göstermiş ve onun için Ecce Homo (İşte İnsan) demiş. Bu tanım daha sonra sanatta
Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki halini
ifade etmek için kullanılmış.


Müzedeki Antonello da Messina’ya ait ikinci eser, Aziz Gregory Poliptiği (Polyptych of St Gregory). Yunanca polu (çok) ve ptychē (katlı, katlamalı) kelimelerinden türetilen poliptik, dört ya da daha fazla parçadan oluşan çoklu panel tablo demek oluyor. Bunların ikili olanlarına diptik, üçlü olanlarına triptik deniliyor. Eser, 1473 yılında Messina’daki Santa Maria Extra Moenia Manastırı’nın kilisesi için yapılmış.

Aziz Gregory Poliptiği (1473)
Antonello da Messina (1430-1479)

Museo Interdisciplinare Regionale’nin gururla sergilediği Caravaggio‘nun (1571-1610) iki eseri, Lazarus’un Dirilişi ve Çobanların Tapınması, sanatçının 1608-1609 yıllarında Sicilya’da geçirdiği dokuz ay sırasında yaptığı eserlerden iki tanesi. Aslen Milano yakınlarındaki Caravaggio köyünde doğan ve bu isimle anılan Michelangelo Merisi (Caravaggio), kariyerini Roma’da sürdürürken 1606 yılında işlediği bir cinayet yüzünden idama mahkum olunca, Roma’dan kaçıyor. 1606-1610 yılları arasında Napoli, Malta ve Sicilya’da saklanıyor. Sicilya’dan sonra, bir af umuduyla, tekrar Napoli’ye dönüyor. Ancak, kısa bir süre sonra, kimi kaynaklara göre frengiden, kimine göre ise bir intikam cinayeti sonucu ölüyor. Floransa’daki Galeria Ufizzi ve Roma’daki çeşitli kilise ve müzelerde gördüğüm eserlerinden tanıdığım Caravaggio sevdiğim bir ressam. Messina’da karşıma çıkması da çok hoşuma gitti. Dev boyuttaki iki eserini de etkileyici buldum.

Lazarus’un Dirilişi
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)
Çobanların Tapınması
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)

Messina ile ilgili bir önceki yazımda gece gittiğimiz Fontana di Nettuno‘dan (Neptün Çeşmesi) bahsetmiş ve heykellerin kopya olduklarını, asıllarının bu müzede korumaya alınmış olduklarını belirtmiştim. Ertesi gün, heykellerden ikisini müzede gördük. Çeşmenin ortasında Neptün (Poseidon) tepede dururken, iki yanında iki mitolojik canavar, Scylla ve Carybdis zincirlenmiş olarak duruyorlar. Müzede, Neptün ve Scylla heykelleri sergileniyordu. Diğerinin neden sergilenmediği konusunda bir bilgi yoktu. Belki restorasyonda idi, bilemiyorum. Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Toskanalı Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) Orion Çeşmesi ‘ni yapmak üzere Messina’ya geldikten birkaç yıl sonra, sipariş aldığı bu ikinci çeşmeyi yapmaya başlamış ve 1557 yılında tamamlamış. Homer‘in Odysseia destanının kahramanı Odysseus, Troia Savaşı‘ndan sonra evi Ithaka‘ya dönüş yolunda, dar bir boğazdan geçerken Scylla ve Charybdis isimli bu iki ölümsüz ve korkunç canavar ile karşılaşır. Sonraları, söz konusu boğazın Messina Boğazı olduğuna inanılmıştır.

Bir gece önce Fontana di Nettuno‘da
gördüğümüz kopya heykeller
Fontana di Nettuno’nun Museo Interdisciplinare
Regionale‘de sergilenen orijinal heykelleri

Müzeden sonra, Messina’nın deniz fenerinin bulunduğu Capo Peloro‘ya (Peloro Burnu) gittik. Burası aynı zamanda adanın İtalya’ya en yakın olduğu nokta. Tıpkı Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı‘nın bulunduğu İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde olduğu gibi, sanki elinizi uzatsanız karşı kıyıya değecekmişsiniz gibi geliyor insana. Sicilya bayrağındaki Triscele sembolünün üç bacağından birisi Peloro Burnu’nu temsil ediyor.

Capo Peloro (Peloro Burnu)
Punta del Faro (Deniz Feneri bölgesi)
Karşıdaki dağlar İtalya

Günlerden cumartesi ve hava çok güzel olunca, Capo Peloro’daki plaj da denize giren yerli halk ile doluydu. Surf yapanlar ve sahilde uçurtma uçuranlarla birlikte çok güzel bir manzara vardı. Sahilde bir yazlık kafede oturduk. Haftasonu tatilinin ve havanın tadını çıkaran İtalyanların o çok sevdiğim yaşamdan keyif alan ve telaşsız hali bize de bulaştı. Sanki gidecek yolumuz yokmuş ve biz de oranın yerlisiymişiz gibi, kendimizi bir süre o rehavete kaptırdık. Ancak, yola da koyulmak gerekiyordu…

Capo Peloro’da denize girenler

Sanırım, Baba (Godfather) filminin sinema tarihinin en iyi ve en ünlü filmlerinden biri kabul edildiğini belirtirsem, abartmış sayılmam… Francis Ford Coppola (1939- ) tarafından çekilmiş olan üç filmlik seri toplam 28 Akademi Ödülü’ne (Oscar) aday gösterildi. Aldığı toplam ödül sayısı 9 oldu. Mario Puzo‘nun (1920-1999) 1969 yılında yazdığı aynı isimli kitaptan uyarlanan film sadece 50 yıl öncenin filmseverlerini değil, nesiller boyunca sinema meraklılarını etkiledi. Mafya babası Don Vito Corleone rolündeki Marlon Brando‘nun ve oğlu Michael Corleone rolünde Al Pacino‘nun performansını bunca sene sonra bile unutmak ne mümkün. İlki 1972 yılında çekilen Baba serisinin senaryosu da romanın yazarı Mario Puzo tarafından yazıldı. İkinci film 1974’te, üçüncü film 1990 yılında çekildi. Seri için dördüncü filmin de çekileceği söylentileri çıktıysa da, sonradan vaz geçildiği söylendi.

Hatırlanacağı üzere, Baba filmi Sicilya’nın Corleone köyünden göç eden New Yorklu bir Mafya ailesinini anlatır. Ailenin soyadı da Corleone’dir zaten. Coppola filmin Sicilya’da geçen bölümlerini çekmek için Corleone köyüne gittiği zaman hayal kırıklığına uğramış. Palermo’ya bağlı olan Corleone aslında adanın batı tarafında, Palermo’nun güneyinde bir yerleşim yeri. Corleone’ye gittiği zaman Coppola’nın burada karşılaştığı modern ve çirkin binalar yönetmenin yaratmak istediği ambiyans için Sicilya’da başka yerler aramasına yol açmış. Palermo’ya çok uzak olmayan Corleone de muhtemelen II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmıştı ve o nedenle konut ihtiyacını gidermek için zevksiz bir takım binalar yapılmıştı.

Baba film serisinin Sicilya’da (Corleone köyünü canlandırmak üzere) çekilen sahneleri aslında üç ayrı yerleşim yerinde çekilmiş. Savoca, Forza d’Agro ve Motta Camastra. Bu köylerin dışında, Castello degli Schiavi (Köleler Şatosu) gibi bazı farklı mekanlar da kullanılmış. Filmin kazandığı başarı, çekim yapılan mekanlara da şöhret ve kazanç getirmiş. Özellikle Savoca, buraya olan turist akını nedeniyle daha uzun süre Baba filminin ekmeğini yiyeceğe benziyor. Biz de Messina’dan Taormina’ya giderken Savoca’ya gittik. Çok kısa bir süre için de Forza d’Agro’ya uğrayabildik.

Savoca‘nın çevresi çalılık veya bodur ağaç olarak
yetişen mürver bitkisi ile dolu

Savoca Messina’ya 42, Taormina’ya ise 21 kilometre uzaklıkta. İki şehrin arasında. Yapacağınız Sicilya gezisinde Messina’ya gitmeseniz bile, Taormina‘dan buraya gelebilirsiniz. Savoca, Orta Çağ’dan kalma bir yerleşim yerinin ambiyansı dışında, etrafındaki bağlar, zeytinlikler ve limon bahçeleri ile son derece pitoresk bir yer. Savoca adının Sicilya dilinde mürver anlamına gelen “savucu” kelimesinden geldiği söyleniyor. Çiçek açma mevsimi olmadığı için biz fark etmedik ama, köyün çevresindeki arazi mürver bitkisi ile doluymuş. İlkbaharda çok güzel bir görüntü olsa gerek. Köyün armasında da mürver dalları var.

Savoca’nın tepesinden aşağıya bakış

Savoca 1134 yılında, daha sonra Sicilya kralı olan, Norman Kont Ruggero II (Roger) tarafından, bir kale olarak kurulmuş. Bir dönem korsanların saldırılarına uğramış. İspanyol yönetimi altında köy zenginleşmiş. Bu arada aristokrat ve burjuva bir sınıf oluşmuş. Köyde bu dönemden kalan malikaneler var. Bunlardan biri köy meydanındaki Palazzo Trimarchi. 1773 yılında yapılmış olan malikhanenin günümüzde giriş katında bulunan Bar Vitelli, Baba filminin bazı sahnelerinin burada çekilmiş olması sebebiyle çok ünlü.

Bar Vitelli
Baba filmi ile ünlenen mekanlardan biri

Savoca’da arabayı ana meydana oldukça yakın bir yerde park ettik. Meydan her milletten turist ile doluydu. Bar Vitelli’nin önündeki bahçede insanlar bir şeyler yiyor içiyordu. Bir dağın tepesinde olan köyden manzara çok güzeldi. Teras gibi düzenlenmiş olan meydanda bir de Coppola’nın anısına buraya konmuş çelik bir heykel vardı. Bu heykel internete Savoca diye girdiğiniz zaman çoğunlukla karşınıza çıkan bir eser. Coppola kamerasının arkasında, sanki o güzelim vadiyi filme alıyormuş gibi canlandırılmış. Savoca’dan Francis Ford Coppola’ya bir vefa borcu karşılığı sanki…

Francis Ford Coppola‘ya (1939- ) Övgü
Sanatçı: Nino Ucchino

Meydanda gezinip, fotoğraf çekerken, turistleri gezdirmek için düzenlenmiş iki tane triportör gördüm. İkisi de gıpgıcırdı. Daha önce böyle bir şeye Küba‘da, Gamaguey‘de, binmiştik. Burada da binmek hoş olur diye düşündüm. Şoföre nereye götürdüklerini ve ne kadar olduğunu sordum. Adam başı sekiz Euro’ya yukarı götürdüğünü söyleyince bindik. Yaptığımız en akıllıca şeylerden biri oldu bu. Yaya olarak köyün üst tarafına çıkmaya çalışanların yanından, onların imrenen bakışları altında, hem de çok eğlenerek geçip, gittik. Bu insanların hepsi yukarıdaki San Nicolò Kilisesi‘ne gidiyor ya da oradan dönüyorlardı. Aziz Nikola’ya (Noel Baba) adanmış bu kilise ilk olarak 13. yüzyılda yapılmış ama, özellikle 1693’teki iki depremde çok hasar almış. Günümüzde görülen ve biraz da kaleyi andıran kilise 18. yüzyılda yapılmış. Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar Savoca’daki işçi halk bu kilisenin çevresine ve önündeki küçük meydana gömülmüş. Meydanın altında bir crypt varmış. Ancak, yukarıdaki tarihi özelliklerin hiçbiri insanların, sıcağa rağmen o zorlu yokuşu çıkıp, buraya akın etmesinin nedeni değil. San Nicolò Kilisesi’nin meşhur olma nedeni, Baba filminde Michael Corleone ile Apollonia’nın düğün sahnesinin burada çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Aperol keyfi…

Adam çok tatlıydı. Bizi San Nicolò Kilisesi’nin biraz yukarısındaki müzenin önündeki terasa götürdü. Manzara çok güzeldi. Terasta masalar ve büfeye dönüştürülmüş bir araba, arabanın içinde de servis yapan bir kadın vardı. Kadın adamın belki eşi, dostu ya da birlikte yardımlaşarak iş yaptığı bir hemşerisi idi.

– Siz şimdi burada dinlenip birer Aperol için. Manzaranın tadını çıkarın. 20 dakika sonra aşağıda, kilisenin önünde buluşalım, dedi.

Dediğini yaptık. İyonya Denizi’ni seyrederek Aperol’lerimizi yudumladık. Bol bol fotoğraf çektik. Aşağıya yürüyüp, kilisenin önüne geldiğimizde sözleştiğimiz saati biraz geçirmiştik ama şoför hiç dert etmememizi söyledi. Hatta kiliseyi rahat rahat gezmemiz için bizi teşvik etti. Zaten çok büyük bir kilise değildi. Gezerken, Baba filmindeki düğün sahnesini hatırlamaya çalıştım. Bir tek kilisenin kapısının önündeki Corleone ailesinin düğün fotoğrafı sahnesi aklıma geldi açıkçası.

San Nicolò Kilisesi ve bizi yukarı götüren triportör
San Nicolò Kilisesi’nin içi

Kiliseyi gezdikten sonra tekrar triportöre binip, aşağıdaki ana meydana döndük. Kendi arabamıza doğru yürürken eşim gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri koştuk. Neyse ki, bizim adam henüz yeni müşteri almamıştı. Orada bekliyordu. Gözlük onun taşıtında çıkmayınca, yukarıdaki büfedeki kadına telefon etti. Evet, gözlük oradaydı.

– Siz bekleyin. Ben gider getiririm, dedi.

Kısa bir bekleyişten sonra gözlüğü getirdi. Kendisine bu hiçbir şey talep etmeden yaptığı iyilik için ayrıca bir 8 Euro verdik. Adam çok teşekkür etti. Karşılıklı iyi niyetlerle ayrıldık.

Bu arada, Savoca’da gezecek başka yerler de olduğunu belirteyim. 1250 yılında yapılmış San Michele Kilisesi, 1130 yılında yapılmış olan köyün ana kilisesi Santa Maria ve eski bir sinagog kalıntısı bunlardan bazıları. Okuduğuma göre, bir de bir Kapuçin Manastırı varmış. 1574 yılında kurulan manastır aristokrat Sicilyalıların eğitim gördüğü önemli merkezlerden biriymiş. Ayrıca bu manastırda, tıpkı Palermo’da gezdiğimiz Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) gibi, asillerin mumyalanıp saklandığı bir yeraltı mezarlığı varmış. Eğer Palermo’da göremediyseniz, burada 367 Sicilyalı aristokratın mumyasını görebilirsiniz.

Forza d’Agro
Baba filminin bazı sahnelerinin çekildiği bir başka köy

Savoca’dan sonra, Baba filminin çekildiği diğer köylerden Forza d’Agro‘ya gittik. Burası, Taormina’ya Savoca’dan da yakın, 420 metre yüksekliği olan bir tepenin üzerine konuşlanmış bir başka Orta Çağ köyü. Oraya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Sokaklarda ve ana meydanda kimsecikler yoktu. Gitmesek de olurmuş diye düşünüyorum. Şöyle bir gezip, (aslında tuvalete gidebilmek için) meydandaki kafede birer kahve içip, Taormina’ya doğru yola çıktık.

Cattedrale di S. Maria Annunziata e Assunta (XV. yy.)
Forza d’Agro

Forza d’Agro ile Taormina arası araba ile aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Ana yoldan ayrıldıktan sonra denizden 250 metre yüksekte bulunan Taormina’ya çıkmak için bugüne kadar gördüğüm en karmaşık viyadükten geçmeniz gerekiyor. Lunaparklardaki hız trenlerinin (roller coaster) parkurlarına benzer keskin viraj ve iniş çıkışları, üstelik de birkaç kez, dolanmanız gerekiyor. Sonra yine çok geniş olmayan bir yoldan yukarı doğru devam ediyorsunuz.

Büyük olasılıkla Orta Çağ’da burada bulunan kaleden (Fortezza d’Agro) geriye kalan kemer Arco Durazzesco ve ardında görünen kilise ve manastır,, Chiesa della SS Trinità e Convento Agostiniano. Kilisenin önündeki meydan da Baba filminin bazı sahneleri için kullanılmış. Solda görünen Bar Eden buraya gelen turistlerin başlıca soluklanma mekanı.

Taormina’ya vardığımızda hava kararmıştı. Araba ile şehre girişimiz biraz stresli oldu. Dar ve tek yönlü olan sokaklarda araba kullanmanın zorluğuna ek olarak, bir de rehavet içinde, biraz da şaşkın şaşkın yürüyen insan kalabalığı ve sürekli arkadan sıkıştıran arabaların verdiği rahatsızlık bizi biraz gerdi. Sonunda, Via Roma, 2 adresindeki otelimiz Villa Paradiso‘yu bulduk. Bagajı boşaltıktan sonra, biraz ilerideki, otel ile anlaşmalı garaja arabamızı bıraktık. Eğer Taormina’ya araba ile gitmeyi düşünüyorsanız, otelinizin otopark koşullarından emin olunuz. Çoğu otelin otopakı veya anlaşmalı bir garajı yok.

Sonunda, otelin en üst katında, kendisine ait özel terası olan, odamıza yerleştik. Doğrusu, yine çok uzun bir gün olmuştu. Böyle olacağı zaten belliydi. O nedenle, o akşam için özel bir restorana rezervasyon yaptırmamıştım. Bir pizzacıya gidip, sonra erkenden yatarız diye düşünmüştük. Yine de internetten bir araştırma yapmış ve sıralamalarda üstte görünen La Napoletanada karar kılmıştık. Ara bir sokakta, küçük bir meydanı kaplayan bu pizzacı inanılmaz kalabalıktı. Mutfak ve garsonlar bir fabrika üretim hattındaymışçasına çalışıyorlardı. Masalar boşalıyor ve sürekli yeni müşteriler oturuyordu. Ancak, burada yediğimiz pizza tüm tatilimiz boyunca Sicilya’da yediğimiz en kötü yemek oldu. Bir kere pizzalar doğru dürüst pişmemişti. Sanırım yoğunluktan yeteri kadar fırında tutulmamışlardı. Ödediğimiz hesap çok makul olmakla beraber, burası gitmenizi önereceğim bir yer değil. Öte yandan, pizza ile içtiğimiz şarap çok özeldi. Başka bir yerde karşınıza çıkarsa içmenizi öneririm. Şarap, güney Sicilya’nın Ragusa vilayetine bağlı Vittoria beldesi sınırları içerisinde yetiştirilen Nero D’Avola ve Frappato üzümleri kullanılarak Donnafugata şaraphanesinde üretilen Donnafugata-Floramundi Cerasuolo di Vittoria DOCG 2018 idi. Cerasuolo di Vittoria Sicilya’nın ilk ve halen tek DOCG etiketli şarabı. Birbirini çok iyi tamamlayan bu iki üzümden Nero D’Avola şaraba derinlik ve gövde katarken, Frappato tazelik, berraklık, aroma ve zarafet veriyor. DOCG (Denominazione di Origine Controllata e Garantita) İtalyan şaraplarının sahip olabileceği en yüksek kalite belgesi. Açılımından da anlaşılabileceği üzere, DOCG damgası bir şişe şarabın üretim yöntemlerinin denetlenerek kontrol edildiğini ve kalitesinin garanti edildiğini ifade ediyor.

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya gezimizin sekizinci gününde, sabah saat on buçuk civarında, çok şiddetli yağış altında Cefalù‘dan Messina‘ya doğru yola çıktık. Ne adanın kuzey sahili boyunca doğuya doğru izlediğimiz bu güzergah ne de Messina, Sicilya’ya tur yapan acentaların tercihleri arasında yer alıyor. Bunu eleştirmek amacıyla belirtmiyorum. Sonuçta onlar, sınırlı bir zaman diliminde ortalama bir talebe yanıt vermek durumunda kalıyorlar. Ayrıca, her yer bir grup götürmek için ticari açıdan kazançlı olmayabiliyor. O nedenle, Sicilya turlarında Taormina, Siracusa, Agrigento, belki Palermo (çoğunda orası da yok) gibi daha bilinir yerlere gitmek acentalar için genel müşteri memnuniyeti ve kâr açısından daha güvenli limanlar.

Bizim gittiğimiz rotayı tarihte izlemiş çok önemli bir hükümdar vardı. Kendisi, Katolik dünyasının lideri, Sicilya’nın dışında, hem İtalya hem İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan, Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) (1500-1558) idi. Osmanlı Donanması’nın komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, orayı geri almayı kendine görev edinmiş ve 1535 yılının yaz aylarında bir Haçlı Seferi düzenlemişti. Şarlken, kendisinin de katıldığı savaşı kazanarak Tunus’u geri alınca, büyük bir fatih olarak Sicilya’ya gelmiş, Trapani‘de karaya çıktıktan sonra, Palermo’da onuruna yapılan muhteşem kutlamalara katılmıştı. (Gerçi, o öldükten çok sonra, 1574 yılında Osmanlı Tunus’u geri alacak ve 1881 yılına kadar elinde tutacaktı ama, bu henüz bilinmiyordu). Günlerce süren kutlamalardan sonra Şarlken Palermo’dan yola çıkmış, sahil boyunca ilerleyerek Messina’ya gitmiş, buradan da İtalya’ya geçmişti.

Messina Boğazı
Karşı kıyı, İtalya

Benim Messina’yı görmek istememin birkaç nedeni vardı. Birincisi, bir İstanbullu olarak, Sicilya ile İtalya arasındaki Messina Boğazı‘nı çok merak etmemdi. Messina’dan, karşı kıyıdaki İtalya’ya doğru bakmayı çok istiyordum. İkincisi, Cefalù’daki Museo Mandralisca‘da bir eserini gördüğümüz ressam Antonello da Messina‘nın (1430-1479), yani Messinalı Antonello’nun, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale‘deki diğer eserlerini görmekti. Ancak, tüm bunlara biraz sonra değineceğim. Şimdi tekrar Palermo-Messina arasındaki yolculuğumuza dönelim.

Yola çıktığımızda çok şiddetli yağmur yağdığını belirtmiştim. Cefalù ile Messina arasındaki paralı yol iki saat sürüyor. Bu yolun bir özelliği, Sicilya’nın hiçbir yerinde rastlamayacağınız kadar çok tünelden geçmek durumunda olmanız. Bu son derece dağlık arazinin bazı yerlerinde tünellerin resmen biri bitiyor biri başlıyor. Neredeyse etrafı ve gökyüzünü hiç görmüyorsunuz. İtiraf edeyim, bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Daha sonra, bir tanıdığımızdan bu tünellerin Avrupa Birliği‘nden sağlanan kaynaklarla yapıldıklarını öğrendik.

Henüz on beş, yirmi dakika yol gitmiştik ki, birden benzinimizin çok az olduğunu fark ettik. Sicilya’da şehirler arası ve paralı yollarda benzinci olmadığından daha önce söz etmiş, bulunduğunuz yerleşim yerinden ayrılmadan önce mutlaka benzin işini haletmeniz gerektiğini özellikle belirtmiştim. Paralı yolda, hele de tünellerin birinde yolda kalma olasılığı bizi dehşete düşürdü. Agrigento’da geçirdiğimiz trafik kazası olayından sonra, araç kiralama şirketinden çekici gelmesinin saatler alabileceğini düşündükçe soğuk terler dökmeye başladık. Otoyoldan, ilk rastladığımız çıkıştan çıkmaya karar verdik. Pollina yazan tabelayı görür görmez saptık. Benim tahminim şehrin, daha önce otoyoldan gittiğimiz yerleşim yerlerinde olduğu gibi, çıkıştan çok kısa bir uzaklık sonrasında erişilebilir bir konumda olduğu şeklindeydi. Ne yazık ki, öyle değilmiş… Yaşadığımız gerilim öyle kolay biteceğe benzemiyordu…

Otoyoldan saptıktan sonra kendimizi, dağlara doğru kıvrılan, dar ve ıssız bir yolda bulduk. Her yön tabelasında, her dönemeçte umutlandık ama, nafile. Görünürde Pollina diye bir yer yoktu. Benzincinin ise, o yolda olması zaten neredeyse imkansızdı çünkü, bir istasyon için gerekli uygun bir yer de yoktu. Gittikçe gerilmeye başladık. Kalbim çarpmaya başladı. Artan kaygı ile, giderek koltuğun ucuna doğru oturmaya başlamıştım. Oralarda, dağ başında kalmak tam bir facia olacaktı…

Derken, uzaktaki bir tepenin üzerinde, Orta Çağ’dan kalmış gibi görünen Pollina’yı gördük. Biraz ferahladık ama, daha oraya kıvrıla kıvrıla giden epeyce bir yol vardı önümüzde. Sonunda şehre geldik. Girişte hiçbir benzinci olmadığı gibi, herhangi bir benzinci reklamı ya da benzinciyi gösteren bir yön tabelası da yoktu. Dik bir yokuşta, bir grup kadın bağaj kapısı açık duran ve içinde meyva-sebze bulunan bir kamyonetten alış veriş yapıyordu. İçlerinden birisine canhıraş bir şekilde sorduk. Yokuşu geri inip, sağa dönmemizi söyledi. Sonunda, kendimizi benzinciye attık. Dolu depo ile yola koyulduğumuzda, yaşadıklarımızın etkisinden hâlâ kurtulamamıştık. Benzin bitseydi neler olabilirdi diye daha epeyce bir süre konuştuk…

Messina’ya giderken, yolumuzun üstündeki Tindari‘yi de görmeye karar vermiştik. Tindari’de hem bir Grek antik kenti var hem de Siyah Madonna‘sı ile ünlü bir kutsal kilisesi. Kilise öğle tatili için kapalı olduğundan, önce Tindari Arkeolojik Parkı‘na yöneldik.

Antik adı Tyndaris olan Tindari, bir tepe üstünde, esintili ve şahane manzarası olan bir yer. Tiren Denizi (Korsika ve Sardinya adaları, İtalya yarımadası ve Sicilya arasında kalan deniz) kıyısındaki geniş bir koya yukarıdan bakıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu yüzden şehrin konumu son derece stratejik. Bir de, Etna Yanardağı ve kuzeydeki Eolie Adaları‘nı kapsayan bir manzaraya sahip. Bu adaların içinde en büyük adanın Lipari olması nedeniyle, söz konusu adalara Lipari Takımadaları dendiği de oluyor.

Tindari‘den manzara

Tyndaris (Tindari) antik kenti, Sicilya’daki Grek şehirleri içinde tarihte en geç kurulmuş olanı. M.Ö. 396 yılında, Siracusalı despot Dionysius tarafından kurulmuş. Yukarıda belirttiğim stratejik konumunu düşününce, daha önce burada herhangi bir şehir devleti kurulmamış olmasına insan şaşıyor. Buranın ilk yerleşenleri, Peleponez Savaşı‘ndan (M.Ö. 431-M.Ö. 404) sonra Spartalılar tarafından Yunanistan’ın Messenia bölgesinden sürülen Grekler olmuş. Despot Dionysius, sayıları 600 olan bu kişileri önce Sicilya’da Messana‘ya (günümüzde Messina) yerleştirmiş. Ancak, Spartalıların bu durumdan hoşlanmamaları üzerine, yerleşim yeri olarak Tyndaris’in bulunduğu yeri göstermiş. (Okuduğum kaynaklarda Spartalıların bu ilk yerleşim yerine (Messina’ya) niye itiraz ettiklerini bulamadım doğrusu). Sürgünler, burada şehirlerini kurmuş ve ismini de kendileri vermişler. Başka bölgelerden gelenleri de kabul ederek, kısa zamanda nüfuslarını 5000 kişiye çıkarmışlar.

Tindari, sratejik konumu nedeniyle, Kartacalılar ve Romalılar arasındaki mücadele sırasında önem kazanmış. Kartacalılar burada kurdukları garnizonlarını uzun süre bırakmamışlar. M.Ö. 257 yılında Tindari açıkları ile Lipari adaları arasında yapılan deniz savaşında Romalıların galip gelmesine karşın, kentin Romalılara tam olarak geçişi ancak Panormos‘un (günümüzde Palermo) ele geçirilidiği M.Ö. 254 yılında olmuş. Romalılar döneminde ve sonrasında Tindari tarihte kendine belirgin bir yer bulamamış. Depremlerle yıkılan ve bir bölümü bulunduğu tepeden denize düşen şehir, zamanla önemini yitirmiş. Yine de, fakirleşmesine karşın, Sicilya’nın Bizans döneminde de (M.S. 535-827) varlığını bir ölçüde sürdürmüş.

Tindari antik kentinde Roma döneminden kalan bazilika ve ardında görünen Siyah Meryem Ana Kutsal Kilisesi

Antik kent oldukça geniş bir alana yayılıyor. Ancak, gezerken insan kazılar açısından burada daha yapılacak çok iş olduğunu düşünüyor. Arazinin önemli bir kısmı otlarla kaplı. M.S. 5. yüzyılda, Roma döneminde yapılan bazilikanın kalıntılarının arasından Tindari Siyah Meryem Ana Kutsal Kilisesi‘nin görüntüsü oldukça etkileyici. Bazilika denilince ilk aklımıza gelen bir kilise olsa da aslında bu yapılar, Roma döneminde kamuya açık toplantılar ve mahkemeler için kullanılırmış. Bazilikaların özelliği olan, sütunlu, uzun bir mekan ve bitiminde yer alan yarım daire şeklindeki apsis, daha sonraları kilise binaları için model olarak kullanılmaya başlanmış.

Tiyatro
(M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile M.Ö. 3. yüzyılın başı)

Arkeolojik alanda çok büyük olmayan bir antik tiyatro var. M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başı arasında yapılmış. Oturma kapasitesinin 3000 kişi olduğu belirtiliyor. Şehrin Romalıların eline geçmesinden sonra, tiyatro eserlerinin sahnelenmesi yerine, gladyatör karşılaşmaları için kullanılmaya başlanmış.

Tiyatrodan manzara

Bana göre ortaya çıkarılan kalıntıların arasında en dikkate değer bölüm, mozaiklerin bulunduğu Roma hamamı. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan hamamın frigidarium (içinde havuz olan soğukluk), tepidarium (terleme ve masaj için kullanılan terleme), calidarium (banyo yapılan sıcaklık) ve Türkçede külhan olarak adlandırılan hamam için gerekli ateşin yakıldığı praefurnium bölümlerini görebiliyorsunuz. Hamamın ana alanına açılan küçük odalarda yer mozaikleri var. Bunlardan bir tanesinin fotoğrafını, dizinin ilk yazısında, günümüzde Sicilya özerk bölgesinin bayrağında bulunan Triscele sembolünden söz ederken paylaşmıştım. Bir diğer mozaikde ise, Tindari (Tyndaris) yerleşim yerinin ismini aldığı, Yunan mitolojisindeki aynı anneden (Leda) doğma ama farklı iki babadan (Zeus ve Kral Tindaro) olma, Tindaridi olarak da bilinen, ikiz kardeşler Castor ve Pollux görülebiliyor. Agrigento yazımı okuyanlar, oradaki arkeolojik parktaki Castor ve Pollux kutsal alanını hatırlayacaklardır.

Triscele olarak adlandırılan sembol Sicilya’da Antik Yunanlılar tarafından uğur işareti olarak kullanılmış. Günümüzde Triscele sembolü Sicilya bayrağında yer almaktadır. Aynı sembol, ilginç bir şekilde, Britanya Adası ve İrlanda arasındaki özerk Man Adası‘nın bayrağında da bulunmaktadır. Uzmanlar bu ortak sembolün iki adanın ortak Norman
geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorlar.
Tindaridi olarak da bilinen, ikiz kardeşler Castor ve Pollux

Tindari Arkeolojik Parkı’nı gezdikten sonra, Siyah Madonna’nın bulunduğu kilisenin (Santuario di Maria Santissima del Tindari) açılmasını beklemek ve bir şeyler yemek için meydandaki restorana oturduk. Çok temiz bir yerdi. Sahibi arı gibi çalışıyordu. Ayrıca, kilisenin tam karşısında, çok güzel bir konumu vardı. Kilise aslında, 1950’li yıllarda, burada bulunan Tindari Kalesi’nin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha önce Siyah Madonna’nın bulunduğu, buraya çok uzak olmayan, kilise ziyaretçilere dar gelmeye başlayınca, günümüzdeki bu kilisenin inşa edilmesine karar verilmiş. Heykelin kendisi, M.S. 800 yılında yapılmış bir Bizans eseri. Anadolu’da bulunduğu ve çok nadide olduğu belirtilen bir sedir ağacından yapılmış. İtalya’daki hemen hemen tüm deniz kıyısındaki yerleşim yerlerinde olduğu gibi, bu Meryem Ana heykelinin de bir deniz felaketinden kurtulma/kurtarılma efsanesi var. Deprem, salgın ve düşman saldırılarına karşı koruyucu olduğuna inanılıyor. Altında, Nigro sum sed formosa (Siyahım ama güzelim) yazıyor. Avrupa’da, çoğu Fransa, İtalya, Almanya ve İspanya’da olmak üzere, 500’ün üzerinde Siyah Madonna olduğu söyleniyor. Neden siyah oldukları konusunda, teolojik olanlar da dahil olmak üzere, çok çeşitli görüşler var. Bazı kaynaklara göre ise, siyah olmalarının nedeni, kullanılan ağacın zaman içinde kararması.

. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan Roma hamamının praefurnium (külhan) bölümü
Hamamın kuzeyinde bulunan atriumlu
ev kalıntıları (Roma dönemi, M.S. 2. yy.)

Palermo ve Catania‘dan sonra Sicilya’nın üçüncü büyük kenti olan Messina’da, Palermo’da hissettiklerime benzer duygular yaşadım. Çünkü burası da, tıpkı Palermo gibi, bir zamanlar görkemli olduğu belli olan ama günümüzde bakımsızlıktan dolayı insana hayranlıkla karışık bir hüzün yaşatan bir şehir. Daha sonra gittiğimiz Catania’da da benzer duygulara kapılıyor insan. Önceki yazılarımdan birinde de söz etmiştim; Sicilya’nın büyük şehirleri, daha küçük yerleşim ve turistik yerlerine kıyasla, daha çok bakıma muhtaç görünüyor. Bu durum, büyük şehirlerdeki nüfus yoğunluğuna karşın, eldeki yerel kaynakların gerekli restorasyonları yapmak için yeterli olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Messina’da çok sayıda görkemli, Art Nouveau tarzda yapılmış bina var. Bunların bir kısmı restorasyondan geçirilmiş ancak, daha yapılacak çok iş olduğu da gözden kaçmıyor.

Siyah Madonna Kilisesi’nin tam karşısındaki restoran
Santuario di Maria Santissima del Tindari
(Siyah Madonna Kilisesi)

Messina’ya vardığımızda akşam üzeri idi. Otelimiz, Hotel Royal Palace (Via T. Cannizzaro, 3) Messina’da görmek istediğimiz yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde idi. O da, şehrin geneline benzer bir şekilde, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş görünüyordu. Mimarisi, 1970’lerde yapılmış olabileceğini düşündürdü bana. Belli ki, bir zamanlar modern ve gösterişli bir otelmiş. Temizlik açısından hiçbir eksiği yoktu. O da, bir gece kalacağımız Messina’da bizim için yeterli oldu.

Nigro sum sed formosa (Siyahım ama güzelim)

Messina Boğazı‘nın kıyısındaki Messina kentinin tarihi epeyce eskilere dayanıyor. Yunanca Zankle, Latince Messana olarak tarihe geçmiş olan Messina, boğazın diğer tarafında bulunan İtalya’nın Reggio di Calabria kenti ile karşı karşıya bir konuma sahip. Genelde açık denize bakmaktan çok keyif almadığım için bu manzara çok hoşuma gitti. Bana İstanbul Boğazı’nı anımsattı. Galiba Messina Boğazı’nı o nedenle de merak ediyordum. Acaba İstanbul Boğazı’na benziyor muydu? Gece, tıpkı bizim Boğaz’da olduğu gibi, karşı kıyının ışıklarını görmek çok güzel. Burası aynı zamanda Messina Boğazı’nın en dar yeri (5,1 km). Bizim Boğaz’ın en dar yeri ise, 700 metre. Zaten, uzunlukları hemen hemen aynı olsa da (İstanbul 31,7 km, Messina 32 km), Messina Boğazı genel olarak İstanbul Boğazı’ından çok daha geniş. Messina Boğazı’nın kuzey girişinde genişlik 3 km, (İstanbul Boğazı’nda 4,7 km), güney ucunda ise 16 km (İstanbul Boğazı’nda 2,5 km).

Messina Boğazı‘nda gece manzarası
Karşı kıyı, İtalya’nın Reggio di Calabria kenti
Messina’nın ünlü Madonna della Lettera heykeli

Tarihte Messina’nın adı M.Ö. 730 yıllarında geçmeye başlamış. Burada bir koloni kuranların Yunanistan’ın Euboia (Eğriboz) adasındaki Chalkis‘den (günümüzde, Halkida) gelen Grekler olduğu biliniyor. Gelenler, limanın bulunduğu bölgenin doğal şeklinden ötürü buraya, Grekçe orak anlamına gelen Zankle ismini vermişler. M.Ö. 5. yüzyılda gelen ikinci bir Grek göç dalgası ile ise, o sıralar Pers işgali altında olan Samos (Sisam) Adası ve Batı Anadolu’daki Miletustan gelen insanlar Messina’ya yerleşmişler. Şehir, sonraki dönemlerde Kartaca ile adanın doğusunda bulanan güçlü Grek site devleti Siracusa arasındaki savaşlar sırasında arada kalmış. Çeşitli kereler işgal edilmiş. Daha sonra şehir için Kartacalılar ve Romalılar arasında da mücadele devam etmiş. Nihayet, Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan 1. Pön Savaşı’nın sonunda (M.Ö. 241) Messina özgür şehir statüsüne kavuşarak Romalıların müttefiki haline gelmiş.

Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Messina 476 yılında Gotların, 535 yılında Bizanslıların, 842 yılında Arapların ve 1061 yılında Normanların eline geçmiş. Sicilya tarihine paralel olarak geçirdiği Fransız ve İspanyol işgallerinden sonra, 1821, 1847 ve 1848 yıllarında İspanyol Bourbon hanedanına karşı ayaklanmalar olmuş. 1861 yılında, tüm İtalya’nın politik birleşmesinin sağlandığı Risorgimento hareketi ile birlikte, özgürlüğüne kavuşmuş.

Messina Katedrali (Duomo)

Tüm işgal ve savaşların dışında, tarihte Messina’nın başından geçen birkaç önemli felaket olmuş. Örneğin, 1347 yılında Ceneviz gemileri ile Kırım’dan gelen veba hastalığı Messina’yı kasıp kavurduğu gibi, buradan İtalya’ya da yayılmış. 1743 yılında ikinci bir veba dalgası şehri vurmuş. 1783 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle şehir neredeyse tamamiyle yok olmuş. Messina’nın yeniden yapımı ve kültürel yaşamının canlandırılması henüz tam olarak gerçekleşmeden, 1894 yılında bir deprem daha yaşanmış. Ancak, asıl büyük deprem ve ardından tsunami felaketi 28 Aralık 1908 günü olmuş. 100.000’nin üzerinde insan ölmüş. Eski eserlerin büyük bir kısmı zarar görmüş. İnsanlar, depremden kurtulanlar için şehrin dışına yapılan son derece derme çatma binalarda 1930’ların sonlarına kadar yaşamak zorunda kalmışlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, Messina Alman ve İtalyan faşist kuvvetlerinin birliği olan Axis güçlerinin adaya mühimmat ve asker yollamak için kullandığı en stratejik nokta olmuş. Bu nedenle şehir 1943 yılında İngiliz ve Amerikan kuvvetleri tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış. Birkaç ay içinde 6500 ton bomba atılmış. Messina’nın üçte biri bu bombardımanlarla yok olmuş.

Duomo’nun içi
II. Dünya Savaşı sırasındaki ağır bombardıman nedeniyle katedralin ana ve yan altarlarındaki mozaikler tahrip olmuş

Messina’nın bir ilginç özelliği de, burada halen Yunanca konuşan bir azınlığın olması. Bu insanlar, 1533 ve 1534 yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu‘nun genişleme sürecinde Mora (Peleponez) Yarımadası‘ndan Messina’ya göç etmişler. 2012 yılında resmi olarak azınlık statüsü kazanmışlar.

Messina’da gezmeye Duomo Meydanı‘ndan (Piazza del Duomo) başlayabilirsiniz. Resmi adı Basilica Cattedrale Metropolitana di Santa Maria Assunta olan Duomo, Sicilya’da Normanların hüküm sürdüğü 12. yüzyılda yapılmış. Katedral 1197 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı VI. Henry ile eşi Kraliçe Constance’ın huzurunda takdis edilmiş. Ancak, tarih boyunca geçirdiği yangın ve deprem gibi birçok afet nedeniyle, birkaç kez yeniden inşa edilmiş. Özellikle 1908 depreminde çok hasar görmüş. Depremin yapıda neden olduğu yıkım henüz tamir edilmişken, II. Dünya Savaşı sırasında da ağır bombardıman nedeniyle tahrip olmuş. Bu nedenle, ana ve onun yanındaki altarlardaki mozaikler orijinal değil. Aslına uygun olarak yeniden yapılmışlar. Katedralin mimari yapısı, Sicilya’daki tüm Norman katedrallerine benziyor.

Duomo’nun çan kulesi ve üzerindeki astronomik saat

Katedralin yanında bulunan çan kulesinin üzerindeki ünlü astronomik saat dikkat çekici. 1933 yılında Strasbourg‘daki Ungerer şirketi taradından tasarlanmış ve yapılmış. Dünyadaki en büyük ve en karmaşık mekanik ve astronomik saat olduğu belirtiliyor. Saatin her gün öğlen 12’de başlayan ve 12 dakika süren gösterisi şehrin başlıca turistik aktivitelerinden birisi.

Görebildiğimiz kadarıyla Orion Çeşmesi (Fontana di Orion)

Duomo’nun önündeki Orion Çeşmesi (Fontana di Orion) ne yazık ki restorasyonda olduğu için çok fazla görünür değildi. İskele ve tahta perdelerin arasından çok azını görebildik. Oysa çeşme, şehrin önemli simgelerinden birisi. Şehir senatosunun özel siparişi üzerine, 1547-1553 yılları arasında, Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) tarafından yapılmış. Çeşme, Camaro nehrinden şehre su getirmek üzere yapılan ilk su kemerinin yapımını kutlamak üzere sipariş verilmiş. Biz göremedik ama; çeşmenin ortasında ve tepede mitolojik karakter Orion ve ayaklarının dibinde köpeği Sirius, onların bulunduğu yükseltiyi destekleyen ve Nil, Tiber, Ebro ve yerel Camaro nehirlerini simgeleyen dört heykel varmış. Yunan mitolojisinde denizler ve deprem tanrısı Poseidon‘un (Roma’da karşılığı Neptün) oğlu olan dev avcı Orion, aynı zamanda efsanevi olarak Messina’nın kurucusu kabul ediliyor. Konuyu dağıtmamak için ayrıntısına girmeyeceğim efsaneye göre Zeus Orion’u, günümüzde aynı isimle bildiğimiz bir takımyıldız olarak göğe yerleştirmiş.

Messina Belediye Sarayı
Fontana di Nettuno (Neptün Çeşmesi)
Çeşmenin orijinal heykelleri koruma altına alınmış

Bir sonraki durağımız, akşam yemeği yiyeceğimiz restorana yakın bir konumda olan Messina’nın bir başka ünlü çeşmesi oldu. Burası, Fontana di Nettuno (Neptün Çeşmesi). Yukarıda belirttiğim gibi, Yunan mitolojisindeki Poseidon ile Roma mitolojisindeki Neptün aynı karakterler. Neptün Çeşmesi de, Orion Çeşmesi gibi, Toskanalı heykeltıraş Montorsoli tarafından yapılmış. Sanatçı, Orion’un babası Neptün’ün çeşmesini 1557 yılında tamamlamış. Çeşme bugünkü konumundan önce birkaç kere yer değiştirmiş. Günümüzde çeşmede görülen heykeller birer replika. Asılları, doğa şartlarından etkilenmemeleri için, bir sonraki gün gittiğimiz, Messina’nın bölgesel müzesinde (Museo Interdisciplinare Regionale) sergileniyorlar.

Gündüz gözüyle Madonna della Lettera

Neptün Çeşmesi’nin karşısında, Messina’nın bir başka önemli şehir simgesini göreceksiniz. Bu, yüksek bir sütun üzerinde bulunan, üzeri altın yaldız kaplama, bronzdan bir Meryem Ana heykeli. Kaidesi ile birlikte 60 metre yükseklikte bulunan heykel, 1934 yılında sanatçı Tore Edmondo Calabrò tarafından yapılmış. Madonna della Lettera olarak anılan heykel, Messina’da her yıl 3 Haziran’da yapılan bir kutlamaya ithafen yapılmış. Şehir halkının inancına göre, Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul M.S. 42 yılında, Hristiyanlığı yaymak üzere, Mesina’ya gelmiş. Filistin’e geri dönerken bir grup Messina yurttaşı, Meryem Ana’yı görmek ve şehirlerini takdis ettirmek için onunla gitmiş. Bu insanlar 3 Haziran 42 tarihinde Hz. Meryem ile buluşmuşlar. O da, Messinalılara hitaben İbranice bir kutsama mektubu yazmış ve etrafına saçından bir tutam bağlamış. Mektuptaki cümlelerden birisi olan Vos et ipsam civitatem benedicimus (Sizi ve şehrinizi kutsuyorum), anıtın altına Latince olarak dev harflerle yazılmış. Aslında, anıtın altında bulunan ve üzerinde yukarıdaki cümlenin yer aldığı yapı da tarihi bir eser. Konum olarak Messina’nın orak şeklindeki doğal limanının ucunda bulunan bu yapı, tarihi San Salvatore Kalesi (Forte San Salvatore). Şehrin savunması için, 1537-1540 yılları arasında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken tarafından yaptırılmış. Bergamolu mimar Antonio Ferramolino‘nun tasarladığı kale, topoğrafya ile gayet uyumlu bir şekilde, üzerinde bulunduğu yarımada boyunca inşa edilmiş. Kale Sicilya tarihinde önemli bir yere sahip. 1674 yılında İspanyol yönetimine karşı yapılan ayaklanma sırasında halk tarafından ele geçirilmiş. 1860-1861 yıllarındaki Risorgimento mücadelesi sırasında ise burası, Bourbon Sicilya Krallığı’nın adada tutunabildiği son yer haline gelmiş. Kale 12 Mart 1861 tarihinde Sicilyalılar tarafından alınınca, yaklaşık 600 yıllık İspanyol hükümranlığı da sona ermiş.

Leziz deniz ürünleri…

Hava giderek kararmaya başladı ve yemek saati de yaklaştı. Bir süre karşıdaki İtalya kıyılarının ışıklarını izledikten sonra, önceden yerimizi ayırttığımız restoranı aramaya koyulduk. Aslında, Via Pozzo Leone, 23 adresinde bulunan Ristorante I Ruggeri bulunduğumuz yerden çok uzakta değildi ama, birkaç kez aynı sokaklarda dolandıktan sonra bulduk. Şansımıza, gittiğimiz zaman boş masa vardı çünkü, çalışanlar yaptırdığım rezervasyondan habersizdiler. İnternetten yaptığım rezervasyon hangi kara deliğe düştü bilmiyorum ama, bizi yine de bir masaya buyur ettiler. Burası, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Zaten Messina’da özellikle deniz ürünleri yenmesi öneriliyor. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almerita ailesine ait, Salina adasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilen Malvasia di Lipari üzümünden üretilmiş Didyme (2021) şarabını içtik. Salina, Sicilya’nın kuzeyindeki Eolie (Lipari) Takımadaları‘nın ikinci büyük adası. Antik Yunanlılar Salina’ya, adayı yaratan ve bugün sönmüş olan iki volkana atfen, ikiz anlamına gelen “Didyme” ismini vermişler.

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Agrigento’da geçirdiğimiz duygusal gelgitlerle dolu bir önceki günün ardından, sabah yine kaldığımız Dimora dei Templi‘nin terasında kahvaltı yaptıktan ve bize servis yapan Sicilyalı genç ile vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. O gün hedefimiz, Selinunte antik kentini, Mazara del Vallo‘yu ve Marsala‘yı gezdikten sonra, Cefalù‘ya dönmekti. Ertesi gün Cefalù’dan Palermo‘ya giderek orada daha önce gezemediğimiz yerleri gezecektik. Bu değişik rotayı ve programı neden izlemek zorunda kaldığımızı dizinin ilk yazısında (tıklayarak erişebilirsiniz) anlatmıştım. Bütünsellik açısından daha uygun olduğunu düşündüğüm için, Palermo’yu gezdiğimiz ilk ve ikinci günle ilgili yazılarımı da daha önce peşpeşe yayınlamıştım.

Evet, yukarıda belirttiğim gibi, Dorik tapınaklarla dolu bir başka antik kent olan Selinunte’ye gitmek üzere otelden ayrıldık. Ancak, Agrigento’yu geride bırakmadan önce görmek istediğim bir yer daha vardı. Burası, İtalyanların büyük şair ve edebiyatçısı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev ve mezarının bulunduğu müze idi. Pirandello ülkemizde romanları, kısa öyküleri ve şiirlerinden çok, tiyatro oyunları ile tanınıyor diye düşünüyorum. Eserleri çeşitli yıllarda özel ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sahnelendi. İlk aklıma gelenler; Altı Kişi Yazarını Arıyor, Size Öyle Geliyorsa Öyledir ve Ağzı Çiçekli Adam. Pirandello, gençliğinde Nasyonal Faşist Parti üyesi olmasına karşın, günümüzde liberal ve sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere, edebiyatçılar tarafından çağdaş tiyatroya en çok katkıda bulunan yazarlardan biri olarak kabul ediliyor. Britanyalı akademisyen Profesör Anthony Mortimer’a göre, “Pirandello, hem İtalyan edebiyatında hem de dünya tiyatrosunda bir devrim yapmıştır.” Pirandello bu anlamda Absürd Tiyatro akımının kurucuları sayılan Samuel Beckett (1906-1989) ve Eugène Ionesco‘nun (1909-1994) öncülü sayılıyor. Ben şahsen, Sicilya’ya gidene kadar Pirandello’nun aslen buralı olduğunu bilmiyordum. Gidince öğrendim ve bir edebiyatsever olarak bu müzeyi görmek istedim. Konuya özel ilgi duymayanlar Pirandello’nun müzesini ziyaret etmeyebilirler.

Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev
Evde sergilenen az sayıda mobilyadan birkaçı

Luigi Pirandello 1867 yılında, Agrigento’ya 4 kilometre uzaklıkta bulunan Caos (İtalyanca’da Chaos) mevkindeki bu evde, hem anne hem baba tarafından çok zengin bir aileye doğmuş. Babası çok varlıklı bir sülfür sanayicisi, annesi ise Agrigentolu büyük burjuva bir aileden gelen çok iyi eğitimli bir kadınmış. İlk eğitimini evde alan Pirandello, küçük yaşlardan itibaren evdeki hizmetlilerin anlattığı masal ve efsanelere ilgi duymuş. On iki yaşında ilk tragedyasını yazmış. Babasının ısrarı üzerine önce teknik bir orta okula kayıt olsa da, daha sonra edebiyat ve beşeri bilimleri tercih etmiş.

Luigi Pirandello (1884)
Kaynak: wikipedia.org
Pirandello’nun doğduğu evin bahçesindeki büstü

1880 yılında aile Palermo’ya taşınmış. Burada liseyi bitiren Pirandello aynı zamanda hem 19. yüzyıl İtalyan şairlerini yoğun olarak okumaya hem de ilk şiirlerini yazmaya başlamış. Bu dönemde babasının evlilik dışı ilişkilerinin farkına varan Pirandello duygusal olarak babasından uzaklaşmaya başlamış. Annesine her zaman duyduğu, eserlerine de yansıyan sevgisi ve düşkünlüğü daha da artmış. Pirandello üniversite eğitimine Palermo Üniversitesi’nin Hukuk ve Edebiyat bölümlerinde başlamış. Özellikle Hukuk bölümündeki ortam onun politikaya ilgisini artırmış. Kendisi doğrudan yer almasa da, ileride Fasci Siciliani adını alacak olan demokrat ve sosyalist harekete sempati duymuş ve bu hareketin lider idealogları ile yakın arkadaş olmuş. 1887 yılına gelindiğinde, çalışmalarına kesin olarak edebiyat alanında devam etmeye karar veren Pirandello, yüksek eğitimi için Roma‘ya gitmiş. Burada sık sık gittiği tiyatrolar onun bu edebiyat dalına ilgi duymasına yol açmış. Eğitimi devam ederken, Latince profesörü ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Roma Üniversitesi’nden ayrılıp, doktora çalışmalarına devam etmek için, Bonn‘a gitmiş. Filoloji doktorasını tamamlama sürecinde Alman Romantikleri‘ni ve özellikle Goethe‘yi (1749-1832) yoğun olarak okuma fırsatı bulmuş. 1891 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Roma’ya dönen Pirandello, 1893 yılından itibaren edebiyatın çeşitli dallarında eserler yazmaya başlamış.

Luigi ve kardeşi Rosolina’nın resim defteri
Yazarın mektupları ve el yazmalarından bazıları

1903 yılında, Pirandello’nun babasının Agrigento yakınlarında bulunan Aragona‘daki sülfür madenlerini sel basınca, aile maddi krize girmiş. Babası sadece ailenin kendi kaynaklarını değil, Pirandello’nun eşinin drahomasını da bu işletmeye yatırdığı için bu krizin sonuçları çok ağır olmuş. Pirandello’nun eşi ömür boyu sürecek bir ruhsal bunalıma girmiş. Pirandello’nun kendisi ise, bir ara intihar etmeyi düşündükten sonra, verdiği İtalyanca ve Almanca derslerin sayısını artırarak ve o zamana kadar ücretsiz yazı yazdığı edebi dergilerden ücret talep ederek, üç çocuklu çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmış. 1904 yılında Pirandello kendisine tanınırlık kazandıran ilk romanını (Mattia Pascal) yayınlamış ve ondan sonraki on yıl boyunca roman ve kısa öykü dalında eserler vermeye devam etmiş. 1916 yılında tiyatro yeniden ilgisini çekmeye başlamış ve yazdığı eserleri kısa zamanda sadece İtalya’da değil, başta Londra olmak üzere Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York‘da sahnelenmeye başlanmış. 1922-1924 yılları arasında uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı iyice artan Pirandello bu arada Fransızların Légion d’honneur nişanına da layık görülmüş. Yine bu sıralarda Benito Mussolini‘ye (1883-1945) bir mektup yazarak Nasyonal Faşist Parti üyesi olmak istediğini bildirmiş. Bu hareketinin sonunda, Mussolini’nin desteği ile Roma’da kendi tiyatrosunu (Teatro d’Arte di Roma) kurmuş. Pirandello’nun gerçekten faşist olup olmadığı daima bir tartışma konusu olmuş. Her ne kadar, “Faşistim çünkü İtalyanım” demiş olsa da, parti ile temel konularda sürekli tartışma yaşamış. Kendisini, “Bu dünyada sadece bir insanım, ben apolitiğim”, diye tanımlamış. Parti ile fikir ayrılıkları 1927 yılında parti kimliğini parti genel sekreterinin gözleri önünde yırtmasına kadar varmış. Tüm bunlar nedeniyle, Pirandello’nun aslında düşünsel olarak değil, pratik nedenlerle, kariyerine faydası olacağı için parti üyesi olduğu fikri yaygın. Öte yandan Pirandello, 1934 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü madalyasını 1935 yılında İtalya’nın Etiyopya‘yı (o zamanlarki adıyla Habeşistan’ı) işgali için düzenlenen kampanya sırasında, eritilmek üzere, partiye bağışlamaktan da kaçınmamış.

Pirandello 1934 yılında Nobel ödülünü aldıktan sonra katılmak zorunda kaldığı çok sayıda davetten bir süre sonra sıkıldığını sık sık ifade etmiş
Kaynak: wikipedia.org
1935’te Albert Einstein ile beraber
Kaynak: wikipedia.org

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapılmış olan Pirandello’nun doğduğu ev, aslen yazarın anne tarafına ait kırsal bir villa. Ev ve çevresindeki zeytin ağaçları ile dolu arazisi bir tepeden, yazarın “Afrika Denizi” diye betimlediği, Sicilya ile Afrika kıtası arasındaki denize bakıyor. Yazarın annesi Caterina Ricci Gramitto Luigi Pirandello’yu, 1867 yılında yaşanan bir kolera salgını sırasında, hastalıktan korunmak için çekildiği bu evde doğurmuş. Ev, ailenin yaşadığı mali krizden sonra birkaç el değiştirmiş. 1943 yılında, yakınındaki bir cephane çöplüğünde yaşanan bir patlama nedeniyle ağır hasar almış. 1949 yılında ulusal anıt statüsü verilmiş. 1952 yılında Sicilya bölgesel yönetimi satın aldıktan sonra kapsamlı bir restorasyon yapılmış. Günümüzde müzenin giriş katında Pirandello ile ilgili süreli sergiler düzenleniyor. Üst katta ise, yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, mektupları, el yazmaları, kitaplarının imzalı ilk basımları, aldığı ödüller ve ünlü oyunlarının afişleri sergileniyor. Ayrıca, yazarın eserlerinden alıntılar ve çeşitli konular üzerine düşünceleri farklı görsel araçlarla (projeksiyon, film vb.) gösteriliyor. Bunların arasında, Pirandello’nun özellikle ölüm üzerine düşünceleri beni çok etkiledi…

Yazarın eserlerinin ilk basımlarından örnekler

Pirandello, Nobel ödülünü aldıktan iki yıl sonra, 10 Aralık 1936 günü Roma’daki evinde ölmüş. Ölmeden önce kesinlikle istemediğini belirtmesine karşın, cenazesi devlet töreni ile kaldırılmış. Oysa, ” Öldüğüm zaman beni giydirmeyin. Beni çıplak olarak bir çarşafa sarın. Yatağın üstünde çiçekler ve mum ışığı olmasın. Sadece bir cenaze arabası olsun. Çıplak. Bana kimse eşlik etmesin. Akrabalar ve arkadaşlar olmasın. Araba, at, arabacı, o kadar. Beni yakın”, demiş. Kilise yakılmaya karşı olduğu, Faşist Parti de bir kimsesiz gibi gömülmesini redettiği için, bu istekleri yerine getirilmemiş. Vasiyeti ancak 1947 yılında hayata geçirilmiş ve külleri, arzuladığı gibi, Sicilya’ya, doğduğu yere getirilmiş.

…. küllerimin konduğu kap Sicilya’ya götürülsün ve doğduğum yer olan Girgenti’nin (Agrigento’nun o zamanki adı) kırsal bölgesinde sert bir kayanın içine yerleştirilsin “

Luigi Pirandello

1947 yılında Pirandello’nun külleri, Sicilya’nın Antik Yunan dönemine ait bu vazonun içinde doğduğu yere,
Sicilya’ya taşınmış

Pirandello’nun mezarı doğduğu evin çok yakınında, tam da onun istediği gibi, “Afrika denizi”ni gören bir noktada. Çok uzun olmayan bir yürüyüşle, tepenin yamacı boyunca yürüyüp, ulaşıyorsunuz. Biz giderken yabancı bir çift mezardan geri dönüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Yazarın külleri, vasiyet ettiği gibi, heykeltıraş Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu anıtsal bir kayanın içine yerleştirilmiş. Sessizlikte, yüzümü mezarın baktığı denize döndüm ve hafif dalgalı denizi izledim bir süre. Biraz puslu havada göremedim ama, Afrika karşıda bir yerlerde olmalıydı…

Sanatçı Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu ve Pirandello’nun vasiyet ettiği gibi küllerinin içine yerleştirildiği anıtsal kaya mezar
Modern tiyatronun öncüsü bir büyük sanatçının anısına…

Agrigento’dan Selinunte’ye gitmek için batıya doğru aşağı yukarı 120 kilometre kadar gitmeniz gerekiyor. M.Ö. 628 yılında kurulduğu tahmin edilen ve o zamanlar ismi Selinus olan bu Grek kolonisi, Sicilya’nın doğusunda bulunan bir başka Grek kolonisinden, Megara Hyblaea‘dan gelen Grekler tarafından kurulmuş. Megara Hyblaealılar ise, Selinunte’yi kurmadan 100 yıl kadar önce Yunanistan’daki Megara‘dan gelmişler. (Hatırlanacağı üzere, İstanbul’da M.Ö. 658 yılında, günümüzde Topkapı Sarayı‘nın bulunduğu, Birinci Tepe‘de ilk şehir devleti Byzantium‘u kuran Byzas da Megara’dan gelmiştir). İki nehir arasında kurulmuş olan Selinunte, söylendiğine göre adını burada bol miktarda yetişen yabani kerevizden (selinon) almış. Bu nedenle, kereviz yaprağı motifi kentin paralarında yaygın olarak kullanılmış.

Selinus (Selinunte)
Sicilya’nın batısında, deniz kenarında bir Grek koloni kenti

Selinunte, Sicilya’nın güneybatı köşesinde bulunuyor. Burası aynı zamanda, adadaki Grek kolonileri arasında en batıda bulunan koloni. Bu nedenle, Selinuntelilerin Fenikeliler, yine onlardan olan Kartacalılar ve Sicilya’nın yerli halkları ile en baştan ilişkide olmaları kaçınılmaz olmuş. Başlarda Fenikelilerle bir sorun yaşamazken, daha önce gezdiğimiz Segesta ile bitmeyen bir düşmanlık ve savaş yaşamışlar. Segesta ile ilgili yazımda (erişim için tıklayabilirsiniz) belirttiğim gibi, buranın halkı olan Elymianlar Anadolu kökenli, Grek olmayan bir halk. Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180) sonra Troia‘dan göç etmişler ve tarihsel olarak Sicilya’nın yerel kabul edilen üç halkından birisini oluşturuyorlar. Selinunte ile Segesta arasındaki bitmeyen sınır ve güç savaşları sırasında, Segesta’yı tutan Atina ile Selinunte’nin müttefiki olan, adanın doğusundaki Siracusa arasında da savaşlar olmuş. Öyle ki, Atinalılar Segesta’ya destek olmak için Sicilya’ya bir sefer düzenlemişler. Ancak, Selinunte yerine Siracusa’ya saldırmışlar. M.Ö. 415-413 arasında zamanın bu iki süper gücü arasındaki mücadelede Atina yenilince, Segestalılar bu sefer Kartacalıları yardıma çağırmışlar.

Üzerinde yabani kereviz yaprağı motifleri olan antik Selinunte paraları
Kaynak: wikipedia.org

M.Ö. 409 yılında, dokuz günlük bir kuşatmadan sonra, Selinunte Kartacalıar tarafından yerle bir edilmiş. Şehir nüfusunun neredeyse tamamı ya öldürülmüş ya da esir alınmış. Bu saldırıdan sonra Selinunte hiçbir zaman eski şaşalı günlerine dönememiş. Daha sonra, Kartacılarla Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sırasında da arada kalan şehir, M.Ö. 250 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve bir daha inşa edilmemek üzere tarihten silinmiş. Kalan halk, şehirden geri çekilirken Kartacalılar tarafından Lilybaeum‘a (günümüzde Marsala) götürülmüş.

Tanrıça Hera’ya adanmış olabileceği düşünülen Tapınak E (M.Ö. 460-450)
Tapınağın içi

Selinunte, kurulduktan sonra 200 yıl içinde dev tapınakları ve iki limanı olan çok muhteşem bir şehir devleti haline gelmiş. Bir dönem, Antik Çağ için oldukça fazla sayılacak 100.000’nin üzerinde bir nüfusa ulaşmış. Deniz kenarında etkileyici Dorik tapınakları olan kent, kuzey-güney ekseninde uzanan, yaklaşık 4000 dönümlük bir alana yayılmış. Bu nedenle, günümüzde de antik kentin içinde bulunduğu arkeolojik parkın, Avrupa’nın en büyük arkeolojik ören yeri olduğu belirtiliyor. Arkeolojik alan başlıca dört bölgeden oluşuyor. Kısıtlı zamanda seçim yapma gerekliliği yüzünden biz, şehrin doğusundaki ve akropol bölgesindeki tapınaklara gitmeye karar verdik. Bir de ören yerinin müzesini gezebildik. Buraların dışında, antik kentin kuzeyindeki Mannuzza tepesinde ev kalıntıları, batı tarafta Demeter‘e adanmış bir kutsal alan ve nekropol (mezarlık) bölgesi varmış. Zaman kısıtının dışında bir de, gökyüzünde gittikçe kararan yağmur bulutları bizi böyle bir seçim yapmaya itti.

Selinunte’de gezdiğimiz doğu tapınakları ve akropoldeki tapınakların arasındaki uzaklık epeyce fazla. Neyse ki, arkeolojik alanın çeşitli noktaları arasında işleyen elektrikli servis araçları var. Bu, Türkiye’de de geniş ve düz bir alana yayılan antik kentler için düşünülebilecek iyi bir çözüm olabilir. Bisiklet kiralamak da mümkünmüş.

Tapınak E

Arabayı Selinunte Arkeolojik Parkı‘nın girişindeki park yerine bıraktık. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, İtalya’da mümkünse arabanızı dolu bagaj ile bırakmayın ya da güvenli bir yere park ettiğinizden emin olun. Aksi takdirde, arabanız çok kısa bir zamanda soyulabilir.

Antik kentte ilk gezdiğimiz doğu bölgesi tapınakları parkın giriş kapısına daha yakın bir yerde ama, yine de yürümek için uzak. Kısa bir beklemeden sonra gelen servise binerek tapınakların bulunduğu yere gittik. Selinunte’deki tapınakların tam olarak hangi tanrılara adandıkları bilinmiyor. O nedenle, tapınaklar her birine verilen harflerle anılıyorlar. Doğu bölgesindeki tapınaklar E, F ve G olarak adlandıırlmışlar. Esasında tüm tapınakların adanmış olabilecekleri tanrılar için bazı iddialar var ama, anlaşılan bilimsel olarak kanıtlanamadığı için bu şekilde anılmaya devam ediliyorlar.

Günümüzde bir taş yığını olan Tapınak G bir zamanlar Selinunte’deki en büyük tapınakmış ve Anadolu’daki büyük Iyon tapınakları ile rekabet etmek üzere tasarlanmış. Bu amaçla, Didim‘deki Apollo Tapınağı‘nı çağrıştıran bir plana göre yapılmış. Ancak, M.Ö. 530 yılında yapımına başlanan tapınak hiçbir zaman tam olarak bitirilememş.

Tapınak E, bu gruptakilerin en yenisi. M.Ö. 460-450 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı kaynaklar Hera’ya (Roma mitolojisindeki adıyla Juno’ya) adanmış olabileceğini belirtiyorlar. Hera, Yunan mitolojisinde evlilik, kadın ve doğum tanrıçasıdır. Tapınağın günümüzde ayakta görünen hali büyük oranda 1956-1959 yılları arasında, çevredeki orijinal taşlar kullanılarak yapılan yeniden inşa sonucu ayağa kaldırılmış. Bazı çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, bence bu çalışma tapınağın eski görkeminin algılanması açısından başarılı olmuş. Zira, Selinunte’deki tapınakların bir çoğu günümüzde bir taş yığını halinde duruyorlar. Bu yıkıma büyük ölçüde Orta Çağ’da yaşanan depremler neden olmuş. Tapınak F, doğu bölgesindeki tapınakların içinde en küçük ve en eski olanı. M.Ö. 550-M.Ö. 540 arasında yapılmış. Tapınak G ise, zamanında Selinunte’deki en büyük tapınakmış. Yapımı kesintiler nedeniyle çok uzun sürmüş. İnşasına M.Ö. 530 yılında başlandığı belirtiliyor. M.Ö. 409 yılında, Kartacalılar şehirde taş taş üstünde bırakmayınca tapınak da tamamlanamamış. Kalıntı yığınındaki taşlarda göze çarpan stil farklılıkları yüz seneden fazla süren ve tamamlanamayan inşaatın kanıtları olarak duruyorlar. Eldeki bulgulara dayanarak, Tapınak G’nin şehrin Hazinesi olarak da kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş.

Tapınakların yapımında kullanılan makaraların bir kopyası

Selinunte’nin ve tapınaklarının inşası için gerekli taşlar, şehrin 11 kilometre kuzeybatısında bulunan Cave di Cusa‘dan getirilmişler. Burası, Antik Çağ’da kullanılmış tarihi bir taş ocağı. M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısından M.Ö. 409’daki Kartaca işgaline kadar, 150 yıl kullanılmış. Şu anda arkeolojik sit alanı olan Cave di Cusa’da o zamanlar, gerekli taşların ocaktan kesilip çıkarılması için 150 kadar kölenin kullanıldığı belirtiliyor. Selinunte’de, taş ocağından getirilen taşların işlenerek nasıl üst üste konduklarını anlayabilmeniz için antik çağda kullanılan makaraların kopyaları yapılmış. Böylece insan, bu dev yapıların nasıl inşa edildiklerini gözünde canlandırabiliyor. İnşaatta kullanılan bloklar, Tapınak G’nin taş yığını arasındaki bazı taşların üzerlerinde görülen at nalı şeklindeki oyuklara geçirilen halatlar ve sözünü ettiğim dev makaralarla yerlerinden kaldırılırlarmış. Hatırlarsanız, taşlardaki benzer oyuklara Agrigento Tapınaklar Vadisi‘ndeki Zeus Tapınağı‘nda da rastlamıştık.

Bir başka açıdan yine Tapınak E

Tepesinde Dorik tapınaklar bulunan akropol şehrin denize hakim bir noktasında. Daha önce belirttiğim üzere buraya da, parkın içindeki müzeye olduğu gibi, elektrikli servis aracı ile ulaşım sağlanıyor. Buralar doğu bölgesine oldukça uzak. Arabada giderken yürüyerek gitmeyi tercih edenlere rasladık. Biraz imrenerek baktılar bize gibime geldi. Yol bizim Segesta’da çıkmak zorunda kaldığımız kadar yokuş ve zorlu bir yol değildi. Ama, yağmur bulutları ile kararan hava giderek tehditkar bir hal almaya başlamıştı.

Akropol bölgesinde, ön tarafta Tapınak A ve Tapınak O‘dan
geriye kalan taş yığınları. Arkada, sütunları görünen Tapınak C (M.Ö. 550) bu bölgedeki en eski tapınak.

Akropolde A, B, C, D, O ve Y tapınaklarının kalıntıları var. Bunlardan denize en yakın olan iki tanesi, A ve O, aynı yıllarda (M.Ö. 490-M.Ö. 460) ve aynı plan ile yapılmışlar. Günümüzde taş yığını olarak duruyorlar. Akropoldeki en eski tapınak, C tapınağı. M.Ö. 550 yılında yapılmış. Tapınak alanında bulunan çok sayıda mühür nedeniyle buranın, kutsal alan olmanın dışında, arşiv olarak kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş. Tapınak C ile Tapınak D (M.Ö. 540) arasındaki bölgede M.S. 5. yüzyılda kalıntıların taşları kullanılarak yapılmış bir Bizans köyünün kalıntıları var. Buradaki yapıların bir kısmı, Orta Çağ’da olan depremlerde tapınaklarla birlikte zarar görmüşler. Bazı evlerin üstüne tapınakların sütunları devrilmiş. Tapınak D’nin doğusunda bulunan Y Tapınağı, kesin olarak bilinmemekle beraber, M.Ö. 550 civarında yapılmış. Buraya Küçük Metoplar Tapınağı da deniyor. Metop, Dor tipi tapınakların frizlerinde bulunan düz veya kabartmalarla bezeli süslemelere verilen isim. Tapınak Y’de en güzel örnekleri bulunan bu metoplar daha sonra şehir içinde başka yapılarda ve kent duvarlarında dolgu olarak kullanılmışlar. Arkeolojik parkın müzesinde hem Tapınak Y’nin küçük bir ayağa kaldırılmış kesitini hem de tepedeki metopların kopyalarını görmek mümkün. Orijinalleri, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne götürülmüşler. Bu bölgedeki en yeni tapınak, Helenistik dönemde, M.Ö. 250 yılı civarında yapımış olan Tapınak B.

Selinunte Arkeolojik Parkı’nda bulunan müzenin koleksiyonu Prehistorik (Tarih Öncesi) çağlara kadar uzanıyor

Biz akropol bölgesini gezerken yağmur başladı. Öyle ince ince değil. İri damlalar düşmeye başladı. Bizi ören yerinin girişine götürecek servisi beklerken, durağın olduğu yerde bulunan kafede birer kahve içtik. Açık havada idik ama ağaçlar bizi korudu. Dinlenmek iyi geldi doğrusu.

Akropol bölgesindeki Tapınak Y‘nin bir bölümünün müzedeki rekonstrüksiyonu (yeniden inşası). Bir tek tepedeki metoplar orijinal değil.
Metop, Dorik tapınaklarda sütunların tepesindeki alınlıkta yer alan kabartmalara verilen mimari isim. Artemis ve Akteon‘nun canlandırıldığı bu metop Tapınak E‘ye ait bir kopya. Aslı, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyor.

Selinunte Arkeolojik Park’ından ayrılıp arabamıza bindiğimiz sırada yağmur iyiden iyiye şiddetlenmeye başladı ve Sicilya’nın batı sahili boyunca kuzeye doğru giderken, kâh azalıp kâh artarak, bizi izledi. Bizim niyetimiz, yol üstünde Mazara del Vallo ve Marsala‘yı da gezmekti. Marsala bölgesinin ünlü bir şarap üretim bölgesi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, her iki yerleşim yeri de çok bakımsız ve çirkin modern apartmanlar, binalarla dolu görünüyordu. Bu bölge, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından çok yoğun olarak bombalanmış. Şehirlerin tarihi yapıları hasar almış ve belli ki hepsini ayağa kaldırmak için yeteri kadar kaynak bulunamamış. İmkanları oldukça kısıtlı anlaşılan. Buralarda konaklamak için doğru dürüst yer bulmak da zor. Bizim açımızdan bir diğer çekince de, arabanın bagajında bavullarımızın olması idi. Ne de olsa, buralar aynı zamanda bir dönem Mafya‘nın çok kuvvetli olmasıyla ünlü yerler.

Akropolden yakındaki Marinella di Selinunte köyüne bakış

Marsala’da, Arkeoloji Müzesi’ni gezmeye niyetlendik. Ancak, müzenin özel otoparkının olmaması ve sahil yolu ile müzenin yan tarafındaki umuma açık otopark alanının çok tekin görünmemesi nedeniyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Palermo yönünde, çok şiddetli yağış altında gittik. Akşam saat 21:30 için Cefalùda, Triscele isimli restoranda yer ayırtmıştık. Memnun kaldığımız bu restoran ve içtiğimiz şaraptan Cefalù ile ilgili yazımda söz etmiştim. Okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler bağlantı aracılığı ile erişim sağlayabilirler.

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Agrigento‘da sabah gözlerimizi pırıl pırıl ve erken saatte bile sıcak olan bir havaya açtık. Buraya gelme nedenimiz olan Tapınaklar Vadisi‘ni gezerken hava daha da ısındı. Arkeolojik kalıntıları gezerken zaman zaman ciddi şekilde zorlandık. Temmuz ve ağustos sıcağında gelenler ne yapıyorlar, hiç bilemiyorum. Ekim ayında olduğumuza inanmak gerçekten zordu.

Üst üste oldukça yoğun bir program izleyerek ve araba ile uzun mesafeler giderek geçen dört günün ardından, biraz olsun dinlenmiş hissettim kendimi. Kahvaltının terasta olacağı bize önceden bildirilmişti. Yukarı çıktık. Uzaktan yine bir gece önce çok güzel aydınlatılmış olarak gördüğümüz tapınaklar görünüyordu. Bizi İngilizce konuşan, genç ve sempatik bir erkek çalışan karşıladı. Tüm servisi de o yaptı. Daha sonra, yaşça daha büyük ve sadece İtalyanca konuşan bir hanım daha geldi. O daha çok işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyor gibiydi. Samimi ve cana yakın ama, biraz çekingendi. Yabancı dil bilmiyor olması bir etken olabilir diye düşündüm. Bizim dışımızda, bir iki masada daha kahvaltı yapan yabancılar vardı.

Otel odamızdan görülen tapınaklardan Hera Lacinia ya da Juno Tapınağı

Genç adam hem her masaya servis yapıyor hem de güler yüzle sohbet ediyordu. Kahvaltılar sırasında birlikte olduğumuz iki sabahın ardından, bu Sicilyalı gencin en büyük hayalinin Amerika’ya gitmek olduğunu öğrendik. Ancak, son yıllarda Amerika’ya kaçak gitmenin ve orada bir yaşam kurmanın zorlaşmış olması nedeniyle, önce Kanada’ya gitmeye karar vermişti. Bir tanıdığının yardımıyla orada kamyon şoförlüğü yapabileceğini, Kanada vatandaşlığı aldıktan sonra ABD’ye daha rahat yerleşebileceğini düşünüyordu. Neden Sicilya’dan gitmek istediğini sorduğumda bana, orada gençler için bir gelecek olmadığından söz etti. Çalışma alanlarının kısıtlı olduğunu, kendisinin daha iyi imkanlarla yaşamak istediğini söyledi. Hayranlıkla, büyükannesinin çocukluk arkadaşı olan bir kişiden bahsetti. Büyükannesi ile aynı köyden olan bu adam, yıllar önce Sicilya’dan kaçak bir şekilde ABD’ye gitmiş. Bir süre sağda solda çalıştıktan sonra, ABD vatandaşı olabilmek için Vietnam Savaşı‘na katılmış. Kendisine sunulan şart bu olmuş. ABD adına savaşması ve eğer hayatta kalırsa, bunun karşılığında vatandaşlık alması… (Bir yerde, Irak Savaşı sırasında da bu yöntemin kullanıldığını ve o nedenle ABD tarafından oraya gönderilen bazı askerlerin doğru dürüst İngilizce bile konuşamadıklarını okuduğumu hatırladım). Savaş dönüşü vatandaş olmuş ve New York’da NYPD’de (New York Polis Departmanı) uzun yıllar polis olarak görev yapmış. Emekli olduktan sonra New York’da bir restoran zinciri açmış ve çok zengin olmuş. Genç adam tüm bunları gözleri parlayarak anlattı bize…

Uzaklarda görünen Herakles Tapınağı

Terasın üstü bir tente ile kapatılmıştı. Kahvaltının sonuna doğru güneş de gittikçe yakıcı olmaya başlayınca, kalktık. Kaldığımız Dimora dei Templi, tapınakların bulunduğu Arkeolojik Park‘a (Parco Valle dei Templi Agrigento) araba ile birkaç dakikalık mesafede idi. Girişteki otopark turist arabaları ve özel arabalarla doluydu. Upuzun bir bilet kuyruğu ve adeta bir insan seli vardı. Ekim ayında bu denli bir turist kalabalığı beni oldukça şaşırttı. Kısa bir süre sonra biz de o kalabalığa karıştık.

Agrigento‘da Tapınaklar Vadisi‘nin gerisindeki çok katlı binalar

Günümüzün çirkin binaları uzaktan Tapınaklar Vadisi’ni sıkıştırmış olsa da, doğal bir eğimle denize doğru uzanan, zeytin ve badem ağaçları ile yabani kekik dolu bu arazinin bir zamanlar nasıl olduğunu hayal etmek hâlâ mümkün. Bu konuda en önemli etken hiç şüphesiz Concordia Tapınağı (Tempio della Concordia), çünkü söz konusu yapı, dünyada en iyi korunmuş şekilde günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi. Atina‘daki Hephaestus Tapınağı‘ndan (Theseion olarak da bilinir) sonra en sağlam şekilde ayakta kalmış antik Yunan döneminden kalma tapınak olduğu kabul ediliyor. Vadide Concordia’nın dışında, onun kadar sağlam kalmamış olsalar da, birkaç tapınak daha var. Sırtınızı modern Agrigento’ya verip, denize doğru baktığınızda gerçekten çok güzel bir manzara buluyorsunuz karşınızda. Özellikle gece, tapınaklar çok güzel aydınlatılıyor. İnsanın bakmaya doyamadığı, büyüleyici bir görüntü…

Muhteşem Concordia Tapınağı, dünyada en iyi korunmuş şekilde
günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi

Antik Çağ’da Akragas olarak bilinen Agrigento, M.Ö 580 yılında Rodos ve Sicilya’nın güneybatı bölgesindeki Gela kentinden gelen Grek koloniciler tarafından kurulmuş. Sicilya’da Grek kolonileri M.Ö. 735 yılından itibaren görülmeye başlanıyor ancak, bu erken koloniler adanın doğu tarafında kuruluyor. Adanın batı bölgeleri bir süre daha Fenikelilerin elinde kalmaya devam ediyor. (Eğer okumadıysanız, Sicilya tarihi le ilgili kısa bir özet için, serinin ilk yazısı olan Sicilya’da İki Hafta başlıklı yazımı okumanızı öneririm). Zenginliğinin doruğunda olduğu yıllarda Akragas (Agrigento), Atina ile rekabet edebilecek bir görkeme sahipmiş. Öyle ki, Grek şair Pindar burası için, “insanoğlunun oturduğu en güzel şehir” demiş. Kuruluşundan M.Ö. 5. yüzyılın sonuna kadar şehirde çok yoğun bir inşaat dönemi olmuş. Günümüze kalan eserlerin çoğu ve 12 kilometrelik, 9 giriş kapısı bulunan, şehir duvarları da bu döneme ait kalıntılar. Akragas ve Hypsas nehirlerinin arasında kurulmuş olan şehrin limanı (empórion) ise, bu iki akarsunun denize döküldüğü, günümüzde San Leone balıkçı köyünün bulunduğu, yerde imiş. Akragaslılar yaptıkları muhteşem tapınaklar kadar, zevk ve sefaya düşkünlükleri ile de ünlü olmuşlar. Filozof Plato bu konu ile ilgili olarak Akragaslılar için, “Sonsuza kadar kalmak üzere inşa ediyorlar ama, sanki yarın öleceklermiş gibi eğleniyorlar”, demiş.

Antik Agrigento kent duvarlarından bir bölüm

Akragas zaman içinde küçük bir yerleşim yeri olmaktan çıkıp, o dönem için büyük sayılan, 200.000’in üstünde nüfuslu bir şehir devletine dönüşmüş. Bu süreçte, Phalaris ve Theron isimli yöneticilerin altında diktatörlük dönemleri yaşadıktan sonra, filozof Empedokles‘in önderliğinde demokrasiye geçmiş. M.Ö. 406 yılında, Kartacalılar tarafından şehir yerle bir edilmiş ve Akragas 3. yüzyılın sonuna kadar bir daha kendine gelememiş. M.Ö. 264 ile 146 yılları arasında Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan Pön Savaşları sırasında Akragas için de çetin çarpışmalar olmuş. Sonunda, M.Ö. 210 yılında şehir Romalıların eline geçmiş. Romalılar, Akragas’ın adını Agrigentum olarak değiştirmişler ve büyük bir imar dönemi başlatmışlar. Tiyatro, meclis binası (bouleuterion) ve birkaç tapınak Romalıların döneminde yapılmış. Bu arada, yapılan inşaatlarla birlikte şehir, günümüzde Arkeoloji Müzesinin bulunduğu Aziz Nikolas tepesinin çevresine doğru kaymış. Civarda ortaya çıkarılan zengin villalarının da bu döneme ait oldukları saptanmış. Çeşitli arkeolojik buluntular üzerinde görülen yazılardan Agrigentum’un zenginliğinin en çok sülfür madenciliği, işlenmesi ve ticaretine dayandığı saptanmış. Sicilya’da en önemli sülfür madenlerinin bulunduğu Racalmuto, Agrigento’ya sadece yarım saat uzaklıkta bulunuyor. Bölgede binlerce yıl süren sülfür madenciliği Sicilya topraklarının bağrındaki bir başka trajedinin kaynağı…

Ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989)
Kaynak: www.mubi.com

Dünyada sülfürün kullanılmadığı bir üretimin neredeyse olmadığı belirtiliyor. Sicilya, volkanik yapısı nedeniyle sülfür açısından çok zengin bir ada. Talebin iyice arttığı Endüstri Devrimi sırasında Sicilya’daki sülfür daha da önem kazanmış. 19. yüzyılda dünyada kullanılan sülfürün %90’ı Sicilya’dan sağlanıyormuş. Ancak, endüstrileşen ülkeler zenginleşirken, ağır sömürü altında çalıştırılan Sicilyalılar bu zenginlikten hiç pay alamamışlar. Yerin altındaki madenlerde, 45 derece sıcakta, 6 yaşından başlayarak çalıştırılırlarmış. Aşağıda sıcak, sülfürün çıkardığı gaz ve rutubet nedeniyle güçlükle nefes alarak, çıplak olarak çalışıyorlarmış çünkü başka türlü bu şartlara dayanmak mümkün olmuyormuş. Çocuklar, özellikle dar tünellerden geçebildikleri için kullanılıyormuş. Küçük bedenleri ile sırtlarında taşıdıkları sülfür dolu sepetleri yukarı taşıyorlarmış. Sicilya dilinde carusu olarak adlandırılan bu çocuk işçilerin kullanımı II. Dünya Savaşı’ndan sonra bile devam etmiş. Çocuklar madenlerde sadece fiziksel güç olarak sömürülmemişler, cinsel istismara da maruz kalmışlar. Çalışma sırasında evlerinden bir hafta on gün boyunca uzak kalan madencilerin arasında çocuk işçiler bu tür şeyler de yaşarlarmış ve bu durum normal karşılanırmış. Bir sülfür madencisinin ortalama ömrü 40 yılmış. Kendisi de Racalmutolu olan İtalyan Komünist Partisi üyesi, ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989) bu sömürü düzenine çeşitli kitaplarında değinmiş. Dünyada yer kabuğunun derinliklerinden ham petrol çıkarma teknikleri geliştikçe, sülfür bir yan ürün olarak elde edilmeye başlanmış. Bu çok daha ucuz ve güvenli yöntemin ortaya çıkması ile birlikte Sicilya sülfür üretimindeki tekel konumunu kaybetmiş. Sicilya’dan Amerika’ya olan büyük göçlerin en önemli nedeninin sülfür madenciliğinin bir kazanç kapısı olmaktan çıkması olduğu belirtiliyor. Şimdi biz, Agrigento tarihini özetlemeye devam edelim…

1950-1960’lı yıllarda Sicilya’da sülfür madeni işçileri
Kaynak: www.weirditaly.com

Geç Antik Dönem ve erken Orta Çağ arasında Tapınaklar Vadisi Hristiyanlar için bir mezarlık alanı haline gelmiş. Bizanslılar buradaki pagan tapınakları yerle bir etmişler. Bir tek, kiliseye dönüştürülen Concordia Tapınağı bu talandan kurtulmuş. Müslüman istilaları sırasında şehir, daha sonra modern şehrin gelişeceği yukarı kısımlara doğru kaymış. Bu sırada Tapınaklar Vadisi tarımsal üretim ve özellikle seramik üzerine çalışan zanaat atölyelerinin mekanı haline gelmiş. Antik alan bir yandan da inşaat malzemesi olarak kullanılmak üzere yapılan büyük bir talana maruz kalmış. Sonra, 18. yüzyıla kadar buralar terk edilmiş.

Hera Lacinia (Juno )Tapınağı
Yapımı M.Ö. 5. yüzyılın ortaları

UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer alan Agrigento’daki Arkeolojik Park alanında ilk karşınıza çıkan tapınak, Hera Lacinia Tapınağı. (Juno Tapınağı olarak da biliniyor). Bölgede bulunan çoğu tapınak gibi, hangi tanrı ya da tanrıçaya adandığı kesin olarak bilinmiyor. Romalı bir yazarın yanlış yorumlanan bir metni nedeniyle Hera Lacinia olarak anıldığı düşünülüyor. (Juno, tanrıça Hera’nın Roma mitolojisindeki adıdır). Dorik stildeki tapınağın M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı duvarlardaki kızılımsı izlerden tapınağın M.Ö. 406 yılındaki Kartaca saldırısı sırasında ciddi bir yangın geçirdiği sonucuna varılmış. Büyük olasılıkla Romalılar tarafından restore edilmiş. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çeşitli restorasyon projeleri yakın zamanlarda da farklı müdahaleler şeklinde devam etmiş.

M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda kent duvarlarına oyularak
yapılan Hristiyan mezarları

Parkın anayolunda ilerlerken sol kolda, M.Ö. 6. yüzyılda yapımına başlanan kent duvarını göreceksiniz. Duvarların kimi yerlerinde doğal kaya oluşumlarından yararlanılmış ve bunlara sadece duvar ilaveleri yapılmış. Duvarlara düzenli şekilde oyulmuş kovuklar ise, çok daha sonra, M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda yapılmış Hristiyan mezarları. Bu mezarlara “arcosolia” deniyor. Alanda bu döneme ait katakomb ya da normal mezar şeklinde mezarlıklar da var. Romalılar döneminde ayrıca şehir duvarının yakınında sarnıçlar da yapılmış.

Concordia Tapınağı’nın yaklaşık olarak M.Ö. 5. yüzyılın
ikinci yarısında yapıldığı tahmin ediliyor

Bir sonraki tapınak, daha önce sözünü ettiğim muhteşem Condordia Tapınağı. Hera Lacinia Tapınağı gibi, bu tapınağın da ismini bir yanlış yorumlama sonucu aldığı belirtiliyor. Yine Dorik tarzda yapılmış olan Concordia Tapınağı aşağı yukarı M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Kısa kenarlarında altı, uzun kenarlarında on üç sütun bulunuyor. Tapınak, M.S. 6. yüzyılın sonlarına doğru, Agrigento Piskoposu Gregorio tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Aziz Peter ve Aziz Paul’e adanmış. Uzmanlara göre, bu sayede günümüze kadar yok olmadan ayakta kalmış.

Concordia Tapınağı farklı açılardan insanı büyüleyen bir yapı

Herkesin fotoğraf çekmek için birbiri ile yarıştığı, görsel olarak son derece etkileyici Concordia Tapınağı’nın önünde yan yatmış bronz bir heykel bulunuyor. Sizler de çeşitli yayınlarda bu heykeli görmüş olabilirsiniz çünkü, arkasındaki tapınak ile birlikte, oldukça ünlü bir kareyi oluşturuyor. Önünde fotoğraf çektirmek için insanlar dakikalarca sıra beklemeye razılar. İtiraf edeyim, ben de bekledim. Bu sırada, fotoğraf için poz veren bazı Amerikalı kadın turistlerin esprilerini oldukça kaba ve bayağı bulduğumu söylemeliyim. Kimisi de, heykelin de tarihi bir eser olduğunu sanıyordu. Oysa, “Düşen Ikarus” heykeli, Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014), 2011-2013 yılları arasında Agrigento Tapınaklar Vadisinde, özel bir kişisel sergi kapsamında sergilenen 17 eserinden birisi. Bu heykel, sergi sona erdikten sonra burada bırakılmış.

Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın “Düşen Ikarus” heykeli

Bir sonraki (M. Ö. geç 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen) Herakles Tapınağı, Agrigento’daki en eski tapınak olarak kabul ediliyor. 1835 yılında burada yapılan kazılarda bulunan Roma dönemine ait bir heykel, tapınağın Romalılar döneminde değişiklik geçirdiğine ve burada Asclepius kültünün hakim kılındığına bir işaret olarak görülüyor. Aslında şehir duvarlarının dışında, ancak uzaktan ya da özel izinle görülebilen, Asclepius’a (Apollo‘nun oğlu olan, Yunan mitolojisindeki Tıp Tanrısı) adanmış ayrı bir tapınak da var. 1922-1924 yılları arasında, İngiliz ordusunda görevli Sir Alexander Hardcastle‘ın insiyatifi ile, Herakles Tapınağında çeşitli restorasyon çalışmaları yapılmış. Hardcastle, Girgenti‘ye (Agrigento’nun o zamanki adı) 1921 yılında, tıpkı kendisinden çok önce buralara gelen Alman edebiyatçı, eleştirmen, tiyatro direktörü ve devlet adamı J.W. Goethe (1749-1832) ve daha pek çok gezgin gibi, ılıman iklimi ve buradaki arkeolojik kalıntıları görmek için gelmiş. Kısa bir süre sonra, daimi olarak yerleşmeye karar vermiş ve Concordia Tapınağı ile Herakles Tapınağı arasında bulunan araziye bir villa yaptırmış. Adını Villa Aurea koymuş. Günümüzde bu evde arkeolojik parkın idari ofisleri bulunuyor. Bahçesini gezebiliyorsunuz. Hardcastle, o sırada Tapınaklar Vadisi’nde yapılan kazıları finanse ederek, Herakles Tapınağı’nın sekiz sütununun ayağa kaldırılmasını ve başka birçok eserin toprak altından çıkarılmasını sağlamış. Ayrıca, onun sayesinde bazı tapınakların çevresine ya da üstüne yapılan evler boşaltılarak, yıkılmış. 1933 yılında öldüğü zaman, şehrin Bonamorone Mezarlığı’nın, kendi keşfettiği antik Grek şehir duvarlarına en yakın bölgesine gömülmüş.

Herakles Tapınağı, Tapınaklar Vadisi’ndeki en eski tapınak kabul ediliyor
(M. Ö. geç 6. yüzyıl)
Villa Aurea
Herakles Tapınağı’nın yakınındaki Theron’un Mezarı
Uzaktan görülebilen yapının daha önce tepesinde bir kule olduğu tahmin ediliyor. Mezarın aslında M.Ö. erken 5. yüzyılda yaşamış olan Akragaslı (Agrigentolu) diktatör Theron ile hiçbir ilgisi olmadığı belirtiliyor. Bu isim büyük olasılıkla yanlışlıkla verilmiş çünkü, mezarın aslında çok daha sonra, Helenistik dönemde (M.Ö.323-M.Ö. 32) yapıldığı düşünülüyor.

Agrigento Tapınaklar Vadisi’nde adandığı tanrı antik kayıtlara geçmiş ve bu nedenle kesin olarak bilinen tek tapınak, Zeus Tapınağı. Bugün bir taş yığını olsa da, zamanında Batı Grek Dünyası’nın en büyük tapınağı olduğu belirtiliyor. Bazı kayıtlar, M.Ö. 210 yılında Agrigento’yu ele geçiren Romalıların, saldırılara devam eden Kartacalılara karşı bu yapıyı bir kale gibi kullandıklarını belirtiyor. Tapınağın içinde bazı bölümlerin Romalılar tarafından sarnıca dönüştürülmüş olması bu nedenle olabilir. Ne yazık ki, 6000 metre kareyi kaplayan bu tapınak, Orta Çağ’dan itibaren bir taş ocağı olarak kullanılmış. 18. yüzyılda da, Agrigento’ya bağlı bir yerleşim yeri olan Porto Empedocle‘nin liman inşaatı sırasında epeyce talan edilmiş. Kısa kenarlarında 7, uzun kenarlarında 14 sütun olan tapınağın bir özelliği de, ana sütunların arasında 38 tane Telamon olması. Telamon mimaride, erkek figürü şeklinde yapılmış dev boyutlardaki taşıyıcı sütunlara verilen isim. Bunlara ayrıca, Yunan mitolojisine gönderme yapılarak, Atlas da denebiliyor. Bilindiği gibi, bir Titan olan Atlas, Zeus’a başkaldırmış ve diğer Titanlarla birlikte yenilmiş. Bu yüzden Zeus onu, evreni sırtında taşımakla cezalandırmış. Agrigento Tapınaklar Vadisi’ndeki Zeus Tapınağı’nda bulunan 8 metre boyundaki Telamonlar da dev tapınağın yükünü taşıyorlarmış. Tapınağın Greklerin Kartacalılara karşı kazandığı Himera zaferinden (M.Ö. 480) sonra yapıldığını düşünen bazı kaynaklara göre, söz konusu Telamonlar Kartacalıları da temsil ediyor olabilirler.

Zeus Tapınağı
Tapınağın yapımında vinç gibi kullanılan dev makaraların izleri
Zeus Tapınağı’nın 38 Telamon’undan birisi arkeolojik alanda yerde yatıyor


Zeus Tapınağı’nın alanında yerde yatık olarak bir araya getirilmiş bir Telamon var. Ancak, bu heykel sütunların boyutlarını kayrayabilmek ve yıkılan tapınağı gözünüzde canlandırabilmek için, şehrin Aziz Nikolas tepesinde bulunan Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ni ziyaret etmeniz gerekiyor.

Yaklaşık 8 metre yükseklikleri olduğu belirtilen Telamon’ların gerçek boyutlarını ve konumlarını kavrayabilmek için Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne gitmek gerekiyor
Kazılardan çıkarılmış Zeus Tapınağı’na ait Telamon başları
Tapınağın maketi Telamon’ların orijinal konumlarını kavramanızı sağlıyor

Tapınaklar Vadisi için aldığınız bilet ile aynı zamanda arkeoloji müzesini de gezebiliyorsunuz. Ancak bunun için ya Via dei Templi‘yi izleyerek yokuş yukarı yürümeniz ya da arabanız ile gitmeniz gerekiyor. Giderken bu bölgenin, daha önce sözünü ettiğim, şehrin Romalılar tarafından genişletilen (ve Roma-Helen olarak adlandırılan) bölümü olduğunu hatırlamakta yarar var. Sadece uzaktan ya da özel izin ile görülebilen, Romalılardan kalma, tiyatro ve meclis binası da yine bu tarafta. Biz, sıcak havada doğal olarak, araba ile gitmeyi tercih ettik fakat önce bir öğlen yemeği yedik. Yemekte ne yediğimizi değil ama, içtiğimiz güzel birayı not etmişim. Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira olan Tİ-Mİ-Lİ, Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretilmektedir. Yüksek fermentasyonlu biralarda görülen güçlü ve güzel acı tart bir lezzeti vardı.

Kitonik Tanrılar (Yeraltı Tanrıları) Kutsal Alanı
Kentin 5. kapısına yakın olan bu alanın M.Ö. 6. yüzyıl boyunca çeşitli zamanlarda yapıldığı düşünülüyor. Alan içindeki bu Dorik tapınak, Yunan ve Roma mitololojilerinde aynı anne (Leda) ama farklı babalardan (Zeus ve Sparta kralı Tyndareus) olma ikiz kardeşlere atfen Castor ve Pollux Tapınağı olarak adlandırılmış. Ancak uzmanlar, M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan tapınağın aslında yeraltı tanrıları Demeter ve kızı Persefon‘a adanmış
olması gerektiğini düşünüyorlar.
Aynı alan içinde bulunan sunak altarı
Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bira Tİ-Mİ-Lİ

Agrigento’nun Arkeoloji Müzesi, çok büyük olmamakla beraber, çok güzel bir müze. Müzeye ismi verilen Pietro Griffo, 1941 ve 1968 yılları arasında Agrigento’da kazı ve bölge müdürlüğü yapmış bir arkeolog. Mimar Franco Minissi tarafından tasarlanan müze binası, 1967 yılında kapılarını açmış. Müze alanı içinde 14. yüzyıldan kalma ve Aziz Nikolas Kilisesi‘nin bir uzantısı olan bir manastır da var. Müzede, Agrigento kazılarından çıkarılanların yanında, özel koleksiyonlardan ve müzelerden satın alınmış 5000 civarında eser sergileniyor. Bunlar, kronoloji ve topografyaya göre tasniflenmiş olarak, 17 salonda sergileniyorlar.

M.Ö. 7 yüzyıldan kalan bu altın tas ve yanındaki iki yüzük uzmanlar tarafından Fenike-Kıbrıs sanatının en güzel örnekleri arasında gösteriliyorlar. Yüzüklerden solda olanın üstünde buzağısını emziren bir inek, diğerinde ise yürüyen bir kurt resmedilmiş.
Büyük olasılıkla Gela‘da yapılmış, M.Ö. 7 yüzyılın ikinci yarısına ait bir dinos. O dönemde doğrudan kadehten şarap içmek ayıp sayıldığı için, önce dinos olarak adlandırılan bu kaplarda şarap ve su karıştırılırmış. Kabın üzerindeki üç bacaklı Triskeles deseni aslen Greklerde güneşin dönüşünü ifade eden bir astronomik sembol ve uğur işareti imiş. Daha sonra, Sicilya’nın üç coğrafi burnunu temsil etmek için kullanılmış. Günümüzde Sicilya bayrağında (Trinacria) da bu sembol var.
Üzerinde saçlarının bir kısmı ve tacı bulunan kafatası
(M.Ö. 5. yüzyılın sonu)

Müzede yaklaşık iki buçuk saat kaldık. Sicilya’ya gelmeden önce, akşam saat sekiz buçuk için çok özel bir restorana rezervasyon yaptırmıştık. Daha birkaç saat vaktimiz vardı. Bu süreyi, Agrigento’ya yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan Scala dei Turchi‘yi (Türk Merdivenleri) görmeye giderek değerlendirmek istedik. Kireçtaşı bazlı, jeolojik bir oluşum olan Scala dei Turchi’nin Türklerle ilişkilendirilmesi, bir zamanlar Türk korsanların denizde kopan fırtınalardan korunmak için gemilerini buraya demirlemelerinden kaynaklanıyor. Resimlerde son derece güzel görünen bu yere gitmek için tekrar Via dei Templi’den yokuş aşağı, sahile doğru inmemiz gerekiyordu. Rotamızı belirleyip, müzenin otoparkından çıktık.

Müze zengin bir Antik Yunan seramik koleksiyonuna sahip

Ne yazık ki, Scala dei Turchi’yi görmek kısmet değilmiş… Otoparktan çıktıktan sonra, yan yoldaki DUR işaretine uyarak soldan gelen trafiği kontrol edip, anayola çıkıyorduk ki, aniden yukarıdan son sürat aşağı doğru beliren bir araba sol ön çamurluktan bize çarptı. Hemen durduk. Bize çarpan araba da biraz ileride durdu. Bu tür trafik kazalarında insanın sinirleri zaten geriliyor. Siz buna bir de kazanın yabancı bir ülkede olmasının stresini ekleyin. Sakin olmaya çalışarak, arabadan inmeye yelteniyorduk ki, bize çarpan arabanın ön yolcu koltuğundan yaşı epeyce ileri ama süsü püsü yerinde bir kadın indi ve bir yandan ellerini kollarını sallayarak, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırarak bize doğru gelmeye başladı. Şoför tarafından da yaşlı bir adam indi. O da kadın gibi davranma gayretindeydi ama, takınmaya çalıştığı tavır üzerinde biraz eğreti duruyordu. Daha çok tedirgin ve ürkek bir tavrı vardı. Arabadan indik. Yaşlı kadın sürekli bağırıyordu. Kâh DUR işaretini gösteriyor kâh yoldan geçerken yavaşlayan arabalara bizi şikayet ediyordu. İtalyanca, neden bağırdığını sordum. Aynı soruyu yaşlı adama da sordum. Biraz sakinleştiler. O arada onların arabadan bir yaşlı kadın daha indi ve üstümüze gelmeye başladı ama, benim birkaç cümlemden sonra tekrar arabaya binmesi çok uzun sürmedi.

Bizim araç kiraladığımız şirketten kasko sigortamız vardı. Tek yapılması gereken, bize verilen bir formu doldurmamız ve karşı tarafa da imzalatmamızdı. Buna müthiş itiraz ettikleri gibi, iki arabanın fotoğrafını çekmemizi de engellediler. Bu bağırış çağırış bir süre devam etti. Bu arada kadın sürekli birilerini arıyordu. Anlaşılan bir yere gezmeye gidiyorlardı. Günlerinin rezil olduğunu söyleyerek sürekli bizi şikayet ediyordu. Arada bize de, “Carabinieri“yi (Jandarma) çağıracağını söyleyip duruyordu. Ne amaçla yaptığını bilmiyorum ama, blöf yapıyordu herhalde ki, ben birkaç kez derhal çağırmasını söyleyince önce bir durakladı, sonra telefon etti. Beklerken, onların arabayı biraz inceleyince, her yerinin vuruk olduğunu gözlemledik. O sırada eşim de bir yandan, arabayı kiraladığımız uluslararası şirketin müşteri hizmetlerine ulaşmaya çalışıyordu. Uzun süre telefona yanıt veren olmadı. Sonra telefona, sürekli ezberlediği İngilizce aynı kalıp cümleleri tekrarlayan birisi çıktı. Tek elle tutulur önerisi, çekici göndermekti. Oysa çekiciye gerek yoktu. Bir çözüm önermeden, on dakika sonra arayacağını söyleyerek, telefonu kapattı.

Gidemediğimiz Scala dei Turchi
Kaynak: iStock

Çok uzun olmayan bir bekleyişten sonra, içinde iki Carabinieri bulunan, lacivert bir araba geldi ve bize çarpan arabanın önünde park etti. Jandarmalardan biri arabadan indi ve bize doğru geldi. Bizim yaşlı kadın yine bağırarak, kendini onun önüne attı ve şikayet etmeye başladı. Bunun üzerine, çok özenle ütülenmiş üniformalı, yakışıklı ve kibar jandarma kadını eliyle işaret ederek durdurdu, sakin olmasını, her iki tarafı da dinleyeceğini ama soruları kendisinin soracağını söyleyerek, kibarca ikaz etti. Önce, her birimize ayrı ayrı yaralı olup olmadığımızı sordu. Sonra, her iki arabanın sürücü ve tüm yolcularının kimliklerini istedi. Kibar ama otoriter bir tavrı vardı. Önce karşı tarafı, sonra beni dinledi. Bu sırada benim en büyük dileğim, jandarmanın milliyetçi duygulara kapılmadan, en azından tarafsız davranması idi. Bizim arabanın vurulan kısmına bakarken, ufak bir mimiği bizi umutlandırdı çünkü bu, bizim değil, karşı tarafın suçlu olduğunu ima eden belli belirsiz bir hareketti. Jandarmaya diğer sürücünün, vergi pul parası ödemek istemediği için, formu doldurmayı reddettiğini söyledim. Bunun anlamsız olduğunu çünkü, böyle bir pul parası olmadığını söyledi.

Saatler ilerlemeye başladı… Bu arada tek iyi olay, başka bir arabanın gelip, iki yaşlı kadını gidecekleri yere götürmesi oldu. Belki bir davete ya da yemeğe gidiyorlardı. Onlar gidince, ortalık sakinleşti. Yaşlı adam da daha bir kibarlaştı. Sanırım karısının yanında, kendisinden beklendiği gibi davranmaya çalışıyordu. Carabinieri önce, bu iş kayda geçerse ve biz suçlu bulunursak, hem bizim hem karşı tarafın masraflarını ödemek zorunda kalacağımızı söyledi. Tam kapsamlı kaskomuz olduğunu söyleyince ve formu doldurursak bir şey ödemeyeceğimizi belirtince, bu sefer adamla bir köşede uzun bir konuşmaya girişti. Zararlı çıkacağımız bir durum olmaması için konuşulanları izlemeye çalışıyor ama, her şeyi de duyamıyordum. Sonunda, nasıl oldu bilmiyorum, Carabinieri adamı ikna etti. O zamana kadar arabadan hiç inmemiş olan arkadaşına haber verdi ve bundan sonrasını ona devretti. Bu ikinci jandarma, şaşırtıcı bir şekilde, iyi İngilizce konuşuyordu. İtalya’da böyle bir şeye büyük şehirlerde bile rastlamanız oldukça düşük bir olasılıktır. Agrigento’da İngilizce bilen bir jandarma ile karşılaşmamız oldukça sıra dışı idi. Öte yandan, ilk jandarma kimliklerimizi ona götürdüğü halde o zamana kadar olaya niye müdahale etmedi, bilmiyorum.

Sonunda, formlar bizim arabanın kaputunun üstüne yayıldı ve doldurulmaya başlandı. Sonradan gelen jandarma, formun her maddesini hem diğer sürücüye açıklayarak hem de bize İngilizceye çevirerek doldurttu. (Evet, o uluslararası ünlü araç kiralama şirketinin kaza için koyduğu formlar tamamen İtalyanca idi!) Ben de anlayabildiğim kadarıyla formu izlemeye ve bir şey kaçırmamaya çalıştım. Günlük hayatta İtalyanca iletişim kurabilmek başka bir şey, araba ve sigorta terimlerini bilmek bambaşka bir şey. Yine de, aleyhimize olabilecek bir iki yerde itiraz ettik ve değiştirttik. Formu doldurmak bu şekilde epeyce sürdü. O sırada ilk Carabinieri benimle sohbete başladı. Nerede kaldığımızı, kaç gün kalacağımızı, Sicilya’yı beğenip beğenmediğimizi, İtalyancayı nerede öğrendiğimi ve benzeri sordu. Sinirlerim gevşedi. Biraz rahatladım. Nihayet form dolduruldu, imzalar atıldı. Yaşlı adam kibar bir şekilde benimle vedalaştı ve güzel bir akşam geçirmemizi diledi. Yanında eşi olmayınca epeyce değişmişti! Carabinieri’ler de aynı kibar dileklerde bulunup, olay yerinden ayrıldılar. Tüm bunlar olurken, aradan iki buçuk saat geçmiş ve bizi kiralama şirketinden arayan, soran kimse olmamıştı. Tam biz de oradan ayrılıyorduk ki, telefon çaldı. Yine çekici isteyip, istemediğimizi sordular…

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası
Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Akşam yemeği için çok özel bir yere rezervasyonumuz olduğunu belirtmiştim. Kaza nedeniyle biraz gerilmiş olsak da, aynı zamanda bir Michelin restoranı olan La Terrazza degli Dei‘ye gitmeden, her şeyi geride bırakarak, güzel bir gece geçirmeye karar vermiştik. “Tanrıların Terası”, beş yıldızlı otel Villa Athena‘ya ait bir restoran. Otel, Tapınaklar Vadisi Arkeolojik Park’ının içinde (Via Passeggiata Archeologica, 33), ayrı bir girişi olan bir yer. Binanın kendisi de 18. yüzyıldan kalma eski bir konut. Villa Athena ve restoranı Terrazza degli Dei’nin en büyük ayrıcalığı konumu nedeniyle sahip olduğu manzara olsa gerek. Zira buradan, 2500 yıllık Concordia ve Juno tapınaklarının muhteşem bir görüntüsü var. Biz de bu gerçekten büyülü ortamda çok güzel bir akşam yemeği yedik. Binayı çevreleyen zeytin ve badem ağaçlarının ürünlerinin kullanıldığı çok lezzetli yemekler yedik. Teras yine Amerikalılarla doluydu. O akşam yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah, Petit Verdot üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Rezervasyon sırasında o gecenin bizim için özel olduğunu belirttiğim için, yemek sonrası ufak bir pasta ve yanında yine Donnafugata’nın Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından ikram ettiler. Bir de, kendi kullandıkları özel zeytinyağından orta boy bir şişe hediye ettiler. Asıl sürpriz ise en sonda oldu. O zamana kadar profesyonelce çok iyi bir servis veren ama oldukça donuk bir yüz ifadesi ile mesafeli duran garsonumuz önce, fonda tapınakların olduğu poz poz fotoğraflarımızı çekti. Sonra, terası çevreleyen çiçek ve sarmaşıklardan bana kendi elleri ile minik bir buket yaptı. İtalyan erkeklerinin o neşeli ve nüktedan haliyle “Karıma söylemeyin”, demeyi de ihmal etmedi…

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Castellammare del Golfo‘dan neredeyse istemeye istemeye ayrıldık. Bir gece önce yoğun yağış altında ve karanlıkta gördüğümüz bu balıkçı köyü güneşli havada ne kadar da farklıydı. Sakin, sessiz ve çok şirindi. Oturduğumuz salaş yer, adet olduğu üzere, riposo (bizde daha çok İspanyolca siesta kelimesi ile bilinen öğle paydosunun İtalyancadaki ismi) için kapanıyor olmasaydı, belki de birer bira daha içecek, keyifle peynir ve şarküteri yemeye devam edecektik. Ama, akşama Agrigento‘da olmak, bir de üstelik giderken Trapani ve Erice‘yi görmek istiyorsak, bir an önce yola koyulmamız gerekiyordu. Toplam 250 kilometre yol demek olacaktı bu.

Günümüzde herkesin ucundan da olsa bulaştığı sosyal medyada artık yolculuklar, gidilen yerler bolca paylaşılır oldu. Teknolojnin olanakları sayesinde görsellerle daha da çekici hale gelen bu paylaşımlarda genel olarak geziler, sorunsuz ve birazda düşman çatlatan cinsinden, alabildiğine masalsı bir havada yansıtılıyor. Her şeyin sorunsuz, pürüzsüz yaşandığı, sadece zevk ve keyifle su gibi akan günler… Ne güzel değil mi? Oysa, gerçek hayatın her zaman böyle olmadığını biliyoruz. Bizim Sicilya gezimizde de zorluklar ve aksilikler olmadı değil. Üstelik, bunların bazıları oldukça ciddi idi. Ama hiç birisi nedeniyle moralimizi ve keyfimizi bozmadık. Tadımız kaçmadan rotamıza devam ettik.

Trapani’de Corso Vittorio Emanuele
Chiesa dei Gesuiti (Kilisesi)
1614 yılında Messinalı mimar Natale Masuccio tarafından tasarlanmış. Mimari açıdan Barok stile geçişi yansıtıyor. İçindeki stucco süslemeler, ünlü usta Giacomo Serpotta‘nın öğrencisi, Bartolomeo Sanseverino tarafından yapılmış.

Trapani yolunda ilk endişemiz benzin konusunda oldu. Sicilya’da yollarda benzinci neredeyse yok gibi. Otoyol veya parasız yol fark etmiyor. O nedenle, yola çıkmadan ya da meskun yerlere yakın noktalardan geçerken benzin almanızda fayda var. Bir diğer konu ise, benzincilerin hemen hemen tamamının self-servis olması ve bu istasyonlarda size yardım edecek herhangi bir görevli de bulunmaması. Trapani’ye giderken, çok acil olmasa da, akşama kadar gideceğimiz yolu düşünerek benzin almaya karar verdik. Sonunda Trapani’de, küçük bir meydanda öylesine duran iki benzin pompasından benzin almayı denemeye karar verdik. Başka ülkelerdeki deneyimlerimize dayanarak bildiğimiz yöntemlerle birkaç denemede bulunduk. Sonuç, boşuna bir çaba oldu. Canımız sıkıldı. Oysa, daha atlattığımız tehlikenin farkında bile değildik…

Palazzo Senatorio (Senato Sarayı)
Günümüzde Belediye Sarayı olarak kullanılan bina, 17. yüzyılda yapılmış. 1828 yılında tepesindeki iki saat eklenmiş. Sol tarafta, binaya bitişik, Porta Oscura.
Porta Oscura ve Saat Kulesi
Kapı, eski Trapani’nin dört şehir kapısından birisi ve en eski olanı. Senato Sarayı ile birlikte, 13. yüzyılda Kral Aragonlu Giacomo tarafından yaptırılan, günümüzün Corso Vittorio Emanuele caddesine açılıyor. O zamanlar caddenin adi Rua Grande imiş. Tepesindeki kulenin üstündeki astronomik saat, 1596 yılında Giuseppe Mennella tarafından yapılmış. Avrupa’nın en eski astronomik saatlerinden birisi
olduğu belirtiliyor.

Benzin noktasına geldiğimizde, ben biraz endişe içinde arabadan inerken, gürültüyle bir şey düştü gibi oldu. Baktığımda, bir ucu şarj için arabaya takılı olan telefon kablosunun yere sarkan ucunu gördüm. Doğrusu, onun nasıl olup da o kadar ses çıkardığına aklım pek ermedi ama, üzerinde durmadım. Ne de olsa, şimdi daha büyük bir sorun ile ilgilenmemiz gerekiyordu. O sırada eşim, pompaya daha çok yanaşmak için bir manevra yaptı. Üzerinde, herhangi bir dilde, hiçbir açıklama olmayan benzin pompasındaki başarısız denemeden sonra tam arabaya biniyorduk ki, yerde tesadüfen bir telefon gördük. Eşimin telefonuydu. Üstelik, az önceki manevra sırasında üstünden geçilmesine ramak kalmış bir noktada. Tabii bir de, ezilmekten kurtulmuş telefonu yerde hiç görmeden, arabaya binip gitme olasılığı vardı. Artık, ne zaman farkına varırdık, bilmiyorum…

Cattedrale San Lorenzo (Duomo di Trapani)
İlk olarak 1421 yılında inşa edilmiş. 1639 yılında tamamen yenilenmiş. 1743 yılında mimar G.B. Amico‘nun planına göre Barok bir görünüm kazanmış. 1844
yılında katedral statüsü verilmiş.
Duomo’nun kapısından detaylar

Arabaya bindik ve daha işlek bir noktada, tercihan bir görevlinin bulunduğu, bir benzinci aramaya karar verdik. Sahilde daha büyük bir benzinci bulduk ama, orada da görevli yoktu. İnmiş yine bakınırken, genç bir çocuk arabası ile geldi. O da benzin alacaktı. Artık, arabanın kiralık olduğunu anladığından mı yoksa yüzümüzdeki ifadeden mi bilmiyorum, yardım isteyip istemediğimizi sordu. Hem kendi benzin alırken bize adım adım gösterdi hem de biz alana kadar bekledi.

Corso Vittorio Emanuele üzerindeki tarihi binaların bir kısmında restorasyon yapılmış. Çoğu hala
elden geçirilmeyi bekliyor.

Benzin sorununu haletmiştik ama, önemli bir diğer sorun daha vardı. Kiraladığımız arabanın navigasyonunun pratik olmaması, sürekli olarak telefonlarımızı kullanmamızı gerektiriyordu. Bu nedenle telefon şarjlarımız kısa zamanda tükeniyordu. Yanımızda getirdiğimiz şarj kablolarının uçları ise, arabanın şarj ünitesine uymuyordu. O güne kadar yedek şarjlarla idare etmiştik ama, gideceğimiz yollar uzadıkça ve ara yollara sapma gereksinimi arttıkça, onlar da yetmez oldu. Bundan dolayı oldukça zor anlar yaşadık. Gereksiz yere yanlış yollara saptık. Sicilya’da araba ile gezmeyi düşünenlere bu konuyu da unutmamaları gerektiğini özellikle belirtmek istiyorum. Yanınızda her türlü giriş için uygun şarj kabloları götürmeyi ihmal etmeyin.

Kimi yapılarda yine Arap mimarisinden esintiler göze çarpıyor. Araplar 9. yüzyılda Sicilya’nın ilk önce Trapani bölgesine ayak basmışlar ve buradan adanın tamamını istila etmeye başlamışlar.

Benzin aldıktan sonra, biraz rahatlamış olarak, arabayı sahile park ettik. Bagajın dolu olması tüm İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da bir risktir. O nedenle, göz önünde yerlere park etmekte yarar var. Biz de, görevlilerin bulunduğu limanın girişine yakın bir yere park ettik. Otomattan park fişimizi alıp, cama yerleştirmeyi de ihmal etmedik.

Trapani’nin adı, Yunanca orak demek olan Drepanon‘dan geliyor. Şehrin Latince adı ise, Drepanum imiş. Gerçekten de yukarıdan baktığınızda açıkça görebileceğiniz gibi, şehrin yerleştiği coğrafi alanın doğal biçimi, bir orak gibi denize doğru incelerek uzayan bir yay şeklinde. Aslında Trapani tarihte önceleri, şehre yukarıdan bakan Erice Dağı‘nın (Monte San Giuliano olarak da biliniyor) tepesindeki Erice yerleşim yerinin limanı olarak kullanılmış. Erice, tıpkı Segesta gibi, M.Ö. 12. yüzyılda Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian kavimi tarafından kurulmuş. Sicilya’nın üç yerel halkından biri kabul edilen Elymianlar Trapani’yi kendilerine liman yaparak, burada Demir Çağı‘ndan itibaren ticaretin gelişmesine önayak olmuşlar. Öyle ki, tuna balığı, mercan ve buradaki tuzlalardan elde edilen deniz tuzuna dayanan ticaret ile Trapani zamanla Kartaca, Venedik ve Doğu Akdeniz (Levant) arasında önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. Trapani’de günümüzde de balıkçılık, balık endüstrisi, tuz üretimi, mermercilik ve şarapçılığa dayalı bir ekonomi var. Trapani ile Marsala arasındaki sahilde tuzlalar bulunuyor. Erice’ye çıktığınız zaman tuzlaları yukarıdan da görmeniz mümkün. Bunlar, Dünya Doğayı Koruma Vakfı‘nın (WWF) özel koruması altında faaliyet gösteriyorlar. Önceki yazılarımda belirtiğim gibi, Trapani’ye bağlı olan Marsala ayrıca Sicilya’nın şarapları ile ünlü bir bölgesi. Ticaret dışında, Trapani günümüzde aynı zamanda önemli bir feribot limanı. Buradan Egadi Adaları‘na, Pantelleria adasına, Sardinya‘ya, Fransa‘ya ve Tunus‘a seferler yapılıyor. Şehrin bir de, Avrupa’dan ucuz biletli uçak seferlerinin yapıldığı, Trapani-Birgi isimli bir havaalanı var.

Erice‘de bulutların arasından Trapani manzarası.
Dikkatli bakınca uzakta, sağ tarafta sahildeki tuzlaları görmek mümkün.

Trapani M.Ö. 260 yılında Kartacalıların, daha sonra ise (M.Ö. 241) Romalıların eline geçmiş. Tüm Sicilya’da olduğu gibi, Romalılardan sonra sırasıyla, Vandal, Ostrogot, Bizans, Arap ve Norman işgaline uğramış. Haçlı Seferleri sırasında askeri açıdan Akdeniz’deki önemli limanlardan biri haline gelmiş. 17. yüzyılda (İspanyol Aragon hanedanı döneminde) Trapani veba salgını, açlık ve ayaklanmalar nedeniyle neredeyse terk edilmiş bir şehir haline gelmiş. 18. yüzyıldaki İspanyol Bourbon hanedanı döneminde ise, tekrar canlanmaya başlamış. Trapani bölgesi aynı zamanda bu hanedanın sonunu getiren ve adanın İtalya ile birliğini sağlayan Giuseppe Garibaldi‘nin (1807-1882) Sicilya’ya ayak bastığı yer. 11 Mayıs 1860 günü Marsala’da karaya çıkan Garibaldi, Sicilya’da Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) sürecini başlatmış. Daha önce belirttiğim gibi, 1861’de yapılan bir halk oylaması ile Sicilya İtalya ile birleşmiş olsa da, daha sonra çıkan isyanlar ve çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle, bu sürecin günümüzde dahi tam olarak tamamlandığı söylenemez. Ada halen özerk bölge statüsünde.

Trapani’de Giuseppe Garibaldi‘nin (1807-1882) heykeli

II. Dünya Savaşı sırasında Trapani ve civarı, Palermo gibi, ağır bombardıman görmüş. Neredeyse yerle bir olan şehir savaştan sonra Erice Dağı’nın dibine kadar genişlemiş. Buralarda genellikle çok çirkin, dört-beş katlı yapılar var. Son yıllarda şehrin tarihi bölgesindeki eski yapılar ve saraylar restore edilmeye başlanmış ama, bir kısmı hala oldukça bakımsız görünüyor. Gezilecek yerler yoğun olarak şehrin bir “orak” gibi denize doğru uzanan burun kısmında, Via Torrearsa ve onu dik kesen Corso Vittorio Emanuele‘nin üzerinde bulunuyor. Burnun en ucunda, 1671 yılında İspanyollar tarafından yapılmış kule Torre di Ligny var. Sahilde, denizden gelecek saldırılara karşı yapılmış surlar da bulunuyor.

Erice’ye Trapani Kapısı‘ndan giriş

Monte San Giuliano’nun (Erice Dağı) tepesinde kartal yuvası gibi konuşlanmış olan Erice’ye gitmek için iki yol var. Birisi karadan, diğeri teleferik ile. Teleferik ile yukarı çıkmak ilginç olabilir ama, biz araba ile gitmeyi tercih ettik. Trapani ile Erice arası aslında sadece 12-13 kilometre. Ancak yol hem dik hem çok virajlı. Bir de üstelik dar. Araba herhangi bir nedenden dolayı arıza yapsa ya da lastiğiniz patlasa, kenara çekebileceğiniz bir yer de yok. Neyse ki, öyle bir şey olmadı ve biz yarım saat kadar sonra Erice’nin tarihi şehir kapısının dışında park ettik. Bu arada, hava iyice bulutlanmaya başlamıştı. Yağmur ha indirdi, ha indirecek gibiydi. Bir de üstelik, güneşin batmasına çok az kalmıştı.

Erice sokakları

Erice hakkında ilk duygularım şaşkınlık oldu diyebilirim. Denizden 750 metre kadar yükseklikteki bu küçük yerleşim yeri sanki Orta Çağ‘da donup kalmış gibiydi. Mimari olarak da, bana Sicilya’da değil de, Avrupa’nın daha kuzey bölgelerinde olduğum hissini verdi. Farklı ülkelerde, farklı zamanlarda donup kalmış gibi duran, oldukça değişik yer görmüşümdür ama, Erice bunların hepsinden farklıydı. Kanımca bunda, bazı sokaklarda neredeyse hiç insan olmamasının da etkisi vardı. Bana sanki, her an bir köşeden, o kendilerine has giysileri ve kılıçları ile, birkaç Tapınak Şövalyesi çıkacak gibi geldi…

Sant’Isidoro ve Beato Luigi Kilisesi (1666)
San Giuliano Kilisesi (1612-1615)

Yukarıda belirttiğim gibi Erice, Anadolu’da Troia‘dan geldiklerine inanılan Elymianlar (ya da Elimiler) tarafından kurulmuş bir kent. Adını Yunan mitolojisindeki Eryx‘ten almış olsa da, Erice hiçbir zaman bir Grek kolonisi olmamış ama o da, tıpkı Segesta gibi, daha sonra kültürel olarak Helenleşmiş. Erice, Elymianlardan başlayarak, Fenikeliler, Grekler, Romalılar, ilk Hristiyanlar, Normanlar, Svabyalılar ve Aragonlular tarafından hep kutsal kabul edilmiş. Normanlardan önce, Arapların eline geçtiği sırada, ismi Cebel Hamid (Hamid Dağı) olarak değiştirilmiş. 1167 yılında burayı ele geçiren Normanlar ise, 20. yüzyılın başına kadar kullanılmaya devam edilen, Monte San Giuliano adını vermişler.

Erice’de Duomo ve Kral III. Federico‘nun Kulesi

Erice’ye, park yerinin bulunduğu, Trapani Kapısı‘ndan (Porta Trapani) giriyorsunuz. Kapı, aynen bizim eski şehir kapılarımızda olduğu gibi, Trapani yönüne baktığı için bu adı almış. Kapının parçası olduğu surlar Elymianlardan ve Fenikelilerden kalmış, Orta Çağ’da dönemin gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmiş.

Doumo’nun içi
Duomo’nun mermer apsis kısmı 1513 yılında Giuliano Mancino tarafından yapılmış

Erice, büyüklüğünden beklenilmeyecek sayıda kilise ve manastırlarla dolu bir yer. Manastırların her biri değişik el sanatları ve zanaatlarda uzmanlaşmışlar. Kimisi ipek üzerine sırma işleme, kimi halı dokuma konusunda ileri gitmişler. Bir Benediktin manastırı olan Santissimo Salvatore, kendilerine özgü tarifleri ve sırları ile, pastacılık konusunda çok ünlü imiş. Buradan yetişen pastacılar daha sonra kendi dükkanlarını açarlarmış. Günümüze kadar, kuşaktan kuşağa geçerek gelen bu tarifler Erice’de hala kullanılıyor. Erice’de, Via Vittorio Emanuele caddesi, 14 adresindeki Maria Grammatico Pastanesi (La Pasticceria di Maria Grammatico), okuduğuma göre, Sicilya’daki en iyi pastane olma iddiasına sahipmiş. Biz gezerken kapalı olduğu için, maalesef o konuda size bir fikir veremeyeceğim.

Kısıtlı sürede tüm kilise ve manastırları gezmek elbette mümkün değil. Ama, Aragonlu Kral III. Federico‘nun (1272-1337) 1314 yılında yaptırdığı Duomo (Il Real Duomo) ve kule Trapani kapısına çok yakın. En azından orası gezilebilir. Bembeyaz taş ve Carrara mermerinden yapılmış olan Duomo tam bir Orta Çağ yapısı. İçeride, Gotik mimarinin kendine özgü hatları hakim. Yapımında, daha sonra gittiğimiz Castello di Venere‘nin taşları kullanılmış. 1865 yılında içi Neo-Gotik tarzda yeniden düzenlenmiş ama küçük şapellere dokunulmamış. Duomo’nun yanındaki, Kral Federico’nun Kulesi (La Torre di Re Federico) olarak adlandırılan çan kulesinin ilk yapımının Kartacılar ve Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-241) döneminde olduğu düşünülüyor. Kral Federico III tarafından yeniden yaptırılmış. Aragonlu Federico III, Sicilyalıların Fransızlara karşı ayaklanmaları (I Vespri Siciliani) (1282) ve aynı zamanda Fransızlar ve Aragonlular arasında yaşanan taht kavgası sırasında Erice’de birkaç yıl geçirmiş ve Duomo’yu da bir şükran ifadesi olarak yaptırmış.

San Martino Kilisesi‘nde duvarlardaki freskler Manno Kardeşlere ait
Kiliseye adını veren Aziz Martino’nun tahtadan yapılmış
heykeli, 1556 yılında Ericeli sanatçı Gianluca Curatolo tarafından yapılmış

12. yüzyılın başında, Sicilya’nın ilk Norman hükümdarı, Kont Ruggero (Roger) tarafından yaptırılan San Martino Kilisesi, gezebildiğimiz ikinci ibadet yeri oldu. Kilise aslında aynı ismi taşıyan dini bir kardeşlik için yapılmış. 1682 yılında yeniden yapılmış. Süsleme ve dekorasyonların tamamlanması bir yüzyıl daha sürmüş. Kilisenin avlusundan geçilen La Congrega, San Martino kardeşliğinin üyelerinin toplandığı özel bir bölüm. Kilise kısmında olduğu gibi, buradaki stucco’ların (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) içlerinde de Manno Kardeşler tarafından yapılmış freskler bulunuyor.

Kilisenin revaklı avlusu
Kilisenin San Martino kardeşliğinin toplandığı La Congrega bölümündeki ahşap altar 17. yüzyılda yapılmış. Daha önce, kilisesin ana altarı olarak kullanılmış.

Hava kararmaya ve bulutlar iyice Erice’nin üzerine bir kılıf gibi çökmeye başlayınca, çok fazla oyalanmamaya karar verdik. Sokaklar iyice tenhalaşmıştı. Bazı kapı önlerinde yerli halktan birkaç yaşlı oturmuş, sohbet ediyordu. Bir tanesine Castello di Venere‘ye (Venüs Kalesi) nasıl gidileceğini sordum. Adam tarif etti. Duomo’da bize verilen haritada gidiş çok basitmiş gibi görünüyordu ama, labirent gibi sokaklarda yol iz bulmak hiç de öyle çabuk olmuyordu. Bir de yollara döşenmiş küçük taşlar yürümeyi, spor ayakkabılara rağmen, inanılmaz zorlaştırıyordu. Sonunda, nefes nefese bir halde, kaleyi bulmayı başardık.

Erice’de Castello di Venere (Venüs Kalesi)

Castello Venere, Norman döneminde yapılmış bir kale. Daha önce burada, Tanrıça Venüs‘e (yani Afrodit’e) adanmış bir tapınak varmış. Bu tapınağın, Troia’dan kaçan ve daha sonra Roma’yı kuran Aeneas tarafından yaptırıldığına inanılırmış. Efsaneye göre burada, Venüs’e adak olarak kesilmesine karar verilen kurbanlık hayvanlar öldürülmek üzere altara kendi istekleri ile yürürlermiş.

Kale, daha önce burada bulunan, Tanrıça Venüs’e (Afrodit)
adanmış bir tapınağın üstüne yapılmış

Trapani Kapısı’na yakın bir köşedeki pastane ve barda kısa bir mola verdikten sonra Trapani’ye doğru yola koyulduk. Karanlıkta inerken yol daha da bir korkunç geldi bana. Önümüzde, Agrigento’ya gitmek için, daha iki saatten fazla sürecek bir yol vardı. Aklıma yine telefonların şarj sorunu gelince ürperdim. Erice’den dağın dibindeki Trapani’ye inerken bile yol bulmakta zorlanırken, o yolu navigasyonsuz nasıl gidecektik? Trapani’de hafiften yağmur yağıyordu. Şehirde, bir pazartesi iş çıkışı keşmekeşi vardı. Oturacak bir yer bulup, telefonlarımızı şarj etmeye çalışmayı düşünürken, birden bir köşede açık bir dükkan gördüm. Aynı zamanda yedek parça ve benzeri satan bir cep telefonu servisi idi burası. Ve, inanılmaz bir şekilde, önünde boş park yeri vardı!

Erice’den ayrılmadan kısa bir süre önce aralanan
bulutların arasından aşağıya bakış…

Dükkanda çok fazla sıra yoktu ama, çalışanların hiç de aceleleri olmadığı için, uygun şarj kablosunu alıp çıkmamız yarım saatten fazla sürdü. Bu önemli sorunu haledebildiğimize o kadar sevindik ki, bu zaman kaybı canımızı hiç sıkmadı. Hele, Trapani ile Agrigento arasında izlenmesi gereken yolları, sapılacak noktaları bir bir geçerken, o dükkana rastladığımız için defalarca şükrettik. Yol, cep telefonunun navigasyonu olmadan bulunabilecek gibi değildi. Ayrıca, yolun bir bölümü de oldukça ürkütücü idi. Zifiri karanlık ve son derece virajlı bir yolda dakikalar ve kilometreler bitmek bilmedi. Yolları artık avuçlarının içi gibi bilen ve arkanızdan hızla gelen yerel sürücülerin yarattığı stres ile karanlıkta daha da fazla gözleri alan araba farları da cabasıydı. Sanırım ilk yazımda da belirtmiştim. Eğer Sicilya’da araba ile tur yapmayı düşünüyorsanız, şehirler arası ve özellikle otoyol olmayan yerlerde karanlığa kalmamanız iyi olur.

Sonunda, gece saat 10’u biraz geçe, Agrigento’da kalacağımız Dimora dei Templi‘ye vardık. Bir tepede, ağaçların arasında bulunan bu “Oda-Kahvaltı”yı internetten bulmuştuk. Etraf biraz karanlık ve sessizdi. Bizi karşılayan hiçbir görevli yoktu ama, içeri nereden ve hangi kapı şifresi ile gireceğimiz, oda numaramız, anahtarımızın nerede olduğu; hepsi daha önceden adım adım bildirilmişti. Oda ferahtı ve güzel döşenmişti. Bir de, balkona çıkınca uzaktan, son derece güzel aydınlatılmış tapınaklar görünüyordu. Karanlıkta büyülü bir havaları vardı. Buraya gelme sebebimiz işte bu tapınakların bulunduğu, Agrigento‘nun ünlü Tapınaklar Vadisi idi. Görmek için sabırsızlanıyordum. Burası aynı zamanda, Sicilya’da gezeceğimiz gerçek anlamda ilk Grek antik kenti olacaktı. Ama önce, günün yorgunluğunu atmak için, iyi bir uyku gerekiyordu.

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Evet, artık Palermo ve civarından daha batıya doğru gitme zamanı gelmişti…

Sicilya’ya her giden, ilgi alanı ve zevkine göre, kendisine farklı rotalar çizebilir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bizim gittiğimiz kimi yerleri başka birisi tercih etmeyebilir. Adanın tamamen farklı köşelerini keşfe çıkabilir. Ancak, eğer şimdiye kadar yazdıklarım ilginizi çektiyse, bu yazının içeriğini oluşturan yerlere de ilgi duyacağınızı düşünüyorum. Örneğin, Cefalù‘daki Duomo ve Palermo’daki Arap-Norman stilinde yapılmış eserleri beğendiyseniz, Monreale Katedrali‘ni de görmek isteyeceksinizdir. Zira burası, söz konusu mimari tarzın doruk noktası kabul ediliyor. Daha önce, Sicilya’nın kuzeyinde bulunan Arap-Norman stilinde yapılmış dokuz eserin UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olduğundan söz etmiştim. İşte Monreale’nin Duomo‘su da onlardan birisi. Diğerleri, Cefalù’daki Duomo ve Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü.

Bir diğer yer, tarihi Demir Çağı‘na (M.Ö. 1200-M.Ö. 550) kadar uzanan bir yerleşim yeri, Segesta. Burası, kültürel olarak adanın Grek geçmişi ile de ilk tanıştığımız yer oldu bizim için. Sicilya’da, burada göreceğiniz tapınak ve yerleşim yerine benzer çok yer var. Hatta çeşitli noktalarda Segesta’dan çok daha muhteşem yerler de bulunuyor. Ancak, buradaki tapınağın pitoresk görünümü benim için ayrı bir güzellik değeri taşıyor. Bu arada Sicilya’da, Yunanistan’da görebileceğinizden çok daha fazla sayıda ve nispeten sağlam bir şekilde ayakta duran Grek tapınağının bulunduğunu da belirtmeliyim. Sicilya için boşuna, “en büyük Eski Yunan adası” demiyorlar. Ben de sosyal medyada gördüğüm bu ifadenin çok doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum.

Castellammare del Golfo, aynı ismi taşıyan koyun kıyısındaki bir balıkçı köyü. Aslında, hem köy hem de koy adını deniz kenarındaki kaleden almış. Burası da bir zamanlar, Monreale gibi, Mafya‘nın yuvalandığı yerlerden biriymiş. Şimdiki sakin halini görünce insanın buna inanması zor oluyor. Bu şüphesiz, başta Giovanni Falcone (1939-1992) ve Paolo Borsellino (1940-1992) olmak üzere, bu uğurda ölümü dahi göze alan hukukçu ve bürokratların kararlı mücadeleleri ile başarılmış. (Daha fazla bilgi için, eğer henüz okumadıysanız, Palermo ile ilgili birinci yazımı okumanızı öneririm. Kolay erişim için linke tıklayabilirsiniz). Trapani‘ye bağlı olan Castellammare del Golfo, aynı zamanda yakınındaki doğa parkı (Riserva Naturale dello Zingaro) ve plajları ile ünlü. Sicilya tatilinize denize girmeyi de katmak isterseniz, burası gitmeyi planlayabileceğiniz yerlerden birisi olabilir.

Kağıt üzerinde güzergâhımızın Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo şeklinde olması mantıklı görünmüştü. Akşam yine Cefalù’ya dönecektik. Eğer Palermo’da kalacaksanız, bu geziyi oradan da günübirlik olarak yapabilirsiniz. Zaten, belirtiğim yerler konum olarak Palermo’ya daha yakın. Son anda emin olmak için yaptığım bir kontrol üzerine, pazar günleri Monreale’deki Duomo‘nun öğleden sonra saat 2’de açıldığını fark ettim. Sicilya’da gezerken görülecek yerlerin açılış ve kapanış saatlerini sık sık kontrol etmekte yarar var. Bazı yerlerin açık olduğu saatler sadece mevsime göre değil, dini bayramlara, özel günlere ve kimi yerde haftanın günlerine göre de farklılık gösterebiliyor. Monreale Katedrali ile ilgili bu bilgi üzerine biz de önce Segesta’ya, sonra Monreale’ye gitmeye karar verdik. Castellammare del Golfo’ya ise zaten en başından beri en son gitmeyi ve akşam yemeğini orada yemeyi düşünüyorduk. Sicilya’ya gelmeden, oranın önerilen bir restoranında yer ayırtmıştım. Sonradan, zorunlu olarak yaptığımız bu değişikliğe şükrettik çünkü, akşama doğru feci bir yağmur indirdi. O yağmurda Segesta antik kentini gezmemiz söz konusu bile olamazdı.

Segesta antik kenti, deniz seviyesinden 305 metre yükseklikte bulunan Monte Barbaro‘nun tepesinde kurulmuş. Yukarıda olmasına karşın, deniz ticareti açısından elverişli bir noktada olması şehir için daima bir zenginlik kaynağı olmuş. Segesta, arkeolojik buluntulardaki yazıların Grekçe olması ve ünlü tapınağın Dorik stilde yapılmış olması nedeniyle kültürel olarak Antik Yunan şehri kabul edilmekle beraber, tarihi çok daha eskilere giden bir yerleşim yeri. Burası ilk olarak, M.Ö. 12. yüzyılda, Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian (bazı kaynaklarda Elimi olarak geçiyor) kavimi tarafından kurulmuş. Başta Tukidides olmak üzere birçok tarihçi Elymianların, Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180 civarı) kaçan Troialılardan oluştuklarını düşünüyor. Hatta bu nedenle, kendi köklerinin de Troia olduğuna inanan Romalılar Elymianlara ve kurdukları şehirlere özel ilgi göstermişler. Troia Savaşı’nın, köken olarak Sicilya tarihinde özel bir yeri var. Örneğin, adaya çok daha sonra gelen ve M.Ö. 735’ten itibaren şehir devletleri kuran Greklerin de, Troia Savaşı’ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’ındaki site devletlerinden gelen insanlar oldukları düşünülüyor.

Segesta’da Afrodit Urania Tapınağı (M.Ö. 5. yüzyıl)

Paralara ve çanak çömlek üzerindeki yazılara dayanılarak Segesta’nın M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kültürel açıdan bir Grek site devleti haline geldiği belirtiliyor. (Kültürel olgusuna vurgu yapmamın nedeni, pek çok kaynakta Segesta’da aslında Grek bir nüfusun var olmadığının belirtilmesinden dolayı). Şehre ait bir darphane ve ordu kuruluyor. Bu dönemde aynı zamanda, mimari olarak Dorik stilin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı görülüyor. Kendi ürettikleri şarap, mısır, ceviz, zeytin, yün ve keresteye dayalı ticaret, Segesta’yı bölgenin önemli bir ticaret merkezi haline getiriyor. Bununla beraber, bir başka kent devleti olan komşu Selinunte ile aralarındaki sınır mücadeleleri başlıyor. Gezimizin ilerleyen günlerinde Selinunte’yi de gezdik. Bu iki şehir devleti arasındaki mücadele o kadar büyüyor ki, bir süre sonra Segestalılar Atinalılarla ittifak kurarken, Selinunte de adanın doğusunda güçlü bir site devleti olan Siracusa ile birleşiyor. Sonunda Atinalılar Sicilya’ya bir sefer düzenliyorlar ama, Selinunte yerine onu destekleyen Siracusa’ya saldırıyorlar. M.Ö. 415-M.Ö. 413 arasında yapılan bu sefer, Atina güçlerinin tamamen yok edilmesi ile sonuçlanıyor. Bu sefer aynı zamanda, o sırada Yunan ana karasında Atina ve Sparta arasındaki Peleponez Savaşları‘nın (M.Ö. 431-M.Ö. 404) da bir uzantısı sayılabilir çünkü, Selinunte’yi destekleyen ve Atina’yı ağır yenilgiye uğratan Siracusa da Sparta’nın müttefiki.

Tapınağın uzun kenarlarında 14, kısa kenarlarında 6 tane sütun var

İki şehir arasındaki savaşlar daha sonraki dönemlerde de sürerken, Segesta duruma göre sık sık Grekler ve Kartacalılar arasında taraf değiştirmiş. M.Ö. 409 yılında Kartacalı Hannibal, rakipleri Selinunte’yi tamamen yok edince Kartaca’yı tutmuşlar. Ancak, bu galibiyetin etkisi çok uzun sürmemiş. M.Ö. 307 yılında Siracusalı tiran Agathocles Segesta’yı yerle bir etmiş, 10.000’ne yakın kişiyi öldürmüş, kalanların çoğunu ise esir olarak satmış. Segesta, M.Ö. 264-241 yıllarında Kartacalılar ve Romalılar arasında yapılan Birinci Pön Savaşı sırasında Romalıları tutunca, adanın Roma hakimiyeti döneminde rahat bir döneme girmiş. Özgür şehir statüsüne kavuşmuş.

Arkeolojik kazılar, şehrin daha sonra Arapların eline geçtiğini ve izleyen Norman döneminde bile burada bir Müslüman nüfusun bulunduğunu gösteriyor. Bir Norman kalesi kalıntısının yanında bulunan 12. yüzyıldan kalma cami ve Müslüman mezarlığı kalıntıları bunun kanıtı. Bu yapıların, daha sonra Segesta’yı ele geçiren Hristiyan derebeyi tarafından yıkıldığı belirtiliyor. Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra ise, Segesta tamamen terk ediliyor.

Segesta antik kentinin bulunduğu alan, Sicilya’nın birçok yerinde olduğu gibi, bir Arkeolojik Park olarak tanımlanıyor. Parco Archeologico di Segesta, yukarıda belirttiğim gibi, Monte Barbaro’nun tepesinde, arasında bir vadi bulunan iki zirvenin üstüne yayılmış. Etrafında şehir duvarları kalıntıları var ancak, yerleşim yerinin planı tam olarak ortaya çıkarılamamış. Bazı kısımları epeyce dik. Yerleşim için buralar taraçalandırılmış.

Segesta’nın ünlü tapınağı, arkeolojik parkın girişinin sağ tarafında bulunan daha alçakça bir tepenin üzerinde bulunuyor. Arzu edenler için buraya golf arabaları ile de ulaşım sağlanıyor. Biz bilet gişesindeki genç görevlinin, “Çok da gerekli değil” havasındaki sözlerine ve o yöne doğru yürüyen epeyce sayıda insan olmasına dayanarak, buraya yürüyerek çıktık. Yürünemeyecek bir uzaklık ve yol değil ama sıcakta biraz sıkıntılı oldu. Ancak, bu daha sonra yaşayacaklarımızın yanında hiçbir şeydi doğrusu…

Günümüzde Segesta’da bulunan antik tiyatronun M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak yapının, geç 4. yüzyıl ile erken
3. yüzyılda yapılmış bir başka tiyatronun yerine
yapıldığı görüşü de hakim.

Şehrin akropol, agora, tiyatro, nekropol (mezarlık), kiliseler, cami, kale ve evlerin bulunduğu yerleşim bölümü, girişin sol tarafında bulunan, daha dik ve yüksek Monte Barbaro’nun üzerinde. Yine aynı görevli bize bu yönde mesafenin sadece bir kilometre olduğunu söyledi. Tepenin ne kadar dik olduğu konusunda ise hiçbir bilgi vermedi. O sıcakta, yokuşu kıvrılarak çıkan bu yolu büyük bir zorlukla çıktık. Yol üzerinde az sayıda yeri inceleyerek tepeye ulaşmamız iki saate yakın sürdü. Oysa daha sonra, bu yolun bir değil, dört kilometre olduğunu ve tiyatronun da bulunduğu esas bölüme aşağıdan otobüsle ring seferi yapıldığını öğrendik. Gereksiz bir yorgunluk oldu bizim için. Eğer Segesta’ya giderseniz, yukarıya çıkmak için otobüse binmenizi öneririm. Yol üstündeki az sayıda kalıntıyı çok görmek isterseniz, aşağıya yürüyerek inebilirsiniz. Bu zorlu çıkışın bize tek faydası, yukarıdan daha da güzel görünen Dorik tapınağın doya doya fotoğrafını çekebilmek oldu. İnerken de çekilebilir tabii ama, biz inerken yağmur bulutları Segesta’nın üzerinde artık iyice yoğunlaşmaya, hatta bir iki yağmur damlası düşmeye başlamıştı bile.

Yeşilliklerin arasına kondurulmuş bir biblo gibi görünen Segesta’nın tapınağının yapımına M.Ö. 430-420 arasında başlandığı tahmin ediliyor. Ne var ki, Afrodit Urania‘ya adanmış olan tapınak hiçbir zaman bitirilmemiş. Bunun büyük bir ihtimalle Selinunte ile yapılan savaşlardan kaynaklanmş olabileceği belirtiliyor. (Urania, Afrodit’in ruhani yanını vurgulamak için Grekler tarafından kullanılmış bir ifade). Tapınağın sütun süslemeleri ve sütun tabanlarının tamamlanmamış olduğu göze çarpıyor. Tapınakta bir altar olmadığı gibi, çatısının da hiç kapatılmamış olduğu anlaşılıyor. Tüm bu eksikliklere karşın, daha önce belirttiğim gibi, özellikle uzaktan çok etkileyici. 19. yüzyılda buraya yolculuk yapan birçok ressam tuallerine, aralarında Goethe‘nin bulunduğu edebiyatçılar da yazılarına, şiirlerine bu büyüleyici güzelliği yansıtmışlar.

Segesta Tapınağı (1843)
Ressam Thomas Cole (1801-1848)
Yüz seksen yıldan beri tapınağın çevresi hemen hemen hiç değişmemiş…

Yağmura yakalanmadan Segesta’dan ayrıldık. Çıkarken, rehber cihazı ve kulaklıklarımızı geri veriyorduk ki, gişedeki aynı görevlinin bu kez bir İtalyan aileye bize söylediklerini tekrarladığını ve onların da, “Eh, o kadarcık yol bir şey değil”, dediklerini duydum. Onlar için üzüldüm ama, doğrusu kendilerini uyaracak vaktimiz yoktu. Görevli ya antik kenti hiç gezmemiş ya da o tepeye kendi yaya olarak hiç tırmanmamıştı. Belki de, otobüsten haberi olmayanlara bu oyunu oynamaktan keyif alıyordu.

Monreale Katedrali ve içindeki muhteşem Bizans mozaikleri

Monreale’ye vardığımızda gökyüzü bulutlardan artık iyice kararmıştı. Şehir, Sicilya taşrasındaki birçok kent gibi, bir tepenin üzerindeydi. Arabayı, Duomo tabelalarının bizi yönlendirdiği güzergahta ulaştığımız büyük bir otoparka park ettik. Etraf tur otobüsleri ile doluydu. Buradan merdivenlerle yukarı çıkıp, yine tabelaları izleyince kendimizi Duomo’ya yandan bitişik bir meydanda bulduk. Tehditkar kara bulutların altında meydan ve şehir, katedralin çevresindeki turist kalabalığının dışında, son derece sakin görünüyordu. Öyle ki insan, bu şehrin bir zamanlar Mafya’nın önemli bir kalesi olduğuna ve katedralin atanmış piskoposunun bile haraç, rüşvet, sahtekarlık ve benzeri suçlar nedeniyle soruşturmadan geçirildiğine zor inanıyordu. 1983-84 yıllarında çok sayıda yerel Carabinieri (Jandarma) öldürüldüğü için buraya Sicilya’nın en büyük jandarma garnizonu kurulmuş. Mafya günleri geride kalmış görünse de, kimileri burada derinlerde hala bir uyuyan Mafya varlığı olduğunu düşünüyor.

Luigi Valadier‘nin eseri olan, gümüşten yapılmış ana altarda
Meryem Ana‘nın yaşamı anlatılıyor

Monreale dar sokakları, Barok kiliseleri ve köşe başlarında bar ve kafeleri olan bir yer. Ancak, buranın en büyük ilgi odağı şüphesiz katedrali. Yapıda görecekleriniz Bizans-Norman ya da Sicilya-Norman olarak adlandırılabilecek sanatın muhteşem örnekleri olarak kabul ediliyor. Tabii Arap etkisini de unutmamak lazım. Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, Sicilya’da Arap etkisi, onların bu topraklarda hükümranlıkları sona erdikten çok sonra bile, iki yüzyıl kadar, devam etmiş. Kendilerinin zaten Sicilya’yı 250 yıl kadar yönettiklerini de düşünürseniz, bu kültürel olarak hiç de azımsanmayacak uzunlukta bir dönem. Norman krallar, sadece mimari ve sanat olarak değil, sarayda harem, giyim, kuşam gibi birçok Arap geleneğini sürdürmüşler. Hatta bir dönem Arapça, sarayın resmi dili olarak kullanılmış.

Katedralin yer mozaiklerinde Arap etkisi göze çarpıyor

Monreale Katedrali’nin yapımına 1172 yılında, Sicilya’nın Norman Kralı II. William (İtalyanca Guglielmo) zamanında başlanmış ve on yıl sürmüş. Kral buraya Benediktin keşişleri için bir manastır ve katedral yaptırmaya ve bütün yerleşkeyi Meryem Ana‘ya adamaya karar vermiş. Katedralin bronzdan yapılmış ana giriş kapısı, 1186 yılında sanatçı Bonanno Pisano tarafından yapılmış. Orta çağ’da yapılmış en büyük kapı olarak tanımlanıyor. İçeride, 6400 metre kare olduğu belirtilen duvar mozaikleri gerçekten nefes kesiyor. Bu mozaikler, o dönem Konstantinopolis‘ten getirtilen Bizanslı sanatçılar ve onlarla çalışan Sicilyalı ustalar tarafından yapılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi, kullanılan altın nedeniyle göz alan mozaiklerde İncil’den çeşitli sahneler resmedilmiş. Bunların arasında, bu tip yapılarda adetten olduğu üzere, II. William’ın katedrali (maketini) Meryem Ana’ya sunduğu bir mozaik de var.

Monreale Katedralinin bazı bölümlerini görebilmek için bilet almak gerekiyor. Roano Şapeli de bunlardan biri. Şapeli yaptıran Giovanni Roano, İspanya’da doğmuş. 1659 yılında Cefalù, 1673 yılında da Monreale Piskoposu olarak atanmış.
1686-1692 yılları arasında Cizvit Angelo Italia tarafından yapılan Roano Şapeli Sicilya Barok‘u olarak adlandırılan tarzın
en muhteşem örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
Şapelin süslemelerindeki renk ve motiflerde
İber Yarımadası’na özgü sanatsal dokunuşlar var

Katedralin görülecek başlıca yerleri, İtalya’nın ve Sicilya’nın birçok yerindeki dini merkezlerde olduğu gibi, paralı. İçeri ücretsiz girebiliyor ama, buraları görebilmek için bilet alıyorsunuz. Norman Kralları I. William ve II. William’ın mezarlarının bulunduğu bölüme, manastır kısmının revaklı bahçesine, katedral müzesine, etkileyici Roano şapeline ve yukarıdaki teras kısmına bu bilet ile girebiliyorsunuz. Monreale’nin Duomo’sunu gezerken yer döşemelerini de gözden kaçırmamalısınız. Arap etkisinin bariz bir şekilde görüldüğü yer mozaiklerinde ve süslemelerinde sadece motifler değil, çeşitli hayvan figürleri de var.

Norman Kral Mezarları
Arkada, kırmızı mermerden olan mezar, “Kötü” lakaplı Kral I. William‘a (1131-1166) ait. Öndeki, onun oğlu, “İyi” lakaplı Kral II. William‘ın (1153-1189) mezarı.
Yine Arap etkisinin görüldüğü yer mozaiklerinden örnekler…

Doğrusu, Segesta’daki tepeyi tırmandıktan sonra Monreale’de katedralin tepesine çıkmaya hiç niyetimiz yoktu. Ancak, pazar günleri manastır kısmının kapalı olduğunu, ama avlusunu yukarıdan görebileceğimizi öğrendikten sonra, gücümüzü kuvvetimizi toplayıp, oraya da çıkmaya karar verdik. Arap mimari özelliklerinin en güzel şekilde kullanıldığını okuduğum avluyu uzaktan da olsa bu şekilde görebilecektik. Yukarı çıkış kolay olmadı ama, değdi. Güney kulesinden yukarı çıkıp, hem manastır kısmını hem de Palermo’ya kadar olan manzarayı doya doya seyrettikten sonra kuzey kulesinden aşağıya iniyorsunuz. Bu arada katedralin arşiv bölümünden geçiyor, dahası içeriye açılan pencerelerden az önce aşağıda gördüğünüz o muhteşem mozaikleri bu kez, yukarıdan ve başka açılardan görebiliyorsunuz.

Katedralin arşivinde tarihleri 1400’lere kadar giden
belgelerin bulunduğu bölüm
Duomo’nun içerisine yukarıdan bakış

Duomo’yu gezip dışarı çıktığımızda, çatıda iken hafif hafif serpiştiren yağmur, artık iyice kendini hissettitmeye başlamıştı. Katedralin önündeki meydanda bulunan yerlerden birinde oturup hem bir şeyler yemeye hem de biraz dinlenmeye karar verdik. Yağmur da o sırada diner belki diye düşündük. Gözümüze kestirdiğimiz, tam karşımızdaki yere gittik. Birazdan “riposo“nun (siesta) başlayacağını, sadece içecek verebileceklerini söylediler. Bunun üzerine, çapraz köşede, dolup taşıyor gibi görünen ve bar ile pastahane arası gibi duran bir yere gidelim dedik. Doğrusu burası, yemek kalitesi olarak Sicilya’da yemek yediğimiz en kötü iki yerden birisi olarak kafamda yer etti. Yediğimiz pizza fena değildi ama hevesle aldığımız arancini berbattı. Türkiye’de bile bu nefis Sicilya yiyeceğini çok daha iyi bir şekilde yapan yerler var. Neyse ki, sonraki günlerimizde, Sicilya’nın çeşitli kentlerinde çok lezzetli arancini’ler yedik de bu kötü deneyimin acısını çıkardık. Yemeklerin yanında, servis de berbattı. Self-servis olan mekanda ne sıra belli ne sistem. Barmenin ve yemek siparişlerini alan (ikisi de birbirinden asık yüzlü) genç kızın tanıdıkları durmadan önünüze geçiyor ve bir de uzun sohbetlerle zaman geçiriyorlardı. Gelen yerel halktan tipler de filmlerden fırlamış, Mafya vari tipler gibi göründüler gözüme. Monreale’nin karanlık geçmişini bilmem bu izlenimimde etken oldu şüphesiz….

Katedralin çatısından görme fırsatı bulduğumuz manastır kısmı
Manastır avlusunu çevreleyen revak sütunlarında
açıkça görülebilen Arap etkisi var

Yemekleri sipariş ettikten ve içecekleri zar zor aldıktan sonra, kapının önündeki masamıza gidiyordum ki, şimşekler çakmaya başladı. Yağmur şiddetlendi. Tepemizdeki, birkaç masayı örten kare şemsiyenin kenarlarından oluk oluk yağmur suyu akıyordu. Tam bir fırtına hali vardı. Yerel insanlar havaya daha hazırlıklı görünüyorlardı. Çoğu Amerikalı olan turistler ise, yazlık kıyafetleri içinde tir tir titriyorlardı. Biz de tedbirli gruptandık ama yine de çok tatsızdı. Zaman zaman şemsiyenin orta yerinde biriken yağmur suyu da kendine bir yol bulup, aşağıya kovadan dökülürcesine akıyordu. Bu sevimsiz ortamda bir saate yakın kaldık çünkü, aşırı yağmur ve rüzgardan dolayı, şemsiye ile bile arabaya yürümek imkansız gibi görünüyordu. Bu zorunlu bekleyiş sırasında etraftaki masalara baktım. Monreale’nin çocukluktan çıkmış ama henüz tam olarak yetişkin olamamış gençleri, pazar günü çocuklarını dondurma yemeye getirmiş genç çiftler, yemeğin üstüne önündeki grappa‘yı yudumlayan ve belki ertesi gün çalşmak için yine fabrikaya gitmek zorunda olduğunun bilinci ile bu kasvetli havada içine sıkıntı basmış adamlar, yaşı geçmiş ama yine de pazar günü için giyinmiş ve rujunu sürmeyi ihmal etmemiş kadınlar…

Katedralin terasından meydana bakış.
Katedrali gezmeyi bitirdikten sonra önce, tam karşıda (fotoğrafta sağ tarafta) görülen yere oturduk. Yemek servisi yapamayacaklarını öğrenince, sol çaprazda, önünde büyük bir tente olan bar/pastaneye geçtik…

Nihayet yağmur biraz yavaşladı. Hızlı adımlarla arabaya döndük. Bir sonraki durağımız olan Castellammare del Golfo’ya doğru yola koyulduk.

Monreale’den yaklaşık bir saat uzaklıkta, kendisi ile aynı ismi taşıyan körfezin kıyısında bulunan Castellammare del Golfo, temel olarak balıkçılıkla geçinen bir köy. Burada manzaranın çok güzel olduğunu okumuştum. Ancak, erken kararan hava ve yoğun yağış nedeniyle biz hiçbir şey anlamadık. Bir de üstelik, bir yamaçta konuşlanmış olan bu yerleşim yerinde yine navigasyonun azizliğine uğrayıp, korkunç dik yokuşlar ve son derece dar sokaklarda birkaç kez dönüp durmak zorunda kaldık. Bu gibi yerlerde başlıca sorun, internetin yavaşlığı nedeniyle, sizin sapmanız gereken sokakları çoktan geçip gitmiş olmanız oluyor. Farkına varıp, geriye dönmeye çalışırken kendinizi başka çıkmaz sokaklarda buluyorsunuz ve bu durum kimi zaman bir kâbusa dönüyor.

Her neyse… Sonunda, limanın bulunduğu sahile inmeyi başardık. Şans eseri, yer ayırttığım La Cambusa isimli restoranın karşısında park edecek yer de bulduk. Buna rağmen, şemsiyelerimiz fayda etmedi. Kapının önüne geldiğimizde biraz ıslanmıştık. Ancak, cam kapının ardındaki garson ve onun arkasındaki şef garson bizi içeriye almaya niyetli gibi görünmüyordu. Önce saatin henüz yedi olmamış olabileceğini düşündüm. Çünkü, riposo‘dan sonra restoranlar genel olarak saat yedide açılıyorlar. Yediye birkaç dakika vardı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, neredeyse zorla içeri girdik. Görünen oydu ki, o isteksizlik daha çok içeriyi yağmur suyu basmış olmasındandı. Garson canla başla ortalığı paspaslamaya çalışıyordu. Oldukça suratsız görünen şef garson bizi önce, suların az da olsa girmeye devam ettiği, yere kadar inen camların kenarındaki bir masaya oturtmaya çalıştı. Kabul etmeyince, söylenerek ikinci sırada bir masayı gösterdi. Biraz keyfimiz kaçtı. Adamı, Sicilya’da karşılaştığımız en aksi insanlardan biri olarak hatırlayacağım. Bu geziden önce ve sonra, birkaç arkadaşımdan Sicilyalıların genel olarak İtalyan ana karasındaki insanlar kadar sıcak olmadıkları yorumunu duymuştum. Bu doğru sayılabilir. Oldukça mesafeliler. Okuduğum bazı kaynaklarda bunun en temel nedeni olarak, adanın tarih boyunca çok farklı milletler tarafından sürekli işgal edilmiş olmasına işaret ediliyor. Bu durumun insanlarda yabancılara karşı bir güvensizlik ve mesafe yarattığı belirtiliyor. Öte yandan, Sicilya’da çok sıcak ve candan insanlarla da karşılaştık.

Girişteki kriz durumunu atlattıktan ve şefin de sadece bize karşı değil, çalışanlara, hatta yavaş yavaş masaları doldurmaya başlayan yerli halktan müşterilere de benzer bir suratsızlıkla davrandığını izleyince biraz rahatladık. Şef garsonu olduğu gibi kabul etmeye karar verdik. Bir de, asık yüzlü idi ama, en azından profesyoneldi.

La Cambusa’nın yemekleri çok lezzetli ve buraya özgü, eğer yolunuz düşerse tatmanızı önerdiğim, ünlü birkaç tabağı var. Bunların başında couscous di pesce (balık kuskusu) geliyor. Restoranın açıldığı 1995’ten beri klasikleşmiş bir giriş tabağı. Bir diğeri, tipik bir Sicilya yemeği olan involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma). İkisinden de yedik. İkisi de çok lezizdi. Ancak, porsiyonlar inanılmaz büyüktü. Gidecek olanları bu konuda uyarmak isterim. Öncesinde bir şey yememek veya paylaşmak iyi bir fikir olabilir. O akşam, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 şarabını içtik. Zibibbo (Muscat de Alexandria) muscat familyası üyesi bir beyaz üzüm çeşidi olup, çoğunlukla Sicilya adasında ve Trapani bölgesine bağlı Pantelleria adasında ekilmektedir. Şarapla beraber, iki kişi 88 Euro verdik. Yemek kalitesi, porsiyonlar ve içkinin dahil olmasını düşününce, epeyce ucuz bir akşam yemeği oldu.

Yemekler güzeldi ama, biz Castellammare del Golfo’dan hiçbir şey anlamamıştık. Bütün gece, pencerelerin ötesindeki, deniz olması gereken, karanlığa baktık durduk. Yağmur da dinmek bilmemişti. Giderek tek boş masanın kalmadığı restorandan ayrılırken, yağmur yine iyice hızlandı. Yoğun yağış altında Cefalù’ya geri döndük.

Castellammare del Golfo‘ya yukarıdan bakış.
Solda köye adını veren, deniz kenarındaki kale.
Geldiğimiz Palermo yönüne doğru manzara

Ertesi gün, tekrar batıya doğru yola çıkarken, yağmur dehşet bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Tam, yolumuz üstünde olan Castellammare del Golfo’nun yakınından geçerken, hava birden açtı. Çıkan güneş ile birlikte gökyüzü aydınlandı. Ani bir karar ile, bir önceki akşam doğru dürüst göremediğimiz Castellammare del Golfo’ya sapmaya karar verdik. Sonradan, böyle bir şey yaptığımıza çok sevindim. Meğer burası ne kadar sevimli ve güzel bir yermiş…

Castellammare del Golfo
Ristorante La Cambusa

Eski kaynaklara dayanılarak, Castellammare del Golfo’nun tarihte ilk olarak Segesta antik kentinin limanı olarak kullanılan bir yer olduğu belirtiliyor. Köy daha sonra, M.S. 827 yılında, Araplar tarafından ele geçirilmiş. Araplar buraya, basamaklar demek olan “Al Madarig” adını vermişler. Bunun büyük olasılıkla, limandan yukarıya doğru çıkan basamaklı sokak nedeniyle olduğu söyleniyor. Günümüzde sahilde görülen kaleyi de ilk olarak Araplar yapmış, daha sonra Normanlar tarafından genişletilmiş. Aslında o zamanlar kale, sahile yakın bir kayalığın üstüne yapılmış ve kara ile arasında yukarı kaldırılabilen tahta bir köprü varmış. Balıkçılık, Antik Çağlar’dan beri Castellammare del Golfo’nun en temel geçim kaynağı olmuş. Günümüzde de balıkçılık, turizm ile birlikte, bu yerleşim yerinin başlıca gelir kaynağı. Castellammare del Golfo’nun bir diğer özelliği ise, Amerika’daki Mafya oluşumu ile bağlantısı. 20. yüzyılın başında New York‘ta faaliyet gösteren en ünlü Mafya çetelerinin yönetici ve elemanları buradan Amerika’ya göçmen gidenlerden meydana gelmiş. Yoğun olarak yerleştikleri Little Italy, İtalyan Harlem’i olarak da bilinen Doğu Harlem, Bushwick ve Brooklyn civarlarında yıllarca kendi kanun tanımaz düzenlerini kurmuşlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra giden ikinci göçmen dalgası da, bir önceki yerlere ek olarak, Queens, Bronx ve Staten Adası ilçelerine yayılmışlar.

Castellammare del Golfo Kalesi

Bizim bir sonraki güneşli günde gördüğümüz Castellammare del Golfo’nun geçmişte Mafya ile herhangi bir bağlantısı olduğuna inanmak zordu. Etraf son derece sessiz ve sakindi. Önce, önerildiği üzere, yukarıdaki meydandan limanı doya doya seyrettik. Masmavi deniz, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Aşağıda tarihi kale ve onun solunda, karaya doğru iyice sokulmuş olan liman bölgesinin bulunduğu koy vardı. Bir süre sonra aşağıya indik. Sahilde yürürken La Cambusa’nın önünden de geçtik. Birkaç garson dışarıya masalar kuruyordu. Bir gece önce kopan fırtına sanki hiç olmamış gibiydi. Yürümeye devam ettik ve bu kez Via Don Leonardo Zangara üzerinde oldukça salaş görünen bir yeri gözümüze kestirip, oturduk. Tüm masalar doluydu. Herkes, tatlı tatlı ısıtan güneşin altında, oldukça basit menüden seçtikleri birkaç çeşit yemeğin tadını çıkarıyordu. Biz de, bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata eşliğinde, karışık peynir ve şarküteri tabaklarımızı keyifle yedik. Bir süre sonra, mekan öğlen için kapanma hazırlıklarına girişince, istemeye istemeye kalktık. Gerçi yolcu yolunda gerekti. Yolumuz ne de olsa uzundu ve bu, güzergahtan program dışı bir sapma olmuştu. Trapani ve Erice‘yi gördükten sonra hedefimiz, Sicilya’da ikinci konaklama noktamız olan, Agrigento ve ünlü Tapınaklar Vadisi idi…

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Palermo‘ya ikinci kere gittiğimiz zaman ilk gidişimizin üzerinden beş gün geçmişti. O arada biz adanın batısına birkaç kez gitmiş, güneye inip Agrigento‘da kalmıştık bile. Bu biraz tuhaf rotayı çizmemizin nedeni ilk yazımda sözünü ettiğim bir takım zorunlu değişikliklerden kaynaklanmıştı. Her neyse, aklımızın kaldığı diğer yerleri de görebilmek için, işte yine Palermo’da idik. Bu kez ilk başta, bir önceki sefer yaşadığımız aşırı sıcak havanın aksine, inanılmaz bir yağmur ve serin hava vardı. Şehrin genel keşmekeşine eklenen hava koşulları ile birlikte Palermo tam bir arı kovanına dönmüştü.

Görmek istediğim yerlerin bazıları genel turist rotalarının dışında idi. Özellikle bir tanesi, bir sanat eseri olarak değerli olmasının yanında, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Gittiğim yabancı ülke ve şehirlerde değişik izler sürmeyi severim. Bu da o türden bir heyecan vermişti bana. Şu işe bakın ki, bir park yeri arama telaşı sırasında şans eseri, bu konuda Palermo’daki bir başka iz çıktı karşıma. Daha önce üzerinde herhangi bir bilgiye rastlamadığım bir şey…

Palermo’ya ikinci gidişimizde park yeri bulmak bir önceki sefer kadar kolay olmadı. Arayışlarımız sırasında bir ara kendimizi, daha önce uzaktan ve diğer taraftan, yani Via Vittorio Emanuele tarafından gördüğümüz Porta Nuova‘nın dibinde bulduk. Kapının bu tarafında (Corso Calatafimi cephesinde), girişin iki yanında olmak üzere, öbür yanda olmayan kabartma heykeller vardı. Birbirinin aynı, ikişerli bu heykellerdeki adamların başlarındaki sarıklar hemen dikkatimi çekti. Simetrik olarak en dışarda duran heykellerde adamlar kollarını çapraz olarak göğüslerinin üzerinde kavuşturmuşlardı. İç tarafta duranların kolları ise dirseklerinin üst kısmından kesikti. Kapının fotoğrafını çektim ve daha sonra araştırmaya karar verdim.

Porta Nuova‘ya Corso Calatafimi tarafından bakınca
kapının iki yanındaki kabartma heykeller gözüme çarptı

Dönemin diğer şehirleri gibi, Palermo da bir zamanlar duvarlarla çevriliymiş. Şehre giriş birkaç kapıdan kontrol edilirmiş. Bunların arasında en ünlüsü, Porta del Palazzo (Saray Kapısı) imiş. Bu kapı 1460 yılında kapatılmış ve daha ileride, yine saraya bitişik olarak bir başka kapı yapılmış. Resmi olarak Kartal Kapısı adı verilse de, bu kapı halk arasında hep Yeni Kapı (Porta Nuova) olarak anılmış ve bu isim günümüze kadar bu şekilde gelmiş. Ancak, 15. yüzyılda yapılan bu ilk kapı, daha sonra birkaç kez yeniden yapılmış. Mimar Gaspare Guercio tarafından yapılan son halini 1669 yılında almış. Şimdi gelelim kapının Monreale yönüne bakan tarafına ve üzerindeki sarıklı erkek heykellerine. Bunlar, tahmin ettiğim gibi Osmanlıları canlandıran heykeller.

Tarih derslerinden 16. yüzyılda Akdeniz‘de Osmanlılar ile Hristiyan dünyası arasındaki güç savaşlarını hatırlarsınız. Kanuni Sultan Süleyman‘ın (saltanatı 1520-1566) Donanma Komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, Katolik dünyasının lideri konumundaki, hem İtalya hem de İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) derhal bir Haçlı Donanması toplamış, başına da Andrea Doria‘yı getirmiş. Şarlken’in kendisinin de katıldığı savaşta Osmanlı yenilip Tunus geri alınınca, dönüş yolunda muzaffer imparator 1535 yılının sonbaharında Sicilya’ya gelmiş. Bu zafere büyük önem atfeden Sicilyalılar imparatoru ağırlamak için o kadar büyük hazırlıklar yapmak istemişler ki, kendisine Palermo’ya gelmeden önce Monreale’de sekiz gün beklemesi için yalvarmışlar. Nihayet 13 Eylül 1535 günü Şarlken, Afrika Fatihi olarak, Porta Nuova kapısından Palermo’ya girmiş. Osmanlılara ve Müslümanlara karşı kazanılan bu zaferin coşkusu o kadar uzun sürmüş ki, 1583 yılında adanın İspanyol valisi kapıyı tekrar ve daha görkemli yaptırmaya karar vermiş. Ancak bu yapı 1667 yılında bir yıldırım düşmesine maruz kalınca üstündeki katlardan birinde depolanmış cephane patlamış ve ciddi bir hasar olmuş. 1669 yılında tekrar yapılmış.

Doğru mu görüyorum diye kapıya biraz daha yaklaştım

Porta Nuova’daki kabartma Türk heykellerinin kesik kollu olanları o zamanlar hırsızlık nedeniyle kolları kesilen kişileri anımsatarak, kollarını göğüslerinde çapraz kavuşturmuş olanlar da boyun eğmeyi simgeleyerek Şarlken’in Afrika zaferine gönderme yapıyorlar. Ancak bu noktada bana ilginç gelen, heykellerin yapım tarihi ile tarihsel gerçekler arasındaki çelişki oldu. Aslında, heykeller yapılmadan çok önce, 1574 yılında (Sultan II. Selim zamanında) Osmanlı Tunus’u tekrar fethetmiş ve 1881 yılına kadar da elinde tutmuştu. Anlaşılan Palermolular, ardından yaşanan bu ağır yenilgiye karşın, geçmişin zaferi ile avunmak için Tunus’u kaybettikten çok sonra olsa bile söz konusu heykelleri buraya koymuşlardı.

Sonunda, navigasyonun sayesinde gideceğimiz yön hakkında bir fikrimiz olmasına rağmen, biraz kaybolarak biraz da tesadüflerle arabayı bu kez Piazza Colonna‘da park ettik. Kağıt üzerinde burası ile güne başlamak istediğimiz Via Valverde‘deki Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita arasındaki uzaklık yürüyerek üç dakika olması gerekiyordu. Ancak bizim burayı bulmamız çok daha uzun sürdü. Bu sırada yine bir zamanların güzel binalarının bulunduğu ama şimdi yoksulların mahallesi gibi duran yerlerden, sokaklardan geçtik. Ara sokaklara girince iyice kafası karışan navigasyon bizi bir o tarafa bir bu tarafa yönlendiriyordu. Vazgeçmeye hiç niyetim olmadığı için sonunda bir kapı ağzında duran iki adama yaklaştım ve aradığımız yeri sordum. Önce, cümleme kibarca başlarken ikisi de bana kuşkuyla baktılarsa da, yerin adını duyunca içlerinden biri, “Şu köşeyi dönün, orada”, dedi. Gerçekten de Oratorio di Santa Cita daha önce birkaç kez girip çıktığımız o sokaktaydı. İddiasız kapısı sokağa açılmasına rağmen, önündeki merdivenlerin konumu nedeniyle, bizim geldiğimiz yönden neredeyse görünmez gibiydi. Merdivenleri çıktık ve açık kapıdan oldukça harap bir avluya girdik.

Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita

İçeriye girince, önce bir hüzün hissettim. Bu, bir zamanlar ne kadar güzel olabileceğini düşündüğünüz ya da bakılabilse ne de hoş bir yer olabileceğini sezebildiğiniz yerlerin insana verdiği türden bir hüzündü. Karşımızda, her iki katının önünde de revak bulunan bir yapı vardı. Etraf, sanki imkanlar elverdiğince temizlenebilmiş gibi görünüyordu. Merdivenlerden üst kata çıktık. İkinci katta bir büst karşıladı bizi. Az sonra göreceklerimizin yaratıcısı, heykeltıraş ve stucco sanatçısı Giacomo Serpotta‘nın (1656-1732) büstü idi bu. Hatırlarsanız, bir önceki yazımda Chiesa del Gesu kilisesinden bahsederken söz etmiştim kendisinden.

Açık kapıdan bir avluya girdik

İzin verirseniz, Oratorio kelimesine de kısaca değinmek istiyorum. Zira, çoğu insanın düşünebileceği gibi, benim de bu mekanın adını okuduğumda ilk aklıma gelen müzikte bildiğimiz oratoryo olmuş ve bir anlam çıkaramamış, merak etmiştim. İngilizcesi Oratory olan Oratorio, Katolik düzende belli bir cemaat veya grup tarafından ibadet için kullanılmasına özel izin verilmiş bir ibadet yeri demekmiş. Buranın başkaları tarafından kullanılabilmesi ancak o topluluğun izni ile olabiliyor. Bu mekanlar, Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’da olduğu gibi tamamen ayrı yapılar da olabiliyor, kiliselerin içinde özel bir bölüm olarak da görülebiliyor.

Giacomo Serpotta (1656-1732)

Serpotta’nın büstünün önünden yürüdük ve ilerde gördüğümüz açık kapıdan içeriye girdik. Oldukça iddiasız bir bankonun arkasında birkaç genç duruyordu. İçlerinden biri onlardan daha büyük, otuzlu yaşlarında idi. Daha genç olanlar ne yapacaklarını bilememenin verdiği rahatsızlık ile gözlerini kaçırırken, o bizi karşıladı. Biletlerimizi kesti ve elimize İngilizce bir açıklama verdi. Kibarca, “Buradan gireceksiniz”, diyerek bizi yönlendirdi. Doğrusu, edindiğim ilk izlenim bana çok ümit vermemişti. Yine eski ve bakımsız görünümlü bir antreden geçtikten sonra kilise kısmına girince, nutkum tutuldu. İçeride olağanüstü bir güzellik vardı…

Serpotta’nın 31 yılda yarattığı şahaser…
Altarın yanındaki kapıdan içeri girdiğiniz zaman
ilk önce karşı duvar sizi büyülüyor
Altar
Duvarlar ince detaylarla dolu

Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’ya ait kilise ve ona açılan odalar 1590 yılında Rosario cemaati tarafından yaptırılmış. Cemaatin kendisi ise 1570 yılında oluşmuş. Antre bölümünde cemaatin liderlerinin resimleri var. Giacomo Serpotta, kilise bölümündeki bakmaya doyamayacağınız Barok şahaseri yaratmak için burada 1687-1718 yılları arasında, yani tam 31 yıl çalışmış. Duvarlardaki beyaz stucco kabartmalarda İsa’nın yaşamından kesitlerle beraber, inanılmaz detaylar, süsler ve incelikler var. Altardaki Meryem Ana konulu tablo 1695 yılında ressam Carlo Maratta tarafından yapılmış. Altar bölümünün iki yanındaki Esther ve Judith heykelleri, Tevrat‘a yapılan göndermenin dışında, Barok ve Rokoko dönemlerininin aşırı süslemelerinden sonra ortaya çıkan, daha sade Neoklasik dönemin habercisi kabul ediliyor.

Altardaki Meryem Ana konulu tablo ressam
Carlo Maratta‘nın eseri
İki uzun duvar boyunca uzanan oturma yerleri

Benim burayı görmek isteme nedenim ise, altarın tam karşısındaki duvarda, iki kapının arasında ve yukarıda yer alan ana kabartma paneli idi. Serpotta burada, yine inanılmaz detaylar ile birlikte, Hristiyan aleminin tarih boyunca Osmanlıya karşı kazanmaktan en çok övündüğü savaşlardan biri olan Lepanto (1571), yani İnebahtı deniz savaşını müthiş bir gerçekçilikle canlandırmıştı. Öyle ki, bir süre bakmaya devam ettiğiniz zaman, sanki ateşlenen top seslerini, savaşan askerlerin bağırmalarını, kılıç şakırtılarını, acıyla denize düşenlerin feryatlarını duyabiliyorsunuz… 7 Ekim 1571 günü Korint Körfezi‘nin kuzeyindeki, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan, İnebahtı yakınlarında gerçekleşen savaşta, Osmanlı donanmasına karşı savaşan Haçlı Güçleri İspanya, Venedik, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri birleşik gücünden meydana gelmiş. II. Selim zamanında yaşanan bu yenilgiyle Osmanlı Donanması neredeyse tamamen yok olmuş. İspanyol güçleri ile birlikte asker olarak savaşan yazar Miguel de Cervantes (1547-1616) de yaralanmış ve sol eli kullanılamaz hale gelmiş.

Benim aradığım işte oradaydı.
Altarın karşısındaki duvarda, iki kapının üstünde ve tam ortada.
Giacomo Serpotta’nın gözünden İnebahtı (Lepanto) deniz savaşı (1571)
Lepanto Savaşı sırasında Kutsal İttifak‘ın eline geçen Osmanlı sancağı. 1965 yılındaki ziyareti sırasında Papa 6. Paul tarafından Türkiye Cumhuriyeti‘ne geri verilmiştir. Günümüzde, Beşiktaş‘taki Deniz
Müzesi‘nde sergilenmektedir.

Günün ikinci gezilecek yeri olarak, Palermo’nun Kalsa semtindeki Piazza Marina‘da bulunan Palazzo Chiaramonte Steri sarayını belirlemiştim. Yürüyerek Piazza Marina’ya doğru giderken yağmur azalmaya başladı. Sonra kesildi ama, kapkara bulutlar tehditkar bir şekilde gözyüzünü kaplamayı sürdürdü. Biz bu arada Palermo’nun Eski Limanı‘na vardık. Limanın bulunduğu ve adı La Cala olan korunaklı koyu bu amaçla değerlendirmeyi ilk olarak düşünenler M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Fenikeliler olmuş. Elverişli konumu ve doğal şekli nedeniyle burası 16. yüzyılın sonuna kadar önemini korumuş. O tarihten sonra, şehrin genişlemesine paralel olarak, şehrin civarında başka destekleyici limanlar yapılmış.

Eski Liman’ın bulunduğu La Cala koyunda tarihi apartmanlar
Santa Maria della Catena
La Cala’da bulunan bu kilise1490 yılında Gotik-Katalan stilde yapılmış
Piazza Marina‘nın ortasındaki Giardino Garibaldi

Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra, Palazzo Chiaramonte Steri’nin bulunduğu Marina meydanına geldik. Meydanın ortasında, 1863 yılında Giovan Battista Basile tarafından tasarlanmış Garibaldi Bahçesi (Giardino Garibaldi) var. Çevresi demir parmaklıkla çevrilmiş bahçede dev manolyalar ve başka egzotik ağaçlar var. Burası sıcak günlerde mükemmel bir sığınma noktası olmalı. Bahçede ayrıca, Benedetto De Lisi tarafından yapılmış bir Giuseppe Garibaldi anıtı ve önemli Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) kahramanlarının büstleri var. Meydanın etrafında kafe ve restoranlar var ama, bu civarın en ünlü binası şüphesiz Chiaramonte Steri Sarayı. Ünlü çünkü, gerek Hristiyanlık gerekse Sicilya tarihi açısından önemli.

Bir 14. yüzyıl yapısı olan Palazzo Chiaramonte Steri günümüzde
Palermo Üniversitesi tarafından Rektörlük
ve idari binalar olarak kullanılıyor

Gotik stilde yapılmış olan saray binası, aynı zamanda bir Orta Çağ kalesi. İsmindeki Steri kelimesi Latince Hosterium kelimesinden geliyormuş ve güçlendirilmiş demekmiş. Mimarisinde ayrıca, Sicilya’da sıkça karşılaşacağınız Arap-Norman tarzının belirgin izleri var. Aslen Fransa’nın Picardy bölgesindeki Clermont ailesinin bir uzantısı olan zengin ve güçlü Chiaramonte ailesi Sicilya’ya Normanlar zamanında gelmişler ve özellikle 13. ve 14. yüzyıllarda adada çok etkili olmuşlar. Çok geniş araziler edinmişler. O nedenle Sicilya’nın başka yerlerinde de Chiaramonte saraylarına rastlamak mümkün. Örneğin, Siracusa bu yerlerden birisi. Yapımına 1320 yılında başlanan Palazzo Chiaramonte Steri’nin yapısal özellikleri bir dönem Sicilya’da aristokratlar tarafından beğenilen bir mimari tarz haline gelmiş ve benzer şekilde yapılan binalara, Chiaramonte ailesine ait olmasalar da, Chiaramonte stili‘nde denilmeye başlanmış.

Sarayın mimarisinde Arap-Norman etkisi,
bu pencerelerde olduğu gibi, açıkça görülüyor
Binanın yapımında Arap dönemine ait yapıların parçaları da malzeme olarak kullanılmış. Bu sütunun da bir camiden
getirildiği düşünülüyor.

Chiaramonte ailesi, Fransız asıllı olmalarına karşın, Fransızlara karşı yapılan 1282 (Vespri Siciliani) ayaklanmasında İspanyolların yanını tutmuşlar. Buna rağmen, ailenin gücünün sonu da 1392 yılında yine İspanyolların eliyle olmuş. İhanetle suçlanan 8. Modica Dükü Andrea Chiaramonte 1 Haziran 1392 günü bu sarayın önündeki meydanda idam edilmiş. Saray, Chiaramonte ailesinin tüm mallarına el konulduktan sonra, 1468- 1517 arasında adanın İspanyol genel valisinin konutu olmuş. İzleyen dönemlerde çeşitli idari kurumlar tarafından kullanıldıktan sonra, 1601-1782 yılları arasında, İspanyol Engizisyonunun Sicilya’daki hapishanesi ve mahkeme binası yapılmış. Bodrum katındaki hücrelerde Hristiyanlığa karşı günah işlemek ve kafir olmakla suçlanan mahkûmlar yıllarca işkence görmüş ve insanlık dışı bir ortamda kapalı kalmışlar. Uzun ve acılı geçen bu sürecin sonunda kendilerini “auto-da-fe“nin (büyük inanç mahkemesi) önünde bulan mahkûmların kaçınılmaz sonu ise yakılarak idam edilmek olmuş. İşte bu insanlar kapatıldıkları hücrelerde, günümüzde çoklukla “sessiz çığlıklar” olarak ifade edilen, izler bırakmışlar. Başlarda toz, kurum ve tükürük ile yaptıkları karışımları kullanarak, hücrelerin duvarlarına resimler yapmış, yazılar ve şiirler yazmışlar. Sonraki yıllarda sözde daha insancıllaşan Engizisyon yönetimi, mahkûmlara boya verilmesini sağlamış. O nedenle, son döneme ait duvar resimleri renkli boya ile yapılmışlar.

İspanyollar Chiaramonte Steri Sarayı’na el koyduktan sonra,
yapının çeşitli yerlerindeki aile armalarını tahrip etmişler
1601-1782 yılları arasında Engizisyon mahkemesi olarak kullanılan sarayın davet salonu, günümüzde konferans salonu olarak değerlendiriliyor
Salonun muhteşem ahşap tavanından detaylar

Sözde inançsız oldukları için buraya kapatılan bu insanların yaptıkları çoğu dini konulu resimleri ve kurtulmak için yakarışlarını görmek insanı derinden etkiliyor. Tarih boyunca din adına insanoğlunun birbirine yaptığı eziyete bir kez daha lanet ediyor insan. Tüm Engizisyon dönemi boyunca İspanyol dünyasında 7000 civarında insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Sadece Sicilya’da ise bu sayının 250 civarında olduğu belirtiliyor. Olmadık bahanelerle hapsedilen ve öldürülen mahkûmların birçoğunun geniş arazilerine ve mallarına el konulup, kilise liderlerine ve onların hısım akrabalarına verilmesi de olayın bir başka boyutu. Burada, tüm benzer katliamlarda olduğu gibi, bir gelir ve sermaye transferi yapıldığı çok açık. Aslında Sicilyalılar Engizisyona karşı gelmeye çalışmışlar. Hatta 1516 yılında ayaklanmışlar. Ancak, Engizisyon uygulaması 1783 yılına kadar sürmüş.

Mahkûmlar, hücre duvarlarına yaptıkları resimlerle sadece huzur bulmaya çalışmamış, geriye kendileri hakkında birçok bilgi de bırakmışlar. Bu resim ve yazılar yoluyla onların meslekleri, milliyetleri, yaşları ve benzeri
özellikleri tespit edilebilmiş.
Yukarıdaki iki resimde olduğu gibi, farklı hücrelerde aynı elden çıktığı
anlaşılan duvar resimlerinin olması, zaman zaman tutsakların
hücrelerinin değiştirildiğini gösteriyor.
İngilizce yazılmış bu yazı, nasıl olmuşsa, bir İngilizin de adadaki
İspanyol Engizisyonu’nun eline düştüğünü gösteriyor

Onca çekilen acı ve işkenceden sonra yapılan infazlar da son derece teatral ve törensel olurmuş. Muhteşem giysiler içindeki kilise ileri gelenleri, bir kafesin içine konulan mahkûmla beraber, Katedral’in önünden yürümeye başlar, Via Vittorio Emanuele boyunca gittikten sonra, daha önce hapislik ve yargılama sürecinin yaşandığı Palazzo Chiaramonte Steri’ye doğru sağa sapar ve buradan sahildeki Piazza Sant’Erasmo‘ya giderlermiş. Mahkûmun öldürüleceği büyük ateş, günümüzde botanik parkı olan Villa Giulia‘nın bulunduğu bu meydanda yakılırmış.

Bazı hücrelerde bulunan tuvalet
Bir başka hücredeki tuvalet kısmının duvarına yapılan resimdeki at da, orayı kullanan tutsak ile benzer bir meşguliyet içinde iken resmedilmiş…

Engizisyon uygulaması sona erdikten sonra Palazzo Chiaramonte Steri gümrük, adalet sarayı ve benzeri amaçlarla kullanılmış. Bu sırada tüm duvar resimlerinin ve yazıların üstleri boyanmış. 1967 yılında Palermo Üniversitesi‘ne verilmiş. Şu anda rektörlük ve diğer idari binaların bulunduğu sarayda 1972 yılında restorasyon çalışmaları başlatılmış. Günümüzde müze olarak halka açılan bölümdeki bu yürek burkan izler bu şekilde, mükemmel bir restorasyon ile gün yüzüne çıkarılmışlar. Gezilmesi kolay olsun diye hücreler arası duvarlarda geçiş yerleri açılmış, bazı duvarlar yıkılmış ve içerisi aydınlatılmış. Mahkûmların duvarlardaki resimleri yaptıkları yıllarda ortamın ne kadar karanlık, izbe ve pis olduğunu hatırlayınca insanın içi daha da bir kararıyor.

Engizisyon yönetiminin sonuna doğru mahkûmlara renkli
boyalar verilmeye başlanmış

Sicilya’ya gitmeden okuduğum çeşitli kaynaklardan Engiziyon mahkûmlarının bıraktıkları bu duvar resimleri hakkında bilgi sahibi olunca, mutlaka görmeye karar vermiştim. Saraya vardığımız zaman gişedeki genç görevli müzenin sadece rehberli turla gezilebileceğini söyledi. En erken tur 45 dakika sonra yapılacaktı. O süre içinde meydandaki bir kafede oturmaya karar verdik. Oldukça salaş bir yere oturup 2 doppio (duble) espresso ve su istedik. Kalkarken ödediğimiz hesap beni çok şaşırttı. 2.5- 3 Euro gibi bir şey ödedik. Bu kadar turistik bir noktada kazıklamaya meyilli olmamaları Sicilyalılarda daha sonra da çeşitli defalar karşılaştığımız bir durum oldu.

İşkencelerde kullanılan bir sandalye

Günün son gezilecek yeri Palermo’nun Kapuçin Manastırının Mezarlığı ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) oldu. Bu ilginç yer Palermo’da diğer gezilecek yerlere konum olarak biraz uzak mesafede, Piazza Cappuccini, 1 adresinde. Biz bir de denize yakın olan Palazzo Chiaramonte Steri’den oraya gitmek zorunda olduğumuz için, 45 dakika kadar yürüdük. Doğrusu, Sicilya gibi nefis mutfağı olan bir yere gidince insan yediklerini eritmek için böylesi uzun yürüyüşleri gayet iyi bile karşılıyor.

Kapuçin Katakombları’nda görebileceğiniz 17. ve 19. yüzyıllar arasında mumyalanmış ölüler, Sicilya’da çok eski bir gelenek olan mumyalamanın görebileceğiniz en üst örneği. Önceleri sadece manastırın papazları için bir defin yeri olarak kullanılan mezarlık daha sonra Palermo aristokratlarının, ileri gelenlerinin ve sanatçıların da gömüldüğü bir yer haline gelmiş. Kapuçin keşişleri 1534 yılında Palermo’da varlık göstermeye başlayınca, ölen papazlarını önceleri günümüzde katakombların giriş kapısının yanında bulunan Santa Maria della Pace kilisesinde, Azize Anna’ya adanmış altarın altında kazdıkları bir toplu mezara gömmüşler. Ancak, 1597 yılında bu mezar yetersiz kalmaya başlayınca, bu sefer ana altarın altında, burada bulunan mağaralardan da yararlanarak, daha büyük bir mezarlık alanı açmaya başlamışlar. İki sene sonra yeni mezarlık tamamlanınca, eski mezarı açıp bazı cesetlerin buraya nakledilmesine karar vermişler. Bu sırada son derece şaşırtıcı bir durumla karşılaşmışlar. Ölülerin 45 tanesinin doğal yolla mumyalandığını ve çürümek bir yana, yüzlerinin tanınır bir halde olduğunu görmüşler. Bu haber çok ilgi görmüş ve önceleri sadece din adamlarının ölülerini kabul eden manastır, 1783 yılından itibaren isteyen herkesi mumyalamaya başlamış. 19. yüzyıl sonuna kadar, manastıra bağış yapabilen binlerce varlıklı insanın ölüleri burada mumyalanarak duvarlardaki oyuklara yerleştirilmiş. Mezarlık 1880 yılında kesin olarak kapatılmış. Bu tarihten sonra sadece iki mumyalama işlemi yapılmış. 1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Konsolos Yardımcısı Giovanni Paterniti ve 1920 yılında iki yaşında ölen Rosalia Lombardo mumyalanmış.

Rosalia Lombardo‘nun mumyasının 1982 yılındaki hali. Halk arasında mumyaya “Uyuyan Güzel” adı takılmış. Günümüzde mumya hala iyi durumda olmakla beraber, resimdeki halinden biraz daha bozulmuş görünüyor.
Kaynak: wikipedia.org

Mumyalama işlemi birkaç farklı şekilde yapılabiliyormuş. Palermo Katakombları’ndaki mumyaların büyük çoğunluğu doğal mumyalama olarak adlandırılan yöntemle mumyalanmışlar. Bu yöntem vücudun susuz bırakılmasına (dehydration) dayanıyormuş. Vücuttaki sıvıların boşaltılması bakteri oluşumunu ve dolayısı ile çürümeyi önlüyormuş. Vefattan kısa süre sonra iç organlar boşaltılıp ceset saman ve defne yaprakları ile dolduruluyormuş. Hem bu doldurma işlemi hem de cesetin bir yıl kadar düşük rutubetli ve kuru bir ortamda tutulması mumyalama işleminin püf noktalarındanmış. Zamanı gelince “colatoio” denen bu bölümden çıkarılan ölüler sirke ile yıkanıp giydirildikten sonra mezarlık bölümündeki duvara oyulmuş mezarlara yerleştiriliyorlarmış. Bu yöntemin dışında, özelllikle pandemi dönemlerinde kullanılan, arsenik banyoları ve yapay mumyalama olarak adlandırılan vücuda kimyasalların enjekte edilmesi yöntemleri de kullanılmış. Kapuçin Katakombları’nda her üç yöntemle mumyalanmış ölüler var. Yapay mumyalama tekniğinin kullanıldığı iki yaşındaki Rosalia Lombardo’nun mumyası yüz yıldan fazla bir zaman sonra hala iyi durumda.

Kapuçin Katakombları‘nda tarikatın keşişlerinin
mumyalarına ayrılmış bölüm

Kapuçin Katakombları’na kapanmadan yarım saat kadar önce varabildik. Ziyaret saatleri 9:00-12:30 ile 15:00-17:30 arasında. Biletlerimizi alıp eğimli bir koridordan aşağıya indik. Girer girmez karşılaşılan manzara oldukça ürpertici. Duvarlar dik olarak sabitlenmiş veya yatay olarak nişlere yerleştirilmiş mumyalarla dolu. Büyük bir çoğunluğu artık mumya olma özelliğini yitirmiş, kuru kafaları ortaya çıkmış. Bazılarının beden bölümlerinden dışarı fışkırmış samanlar görünüyor.

Koridorlara ayrılmış mezarlıkta mumyalar cinsiyet, meslek ve sosyal sınıfa göre gruplanmışlar. 160 tane olduğu belirtilen çocuk mumyaları için de ayrı bir bölüm var. Mezarlığın en eski kısmı, Kapuçin keşişlerine ayrılmış olan bölüm. Kadınlar bölümündeki mumyalara, dönemin giyim tarzına uygun, işli elbiseler ve başlıklar giydirilmiş. Genç bakire kadınlar ise, ayrı bir şapel bölümündeler. Erkekler bölümü, Palermo’nun ileri gelen ailelerinin erkeklerine ayrılmış. Bu koridorun ortasında günümüze kadar kalabilmiş bir hazırlama odasını da (colatoio) görebiliyorsunuz. Ayrıca, aynı aile üyelerinin bir arada olduğu bir “aile koridoru” da var. Meslek sahiplerine ayrılmış koridorda doktorların, avukatların, ressamların, subay ve askerlerin mumyaları var. Ressam Diego Velázquez‘in mumyasının da burada olduğu iddia ediliyor ancak benim kontrol amaçlı okuduğum kaynaklar kendisinin Madrid’de öldüğünü ve gömüldüğünü belirtiyorlar.

Katakombları gezerken, aşağıyı kamera ile izleyen görevliler hoparlörden sürekli olarak buranın bir mezarlık olduğunu ve ölülere saygı gereği fotoğraf çekilmemesini anons ediyorlar. Bu, anlaşılabilir bir şey. Öte yandan, içeriye ücret karşılığında (biletler 3 Euro) girilebiliyor olması insana bu yasağın samimiyetini sorgulatıyor. Bu nedenle ben, kameraların konumlarını kollayarak birkaç fotoğraf çektim.

Koridorlara ayrılmış mezarlıkta mumyalar cinsiyet, meslek
ve sosyal sınıfa göre gruplanmışlar

Tuhaf hislerle dışarı çıktık ve mezarlığın kilisesi Santa Maria della Pace’ye de kısa süreliğine bir girip çıktıktan sonra, akşam yemeği için yola koyulduk. Uzun ve hem fiziksel hem de ruhsal olarak yorucu bir günün ardından yemeği hak etmiştik doğrusu.

Sicilya’ya gelmeden önce gezi sırasında kutlamayı düşündüğümüz özel günler ve bazı özel restoranlar için çok önceden rezervasyonlar yapmıştım. Birkaç akşamı ise boş bırakmış, yer ayırtmamıştım. Geziler sırasında bazan spontan kararlar vermek ya da yerel halktan öneri almak da iyi olabiliyor. Palermo’ya ayırdığımız ikinci günün akşam yemeği için de benzer şekilde düşünmüştüm. Bu düşünce ile tekrar Via Vittorio Emanuele’ye doğru gittik. Daha önce Quatro Canti civarında ve Via Maqueda‘da gözümüze bazı iyi olabilecek yerler çarpmıştı.

O akşam yemek yiyeceğimiz yerde karar kılmadan önce iki ayrı yere oturup, kısa bir süre sonra kalktık. İlkinde zaten kısıtlı olan menüde bir de bir sürü şeyin olmadığını söylediklerinde, o ana kadar ısmarladığımız bir şişe suyun parasını ödedik ve ayrıldık. Via Maqueda’nın üzerindeki modern görünüşlü, yüksek tabureleri olan mekanda da Hint asıllı olduğunu tahmin ettiğimiz garson kızın sürekli kulağımın içine bağırması, yüksek müzik ve menü kalkma nedenimiz oldu. Via Maqueda üzerinde ilerlemeye başladık. Bu gibi durumlarda en iyisi geleneksel seçeneklere yönelmektir.

Cadde üzerindeki mekanlarda masaların çoğu doluydu. Hepsi yan yana dizilmiş kafe, bar ve restoranları sadece turistler değil, işten çıkan Palermolular da doldurmuştu. Kapı önünde mütevazi örtüleri olan birkaç masalı bir yer gözümüze çarptı. Sadece bir masaları doluydu. Önde duran bir adam yoldan geçenlere elindeki menüyü göstererek ve kibar birkaç kelime söyleyerek müşteri çekmeye çalışıyordu. Ama bu çabası kesinlikle itici değildi. “Acaba aynı şey bizim ülkemizde yapıldığı zaman niye bana itici geliyor?” diye düşünmeden edemedim.

Adamın tipi çok ilginçti. Oturduktan sonra da ara ara bir süre incelemeden edemedim. Aslında oldukça kısa boylu ve son derece zayıf bir adamdı. Üzerinde bir jean, tişört ve daha sonra hava hafif serinleyince giydiği önü fermuarlı bir hırka vardı. Şimdi, adamın neden bu kadar ilgimi çektiğini sorabilirsiniz. Anlatayım. İlk bakışta çelimsiz ve kısa görünmesine karşın, tam olarak çözemediğim bir heybeti de vardı. Vücuduna göre geniş olan omuzları ve olağanüstü dik olan duruşu onun bu izlenimi bırakmasına neden olabilirdi. Hafif koyu bir teni ve bizde halk arasında çakır diye ifade edilen mavi, yeşil karışımı, çakmak çakmak bakan gözleri vardı. Daha önceki yazılarımda Sicilya’nın batı tarafındakilerin Arap kanı taşımakla övündüklerinden söz etmiştim. İşte bu kişi, ilginç bir şekilde bu varsayımın kanıtı sayılabilirdi.

Biz oturduktan sonra, Bar del Centro di Zama Giuseppe‘de diğer masalar da kısa sürede doldu. Hatta, epeyce kalabalık gruplar da geldi. Tesadüfen oturduğumuz bu yerden son derece memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok lezzizdi. (Involtini hakkında bilgi için linki kullanarak Sicilya yazı dizimin ikincisine bakabilirisiniz). O akşam, bir değişiklik olsun diye şarap yerine bira içtik. Sicilya’nın güzel biraları da olduğunu söylemeliyim. Onlardan biri de içtiğimiz, 1923’den beri Sicilya’da üretilen Birra Messina idi. Sicilya’ya gidince nefis şarapların yanında biraları da denemenizi öneririm.

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’ya gidip de, Palermo‘yu görmemek olmaz diye düşünüyorum. Kaotik bir trafik var. İs pas içinde ve kimi yerleri çöp yığınları ile dolu. Kabul. Ama bence, Sicilya’yı gerçekten anlamak için Palermo’yu görmek gerek. Tüm o olumsuzlukların ve ara sokaklarda daha da belirgin bir şekilde yüzünüze çarpan fakirliğin yanında, bir zamanlar Akdeniz bölgesinin en ihtişamlı şehirlerinden birisi olduğunu da hissedebiliyorsunuz. Palermo’nun dışında Messina ve Catania‘yı da gördükten sonra, Sicilya’da büyük şehirlerin, Cefalù, Taormina, Siracusa, gibi daha küçük şehirlere göre daha bakımsız ve tarihi eserlerinin daha yenilenmeye muhtaç olduğunu fark ettim. Bunun nedeni, basit bir ölçek sorunu olabilir. Daha büyük şehirleri bakımlı bir hale getirmek daha büyük kaynakları gerektirebilir.

Palermo şehir merkezindeki ara sokaklardan birisi

Sicilya’nın başkenti Palermo’yu, adayı fethetmiş çeşitli milletlerin içinde eridiği bir pota olarak düşünebilirsiniz. Burada Latin, Bizans ve Arap kültürleri birbirlerinden etkilenerek, iç içe ve birlikte evrilmişler. Örneğin, Arapların döneminde şehir muhteşem sarayları ve camileri ile Bağdat ve Cordoba kadar ünlüymüş. 9. ve 11. yüzyıllar arasındaki bu dönemde şehir liman bölgesine doğru genişlemiş. Şehri daha sonra ele geçiren Normanlar, Cermen Hohenstaufen hanedanı ve İspanyol Bourbonlar da, hepsi sanat eserleri bırakmışlar. Palermo’nun tarihi bu kadarla da sınırlı değil elbet. Birinci yazımda Palermo’da Fenikelilerin varlığından da söz etmiştim. Okumamış olanlara önce bu yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linke tıklayabilirsiniz.

Palazzo dei Normanni‘nin batı tarafına bitişik olan Porta Nuova (Yeni Kapı) yüzyıllar boyuca şehrin en önemli giriş kapısı olmuş. İlk olarak 15. yüzyılda yapılan kapı daha sonra birkaç kez yenilenmiş. Bugün gördüğümüz halinin yapımı 1669 yılında tamamlanmış.

Palermo’nun en eski bölgesinin, Palazzo dei Normanni (Norman Sarayı) ve Palermo Katedrali‘nin arasındaki bölge olduğu belirtiliyor. Şehirde ayrıca, 6. yüzyıldan itibaren önemli bir Yahudi cemaati de varmış. Bazı dönemlerde giysilerine Yahudi olduklarını belli eden semboller takmaları şartı koşulsa da, Müslüman ve Hristiyanlarla yan yana yaşamışlar. Genel olarak ticaret, dokumacılık ve tekstil boyama işi ile uğraşan Yahudilere bazı imtiyazlar da tanınmış. Örneğin Kral II. Ruggero (1095-1154), pek çok imtiyazın yanında, ipek üretimi ve dokuması alanında Yahudilere tekel olma hakkını vermiş. Palermo’daki Yahudi varlığı, İspanya‘da olduğu gibi, 1492 yılındaki büyük sürgün ile sona ermiş. Bu dönemde sadece Palermo’dan 5000 kadar Yahudi’nin sürgün edildiği düşünülüyor. (Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Osmanlı topraklarına kabul edilen Safarad Yahudilerinin geldikleri ülkelere ve hane sayısına göre dökümleri yer almaktadır. Bu defterlerden Edirne ile ilgili yazımda söz etmiştim. Örneğin bu defterlerden I. Ahmet (1590-1617) döneminde tutulan bir tanesine göre, Edirne’de o tarihte Sicilya kökenli 47 hane olduğu kayıtlara geçirilmiş). Sinagogların bir kısmı yıkılmış, bir kısmı ise kiliseye çevrilmiş. O nedenle, Via Maqueda ile Via Roma arasindaki bölge olarak tanımlanan Yahudi Mahallesi‘nde günümüzde Yahudi cemaatinden bir ize rastlamak zor. Bir tek, bazı sokak tabelalarında sokak isimlerinin Arap harfleri ile yazımlarının yanında, İbrani harfleri ile de yazılı olduklarını görüyorsunuz.

Din fakirliğin ilacı gibi sanki…

Palermo’dan söz ederken, bana sıkça sorulan bir soruyu da yanıtlamak istiyorum. Soru, güvenlikle ilgili. Sadece adada bir zamanlar Mafia‘nın merkezi sayılan Palermo için değil, gideceğimizi duyan birçok kişi bize Sicilya ile ilgili genel güvenlik endişelerini de belli etmişlerdi. Bu konuda, kendi deneyimimize dayanarak, şunu belirtmek istiyorum; biz bu açıdan hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadık ve herhangi bir olay yaşamadık. Bu demek değildir ki, dikkatli olmanız gerekmiyor. Palermo’da da, adanın diğer yerlerinde de, dünya genelinde gezerken ne kadar dikkatli olmanız gerekiyorsa, o kadar dikkatli olmalısınız. Nasıl ki, İstanbul‘a gelip de Beyoğlu‘nun arka sokaklarında başına olmadık işler gelen yabancılar, hatta kendi vatandaşlarımız oluyorsa, Sicilya’da da buna benzer şeyler yaşayanlar oluyordur. Yankesiciler ise, dünyanın her yerinde varlar. Yukarıda belirtiğim gibi, ana caddelere kısacık bir mesafede inanması zor bir sefalet ve fakirlikle karşılaşabiliyorsunuz. Bir de civardaki yıkıntı binalar bu tabloyu daha da ürkütücü yapabiliyor. Biz birkaç yeri ararken böylesi sokaklardan geçtik ama neyse ki, bir olumsuzluk yaşamadık. Bu arada, Corso Vittorio Emanuele gibi bir ana caddede de yıkıntılar ile karşılaşırsanız şaşırmayın. Sicilya ve özellikle Palermo’nun merkezi, II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik Kuvvetler‘in ağır bombardımanı altında kalmış. Başarılı Kuzey Afrika operasyonundan sonra Sicilya’ya geçen General Patton‘un askeri birlikleri 22 Temmuz 1943 günü Palermo’ya girdiklerinde, şehir harap halde imiş. Tahribatın bir bölümü de, geri çekilirken bazı yerleri havaya uçuran Alman birlikleri tarafından yapılmış. Çare olarak, adanın pek çok yerinde olduğu gibi, Palermo’da da şehrin çevresinde çirkin modern binalar yapılmış. Bunlar ağırlıklı olarak konut. İş yerleri de var. Şehrin tarihi merkezi ise, on yıllar boyunca süren bir ihmalden sonra, ancak geçtiğimiz 15-20 seneden beri ciddi bir restorasyon yüzü görmeye başlamış. Daha epeyce yapılacak iş var görünüyor ama elden geçen yerler şehrin bir zamanlarki ihtişamlı dönemlerini hayal etmeniz için yetiyor.

Corso Vittorio Emanuele üzerinde gözüme çarpan yıkıntılar…

Palermo’ya biz iki gün ayırdık ve Cefalù’dan günü birlik giderek gezdik. Yol, paralı ya da parasız yoldan gitmenizden bağımsız olarak, aşağı yukarı bir saat sürüyor. Biz bu yöne doğru başka yerlere de gittiğimiz için her iki yolu da kullandık. Gezi boyunca da kimi zaman paralı otoyolları, kimi zaman da parasız ara yolları kullandık. Aklınızda bulunsun; şayet paralı yollardan gitmeyi tercih ederseniz, yanınızda bozuk madeni para bulundurun çünkü gişelerde çoğunlukla çalışan eleman olmuyor. Siz ekranda çıkan parayı makinaya atıyorsunuz. Ancak, bu makinalar 2 Euro kabul etmiyor. Onun için yanınızda 2 Euro’dan küçük bol madeni para olmasına dikkat edin.

Palermolular Covid için de çareyi şehrin koruyucu Azizesi Rosalia’ya yakarmakta bulmuşlar. Temmuz 2022’de konan bu plakette “Pandemiden Kurtar Bizi Azize Rosalia” yazıyor.

Palermo’yu gezdiğimiz ilk gün inanılmaz bir sıcak vardı. Özellikle öğle sıcağında epeyce zorlandık. İkinci günün bir kısmı ise, oldukça yağışlı geçti. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’ya ekim ayında gidiyorsanız, her türlü koşul için giysi ve ayakkabı götürmekte yarar var. Yol buyunca, irili ufaklı yerleşim yerlerinin ve bazı yerlerde organize sanayi bölgelerinin yakınından geçtik. Palermo’ya yaklaştıkça trafik artmaya başladı ve biz de kendimizi kente akan bir araba selinin içinde bulduk. Sicilyalılar genelde sık şerit değiştirmiyorlar ve şehirler arası yollarda arabalar arası mesafeyi ülkemize göre daha fazla bırakıyorlar ama öte yandan, hızlı araba kullanıyorlar. Palermo’ya girişte etrafta modern ama son derece bakımsız kalmış apartmanlar görmeye başladık. Bir de sokak köşelerinde ve kaldırım kenarlarında birikmiş, bazı yerlerde ufak tepecikler haline gelmiş çöp yığınları. Bu atılmış çöplere adanın hemen hemen her yerinde, otoyol kıyılarında da rastladık. Belki bir grev vardı, bilemiyorum. Aklıma, çocukluğumda Roma‘da iken yaşadığımız grev dönemleri geldi. O zamanlar İtalya’da Komünist Partisi (P.C.I.) ve sendikalar çok kuvvetli idiler. Sık sık grevler olurdu. Güzelim Roma sokakları çöpten geçilmezdi. Postacıların yaptıkları grevlerin ise başka sonuçları olurdu. Dağıtılamayan yığınla mektup ve benzeri, grev bitince alınan resmi kararla topluca yakılırdı. Siz de artık postanızı bekleyin durun…

Arka sokaklarda sık sık karşılaştığımız çöp yığınları

Tahmin edebileceğiniz gibi, Palermo’da park yeri bulmak epeyce zor. Biz her iki gün de şanslıydık. İlk gün, navigasyonu kullanarak gezmek için başlama noktası olarak belirlediğim yere doğru gitmeye çalışırken, geçtiğimiz bir meydandaki park görevlisi çıkan bir arabanın yerini eliyle gösterince, hiç düşünmeden park ettik. Burası, Piazza dei Tedeschi imiş. Bilmeden çok iyi bir yere park etmişiz. Eğer siz de bizim gibi, Palermo’nun içinde kalmak yerine yakınındaki bir yerde kalmayı tercih ederseniz, arabanızı buraya park edebilirsiniz. Konum olarak gezilecek başlıca yerlere yakın. Birkaç sokak ilerideki Piazza della Vittoria‘ya çıktığınız zaman kendinizi Norman Sarayı’nın yakınında buluyorsunuz. Yeşillikler içindeki meydanı çaprazlama geçerseniz, Corso Vittorio Emanuele caddesine ve Katedral’in yakınına çıkıyorsunuz. Park ettiğimiz Piazza dei Tedeschi, Palermo’daki iki ünlü pazar yerinden biri olan ünlü Mercato di Ballarò‘ya da yakın. Arzu ederseniz buradan oraya da gidebilirsiniz. Biz bu pazar yerinin içinden daha sonra geçtik ama açıkçası beni hiç açmadı. Yiyecek ve Çin malı bir sürü plastik, anlamsız eşya satılan bir yer. Bir zamanlar havası daha başka imiş okuduğuma göre. Açıkta gıda satılmasına yabancı olan, özellikle Amerikalı turistler için bu pazarın içindeki derma çatma restoranlar ilginç geliyor herhalde. Formika masaları doldurmuşlar. Benim ise, ne bu oldukça pis görünen Ballarò ne de daha da ünlü olan Vucciria pazarı ilgimi çekmedi. Ama beni ölçü olarak almayın. Ben kendi ülkemde de pazara gitmekten çok hoşlanan bir insan değilim. Siz seviyorsanız, özellikle tarihi Vucciria’ya zaman ayırın.

Corso Vittorio Emanuele

Tüm gün park 5 Euro imiş. Parayı verirken adam “Gönlünüzden de bir şey koparsa…” benzeri bir şey söyledi. Ek olarak 1 Euro daha verdim. Sevindi. Gece geç vakit arabanın yanına döndüğümüzde, bir yerlerden bir başka adam çıktı geldi. Para istedi ama hiç oralı olmadık. Palermo’daki ikinci günümüzde, gece geç vakit arabanın yanına geldiğimizde yine aynı şey oldu. Bunlar belli ki, yabancıları yolmaya çalışan uyanıklar. Arabanıza binin ve hiç cevap bile vermeyin.

Binalardaki detayları kaçırmayın

Palermo’da görülecek çok yer var. Zaman kısıtı nedeniyle doğal olarak hepsini görmek mümkün olmuyor. Ben, görmeye fırsat bulamayacağımızı tahmin ettiğim yerleri eleyerek, iki günlük bir program yapmıştım. O listeden de gidemediğimiz yerler oldu ama, Palermo’nun belli başlı yerlerini gördük diyebilirim. Gezmeye, Quattro Canti‘den başlamaya karar vermiştim. Bunun için, yukarıda belirttiğim şekilde, Piazza della Vittoria’dan Corso Vittorio Emanuele caddesine çıktık ve aşağı doğru yürüdük. Çok geniş olmayan cadde trafiğe kapalı ve turistlerle doluydu. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, cafe, bar ve restoranlar sıralanmıştı. Çok geçmeden, sol tarafımızdaki Katedral’in önünden geçtik. Oraya günün ilerleyen saatlerinde dönmek üzere, yolumuza devam ettik. Caddeye açılan ve bazıları epeyce dar olan sokaklarda, karşıdan karşıya gerilmiş çamaşır iplerine asılmış koca çarşaflar, çamaşırlar görünüyordu. Yer yer çöp yığınları. Bazı haşmetli ama yüzyılların kirini taşıyan binaların önünden geçtik. İnanılmaz detaylar gözüme çarptı. Barok tarzda yapılmış binaların cephelerini insan figürlü heykeller, hayvan ve bitki motifleri süslüyordu. Hepsi, eski ihtişamlarına kavuşabilmek için yeterli kaynak ve ilgi bekliyor gibiydiler. Üzülmeden edemedim. Tıpkı, Beyoğlu’nun o bir zamanlar Art Nouveau tarzda yapılmış güzelim binalarına üzüldüğüm gibi.

Caddede ilerlerken sol tarafta, bir bina girişine asılmış bir pankart gördüm. NO MAFIA yazıyordu. İçeride, tam karşıda, büyük boy bir fotoğraf vardı. Fotoğraftaki adamı tanıdım. Bu, Mafya’ya karşı verdiği mücadele nedeniyle henüz 53 yaşında iken katledilen yargıç Giovanni Falcone‘nin fotoğrafı idi. Kendisi de Palermolu olan Falcone kariyeri boyunca Sicilya Mafya’sı ile mücadele etmişti. 23 Mayıs 1992 günü eşi ve üç koruması ile birlikte, A29 numaralı otoyolda Palermo’dan Trapani‘ye doğru giderken, Capaci yakınlarında yola döşenmiş bir bombanın patlatılması sonucu ölmüştü. Arabadan sağ çıkan olmadı. Bu haberi otuz sene önce öğrendiğim zaman, olay yeri olarak gözümün önüne dağ başında, ücra bir yol gelmişti. Birkaç gün sonra Trapani’ye giderken tesadüfen A29 otoyolu’nun kenarında sade bir anıt görünce çok şaşırdım. Burası Falcone’nin öldürüldüğü yerdi. Akşam üzeri saat altıda, bu kadar işlek bir yolda öldürülmüş olması beni en az bombanın 400 kilo olması kadar ürküttü. Sadece iki ay sonra, Falcone’nin yakın arkadaşı ve bir başka hukukçu, Paolo Borsellino da, Palermo’nun göbeğinde, beş koruma memuru ile birlikte, evinin önünde arabası havaya uçurularak öldürüldü. Günümüzde Palermo havaalanının resmi adı Falcone Borsellino. Otuz sene önce işlenen bu cinayetlerden bir süre sonra, bu kez Milano‘daki hukukçuların başlattığı ünlü Temiz Eller (Mani Pulite) operasyonu ile Mafya örgütünün sadece kendisine değil, onun bu kadar kuvvetlenmesine sebep olan tüm siyasetçi ve bürokratlara da darbe vuruldu. Sadece sağ partilerden siyasetçiler değil, başta Sosyalist Parti (PSI) Genel Başkanı Bettino Craxi olmak üzere sosyalist siyasetçilerin de Mafya’dan rüşvet aldıkları ortaya çıktı. O dönemde hatırlarsanız, İtalya derinden sarsılmıştı.

Giovanni Falcone (1939-1992)
Kaynak: wikipedia.org

Yıllar içinde kararlı bir şekilde yapılan mücadele ile Mafya’nın belinin kırıldığı düşünülüyor. Kimileri her an hortlamak üzere uykuya yatmış olduğunu düşünüyor. Falcone ve Borsellino’nun ölümünden sonra halk da mücadeleye katılmış. İş adamları ve iş yerleri haraç vermeyi red etmeye başlamışlar. Daha sonra bizzat sivil örgütlenmeler başlamış. Bu arada, tutuklanan Mafya liderleri ve iş birlikçilerinin mallarına devlet el koyarak, Mafya ile mücadele etmek için örgütlenen sivil toplum kuruluşlarına vermiş. Bizim önünden geçtiğimiz bina da böyle el konulmuş bir gayri menkuldü büyük olasılıkla. Palermolular Falcone’yi asla unutmamışlar. Her sene 23 Mayıs günü sokaklarda anma yürüyüşleri, kiliselerde ise onun için ayinler yapılıyormuş. İleride Aziz ilan edilebileceğini bile düşünenler var.

Paolo Borsellino (1940-1992) yargıç Falcone ile birlikte
Kaynak: wikipedia.org

Mafya’nın kökleri 18. yüzyılın ortalarına, İspanyol yönetimi zamanına kadar gidiyor. O zamanlar, büyük toprak sahipleri arazilerinin korunmasını bu tür yerel örgütlenmelere vermeye başlamışlar. Kendileri bir koruma ordusu beslemek yerine bu yolu tercih etmişler. (İlginç bir şekilde, Napoli’de de, Güney İtalya da İspanyol yönetimi altında iken, benzer bir yapılanma gelişmiş). Yerel halk da, tarih boyunca sürekli başka başka milletlerin boyunduruğu altına girmenin verdiği genel anlamda devlete güvensizlik nedeniyle, her türlü sorunlarının çözümü için Mafya’ya gitmeye başlamış. Ancak, Mafya’nın günümüzde anladığımız hale gelmesi 1861 yılında, İspanyol Bourbon hanedanının adadan kovulmasından sonra, İtalya ile birleşme sürecinde bir süre oluşan yönetim boşluğu sırasında olmuş. Adam kaçırma, haraç, rüşvet gibi her türlü yasa dışı işe girmeye başlamışlar.

Quattro Canti‘nin dört köşesindeki binalardan biri

Mafya’nın Sicilya’da daha fazla etkili olduğu yerler, başta Palermo olmak üzere, adanın batı tarafı olmuş. Monreale, Trapani, Marsala hala Mafya’nın bir zamanlar neredeyse devlet gibi olduğu yerler olarak anılıyor. Hatırlarsanız, Sicilya’nın batı tarafının kültürel olarak daha çok Arap etkisinde olduğunu yazmıştım. İlginç bir şekilde, kökünün hangi kelime olduğu konusunda tartışmalar olsa da, dil uzmanları mafya kelimesinin Arapça’dan geldiği konusunda hemfikirler. Son olarak, bu konuda benim de yeni öğrendiğim bir şeyi sizinle paylaşmak isterim. Tüm dünyada organize suç örgütlerinden Mafya olarak söz edilmesine karşın, İtalya’nın farklı bölgelerinde bu suç örgütlerine verilen isim faklı. Mafya genel olarak sadece Sicilya’daki yasa dışı örgütlenmeler için kullanılırken, benzer yapılar Napoli‘de Camorra, Calabria‘da Ndrangheta, Puglia bölgesinde Sacra Corona Unita olarak biliniyorlar.

İki yolun kesiştiği noktalardaki dört binanın her
birinin meydana bakan köşeleri kavislendirilerek
meydan yuvarlaklaştırılmş

Corso Vittorio Emanuele’nin üzerinden dümdüz aşağı doğru yürümek sizi Quattro Canti’ye getirecek. Burası Corso Vittorio Emanuele ile Via Maqueda’nın kesiştiği bir dört yol ağzı. Trafik yoktu ama, ortadaki meydan kalabalıktı. Güzel sesli bir kadın gitar çalıyor ve şarkı söylüyordu. Hemen hemen herkes meydanın dört köşesindeki binaların fotoğraflarını çekiyordu. Buranın özelliği, iki yolun kesiştiği noktalardaki dört binanın her birinin meydana bakan köşelerinin birer yay gibi kavislendirilmiş olması. Böylece, ortadaki meydana dairesel bir şekil verilmiş. Ayrıca, bu dört kavisli yüzeye heykeller ve Barok tarzda süslemeler yerleştirilmiş. Meydanın bir diğer adı Piazza Vigliena. Burası, Palermo’yu gezmeye başlamak için ideal bir nokta olarak kabul ediliyor.

Quattro Canti’nin Roma’daki
Piazza delle Quattro Fontane‘den
esinlenilerek yapıldığı belirtiliyor

Meydanı çevreleyen dört binanın yapımı tarihsel olarak 17. yüzyılın başına kadar dayanıyor. 1600 yılında Palermo Şehir Senatosu Via Maqueda sokağını açmaya karar veriyor. 1608 yılında ise, meydanın köşelerinde yer alan dört binada mimari bir bütünsellik sağlanması düşüncesi ile, tasarım için Floransalı sanatçı Giulio Lasso‘ya sipariş veriliyor. Roma’daki Piazza delle Quattro Fontane meydanından esinlenmiş olabileceği düşünülen Lasso, 1615 yılındaki ölümüne kadar meydan üzerinde çalışıyor. Bu tarihten sonra işi devralan Mariano Smiriglio da Lasso’nun tasarımına büyük ölçüde sadık kalarak, binaları 1620 yılında tamamlıyor. Heykeller ve süslemeler ise 1663 yılında tamamlanabiliyor.

Ve Quattro Canti’nin dördüncü köşesi.
Bu meydan, Palermo’yu gezmeye
başlamak için uygun bir nokta.

Meydanın köşelerinde bulunan sarayların her birindeki süslemeler üç kattan meydana geliyor. Dorik tarzda yapılmış olan ilk katta, dört mevsimi simgelemek üzere, Roma mitolojisinden dört tanrı(ça)nın heykelleri yer alıyor; Aeolus (Aiolos), Venüs (Afrodit), Ceres (Demeter) ve Bacchus (Dionisos). Bir üst katta, İyonik tarzda yapılmış dört tane kral heykeli, en üst katta ise Palermo’nun dört bölgesinin koruyucusu kabul edilen dört Azize (Santa Oliva, Santa Cristina, Santa Agata and Santa Ninfa) heykeli bulunuyor. Meydanın bir köşesinde, 1612-1645 yılları arasında yapılmış olan San Giuseppe dei Teatini Bazilikasını görebilirsiniz.

Piazza Pretoria ve ortasındaki Fontana Pretoria
Arkada Santa Caterina Kilisesi, sağ tarafta
Palazzo delle Aquile (Belediye Sarayı)
Santa Caterina Kilisesi’nin önünden meydana bakış.
Karşıda görünen, San Giuseppe dei Teatini Bazilikası

Quattro Canti’nin binalarını inceleyip, canlı ortamında bir süre vakit geçirdikten sonra çok yakınındaki Piazza Pretoria‘ya gidebilirsiniz. Bunun için yüzünüzü geldiğiniz yöne dönün ve sola, Via Maqueda’ya dönün. Neredeyse köşeyi döner dönmez Piazza Pretoria’yı göreceksiniz. Ortasında büyük bir çeşme olan bu meydanın bir zamanlar halk arasındaki ismi Piazza della Vergogna (Utanç Meydanı) imiş. Buna sebep, 1500’lerin ortasında tasarlanmış olan çeşmenin etrafındaki otuzdan fazla çıplak ya da yarı çıplak mitolojik peri, yarı-tanrı ve tanrı heykelleri. Meydanın tam karşısında Santa Caterina Kilisesi, sağ tarafta ise, Palazzo delle Aquile (Belediye Sarayı) var.

Çoğu insan farkına varmadan geçiyor ama,
Piazza Pretoria’yı Corso Vittorio Emanuele
üzerindeki bir aralıktan da görebiliyorsunuz

Meydanı ve ortasındaki Pretoria Çeşmesi‘ni (Fontana Pretoria) bir bütün olarak algılayabilmek ve fotoğraf çekmek için en iyi nokta, karşınızdaki Santa Caterina Kilisesi’nin girişinde bulunan merdivenlerin tepesi. Çeşmenin ilginç de bir öyküsü var. Eser aslında, 1552-1554 yılları arasında Floransalı sanatçı Francesco Camilliani (1530-1586) tarafından, Luigi de Toledo‘nun Floransa’daki evinin bahçesi için yapılmış. Ancak, aynı zamanda Cosimo de Medici‘nin kayınbiraderi olan zengin Toledo, borçları nedeniyle mali sıkıntı yaşamaya başlayınca, 1573 yılında çeşmeyi Palermo Senatosu’na satmış. Parçalara ayrılan çeşme, 1574 yılında Palermo’ya getirilmiş ve sanatçı Camilliani’nin oğlu Camillo Camilliani tarafından burada tekrar monte edilmiş. Yolda kırılan bazı heykellerin yerine Sicilya’ya özgü mitolojik figürler eklenmiş ve çeşme 1581 yılında tamamlanmış.

La Martorana‘nın sonradan yenilenen
Barok fasadı ve çan kulesi

Via Maqueda üzerinde devam ederseniz, Piazza Bellini‘ye ve buradaki iki önemli tarihi esere varıyorsunuz. Bunlar, La Martorana olarak da bilinen ama asıl adı Santa Maria dell’Ammiraglio Kilisesi ve San Cataldo Kilisesi. Her ikisi de, Arap-Norman mimarisi olarak anılan akımın en önemli eserlerinden ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. La Martorana günümüzde Palermo’nun Ortodoks Arnavut-İtalyan azınlığının Katedrali. Bizans ritüellerine göre yapılan ayinlerde kullanılan dilin eski Yunanca ve Arnavutça olduğu belirtiliyor. Kilise Sicilya’nın Norman döneminde, Kral II. Ruggero‘nun (İngilizcede Kral II. Roger) Suriyeli emiri, Büyük Amiral Antakyalı George tarafından yaptırılmış. Aslen Ortodoks olan George, yapıyı Bizans kilise mimarisine uygun bir planda ama Arap ve Norman stillerini de harmanlayan bir şekilde inşa ettirmiş. İçindeki paha biçilmez mozaikler Bizanslı ustalar tarafından 1143-1148 yılları arasında yapılmış. 1720 yılındaki depremden sonra La Martorana’nın fasadı Barok tarzda yenilenmiş ve bir de çan kulesi eklenmiş.

San Cataldo Kilisesi

Hemen yan taraftaki San Cataldo Kilisesi 1160 yılında yapılmış. Kırmızı renkli üç kubbesi, pencere çerçevelerinin şekli ve detayları ile yer mozaikleri nedeniyle Arap mimari özelliklerinin çok daha fazla hissedildiği bir yapı. Çok büyük olmayan kilisede tavan ve duvarlarda La Martorana’da olduğu gibi mozaikler yok ama bu sadelik de insanın hoşuna gidiyor. Ayrıca, süsleme olmayınca, insan mimari özellikleri daha açık görebiliyor.

San Cataldo Kilisesi’nin Arap mimarisinden esinlenilerek
yapılan kubbelerinin içeriden görünümü
Duvar süslemelerinin olmaması mimariyi
daha ön plana çıkarıyor
Kilisede gözlenen bir başka Arap etkisi de yer mozaikleri

Bir sonraki durağımız, Piazza Bellini’ye çok uzak olmayan Piazza Casa Professa‘daki Chiesa del Gesu kilisesi oldu. Santa Maria di Gesu adıyla da bilinen kilise, 16. yüzyılda yapılmış bir Cizvit kilisesi. İlk tasarımı, kendisi de bir Cizvit olan, Giovanni Tristano tarafından yapılmış ama sonra, 17. yüzyılda değiştirilmiş. 1658’den itibaren yapımına başlanan iç süslemelerin tamamlanması 18. yüzyılın ortalarını bulmuş. Fazla abartılı gelebilecek süsleme ve kabartmalar insanı girer girmez biraz şaşkına çevirebiliyor. Kabartma eserlerin tasarımları, ünlü Palermolu heykeltıraş ve stucco (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) ustası Giacomo Serpotta‘ya (1656-1732) atfediliyor. Daha sonra, meraklı olanlarınızı Serpotta’nın bir başka etkileyici eserine götüreceğim. Stucco eserlerin büyük bir kısmı, babasının ölümünden sonra, Giacomo’nun oğlu Procopio Serpotta (1679-1756) tarafından tamamlanmış.

Chiesa del Gesu

Gitmeyi planladığimız bir sonraki yer San Giovanni degli Eremiti Kilisesi idi. Burası da yine Normanlar tarafından, Arap mimarisinin belirgin etkisi kullanılarak yapılmış bir kilise. Ancak, bir diğer özelliği, bir zamanlar burada bulunan bir Arap camiinin kalıntılarının da kilisenin güneyinde hala ayakta olması. Ancak, üzülerek söylemeliyim ki, aşırı sıcak ve navigasyonun yaptığı tüm saçmalıklarla boğuşarak harcadığımız onca zamana karşın, bu kiliseyi bulamadık. Bu arada içine düştüğümüz Ballarò pazarının kalabalıklığı, sıkışıklığı ve pisliği de içimizi daralttı. Açıkçası kendimizi bir şekilde Norman Sarayı’nın önünde bulduğumuz zaman pek de üzülmedim. Palazzo dei Normanni ya da diğer adıyla Palazzo Reale de listemizde bulunan, Palermo’da görülmesi önerilen başlıca yerlerden biriydi. Bilet gişesinin önünde uzun bir kuyruk vardı. Öğle tatiline kadar sıra gelmesi imkansız gibi görünüyordu. Buradan tekrar Corso Vittorio Emanuele’ye yürüyerek bir şeyler yemeye karar verdik. İtalya’da olduğu gibi Sicilya’da da belli başlı yerlerin öğle saatlerinde kapanması ve uzun riposo (bizde genelde siesta olarak bilinen dinlenme saatlerine İtalyanların verdiği isim) saatleri gezerken insanı zaman zaman sıkıntıya sokabiliyor. Programınıza uymadığı için bazı yerleri göremeyebiliyorsunuz. Küçük yerlerde yemek yerlerinin tamamı kapandığı için aç da kalabiliyorsunuz. Açık olan birkaç yerden birine oturduk. Aşırı sıcağı fırsat bilerek, yemekten sonra Sicilya’ya özgü bir Granita yedim. Su, şeker ve çeşitli meyvalarla yapılan Granita sorbet ile dondurma arası bir tatlı. Rivayete göre, Sicilya’da ilk olarak Romalılar tarafından, Etna dağına düşen karlar kullanılarak, yapılmaya başlanmış. Adanın değişik yerlerinde kıvamı değişik oluyor. Palermo taraflarında daha buza yakın ve kıtır kıtır iken, doğudaki şehirlerde daha pürüzsüz yapılıyor.

Kilisenin içindeki stucco süslemeler
Giacomo Serpotta‘ya atfediliyor

Öğle arası sonrasında sarayın önünde bulunan meydandaki bilet kulübesine döndüğümüzde yine hatırı sayılır bir kuyruk vardı. Neredeyse yarım saat bekledikten sonra biletlerimizi aldık ve sarayın büyük kapılarından birinden içeri girdik. Norman Sarayı, adanın Bizans döneminden beri bir güç merkezi olmuş. Günümüzde de Sicilya Parlamentosu bu binanın ikinci katında bulunan Sala di Ercole (Herkül Salonu) isimli salonda toplanıyor. Burada ilk olarak 9. yüzyılda Araplar tarafından bir saray yapılmış. Daha sonraki Norman döneminde ve özellikle Cermen Hohenstaufen hanedanlığını II. Frederick yönetirken yapı daha da güzelleştirilmiş. Gerek Arap gerekse Norman dönemlerinde saray Avrupa’nın en güzel kraliyet konutları arasında anılırmış. Daha sonraki dönemlerde Palazzo Reale ihmal edilmiş ve uzun süre oldukça bakımsız kalmış. Bu durum, Bourbon döneminde İspanyol Genel Valisinin sarayı elden geçirip resmi konutu yapmasına kadar sürmüş. İçerideki görevliler görülecek yerlerin hiç birini atlamamanız için oldukça yardımcı oluyorlar. Hatta bazıları, “… gördünüz mü?” ve benzeri sorular sorarak, hatırlatmada bulunuyorlar. Biz sarayı gezdikten sonra çıkarken de, bir görevli bizi çıkış kapısının çaprazındaki Kraliyet Bahçesi‘ni gezmeyi unutmamamız konusunda uyardı. Alacağınız bilet orayı da kapsıyor. Çok büyük olmasa da, egzotik ağaçların altında veya kafesinde dinlenmek yorgunluğa iyi geliyor.

Palazzo dei Normanni ya da diğer adıyla Palazzo Reale
Sol taraftaki dört katlı yapı, bir savunma kulesi olan Torre Pisana. Sağ tarafta görünen üçgen prizma çatılı yapı, saraya bitişik olan Porta Nuova.
Sarayın içindeki Capella Palatina ve muhteşem mozaikleri

Sarayın şüphesiz en etkileyici yerlerinden birisi, girişin bir üst katındaki ünlü Capella Palatina kilisesi. Muhteşem mozaikleri ile burası, Normanların Palazzo Reale’de kalan az sayıda izlerinin en muhteşem olanı. 1130-1140 yılları arasında Kraliyet Kilisesi olarak Kral II. Ruggero için yapılan kilise belki de Sicilya’ya gidenlerin görmeyi ihmal etmemesi gereken yerlerden birisi. Normanlar tarafından Bizanslı ve Arap ustalara yaptırılan süslemeler hem İncil’den hem de II. Ruggero’nun yaşamından kesitler sunuyor. Burayı Bizans, Arap, Norman ve Sicilya sanat ve kültürünün karıştığı bir pota olarak görebilirsiniz. Öte yandan, Grek, Latin ve Kufi alfabesinin kullanımı da çok dikkat çekici. Sanıyorum daha önce de belirmiştim; Sicilya’da Arapça Norman döneminde de resmi saray dili olarak kullanılmış. Aslen Viking olup, Fransızlarla karışarak tarihte ayrı yerlerini aldıkları düşünülen Normanların Arap dili ve kültürüne bu yaklaşımları bana oldukça ilginç geldi.

Capella Palatina’da göze çarpan Arap esintileri…

Capella Palatina’daki duvar mozaiklerinden nef (bazilika tipi yapılarda ana koridor) kısmındaki mozaikler Tevrat’tan, yan koridorlardakiler ise İncil’den sahneler gösteriyor. Burada Yaradılış, Cennetten Kovuluş ve Nuh’un Gemisi öykülerini görebilirsiniz. Mozaiklerin bir kısmı 18. yüzyılda eklenmiş. Altarın üst kısmındaki mozaikler bu geç döneme ait. Dikkatli bir göz, 12. yüzyılda yapılanlarla aralarındaki üslup farkını görebiliyor.

Sarayın ana avlusu Cortile Maqueda
Sicilya Parlamentosu sarayın ikinci katındaki
Sala di Ercole‘de toplanıyor
İkinci katta İspanyol valilerin konut olarak kullandıkları
Appartamenti Reali bölümünden bir salon

Capella Palatina’dan sonra, geniş bir mermer merdiven ile bir üst kata çıkıyorsunuz. Saray, girer girmez göreceğiniz bir avlunun etrafında yükseliyor. 1600 yılında yapılan bu avluyu (Cortile Maqueda), sarayın üç katlı yapıları çevreliyor. Sicilya Parlamentosu’nun toplandığı salon, bir üst katta bulunan ve bir zamanlar İspanyol valilerin konut olarak kullandıkları Appartamenti Reali bölümünde. Bu bölümün çoğundaki duvar resim ve süslemeleri 19. yüzyılda yapılmış. Bunlar çok da etkileyici değil. Ama, Norman döneminden kalma Sala di Re Ruggero sarayın en görülesi yerlerinden biri. 12. yüzyılda yapılmış olan mozaiklerde resmedilmiş olan aslan, geyik ve tavuskuşu gibi hayvanlar ve çeşitli ağaçlar gerçekten büyüleyici. Capella Palatina’nın eski mozaikleri ile çağdaş oldukları belirtilen bu mozaiklerde Hristiyanlığa ait hiç bir motif kullanılmamış. Daha çok pagan ve Orta Doğu’yu çağrıştıran desenler tercih edilmiş. Sarayın bir diğer Norman köşesi, Torre Pisana. Burası aynı zamanda Norman askeri gücünün simgesi olan bir savunma kulesi. Kalenin dört kulesinden geriye kalan tek kule. Yine Kral II. Ruggero döneminde ama Capella Palatina’dan önce yapıldığı tahmin ediliyor. Bir zamanlar taht odası olarak kullanılan odanın mimarisinde Kuzey Afrika’daki XI. yüzyıla ait bazı Arap yapılarının etkisi olduğu belirtiliyor. Duvarlarda, bir zamanlar burayı da süsleyen mozaiklerden günümüze ulaşabilen çok az sayıda örnek var. 1791 yılında kule rasathane olarak kullanılmaya başlanmış.

Sala di Re Ruggero
Kral II. Ruggero’nun büyüleyici salonu
Önceleri kalenin savunma kulelerinden biri olan, daha sonra taht odası olarak kullanılan ve 18. yüzyılda rasathaneye çevrilen Torre Pisana. Duvarlarda
çok az sayıda orijinal mozaiklerden örnekler var.

Saraydan çıkmadan bodrum kata inmeyi ihmal etmeyin. İlk gireceğiniz Sala Duca di Montalto, 1565-1575 yılları arasında, ilk başta cephanelik olarak yapılmış. 1637 yılında yazlık kabul salonuna çevrilmiş ve bu sırada dönemin ünlü sanatçıları tarafından fresklerle süslenmiş. Daha sonra ise ahıra dönüştürülmüş. Günümüzde sergi salonu olarak kullanılıyor. Bu salonun içinden aşağı indiğiniz takdirde, daha önce birkaç kez bahsettiğim, Palermo’nun Fenikeliler dönemine ait kalıntıları görebilirsiniz. Burada, Palermo’nun geçmişi açısından çok önemli olan bu buluntuların yanında, şehrin çeşitli dönemlerine ait arkeolojik eserleri görebiliyorsunuz. Antonino Salinas Arkeoloji Müzesi‘ni görmeye zaman ayıramayanlar için güzel bir fırsat.

Sala Duca di Montalto önceleri cephanelikken 1637 yılında yazlık kabul salonuna çevrilmiş ve bu sırada duvarları fresklerle süslenmiş. Daha sonra ahır olarak kullanılması nedeniyle bu süslemelerin önemli bir bölümü yok olmuş.
Sarayın bodrum katında ortaya çıkarılan Fenikelilere ait kalıntıların bir kısmı. M.Ö. 4. yüzyıldan kalma duvarlar ve bir kapı
Palermo’nun Fenikelilere ait nekropolündeki 138 numaralı mezardan çıkarılan buluntular. M.Ö. 5. yüzyılın ilk yarısı ile M.Ö. 3. yüzyıl sonu arasındaki döneme ait oldukları düşünülüyor.
Aynı yerde, Sicilya’nın İslami yönetim altında olduğu 10. yüzyılın ikinci yarısı ile 11. yüzyılın ilk yarısı arasındaki dönemde Palermo’da üretilmiş bu çanak çömleklere de rastlanmış. Sicilyalılar, yeni yeme içme adetlerinin yanında, burada örnekleri görülen tarzda sırlı çömlek yapmayı da Araplardan öğrenmişler. Yemek pişirmek için kullanılan çeşitli kaplar ve tencereler ile bu dönemde Sicilya’da üretilen ve bolca içilen şarap için kullanılan testiler de dikkat çekici.
Kraliyet bahçesi

O gün son olarak Palermo Katedrali’ne gittik. Gün boyunca birkaç kere önünden geçmiştik. Her seferinde çatıdaki insan kalabalığı ilgimi çekmişti. Binanın eni boyunca bir teras olduğunu düşünmüştüm. Oysa, daha sonra yukarı çıkınca yürünülen yerin çok da geniş olmadığını gördüm. Ama şehri yukarıdan görmek güzeldi. Merdivenlerle çıkmak biraz zahmetli ama bence değiyor. Sicilya gezisi sırasında birkaç yerde daha katedral ve kiliselerin çatısına çıktık. Hem manzara güzel hem de şehirlerin planını anlamak açısından iyi oluyor.

Palermo Katedrali ve girişindeki sütunda
görülen Kuran suresi

Palermo Katedrali 1185 yılında, Norman kralı II. Guglielmo (William) zamanında, Palermo’nun Anglo-Norman piskoposu ve kralın bakanlarından Gualtiero Offamiglio (Walter Ophamil) tarafından yaptırılmış. Ancak, 14. ve 15. yüzyıllardan başlayarak sonraki yüzyıllarda sürekli ilaveler yapılmış. O nedenle, oldukça eklektik bir tarzı var. Kuleleri 12. yüzyıl Norman yapıları, revaklı ana giriş bölümü Gotik, kubbesi 1801 yılında Neoklasik tarzda yapılmış. Daha önce burada bir Bizans bazilikası varmış. 9. yüzyılda Araplar tarafından cami yapılmış. Girişteki sütunlardan birinin üzerindeki Arapça Kuran suresi yapım sırasında caminin malzemesinin kullanıldığını gösteriyor. Katedral yapılırken, hem Hristiyanlığın Sicilya’da tekrar hakim olması hem de görkem açısından Monreale’deki Duomo’yu gölgede bırakması hedeflenmiş. Aslında, dışarıdan heybetli ve alımlı görünen binanın içi benim beklentimi pek karşılamadı. Sicilya’da çok daha görkemli katedraller ve kiliseler gördük. Öte yandan, katedralin içi başka açılardan önemli.

Katedralin çatısından bakış

Palermo Katedrali’ne giriş ücretsiz. Ama Hazine, Kript, Kraliyet Mezarları bölümleri ve çatıya çıkmak için ücret ödemek gerekiyor. Kraliyet Mezarları bölümünde Sicilya tarihinin önemli hükümdarlarının mezarları var. Hazine bölümünde 16. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış ve piskoposlar tarafından kullanılmış giysiler ve eşyalar sergileniyor. Kript’te ise, katedrali yaptıran Gualtiero Offamilio dahil olmak üzere, 23 Palermo piskoposunun mezarları ve Romalılardan kalma bir lahit var.

1185 yılında yapımına başlanan katedralin
tamamlanması 19. yüzyılı bulmuş
Norman Kralı II. Ruggero‘nun mezarı.
Kral aslında kendisi ve eşi için Cefalù Katedralinde birer lahit hazırlatmış. Ancak ölümünden sonra hem Cefalù yerine Palermo Katedrali’ne hem de çok daha basit
bir lahite gömülmüş.
Kral II. Ruggero’nun kızı olan ve Kutsal Roma İmparatoru VI. Henry ile evlenen Kraliçe Constanza‘nın mezarı
Aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan II. Frederick’in mezarı, dedesi Norman Kralı II. Ruggero’nun mezarının önünde yer alıyor. II. Frederick, dedesinin kendisi ve eşi için yaptırdığı lahitleri kendi babası, Kutsal Roma İmparatoru VI. Henry ve kendisi için ayırmış.

Akşam yemeği için, bir Michelin restoranı olan Osteria dei Vespri‘de saat 8 için yer ayırtmıştım. Katedralden çıktığımızda daha epeyce vakit vardı. Dinlenmek ve zaman geçirmek için önce Via Roma ile Piazza San Domenico meydanının köşesindeki çok katlı mağaza La Rinascente‘nin terasına gitmeye karar verdik. Milano’daki La Rinascente’nin terasında nasıl Duomo‘nun çatısındaki heykellere bakarak yemek yiyebiliyorsanız, Palermo’dakinde de meydandaki San Domenico Kilisesinin tepesini ve meydanın ortasındaki dikili taşın üstündeki Meryem Ana heykelini görebiliyorsunuz. Manzaranın ve restoranın Milano’dakinin yerini tutmadığını söylemeliyim. La Rinascente de Milano’daki o büyük mağazanın yerini tutmuyor. Ama yine de alış veriş yapmak için iyi bir yer. Özellikle, İtalya’nın diğer bölgelerinin şaraplarından, peynirlerinden ya da Modena‘nın ünlü Giusti balzamik sirkesinden almak isterseniz, mağazanın yiyecek bölümü en doğru adres. Palermo dışında Sicilya’da Catania ve Siracusa’da da Rinascente mağazası var.

II. Frederick’in eşi Aragonlu Constanza’nın
mezarından çıkarılan tacı
Katedralin Kript’indeki piskopos mezarları

La Rinascente’nin terasında birer aperatif içtik. Tam karşımızda, meydanın karşı tarafında Palermo’nun diğer ünlü pazarı Vucciria’nın girişi görünüyordu. Vakit ilerledikçe, pazarın içindeki restoranlar dolmaya başladı. Biz de Osteria dei Vespri’ye doğru yola koyulduk.

Rinascente‘nin terasından San Domenico Kilisesi!ne bakış
Kilisenin önündeki San Domenico Meydanı ve karşıda Palermo’nun tarihi pazarı Vucciria‘nın girişi

İki kardeş tarafından işletilen Osteria dei Vespri, tarihi Piazza Croce dei Vespri meydanında bulunuyor. Akşam duası demek olan vespri (İngilizcede vespers), Sicilya tarihinde Vespri Siciliani olarak adlandırılan ve 1282 yılı Paskalya zamanı adanın Fransız Kralı I. Charles‘a karşı başlatılan büyük ayaklanma ile ilgili. Anjou hanedanından olan kralın tamamen kontrolü kaybettiği olaylar sırasında 13.000 Fransız (kadın, çocuk demeden) katledilmiş. Öldürülenlerin çoğu bu meydana gömülmüş. Restoranın bulunduğu bina, Palazzo Valguarnera-Gangi, bir 18. yüzyıl yapısı. Sicilyalı yazar G. Tomasi di Lampedusa‘nın kitabı Il Gattopardo‘dan (Leopar) esinlenen Luchino Visconti‘nin 1963 tarihli muhteşem filmindeki ünlü balo sahnesi, bu sarayda çekilmiş. Bunu öğrendikten sonra, Alain Delon, Claudia Cardinale ve Burt Lancasterin oynadığı filmi bir yerlerden bulup tekrar izlemek istedim. Sicilya’yı gördükten sonra, adanın tarihinden önemli bir kesit olan bu filmi daha iyi anlayabileceğimi ve yorumlayabileceğimi düşünüyorum.

Osteria dei Vespri’nin yemekleri güzel, servisi iyi idi. Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.

Tarçınlı armut, makaron, çikolata, karamelize edilmiş
badem ve portakal ile hazırlanmış enfes tatlı ve birer
kadeh Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018

Palermo’yu gezmeye ayırdığımız ilk günü bu şekilde noktaladık. Görmek isteyip de göremediğimiz birkaç yeri ikinci güne bıraktık. Onlar da Palermo üzerine yazacağım ikinci yazının konusu olsun…

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Saat öğleden sonra üç buçukta Cefalù sokaklarına bıraktık kendimizi. Hava epeyce sıcak. Sahilde denize giren oldukça çok insan var. Buna karşın, gölgeler serin. Bu sevimli Orta Çağ kentinin taş döşenmiş sokaklarından şehrin içlerine doğru yürüdükçe serinlikte insanın ürperdiği bile oluyor. Her yer turist dolu. Yerli halk denize girmeyi tercih ederken, yabancılar görülecek yerlere akın ediyorlar. En çok Amerikalılar göze çarpıyor. Tüm Sicilya gezimiz boyunca bu böyle devam etti. Amerikalılar çoğunluktaydılar. Belki bir kısmı birkaç kuşak önce Sicilya’dan göç etmiş ailelerden geliyorlardı bilemiyorum, ama gittiğimiz her şehirde değişik gelir grupları ve entelektüel seviyelerde Amerikalılar karşımıza çıktı.

Doğrusu o kadar erken kalktıktan ve onca yol yorgunluğundan sonra, şimdi Cefalù’da dolaşmaktan bu kadar keyif alacağımı tahmin etmezdim. 06.50’de kalkan İstanbul-Catania uçağına binebilmek için sabah 02.20’de kalktık. Uçak yolculuğu iki saat on dakika sürdü. Catania saati ile saat 08.00’de indik. Polis kontrolü, bagaj alımı, kiralık araç işlemleri derken yola koyulduk. Doğrusu, öğlen Cefalù’da olur ve hemen gezmeye başlarız diye düşünüyordum ama, buraya gelmemiz, birinci yazımda söz ettiğim nedenlerden dolayı, biraz uzun sürdü. (Okumamış olanlara, önce birinci yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linki kullanabilirsiniz).

Cefalù’da bir sokak ve uzakta Duomo

Cefalù’da biz şehre 10-12 dakikalık mesafedeki bir tesiste kaldık. Burası, Türkiye’de de Bodrum’da tatil köyü ve oteli (Sea Garden) olan, İsviçre kökenli, Hapimag şirketine ait. Kalabilmek için üye olmanız gerekiyor. Hapimag üyesi iseniz, burada kalabilirsiniz. Değilseniz, Cefalù’da gerek şehrin içinde gerekse biraz dışında kalabileceğiniz otel ve apart oteller ile Airbnb ve Bed and Breakfast (Oda Kahvaltı) tarzında epeyce yer var. Eğer bizim gibi, şehrin içinde değil de, biraz dışında kalacaksanız, Cefalù’da park yeri bulmanın biraz zor olduğunu söylemek isterim. Bunun için en iyi çözüm, navigasyondan Lungomare (sahil boyu demek) caddesini bulmak ve oradaki büyük, açık hava araç parkına arabanızı bırakmak.

Hapimag Cefalù

Cefalù’yu gezmeye Duomo olarak adlandırılan Cefalù Katedrali’nden başlayabilirsiniz. Şehre hakim bir noktada, kale gibi yükselen Duomo Cefalù’da gezilecek en önemli yer diyebiliriz. Katedral, Sicilya’nın kuzeyinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Arap-Norman stilde yapılmış dokuz eserden birisi. Bu gruptaki diğer eserler; Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü ile Monreale’deki katedral.

Cefalù Katedrali (Duomo)

Cefalù Katedrali’ni gezmeden önce İtalya ve Sicilya’da çok karşılaşılan Duomo kelimesine bir açıklık getirmek iyi olabilir. Bildiğiniz gibi, İtalya’daki pek çok şehirde (Floransa, Milano, Pisa gibi) Duomo olarak adlandırılan ünlü ibadet yerleri var. Kelime bize İngilizce’deki dome (kubbe) kelimesini anımsatsa da (her ikisi de aynı Latince kökten türetilmiş olmasına rağmen), farklı bir anlamı var. Duomo, Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılıyor. Geleneksel olarak Duomo aynı zamanda bir katedral olması gerekirken, günümüzde artık katedral statüsünü yitirmiş ibadet yerleri de Duomo olarak anılmaya devam edebiliyor. Bir dini ibadethanenin katedral olması, yaygın olarak sanıldığının aksine, yapının büyüklüğü ile ilgili bir durum değil. Küçük bir yapı da pekala bir katedral olabiliyor zira, burada belirleyici olan, söz konusu ibadethaneye en üst dini kurum tarafından (Katoliklerde Papa, Ortodokslarda Patrik vb.) bir piskopos atanmış olması. Örneğin, İstanbul’dan örnek vermek gerekirse, büyüklüğüne bakarak, Beyoğlu’ndaki Sant’Antonio di Padova Kilisesi’ne (Sent Antuan) kimilerince katedral denir. Oysa değildir. Öte yandan, Harbiye’deki Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nin bahçesinde bulunan Saint Esprit bir katedraldir çünkü, Papa tarafından atanmış bir piskopos yönetimindedir. Son olarak, bazilika kelimesine de değineyim. Bazilika, kökü Grekçe olup, orijinal olarak Romalılar tarafından bazı yapılar için kullanılmış bir kelime. Bu yapılar uzun, iki sıra sütunlarla desteklenmiş ve en sonunda yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) olan binalar. Romalılar bu tür yerleri zamanında mahkeme salonları veya büyük sivil toplantılar için kullanmışlar. Zamanla bu mimari tarz, Hristiyan ibadethanelerine de uygulanmış. Katolik dünyada bir ibadethanenin bazilika statüsüne sahip olması için yapının dini, tarihi veya mimari bir özelliğinden (veya özelliklerinden) dolayı Papa tarafından, bazı ayrıcalıklarla birlikte, bu şekilde taltif edilmesi ile olabiliyor. Bu nedenden dolayı, bir ibadethane aynı zamanda hem katedral hem bazilika olabiliyorken, her bazilika katedral olmayabiliyor.

Katedralin içi ve muhteşem Bizans mozaikleri

Aynı zamanda bir bazilika olan Cefalù Katedrali, kale görünümlü, etkileyici bir yapı. Sicilya’nın Norman işgali altında bulunduğu dönemde, 1131 yılında yapımına başlanmış. (Adanın renkli tarihi hakkında bir fikir edinmek için, bir önceki yazıma bakabilirsiniz). Efsaneye göre katedral, ünlü Sicilya Kralı II. Roger’in (1095-1154) denizde tutulduğu bir fırtınadan zor kurtularak, Cefalù’da sahile çıktıktan sonra ettiği bir yemin üzerine yapılmış. Yapıda Norman etkisi ve yine onların kullanmayı çok sevdikleri Arap mimari özellikleri göze çarpıyor. Roger II katedralin içinde kendisi ve eşi için birer lahit de yaptırmış ama öldüğünde yapı bitmemiş olduğu için buraya gömülememiş. Roger II’nin mezarını daha sonra, gömüldüğü Palermo Katedrali’nde göreceğiz. Cefalù Katedrali’nin apsisini süsleyen muhteşem mozaiklerin yapımına 1145 yılında başlanmış. Bunun için Roger II Konstantinopolis’ten (İstanbul) Bizanslı mozaik ustaları getirmiş. Bu nedenle, Bizanlıların Sicilya’dan ayrılmasının üstünden yüz yıllar geçmiş olsa da, bu mozaikler Bizans eseri sayılıyorlar. Katedralin yapımı yüz yıldan fazla sürmüş ve ön cephesi ancak 1240 yılında tamamlanabilmiş.

Korumaya alınan yer karolarının birinde açıkça görülebileceği gibi, katedralin yapımında Arap motifleri ve mimari özellikleri epeyce kullanılmış

Cefalù Katedrali’ni gezdikten sonra, meydandan denize doğru inen sokaklardan biri olan Via Mandralisca sizi Museo Mandralisca’ya götürecek. Gitmeden, katedralin önündeki meydanda bulunan kafelerden birinde soluklanmak da iyi bir fikir olabilir ama, biz daha sonra sahilde bir dondurmacıyı tercih ettik. Mandralisca Müzesi, 1809 yılında, aynı zamanda Mandralisca Baronu olan, tüccar ve koleksiyoncu Enrico Pirajno tarafından kurulmuş. Müzenin bulunduğu bina Baron ve ailesinin bir zamanlar oturduğu Palazzo Mandralisca, yani “Mandralisca Sarayı”. Belki büyük konak demek daha doğru olur. Sicilya ve İtalya’da çok sık karşılaşacağınız bu palazzo ifadesinin her zaman büyük saraylara denk gelmediğini belirtmem gerek.

Museo Mandralisca‘da bulunan Sicilya’nın Grek döneminden kalma bu vazonun üzerindeki balık ayıklayan adam figürleri, ada mutfağındaki deniz ürünleri kültürünün
çok eskilere dayandığının bir kanıtı

Enrico Pirajno yaşamı boyunca tablolar, sanat eserleri, arkeolojik buluntular, belgeler, deniz kabukları, doldurulmuş hayvanlar gibi birçok şey toplamış. Arkeolojik buluntular ağırlıklı olarak Cefalù çevresinde çıkarılmışlar. Ayrıca, nümismatik (eski para kolleksiyonculuğu) bölümünde M.Ö. 5. yüzyıla kadar giden bir koleksiyon görebilirsiniz. Sanat galerisi bölümünde Sicilyalı sanatçıların 15.-18. yüzyıl arasında yapılmış eserleri var. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, Antonello da Messina (1430-1479) tarafından yapılmış olan, “Bilinmeyen Adamın Portresi” isimli tablo. Messinalı büyük ressamın bu tablosu, özellikle resmedilen modelin kibirli ve Makyavelist olarak tanımlanan yüz ifadesi nedeniyle ünlenmiş. Baronun söz konusu tabloyu Lipari adasındaki bir ezcanede bulduğu söyleniyor. İlerleyen günlerde, Messinalı Antonello‘nun başka eserlerini de kendi memleketinde görme fırsatımız oldu.

Bilinmeyen Adamın Portresi
Antonello da Messina (1430-1479)

Müzeden çıkınca sahile doğru yürüyüp sola dönerseniz (Via Vittorio Emanuele), ilginç bir Orta Çağ yapısı göreceksiniz. Burası Lavatoio Medievale olarak adlandırılan ve Araplardan kalma bir çamaşırhane. Orta çağ boyunca halk tarafından ortak kullanılmış olan bu çamaşırhane aklıma hemen Gökçeada’daki çamaşırhaneleri getirdi ama, burası orada gördüklerimizden oldukça farklı. Deniz seviyesindeki Arap Çamaşırhanesi sokak seviyesinden dört metre aşağıda. O nedenle, geniş bir merdiven ile iniliyor. Çamaşırhanede, 22 musluktan akan, Cefalino ırmağının suyu kullanılıyor. Bunların 15 tanesi arslan kafası şeklinde. Irmak daha önce çamaşırhanenin yanında akarken, 17. yüzyılda üstü kapatılmış. 20. yüzyılda da kullanılmaya devam edilen çamaşırhanede her gün toplanan kadınlar birlikte şarkı söyleyerek ve eğlenerek çamaşırlarını yıkarlarmış. Restorasyonu 1991 yılında tamamlanan çamaşırhane, Cefalù’da en çok ziyaret edilen yerlerden birisi.

Araplardan kalan çamaşırhane

Via Vittorio Emanuele’den geldiğiniz yöne doğru geri dönerseniz, müzenin bulunduğu Via Mandralisca’yı geçtikten sonra, sol kolda bir başka tarihi yapıyı göreceksiniz: Porta Pescara. Burası, kentin eski, Araplardan kalma, liman bölgesinde bir zamanlar bulunan dört kapıdan günümüze kadar kalabilmiş tek kapı. Adını, kapıyı 1570 yılında restore ettiren genel validen alıyor. Kapının üstünde Sicilya Krallarının arması var. Yapının doğal olarak çizdiği çerçeve çok fotoğrafik ve sürekli fotoğaf çektiren birilerinin olması nedeniyle boş olarak yakalamak çok zor. Burası size bir yerlerden tanıdık geliyorsa, çok haklısınız. Porta Pescara, Cefalù’daki birkaç başka yer ile birlikte, benim de çok sevdiğim, Giuseppe Tornatore’nin 1988 yapımı o şahane filmi, Cinema Paradiso’da da kullanılan yerlerden birisi.

Porta Pescara

Cefalù’nun bir başka sinematografik noktası, Porta Pescara’nın ilerisindeki Piazza Marina’da göreceğiniz taş kemerler. Eski liman (Porto Vecchio) boyunca uzanan şehir duvarlarının restore edilmiş bir bölümü olan bu kemerler Tiren Denizi’ne (Mar Tirreno) doğru çok güzel bir görünüm sunuyorlar. Piazza Marina’ya gitmişken, oradaki dondurmacıda oturup dondurma yemenizi öneririm. Meydanı kaplayan masaları ile buradaki tek dondurmacı burası zaten. Biz yemedik ama, aynı yerin restoranı da var. Artisanal dedikleri, fabrikasyon olmayan, dondurmaları ve kap olarak kullandıkları çikolatalı waffle’dan kaseleri çok güzeldi. Bu vesile ile Sicilya’da çok güzel dondurmalar yiyebileceğinizi söylemek isterim. Tüm meyva çeşitlerinin dışında, özellikle fıstık, fındık, tuzlu karamel ve çikolata… Hepsi çok lezzetli. O kadar yediğimiz dondurma arasında bir tek Siracusa’daki Duomo meydanında bulunan dondurmacının ürünleri sıradan geldi bana.

Piazza Marina’daki kemerler

Yeme içme konularına geçmeden ince, Cefalù’da görebileceğiniz yerlere ufak bir ilave yapmak istiyorum. Ben gezilecek yerler konusunda çok ayrıntılı bir plan yapmama rağmen, Sicilya’ya gidince bazı yerleri listemden çıkarmak zorunda kaldım. Bizimki gibi yoğun olan bir gezi programında bazen vakit kalmadı bazen de biz koşturmacaya biraz ara vermek istedik. Cefalù’da da tepedeki Orta Çağ kalesi La Rocca ve Tempio di Diana’ya (Diana Tapınağı) gitmedik. İkincisi M.Ö. 4. yüzyıldan kalma, Artemis’e adanmış bir tapınak. Bildiğiniz gibi, Yunan mitolojisindeki tanrı ve tanrıçaların Roma mitolojisinde aldıkları isimler farklı. (Örneğin, Zeus-Jüpiter, Afrodit-Venüs, Artemis-Diana vb.) Tek istisna, her ikisinde de aynı ismi taşıyan Apollo.

Piazza Marina’da yediğimiz o müthiş dondurma…

Cefalù’da iki akşam yemek yedik. Gittiğmiz iki restorandan da çok memnun kaldık. Sicilya gastronomi açısından bir cennet diyebilirim. İtalya’da bir süre yaşamış ve hemen hemen her yıl İtalya’nın farklı bölgelerine giden birisi olarak bunu rahatlıkla söyliyebilirim. Hatta bence Sicilya mutfağı, o şöhreti çok öne çıkmış olan Emilia-Romagna bölgesinin mutfağından bile ileri. Sicilyalılar adayı işgal eden tüm milletlerin mutfaklarından bir şeyler alıp, bambaşka şeyler yaratmışlar. Örneğin, Araplardan aldıklarını belirttikleri tuzlu tatlı karışımı lezzeti yemeklerde çok güzel kullanıyorlar. Kuşkonmazı yemeklerde kullanmayı ve eti iyi pişirmeyi Romalılardan öğrenmişler. Balık ve deniz ürünlerinin mutfaklarında çok geniş bir yeri var. Bunun yanında, sığır, domuz, av hayvanları ve sakatat var. Hemen hemen hiç olmayan ise tavuk. Her nedense, tavuk ve yumurta tarihsel olarak sığır ve domuza göre daha pahalı olduğu için, Sicilya mutfağında hemen hemen hiç yok. Her türlü sebzeyi, ama özellikle patlıcanı çok güzel kullanıyorlar. Örneğin, tipik bir Sicilya tabağı olan Pasta alla Norma’da olduğu gibi. Patlıcan ve makarna bu kadar mı güzel yakışır birbirine…. Esas yeri Catania olsa da, siz adanın başka yerlerinde de tadabilirsiniz bu özel yemeği. Evet, opera sevenler iyi tahmin ettiler! Catania ünlü besteci Vincenzo Bellini’nin şehri ve yemek de adını onun Norma operasından alıyor. Catania ile ilgili yazımda daha geniş olarak söz edeceğim.

Tatlılar ise, bir başka aleme götürüyor insanı. Sadece ünlü cannoli değil, daha bir sürü tatlıları, turtaları, badem ezmeleri ve kekleri var. Badem ve fıstık kullanımları çok yaygın ve başarılı. Tüm tattığım tatlıların ortak özelliği, son derece az yağlı ve hafif olmaları idi. Ağır olacağını düşündüğüm birkaç tatlı beni bu konuda özellikle şaşırttı.

Antik Yunan kolonisi Sicilya’yı ziyaret eden ünlü filozof Plato (M.Ö. 428 veya 427-M.Ö. 348 veya 347) da, daha o tarihlerde bile, adanın mutfak kültüründen çok etkilenmiş. Hatta, günümüzde bile ayakta duran muhteşem tapınakların bulunduğu Agrigento halkı için şöyle demiş: “Daima sanki sonsuza kadar yaşayacaklarmış gibi inşa ediyorlar: daima ertesi gün öleceklermiş gibi yemek yiyorlar”. Sicilya mutfağı hakkında bir fikir sahibi olduktan sonra, tatil boyunca gönlümce yemek yemeğe karar vermiştim. Öyle de yaptım. Genellikle çok dikkatli yemek yememe karşın, kurallarımı kaldırdım ve her şeyden yedim. Hiç pişman olmadım. Sanırım her gün yürüdüğümüz uzun yolların da katkısı ile, dönüşte sadece iki kilo fazlam vardı. Onu da kısa bir süre içerisinde verdim. Size de kendinizi bu şahane lezzetlerden mahrum bırakmamanızı öneririm. Ne de olsa, Sicilya genelde çok sık gidilen bir yer değil.

Halen Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran bulunuyor. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlar. Biz Sicilya’da kaldığımız süre içerisinde farklı şehirlerde olmak üzere, bu restoranlardan 5 tanesine gittik. Yıllar önce Berlin’de yaşadığımız bir Michelin restoranı deneyiminin aksine, Sicilya’da gittiklerimizin hepsinden çok memnun kaldık. Sanıyorum bunda, mümkün olduğu kadaz füzyon ve deneysel menü sunan restoranlar yerine, daha çok yerel Sicilya ve Akdeniz mutfağı ürünleri sunan işletmeleri seçmemizin büyük payı oldu. Mutfaklarını çağdaş ve modern olarak tanımlayan restoranların da sundukları menülerde hiç bir uçuk kaçıklıkla karşılaşmadık. Her şey çok lezzetliydi. Gezi boyunca sadece iki yerde kötü deneyimimiz oldu. Onları da yeri gelince, uzak durmanız için, yazacağım.

Cefalù’da ilk akşam, bir Michelin seçimi olan Cortile Pepe’de yemek yedik. Doumo’ya yakın sokaklardan birinde olan bu restoran bir aile işletmesi. Burada yediğimiz kabak yaprağından yapılmış involtini özellikle aklımda kaldı. Involtini ile Sicilya’da çok karşılaşacaksınız. Genel anlamda sarma olarak çevirebilirsiniz ama aklınıza sadece asma yaprağı gelmesin. Her türlü sebze ile yapılabildiği gibi (örneğin ince kesilmiş patlıcan ile yapılan da çok lezzetli), et ya da balık ile de yapılabiliyor. Özellikle, birkaç kez yediğimiz, kılıç balığından yapılanı çok güzel. İçlerine ise, dışı ile uyumlu olarak, peynir, başka sebzeler, et, deniz mahsülü ve fıstık konabiliyor. Şarap olarak yemek ile, Sicilya’ya özgü, adanın sadece kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.

Cortile Pepe
Kabak yaprağı kullanılarak yapılmış involtini
Pesto ve Şam fıstığı soslu nefis spaccatelle

İkinci akşam yemek yediğimiz Triscele, bir Michelin restoranı olmamasına rağmen, çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Burası, Duomo’dan biraz daha uzakta. Ancak, çevresinde park yeri bulmak çok zor. O nedenle, size yine daha önce önerdiğim deniz kenarındaki otoparka arabanızı park edip, yürümenizi öneririm. Bizim gittiğimiz gece bir de aşırı bir yağmur vardı ve tam bir kabus oldu. Neyse ki, mekanın hem yemekleri hem de servisi çok iyiyidi. Yediklerimizi not etmemişim ama, şarap olarak Trapani kırsal bölgesindeki Firriato şaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.

Eğer bir şarap severseniz, Sicilya’da kendinize oldukça geniş ve değişik bir seçki yelpazesi bulacaksınız. Daha önce Etna bölgesi şaraplarından söz etmiştim. Ancak, adanın batı tarafı da bu konuda zengin. Hatta Trapani bölgesindeki bağların, yüz ölçümü olarak Toscana’daki bağlardan bile daha büyük olduğu söyleniyor. Adanın en kaliteli şaraplarının üreticisi Donnafugata’nın ana üretim yeri de yine Trapani bölgesindeki Marsala’da. Diğer iki üretim yeri, büyüklük sırasıyla, Pantelleria adası ve Palermo’nun güneyindeki Contessa Entellina. Bu şaraphanenin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah ve Petit Verdot üzümlerinden üretilen Mille e una Notte (Bin Bir Gece) şarabı özellikle aklınızda bulunsun. Bu çok güzel şarabı pahalı bulmanız halinde, bir alt kalitede ve daha ucuz olan, yine Donnafugata’nın Cabarnet Sauvignon, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden üretilen Tancredi Terre Siciliana IGT şarabını içebilirsiniz. Marsala ayrıca, dessert wine olarak adlandırılan ve tatlılarla içilen şarapları ile de ünlü. Sicilya’nın birbirinden güzel tatlıları ile bunlardan da denemenizi öneririm.

Bir sonraki yazımda Palermo’yu gezeceğiz…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sanırım bir başka yazımda da belirtmiştim. Gittiğimiz bir yerden ayrıldığımızda, biz giderken yaşamın orada biz olmadan devam ediyor olması çok küçük yaşlardan beri ilgimi çekmiştir. Herhangi bir şehir ya da ülke, deneyimlerimiz ve anılarımızla birlikte belleğimizde kendine sabit bir yer edinirken, biz ayrıldığımızda çoktan ufak ufak farklılaşmaya başlamıştır bile. Sicilya‘dan ayrılırken bu diyalektik süreci daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim çünkü, Sicilya ilginç tarihi ve kültürü ile, kaynayan bir kazan gibi, daima değişim içinde olmuş bir yer. Halen değişmeye de devam ediyor kanımca. Bir ada olması başlı başına bir özellik. Adaların tarihi, hele de stratejik bir coğrafi konumda iseler, hep ilginçtir. Ancak Sicilya, gidip görene kadar benim de düşündüğüm gibi, sadece İtalya’nın güneyinde bir ada değil. Farklı tarihi, kültürü, yemekleri ve hatta dili ile birlikte, bambaşka bir ülke. Benzerlikler olsa da, Sicilya için tam olarak İtalya diyemeyiz bence. Sicilyalılar da adalarının koordinatlarını tanımlarken, İtalya’nın güneyinde olduğunu belirtmek yerine, Afrika’nın kuzeyinde yer aldığını vurgulamayı seviyorlar. Burası, ayrı bayrağı (İtalya bayrağı ile yan yana asılıyor) ve ayrı parlamentosu ile İtalya’nın beş özerk bölgesinden birisi. (Diğer özerk bölgeler; Friuli-Venezia Giulia, Sardinya, Trentino-Alto Adige/Südtirol ve Aosta Vadisi. Vatikan ve San Marino özerk bölge değil, bağımsız ayrı birer devletler). Tarih boyunca topraklarından gelmiş geçmiş tüm yabancı milletleri kültürlerine sindirme konusunda son derece başarılı ve bundan adeta gurur duyan bir yaklaşımları var. Tarih açısından belli noktalarda paralellikler gösteren İtalya’nın bir başka çok ilginç ve sevdiğim bölgesi, Puglia bende aynı izlenimi yaratmadı örneğin. Orada, farklı istilacıları ve onların bıraktıklarını bu tarzda bir öne çıkarma, kültürlerinde bıraktıkları izleri vurgulama göremedim ben.

Dolu dolu iki hafta geçirdiğimiz Sicilya’yı anlatmaya nereden başlacağıma karar vermek zor. Anlatacak çok sayıda ilginç konu, yer ve deneyim var. Yurt içinde ve dışında gittiğim yerlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bilirler; bir turist el kitabı gibi yazmak benim tarzım değil. Benim de yararlandığım, o tarzda yazılmış yeteri kadar kaynak ve web sitesi var zaten. Sicilya hakkında yazarken yine gözlemlerimi, edindiğim izlenimleri ve karşılaştığım insanları yazacağım. Onun dışında tabii ki, gezdiğim yerleri de anlatacağım. Ama bu, “Şuraya mutlaka gidin, şurayı mutlaka görün”, tarzında olmayacak çünkü bence, (turla gidilenlerin dışında) geziler son derece kişisel serüvenler. Herkesin ilgi alanı, yapmaktan hoşlandığı şeyler, yeme içme alışkanlığı ve şu zamanda en önemlisi, bütçesi aynı değil. O nedenle ben burada, Sicilya’ya gitmek isteyenler için bir tadımlık, böyle bir geziyi tasarlamayanlar için ise, benim de yeni öğrendiğim ilginç bilgiler sunmayı amaçlıyorum.

Sicilya’ya gitmeyi pandemiden önce planlamıştık. Hepimizin ömrünün birkaç yılını tuhaf bir şekilde yaşamasına neden olan şartlardan dolayı, ancak bu sene gidebildik. Gitmeden önce, Sicilya konusunda epeyce araştırma yaptım. Daha önce giden arkadaşlarımın ve bazı turizm şirketlerinin rotalarını inceledim. Ama, en önemlisi Sicilya hakkında epeyce kaynak okudum. Bu noktada en çok yararlandığım kaynaklardan birisi, Amerikalı gazeteci John Keahey‘in “Seeking Sicily” isimli kitabı oldu. Bana göre, Sicilya’yı daha yakından tanımak için güzel bir kitap. Mekanik bir rehber kitabı olmaktan çok, içinde tarih, edebiyat ve yaşam bilgisi bulunan bir kaynak.

Sicilya özerk bölgesi bayrağı
Resmi olarak 4 Ocak 2000 yılında kullanılmaya başlansa da, Sicilya bayrağı çok eskilere dayanıyor. Bayraktaki kırmızı ve sarı renkler, 1282 yılında Fransızlara karşı ilk ayaklanmayı başlatan Palermo ve Corleone şehirlerini temsil ediyor. Triscele olarak adlandırılan ortadaki sembol Sicilya’da Antik Yunanlılar tarafından uğur işareti olarak kullanılmış. Sembolün ortasındaki Medusa başından çıkan üç buğday başağı Sicilya’nın bereketini simgeliyor. Görünen üç bacağın mitolojik bir anlamı var. Ancak bayrakta bunlar adanın üç önemli coğrafi burnunu temsil ediyorlar: Peloro (Messina), Passero (Siracusa) ve Lilibeo (Marsala) burunları. Sicilya bayrağı, Triscele veya Trinacria olarak da anılıyor.

Konu Sicilya’ya gitmek olunca, işe “Ne zaman gitmeli?” sorusu ile başlamak gerekiyor. Genelde, nisan-mayıs ayları ile eylül ve ekim ayları öneriliyor. Yaz ayları deniz tatili için düşünülebilir ama, gezmek açısından bence çok uygun değil. Biz ekim ayında bile, antik yerleri gezerken zaman zaman çok zorlandık. Hava sıcaklığının 27-28 derecelere çıktığı günler oldu. Öte yandan, şiddetli yağmur ve fırtına nedeniyle bot, yağmurluk giydiğimiz, şemsiye kullandığımız günler de oldu. Ekim ayı bu açıdan biraz hazırlıklı gitmeyi gerektiriyor. Yanınızda yağmurluk da olmalı, şort da. Öte yandan, Siracusa‘da alış veriş yaptığımız bir dükkan sahibi kadının söylediğine göre, Sicilya’da da artık mevsimler kaymış ve kendi ifadesi ile, birbirine karışmış. Bu mevsimde giderseniz, birkaç hafta önceden hava durumunu izlemenizde ve ona göre hazırlıklı gitmenizde yarar var. Sicilya öyle bazı filmlerden edindiğimiz izlenimlerdeki gibi kıraç ve kurak bir yer değil. Gündüz sıcak olsa da, geceleri bayağı serin oluyor. Kışın adanın pek çok bölgesinde yoğun kar yağıyor. O nedenle ekim sonundan sonra, bahara kadar gidilmesi tavsiye edilmiyor.

Messina yakınlarındaki Antik Yunan kenti Tindari‘deki bir yer mozağinde karşımıza çıkan Triscele işareti

Zamanlamadan sonra, sıra rotayı belirlemeye, ne zaman nerede kalınacağına karar vermeye geldi. Biz adayı çepeçevre gezmeye karar vermiştik ve ona göre bir rota belirlemiştik. Bunun için uçak bileti, otel rezervasyonları ve araba kiralama işlerini önceden yapmışken, vize ile ilgili bazı sorunlar ve dönüş uçağımızın THY tarafından sebep gösterilmeksizin iptal edilmesi nedeniyle ciddi bir takım değişikler yapmak zorunda kaldık. Ancak, değiştiremeyeceğimiz ya da değiştirmek istemediğimiz bazı rezervasyonlarımız da vardı. Sonunda, tüm bu nedenlerden ötürü, kalış süremiz uzadı. Aslında çok da iyi oldu. Öte yandan, istediğimiz tüm yerlere gidebilmek için bir takım çok rasyonel olmayan geri dönüşler yapmak zorunda kaldık. Öyle ya da böyle, tam istediğimiz gibi, Sicilya’nın kuzeyine, güneyine, batısına ve doğusuna gittik. Yaşadığımız bazı aksiliklere karşın çok keyifli ve ufuk açıcı bir tatil oldu.

Şüphesiz bir bölgeyi ya da ülkeyi iki haftada bile tam olarak tanımak mümkün değil. Ancak bunu, Sicilya’nın sadece çok ünlenmiş, Taormina, Ragusa ya da Siracusa gibi kentlerine gidenlerden daha iyi başardığımızı düşünüyorum. Sicilya’nın dört bir tarafının ayrı ayrı ilginç tarafları, özellikleri ve mekanları var. Belirttiğim yerlerin sadece bir ya da birkaçını görmek, Sicilya hakkında tam bir fikir vermeyecektir. Örneğin Palermo ve çevresini görmemek büyük bir eksiklik olur bana göre. Sonuç olarak, belli bir yerde takılıp kalmak yerine, araba kiralayarak birkaç yere gitmek en iyisi. Bu noktada, araç kiralama konusunda da ufak bir iki notum olacak.

İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da da araç kiralama şirketlerinin elinde çok az sayıda otomatik vitesli araba var. O nedenle, şayet bu konu sizin için önemli ise, araç kiralama işini gitmeden haletmenizde yarar var. Aracı kiralarken, sigorta maddelerine özellikle dikkat edilmesi yararlı olur. Geçirdiğimiz ufak bir kaza nedeniyle bu konuyu özellikle belirtiyorum. Bir başka ve hiç aklımıza gelmeyen nokta, patlamış lastik değiştirmek için gerekli kriko ve benzeri aletlerin o araca ait olup olmadığını kontrol etmek. (Bazı araçlarda stepne bile olmayabiliyor). Ara yolların birinde lastiğimiz patladığı zaman, sadece bu gereçlerin bizim arabaya ait olmadıklarını değil, üstelik bir de kırık olduklarını fark ettik. Şansımız vardı. Çok iyi insanlara denk geldik. Bize inanılmaz bir şekilde yardımcı oldular. Onlar olmasaydı, araç kiralama şirketinden bulunduğumuz yere yardım gelmesi en az iki ya da üç saati bulacaktı. En önemli sorun, kiralama şirketi Amerikan da olsa, çağrı merkezlerindeki elemanlara laf anlatmak. Ana kiralama noktalarında gayet iyi İngilizce bilen çalışanlar olmasına karşın, çağrı merkezleri çalışanlarının İngilizce seviyeleri çok iyi değil. Sadece belli cümleleri ezberlemişler gibi geliyor insana.

Sicilya’da ana yolların ve otobanların kalitesi gayet iyi. Çok sayıda tünel yapılmış. Bazı yerlerde birinden çıkar çıkmaz diğerine giriyorsunuz. Sık sık, kimsenin hiç bir zaman çalıştığını görmediğimiz yol tamir uyarıları ve yol daraltmalarına rastladık. Demek ki, öyle ya da böyle, bu yollara bakılıyor. Ancak, zaman zaman navigasyonun sizi soktuğu ara yollar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çoğu, çapı çok geniş olmayan ama, çok derin çukurlarla dolu. Nitekim, bizim lastiğimizin patlamasına da, beklenmedik bir noktadaki böylesi bir çukur neden oldu. Ayrıca, kimi ara yollar son derece virajlı ve ışıklandırma yok. Yazın günler uzun olduğu için sorun olmaz ama sonbaharda hava erken kararıyor. Bir sürü gezilecek yere otobanla ulaşmak mümkün olmadığı için, zamanınızı ayarlayarak karanlığa kalmamaya çalışmanızı öneririm.

Gezi boyunca Cefalù, Agrigento, Messina, Taormina, Catania ve Siracusa olmak üzere, toplam altı farklı yerde kaldık. Buraları kendimize üs yaparak, çevre illere de gittik. Örneğin, Cefalù ‘dan Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Otelleri seçerken bizim için en önemli kriter otelin, ücretli veya ücretsiz, park yerinin olması idi. Zira, Sicilya’da önemli bir park sorunu var. İkincisi de, mümkün olduğunca, görmek istediğimiz yerlere yakın yerde kalmaktı. Günübirlik gittiğimiz yerlerin bazılarında park konusu daha rahat oldu. Mavi çizgilerle ayrılan yerlere, park otomatlarından para atarak aldığınız fişleri ön camınıza yerleştirerek, park edebiliyorsunuz. Bu, Puglia’da olduğu gibi, bir “Tabaccheria“dan park fişi almaktan çok daha pratik ve kolay bir yöntem. Adının çağrıştırdığı üzere, İtalya’da bu küçük dükkanlarda başta tütün ve tütün ürünleri satılıyor. Onun yanında, gazete, dergi, ufak hediyelik eşyalar, içecek ve belirttiğim gibi, park fişi de satılıyor. Belki Sicilya’da da bu uygulamanın olduğu yerleşim yerleri vardır ama, biz rastlamadık.

7 Ekim sabahının erken saatlerinde Catania havaalanına indik. Uçak güneşli havada pırıl pırıl parlayan denizin üzerinden alçalırken, şehrin denizden geriye, ardındaki Etna dağına doğru yayılmış olduğunu gördüm. 3350 metre yüksekliği olan Etna gerçekten çok etkileyiciydi. Her zaman yaptığı gibi usul usul, bembeyaz dumanlarını savuruyordu. Öyle ki, duman mı yoksa bulut mu, insan tereddüt ediyor. Milyonlarca yıldır orada duran Etna, adanın tarihi boyunca insanları endişelendirmiş ve korkutmuş. Zaman zaman lavlarını püskürterek dehşet saçmış. Örneğin, özellikle Sicilya’nın doğu bölgesini gezerken çoklukla sözü edilen 1669 yılındaki patlamada Catania’nın büyük bölümü haritadan silinmiş. 11 Mart-15 Temmuz tarihleri arasında Etna yaklaşık 830 milyon metre küp lav püskürtmüş.

Uzmanlar, adını Grekçe aithō (yanıyorum) kelimesinden aldığı düşünülen Etna dağının 2,6 milyon yıldan beri aktif olduğunu belirtiyorlar. Sicilyalılar kendi dillerinde Mongibello ya da Mungibeddu diyorlar Etna’ya. Grekçe (Antik Yunanca) Aitne, Latince ise Aetna olarak adlandırılmış. Halen, Avrupa’daki en yüksek aktif yanardağ. Tarihte bazı patlamalar antik şair ve tiyatro yazarları tarafından özellikle belirtilmişler. Bunlardan bir tanesi, M.Ö. 475 yılında olan patlama. Bir başka eski patlamanın tarihi M.Ö. 396 olarak veriliyor. Bu patlama, Kartacalıların Catania’yı zapt etmelerine engel olduğu için, Sicilyalılar için olumlu olmuş. M.Ö. 1500-M.S. 1669 yılları arasında 71, 1669-1900 arasında 26 patlamanın değişik şekillerde kaydı bulunmuş. 20. yüzyılda şiddetli patlamalar devam etmiş. 1983 yılında patlama ve lav püskürmesi tam dört ay sürmüş. 2001 ve 2002 yılındaki patlamalarda Etna’daki kayak merkezleri, oteller, restoranlar ve barlar tamamen yok olmuş. Havadaki küller nedeniyle, Catania hava alanı üç ay kapalı kalmış.

Okuduğuma göre, diğer yanardağlarda da olduğu gibi, her patlamada Etna’da yeni kraterler açılıyormuş. Şu anda kimi kaynaklara göre dört, kimine göre 5 aktif krateri var. Herhangi bir patlama ve lav akışından sonra, bölgedeki toprakta çalı veya ağaçların yetişebilmesi için 400 yıl geçmesi gerekiyormuş. Aynı yerde tarım yapılabilmesi için ise, 600-700 yıl. Bu kadar beklemeden sonra, bu topraklarda limon, kan portakal, elma, armut, Şam fıstığı (Sicilyalılar Şam fıstığını sadece tatlılarda değil, yemeklerde de harika bir şekilde kullanıyorlar), nar ve her türlü böğürtlen yetiştiriliyor. Ama tabii en önemli ürün, Etna şaraplarının hammaddesi, üzüm. Sicilya’nın doğusunda Etna şaraplarına doğal olarak daha çok rastlıyorsunuz. Ancak, yemek yediğimiz bazı restoranların sommelier‘inin (şarap uzmanı) uyardığı gibi, Etna menşeli şarapların tatları, kendi ifadeleri ile, biraz “mineralimsi”. Biz denemek için bir iki kere içtik. Adanın sunduğu daha güzel şaraplar var ama, siz de bir kere denemek isteyebilirsiniz. Belki de çok seversiniz.

UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Etna’ya tırmanabilir, rehber ile bir gününüzü dağda geçirebilirsiniz. Ben daha önce Vezüv Yanardağı‘na çıktığım için, fazla ilgimi çekmedi. Bir de, başka görmek istediğim yerler ağır bastı. Başta Taormina olmak üzere, doğu yakasındaki şehirlerin otellerinde bu konuda yardımcı oluyorlar.

Catania’ya indikten kısa bir süre sonra, kiraladığımız araba ile, Cefalù‘ya doğru yola çıktık. Catania’da yolculuğun ikinci haftasında iki gün kalmaya karar vermiştik. O nedenle, burayı gezmeyi sonraya bıraktık. Cefalù, Sicilya’nın kuzey sahilinde, 2020 yılı sayımına göre 14 binin biraz üstünde nüfusu olan, çok şirin bir yerleşim yeri. Catania’dan 245 Km. uzaklıkta. Normal şartlarda yaklaşık 3 saat sürmesi gereken yol, daha önce sözünü ettiğim sözde yol tamiratları nedeniyle kapatılan yollar ve navigasyonun bizi kuş uçmaz kervan geçmez yerlere sokması nedeniyle en az bir saat daha fazla sürdü. Eminim siz de zaman zaman navigasyonların bu tür azizliklerine uğramışsınızdır. Yeni ayak bastığımız bir ülkede, bilmediğimiz ve kötü yollarda gitmek çok hoş bir deneyim olmadı açıkçası. Sicilya’ya gidenlerin bu tür sürprizlere hazır olması gerektiğini belirtmek isterim. Bazı geçtiğimiz yerler, bizim Doğu Anadolu’dakileri çağrıştıran, son derece kıraç dağlarla kaplıydı. Sicilya’nın geri kalanı buralar gibi değil. Son derece yeşil, ormanlık, tarım arazileri ve bağlarla dolu yöreleri var.

Sizinle Cefalù’ya doğru yola koyulurken ben ara vererek, biraz Sicilya tarihini özetlemek istiyorum. Daha sonra gittiğimiz yerlerin özelliklerini daha iyi anlamanız için yararlı olacaktır. Yine bir yazı dizisi olarak düşündüğüm bu gezide gittiğimiz yerleri, sonraki yazılarımda ayrıntılı olarak size anlatmaya çalışacağım.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Sicilya’nın tarihi çok ilginç. Özellikle Palermo ve Scopello civarındaki bazı mağaralar, adada yaşamın Neolitik Çağ‘dan beri var olduğuna kanıt olarak gösteriliyor. Bulgular, M.Ö. 8000-7000 arasında yaşam olduğuna işaret ediyor. Bu insanların, bir zamanlar İtalya ana karasına bitişik olan Sicilya’ya yürüyerek geldikleri söyleniyor. Günümüzde, köprü görevi gören bu kara parçası sular altında kalmış ve Messina Boğazı haline gelmiş. M.Ö. 2000 ile 1100 yılları arasına gelindiğinde adaya, Akdeniz’in farklı bölgelerinden göç etmiş, başlıca üç ayrı grup insan yerleşmiş bulunuyor. Sicani olarak adlandırılan grup, aşağı yukarı M.Ö. 2000-1600 arasında, batı İtalya’dan gelerek Sicilya’nın batı ve orta bölgelerine yerleşiyorlar. Bir diğer topluluk olan Elymian kavimi, adaya daha sonra gelerek Sicilya’nın kuzeybatı bölgesine yerleşiyorlar ve zaman içinde Sicanileri adanın ortasına doğru itiyorlar. Elymianların kökeni oldukça ilginç çünkü onların Anadolu‘dan (Kuzey Afrika üzerinden) geldiklerine inanılıyor. M.Ö. 1100 yılında Elymianlar yerleştikleri bölgede şehirler kurup, yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Günümüzdeki Erice ve Segesta gibi yerlerin ilk yerleşenlerinin onlar olduğu düşünülüyor. Bu ilk halklardan üçüncüsü, Sicel veya Siculi topluluğu yaklaşık M.Ö. 1200-1000 arasında, batı İtalya’nın Liguria bölgesinden (Genoa‘nın da bir parçası olduğu, kuzeybatı İtalya’da bir bölge) Sicilya’ya gelip adanın doğusuna yerleşiyorlar.

Messina Boğazı
Karşı kıyıda görünen yerler İtalya’nın Calabria bölgesi

M.Ö. 1000 civarında, Fenikeli tüccarlar Sicilya’ya gelip gitmeye başlıyorlar. Fenikeliler, günümüzün Lübnan, güney Suriye ve İsrail’in kuzey kısmı olan bölgede şehir devletleri olarak yaşayan, Sami ırkından, denizci bir millet. M.Ö. 814 yılında Kuzey Afrika’da, daha sonra bir imparatorluğa dönüşecek olan Kartaca‘yı kuruyorlar. M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Sicilya’da önemli liman şehirleri kurmaya başlıyorlar. Günümüzün şehirlerinden Palermo (Panormos) ve Mozia (Motya) bunlardan bazıları. Palermo’da gezerken Fenikelilerin izlerine rastlamak mümkün. Antik Yunanlılar (bundan sonra Grekler olarak söz edeceğim) M.Ö. 800lerden itibaren doğu Sicilyaya gelmeye başladıklarında Fenikeliler adanın batı tarafında yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum, kendi soylarından ama daha agresif olan Kartacalıların M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, yavaş yavaş Fenikelilerin kurdukları şehirleri ele geçiremelerine kadar devam ediyor.

Palermo’daki Palazzo dei Normanni’nin (Kraliyet Sarayı) bodrumunda ortaya çıkarılan Fenikelilerden kalma kalıntılar

Grekler M.Ö. 735 yılından itibaren Sicilya’da koloniler kurmaya başlıyorlar. Bunlardan ilki, Taormina‘nın alt tarafındaki Naxos. Daha sonra batıya doğru yayılmaya başlıyorlar. Günümüzün Selinunte şehri batı Sicilya’daki bu erken Grek kolonilerinden birisi. Çeşitli kaynaklarda belirtildiğine göre, Sicilya’ya gelen Grekler, Troia Savaşı‘ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’daki site devletlerinden gelen insanlar. M.Ö. 500-280 arasında, Sicilya’daki Grek site devletlerinden Syracusae, günümüzün Siracusa‘sı, adanın en güçlü devleti haline geliyor. O kadar ki, Atina‘ya bile kafa tutmaya başlıyor. Siracusalı diktatör Dionysius I zamanında, M.Ö. 413 yılında, Atina ile yapılan deniz savaşında Atina kalıcı olarak yeniliyor. Bu sırada, Kartacalılar doğuda, Grekler batıda olmak üzere ada bölüşülüyor. Adanın yerli halkı da bu iki ana grubun içinde yavaş yavaş asimile oluyor. Greklerin Sicilya’ya en önemli katkılarından biri adaya zeytin ağacını ve şarap yapmak için üzümü getirmeleri sayılıyor.

Sicilya’ya gitmeden önce, bildiğimiz tüm Antik Yunanlı ünlülerin Yunanistan veya Anadolu topraklarında yaşadığını düşünmüşümdür. Oysa bu gezide, örneğin Archimedes‘in (Arşimet) (M.Ö. 287- 212) Siracusalı olduğunu öğrendim. Antik Çağ’ın büyük bilim insanı Archimedes yaptığı icatlarla Siracusa’ya büyük katkılarda bulunmuş. Kendisinden sonra yaşayan bilim insanlarının yazdığına göre, şehir Romalılar tarafından M.Ö. 213-211 arasında kuşatıldığı zaman, Archimedes büyük aynalar ve büyüteçler kullanarak düşman gemilerini yakmış. Buna karşın, Romalılar M.Ö. 211 yılında şehri ele geçirmeyi başarınca, Archimedes bir Romalı asker tarafından öldürülmüş.

Sicilya’da Greklerin hakimiyetine Romalılar son veriyor. Oysa, Greklerin genel olarak medeniyetleri en yüksek düzeyde iken, Romalılar oldukça ilkel şartlarda yaşıyorlar. Zamanla gelişerek, büyüdükçe Sicilya’ya da göz dikiyorlar ve önce Kartacalıları sonra Grekleri yenerek, burayı ilk eyaletleri haline getiriyorlar. Ancak halk, yaygın olarak Grekçe konuşmaya devam ediyor. Bu durum Orta Çağ’a kadar sürüyor. Romalılarda da elit sınıf Grekçe konuştuğu için bu yönetimsel olarak bir sorun yaratmıyor. Romalıların Sicilya’ya çok fazla bir katkısı olmadığı söyleniyor. Burayı daima gereksinim duydukları buğdayın üretim merkezi olarak görüyorlar. Büyük üretim çiftlikleri (latifundiya ya da latifundium) kurarak kölelerle, büyük ölçekte buğday, zeytin yağı ve şarap üretimi yaptırıyorlar.

Roma İmparatorluğu’nun batıda dağılmasından sonra Sicilya önce Cermen kavimlerinden Vandallar (M.S. 476’ya kadar), daha sonra Ostrogotlar tarafından yağmalanıyor ve kontrol altına alınıyor. Bu durum, 535 yılında Bizanslıların adayı fethetmelerine kadar sürüyor. Ravenna ile ilgili yazımda, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olan Bizanslıların İtalya’ya geri dönüşlerini ve İstanbul’daki Aya Sofya‘yı yaptıran I. Justinianus‘un (482-565) orada da yaptırdığı sanat şahaserlerini yazmıştım. (Ravenna yazıma erişim için linki kullanabilirsiniz). Bizanslıların Sicilya’da hükümranlığı 300 yıl sürüyor ve burada da çok değerli sanat eserleri bırakıyorlar geriye.

Arapların, Sicilya’yı Bizanslılardan almadan uzun yıllar önce, adaya saldırılar düzenledikleri biliniyor. Bazı kaynaklar bunun, Hz Muhammet 632 yılında öldüktan 20 yıl sonra başladığını bile yazıyor. İlk seferlerin tarihi konusunda tartışmalar olsa da, saldırıların Arapların Kartaca’yı ele geçirdikten sonra arttığı ve 827 yılında tamamen zapt ettikleri biliniyor. Tunus üzerinden gelerek Sicilya’yı ele geçiren Arapların hükümranlığı 250 yıl devam ediyor. Ancak, adanın kültürü ve yaşamı üzerine etkileri günümüze kadar geliyor. Araplar Normanlar tarafından Sicilya’dan gönderildikten 200 yıl sonrasına kadar Arapça kullanılmaya devam ediyor. Daha da ilginci, Norman sarayında Arapça saray dili olarak kullanılıyor.

Sicilyalıların günümüzde Araplara ve kültürlerine karşı olan tavırları bizimki gibi değil. Adanın doğusundakiler köklerinin Grekler olduğunu nasıl söylüyorlarsa, batı tarafındakiler de Arap kökenlerini aynı gururla söylüyorlar. Sadece onlardan kalan veya sonraki yüzyıllarda Arap mimarisinin etkisi ile yapılan başka eserleri ön plana çıkarmakla kalmıyorlar, örneğin gittiğiniz bir restoranda bir yemeği açıklarken, yemek isimlerinin Arapçadan geldiğini değişik bir gururla söylüyorlar. Palermo’da bazı sokak isimlerinin Latin harflerinin dışında, Arap ve İbrani harfleri ile de yazıldığını gördüm. Bunun böyle olduğunu bir kitapta okumuştum. Karşıma da çıkması güzel bir sürpriz oldu.

Palermo’da bir sokak tabelası

Arapların adanın ekonomisini çok önemli ölçüde değiştirdikleri belirtiliyor. Öncelikle, Roma ve Bizans döneminden kalan büyük arazileri bölüp, Kuzey Afrika’dan getirdikleri göçmenlere dağıtıyorlar. Bu göçmenler zamanla Sicilyalılarla karışıyor. Yerli halka dik yamaçlarda taraça yöntemi ile tarım yapmayı öğretiyorlar. Ayrıca Sicilya’da bugün bile kullanıldığı belirtilen sulama sistemleri geliştiriyorlar. Kendilerinden önce sadece tahıla dayanan tarımı çeşitlendirerek portakal, limon, nar, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türlerininin yetiştirilmesini başlatıyorlar.

Araplar Sicilya’da sadece 250 yıl kalmış olsalar da, bıraktıkları etki çok daha derin olmuş. Hala Sicilya’da bazı, şehir, köy, nehir ve soyadlarının Arapça kökenli olduğu, yüzyıllardır anlatılan masalların ve Sicilya’nın ünlü kukla tiyatrolarındaki bazı karakterlerin Arap folklöründe yer alanlarla aynı olduğu söyleniyor. Sonraki istilacılar, Arapların yaptığı gibi, kendi halklarını Sicilya’ya büyük göçlerle getirmemişler. Bu nedenle, Sicilyalılar o milletlerle aralarında bir kan bağı olduğunu düşünmezken, Grek kanı ile birlikte Arap kanı taşıdıklarına inanıyorlar. Araplar, sayıca daha fazla oldukları batı kesiminde bile bazı Grek yerleşim yerlerine otonomi verdikleri için, bu dönemde Grek kültürü de devam etmiş. Ayrıca, Yahudi grupların da Sicilya’ya yerleşmelerine izin verilmiş.

Sicilya’daki Arap yönetiminin varlığı hemen sona ermiyor. Adanın Normanlar tarafından tamamen ele geçirilmesi uzun bir mücadele ile oluyor. Kesin zaferden sonra bile, Sicilyalı Müslümanlar varlıklarını sürdürüyorlar. Sicilya’nın tamamen Hristiyanlaşması için birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekiyor. Sonunda, İtalya’nın Puglia bölgesindeki, Lucera‘ya sürülüyorlar. Burada da 75 yıl kadar Müslüman bir topluluk olarak kaldıktan sonra ya Hristiyan olmaları için zorlanıyor ya da köle olarak satılıyorlar.

Normanların Sicilya’yı ele geçirmeleri, o sıralarda adayı yöneten üç Arap emirden birinin diğer ikisini yok etmek için Norman lejyonerlerden yardım istemesi ile oluyor. Bu dönemde Normanlar, İtalya’nın güneyini kontrol altında tutuyorlar. İtalya’ya daha önce gelme nedenleri, Roma’ya yaptıkları hac seferiyken, daha sonra güney İtalya’da kalarak güçleniyorlar. Arap emirlerden birinin isteği üzerine, 1061 yılında Sicilya’ya çıkan Normanlar bir süre sonra kendileri için savaşmayı tercih ediyorlar ama, adanın tam kontrolünü ancak 1094 yılında ele geçirebiliyorlar. Sicilya’da gezerken, 1190 yılına kadar süren Norman dönemine ait eserlere de sıklıkla rastlayacaksınız.

1194 yılında Sicilya, Cermen Hohenstaufen hanedanına geçiyor. Son Norman kralının kızı bu hanedandan Svabya Dükü, VI. Henry ile evleniyor. VI. Henri aynı zamanda Papa tarafından Kutsal Roma İmparatoru yapılıyor ve Palermo’da taç giyiyor. 72 yıl süren bu Alman yönetiminden sonra, 1266 yılında, yine Papa tarafından Fransız Anjou hanedanına mensup bir asil, I. Charles olarak Sicilya kralı yapılıyor. Sicilyalıların Fransızlara tepkisi çok sert oluyor. Birkaç kere isyan çıkıyor. Sicilyalılar hiç hoşlanmadıkları Fransızlardan kurtulmak için Aragon kralı III. Peter’ı yardıma çağırıyorlar. Bunun sonucunda, 575 yıl sürecek olan İspanyol hakimiyeti başlıyor. 1713-1720 arasında Sicilya, güneydoğu Fransa ve kuzey İtalya’yı elinde bulunduran Savoy hanedanına geçiyor. Bu dönem kısa oluyor çünkü Sicilya, Avusturyalılarla Sardinya için takas ediliyor. 1734 yılında bir başka İspanyol hanedan, Bourbonlar (Fransız Bourbon hanedanının alt kolu), yönetimi alıyorlar. 1848’de Bourbonlara karşı bir ayaklanma olsa da bastırılıyor. Palermo ve Messina yönetim tarafından bombalanıyor.

Sicilya’nın Bourbonlardan kurtuluşu 1860-1861 yıllarında, İtalya’yı kuzeyden başlayarak birleştiren General Giuseppe Garibaldi (1807-1882) sayesinde oluyor. 1861’de yapılan bir oylama ile Sicilyalılar İtalya ile birleşmek istediklerini ifade ediyorlar. Garibaldi birleşmiş İtalya’nın yönetimini, Savoy hanedanının başındaki Vittorio Emanuele II‘ye verince, Sicilya İtalya’nın bir parçası haline geliyor. Ancak, tarihte hiç bağımsız olmamış olan Sicilya’da isyanlar çıkmaya devam ediyor. Uzun bir mücadelenin sonunda, 1946 yılında Sicilya İtalya’nın beş özerk bölgesinden biri yapılıyor.

Sicilya’nın hem renkli hem de biraz karışık tarihini, fazla ayrıntya girmemeye özen göstererek, sizin için özetlemeye çalıştım. Sicilya’nın gerçekten tadına varabilmek için az da olsa bu tarihi bilmek gerektiğini düşünüyorum. Bir sonraki yazımdan başlayarak size gittiğimiz yerleri de tanıtmaya çalışacağım. Hatırlarsanız, Catania’dan Cefalù’ya doğru yola çıkmıştık…