Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.
Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.
Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.
Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.
Geçen sene yaptığımız 17 günlük Sicilya gezisi sırasında gittiğimiz yerlerle ilgili paylaşımlarımı, Villa Romana del Casale ile ilgili bir önceki yazım ile tamamlamıştım. (Okumamış olanlar, her zaman olduğu gibi, link aracılığıyla söz konusu yazıma erişim sağlayabilirler). Yazımın sonunda, özellikle yeme-içme konusuna ağırlık veren kısa bir kapanış yazısı da yazacağımı belirtmiştim. İşte o yazı…
Bundan 10-15 yıl önce, Sicilya’ya gitmek çoğumuz için hala bir bilinmeze doğru gitmek hissi uyandırırdı. Sanırım bu konuda, başta Francis Ford Coppola‘nın ünlü Godfather (Baba) filmi olmak üzere, gördüğümüz Mafya filmlerinin etkisi büyüktü. Yıllar içinde, hem Sicilya’da çetelere karşı (zaman zaman bedeli ağır olan) kararlı bir mücadele yapıldı hem de büyük yatırım projeleri ile desteklenen bir kalkınma hareketi yaşandı. Artık çevremizde Sicilya’ya gidenlerin ya da gitmeyi düşünenlerin sayısı arttı.
Konu Sicilya’ya gitmek olunca, sorulması gereken soruların başında adada nerelere gitmeli ile başlamak gerekli kanımca. Bu blogda her zaman vurguladığım gibi, böylesi kararlar son derece kişiseldir. İlgi alanlarınıza, neyi sevip sevmediğinize, ne kadar zaman ayırabileceğinize ve şüphesiz bütçenize bağlı olarak düşünülmesi gereken bir konudur bu. Biz, en baştan beri adanın çevresinde aşağı yukarı bir tam tur yapmaya karar vermiştik. Ayrıca, arkeoloji ve antik şehirlere meraklı olduğumuz için, başta popüler antik ören yerleri olmak üzere, mümkün oldukça yolumuzun üstündeki daha az bilinen yerlere de gittik. Bunların bazıları turların genel rotalarının dışında yerlerdi. Buna karşın, son derece zengin tarihi olan Sicilya’daki arkeolojik alanların çok azını görebildiğimizi düşünüyorum. Zira, sadece adanın kendisinde değil, çevresindeki küçük adalarda bile birçok antik alan olduğunu biliyorum.
Yukarıda belirttiğim gibi, Sicilya’nın çok zengin bir tarihi var. Tıpkı Anadolu gibi, Sicilya’yı da birçok uygarlık vatan bilmiş. Gitmeden önce, bu konuda kısa bir bilgi sunmaya çalıştığım Sicilya’da İki Hafta (1)başlıklı ilk yazımı okumanızı öneririm. Adanın turizm açısından en popüler yerleri, tarihsel olarak Antik Yunan (Grek) bölgeleri olan doğu tarafında. Bunların başında, bildiğiniz gibi, Taormina, Siracusa, Catania var. Ben de buraları çok beğendim. Ancak kanımca, ağırlıklı olarak hala Arap kültürü etkisi taşıyan batı tarafını ya da en azından Palermo‘yu görmeden Sicilya’nın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Palermo’yu veya Cefalù‘yu merkez yaparak batı tarafında bizim de gittiğimiz pek çok yere gidebilirsiniz. Sadece doğu bölgesinde kalmayı düşünürseniz, tam olarak Palermo gibi olmasa da, Catania da büyük bir şehir olarak size Sicilya’nın çok turistik olmayan yönleri hakkında da bir fikir verecektir. Taormina ya da Siracusa’da kalırken, sadece bu güzel şehirleri değil, çevredeki Val di Noto(Barok Vadisi) şehirlerinden bazılarını, arkeoloji merakınız çok fazla olmasa da Villa Romana del Casale’yi görmenizi öneririm. Bence, Sicilya’yı bağımsız ve bizim yaptığımız gibi detaylı gezmek için araba kiralamak gerekli. Bu konuda da öneri ve uyarılarımı serinin ilk yazısında bulacaksınız. Yine park yerleri, yollar, benzin, kaza olması durumu ve benzeri konulardan da daha önce, yaşadıklarımıza dayanarak, bilgiler vermiştim.
Sicilya’nın çok zengin bir mutfağı var. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm milletlerden bir şeyler almışlar ve bunları da belirtmekten çekinmiyorlar. Özellikle adanın batı tarafında, mimaride olduğu gibi, mutfaklarında da Arap etkisini çekinmeden, hatta bir tür gururla belirtiyorlar. Araplar, 250 yıllık hükümranlıkları boyunca, gastronomi açısından Sicilya’ya çok katkıda bulunmuşlar. Onların adaya getirdiği Şam fıstığını Sicilyalılar halen mutfaklarında, sadece tatlı ve dondurmalarda değil, sıcak tabaklarda da çok güzel bir şekilde kullanıyorlar. Bunun yanında, nar da Arapların buraya getirdiği bir meyve. Diğerleri, portakal, limon, şeftali, pamuk, patlıcan ve kayısı. Zeytin ve şarap yapmak için üzüm Sicilya’ya Grekler tarafından getiriliyor. Araplar, var olan zeytin türlerini çeşitlendiriyorlar. Ayrıca, bağcılığa da önem veriyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, deniz ürünleri çok güzel. Dondurma ve tatlılar ise, gerek çeşit gerek lezzet olarak müthiş.
Gezdiklerimiz, gördüklerimiz dışında, Sicilya bizim için yeme-içme açısından da unutamayacağımız bir deneyim oldu. İki yer dışında, yemek yediğimiz yerlerden çok memnun kaldık. Daha hesaplı ve mütevazi yerlerden tutun da oldukça pahalı restoranlara kadar her gittiğimiz yerde çok lezzetli yemekler yedik. Geçtiğimiz yıl Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran vardı. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlardı. Farklı şehirlerde olmak üzere, biz bunların arasından 5 tanesinde yemek yedik ve çok memnun kaldık. Bildiğiniz gibi, Michelin yıldızları veya sıralaması restoranlara bir yıllık bir süre için veriliyor. Bir yıl sonra, kimliklerini açıklamayan hakemler tarafından işletmeler tekrar ziyaret edilip değerlendiriliyorlar. Bu konuda titiz iseniz, gitmeden önce Michelin’in web sitesinden bu restoranların son statülerini kontrol edebilirsiniz.
Restoranlarda genelde başlangıç (antipasti) tabakları epeyce değişik ve zengin. Sebze olarak, patlıcan oldukça yaygın ve çok güzel bir şekilde kullanılıyor. Patlıcan sevdiğim için, özellikle, patlıcan ile yapılan, involtini di melanzanebenim favorimdi. Bir tür sarma olan involtini, farklı sebzelerle olduğu gibi, et ya da balık ile de yapılabiliyor. Hangi malzemeden yapılıyorsa, içindeki dolgu (Şam fıstığı, başka sebzeler, peynir, mantar ve benzeri olabilir) o malzeme ile sarılıyor. Deniz ürünleri ile yapılan involtini’ler arasında birkaç kez yediğimiz kılıç balığı (pesce spada) sarma çok lezzetli. Deniz ürünlerinden ahtapot (polpo), midye (cozze), karides (gamberetto), deniz kestanesi (riccio di mare), çipura (orato) ve levrek (branzino) yaygın olarak kullanılıyor. Bir de tabii, aslında başlangıç olan ama, benim gibi sevenler için ana yemek de olabilen arancinivar. İstanbul‘da da arancini’yi iyi yapabilen az sayıda İtalyan restoranı var ama Sicilya’dakiler başka. Adanın batısında da (Palermo, Trapani), doğusunda da (Catania, Siracusa) arancini’nin ana vatanı olduğunu iddia eden şehirler var. Ancak, herkesin kabul ettiği gerçek, bu lezzetli yiyeceğin 10. yüzyılda Araplar tarafından icat edildiği.
Birinci tabaklar arasında elbette hamur işleri (pasta) var. Aslen Catania’ya özgü olan pasta alla Normabunların arasında en meşhuru. Adını, Vincenzo Bellini‘nin Normaoperasından alan bu tabak, değişik makarna türleri ile yapılabiliyor. Onu özel kılan, domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen ile yapılan sosu. Bunların dışında elbette pizzalar bol miktarda var. Sicilya’ya özgü olan sfincione, kalın bir pizza.
Sicilya’da ana yemek konusunda oldukça zengin bir seçenek yelpazesi var. Sadece zengin deniz ürünleri kaynağına dayananlar değil, kuzu, keçi ve at etine uzanan özel yemekler var. (Bazı bölgelerde av etlerinin de ünlü olduğunu okudum). Bunların her birinin yanında lezzetli sebze garnitürleri oluyor.
Tatlı konusu başlı başına ayrı bir konu çünkü, Sicilya’da tatlılar da çok güzel. Sicilyalılar, bu konuda da başarılı olmalarını Araplara, onların çeşit çeşit şerbetlerine ve meyve temelli tatlılarına dayandırıyorlar. Bunlar özellikle meyveli jöleler, sorbeler, cassata Sicilianaolarak adlandırılan ve içinde badem ezmesi ve meyve kabukları olan süngerimsi kekler ve üstleri meyvalı şekerleme ile kaplı küçük badem ezmeleri olarak karşınıza çıkıyor. Sicilya tatlı mutfağında genel olarak tatlı ile tuzlunun, narenciye ile peynirin ve kurutulmuş meyvelerle bademin karışımı çok lezzetli ve başarılı bir şekilde yapılıyor. Bir de tabii, başlı başına ayrı bir lezzet olan cannolivar ki, anlatmak yetmez… Ricotta peyniri, şekerleme yapılmış meyve ve şam fıstığı ile kremamsı bir hale getirilmiş iç malzemesi, tüp şeklinde ve kızartılmış hamurun içine dolduruluyor ve üstüne pudra şekeri serpiliyor. Yaygın görüşe göre, cannoli de Sicilya’daki Emevi Arapların döneminde (827-1091 yılları arasında), Caltanisetta‘da icat edilmiş. Adanın her yerinde yiyebilirsiniz. Yediğimiz bazı bar ve kafelerde gözlemlediğime göre, hamur kısmını ve dolgusunu ayrı ayrı tutuyorlar ve servis etmeden hemen önce içlerini dolduruyorlar. Dışının sürekli çıtır çıtır olmasını bu şekilde sağlıyorlar sanırım. Sicilya’da dondurmalar da çok güzeldi. Dondurma sevenler için lezzetli seçenekler var. Sıcak havalarda granitada denemek isteyebilirsiniz. İtalya’da da yazın sıklıkla rastalayabileceğiniz granita, şeker, su ve taze meyve şurupları ile yapılıyor. Özellikle Catania, Messinave daha sonra Palermo granita’nın orijinal yeri olma konusunda iddialılar. Tarihsel olarak yine Orta Çağ’daki Arap dönemi sırasında, Etna Yanardağı‘nın karları ile yapıldığı görüşü yaygın. Ana kara İtalya’sında ise, Romalıların dağlardaki karlarla granita’yı keşfettikleri görüşü de yok değil. Ancak genel kabul, granita’nın Sicilya’ya özgü olduğu yönünde.
Yazımın bundan sonraki bölümünde, kaldığımız veya gittiğimiz yerlerdeki oteller, restoranlar, yemekler ve şaraplar hakkındaki bilgileri kısaca tekrarlayacağım. Üzüm ve şarap konusu da Sicilya’da son derece çeşitli ve zengin. Meraklıların gitmeden önce bu konuda biraz çalışmalarını öneririm.
CEFALÙ
Konaklama:
Cefalù’da İsviçreli Hapimagşirketine ait tesiste kaldık. Bu şirket, Bodrum’daki Sea Gardentatil köyü ve otelinin de sahibi. Kalabilmek için üye olmak gerekiyor. Eğer üyeliğiniz varsa, burada kalabilir ve bazı şehirler için üs olarak kullanabilirsiniz. Biz Cefalù’dan günü birlik gidip gelerek Palermo, Monreale, SegestaveCastellammare del Golfo‘ya gittik. Eğer Hapimag üyeliğiniz yoksa, Cefalù ve Palermo’da kalacak yer konusunda çok seçenek var. Sizin için bir seçenek de, Palermo’da kalarak Cefalù ve diğer saydığım yerlere günübirlik gitmek olabilir. Sicilya’da nerede olursa olsun, eğer araba kiraladıysanız, kalacağınız yerin ücretli veya ücretsiz otoparkı olmasına dikkat edin. Özellikle bazı yerlerde otopark ciddi sorun yaratabilir.
Restoran, Yemekler, İçki:
Cortile Pepe (Michelin)
Bir aile işletmesi olan bu restoranda yediğimiz kabak yaprağından involtini çok güzeldi. Pesto ve Şam fıstığı sosluspaccatellede lezzetliydi.
Şarap olarak yemekte, adanın kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümündenMalvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.
Triscele
Yediklerimizi not etmemişim ama, çok memnun kaldık. Onun için önerebilirim. Duomo bölgesine biraz uzak ve çevrede araba park etmek zor. O nedenle, daha önce Cefalù ile ilgili bölümde önerdiğim, sahildeki otoparka arabanızı bırakıp yürümenizi öneririm.
Şarap olarak, Trapani kırsal bölgesindeki Firriatoşaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet SauvignonveMerlotüzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015şarabını içtik.
Cefalù’da ayrıca, Piazza Marina‘daki dondurmacı da önerebileceğim yerlerden.
PALERMO
Restoran, Yemekler, İçki:
Osteria dei Vespri (Michelin)
Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleriaadasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria(yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.
Bar del Centro di Zama Giuseppe
Çok merkezi bir konumda olan bu yere tesadüfen oturduk. Fazla iddialı görünmeyen bu işletmeden çok memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok güzeldi. Yanında, Sicilya biralarından Birra Messinaiçtik. Sicilya biraları da denemeye değer.
MONREALE
Restoran, Yemekler, İçki:
Mirto Giovanni
Adını sonradan öğrendiğim, katedralin önündeki meydanda, köşede olan bu bar, Sicilya’da memnun kalmadığımız iki yerden biri oldu. Pizza idare ederdi ama arancini berbattı. Bir şeyler içmek için oturulabilir ama self-servis olan mekanda o da bir mesele çünkü yerel halk sürekli önünüze geçiyor.
CASTELLAMMARE DEL GOLFO
Restoran, Yemekler, İçki:
La Cambusa
Yemekleri kaliteli, buna karşın oldukça ucuz bir restoran. Buranın klasikleşmiş yemeklerindencouscous di pesce (balık kuskusu) ve involtini di pesce spada(kılıç balığı sarma) çok güzeldi. Yalnız, porsiyonlara dikkat edin çünkü epeyce büyük.
O akşam, deniz ürünleriyle, beyaz şarap içtik. Şarabımız, Marsala’nın 12 km uzağında yer alanMarco de Bartoli şaraphanesinin %100Zibibboüzümünden yapılmışPietranera 2021idi.
Castellammare del Golfo ile ilgili yazımda, oraya ertesi gün, Trapani ve Erice‘ye giderken, tekrar uğradığımızı yazmıştım. Bir gece önceki fırtınadan sonra, Castellammare del Golfo’yu pırıl pırıl bir güneşin altında görmek çok güzeldi. Bu kez güzel havanın tadını sahildeki salaş bir mekanda çıkarmıştık. Mekanın adını belirten herhangi bir tabela yoktu. O nedenle adını yazamayacağım ama, sahilde, Via Don Leonardo Zangara‘nın üzerindeydi. Basit ve iddiasız menüden karışık peynir ve şarküteri tabakları seçtik ve birMessina birası olanBirra Dello Stretto non-filtrata içtik. Pek keyifli idi.
AGRIGENTO
Konaklama:
Agrigento’da çok memnun kaldığımız bir Oda-Kahvaltı işletmesinde kaldık. Adı, Dimora dei Templi idi. Küçük ama gayet organize ve temiz bir yerdi. Üstelik, Tapınaklar Vadisi‘ne de yakındı. Odamızdan tapınaklardan ikisinin görülebiliyor olması da ayrı bir hoşluktu.
Restoran, Yemekler, İçki:
La Terrazza degli Dei (Michelin)
Beş yıldızlı otel Villa Athena‘nın restoranı. Agrigento’daki en güzel iki tapınağın (Concordiave Juno) manzarası onu en az yemekleri kadar özel yapıyor. Romantik bir ortamda, lezzetli yemekleri ve mükemmel servisi ile hep hatırlayacağım bir gece olacak.
Yemekte, Donnafugataşaraphanesinin adanın güney batısında ekilenNero d’Avola, Petit Verdot, Syrahüzümlerinden ürettiğiMille e una Notte(Bin Bir Gece)2015şarabını içtik. Yemek sonrası, tatlı ile yine Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından içtik.
Bu noktada, öğlen oturduğumuz bir yerde içtiğimiz bir birayı da önermek istiyorum. Yukarıda, şarapların yanında, Sicilya biralarını da denemenizi önermiştim. Tİ-Mİ-Lİ, filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira. Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretiliyormuş.
MESSINA
Konaklama:
Hotel Royal Palace, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş bir otel ama temiz. Ayrıca, Messina’da görülecek yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde.
Restoran, Yemekler, İçki:
Ristorante I Ruggeri
Akşam yemeği yediğimizbu restoran, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Messina’da zaten özellikle deniz ürünleri yemeniz öneriliyor. Yemekler lezzetli idi.Şarap olarak, Tasca d’Almeritaailesine ait, Salinaadasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilenMalvasia di Lipariüzümünden üretilmişDidyme 2021şarabını içtik.
TAORMINA
Konaklama:
Villa Paradisokonum, hizmet ve oda kalitesi açısından son derece memnun kaldığımız bir otel oldu. Ayrıca, yakınında anlaşmalı bir otoparkı olması da Taormina için çok önemli.
Restoran, Yemekler, İçki:
La Napoletana
Sicilya’da yemeklerinden memnun kalmadığımız iki yerden birisi. Trip Advisor’da çok methedilen bir yerdi ancak, hayatımızda yediğimiz en kötü pizza idi diyebilirim. Pişmemiş olmasının nedeni, biz gittiğimizde aşırı kalabalık olmasından dolayı olabilir.
Cinque Archi (Michelin)
Taormina’da Michelin listesinde olan bir mekan ancak, biz burada yemek yemedik. Yemek sonrasında kafesinde oturduk. Her zaman hareketli olan Piazza IX Aprile‘de bir şeyler içmek ve etrafı seyretmek için güzel bir kafe.
Otto Geleng(Michelin)
Grand Hotel Timeo‘nun Michelin yıldızlı efsanevi restoranı Otto Geleng, yemekleri ve atmosferi ile gerçek birfine diningdeneyimi sunuyor. Özel bir kutlama veya anılarda özel bir yeri olmasını istediğiniz bir akşam için ideal bir yer. Executive ŞefRoberto Toro‘nun yarattığı tabakların her biri çok rafine ve lezzetliydi.
Yemekte, daha önce de içtiğimiz, Donnafugata’nın Mille e una Notte(Bin Bir Gece) 2016şarabını içtik. Tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabını içtik.
CATANIA
Konaklama:
Doluluk nedeniyle iki gece iki ayrı otelde kaldık. ÖnceKatane Palace Hotel‘de, sonra Mercure Catania Excelsior‘de kaldık. İki oteli de seçme nedenimiz otoparklarının olması ve görmek istediğimiz yerlere yürüme mesafesinde olmalarıydı.
Restoran, Yemekler, İçki:
Al Vicolo
Akşam yemeği için gittiğimiz bu restoran pizza ve benzeri yemekleri ile şarküteri ürünleri iyi olan bir yer. Yediğimiz iki çeşit focaccia lezzetliydi. Yemekle, Eliosşaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016şarabını içtik. Bu şaraphanenin bağları Palermo yakınlarında imiş. OrganikNero d’Avaloüzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyormuş.
Trattoria del Cavaliere
İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de yedik. Buranın at eti ile hazırlanan bir yemeği ünlüymüş ama biz, rigatoni alla Normayedik. Catania’ya gelip de alla Normasoslu bir şey yemesek olmazdı. Daha ayrıntılı bilgi için Catania ile ilgili yazıma bakabilirsiniz. Çok lezzetliydi. Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalıTartufo Classicoda çok güzeldi.
İki restoranda da, masaların büyük bölümünde Catanialıların olduğunu belirtmeliyim. Bir restorana yerel insanların da gitmesi her zaman iyi bir işarettir.
SIRACUSA
Konaklama:
Grand Hotel Ortigia‘dan çok memnun kaldık. Konum, servis kalitesi, otopark, her yönden mükemmeldi.
Restoran, Yemekler, İçki:
Al Forte Campana Ristorante Pizzeria
Otelin yakınındaki bir ara sokakta rastladığımız bu küçük restoranda yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Özellikle, yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi.
Yemekte, Al-Cantaraşaraphanesinin Güney Sicilya IGP UToccu Pinot Neroşarabını içtik.
Regina Lucia (Michelin)
Duomo Meydanı’nda, çok memnun kaldığımız bir restoran. Yemekler, Siracusa ile ilgili yazımda belirttiğim gibi çok değişik ve lezzetliydi. Hem aydınlatılmış Duomo ve meydanın genel ambiyansı hem de restoranın yarattığı hava çok güzeldi.
Şarap olarak burada, daha önce La Cambusa’da içtiğimiz beyaz Pietranera DOC 2021 içtik.
La Volpe e l’Uva
Duomo Meydanı’nda bir başka restoran. Pizza ve pasta da var, deniz ürünleri ve balık da. Lezzetli ama Regina Lucia’nın yemekleri kadar etkileyici değildi.
Burada, Duca di Salaparutaşaraphanesinin%100Nero d’Avolaüzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.
Son olarak, iyi şarap içmeye meraklıysanız, Sicilya’ya gitmeden buraya özgü üzümler ve şaraplar hakkında bir ön araştırma yapmanızı öneririm. Sicilya’da her bölgenin farklı tatlar sunan, kendine özgü üzümleri ve şarapları var. Örneğin, Etna Yanardağı bölgesinin şaraplarının, Sicilyalıların kendi ifadesi ile, “mineralimsi” bir tadı var. Ancak, restoranlarda çoğunlukla adanın değişik bölgelerinin şaraplarını bulmak mümkün. Maceraperest olmak ve bilmeden denemek de bir yöntem tabii ki. Ama, kısıtlı zamanda vakit kaybetmemek için kısa bir araştırma yapılabilir. İyi restoranlara gitmeden (hatta yolculuğa çıkmadan) önce rezervasyon yapmak iyi olur.
Yemek konusunda olduğu gibi, şarap konusunda da herkesin damak zevki elbette farklıdır. Yine de, araştırmalarınızda belki bir ipucu olabilir ümidiyle, aşağıda bizim içtiğimiz şarapları beş üzerinden beğenme derecemize göre sıraladım.
Başka yolculuklarda, başka şehirlerde ve kıtalarda buluşmak dileğiyle…
Siracusa‘da kaldığımız günlerden birini, son yıllarda sosyal medyada epeyce meşhur olan Villa Romana del Casale‘ye ayırdık. Bu isim size hemen bir şey ifade etmeyebilir ama, bu tarihi yapıda bulunan bir mozaiğe atıfta bulunmak için kullanılan “Romalı bikinili kızlar” ifadesi size bir çağırışım yapacaktır. Villa Romana’ya Catania‘dan da, Siracusa’dan da gitmeniz mümkün. Aslında, Catania’dan gitmek yarım saat kadar daha kısa sürüyor. Ama biz yine de, Siracusa’dan gitmek üzere plan yapmıştık. Gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı, zorunlu nedenlerle bizim Villa Romana del Casale’ye gitmeden önce tekrar Catania’ya gitmemiz gerekti. Siracusa’ya gelmeden önce, Modica yakınlarında lastiğimizin patlamasını ve iki hayırsever Sicilyalının nasıl yardım ettiğini daha önce yazmıştım. (Bu yazıya erişim için linki kullanabilirsiniz). Takılan stepne bizi saatlerce çekici beklemekten kurtarmıştı. Ancak, stepnenin normal boyutlarda olmaması hem belli bir hızın üstünde gitmemizi engelliyor hem de can güvenliği açısından risk yaratıyordu. Arabayı değiştirmek en akıllıca çözümdü ama, Siracusa’daki Avis’in elinde uygun araç yoktu. Mecburen Catania havaalanında, iki hafta önce aracı ilk kiraladığımız Avis’e gitmek zorunda kaldık. Neyse ki, Catania’daki Avis görevlisi hem çok iyi İngilizce konuşuyordu hem de çok hızlı ve pratik bir insandı. Kısa zamanda işimizi halettik ve yeni araba ile yola koyulduk.
Tüm bu işleri yapmak doğal olarak bizden epeyce zaman çaldı. O nedenle, daha önce o gün gitmeye karar verdiğimiz Enna, Aidone ve Piazza Armerina‘yı gezmekten vazgeçtik. Zaman kalırsa, belki en son Caltagirone‘yi de sıkıştırabiliriz diye düşündük. Yine çok güzel, ne çok sıcak ne serin bir gündü. Gökyüzü masmavi, güneş pırıl pırıldı. Yolun iki yanında verimli tarım arazileri, zeytinlikler ve bahçeler vardı. Bir de çok geniş kaktüs tarlaları. Evet, düzenli aralıklarla dikilmiş, sıra sıra kaktüsler. Sicilya’da ve İtalya’da kaktüslerin meyvasının sevildiğini ve yendiğini biliyordum ama hiç böyle özel olarak dikildiklerini görmemiştim. Kaktüsün üzerinde, bir uzantı gibi, yumru şeklinde oluşan bu meyvanın buruk, değişik bir tadı var. Mayhoş tatlardan hoşlananlar sevebilir. Annem çok severdi mesela. Göz alabildiğine uzanan bu kaktüs tarlalarının fotoğrafını çekebilmeyi çok isterdim ama ne yazık ki, yolda duracak uygun bir yer bulamadık.
Villa Romana del Casale’ye gitmek için, Piazza Armerina’ya gitmeniz gerekiyor. Piazza meydan anlamına geldiği için, gitmeden önce burayı gözümde canlandırmakta zorlandım. Okuduklarıma göre, bir yerleşim yeri idi. Öte yandan, bir yerleşim yerinin adının “meydan” olması da bana epeyce tuhaf geldi. Gittiğimizde gördük ki, burası gerçekten de hiç de küçük olmayan bir yer. Katedrali, müzeleri ve sarayları ile dört başı mamur küçük bir şehir. Önceleri adı sadece, Latince’den gelen, Piazza imiş. 1862 yılında Armerina adı eklenmiş. Romalılar döneminde tarihinin en parlak dönemini yaşamış. Bir dönem bölgenin toplanma ve ticaret merkezi olduğu için bu ismi almış olabilir. Romalılardan kalan eserlerin arasında en önemlisi, hiç şüphesiz, tarih ve arkeoloji meraklılarının akın ettiği Villa Romana del Casale. Piazza Armerina’dan buraya ağaçlıklı bir yolda beş kilometre gittikten sonra varıyorsunuz.
1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan Villa Romana del Casale, M.S. 4. yüzyılda yapılmış. Ancak, yapının temelinin altında ortaya çıkan buluntulara dayanarak, burada daha önce, M.Ö. 1. ile 3. yüzyıllar arasında yapılmış bir başka villa olduğu da saptanmış. Mangone Dağı‘nın eteklerindeki bu ilk villanın üzerine daha sonra, 4. yüzyılda bu etkileyici yapı inşa edilmiş.
Villanın kime ait olduğu konusunda uzmanlar arasında iki farklı görüş var. İlkine göre burası, bir Romalı aristokrat senatöre ya da Romanın adadaki valisine ait olabilir. İkinci görüşe göre ise, villa doğrudan bir imparatorluk emri ile yapılmış. Hangi görüş kabul görürse görsün, Afrikalı mozaik ustalarının eseri olduğu düşünülen eşsiz mozaikler üst düzey bir zenginlik ve ihtişama işaret ediyorlar. Dev kamusal alanlar, kişisel salon ve odalar ile halka da açık olduğu anlaşılan büyük bir hamam bu döneme ait. Bizans ve erken Orta Çağ dönemlerinde (5. ile 8. yüzyıllar arasında), ilk yapının üzerine bir yerleşim yeri yapılmış ve etrafı sur ile çevrilerek tahkim edilmiş. Bu dönemde, hamam bölümünün soğukluk kısmı (frigidarium) bir Hristiyan ibadethanesine dönüştürülmüş. Arap-Norman dönemine (9. ile 13. yüzyıllar arasında) gelindiğinde Villa Romana del Casale büyük bir Orta Çağ yerleşkesinin (günümüzde Piazza Armerina) parçası haline gelmiş. 12. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir çökme geçiren villa, 13. yüzyılda terk edilmiş. 14. yüzyılda, villanın bulunduğu yerde Casale adı verilen yeni bir köyün kurulması ile beraber burada tekrar bir canlanma başlamışsa da, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan seller nedeniyle göçler olmuş ve yapı zamanla toprak altında kalmış. Giderek unutulan bu muhteşem yapı, 19. yüzyılda yabancı gezginlerin ve bilim insanlarının merakını uyandırmaya başlamış. Bu arada, define avcıları ve işin ehli olmayan kazıcılar nedeniyle tahribatlar da olmuş. İlk olarak 1820 yılında, Sabatino del Muto tarafından Sicilya’daki Britanya Konsolosu adına düzgün bir kazı yapılmış ve kalıntılarla beraber mozaiklerin önemli bir bölümü toprak altından çıkarılmış. 20. yüzyıl boyunca da yapılan düzenli kazılarla Villa Romana del Casale zaman içinde günümüzde gezilebilen haline gelmiş.
Kısaca tarihini anlatmaya çalıştığım Villa Romana del Casale’de ilk olarak büyük hamam bölümü sizi karşılıyor. Biz henüz burayı gezerken, büyük bir turist grubu geldi ve villa kısmına bizden önce girdi. Endişelenecek bir şey yok diye düşündüm. Ancak, sonradan içeride bu durum gerçekten can sıkıcı oldu. Mozaiklere zarar vermemek amacıyla, tüm villanın içini dolaşan, tahtadan ve yüksekte bir yürüme yolu yapılmış. İçeriyi bu yolu izleyerek geziyorsunuz. Tur rehberinin aşırı uzun ve detaylı anlatımlarına bir de grubun tüm yürüyüş yolunu kaplaması eklenince, her salonda bırakın ağız tadıyla mozaiklere bakmayı, şöyle birkaç kare fotoğraf çekebilmek bile imkansız oldu. Sonunda, dayanamadık ve tur rehberini kibarca uyardık. Kadının tepkisi soğuk ama profesyonelce oldu, öne geçebileceğimizi söyledi. Tam geçerken, yaş ortalaması epeyce yüksek olan gruptan bir adam terbiyesizce küfür etti. Ortam gerildi. Bir iki karşılıklı atışmadan sonra, biz öne geçtik ve daha rahat gezmeye başladık. Villanın içinde oldukça ayrıntılı, tatmin edici açıklama tabelaları var.
Yukarıda belirttiğim gibi, villanın hamam bölümü halkın kullanımına da açık şekilde yapılmış. Bu nedenle hamama bir genel, bir de villadan, ev halkının kullandığı, özel bir giriş var. Ayrıca, hamamın, gymnasium, masaj odası, tuvalet, dinlenme bölümleri gibi, sadece ev sahibine özel kısımları da var. Evin genelindeki mozaikler, güzelliklerinin yanında, o mekanın ne amaçla kullanıldığı konusunda da birer ipucu görevi görüyorlar. Örneğin, masaj odasında vücuduna yağlarla masaj yapılan bir atlet, kilerde yiyecek, yatak odasında sevişen bir çift mozaikleri var.
Villanın kişisel alanları, çevresi revaklı dikdörtgen bir avlunun etrafında sıralanmış. Giriş yapılan ilk revaklı avlu ve antereden sonra bu bölüme ulaşıyorsunuz ve avluyu çepeçevre geziyorsunuz. Avlunun ortasında bir de havuz var. Tam karşıda ise, büyük bir bazilika bölümü var. Daha önce birkaç kez belirttiğim üzere, bazilika kelimesi, daha sonraki yaygın kullanımından ötürü, bir Hristiyan ibadethanesini çağrıştırsa da, aslında kökü Grekçe olan bir kelime. Romalılar tarafından belli tür yapılara bu isim verilmiş. Söz konusu yapıların özelliği, uzun ve sağlı sollu iki sıra sütun ile desteklenmiş olmaları. En sonda ise, yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) var. Sanırım böylesi bir yapıyı, bir ana nef ve iki yan nefi, karşıda da altarın bulunduğu apsisi olan bir kilise ya da katedral olarak kolayca gözünüzün önüne getirebildiniz. Ancak, bu planla inşa edilen bazilikalar Romalılar tarafından mahkeme salonu ya da büyük sivil toplantılar için yapılmışlar.
İnanılmaz ince bir işçilik ile yapılmış olan mozaiklerin, incelemek için insanın saatlerini alacak detayları var. Ancak, tabii ki bunun için yeterli vakit yok. Eminim, birkaç kere gidilirse, her seferinde farklı şeyler göze çarpacaktır. Burada size, etkileyici bulduğum, aynı zamanda villanın en çok ilgi gören salonlarından bazılarından söz edeceğim. Bunlardan ilki, hamam bölümündeki Salone del Circo. “İki Apsisli Salon” olarak da anılan bu salonun gymnasium (spor salonu) olduğu tahmin ediliyor. Yerdeki mozaikte bir quadriga (dört atın çektiği savaş arabası) yarışı var. Mozağin ortasındaki dikilitaştan dolayı buranın, Roma’daki Circus Maximus hipodromunun bir canlandırması olduğu düşünülüyor. Salon da zaten hipodromlara benzer tarzda, elips şeklinde. Mısır’dan getirilen bir obelisk olan bu dikilitaş Circus Maximus’a İmparator Augustus veya II. Constantius tarafından koydurulmuş. Hatırlarsanız, Sultanahmet’teki eski hipodrom alanının (Osmanlı dönemindeki At meydanı) ortasında da aynı şekilde Mısır’dan getirilmiş bir obelisk var.
Hamamdan villanın özel tarafına geçerken, ailenin kullanımı için yapılmış bir latrina, yani tuvalet var. Trapeze benzer bu bölümde duvar kenarında bir dizi tuvalet varmış. Tuvaletlerin altında, alanı çevreleyen duvar boyunca giden bir kanalizasyon sistemi var. Oturak kısımları, 1960’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında elden geçirilmiş. Tuvalet salonunun ortasındaki alanda da çeşitli hayvanların görüldüğü bir mozaik var.
Villanın ev kısmından hamama geçilen bir odadaki mozaikte, evin hanımını iki yanında birer sarışın çocuk ile yıkanmaya giderken görüyoruz. Bir görüşe göre bu çocuklar evin hanımının kendi çocukları. Diğer bir görüşe göre ise bunlar, hamama giden hanımlarına eşlik eden, Cermen ırkından iki köle. Sarışın figürlerin yanlarında görünen hizmetkarlar hamamda gerekecek eşyaları taşıyorlar.
Yine ilginç bir mozaiğin bulunduğu bir başka oda, “küçük av odası” olarak geçiyor. Oturma odası veya kışın kullanılan bir yemek odası olduğu tahmin edilen bu oda da adını mozaikte aktarılan sahnelerden alıyor. Tam ortadaki açık havada yenen bir yemek sahnesinin etrafında çeşitli av sahneleri var. Bu sahnelerin özellikle iki tanesi çok ilgi çekici. Sol altta, at üzerindeki iki avcı boynuzlu üç geyiği, iki ağaç kütüğüne gerdikleri ağa doğru kovalayarak, yakalamaya çalışıyorlar. Bu sahnenin üst tarafında ise, iki tane kuş avcısı görüyoruz. Ağacın yaprakları arasına saklanan avlarını görmeye çalışıyorlar. Omuzunda bir şahin olan avcılardan birisi, çok gerçekçi bir şekilde, daha iyi görebilmek için bir elini alnına götürerek, güneşe karşı siper yapıyor. Sağ alt köşede ise, bir yaban domuzu avı sahnesi var. Avcılardan biri domuzun saldırısı ile yaralanmış, yerde yatıyor. Bir başka avcı yaralının yardımına koşmuş. Bu sırada, yüksek bir yerden taş atan başka avcılar domuzu bir bataklık alana doğru gitmeye zorluyorlar. Kapana kısılan domuzun ayakları yavaş yavaş batıyor.
Villanın bu yazıda geçen salonlarının dışında, birçok değişik amaç için kullanılan ve servis odası olarak adlandırılan odası var. Platform aracılığı ile çizilen rotayı takip ederek, bana göre Villa Romana del Casale’nin en çarpıcı yer mozağine ulaşıyorsunuz. “Büyük av” olarak adlandırılan bu mozaik, bazilika bölümünün antresi görevini gören uzun koridoru kaplıyor. Mozaik o kadar büyük ki, tek bir fotoğraf karesine sığdırmak imkansız. Ayrıca insan, hangi köşesini inceleyeceğini şaşırıyor. O kadar güzel ayrıntılarla dolu ki. Mozaiğin konusu; başkent Roma’daki sirk gösterileri için imparatorluğun her köşesinde yapılan vahşi ve egzotik hayvan avları, avlanan hayvanların zarar görmeden, sağlam bir şekilde Roma’ya ulaşmaları için tahta kafeslere konmaları, kara yolu ile en yakın limana (Afrika’da bunun büyük olasılıkla Kartaca olduğu belirtiliyor) ulaştırılmaları, orada gemilere yüklenmeleri ve tabii ki, tüm bu süreçleri yürüten avcılar, askerler, atlılar, esirler ve gemiciler. Bu sahnelerin hepsi, uzun koridor boyunca resmedilmiş olan imparatorluğun doğudan batıya uzanan geniş toprakları üzerinde yer alıyor.
Gelelim “bikinili kızlar” odasına. Aslında servis odalarından birisi olarak adlandırılan bu odanın da tabanı benzerleri gibi geometrik desenli bir mozaik ile kaplıymış. Daha sonra orijinal tabanın üzerine, atletizmin çeşitli dallarında yarışan kadın atletlerin resmedildiği bu mozaik yapılmış. Kızların kıyafetleri günümüzün bikinilerine benzetildiği için halk arasında “bikinili kızlar” olarak anılsalar da, aslında bunlar kadın atletler. Karşılaşmalar arasında ağırlık kaldırma, disk atma, koşu ve top oyunları olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Aşağıda solda toga giyinmiş bir yetkili kazananlara verilen bir taç ve palmiye dalı tutuyor. Aşağıda ortada ise, katıldığı karşılaşmayı kazanan bir katılımcı tacı ve palmiye yaprağı ile görünüyor.
Villanın en ünlü mozaiklerinden bir başkası, bulunduğu odanın büyük olasılıkla bir yatak odası olduğunu ima ediyor. Burada bulunan mozaiğin ortasında birbirine sarılmış, sevişen bir çift var.
Bazilika bölümü aslında önünde bulunan “büyük av” koridorundan görülebiliyor ama, mozaiklerin üstüne basılamayacağı için, bu bölüme girmek için dışarı çıkıp, bir başka kapıdan girmeniz gerekiyor. Burası mimari olarak ilginç çünkü yukarıda sözünü ettiğim orijinal bazilika mimarisinin daha sonra nasıl evrilerek Hristiyan ibadethanelerine uyarlandığını insan daha net anlayabiliyor.
Bazilika bölümünde, daha önce Agrigento‘daki Tapınaklar Vadisi’nde “Düşen İkarus” heykelini gördüğümüz Polonyalı sanatçıIgor Mitoraj‘ın (1944-2014) iki eseri de var. Mitoraj’ın bu eserleri de birer İkarus. Belli ki, Yunan mitolojisinin bu kahramanı Mitoraj’ın zihnini epeyce meşgul etmiş. Efsaneye göre, İkarus Girit’teki Knossos’tan babası Daedalus’un kendisi için yaptığı kanatları kullanarak kaçar. Kanatlar kuş tüyünden yapılmıştır ve balmumu ile vücuduna yapıştırılmıştır. İkarus kurtulmasına kurtulmuştur ama, babasının sözünü dinlemeyerek güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlarını tutan balmumu erir ve Ege Denizi‘ne düşer, boğulur. Bu efsaneye dayanarak, Ege Denizi’nde bir adanın adı, İkaria‘dır. Mitoraj Ikaroadlı heykelinde, kanatlarını kaybetmiş, yenilmiş ve başı öne eğik bir İkarus canlandırmış. İkinci heykel,Ikara, bir dişidir. Aslında Yunan mitolojisinde dişi İkarus yok ama, İkarus’a ithaf edilen adanın ismi bu dişiyi çağrıştırıyor. Kanatları olan bu heykel aslında sanatçı tarafından bir androjen olarak yapılmış. Belki İkarus’u izlemek istiyor ama, ayak bileğine yapışmış bir el onu tutuyor… Igor Mitoraj’ın villanın girişinde de güzel bir eseri var: “Sonsuza Kadar Çift“…
O gün Siracusa’ya dönmeden, Villa Romana del Casale’den 45 dakikalık bir uzaklıkta olanCaltagirone‘ye de gittik. Val di Noto‘nun (Barok Vadisi) Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerinden birisi olan Caltagirone seramikleri ile ünlü. Ancak, burada Puglia‘nın seramikleri ile ünlü Grottaglieşehrindeki havayı bulamadık. Birkaç sene önce gittiğimiz Grottaglie’de yanyana, bazıları birer sanat galerisi havasında, bir sürü seramik atölyesi vardı. Üretilen şeyler ince bir zevk ürünüydü. Caltagirone’de o tür yerler görmedik. Girdiğimiz dükkanlarda da bizi etkileyen bir şey bulamadık. Belki hava kararmak üzere olduğu için biraz acele ettik ve tam olarak doğru atölye ya da dükkanlara rastlayamadık. Bilemiyorum. Gerçi sonunda Caltagirone’deki bir atölyede yapılmış, duvara asılan çok güzel bir seramik balık aldık ama, ertesi gün Siracusa’dan. Dükkan sahibi, Caltagirone’de özel bir atölyeye yaptırdığını söyledi.
Caltagirone’yi çok fazla gezemedik ama, ünlü seramik merdivenlerini gördük. Scalinata di Santa Maria del Monte (Santa Maria del Monte Merdiveni) olarak bilinen bu basamaklar, 1606 yılında, eski Caltagirone’yi tepede kurulan yeni şehire bağlamak için yapılmış. 130 metreden fazla bir uzunluğu olan 150 basamaklı merdivenlerin yapımı 10 sene sürmüş. 1954 yılında, yukarıdaki Santa Maria del Monte Kilisesi’ne çıkan merdivenin her basamağı yerel seramik sanatçıları tarafından donatılmışlar. Her basamakta, Sicilya’dan gelmiş geçmiş farklı milletlerin, farklı yüzyıllara ait eserlerini temsil eden motifler kullanılmış. Her yıl mayıs ayındaki Çiçek Festivali sırasında basamaklar çiçeklerle donatılıyormuş.
Bu yazı ile birlikte, 2022 Ekim ayında iki haftadan biraz fazla bir süre boyunca gezdiğimiz Sicilya ile ilgili yazı dizimin de sonuna gelmiş oluyorum. Dilerim, daha önce gidenlerin anılarını tazelemelerine, henüz gitmeyenlerin de gezi planlarını yapmalarına katkıda bulunabilmişimdir. Kendi adıma, son derece ilginç binlerce yıllık tarihi, arkeolojik ve tarihi eserlerinin zenginliği, müzeleri ve müthiş mutfağı ile Sicilya’nın, gezdiğim tüm yerler arasında çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.
Sadık bir okuyucum olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, bundan sonra yazacağım kısa bir yazıda önceki yazılarımda sözünü ettiğim yeme-içme mekanları, yediklerimiz, içtiğimiz Sicilya şarapları ve benzeri konuları toparlayacağım. Sonrasında ise, yeni yolculuklar, yeni heyecanlar ve anılar gelecek…
Nasıl ki, yıllar önce gittiğim Toscana‘nın güzel yerleşim yeri Lucca büyük opera bestecisi Giacomo Puccini‘nin (1858-1924) doğduğu şehir ise, Catania da bu alanda bir başka büyük bestecinin, Vincenzo Bellini‘nin (1801-1835) dünyaya geldiği şehir. Her ikisi de hemşerilerinin gurur kaynağı. İkisi de yaşamlarına başladıkları şehirlerde ölmemişler ama, Bellini’nin cenazesi sonradan doğduğu şehire, Catania’ya getirilmiş.
Taormina‘dan Sicilya’nın ikinci büyük kenti olan Catania’ya bir saatten kısa bir sürede gidilebiliyor. Öğle saatlerinde yola çıkmıştık. Catania’ya çok rahat geldik. Böylece, on gün önce uçağımızın indiği, Etna Yanardağı‘nın gölgesindeki bu kente geri dönmüş olduk. Catania da, Sicilya’nın diğer iki büyük kenti Palermo ve Messina gibi, bir zamanlar görkemli olduğu hisssedilen ama, ufak yerlere göre daha bakımsız, pis ve yer yer döküntü bir kent. Tüm bunlar turistlerle dolu olmasına engel değil. Öyle ki, otellerin doluluğu yüzünden, kaldığımız iki gece iki farklı otelde konaklamak zorunda kaldık. İlk gece kaldığımız Katane Palace Hotel‘i bulmak zor olmadı. Tarihi bir binadaki otel de, Catania gibi, bir zamanlar görkemli olup biraz yaldızı dökülmüş izlenimi veriyordu. Ertesi gece kaldığımız Mercure Catania Excelsior oteli de, daha modern bir binada olmasına ve temizlik yönünden bir eksiği olmamasına karşın, biraz bakıma gereksinimi varmış gibi duruyordu. İki oteli seçme nedenimiz de en başta otoparklarının olması idi. Daha önce belirttiğim gibi, eğer araba kiraladıysanız, Sicilya’da yapacağınız konaklamalarda otellerin otoparklarının olmasına dikkat etmenizde yarar var. Otel seçimlerinde ikinci kriterimiz, görmek istediğimiz yerlere yürüyüş mesafesinde olmaları idi.
Yukarıda, Catania için Etna’nın gölgesindeki kent ifadesini kullandım. Gerçekten de Catania’nın kaderi tarihte pek çok kez Etna’nın “kaprislerinden” etkilenmiş. Etna’nın yıkıcı etkisi çağlar boyunca ya şiddetli patlama ya da yanardağın yarattığı sismik hareketlerin yol açtığı depremler şeklinde olmuş. Örneğin, 1669 yılında yanardağın şiddetli patlamasının sonucu fışkıran lavlar şehir duvarlarını aşmış ve tam bir felakete sebep olmuş. Şehir henüz kendine gelmeye çalışırken, bu kez 1693 yılında yaşanan şiddetli bir deprem her şeyi yerle bir etmiş. Catania ve çevresini gezerken bu iki tarihten sık sık söz edildiğini göreceksiniz. Depremden kısa bir süre sonra Catania, Palermolu mimar Giovanni Battista Vaccarini‘nin Barok tarzda yaptığı tasarımlarla yeniden inşa edilmiş. Vaccarini binalarda bol miktarda siyah lav taşı kullanmış. Kimi binaların hem içinde hem dışında kullanılan lav taşı, belli bölgelerde şehre oldukça karanlık bir hava veriyor. Daha önce Taormina’da da siyah lav taşının kullanıldığını görmüştük. Ancak orada yarattığı izlenim Catania’daki gibi karanlık ve iç kapayıcı değil. Bu, Taormina’da siyah lav taşının ağırlıklı olarak sadece süsleme detaylarında kullanılmış olmasından dolayı olabilir.
Latince adı Catana ya da Catina olan Catania, M.Ö. 729 yılında aşağı yukarı 80 kilometre kuzeyde bulunan Naxoslular tarafından kurulmuş. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, Naxos Sicilya’da antik Greklerin kurduğu ilk koloni devlet. Aslen Yunanistan’ın Euboea (Eğriboz) adasındaki Chalcis‘den Sicilya’ya gelen Naxoslular, kendi kolonilerini kurduktan kısa bir süre sonra (M.Ö. 735), tıpkı Taormina’yı kurdukları gibi, Catania’yı kurmuşlar. M.Ö. 5. yüzyılda şehir, bir başka Grek kolonisi olan Siracusa‘nın diktatörü I.Hieron ve oğlu Deinomenes tarafından ele geçirilmiş ve adı, Etna’ya ithafen, Aetna olarak değiştirilmiş. Şehir halkının ayaklanarak Denomenes ve adamlarını buradan kovmasından sonra tekrar Catania adına geri dönülmüş. M.Ö. 263 yılında Catania Sicilya’da Romalıların eline geçen ilk şehirlerden biri olmuş ve bu kez bir Roma kolonisi olmuş. İmparator Decius ve Diocletian dönemlerinde şehirdeki Hristiyanlar ciddi şekilde eziyet görmüş. Bu dönemde verilen şehitler arasında bulunan Azize Agatha Catania’nın koruyucusu kabul edilmiş. Batı Roma’nın yıkılmasının ardından gelen barbar kavimlerin istilasından sonra Bizans, Arap ve Norman hakimiyetleri altında yaşamış. Catanialılar, Almanya’nın Swabia bölgesi kökenli Kutsal Roma İmparatorlarına karşı düşmanca bir tavır sergilemişler. Şehir bu nedenle, aynı zamanda Sicilya kralı olan bu imparatorlardan VI. Henry ve II. Frederick tarafından talan edilmiş. (Sicilya’nın tarihi hakkında bilgi için, linki kullanarak bu serinin ilk yazısına bakabilirsiniz). Sicilya bir yandan Aragon bir yandan Habsburg hanedanından olan İspanyol krallar tarafından yönetildiği sırada Catania sık sık onların kalmayı tercih ettikleri bir şehir olmuş. 16. ve 17. yüzyıllarda şehir sivil itaatsizlik, korsan saldırıları, salgın hastalıklar, kıtlık, Etna’nın patlamaları ve depremlerin yol açtığı kargaşalı bir dönem yaşamış. 1734 yılında Catania, Sicilya’nın tamamı ile birlikte bir başka İspanyol hanedanının eline geçerek, İspanyol Bourbon Napoli Krallığı‘nın bir parçası olmuş. Önce 1837 yılında yaşanan bir kolera salgınının ardından, daha sonra 1848 yılında Sicilya’nın otonomisi için adanın diğer şehirleri ile birlikte yapılan halk ayaklanmaları İspanyol yönetim tarafından şiddetle bastırılmış. 1861 yılında Garibaldi tarafından Sicilya’da İspanyol yönetimine son verildikten sonra, Catania da birleşik İtalya Krallığı’nın bir parçası olmuş. Şehir, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetler tarafından çok yoğun bir şekilde bombalanmış.
Günümüzde Catania Sicilya’nın en önemli endüstri ve taşımacılık merkezlerinden birisi. Diğer iki büyük şehir olan Palermo ve Messina ile Siracusa’ya demiryolu ile bağlı. Catania limanı da İtalya’nın en canlı ihracat limanlarından birisi. Etna lavı bazlı toprağı nedeniyle şehrin çevresi çok verimli bir tarım bölgesi aynı zamanda. Bu bölgede yetişen özellikle badem ve portakal önemli ihracat kalemleri arasında yer alıyor.
Catania’da görülecek yerler genel olarak Via Etnea, ve Piazza del Duomo meydanında bu caddeye dik bir açı ile değen Via Vittorio Emanuele II caddesi civarında. Kaldığımız iki otel de Via Etnea’ya yürüme mesafesinde idi. Via Etnea üzerinden Piazza del Duomo’ya doğru yürürken Piazza Stesicoro‘da Vincenzo Bellini’nin heykeli ile karşılaştık. Heykeltıraş Giulio Monteverde‘nin yaptığı heykel 1882 yılında açılmış. Yapılışı sırasında heykelin nereye konulacağı konusu epeyce tartışılmış. Bazıları heykelin Vincenzo Bellini Meydanı‘ndaki Teatro Massimo Bellini operasının önüne, bazıları da Piazza del Duomo’ya konmasını istemiş. Sonunda, şehrin koruyucu azizesine ithaf edilmiş olan Sant’Agata alla Fornace kilisesinin karşısındaki, halen bulunduğu yere konmasına karar verilmiş. Bestecinin heykelinin üstünde bulunduğu sütunun çevresindeki dört heykel kendisinin bestelediği dört ünlü operayı temsil ediyor: Norma, I Puritani, La Sonnambula ve Il Pirata.
Anfiteatro Romano (Roma Amfitiyatrosu), Sant’Agata alla Fornace ile Bellini’nin heykelinin arasında yer alıyor. Yapım tarihinin M.S. 1. yüzyıl ile 2. yüzyıl arasında olduğu tahmin edilen yapı bir zamanlar 15.000 seyirci kapasitesine sahipmiş. M.S. 5. yüzyıla gelindiğinde artık işlevini yitirmiş. 12. yüzyılda taşlarının bir kısmı sökülerek Duomo’nun yapımında kullanılmış. Günümüzde görünen kısmı orijinal tiyatronun sadece kuzey tarafı.
Via Etnea sağlı sollu dükkanlar ile dolu. Eğer Sicilya’da hediyelik eşya dışında alış veriş yapmak isterseniz, Catania bunun için uygun bir yer. Ayrıca, cadde üzerindeki çok katlı mağaza Rinascente‘nin yiyecek bölümü de, sadece Sicilya’ya özgü ürünler için değil, İtalya’nın değişik bölgelerinin peynirlerini, şaraplarını ve her biri pahalı bir şarap kalitesindeki gerçek Modena balzamik sirkelerini (en iyi ve ünlü marka, 1605 yılından beri üretilen Giusti‘dir) bulabilirsiniz. (Modena ile ilgili yazımda, şarap gibi meşe fıçılarda bekletilerek balzamik sirke üretimi yapılan Giusti tesisinden söz etmiştim. Erişim için linke tıklayabilirsiniz). Catania’nın, Duomo Meydanı’ndan çok uzak olmayan ünlü bir balık pazarı da var. Çeşit çeşit irili ufaklı balığın satıldığı pazar, sabah 7’den öğleden sonra 2’ye kadar açık oluyor. Meraklılar gezmek için buraya da uğrayabilirler.
Via Etnea’nın bitimi aynı zamanda Basilica Cattedrale di Sant’Agata‘nın, yani Duomo’nun bulunduğu meydan oluyor. Meydanın ortasındaki filli çeşme, Fontana dell’Elefante, aynı zamanda şehrin simgesi. Çeşme 1736 yılında, Giovanni Battista Vaccarini tarafından yapılmış. Vaccarini çeşmenin yapımında, Gian Lorenzo Bernini‘nin Roma‘daki “Minerva Fili” eserinden esinlenmiş. Çeşmenin kaidesinde bulunan iki heykel, Catania’nın iki önemli nehiri olan Simeto ve Amenano‘yu simgeliyor. Roma döneminden kaldığı belirtilen ve sırtında bir Mısır dikilitaşı taşıyan siyah fil, lav taşından yapılmış. Catanialıların ULiotru diye bahsettikleri bu filin adı, Bizans döneminde kente bir filin sırtında gelen Eliodor isimli bir sihirbazdan geliyormuş. Zaman içinde bu isim Liotru halini almış. Catanialılar filin kentlerini Etna’nın patlamalarından koruduğuna inanırlarmış.
Catania Katedrali, Etna Yanardağı’nın patlamaları ve yol açtığı depremler nedeniyle tarihte birkaç kez yıkılıp, yeniden yapılmış. İlk olarak, Catania’yı Araplardan alan Norman Kont Ruggero‘nun (daha sonra Sicilya Kralı I. Ruggero oluyor) emriyle 1078-1093 yılları arasında, burada bulunan Roma hamamlarının üzerine yapılmış. 1169 yılında yaşanan bir deprem sırasında neredeyse tamamen yıkılmış. Aynı sene çıkan bir yangın ve 1693 yılındaki deprem sonucunda daha da büyük hasar görmüş. Sonunda, 1711 yılında Vaccarini tarafından Barok stilde yeniden yapılmış. Ancak, yapıda Norman döneminden kalan, lav taşından yapılmış, kısımlar hala var. Bunların çoğu, o sırada hala ayakta olan Roma döneminden kalma yapılardan sökülerek, Normanlar tarafından inşaatta kullanılmış. Çan kulesi ilk olarak 1387 yılında yapılmış. 1662 yılında üstüne saat konmuş.
Duomo meydanına vardığımızda, katedral öğle tatili için kapanıyordu. Saat 2’ye kadar vakit geçirmek için Duomo’nun tam karşısındaki kafeye oturduk. Biraz da dinlenelim dedik. Her içeri gittiğinde bir türlü geri gelmeyen, yarı uykulu garson bizi biraz gerdi ama, buradan katedrale bakmak ve meydanı izlemek güzeldi.
Katedralin içinde en ilgimi çeken köşe besteci Bellini’nin mezarı oldu. Alışılmışın dışında, ana kolonlardan birine yapılmış anıt mezar bence çok zarifti. Bellini ve ölümü hakkında aşağıda daha detaylı olarak yazacağım. Katedralin içinde ayrıca Azize Agatha’ya ait olduğu söylenen kutsal emanetler ile bazı İspanyol asillerin ve piskoposların mezarları da var.
Piazza del Duomo’dan Via Vittorio Emanuele II caddesine yöneldik ve görmek istediğimiz Teatro Romano‘yu kolayca bulduk. Buraya değişik kaynaklarda Teatro Antico veya Teatro Greco Romano da dendiği oluyor. Sanırım sonuncu adlandırmanın sebebi, Romalıların bu tiyatroyu daha önce aynı noktada bulunan Helenistik dönemde (M.Ö. 323- M.Ö. 32) yapılmış bir tiyatronun üstüne inşa etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Grekler tiyatroyu tiyatro eserlerinin sahnelenmesi için kullanmışlar. Romalılar ise, inşa ettikleri yeni tiyatroda gladyatör karşılaşmaları düzenlemeyi tercih etmişler. Teatro Romano’nun günümüzde görünen kısımlarının M.S. 2. yüzyıldan kalan bölümler ile 3. ve 4. yüzyıllarda yapılan değişiklikler olduğu ifade ediliyor. Tiyatro, 11. yüzyılda yağmalanmaya başlanmış. Taşları başka yapılarda kullanılmış ve bazı bölümlerinin üstüne evler yapılmış.
Teatro Romano’dan çıkarken kapıdaki görevliye Bellini’nin evinin nerede olduğunu sordum.
– Duomo’ya doğru geri yürüyün. Hemen ilk köşeden sola dönün. Orada, dedi.
Tarife göre Museo Belliniano‘yu kolayca bulduk. Bellini’nin doğduğu ve ömrünün ilk 18 yılını geçirdiği apartman dairesi, avlusu olan büyük bir binanın içinde. 18. yüzyılın başında yapılmış olan binanın yerinde daha önce 1693 depremi sırasında yıkılan Palazzo Gravina Cruyllas sarayı varmış. Bir prense ait olan saray zamanında Sicilya Kralını ve daha sonra genel valilerini ağırlamış. Deprem sonrası yapılan şimdiki binanın mimarı bilinmiyor. Yapı, kısmen Teatro Romano’nun üstüne yapılmış. Bellini’nin burada doğmuş olması nedeniyle 1923 yılında Ulusal Miras ilan edilmiş. 1930 yılında bir bölümü müze olarak açılmış.
Bellini’nin evinde, ayakta tutmak için neredeyse amatörce bir tutku ile çaba gösterilen müzelerin insana biraz hüzün veren havası var. Bunu girer girmez hissettim. Müze oldukça iyi düzenlenmiş. Hepsinde olmasa da, bilgi panolarının çoğunda İngilizce açıklamalar var. Ancak, sergilenen eşyaların bulunduğu camekanlarda sadece İtalyanca bilgi verilmiş. Müze, üç salon halinde düzenlenmiş. Birinci salonda Bellini’nin içine doğduğu tarihsel dönem ve ailesi ile ilgili bilgiler ve müzik aletleri sergileniyor. İkinci salonda Bellini’nin 1832 yılında ünlü bir besteci olarak Catania’ya geri gelişi ile ilgili anı ve belgeler, üçüncü salonda ise Eylül 1876 yılında bestecinin cenazesinin, ölümünden 41 yıl sonra, Paris’ten getirilişi ile ilgili fotoğraflar, belgeler ve sanatçının ölüm maskı bulunuyor.
Vincenzo Bellini, 3 Kasım 1801 günü, aslen İtalya’nın Abruzzo bölgesinden Catania’ya göç etmiş müzisyen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Büyükbabası, Napoli konservatuvarında eğitim gördükten sonra, 1763 yılında Catania’ya gelmiş. Burada, müzik alanında gösterdiği başarı nedeniyle şehir senatosu tarafından “maestro di capella” konumuna yükseltilmiş. Aynı zamanda, Paterno Castello isimli asil bir ailenin himayesine girmiş. Babası ise, büyükbabası kadar başarılı olamamış. Ailesini güçlükle geçindirebilmiş.
Bellini, ilk müzik eğitimini büyükbabasından ve babasından almış. Catania’da o dönem hakim olan müzik anlayışı nedeniyle, ilk besteleri kilise müziği tarzında olmuş. Büyükbabasının saygın konumu ve şehir yönetiminin desteği ile 1819 yılında, burslu olarak okumak üzere, Napoli’ye gitmiş. Burada, Napoli’nin köklü müzik geleneğinin temsilcilerinden dersler almış. Kısa zamanda başarı gösterince önemli bir emprezaryonun (belli bir yüzde karşılığında sanatçıların program teklifi veya bestecilerin eser siparişi almasını sağlayan kişi) dikkatini çekmiş ve ondan Napoli Operası için bir sipariş almış. Bianca e Fernando isimli bu operanın kazandığı başarı kendisine başka siparişler de getirmiş. 1827 yılında Milano‘daki La Scala için bestelediği Il Pirata Bellini için uluslararası şöhretin yolunu açmış.
Bellini’nin en büyük şansı, dönemin en iyi libretto (opera, kantat, oratoryo gibi eserlerin metni) yazarı, Felice Romani ile çalışmak olmuş. Daha sonra bestelediği altı opera için Romani ile iş birliği yapmış. Bu operaların en önemlileri, Shakespeare‘in Romeo ve Juliet isimli eserine dayanan I Capuleti e i Montecchi (1830), La Sonnambula (1831) ve Norma (1831). Konusu, Romalılar tarafından tarihte başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük bir kısmı olarak tanımlanan Galya bölgesinde geçen Norma operası, günümüzde hala bir başyapıt olarak kabul edilmektedir.
1832 yılının başında Bellini Milano’dan ayrılarak önce, bir ay kalacağı Napoli’ye, oradan da bindiği bir buharlı gemi ile Sicilya’da Messina’ya gitmiş. Burada yapılan büyük karşılamadan sonra, akrabaları, yakınları ve hayranları ile birlikte karadan Catania’ya gelmiş. Doğduğu şehirde onuruna büyük kutlamalar yapılmış, davetler verilmiş. Bir ay sonra, Milano’ya dönmeden önce gittiği Palermo’da da aynı saygı ve coşku ile karşılanmış. Bellini, 1833 yılında kısa bir süre Londra‘da yaşadıktan sonra Paris‘e gitmiş. Burada, besteci Giochino Rossini‘nin desteği ve etkisi ile, Théâtre-Italien için, son operası olan I Puritani (1835) isimli eserini bestelemiş.
Vincenzo Bellini, 23 Eylül 1835 günü, Puteaux‘da ölmüş. Yapılan otopside ölüm nedeni, bağırsak ve karaciğer enflamasyonuna bağlı olarak, şiddetli dizanteri olarak belirtilmiş. Dostu Rossini’nin girişimleri ile yapılan ayin ve büyük bir törenden sonra 2 Ekim 1835 günü Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş. Catania şehir yönetiminin girişimleri sonucunda, ölümünden 41 sene sonra, Eylül 1876’da cenazesi Paris’ten, trenle İtalya’yı boydan boya geçerek, Catania’ya getirilmiş. Cenaze, İtalya’nın birleşmesinin üzerinden (1861) henüz kısa bir süre geçmiş olması nedeniyle, yol üstündeki tüm yerleşim yerlerinden geçerken milli duygularla karşılanmış ve saygıyla uğurlanmış. En büyük tören ise Catania’da yapılmış. Siyah atların çektiği cenaze arabası şehir halkının toplandığı caddeler boyunca ilerleyerek, Bellini’nin tekrar defnedildiği Duomo’ya getirilmiş ve heykeltıraş Giovanni Battista Tassara‘nın (1841-1916) eseri olan zarif mezarın bulunduğu yere gömülmüş.
Bellini’nin müzesini gezerken, müze görevlisi genç bir kadın bize çok yetersiz İngilizcesi ile bir şeyler açıklamak için adeta çırpınıyordu. Eşim, bana İtalyanca anlatabileceğini söyleyince sevinçten gözleri parladı ve açıklamalarda yer almayan bir sürü bilgi verdi. Örneğin, Bellini ile Rossini’nin çok iyi arkadaş olduklarını, buna karşın bir başka Catanialı besteci olan Giovanni Pacini‘nin (1796-1867) onu hep kıskandığını, her fırsatta önünü kesmeye çalıştığını anlattı. Kadın o kadar tutku ile anlatıyordu ki, Bellini’ye büyük bir hayranlık duyduğu ve kendisinin de besteci hakkında çok araştırıp, okuduğu belliydi. Müzenin geliştirileceğini, konferans salonunun modernleştirileceğini söyledi. Sonra, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bir kez daha gözleri parladı.
– Ah! Ne güzel! Ben de bir gün İstanbul’a gitmek ve bütün tarihi eserleri görmek istiyorum, dedi.
Castello Ursino (Ursino Kalesi), 1239-1250 yılları arasında, II. Frederick için yapılmış. Kare planlı, dört köşesinde büyük kuleler bulunan kale, Catania’da 1693 depreminden önce yapılan ve ayakta kalabilen ender yapılardan birisi. İlk yapıldığında deniz kenarında bulunan kale, daha sonra Etna’dan fışkıran lavların denizi doldurması nedeniyle denizden 400 metre kadar içeride kalmış. Kale günümüzde arkeolojik eserlerin ve zengin bir sanat koleksiyonunun sergilendiği bir müze ama, bizim gezmek için zamanımız olmadı.
Catania’daki San Nicolò l’Arena Kilisesi tuhaf görünümlü, ürkütücü bir yapı. Bunun nedenleri eklektik mimarisi, en tepesinde kullanılan siyah lav taşının verdiği karamsar hava ve önündeki tamamlanmamış dev sütunlar olabilir. Kilisenin yanında bulunan Benediktin tarikatına ait manastır da yine aynı ismi taşıyor (Monastero dei Benedettini di San Nicolò). Bazı kaynaklar, San Nicolo kilisesinin Sicilya’daki en büyük kilise olduğunu belirtiyor. Bazıları da, ona bitişik olan manastır için aynı şeyi yazıyor. Bu ifadelerin gerçekliğinden emin olamadım ama, ikisinin de çok büyük olduğunu söyleyebilirim.
Piazza Dante‘de bulunan San Nicolò Kilisesi’ni bulmamız biraz vaktimizi aldı. Oraya vardığımızda öğlen saat 1’e 10 vardı. Kitabımda kilisenin saat 1’de kapandığı yazıyordu ama kapıdaki görevli vaktinden önce demir kapıları kapatıyordu bile. Oysa ben 10 dakika önce de olsa, içeri girersek, saat 1’den sonra yeni gelenleri içeri almasalarda, bizim gezmemize izin verirler diye ummuştum. Görevli bizim olduğumuz yerde kalakaldığımızı görünce, uzaktan kilisenin saat 2’de tekrar açılacağını söyledi. Meydandaki kafede yer bulamayınca, yakın bir sokaktaki kafeye oturduk. Piazza Dante’yi çevreleyen binalar, kilise ve manastırın karşısında bir yarım ay oluşturacak şekilde tasarlanmış. Ortada ise büyük bir meydan var. Buranın tasarımı, 1769 yılında Stefano Ittar tarafından yapılmış.
San Nicolò Kilisesi’nin yapımı, yanındaki San Nicolò Manastırı’nın tarihi ile ilintili. Daha önce Etna Yanardağı’nın eteklerinde bulunan bir manastırda yaşayan Benediktin rahipleri 16. yüzyılın ortasında Catania’ya taşınmaya karar vermişler. Taşındıktan sonra da, manastırın yanında bir kilisenin uygun olacağını düşünmüşler. Yapılan ilk kilise, Etna’nın 1669 yılındaki patlaması sırasında hasar görünce, mimar Giovanni Battista Contini‘den yeni bir kilise yapmasını istemişler. 1693 yılındaki büyük deprem sırasında bu binanın o güne kadar tamamlanabilen yerleri de hasar görmüş ve inşaat yarım kalmış. Yapımın yeniden başlayabilmesi 1730 yılını bulmuş. Bu arada başka mimarlar da kilisenin yapımına katılmışlar. Battaglia Santangelo‘nun tasarımı olan ön cepheye (fasad) 1796 yılında başlanmış. Ancak, 1797 yılında yapım için gerekli olan kireç taşı tedarikçisi ile çıkan bir anlaşmazlık yüzünden inşaat durmuş ve bir daha da başlamamış.
Birer kahve içip, geri döndük. Saat 2 olmasına rağmen, kilisenin demirli kapısında hiçbir hareket yoktu. Derken, 2’yi biraz geçe elinde alış veriş torbaları olan topluca bir kadın geldi ve çantasından çıkardığı koca bir anahtarla asma kilidi açtı. Bize 3’er Euroluk biletlerimizi kesti ve torbalarını bilet gişesinin altına yerleştirmeye koyuldu. Farklı bir ülkede, bambaşka bir çalışma alanı olsa da, öğle tatilini alış veriş yaparak değerlendiren bu kadın portresi bana hiç yabancı görünmedi.
Sicilya gezimizin başında çıktığımız onca çatı ve kuleden sonra bir daha hiçbir yere çıkmamaya karar vermiştik ama, biz kendimizi yine yukarıda bulduk. Gene biraz yorucu oldu ama, kilisenin çatısından Catania’yı görmek çok güzeldi. Şehrin denize göre konumunu daha iyi anlamamızı sağladı.
Kilisenin içi, dışının heybeti ile orantılı bir şekilde, çok geniş. Ana altarın dışında, sağlı sollu sıralanmış, yan altarlar da var. İçerideki en ilgi çekici şey, kilisenin planını belirleyen haç formunun kısa kolunu oluşturan alanda, boylu boyunca yerde uzanan meridyen çizgisi. İtalya’da birden fazla katedralde gördüğümüz meridyen çizgileri daima insanları bu yapılara çeken bir unsur oluyor. Biz kilisenin içinde gezerken de Sicilyalı, yaşlıca bir kadın geldi. Bir başka turiste meridyen çizgisinin nerede olduğunu sordu. Kız, ya soruyu anlamadı ya da gerçekten bilmiyordu. Ellerini, bilmiyorum anlamında iki yana açınca, ben biraz ilerideki meridyen çizgisini gösterdim. Yaşlı kadın teşekkür etti ve nereden geldiğimizi sordu. İstanbul’dan geliyor olmak İtalya’da daima ilgi uyandırır. Ancak, bu hanım anlaşılan bizim ülkenin siyasi durumu ile çok ilgiliydi. Ayrılırken, iyi dilekler ve bol şans diledi…
San Nicolò Kilisesi’nin tabanında, San Benedetto ve San Nicolò şapelleri arasında uzanan meridyen çizgisi, aynı zamanda Waltershausen Baronu olan Wolfgang Sartorius ve profesör Christian Peters tarafından 1841 yılında tamamlanmış. İki bilim adamı aslında Etna’yı incelemek için Sicilya’da bulunurken bu siparişi almışlar. Bir tür yatay güneş saati olan meridyen çizgisi, yılın her bir günü için yerel saate göre öğle saatini gösteriyor. Bunun için gerekli güneş ışığı ise kilisenin duvarındaki yüksek bir noktaya açılan bir delikten giriyor. San Nicolò’nun meridyen çizgisi 37,07 metre imiş. Işık hüzmesinin girmesi için kilisenin San Benedetto şapelinin duvarına açılan delik ise, yaklaşık 24 metre yukarıda. Meridyen çizgisi yılın günlerine karşılık olarak 365’e bölünmüş. Yerde ayrıca zodyak işaretleri de var.
Kiliseden sonra ona bitişik olan San Nicolò Manastırı’na da gittik. Burası, tıpkı Palermo’da Palazzo Chiaramonte Steri‘nin Palermo Üniversitesi‘ne tahsis edilmesi gibi, 1977 yılında Catania Üniversitesi‘ne verilmiş. Bu, oturduğumuz kafede niye o kadar çok üniversite öğrencisi olduğunu da açıklıyordu. Bazı öğrenciler kilisenin merdivenlerinde oturuyorlardı. Manastırın ana kapısından içeri girince, avlunun ve onu çevreleyen, bir zamanlar keşiş hücreleri olan dersliklerin de dolu olduğunu gördük. Bu dersliklerin açık kapı ve pencerelerinden dışarıya ders anlatan öğretim üyelerinin sesleri geliyordu. Catania Üniversitesi’nin bu yerleşkesinde Edebiyat ve Felsefe Fakültesi bulunuyormuş. Yerleşkenin en ilgi çeken yeri şüphesiz ana binası. Üstündeki barok süslemelerle bir sarayı andırıyor. Bu süslemelerin yapımına 1703 yılında başlanmış ve tamamlanmaları 20 yıl sürmüş. Manastırın ortamı, o kadar görkemli ve zenginmiş ki, o dönemde burayı ziyaret eden gezginler anılarında kendilerini bir an için bir manastır yerine kralın sarayında sandıklarını belirtmişler. Ayrıca, manastırın çok zengin bir kütüphanesi ve sanat koleksiyonu olduğu da söyleniyor. San Nicolò Manastırı’nı rehberli turlarla gezmek mümkün ancak, tur günlerinin gününü ve saatini denk getirmeniz gerekiyor. Bazı günler sadece küçük okul çocukları için turlar yapılıyor. Manastır ayrıca, üzerinde oturduğu kalıntılar ile de ilgi çekici. 1978’den beri aralıksız yapılan kazılarla burada Neolitik ve Bakır çağlarının yanında Grek ve Roma dönemine ait izlere rastlanmış. Avludaki kazı alanında bir Roma hamamının kalıntıları bulunmuş. Manastır’ın arazisinde ayrıca şehrin akropolü olduğu düşünülen yerde bir kazı, mozaikler ve bir Roma evinin kalıntıları var.
Yukarıda yazdığım yerleri bir buçuk günde gezdik. İlk akşam, Via Colosseo 5/7numaradaki Al Vicolo‘da yedik. Önceden yer ayırtmıştım ama ayırtmadan da gidilebilir gibime geldi, çünkü benim rezervasyonu bulamadılar. Navigasyonu kullanarak gittik ama önce ufak bir şaşkınlık yaşadık. Geldiğimiz yer sokak arasında, bir mutfağın önünde üç beş masadan ibaret bir yerdi. Tüm masalar boştu. Etrafta görevli de görünmüyordu. Bir internet kazığı yediğimizi düşünerek oturmamaya karar verdik. Köşeyi dönünce, esas restoran ile karşılaştık. Burası dar bir çıkmaz sokağın bir kısmını kaplayan kocaman bir yerdi. Neredeyse tüm masalar dolu, cıvıl cıvıldı. İlk gittiğimiz arka taraf personelin yemek yediği bir yer olabilir çünkü, orada da aynı logo ile Al Vicolo yazıyordu. Her neyse… İyi ki, aynı yoldan geri dönmek yerine sokağın köşesini dönmüşüz.
Al Vicolo’da masalar, bizim bir zamanlar Asmalımescit’te olduğu gibi, tahtadan yapılmış bir platformun üzerine yerleştirilmiş. Garson önde, biz arkada yürürken, birden beklemediğim bir şekilde, havada uçtuğumu hissettim. Sanki bir an havada asılı kaldım gibime geldi. Sonra, çevre masalarda oturanların bana donmuş ve dehşet içinde bir ifade ile bakan yüzleri, devrilen sandalye sesleri ve bana doğru koşan garsonlar… İleri doğru baktığım için kenarı sarı ile boyanmış ve alttan hafif aydınlatılmış, çok alçak basamağı görmemiştim. Sonradan, platform boyunca bunlardan birkaç metre aralıkla birkaç tane olduğunu gördüm. Olayı ufak birkaç sıyrıkla atlattım. Üstümdeki deri ceket ve kalın tayt beni korumuştu ama ağrılar birkaç gün sürdü. Restoranın sahibi ya da yöneticisi geldi. Kibarca basamakların sarı çizgisini ve ışıkları gösterdi. Biraz panik oldular çünkü, biliyorsunuz bu gibi durumlar yurt dışında büyük dava konusu olabiliyor. Buz getirdiler. 15- 20 dakika sonra biraz kendime geldim. Sevimli, simsiyah gözlerinin içi gülen garson sipariş için geldi,
– Evet, şimdi baştan başlayalım, dedi gülümseyerek…
Al Vicolo, pizza ve benzeri yemeklerle şarküteri için çok doğru bir yer. Biz iki değişik focaccia yedik. Çok lezzetliydi. Uzun tahtalar üzerinde getiriyorlar. Yanında, bağları Palermo yakınında olan Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyor.
İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de (Via Paternò, 11) yedik. Yürüyerek giderken navigasyon bizi çok uzun ve karanlık, yer yer korkutucu yollardan götürdü. Oysa dönüşte, Via Etnea’dan çok yakın ve kolay erişilebilir olduğunu gördük. Trattoria del Cavaliere hem yerel halk hem de turistlerle doluydu. Yemekler güzeldi. Buranın aslında at eti ile yaptıkları yemekleri ünlüymüş ama biz, “Catania’ya gelip deRigatoni alla Normayenmezse olmaz”, diye düşündük. Tahmin edeceğiniz üzere, bu yemeğin adı Bellini’nin Norma operasına yapılan bir gönderme. Rivayete göre, İtalyan yazarNino Mortaglio(1870-1921) bu yemeği yediği zaman, gerçek bir şahaser olduğunu ifade etmek için, “Bu gerçekten bir Norma”, demiş. Daha çok rigatoni veyapenneile yapılan Pasta alla Norma‘nın içinde ayrıca domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen var. Tüm Sicilya’da karşınıza çıkabilir ama asıl yeri, Catania’dır. (Catania’ya özgü bir başka ünlü tabak daArancini. Adanın başka yerlerinde yemiş olsanız da, içinde çeşitli malzemeler olabilen bu kızartılmış pirinç toplarını Catania’da bir tadın derim). Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico‘yu beğendik. Şarap olarak, Donnafugata‘nınCabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılanTancrediDolce&Gabbana2018şarabını içtik.
Derler ki, dünyanın en romantik şehri Paris‘tir. Bu, Fransızların en az yüz yıldır sürdürdükleri bir pazarlama kampanyasıdır. Haydi bu iki cümleye “bence” ifadesini ekleyeyim de, kimse bana gönül koymasın. Bir tarih, sanat ve kültür şehri olan Paris’i severim. Birkaç kez gitmişliğim de vardır. Ama, en romantik payesi verilirse, orada bir durun derim. Bir kere, eğer şehirler romantik olup olmadıklarına göre sınıflandırılabiliyorsa, bu son derece öznel bir değerlendirme olacaktır. Romantizm, içinde bulunduğunuz ruh hali ve kiminle birlikte olduğunuz bir yana, zevklerinizin, bilgi ve görgünüzün, alışkanlıklarınızın ve yetiştiğiniz kültürün de bir fonsiyonudur kanımca. O nedenle kişiden kişiye değişir. Varsayalım ki, kesin bir tanım yapamıyoruz ama, romantik yerler konusunda hepimiz için üç aşağı beş yukarı bazı ortak kriterler var. Yine de, Paris’ten çok daha romantik bulduğum pek çok yer gördüğümü söyleyebilirim. Çoğu İtalya’da idi. Artık bunlara Sicilya‘nın dünyaca ünlü yerleşim yeri Taormina‘yı da rahatlıkla ekleyebilirim. Herkes gibi ben de gitmeden önce Taormina’nın büyüsünü giden tanıdıklarımdan çok işitmiştim. Bu konuda hiç hayal kırıklığına uğramadığımı peşinen söyleyebilirim. Ben de Taormina’yı çok sevimli, güzel ve (özellikle gece) çok büyülü bulduğumu söyleyebilirim.
Bir önceki yazımda uzun bir günün sonunda nasıl Taormina’ya ulaştığımızı, çok memnun kalmadığımız pizzacı La Napoletana‘yı, ama buna karşılık içtiğimiz özel şarabı yazmıştım. Çok yorgun olmamıza karşın yemekten sonra yine de hemen otele dönmedik. Kendimizi kalabalık sokaklara bıraktık. Taormina zaten çok büyük bir yer olmadığı için, kendinizi ekim ayında bile çok yoğun olan insan selinin akışına bırakabilirsiniz. Bu şekilde Taormina’nın popüler noktalarından en az birine ulaşmanız garanti.
Yemek sonrası bir kahve için Taormina’daki Michelin listesindeki restoranlardan birisi olan Cinque Archi‘nin zemin katındaki kafesine oturduk. Burası, Taormina’nın ünlü meydanlarından Piazza IX Aprile‘de olan bir yer. Meydan gece gündüz dolu. Yıldızlı, ılık bir gecede açık havada oturmak çok güzeldi. Yayaların keyifle gezindiği yolun karşı tarafında kafenin masaları devam ediyordu. O karşı tarafta canlı müzik yapan bir orkestra vardı. Derken bir tango melodisi duyuldu. Bésame Mucho… Yaşları epeyce ileri, iyi giyimli bir çift kalkıp tango yapmaya başladı. Şarkıyı söyleyen kız biraz detone olsa da çiftin lacivert ceketli, bordo fularlı ve göğüs cebinde beyaz mendili olan yaşlı adamın liderliğinde yaptığı tangoyu izlemek doğrusu pek hoştu.
Biraz daha müzik dinleyip etrafı seyrettikten sonra otelimiz Villa Paradiso‘ya döndük. Ertesi gün daha da iyi anlayacağımız üzere, otelin yeri son derece iyiydi. Via Roma 2 adresindeki otel, Via Roma ile Via Bagnoli Croci‘nin kesiştiği köşede idi. En üst katta olan odamızın bize ait terası bir taraftan Via Bagnoli Croci’ye diğer taraftan ise, Taormina’nın ünlü parkının (Giardino Pubblico) üzerinden denize bakıyordu. Etna Yanardağı‘nın da bulunması gereken muhteşem manzara, ne yazık ki tam önümüzde yükselen dev bir selvi ağacı nedeniyle kısmen engellenmişti. Ağaç büyümeden önce, Etna ile birlikte, manzara gerçekten muhteşemdi herhalde. Aklıma Bodrum‘daki Casita Mantı‘dan bir zamanlar bakmaya doyamadığım Bodrum Kalesi manzarası geldi. Birkaç yıl aradan sonra gidip de, uzakta uzamış olan bir ağaç yüzünden kalenin kapandığını görünce çok bozulmuştum. Villa Paradiso’da da Etnalı manzara için bu teraslı odayı özel olarak tutmuştuk. Yine bir ağaç yüzünden olana bakın… Neyse, aynı manzarayı kahvaltıda otelin diğer kanadının en üst katındaki restoranından doya doya seyrettik. Manzara sitemim bir yana, otelden ve güler yüzlü personelden son derece memnun kaldık. Taormina’ya gitmeyi düşünenlere önerebilirim.
Sabah, gezmeye çıkmadan önce, terasımızda bir süre oturdum. Hem açık havada güneşin tadını çıkarmak hem de gezi notlarımı düzene sokmak istedim. Ilık havanın keyfini çıkarırken, terasın arka sokağa bakan tarafından birtakım Almanca konuşmalar duydum. Karşı apartmanın benimle aynı hizadaki penceresinde duran yaşlı bir adam alt katın penceresindeki yaşlı bir kadınla neşe içinde sohbet ediyordu. Pencerenin önünde, dışarı doğru uzanan çamaşır telinde plaj havlusu ve mayolar asılıydı. Öylece bir süre konuşmaya devam edip, gülüştüler. Rusya krizi nedeniyle yaşanması beklenen doğal gaz sıkıntısından dolayı Alman hükümetinin yaşlı emeklilere para verdiğini ve sıcak ülkelere gitmelerini teşvik ettiğini okumuştum. Bu iki yaşlının da onlardan olduklarını düşündüm.
Taormina, coğrafi olarak oldukça ilginç bir yerde. Üzerinde bulunduğu yaklaşık 300 metre yüksekliği olan tepe, denizden neredeyse doksan derece bir açı ile yükseliyor. Taormina’ya gelişimizi içeren bir önceki yazımda anlattığım enteresan viyadük de bu coğrafi yapı nedeniyle bir zorunluluk olarak yapılmış olabilir. Söz konusu tepe aslında, Messina ve Catania arasında bulunan Tauro Dağı‘nın (Monte Tauro) eteklerinde bulunuyor. Latince adı Tauromenium olan Taormina adını bu dağdan almış. Taormina’nın en eski sakinlerinin, Sicilya’nın üç eski halkından Siculi(Sicelde deniyor) topluluğu olduğu belirtiliyor. (Sicilya’nın bu eski sakinlerinden yazı dizimin ilki olan Sicilya’da İki Hafta (1)başlıklı yazımda bahsetmiştim. Erişim için tıklayabilirsiniz). Siceller, M.Ö. 1200-1000 arası dönemde İtalya’nınLiguriabölgesinden Sicilya’ya gelmişler ve adanın doğu tarafına yerleşmişler.
Sicilya’nın doğusunda kültürel olarak günümüzde de etkileri süren Grekler, adaya M.Ö. 800’lerde gelip gitmeye başlamış, M.Ö. 735 yılında da ilk kolonilerini, Taormina’nın hemen güneyindekiNaxos‘da kurmuşlar. Taormina da bu dönemde Greklerin eline geçmiş. Giderek doğu taraftaki bu kolonilerin sayısı artmış ve bir süre sonra batıya doğru yayılarak, daha önce gezdiğimiz AgrigentoveSelinuntegibi site devletlerini kurmuşlar. M.Ö. 392 yılında, güneydeki güçlü site devleti Siracusa‘nın ünlü diktatörü Dionysius I Taormina’ya, buradan daha önce sürülen Sicelleri tekrar yerleştirmiş. M.Ö. 358 yılında, bu kez güneydeki Naxos’tan bir grup göçmen Taormina’ya gelmiş ve şehir, yöneticisiAndromachus‘un yönetimi altında zenginleşmiş. Sicilya’da Romalılar tarafından Grek döneminin sona erdirildiği süreçte Taormina, önce M.Ö. 210 yılında bir ittifak şeklinde, daha sonraİmparatorAugustus(M.Ö. 63- M.S. 14) zamanında ise kolonoliştirilerek, Roma hakimiyeti altına girmiş. Ancak Taormina, gerek Romalılar gerekse daha sonraki Bizans döneminde zenginlik olarak gerilemiş.
Taormina M.S. 902 yılında Araplar tarafından yerle bir edilmiş. Bir ara bir toparlanma yaşamışsa da, M.S. 962 yılında Araplar tarafından tekrar ele geçirilmiş. Şehrin adı, Fatimi Halifeal-Muʿizz‘e ithafen,Muʿizzīyaholarak değiştirilmiş. 1078 yılında Normanların ele geçirdiği Taormina, onların ve sonraları İspanyolların döneminde gelişmiş ve genişlemiş. 16. yüzyılda şehrin katedrali ve birçok saray yapılmış.
Taormina 18. yüzyıldan başlayarak yabancı gezginlerin uğrak yeri olmuş. Günümüzde de, sadece Sicilya’nın değil, dünyanın en popüler yerlerinden birisi. Bunun sonucu olarak, şehrin temel gelir kaynağı turizm. Bizim gittiğimiz ekim ayı ortasında bile zaman zaman sokaklarda güçlükle yürünüyordu. Yaz aylarında gitmek, aşırı sıcak ve yine kalabalık olması nedeniyle, çok fazla önerilmiyor. Ekimde yaşadığımız sıcaktan dolayı bu önermenin gerçekliğine inanıyorum. Eğer bir tarih kısıtınız yoksa, ilkbahar ve sonbahar en çok önerilen dönemler.
Taormina’yı bir günde gezmeniz mümkün. Burada konaklayanların çoğu, bizim kaldığımız otelde gözlemlediğim gibi, Taormina’da konaklayarak, Etna Yanardağı’na, Catania’ya, Naxos’a veya Siracusa’ya gidiyorlar. Daha önce de yazdığım üzere, daha önceNapoli‘dekiVezüv Yanardağı‘na tırmanıp, kraterin içine kadar girmiş birisi olarak Etna’yı zaten listeden çıkarmıştım. Etna ve çevresinin ilginç olduğuna şüphem yok ancak, gittiğim yerlerde doğa ile tarih arasında bir seçim söz konusu olduğunda, tercihim daima tarihten yana olmuştur. Gidilebilecek diğer yerlere daha sonra özel olarak gidip kalacağımız için, biz Taormina’yı doya doya gezmeye karar verdik.
Taormina’yı boydan boya kesenCorso Umberto I caddesi bir yaya bölgesi. Görülecek yerlere, bu caddeyi izleyerek veya yakınında kalarak gitmeniz mümkün. Şehrin merkezi, Corso Umberto I caddesi ve ona açılan, çoğu trafiğe kapalı, bir sürü sokak ve dar geçitten oluşuyor. Buralar, Taormina’nın Normanlar zamanından başlayarak inşa edilen Orta Çağ’dan kalma bölgesi. Ana caddeye açılan labirente benzer sokaklar ve aralıklar birtakım irili ufaklı meydanlara açılıyor. Çiçeklerle süslenmiş meydanlarda şirin kafeler, barlar, restoranlar, Sicilya’nın eşsiz tatlılarının satıldığı pastaneler ve dondurmacılar var. Sıcaktan ve kalabalıktan her bunaldığımızda bir yere oturduk ve birer Aperol ya da kahve içtik, dondurma ve tatlılardan yedik. Doğrusu ilaç gibi geldi.
Şehrin çoğu tarihi saray, konak ve sıra evleri restore edilmiş ve çeşitli amaçlar için kullanılır hale getirilmiş. Çok sayıda, (en lüks markalardan, butiklerden, sanat galerilerinden ve kuyumculardan daha turistik eşya satanlara kadar) irili ufaklı dükkan var.
Çoğu eski yerleşim yerinde olduğu gibi, Taormina’ya da kent kapılarından giriyorsunuz. Yine o zamanlara uygun olarak ve bizim de kadim kentlerimizde olduğu gibi, bu kapılar isimlerini o yönden gelinen (veya gidilen) yerleşim yerlerinden alıyorlar. İşte Taormina’daki ana kapılar da buna uygun olarak, Porta MessinavePorta Cataniaisimlerini almışlar. Elimdeki kaynaklardan biri Taormina’da gezi rotasını Porta Messina’dan başlatmıştı. Bu benim de aklıma yattı ve biz de oradan başladık çünkü, böylece gezimizin sonunda otelimizin yakınına dönmüş olacaktık. Siz aynı rotayı tersten giderek de izleyebilirsiniz.
Messina Kapısı(Porta Messina),Taormina’nın ana caddesi olan Corso Umberto I’in bir başında bulunuyor. Caddenin diğer ucu ise,Catania Kapısı(Porta Catania) ile sınırlandırılmış. Bu iki kapının arasında bir yerde ise, Porta di Mezzo(Orta Kapı) adında bir kapı daha var. Buraya, üzerindeki saatten dolayı, Saat Kuleside deniyor.
Porta Messina’nın bir diğer adı da, kapıyı yaptıran İspanyol Bourbon Kral Ferdinand I olduğu için, Porta Ferdinandea. Kapının üstündeki plakette Romen sayıları ile 1808 yılında açıldığı yazıyor. Duvarın sağında ve solunda sadece bir bölümü günümüze kadar gelebilmiş duvarlar, Araplar tarafından yapılan şehir duvarlarının kalıntıları.
Porta Messina’dan Corso Umberto I caddesine girdikten kısa bir süre sonraVittorio Emanuele II Meydanı‘na (Piazza Vittorio Emanuele II) geliyorsunuz. Burada köşedeki, Arap tarzında bir kulesi de olan, eski yapı dikkatinizi çekecektir. Palazzo Corvajaisimli bu eklektik saray ilk olarak 10. yüzyılda, Araplar tarafından, Taormina Bizanslılardan alındığı zaman, yapılmış. Kübik şekilli kule, şehrin savunma sisteminin bir parçası olarak yapılmış. Yapı, şehrin daha sonraki dönemlerinin hakimleri tarafından 13. ve 14. yüzyıllarda değiştirilerek ve eklemeler yapılarak, zaman içinde günümüzde görülen haline bürünmüş. Şu anda gördüğümüz; Arap (kulesi), Norman (15. yüzyıldan kalma büyük salon) ve Gotik (pencere detayları) bir karışım. Sarayın Normanlar tarafından yapılan büyük salonunda, 1411 yılında Sicilya Parlamentosutoplanmış ve Sicilya kralını seçmiş. Sarayın adı, 16. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ortasına kadar yapının mülkiyetine sahip olan ve ona son şeklini veren, Taormina’nın en kuvvetli ve asil ailelerinden Corvaja ailesinden geliyormuş. İkinci Dünya Savaşı bittiği zaman, içinde uzun süreden beri birkaç ailenin birlikte yaşadığı Palazzo Corvaja, son derece kötü bir durumda imiş. 1945 yılında, Taormina’nın belediye başkanı binayı boşalttırmış ve 1945-1948 yılları arasında Napolili mimar Armando Dillontarafından restore edilmesini sağlamış. Günümüzde binada bir turizm ofisi ve Sicilya Halk Sanatları Müzesivar.
Corso Umberto I caddesini izlemeye devam etmeden önce, bu civarda görülmesi gereken iki yer var. Bunlardan ilki Taormina’ya her gelenin mutlaka gittiği bir yer. Orayı sonraya bırakalım ve önce daha az bilinen ve gidilen bir yere gidelim. Burası, kısmen meydana bakanSanta Caterina d’Alessandria Kilisesi‘nin altında kalmış olanOdeon Romano. Bir köşesinde Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi, diğer köşesinde Palazzo Corvaja olan, hafif yokuş, Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru izlerseniz, odeonu sol kolda göreceksiniz.Roma Odeonu veya “küçük tiyatro” olarak bilinen bu yapı, M.Ö. 21 yılında, Taormina stratejik konumu nedeniyle Romalıların askeri bir kolonisi haline geldiği zaman yapılmış. Küçük olmasının sebebi, halkın kullanımı yerine, şehrin az sayıda elitinin kullanımı için düşünülmüş olmasından kaynaklanıyor. Üstü kapalı ve 200’den az seyirci kapasitesi olan odeonda konserler ve edebi sunumlar yapıldığı belirtiliyor. Bu küçük tiyatronun varlığı, 1892 yılında kazara bulunana kadar hiç bilinmiyormuş. Kuzeydoğuya bakan odeonun oturma yerleri tuğladan yapılmış. Sahne kısmında ise, daha önce Grekler tarafından M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin edilen ve bazıları tarafından Afrodit’e adandığı söylenen, sütunlu bir tapınak varmış. Anlaşılan, Romalılar bu eski tapınağı sahnenin sürekli dekoru olarak düşünmüşler. Ancak, sahnede yer alan bu tapınak kısmı ve bazı duvarlar köşedeki Santa Caterina kilisesinin yapımı sırasında yok edilmiş. Kalıntıları, kilisenin içinde görmeniz mümkün. Bunun için, kilisenin bulunduğu meydana geri döndüğünüz zaman kısa bir süre için içeri girmeniz yeterli.
BirKapuçin(Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak kayıtlarda, burada daha evvel bulunan bir başka kilisenin 1610 yılında Kapuçin tarikatı tarafından satın alındığı bilgisine rastlanmış. Kilisenin kriptinde bulunan bir mezartaşında 1663 tarihinin bulunması nedeniyle, yapımın bu iki tarih arasında bir zamanda tamamlandığı düşünülüyor. Kilisenin ana altarında bulunan Aziz Caterina’nın şehit edilmesi tablosunun, 16. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı ressam Jacopo Vignerio‘ya ait olabileceği belirtiliyor.
Vittorio Emanuele II Meydanı’nda, Santa Caterina kilisesinin karşısında bulunanVia Teatro Grecosokağını takip ederseniz, Taormina’da en çok ziyaret edilen ören yeri olduğunu tahmin ettiğim, ünlüTeatro Greco‘ya (Grek Tiyatrosu) ulaşacaksınız. Kıvrılarak giden bu sokak boyunca hediyelik eşya dükkanları ve nefis, önünüzde taze taze sıkılan, portakal ve nar suyu satan büfeler var. Uzun bir kuyrukta bekledikten sonra, sıcak altında gezdiğiniz tiyatrodan çıkınca birer taze meyva suyunu herkese öneririm. Sicilya yazılarımın ilkinde belirttiğim gibi, portakal ve nar Arapların Sicilya’ya getirdikleri ve tarımını başlattıkları çok sayıda bitki türlerinden ikisi. Diğerleri, limon, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türleri.
Arkeolojik eserlere özel bir ilgisi olsun olmasın, buraya gelen yabancıların neredeyse tamamının gittiği Taormina Antik Grek Tiyatrosu, tarihi değerinin yanında, buradan muhteşem bir manzarası olmasıyla da ünlü. Etna Yanardağı’nı, Taormina’nın aşağılardaki sahilini ve uzaklarda İtalya’nın Calabria bölgesindeki dağları kapsayan manzara gerçekten büyüleyici. Özellikle, gün batımı için buraya gelmek çok popüler bir turistik aktivite. Biz o akşam, aynı sokak üzerinde, tiyatronun hemen altında bulunan ünlü bir otelin terasındaki restoranında yer ayırtmış olduğumuz için, ziyaretimizi gün batımına denk getirmedik. Sanırım, tiyatronun kapanmasına yakın o saatlerde bilet kuyruğu çok daha uzun oluyordur.
Taormina’daki Grek Tiyatrosu, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış. Siracusa’nın antik Grek tiyatrosundan sonra, sadece Sicilya’daki değil, İtalya ve Kuzey Afrika’daki en büyük antik tiyatro olarak tanımlanıyor. Roma İmparatoru Augustus döneminde tiyatronun yeniden yapıldığı ya da genişletildiği konusunda elde yeteri kadar belge olmadığı belirtilmesine rağmen, tiyatro alanında bulunan Augustus büst ve heykellerinin bu olasılığı güçlendirdiği söyleniyor. Ancak, Romalılar döneminde tiyatronun genişletildiği ve bazı yerlerinin değiştirildiği biliniyor. Örneğin, Grekler tiyatrolarında sahne arkasında deniz ve ufku görmeyi tercih ederlerken, Roma dönemi tiyatrolarında sahnenin arkadan sütunlar ve bir duvar ile sınırlandırıldığı ve bu şekilde seyircinin dikkatinin sahnede olan bitene yöneltildiği biliniyor. Taormina antik tiyatrosunda da sahne arkasına benzer bir bölüm eklenmiş. Zaman içinde bu ilave yapının ortasının çökmesi, tiyatronun tepesinden günümüzde yine eşsiz bir manzara ortaya çıkarmış. M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda tiyatro Romalılar tarafından, gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı bir arenaya dönüştürülmüş. 19. yüzyılda restore edilen yapı günümüzde tiyatro, konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor.
Tiyatroyu gezdikten sonra, geri dönüp tekrar Vittorio Emanuele II Meydanı’na ve oradan Corso Umberto I caddesine gidebilirsiniz. Caddede ilerken, soldan ilk aralık siziNaumachie(Via Naumachia, 13) olarak adlandırılan esere götürecek.
Naumachie ya da Naumachia, Romalılar döneminde bir eğlence türü olarak deniz savaşları simülasyonlarının yapıldığı büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verilen isimmiş. 1943 yılında gün ışığına çıkarılan bu 130 metre uzunluğundaki duvara, belirttiğim amaç için kullanıldığı düşünülerek, yanlışlıkla söz konusu isim verilmiş. Ancak daha sonra, yapının bu amaçla yapılmadığı keşfedilmiş ama, ismi bu şekilde kalmış. M.Ö. 1. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Naumachie, tiyatrodan sonra, Taormina’nın en eski yapısı.
Burası başta, şehrin hamamına su sağlayan bir sarnıç olarak yapılmış. Daha sonra, birnymphaeum‘a, yani su perilerine (nymph) adanmış bir anıta dönüştürülerek, Gymnasium‘un (Antik Yunan ve Roma’da spor merkezi) bir parçası haline getirilmiş. Bir agora‘ya baktığı anlaşılan duvarda 18 tane niş bulunuyor. Bir zamanlar bu nişlerde heykeller varmış. Duvarın bir diğer işlevi de mimari olarak üstündeki terasa destek sağlamakmış. Günümüzde de, Corso Umberto I caddesi için aynı işlevi görüyor.
Yolu ve kalabalığı izleyerek, bu kez Taormina’nın en çok vakit geçirilen meydanı, Piazza IX Aprile‘ye geliyoruz. Aşağıya bakan taraftaki demir parmaklık nedeniyle dev bir balkona benzeyen meydandan bakınca çok etkileyici bir manzara var. Bu, müthiş güzel ve panoramik bir deniz ve Etna Yanardağı manzarası. Eğer şanslıysanız, gece karanlıkta buradan, Etna’dan yükselen kıvılcımları görebilirsiniz. Meydanın adı, 9 Nisan 1860 gününden geliyor. Bu tarihte, Taormina Katedrali’nde yapılan ayin yarıda kesilerek halka Garibaldi‘nin, Sicilya’yı İtalya ile birleştirecek olan hareketi başlatmak için, Marsala‘da karaya çıktığı müjdelenmiş. Aslında, bu doğru olmayan bir habermiş. Garibaldi Sicilya’ya bir ay sonra ayak basmış. Buna rağmen, Taorminalılar şehirlerinin en güzel meydanına, tarih yanlışlığı olmasına rağmen, unutmak istemedikleri o günü isim olarak vermişler.
Manzarayı içercesine, doya doya seyrettikten sonra, her zaman kalabalık olan bu meydanda sokak çalgıcılarını gönlünüzce izleyebilir, dolup taşan kafelerden birinde yer bulabilirseniz oturup biraz dinlenebilirsiniz. Hatırlarsanız, bizim bir gece önce oturduğumuz, Cinque Archi restoranının kafesi de bu meydanda idi.
Yüzünüzü denize doğru döndüğünüzde sol tarafta göreceğinizSant’Agostino Kilisesimeydanı, bir biblo gibi, sade bir zarafetle süslüyor. Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan kilise 1448 yılında, Taormina’da yaşanan bir veba salgınının ardından, bir şükran ifadesi olarak yapılmış. Önceleri Aziz Sebastiano’ya adanmış olsa da, şehre Aziz Agostino’nun cemaatinden papazların gelmesinden ve buraya yerleşmelerinden sonra, kilisenin adı değiştirilmiş ve burası bir manastır halini almış. Zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış olan kilisenin sadece giriş kapısının üstündeki gül şeklindeki penceresinin ve kemerli giriş kapısının üst tarafının 15. yüzyıldaki orijinalliğini koruduğu belirtiliyor.
Piazza IX Aprile’de denize tam karşıdan bakan kilisenin adı, San Giuseppe Kilisesi (Aziz Josef). Barok tarzda olan kilisenin yapım tarihi 1600’lerin sonu ile 1700’lerin başları. Meydandan kiliseye çift taraflı bir merdiven ile çıkılıyor. Binanın sağ tarafında, tepesinde sekizgen bir kubbe olan bir çan kulesi bulunuyor. San Giuseppe Kilisesi bir zamanlar “Araftaki Ruhlar Kardeşliği”ne ait olduğu için, kilisenin dış yüzeyinde ve içinde ateşler içinde yanan insan figürleri var. Ateş, insanın günahlarından arınmasını simgeliyormuş.
San Giuseppe Kilisesi’nden çıktığınız zaman, sağ tarafta Cinque Archi restoranını ve ona bitişik Porta di Mezzo’yu (Orta Kapı) göreceksiniz. Buraya Saat Kulesi de dendiğini yukarıda belirtmiştim. Şehrin bu ortadaki kapısından geçince, Taormina’nın Antik ve Helenistik bölgelerini geride bırakarak, Normanlar döneminde gelişmeye başlayan Orta Çağ dönemi yerleşim alanına girmiş oluyorsunuz. Bu nedenle buraya Borgo Medievalede deniyor. Kapı (ya da kule) 12. yüzyılda, Grek-Roma kalıntılarının üzerine yapılmış. 1676 yılında, Taormina XIV. Louis’nin Fransız ordusu tarafından işgal edildiği sırada tahrip olmuş. 1679 yılında yapılan onarım sırasında tepesine saat yerleştirilmiş. Kulenin tepesindeki çanlar sadece, her yıl Taormina’nın koruyucu Azizi olan San Pancrazio’nun bayramının olduğu 9 Temmuz günü ve şehrin belediye başkanının seçildiği gün çalınıyormuş.
Orta Kapı’yı geçtikten sonra Corso Umberto I caddesi boyunca yürümeye devam edin. Bu arada, tüm bu cadde boyunca sağlı sollu sıralanmış dükkanlara da göz atmanızı öneririm. İlginç takı dükkanları var. Etna’nın siyah lav taşı ile birlikte inci veya mercan karışımlı yapılmış takıların bazıları çok güzel. Gerçek olanlar elbette daha pahalı. Eğer özellikle taklit istenmiyorsa, plastik olma ihtimali yüksek, ucuz ürünlere karşı dikkatli olmak gerek.
Piazza del Duomo(Duomo Meydanı) ve buradakiCattedrale di San Nicolò, yaniDuomo, Taormina’nın bir başka turistik çekim noktası. Barili Aziz Nicolò‘ya adanmış. Aslına bakarsanız, Bari‘ den değil bizimDemre‘den Noel Baba‘dır o. Kemikleri 1087 yılında Anadolu‘dan çalınıp, İtalya’nın Pugliabölgesindeki Bari’ye götürülmüş. Bari’ye gidenler onun adını taşıyan bazilikanın kriptinde mezarını görebilirler. Barili olarak anılır ama Anadolu’dan olduğunu bilen bilir.
Taormina Katedrali’nin ilk yapım tarihi 13. yüzyıl. Burada bulunan, yine Aziz Nicolò’ya adanmış bir başka kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha sonra, 15, 16 ve 18. yüzyıllarda yeniden inşa edilmiş. Aslında, ilk bakışta bir katedralden çok, bir kaleyi andırıyor. Sanırım bu, yapımında kullanılan taşlardan ve tepesindeki kaleyi andıran burçlardan kaynaklanıyor. Ana kapının üzerinde bulunan gül şeklindeki pencere için Siracusa taşı kullanılmış. Yapının içinde bulunan altı adet pembe Taormina mermerinden yapılmış sütunun büyük tiyatrodan buraya getirilmiş olabileceği söyleniyor. Katedral, 1945-1948 yılları arasında, Palazzo Corvaja’yı da restore eden Armando Dillon tarafından tamamen elden geçirilmiş ve güçlendirilmiş.
Duomo’nun önünde bulunan çeşme de birkaç dakikalık bir incelemeyi hak ediyor. 1635 yılında, Barok stilde yapılan çeşmenin en tepesinde Taormina’nın amblemi olan birKentaur (Yunan mitolojisinde yarı insan yarı at olan yaratıklar) var. Genelde erkek olarak canlandırılan Kentaurlar burada dişi olarak canlandırılmış.
Duomo Meydanı’ndan yukarı doğru çıkanSalitaBadia Vecchia(Badia Vecchia Yokuşu) sizi Badia Vecchia‘ya götürecek. Bu yapı aslında Taormina’nın şehir duvarlarının bir parçası olan bir kule imiş. 13. yüzyılda inşa edilmiş. 14. yüzyılda restore edilmiş ve genişletilmiş. Bir manastıra çevrilmiş. Gotik stilde yapılmış olan binada, özellikle pencere detaylarında Arap-Norman etkisi görülüyor. Çerçevelerdeki siyah renkli süslemeler, Sicilya’nın bu bölgesinde sıkça rastlandığı gibi, lav taşından yapılmış. Yolun yokuş ve biraz dolambaçlı olması nedeniyle buraya ulaşmak sıcakta epeyce zordu. Buraya asıl gitmek isteme nedenimiz, Taormina Arkeoloji Müzesi‘nin burada olmasından dolayı idi ama, müze geçici bir süre için kapatılmıştı. Binayı, görebildiğimiz kadarıyla, dışarıdan incelemek ve harika manzaranın tadının çıkarmakla yetinmek zorunda kaldık.
Yokuştan aşağıya, Duomo Meydanı’na indikten kısa bir süre sonra Corso Umberto I sizi caddenin diğer ucundaki Porta Catania’ya, yani Catania Kapısı’na götürüyor. Bir gece önce Taormina’ya geldiğimiz zaman bu kapının önünden geçerek otele gitmiştik. Porta Messina gibi eski şehir duvarlarının bir parçası olan Porta Catania 1440 yılında yapılmış. Kapının üstünde yapım tarihi ve İspanyol arması var.
Porta Catania’nin dışına çıktıktan sonra sola dönüp, aşağıya doğru devam ederseniz, San Stefano Sarayı‘na (Palazzo Duchi di San Stefano) ulaşıyorsunuz. Günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış olan saray, bir zamanlar İspanyol asıllıDe Spuches Düküneve ailesine aitken, 1964 yılında Taormina Belediyesi tarafından satın alınmış ve restore edilmiş. Günümüzde, Sicilya Gotik tarzının muhteşem bir örneği olan bu yapı, İtalyan heykel sanatçısıGiuseppe Mazzullo‘nun (1913-1988) vakfı tarafından, müze ve süreli sergi mekanı olarak kullanılıyormuş. Zamanımız az olduğu için biz gezmedik ama, Arap ve Norman mimari güzelliklerinin harika bir şekilde birbirini bütünlediği binaya dışarıdan baktık. Yine Etna lav taşı ile Siracusa mermerinin ince karışımı ile yaratılan Arap etkisi ve gerek yapının kule benzeri planı gerekse tepedeki kırlangıç kuyruğu benzeri burçların verdiği Norman hava çok güzeldi.
Yola, bizim otelimizin de bulunduğu, Via Roma üzerinden devam edince Taormina’nın bir başka ilginç yapısına geldik. Günümüzde, Four Seasons tarafından işletilen ve gecelik ücreti 7000 Euro’dan fazla süitleri olan bu muhteşem kompleks, tarihi San Domenico Sarayı (Palazzo San Domenico). Bu ilginç yapıyı sabah kahvaltıda bizim otelin tepesinden, daha uzaktan ama daha bütünsel olarak görmüştüm. San Domenico Sarayı 15. yüzyıldan kalma bir bina. Kendisi de manastır yaşamını seçmiş bir asil olanBaron Damiano Rosso d’Altavillatarafından San Domenico tarikatına bağışlanmış. Tarikat binaya baron öldükten beş yıl sonra, 1430 yılında taşınmış. Bundan sonraki 400 yıl boyunca San Domenico rahipleri küçük bir cemaat olarak burada yaşamaya devam etmişler. 1866 yılında, İtalya’nın birleşerek tek devlet haline gelmesinden (Risorgimento) sonra, tarikatların gücünü bastırmak ve mallarına el koymak amacıyla bir yasa çıkarılınca, devlet görevlileri Taormina’daki San Domenico Manastırı’nın da kapısına dayanmışlar. O dönemde manastırda kalan tek kişiVincenzo Bottari Cacciolaadında bir rahipmiş. Buna rağmen, binanın anahtarlarını, onlara vermemek için çok direnen rahibin elinden zorla alabilmişler. Ancak, rahip Vincenzo yılmamış. Baron Damiano Rosso d’Altavilla’nın 400 yıl önce bıraktığı vasiyetnameyi ortaya çıkarmış. Baronun vasiyetinde yapının San Dominico rahiplerine ödünç verildiği yazılı imiş. Böylelikle, manastır binasının aslında Baronun varislerine ait olduğu ve devletin el koyamayacağı anlaşılmış. Rahip Vincenzo, Baron Damiano Rosso’nun varisiPrens Cerami‘yi durumdan haberdar edince, yapının mülkiyeti kendisine geçmiş.
San Domenico Manastırı’nın lüks bir otele dönüştürülmesi ve bu amaçla ana binaya ek olarak büyük bir uzantının yapılması Prens Cerami’nin fikriymiş. Dönüşüm tamamlanınca, San Domenico Avrupa’nın ilk büyük ve lüks otellerinden birisi olmuş. Zamanla Taormina’nın ünü dünya çapında artınca, otel de zengin ve ünlü konukların kalmak istedikleri bir yer haline gelmiş. Şöhreti Avrupa sınırlarını aşmış. 1900’lerin başında otel İngiltere Kralı Edward VII ve Baron Rothchild gibi ünlüleri ağırlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Ordusu tarafından karargâh olarak kullanıldığı için otel çok yoğun bombardıman altında kalmış.
Savaştan sonra binanın restore edilmesi ve otelin yeniden açılması birkaç yıl almış. 1950’lere gelindiğinde, yine zenginlerin düğünlerinin yapıldığı, çılgın partilerin verildiği bir yere dönüşmüş. Bu dönemde, Greta Garbo, Ingrid Bergman, Audrey Hepburn, Elizabeth Taylor ve Sophia Loren gibi ünlü sinema sanatçıları otelde kalmışlar. 2017 yılında 43.üncüsü yapılan G7 zirvesi de San Domenico Sarayı’nda yapılmış.
O gün Taormina’da gezimizin son durağı, aynı zamanda otelimize çok yakın olan, şehir parkı (Giardino Pubblico) oldu. Taormina’nın ciğeri olarak tanımlanan bu büyük park, içinde aralarında dev manolya ve palmiye ağaçları ile kaktüsler olan, egzotik ağaçlar ve çiçeklerle dolu, büyük bir asma bahçe. Sıcak havada bu bahçenin gölgesine sığınmak insana ilaç gibi geliyor. Deniz ve Etna manzarası da cabası. Parkın yaratıcısı, bir İskoç asili olan, Lady Florence Trevelyan (1852-1907). Bir rivayete göre, daha sonra İngiltere Kralı VII. Edward olarak tahta çıkacak olan Galler Prensi ile yaşadığı bir gönül ilişkisi nedeniyle Kraliçe Victoria tarafından ülkesinden gönderilmiş. Trevelyan Avrupa’da iki yıl dolaştıktan sonra Taormina’ya yerleşmiş. Önce, Taormina’nın alt tarafında, sahile kumluk bir yol ile bağlı olan Isola Bella adasını satın almış. Burada bir ev ve getirttiği çeşit çeşit fideleri, çiçekleri diktiği muhteşem bir bahçe yaptırmış. Bahçesi aynı zamanda doğadaki nadide kuşlar için bir koruma alanı olmuş. Lady Trevelyan daha sonra, 1884 yılında, Taormina’nın belediye başkanı, Prof. Salvatore Cacciolaile evlenmiş ve Taormina’nın içine taşınmış. Parkın bulunduğu alanı satın alarak, bu kez burada bu şahane bahçeyi yaratmış. Bahçenin içine, temel işlevleri kuşlar için sığınacak ve yaşayacak mekanlar olan değişik pagodalar ve süslü yapılar da koydurmuş. Park, 1922 yılında Taormina şehir mülkiyetine geçmiş. Lady Trevelyan’ın ilk göz ağrısı olan Isola Bella adası ise, 1990 yılına kadar kişisel mülkiyet statüsünü koruduktan sonra, Sicilya Özerk Yönetimi tarafından Milli Park ilan edilmiş.
1787 yılında, İtalya gezisinin bir parçası olarak, Taormina’yı ziyaret eden Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), buradaki antik Grek tiyatrosu için şöyle demiş: “Herhangi başka bir tiyatroda hiçbir seyirci böylesine bir manzaraya sahip olmamıştır”. Taormina’da büyülenen Goethe’nin izlenimlerini İtalya Seyahati adlı kitabında okuyanlar, bu tarihten sonra Taormina’ya yavaş yavaş akın etmeye başlamışlar. Taormina sanatçıların, yazarların, şairlerin ve ressamların en gözde tatil yerlerinden birisi olmaya başlamış. Ancak, önceleri Taormina’da doğru dürüst kalacak yer yokmuş. Bu konuda ileri görüşlü bir kişi olan Don Francesco La Floresta 1850 yılından itibaren evinin odalarını kiraya vermeye başlamış. İşte bugün Taormina’nın en ünlü ve lüks otellerinden biri olan, antik tiyatro ile aynı sokakta ve onun karşisında bulunanGrand Hotel Timeo‘nun temeli böyle atılmış. Otel adını, Taormina’nın M.Ö. 358 yılındaki kurucusunun oğluTauromenion‘dan almış. 150 yılı aşkın bir süredir devam eden gelenek, bizim de o akşam otelinMichelin yıldızlırestoranıOtto Geleng‘de şahit olduğumuz üzere, gelişerek hizmet kavramının en üst noktasına erişmiş. Böyle olunca, otelin ünlü konukları da eksik olmamış. 1904 yılında yatıyla Taormina’ya gelenKaiser Wilhelm IItüm oteli kapatmış ve burada bir süre kalmış.Richard Wagner(1813-1883) de otelde kalanlar arasında. (Goethe geldiğine göre, Wagner’in gelmesinin de doğal olduğunu düşünüyorum).
Söylendiğine göre, D.H. Lawrence(1885-1930) otelde kaldığı sırada bir gün otelin bahçesinde gezerken Lady Trevelyan ile karşılaşmış ve ondan ilham alarak ünlüLady Chatterley’nin Sevgilisi kitabını otelin terasında yazmaya başlamış. Bu nedenle sonradan bu terasaEdebi Terasadı verilmiş. Lady Trevelyan’ın otelin tarihindeki özel yerinin bir başka nedeni daha var. Lady Trevelyan Taormina’ya ilk geldiği zaman otelin bir katını kiralayarak, kendi zevkine göre dekore ettirmiş ve beş köpeği ile birlikte bir süre burada yaşamış. Bu sırada, otelin günümüzde hayranlık uyandıran bahçesini de düzenlemiş. Grand Hotel Timeo’da kalan edebiyat tarihine geçmiş diğer isimler arasında Oscar Wilde(1854-1900) ve Tennesee Williams(1911-1983) sayılabilir. Truman Capote(1924-1984) da ünlüTiffany’de Kahvaltıkitabını iki sene boyunca kaldığı bu otelde yazmış. Tüm bu ışıltılı isimlere ek olarak, Elizabeth Taylor‘danAudrey Hepburn‘e, Valentino‘danMadonnaveElton John‘a kadar birçok ünlünün de buradan gelip geçtiğini ekleyebilirim.
O akşam evlenme yıldönümümüzdü. Aylar öncesinden, otelin şahane deniz,Naxos Bahçelerive Etna manzaralı Edebi Teras’ında bulunan Otto Geleng restoranda yer ayırtmıştık. Taormina’da bütün gün gezdikten sonra parkın yakınındaki otelimize döndük, biraz dinlendik ve akşam için giyindik.Via Teatro Greco, 59adresindeki Grand Hotel Timeo ve restoranı Otto Geleng’e doğru yola çıktık. Gündüz yürüdüğümüz güzergâhı bu kez tersine doğru yürüdük.
Yemek için adım attığımız büyülü ortamdan söz etmeden önce, restorana adını veren Otto Geleng de birkaç cümlelik bir açıklamayı hak ediyor. 1843-1939 yılları arasında yaşamış olan Alman ressam Otto Geleng’in Taormina ile gönül bağı, Berlin’deki Kraliyet Akademisi’ndeki hocası Profesör Biermann’ın yaptığı sulu boya Taormina tablolarını gördüğü zaman başlamış. Biermann’ın yaptığı Taormina Antik Grek Tiyatrosu tablolarından çok etkilenen Geleng, mezun olunca gitmeye çoktan karar verdiği Taormina’ya doğru yola çıkmış. Taormina’ya gelince, Don Francesco’nun sonradan Grand Hotel Timeo haline gelecek olan konukevinde kalmış. Uzun bir kalıştan sonra Berlin’e döndüğü zaman artık elinde, Taormina’nın manzaralarından oluşan, çok zengin bir resim dosyası varmış. Eserleri çok beğenen hocası Biermann kendisine bunları Paris’teki eleştirmenlere götürmesini önermiş. Ancak, tablolar Fransız eleştirmenler üzerinde bekledikleri etkiyi yaratmamış. Karla kaplı Etna ve çiçek açmış badem ağaçlarının arasından eşsiz manzara görüntüleri onlara fazla yapay gelmiş. Sadece gördüğü güzellikleri resmettiğini söyleyen Geleng, eleştirmenlere bir öneride bulunmuş. Buna bir tür bahse girmek diyebiliriz. Eleştirmenler Taormina’ya gelip, Geleng’in yaptığı resimlerle gerçek Taormina manzarasını karşılaştıracaklar ve eğer Otto Geleng’in abarttığını düşünürlerse, tüm yolculuk ve konaklama masrafları Geleng tarafından ödenecekmiş. Eğer aksi olursa, yani Taormina’yı gördükten sonra Geleng’in yaptığı manzaraların gerçeğin tuvale yansıması olduğuna karar verirlerse, sanatçının tüm resimlerini satın alacaklar ve basında Taormina’nın reklamını yapacaklarmış. Tahmin edeceğiniz gibi, bu bahisin kazananları Taormina ve Otto Geleng olmuş…
Otto Geleng’deki akşam yemeği bir rüya gibiydi. Çiçekler ve manzaranın dışında, dantel masa örtüleri, gümüş servis takımları, zarif kadehler ve mumlarla tamamlanan ambiyans büyüleyici, servis mükemmel,Executive ŞefRoberto Toro‘nun yaratıcılığının ürünü yemeklerin her bir lokması çok lezzetli idi. Yemeğin sonunda, şefin yıldönümümüz için özel ikramı olarak getirilen tatlı ve hediye ettiği kendi kitabı da unutamayacağımız jestler oldu. Mükemmel olduğunu belirttiğim servis, bir kez daha bana Türkiye’de en iyi restoranlarda bile neden bu kaliteye çok sık ulaşılamadığını düşündürdü. Titiz ve özenli ama konukları sıkmayan, sıcak ama aynı zamanda profesyonel ve mesafeli bir hizmet kalitesi. Gerek baş garson gerekse kadınsommelier (şarap garsonu) Veronica dört dörtlük bir hizmet verdiler o gece. Yemek ile birlikte Donnafugata’nınNero d’Avola üzümünden yapılanMille e una Notte(Bin Bir Gece)2016şarabını, tatlı yanında ise yine Donnafugata’nınMuscat of Alexandria(yerel ismiyleZibibbo) üzümünden yapılan Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018tatlı şarabını içtik.
Messina‘daki Museo Interdisciplinare Regionale (Disiplinlerarası Bölgesel Müze), adından da anlaşıldığı üzere, içinde çeşitli dallarda sanat eserlerini ve dekoratif objeleri barındıran çok zengin bir müze. Koleksiyon, daha önce var olan bir kent müzesinin sahip olduğu eserlere 1908 yılındaki büyük depremden sonra çeşitli özel ve kamusal mülklerden kurtarılan sanat eserlerinin ve değerli eşyaların eklenmesi ile oluşturulmuş. Bu eserlerin arasında, müzenin bahçesinde sergilenen çok sayıda kilise, manastır gibi eski binalardan geriye kalan parçalar da var. Bunlar, depremden çok zarar gören bazı tarihi mimari yapılardan kurtarılabilen eserler. Ait oldukları binalar daha sonra zorunlu olarak yıkılmışlar.
Müze, 1970’lerde yapıldığı anlaşılan oldukça büyük bir binada bulunuyor. Geniş de bir bahçesi var. Biz gittiğimiz zaman, müzenin çalışanlarından oldukça kalabalık bir grup bina girişinde sohbet ediyordu. Kapıya yaklaştığımızda, sanki bizi evlerine buyur ediyorlarmış gibi selamladılar ve içeriye davet ettiler. Doğrusu bu hallerini çok sempatik buldum. Sonra, her biri kendi görev yerlerine dağılırken, içlerinden iki tanesi de bilet bankosunun arkasına geçti. Anlaşılan tüm müze personeli bir sabah sohbeti için kapı önüne çıkmıştı.
Birkaç katlı müzenin içi çok geniş ve ferah. Katlar arasında geçişin rampalarla olması gezmeyi kolaylaştırıyor. Hepsinde olmasa da, eserlerin çoğunda İngilizce açıklamalar var. Sergilenen eserler temel olarak 12. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış. Bu döneme ait tablo, heykel ve çeşitli zanaat dallarının nadide ürünleri kronolojik bir sıraya göre düzenlenmişler. Eserleri sergilenen sanatçıların çoğu Messinalı olmakla beraber, daha önce Messinalı zenginlerin koleksiyonlarında veya yıkılan kiliselerde bulunan başka bölgelerden Rönesans sanatçılarına ait eserler de var.
Bir önceki yazımda bu müzede sergilenenAntonello da Messina‘nın (1430-1479) eserlerini özellikle merak ettiğimi belirtmiştim. Kimi sanat uzmanlarına göre, Antonello da Messina’nın eserlerini görmek Sicilya’yı ziyaret etmek için başlı başına bir neden olabilir. Kendisi, dünyada Rönesans döneminde yaşamış en ünlü Sicilyalı ressamlardan birisi kabul ediliyor. Eserleri, aralarında Paris’teki Musée du Louvre, Londra’dakiNational Gallery, Berlin’dekiGemäldegalerieve New York’takiMetropolitan Museum of Art olan, dünyanın en ünlü müzelerinde sergileniyor. Sicilya’da ise altı tane eseri olduğu belirtiliyor. Bu saptamaya göre biz Sicilya gezimizde, Cefalù‘da gördüğümüz “Bilinmeyen Adamın Portresi” ve Messina’da gördüğümüz iki tablosu ile beraber, sanatçının adadaki eserlerinin yarısını görmüş olduk.
Asıl adı Antonello di Giovanni di Antonio olan “Messinalı Antonello”, 1430 yılında bu şehirde doğmuş ve 1479 yılında yine bu şehirde ölmüş. Ancak, ömrünün tamamını Messina’da geçirmemiş. Bu şekilde, bir erken Rönesans sanatçısı olarak, hem dönemin diğer ünlü sanatçılarını etkilemiş hem de onlardan etkilenmiş. Antonello ilk derslerini heykeltıraş olan babasından almış. Roma’da geçirdiği çıraklık döneminden sonra yirmi yaşında Napoli’de sanatçı Niccolò Antonio Colantonio‘nun atölyesine kabul edilmiş. Colantonio’nun yanında eğitim görmek Antonello için Flaman resim sanatı ile tanışma ve pek çok şey öğrenme fırsatı sağlamış. Unutmayalım ki, o dönem Sicilya ve Güney İtalya’da hüküm süren İspanyol yönetimi aynı zamanda Habsburg hanedanından. (1734 yılından itibaren bu bölgeyi İspanyol Bourbon hanedanı yönetmeye başlamış). Hollanda da Habsburg’ların yönetimi altında olduğu için aynı yönetim altındaki ülkelerin sanatçılarının karşılıklı etkileşim içinde olmaları gayet mümkün. Bunun ötesinde, Antonello’nun Napoli’de olduğu sırada burada Hollanda resim sanatına büyük bir merak olduğu belirtiliyor. Ayrıca, ustası Colantonio’nun hamisi AragonluKral V. Alfonso da bir Flaman resim sanatı hayranı. Sanat tarihçileri, Antonello da Messina’nın Napoli’de Kral V. Alfonso’nun sahip olduğu bir yağlı boya eseri görmesinin sanatsal açıdan onun için bir dönüm noktası olduğunu söylüyorlar. Lomellini Tryptych olarak adlandırılan eser Hollandalı ressamJanVan Eyck‘ın (1395-1441) yaptığı bir tablo. Antonello yaşı itibariyle Van Eyck’a yetişememiş olsa da, onun atölyesinden yetişmiş ve onun devamı kabul edilen Hollandalı sanatçıPetrus Christus‘u (1420-1472/73) tanıma fırsatı buluyor. Bu etkileşim sayesinde Antonello da Messina, Flaman resim sanatına özgü mikroskopik detaylar ve ışığın farklı yüzeyler üzerinde resmedilmesi konusunda ustalaşıyor. Antonello da Messina’nın Christus aracılığı ile Van Eyck ekolünden öğrendiği bir diğer şey de, hem genel olarak resmettiği kompozisyonlardaki hem de insan yüzlerindeki sakinlik oluyor. Bunun yanında, o zamana kadar dönemin diğer İtalyan sanatçıları gibi, insan portrelerini tam profilden yapıyorken, daha sonra Flaman sanatçılara özgü, koyu renk bir fon üzerine tam karşıdan veya dörtte üç bir açı ile yapmaya başlıyor. Tüm bunların karşılığında, Christus da İtalyan sanatçıların uyguladığıdoğrusal perspektifi(linear perspective) uygulayan ilk Flaman sanatçı oluyor. Da Messina’nın Van Ryck ekolünden öğrendiği ve ustalaştığı tüm bu teknikleri 1475-1476 yıllarında gittiği Venedik’te birlikte olduğuGentileveGiovanni Bellini kardeşlere aktardığı biliniyor.Nitekim, 1480 yılında İstanbul’a gelerekFatih Sultan Mehmet‘in portresini yapan Gentile Bellini de Osmanlı hükümdarını siyah bir fon üzerine, tam profil olmayan bir açı ile resmetmiş.
Antonello da Messina’nın günümüzde Sicilya’da bulunan tablolarının hepsi 1465-1475 yılları arasında burada yapılmış. Ancak, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale’deki eserlerden biri olaniki-taraflı tablet, 2003 yılında birChristie’smüzayedesinden 220.000 İngiliz Sterlin’i karşılığında satın alınarak Sicilya’ya getirilebilmiş. Panelin bir yüzünde Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken, öbür tarafında Hz. İsa (Ecce Homo) tasvir edilmiş. Eserin boyutunun küçük olması nedeniyle (16 cm x 11,9 cm) tabletin kişisel dua için yapılmış olduğu düşünülüyor.
Müzedeki Antonello da Messina’ya ait ikinci eser, Aziz Gregory Poliptiği (Polyptych of St Gregory). Yunanca polu (çok) ve ptychē(katlı, katlamalı) kelimelerinden türetilenpoliptik, dört ya da daha fazla parçadan oluşan çoklu panel tablo demek oluyor. Bunların ikili olanlarınadiptik, üçlü olanlarına triptik deniliyor. Eser, 1473 yılında Messina’daki Santa Maria Extra Moenia Manastırı’nın kilisesi için yapılmış.
Museo Interdisciplinare Regionale’nin gururla sergilediği Caravaggio‘nun (1571-1610) iki eseri, Lazarus’un DirilişiveÇobanların Tapınması, sanatçının 1608-1609 yıllarında Sicilya’da geçirdiği dokuz ay sırasında yaptığı eserlerden iki tanesi. Aslen Milano yakınlarındaki Caravaggio köyünde doğan ve bu isimle anılanMichelangelo Merisi(Caravaggio), kariyerini Roma’da sürdürürken 1606 yılında işlediği bir cinayet yüzünden idama mahkum olunca, Roma’dan kaçıyor. 1606-1610 yılları arasında Napoli, Malta ve Sicilya’da saklanıyor. Sicilya’dan sonra, bir af umuduyla, tekrar Napoli’ye dönüyor. Ancak, kısa bir süre sonra, kimi kaynaklara göre frengiden, kimine göre ise bir intikam cinayeti sonucu ölüyor. Floransa’daki Galeria Ufizzive Roma’daki çeşitli kilise ve müzelerde gördüğüm eserlerinden tanıdığım Caravaggio sevdiğim bir ressam. Messina’da karşıma çıkması da çok hoşuma gitti. Dev boyuttaki iki eserini de etkileyici buldum.
Messina ile ilgili bir önceki yazımda gece gittiğimizFontana di Nettuno‘dan (Neptün Çeşmesi) bahsetmiş ve heykellerin kopya olduklarını, asıllarının bu müzede korumaya alınmış olduklarını belirtmiştim. Ertesi gün, heykellerden ikisini müzede gördük. Çeşmenin ortasında Neptün (Poseidon) tepede dururken, iki yanında iki mitolojik canavar, ScyllaveCarybdiszincirlenmiş olarak duruyorlar. Müzede, Neptün ve Scylla heykelleri sergileniyordu. Diğerinin neden sergilenmediği konusunda bir bilgi yoktu. Belki restorasyonda idi, bilemiyorum.Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, ToskanalıGivanni Angelo Montorsoli(1507-1563)Orion Çeşmesi ‘ni yapmak üzere Messina’ya geldikten birkaç yıl sonra, sipariş aldığı bu ikinci çeşmeyi yapmaya başlamış ve 1557 yılında tamamlamış.Homer‘inOdysseiadestanının kahramanıOdysseus,Troia Savaşı‘ndan sonra evi Ithaka‘ya dönüş yolunda, dar bir boğazdan geçerken Scylla ve Charybdis isimli bu iki ölümsüz ve korkunç canavar ile karşılaşır. Sonraları, söz konusu boğazın Messina Boğazı olduğuna inanılmıştır.
Müzeden sonra, Messina’nın deniz fenerinin bulunduğuCapo Peloro‘ya (Peloro Burnu) gittik. Burası aynı zamanda adanın İtalya’ya en yakın olduğu nokta. TıpkıRumeli Hisarıile Anadolu Hisarı‘nın bulunduğu İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde olduğu gibi, sanki elinizi uzatsanız karşı kıyıya değecekmişsiniz gibi geliyor insana. Sicilya bayrağındaki Triscele sembolünün üç bacağından birisi Peloro Burnu’nu temsil ediyor.
Günlerden cumartesi ve hava çok güzel olunca, Capo Peloro’daki plaj da denize giren yerli halk ile doluydu. Surf yapanlar ve sahilde uçurtma uçuranlarla birlikte çok güzel bir manzara vardı. Sahilde bir yazlık kafede oturduk. Haftasonu tatilinin ve havanın tadını çıkaran İtalyanların o çok sevdiğim yaşamdan keyif alan ve telaşsız hali bize de bulaştı. Sanki gidecek yolumuz yokmuş ve biz de oranın yerlisiymişiz gibi, kendimizi bir süre o rehavete kaptırdık. Ancak, yola da koyulmak gerekiyordu…
Sanırım, Baba(Godfather) filminin sinema tarihinin en iyi ve en ünlü filmlerinden biri kabul edildiğini belirtirsem, abartmış sayılmam… Francis Ford Coppola(1939- ) tarafından çekilmiş olan üç filmlik seri toplam 28 Akademi Ödülü’ne (Oscar) aday gösterildi. Aldığı toplam ödül sayısı 9 oldu. Mario Puzo‘nun (1920-1999) 1969 yılında yazdığı aynı isimli kitaptan uyarlanan film sadece 50 yıl öncenin filmseverlerini değil, nesiller boyunca sinema meraklılarını etkiledi. Mafya babası Don Vito CorleonerolündekiMarlon Brando‘nun ve oğluMichael CorleonerolündeAl Pacino‘nun performansını bunca sene sonra bile unutmak ne mümkün. İlki 1972 yılında çekilen Baba serisinin senaryosu da romanın yazarı Mario Puzo tarafından yazıldı. İkinci film 1974’te, üçüncü film 1990 yılında çekildi. Seri için dördüncü filmin de çekileceği söylentileri çıktıysa da, sonradan vaz geçildiği söylendi.
Hatırlanacağı üzere, Baba filmi Sicilya’nınCorleoneköyünden göç eden New Yorklu bir Mafya ailesinini anlatır. Ailenin soyadı da Corleone’dir zaten. Coppola filmin Sicilya’da geçen bölümlerini çekmek için Corleone köyüne gittiği zaman hayal kırıklığına uğramış. Palermo’ya bağlı olan Corleone aslında adanın batı tarafında, Palermo’nun güneyinde bir yerleşim yeri. Corleone’ye gittiği zaman Coppola’nın burada karşılaştığı modern ve çirkin binalar yönetmenin yaratmak istediği ambiyans için Sicilya’da başka yerler aramasına yol açmış. Palermo’ya çok uzak olmayan Corleone de muhtemelen II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmıştı ve o nedenle konut ihtiyacını gidermek için zevksiz bir takım binalar yapılmıştı.
Baba film serisinin Sicilya’da (Corleone köyünü canlandırmak üzere) çekilen sahneleri aslında üç ayrı yerleşim yerinde çekilmiş.Savoca, Forza d’AgroveMotta Camastra. Bu köylerin dışında, Castello degli Schiavi(Köleler Şatosu) gibi bazı farklı mekanlar da kullanılmış. Filmin kazandığı başarı, çekim yapılan mekanlara da şöhret ve kazanç getirmiş. Özellikle Savoca, buraya olan turist akını nedeniyle daha uzun süre Baba filminin ekmeğini yiyeceğe benziyor. Biz de Messina’dan Taormina’ya giderken Savoca’ya gittik. Çok kısa bir süre için de Forza d’Agro’ya uğrayabildik.
Savoca Messina’ya 42, Taormina’ya ise 21 kilometre uzaklıkta. İki şehrin arasında. Yapacağınız Sicilya gezisinde Messina’ya gitmeseniz bile, Taormina‘dan buraya gelebilirsiniz. Savoca, Orta Çağ’dan kalma bir yerleşim yerinin ambiyansı dışında, etrafındaki bağlar, zeytinlikler ve limon bahçeleri ile son derece pitoresk bir yer. Savoca adının Sicilya dilinde mürver anlamına gelen “savucu” kelimesinden geldiği söyleniyor. Çiçek açma mevsimi olmadığı için biz fark etmedik ama, köyün çevresindeki arazi mürver bitkisi ile doluymuş. İlkbaharda çok güzel bir görüntü olsa gerek. Köyün armasında da mürver dalları var.
Savoca 1134 yılında, daha sonra Sicilya kralı olan, NormanKont Ruggero II(Roger) tarafından, bir kale olarak kurulmuş. Bir dönem korsanların saldırılarına uğramış. İspanyol yönetimi altında köy zenginleşmiş. Bu arada aristokrat ve burjuva bir sınıf oluşmuş. Köyde bu dönemden kalan malikaneler var. Bunlardan biri köy meydanındakiPalazzo Trimarchi. 1773 yılında yapılmış olan malikhanenin günümüzde giriş katında bulunanBar Vitelli, Baba filminin bazı sahnelerinin burada çekilmiş olması sebebiyle çok ünlü.
Savoca’da arabayı ana meydana oldukça yakın bir yerde park ettik. Meydan her milletten turist ile doluydu. Bar Vitelli’nin önündeki bahçede insanlar bir şeyler yiyor içiyordu. Bir dağın tepesinde olan köyden manzara çok güzeldi. Teras gibi düzenlenmiş olan meydanda bir de Coppola’nın anısına buraya konmuş çelik bir heykel vardı. Bu heykel internete Savoca diye girdiğiniz zaman çoğunlukla karşınıza çıkan bir eser. Coppola kamerasının arkasında, sanki o güzelim vadiyi filme alıyormuş gibi canlandırılmış. Savoca’dan Francis Ford Coppola’ya bir vefa borcu karşılığı sanki…
Meydanda gezinip, fotoğraf çekerken, turistleri gezdirmek için düzenlenmiş iki tane triportör gördüm. İkisi de gıpgıcırdı. Daha önce böyle bir şeyeKüba‘da, Gamaguey‘de, binmiştik. Burada da binmek hoş olur diye düşündüm. Şoföre nereye götürdüklerini ve ne kadar olduğunu sordum. Adam başı sekiz Euro’ya yukarı götürdüğünü söyleyince bindik. Yaptığımız en akıllıca şeylerden biri oldu bu. Yaya olarak köyün üst tarafına çıkmaya çalışanların yanından, onların imrenen bakışları altında, hem de çok eğlenerek geçip, gittik. Bu insanların hepsi yukarıdakiSan Nicolò Kilisesi‘ne gidiyor ya da oradan dönüyorlardı. Aziz Nikola’ya (Noel Baba) adanmış bu kilise ilk olarak 13. yüzyılda yapılmış ama, özellikle 1693’teki iki depremde çok hasar almış. Günümüzde görülen ve biraz da kaleyi andıran kilise 18. yüzyılda yapılmış. Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar Savoca’daki işçi halk bu kilisenin çevresine ve önündeki küçük meydana gömülmüş. Meydanın altında bircryptvarmış. Ancak, yukarıdaki tarihi özelliklerin hiçbiri insanların, sıcağa rağmen o zorlu yokuşu çıkıp, buraya akın etmesinin nedeni değil. San Nicolò Kilisesi’nin meşhur olma nedeni, Baba filminde Michael Corleone ile Apollonia’nın düğün sahnesinin burada çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.
Adam çok tatlıydı. Bizi San Nicolò Kilisesi’nin biraz yukarısındaki müzenin önündeki terasa götürdü. Manzara çok güzeldi. Terasta masalar ve büfeye dönüştürülmüş bir araba, arabanın içinde de servis yapan bir kadın vardı. Kadın adamın belki eşi, dostu ya da birlikte yardımlaşarak iş yaptığı bir hemşerisi idi.
– Siz şimdi burada dinlenip birer Aperol için. Manzaranın tadını çıkarın. 20 dakika sonra aşağıda, kilisenin önünde buluşalım, dedi.
Dediğini yaptık. İyonya Denizi’ni seyrederek Aperol’lerimizi yudumladık. Bol bol fotoğraf çektik. Aşağıya yürüyüp, kilisenin önüne geldiğimizde sözleştiğimiz saati biraz geçirmiştik ama şoför hiç dert etmememizi söyledi. Hatta kiliseyi rahat rahat gezmemiz için bizi teşvik etti. Zaten çok büyük bir kilise değildi. Gezerken, Baba filmindeki düğün sahnesini hatırlamaya çalıştım. Bir tek kilisenin kapısının önündeki Corleone ailesinin düğün fotoğrafı sahnesi aklıma geldi açıkçası.
Kiliseyi gezdikten sonra tekrar triportöre binip, aşağıdaki ana meydana döndük. Kendi arabamıza doğru yürürken eşim gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri koştuk. Neyse ki, bizim adam henüz yeni müşteri almamıştı. Orada bekliyordu. Gözlük onun taşıtında çıkmayınca, yukarıdaki büfedeki kadına telefon etti. Evet, gözlük oradaydı.
– Siz bekleyin. Ben gider getiririm, dedi.
Kısa bir bekleyişten sonra gözlüğü getirdi. Kendisine bu hiçbir şey talep etmeden yaptığı iyilik için ayrıca bir 8 Euro verdik. Adam çok teşekkür etti. Karşılıklı iyi niyetlerle ayrıldık.
Bu arada, Savoca’da gezecek başka yerler de olduğunu belirteyim. 1250 yılında yapılmışSan Michele Kilisesi, 1130 yılında yapılmış olan köyün ana kilisesi Santa Mariave eski bir sinagog kalıntısı bunlardan bazıları. Okuduğuma göre, bir de birKapuçin Manastırıvarmış. 1574 yılında kurulan manastır aristokrat Sicilyalıların eğitim gördüğü önemli merkezlerden biriymiş. Ayrıca bu manastırda, tıpkı Palermo’da gezdiğimiz Kapuçin Katakombları(Capuchin Catacombs of Palermo) gibi, asillerin mumyalanıp saklandığı bir yeraltı mezarlığı varmış. Eğer Palermo’da göremediyseniz, burada 367 Sicilyalı aristokratın mumyasını görebilirsiniz.
Savoca’dan sonra, Baba filminin çekildiği diğer köylerdenForza d’Agro‘ya gittik. Burası, Taormina’ya Savoca’dan da yakın, 420 metre yüksekliği olan bir tepenin üzerine konuşlanmış bir başka Orta Çağ köyü. Oraya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Sokaklarda ve ana meydanda kimsecikler yoktu. Gitmesek de olurmuş diye düşünüyorum. Şöyle bir gezip, (aslında tuvalete gidebilmek için) meydandaki kafede birer kahve içip, Taormina’ya doğru yola çıktık.
Forza d’Agro ile Taormina arası araba ile aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Ana yoldan ayrıldıktan sonra denizden 250 metre yüksekte bulunan Taormina’ya çıkmak için bugüne kadar gördüğüm en karmaşık viyadükten geçmeniz gerekiyor. Lunaparklardaki hız trenlerinin (roller coaster) parkurlarına benzer keskin viraj ve iniş çıkışları, üstelik de birkaç kez, dolanmanız gerekiyor. Sonra yine çok geniş olmayan bir yoldan yukarı doğru devam ediyorsunuz.
Taormina’ya vardığımızda hava kararmıştı. Araba ile şehre girişimiz biraz stresli oldu. Dar ve tek yönlü olan sokaklarda araba kullanmanın zorluğuna ek olarak, bir de rehavet içinde, biraz da şaşkın şaşkın yürüyen insan kalabalığı ve sürekli arkadan sıkıştıran arabaların verdiği rahatsızlık bizi biraz gerdi. Sonunda, Via Roma, 2adresindeki otelimiz Villa Paradiso‘yu bulduk. Bagajı boşaltıktan sonra, biraz ilerideki, otel ile anlaşmalı garaja arabamızı bıraktık. Eğer Taormina’ya araba ile gitmeyi düşünüyorsanız, otelinizin otopark koşullarından emin olunuz. Çoğu otelin otopakı veya anlaşmalı bir garajı yok.
Sonunda, otelin en üst katında, kendisine ait özel terası olan, odamıza yerleştik. Doğrusu, yine çok uzun bir gün olmuştu. Böyle olacağı zaten belliydi. O nedenle, o akşam için özel bir restorana rezervasyon yaptırmamıştım. Bir pizzacıya gidip, sonra erkenden yatarız diye düşünmüştük. Yine de internetten bir araştırma yapmış ve sıralamalarda üstte görünenLa Napoletana‘da karar kılmıştık. Ara bir sokakta, küçük bir meydanı kaplayan bu pizzacı inanılmaz kalabalıktı. Mutfak ve garsonlar bir fabrika üretim hattındaymışçasına çalışıyorlardı. Masalar boşalıyor ve sürekli yeni müşteriler oturuyordu. Ancak, burada yediğimiz pizza tüm tatilimiz boyunca Sicilya’da yediğimiz en kötü yemek oldu. Bir kere pizzalar doğru dürüst pişmemişti. Sanırım yoğunluktan yeteri kadar fırında tutulmamışlardı. Ödediğimiz hesap çok makul olmakla beraber, burası gitmenizi önereceğim bir yer değil. Öte yandan, pizza ile içtiğimiz şarap çok özeldi. Başka bir yerde karşınıza çıkarsa içmenizi öneririm. Şarap, güney Sicilya’nın Ragusa vilayetine bağlı Vittoria beldesi sınırları içerisinde yetiştirilen Nero D’Avola ve Frappato üzümleri kullanılarak Donnafugataşaraphanesinde üretilenDonnafugata-Floramundi Cerasuolo di Vittoria DOCG 2018idi. Cerasuolo di Vittoria Sicilya’nın ilk ve halen tek DOCG etiketli şarabı. Birbirini çok iyi tamamlayan bu iki üzümden Nero D’Avola şaraba derinlik ve gövde katarken, Frappato tazelik, berraklık, aroma ve zarafet veriyor. DOCG (Denominazione di Origine Controllata e Garantita) İtalyan şaraplarının sahip olabileceği en yüksek kalite belgesi. Açılımından da anlaşılabileceği üzere, DOCG damgası bir şişe şarabın üretim yöntemlerinin denetlenerek kontrol edildiğini ve kalitesinin garanti edildiğini ifade ediyor.
Castellammare del Golfo‘dan neredeyse istemeye istemeye ayrıldık. Bir gece önce yoğun yağış altında ve karanlıkta gördüğümüz bu balıkçı köyü güneşli havada ne kadar da farklıydı. Sakin, sessiz ve çok şirindi. Oturduğumuz salaş yer, adet olduğu üzere, riposo (bizde daha çok İspanyolca siesta kelimesi ile bilinen öğle paydosunun İtalyancadaki ismi) için kapanıyor olmasaydı, belki de birer bira daha içecek, keyifle peynir ve şarküteri yemeye devam edecektik. Ama, akşama Agrigento‘da olmak, bir de üstelik giderken Trapani ve Erice‘yi görmek istiyorsak, bir an önce yola koyulmamız gerekiyordu. Toplam 250 kilometre yol demek olacaktı bu.
Günümüzde herkesin ucundan da olsa bulaştığı sosyal medyada artık yolculuklar, gidilen yerler bolca paylaşılır oldu. Teknolojnin olanakları sayesinde görsellerle daha da çekici hale gelen bu paylaşımlarda genel olarak geziler, sorunsuz ve birazda düşman çatlatan cinsinden, alabildiğine masalsı bir havada yansıtılıyor. Her şeyin sorunsuz, pürüzsüz yaşandığı, sadece zevk ve keyifle su gibi akan günler… Ne güzel değil mi? Oysa, gerçek hayatın her zaman böyle olmadığını biliyoruz. Bizim Sicilya gezimizde de zorluklar ve aksilikler olmadı değil. Üstelik, bunların bazıları oldukça ciddi idi. Ama hiç birisi nedeniyle moralimizi ve keyfimizi bozmadık. Tadımız kaçmadan rotamıza devam ettik.
Trapani yolunda ilk endişemiz benzin konusunda oldu. Sicilya’da yollarda benzinci neredeyse yok gibi. Otoyol veya parasız yol fark etmiyor. O nedenle, yola çıkmadan ya da meskun yerlere yakın noktalardan geçerken benzin almanızda fayda var. Bir diğer konu ise, benzincilerin hemen hemen tamamının self-servis olması ve bu istasyonlarda size yardım edecek herhangi bir görevli de bulunmaması. Trapani’ye giderken, çok acil olmasa da, akşama kadar gideceğimiz yolu düşünerek benzin almaya karar verdik. Sonunda Trapani’de, küçük bir meydanda öylesine duran iki benzin pompasından benzin almayı denemeye karar verdik. Başka ülkelerdeki deneyimlerimize dayanarak bildiğimiz yöntemlerle birkaç denemede bulunduk. Sonuç, boşuna bir çaba oldu. Canımız sıkıldı. Oysa, daha atlattığımız tehlikenin farkında bile değildik…
Benzin noktasına geldiğimizde, ben biraz endişe içinde arabadan inerken, gürültüyle bir şey düştü gibi oldu. Baktığımda, bir ucu şarj için arabaya takılı olan telefon kablosunun yere sarkan ucunu gördüm. Doğrusu, onun nasıl olup da o kadar ses çıkardığına aklım pek ermedi ama, üzerinde durmadım. Ne de olsa, şimdi daha büyük bir sorun ile ilgilenmemiz gerekiyordu. O sırada eşim, pompaya daha çok yanaşmak için bir manevra yaptı. Üzerinde, herhangi bir dilde, hiçbir açıklama olmayan benzin pompasındaki başarısız denemeden sonra tam arabaya biniyorduk ki, yerde tesadüfen bir telefon gördük. Eşimin telefonuydu. Üstelik, az önceki manevra sırasında üstünden geçilmesine ramak kalmış bir noktada. Tabii bir de, ezilmekten kurtulmuş telefonu yerde hiç görmeden, arabaya binip gitme olasılığı vardı. Artık, ne zaman farkına varırdık, bilmiyorum…
Arabaya bindik ve daha işlek bir noktada, tercihan bir görevlinin bulunduğu, bir benzinci aramaya karar verdik. Sahilde daha büyük bir benzinci bulduk ama, orada da görevli yoktu. İnmiş yine bakınırken, genç bir çocuk arabası ile geldi. O da benzin alacaktı. Artık, arabanın kiralık olduğunu anladığından mı yoksa yüzümüzdeki ifadeden mi bilmiyorum, yardım isteyip istemediğimizi sordu. Hem kendi benzin alırken bize adım adım gösterdi hem de biz alana kadar bekledi.
Benzin sorununu haletmiştik ama, önemli bir diğer sorun daha vardı. Kiraladığımız arabanın navigasyonunun pratik olmaması, sürekli olarak telefonlarımızı kullanmamızı gerektiriyordu. Bu nedenle telefon şarjlarımız kısa zamanda tükeniyordu. Yanımızda getirdiğimiz şarj kablolarının uçları ise, arabanın şarj ünitesine uymuyordu. O güne kadar yedek şarjlarla idare etmiştik ama, gideceğimiz yollar uzadıkça ve ara yollara sapma gereksinimi arttıkça, onlar da yetmez oldu. Bundan dolayı oldukça zor anlar yaşadık. Gereksiz yere yanlış yollara saptık. Sicilya’da araba ile gezmeyi düşünenlere bu konuyu da unutmamaları gerektiğini özellikle belirtmek istiyorum. Yanınızda her türlü giriş için uygun şarj kabloları götürmeyi ihmal etmeyin.
Benzin aldıktan sonra, biraz rahatlamış olarak, arabayı sahile park ettik. Bagajın dolu olması tüm İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da bir risktir. O nedenle, göz önünde yerlere park etmekte yarar var. Biz de, görevlilerin bulunduğu limanın girişine yakın bir yere park ettik. Otomattan park fişimizi alıp, cama yerleştirmeyi de ihmal etmedik.
Trapani’nin adı, Yunanca orak demek olan Drepanon‘dan geliyor. Şehrin Latince adı ise, Drepanum imiş. Gerçekten de yukarıdan baktığınızda açıkça görebileceğiniz gibi, şehrin yerleştiği coğrafi alanın doğal biçimi, bir orak gibi denize doğru incelerek uzayan bir yay şeklinde. Aslında Trapani tarihte önceleri, şehre yukarıdan bakan Erice Dağı‘nın (Monte San Giuliano olarak da biliniyor) tepesindeki Erice yerleşim yerinin limanı olarak kullanılmış. Erice, tıpkı Segesta gibi, M.Ö. 12. yüzyılda Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian kavimi tarafından kurulmuş. Sicilya’nın üç yerel halkından biri kabul edilen Elymianlar Trapani’yi kendilerine liman yaparak, burada Demir Çağı‘ndan itibaren ticaretin gelişmesine önayak olmuşlar. Öyle ki, tuna balığı, mercan ve buradaki tuzlalardan elde edilen deniz tuzuna dayanan ticaret ile Trapani zamanla Kartaca, Venedik ve Doğu Akdeniz (Levant) arasında önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. Trapani’de günümüzde de balıkçılık, balık endüstrisi, tuz üretimi, mermercilik ve şarapçılığa dayalı bir ekonomi var. Trapani ile Marsala arasındaki sahilde tuzlalar bulunuyor. Erice’ye çıktığınız zaman tuzlaları yukarıdan da görmeniz mümkün. Bunlar, Dünya Doğayı Koruma Vakfı‘nın (WWF) özel koruması altında faaliyet gösteriyorlar. Önceki yazılarımda belirtiğim gibi, Trapani’ye bağlı olan Marsala ayrıca Sicilya’nın şarapları ile ünlü bir bölgesi. Ticaret dışında, Trapani günümüzde aynı zamanda önemli bir feribot limanı. Buradan Egadi Adaları‘na, Pantelleria adasına, Sardinya‘ya, Fransa‘ya ve Tunus‘a seferler yapılıyor. Şehrin bir de, Avrupa’dan ucuz biletli uçak seferlerinin yapıldığı, Trapani-Birgi isimli bir havaalanı var.
Trapani M.Ö. 260 yılında Kartacalıların, daha sonra ise (M.Ö. 241) Romalıların eline geçmiş. Tüm Sicilya’da olduğu gibi, Romalılardan sonra sırasıyla, Vandal, Ostrogot, Bizans, Arap ve Norman işgaline uğramış. Haçlı Seferleri sırasında askeri açıdan Akdeniz’deki önemli limanlardan biri haline gelmiş. 17. yüzyılda (İspanyol Aragon hanedanı döneminde) Trapani veba salgını, açlık ve ayaklanmalar nedeniyle neredeyse terk edilmiş bir şehir haline gelmiş. 18. yüzyıldaki İspanyol Bourbon hanedanı döneminde ise, tekrar canlanmaya başlamış. Trapani bölgesi aynı zamanda bu hanedanın sonunu getiren ve adanın İtalya ile birliğini sağlayan Giuseppe Garibaldi‘nin (1807-1882) Sicilya’ya ayak bastığı yer. 11 Mayıs 1860 günü Marsala’da karaya çıkan Garibaldi, Sicilya’da Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) sürecini başlatmış. Daha önce belirttiğim gibi, 1861’de yapılan bir halk oylaması ile Sicilya İtalya ile birleşmiş olsa da, daha sonra çıkan isyanlar ve çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle, bu sürecin günümüzde dahi tam olarak tamamlandığı söylenemez. Ada halen özerk bölge statüsünde.
II. Dünya Savaşı sırasında Trapani ve civarı, Palermogibi, ağır bombardıman görmüş. Neredeyse yerle bir olan şehir savaştan sonra Erice Dağı’nın dibine kadar genişlemiş. Buralarda genellikle çok çirkin, dört-beş katlı yapılar var. Son yıllarda şehrin tarihi bölgesindeki eski yapılar ve saraylar restore edilmeye başlanmış ama, bir kısmı hala oldukça bakımsız görünüyor. Gezilecek yerler yoğun olarak şehrin bir “orak” gibi denize doğru uzanan burun kısmında, Via Torrearsa ve onu dik kesen Corso Vittorio Emanuele‘nin üzerinde bulunuyor. Burnun en ucunda, 1671 yılında İspanyollar tarafından yapılmış kule Torre di Ligny var. Sahilde, denizden gelecek saldırılara karşı yapılmış surlar da bulunuyor.
Monte San Giuliano’nun (Erice Dağı) tepesinde kartal yuvası gibi konuşlanmış olan Erice’ye gitmek için iki yol var. Birisi karadan, diğeri teleferik ile. Teleferik ile yukarı çıkmak ilginç olabilir ama, biz araba ile gitmeyi tercih ettik. Trapani ile Erice arası aslında sadece 12-13 kilometre. Ancak yol hem dik hem çok virajlı. Bir de üstelik dar. Araba herhangi bir nedenden dolayı arıza yapsa ya da lastiğiniz patlasa, kenara çekebileceğiniz bir yer de yok. Neyse ki, öyle bir şey olmadı ve biz yarım saat kadar sonra Erice’nin tarihi şehir kapısının dışında park ettik. Bu arada, hava iyice bulutlanmaya başlamıştı. Yağmur ha indirdi, ha indirecek gibiydi. Bir de üstelik, güneşin batmasına çok az kalmıştı.
Erice hakkında ilk duygularım şaşkınlık oldu diyebilirim. Denizden 750 metre kadar yükseklikteki bu küçük yerleşim yeri sanki Orta Çağ‘da donup kalmış gibiydi. Mimari olarak da, bana Sicilya’da değil de, Avrupa’nın daha kuzey bölgelerinde olduğum hissini verdi. Farklı ülkelerde, farklı zamanlarda donup kalmış gibi duran, oldukça değişik yer görmüşümdür ama, Erice bunların hepsinden farklıydı. Kanımca bunda, bazı sokaklarda neredeyse hiç insan olmamasının da etkisi vardı. Bana sanki, her an bir köşeden, o kendilerine has giysileri ve kılıçları ile, birkaç Tapınak Şövalyesi çıkacak gibi geldi…
Yukarıda belirttiğim gibi Erice, Anadolu’da Troia‘dan geldiklerine inanılan Elymianlar (ya da Elimiler) tarafından kurulmuş bir kent. Adını Yunan mitolojisindeki Eryx‘ten almış olsa da, Erice hiçbir zaman bir Grek kolonisi olmamış ama o da, tıpkı Segesta gibi, daha sonra kültürel olarak Helenleşmiş. Erice, Elymianlardan başlayarak, Fenikeliler, Grekler, Romalılar, ilk Hristiyanlar, Normanlar, Svabyalılar ve Aragonlular tarafından hep kutsal kabul edilmiş. Normanlardan önce, Arapların eline geçtiği sırada, ismi Cebel Hamid (Hamid Dağı) olarak değiştirilmiş. 1167 yılında burayı ele geçiren Normanlar ise, 20. yüzyılın başına kadar kullanılmaya devam edilen, Monte San Giuliano adını vermişler.
Erice’ye, park yerinin bulunduğu, Trapani Kapısı‘ndan (Porta Trapani) giriyorsunuz. Kapı, aynen bizim eski şehir kapılarımızda olduğu gibi, Trapani yönüne baktığı için bu adı almış. Kapının parçası olduğu surlar Elymianlardan ve Fenikelilerden kalmış, Orta Çağ’da dönemin gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmiş.
Erice, büyüklüğünden beklenilmeyecek sayıda kilise ve manastırlarla dolu bir yer. Manastırların her biri değişik el sanatları ve zanaatlarda uzmanlaşmışlar. Kimisi ipek üzerine sırma işleme, kimi halı dokuma konusunda ileri gitmişler. Bir Benediktin manastırı olan Santissimo Salvatore, kendilerine özgü tarifleri ve sırları ile, pastacılık konusunda çok ünlü imiş. Buradan yetişen pastacılar daha sonra kendi dükkanlarını açarlarmış. Günümüze kadar, kuşaktan kuşağa geçerek gelen bu tarifler Erice’de hala kullanılıyor. Erice’de, Via Vittorio Emanuele caddesi, 14 adresindeki Maria Grammatico Pastanesi (La Pasticceria di Maria Grammatico), okuduğuma göre, Sicilya’daki en iyi pastane olma iddiasına sahipmiş. Biz gezerken kapalı olduğu için, maalesef o konuda size bir fikir veremeyeceğim.
Kısıtlı sürede tüm kilise ve manastırları gezmek elbette mümkün değil. Ama, Aragonlu Kral III. Federico‘nun (1272-1337) 1314 yılında yaptırdığı Duomo (Il Real Duomo) ve kule Trapani kapısına çok yakın. En azından orası gezilebilir. Bembeyaz taş ve Carrara mermerinden yapılmış olan Duomo tam bir Orta Çağ yapısı. İçeride, Gotik mimarinin kendine özgü hatları hakim. Yapımında, daha sonra gittiğimiz Castello di Venere‘nin taşları kullanılmış. 1865 yılında içi Neo-Gotik tarzda yeniden düzenlenmiş ama küçük şapellere dokunulmamış. Duomo’nun yanındaki, Kral Federico’nun Kulesi (La Torre di Re Federico) olarak adlandırılan çan kulesinin ilk yapımının Kartacılar ve Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-241) döneminde olduğu düşünülüyor. Kral Federico III tarafından yeniden yaptırılmış. Aragonlu Federico III, Sicilyalıların Fransızlara karşı ayaklanmaları (I Vespri Siciliani) (1282) ve aynı zamanda Fransızlar ve Aragonlular arasında yaşanan taht kavgası sırasında Erice’de birkaç yıl geçirmiş ve Duomo’yu da bir şükran ifadesi olarak yaptırmış.
12. yüzyılın başında, Sicilya’nın ilk Norman hükümdarı, Kont Ruggero (Roger) tarafından yaptırılan San Martino Kilisesi, gezebildiğimiz ikinci ibadet yeri oldu. Kilise aslında aynı ismi taşıyan dini bir kardeşlik için yapılmış. 1682 yılında yeniden yapılmış. Süsleme ve dekorasyonların tamamlanması bir yüzyıl daha sürmüş. Kilisenin avlusundan geçilen La Congrega, San Martino kardeşliğinin üyelerinin toplandığı özel bir bölüm. Kilise kısmında olduğu gibi, buradaki stucco’ların (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) içlerinde de Manno Kardeşler tarafından yapılmış freskler bulunuyor.
Hava kararmaya ve bulutlar iyice Erice’nin üzerine bir kılıf gibi çökmeye başlayınca, çok fazla oyalanmamaya karar verdik. Sokaklar iyice tenhalaşmıştı. Bazı kapı önlerinde yerli halktan birkaç yaşlı oturmuş, sohbet ediyordu. Bir tanesine Castello di Venere‘ye (Venüs Kalesi) nasıl gidileceğini sordum. Adam tarif etti. Duomo’da bize verilen haritada gidiş çok basitmiş gibi görünüyordu ama, labirent gibi sokaklarda yol iz bulmak hiç de öyle çabuk olmuyordu. Bir de yollara döşenmiş küçük taşlar yürümeyi, spor ayakkabılara rağmen, inanılmaz zorlaştırıyordu. Sonunda, nefes nefese bir halde, kaleyi bulmayı başardık.
Castello Venere, Norman döneminde yapılmış bir kale. Daha önce burada, Tanrıça Venüs‘e (yani Afrodit’e) adanmış bir tapınak varmış. Bu tapınağın, Troia’dan kaçan ve daha sonra Roma’yı kuran Aeneas tarafından yaptırıldığına inanılırmış. Efsaneye göre burada, Venüs’e adak olarak kesilmesine karar verilen kurbanlık hayvanlar öldürülmek üzere altara kendi istekleri ile yürürlermiş.
Trapani Kapısı’na yakın bir köşedeki pastane ve barda kısa bir mola verdikten sonra Trapani’ye doğru yola koyulduk. Karanlıkta inerken yol daha da bir korkunç geldi bana. Önümüzde, Agrigento’ya gitmek için, daha iki saatten fazla sürecek bir yol vardı. Aklıma yine telefonların şarj sorunu gelince ürperdim. Erice’den dağın dibindeki Trapani’ye inerken bile yol bulmakta zorlanırken, o yolu navigasyonsuz nasıl gidecektik? Trapani’de hafiften yağmur yağıyordu. Şehirde, bir pazartesi iş çıkışı keşmekeşi vardı. Oturacak bir yer bulup, telefonlarımızı şarj etmeye çalışmayı düşünürken, birden bir köşede açık bir dükkan gördüm. Aynı zamanda yedek parça ve benzeri satan bir cep telefonu servisi idi burası. Ve, inanılmaz bir şekilde, önünde boş park yeri vardı!
Dükkanda çok fazla sıra yoktu ama, çalışanların hiç de aceleleri olmadığı için, uygun şarj kablosunu alıp çıkmamız yarım saatten fazla sürdü. Bu önemli sorunu haledebildiğimize o kadar sevindik ki, bu zaman kaybı canımızı hiç sıkmadı. Hele, Trapani ile Agrigento arasında izlenmesi gereken yolları, sapılacak noktaları bir bir geçerken, o dükkana rastladığımız için defalarca şükrettik. Yol, cep telefonunun navigasyonu olmadan bulunabilecek gibi değildi. Ayrıca, yolun bir bölümü de oldukça ürkütücü idi. Zifiri karanlık ve son derece virajlı bir yolda dakikalar ve kilometreler bitmek bilmedi. Yolları artık avuçlarının içi gibi bilen ve arkanızdan hızla gelen yerel sürücülerin yarattığı stres ile karanlıkta daha da fazla gözleri alan araba farları da cabasıydı. Sanırım ilk yazımda da belirtmiştim. Eğer Sicilya’da araba ile tur yapmayı düşünüyorsanız, şehirler arası ve özellikle otoyol olmayan yerlerde karanlığa kalmamanız iyi olur.
Sonunda, gece saat 10’u biraz geçe, Agrigento’da kalacağımız Dimora dei Templi‘ye vardık. Bir tepede, ağaçların arasında bulunan bu “Oda-Kahvaltı”yı internetten bulmuştuk. Etraf biraz karanlık ve sessizdi. Bizi karşılayan hiçbir görevli yoktu ama, içeri nereden ve hangi kapı şifresi ile gireceğimiz, oda numaramız, anahtarımızın nerede olduğu; hepsi daha önceden adım adım bildirilmişti. Oda ferahtı ve güzel döşenmişti. Bir de, balkona çıkınca uzaktan, son derece güzel aydınlatılmış tapınaklar görünüyordu. Karanlıkta büyülü bir havaları vardı. Buraya gelme sebebimiz işte bu tapınakların bulunduğu, Agrigento‘nun ünlü Tapınaklar Vadisi idi. Görmek için sabırsızlanıyordum. Burası aynı zamanda, Sicilya’da gezeceğimiz gerçek anlamda ilk Grek antik kenti olacaktı. Ama önce, günün yorgunluğunu atmak için, iyi bir uyku gerekiyordu.
Evet, artık Palermo ve civarından daha batıya doğru gitme zamanı gelmişti…
Sicilya’ya her giden, ilgi alanı ve zevkine göre, kendisine farklı rotalar çizebilir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bizim gittiğimiz kimi yerleri başka birisi tercih etmeyebilir. Adanın tamamen farklı köşelerini keşfe çıkabilir. Ancak, eğer şimdiye kadar yazdıklarım ilginizi çektiyse, bu yazının içeriğini oluşturan yerlere de ilgi duyacağınızı düşünüyorum. Örneğin, Cefalù‘daki Duomo ve Palermo’daki Arap-Norman stilinde yapılmış eserleri beğendiyseniz, Monreale Katedrali‘ni de görmek isteyeceksinizdir. Zira burası, söz konusu mimari tarzın doruk noktası kabul ediliyor. Daha önce, Sicilya’nın kuzeyinde bulunan Arap-Norman stilinde yapılmış dokuz eserin UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olduğundan söz etmiştim. İşte Monreale’nin Duomo‘su da onlardan birisi. Diğerleri, Cefalù’daki Duomo ve Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü.
Bir diğer yer, tarihi Demir Çağı‘na (M.Ö. 1200-M.Ö. 550) kadar uzanan bir yerleşim yeri, Segesta. Burası, kültürel olarak adanın Grek geçmişi ile de ilk tanıştığımız yer oldu bizim için. Sicilya’da, burada göreceğiniz tapınak ve yerleşim yerine benzer çok yer var. Hatta çeşitli noktalarda Segesta’dan çok daha muhteşem yerler de bulunuyor. Ancak, buradaki tapınağın pitoresk görünümü benim için ayrı bir güzellik değeri taşıyor. Bu arada Sicilya’da, Yunanistan’da görebileceğinizden çok daha fazla sayıda ve nispeten sağlam bir şekilde ayakta duran Grek tapınağının bulunduğunu da belirtmeliyim. Sicilya için boşuna, “en büyük Eski Yunan adası” demiyorlar. Ben de sosyal medyada gördüğüm bu ifadenin çok doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum.
Castellammare del Golfo, aynı ismi taşıyan koyun kıyısındaki bir balıkçı köyü. Aslında, hem köy hem de koy adını deniz kenarındaki kaleden almış. Burası da bir zamanlar, Monreale gibi, Mafya‘nın yuvalandığı yerlerden biriymiş. Şimdiki sakin halini görünce insanın buna inanması zor oluyor. Bu şüphesiz, başta Giovanni Falcone (1939-1992) ve Paolo Borsellino (1940-1992) olmak üzere, bu uğurda ölümü dahi göze alan hukukçu ve bürokratların kararlı mücadeleleri ile başarılmış. (Daha fazla bilgi için, eğer henüz okumadıysanız, Palermo ile ilgili birinci yazımı okumanızı öneririm. Kolay erişim için linke tıklayabilirsiniz). Trapani‘ye bağlı olan Castellammare del Golfo, aynı zamanda yakınındaki doğa parkı (Riserva Naturale dello Zingaro) ve plajları ile ünlü. Sicilya tatilinize denize girmeyi de katmak isterseniz, burası gitmeyi planlayabileceğiniz yerlerden birisi olabilir.
Kağıt üzerinde güzergâhımızın Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo şeklinde olması mantıklı görünmüştü. Akşam yine Cefalù’ya dönecektik. Eğer Palermo’da kalacaksanız, bu geziyi oradan da günübirlik olarak yapabilirsiniz. Zaten, belirtiğim yerler konum olarak Palermo’ya daha yakın. Son anda emin olmak için yaptığım bir kontrol üzerine, pazar günleri Monreale’deki Duomo‘nun öğleden sonra saat 2’de açıldığını fark ettim. Sicilya’da gezerken görülecek yerlerin açılış ve kapanış saatlerini sık sık kontrol etmekte yarar var. Bazı yerlerin açık olduğu saatler sadece mevsime göre değil, dini bayramlara, özel günlere ve kimi yerde haftanın günlerine göre de farklılık gösterebiliyor. Monreale Katedrali ile ilgili bu bilgi üzerine biz de önce Segesta’ya, sonra Monreale’ye gitmeye karar verdik. Castellammare del Golfo’ya ise zaten en başından beri en son gitmeyi ve akşam yemeğini orada yemeyi düşünüyorduk. Sicilya’ya gelmeden, oranın önerilen bir restoranında yer ayırtmıştım. Sonradan, zorunlu olarak yaptığımız bu değişikliğe şükrettik çünkü, akşama doğru feci bir yağmur indirdi. O yağmurda Segesta antik kentini gezmemiz söz konusu bile olamazdı.
Segesta antik kenti, deniz seviyesinden 305 metre yükseklikte bulunan Monte Barbaro‘nun tepesinde kurulmuş. Yukarıda olmasına karşın, deniz ticareti açısından elverişli bir noktada olması şehir için daima bir zenginlik kaynağı olmuş. Segesta, arkeolojik buluntulardaki yazıların Grekçe olması ve ünlü tapınağın Dorik stilde yapılmış olması nedeniyle kültürel olarak Antik Yunan şehri kabul edilmekle beraber, tarihi çok daha eskilere giden bir yerleşim yeri. Burası ilk olarak, M.Ö. 12. yüzyılda, Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian (bazı kaynaklarda Elimi olarak geçiyor) kavimi tarafından kurulmuş. Başta Tukidides olmak üzere birçok tarihçi Elymianların, Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180 civarı) kaçan Troialılardan oluştuklarını düşünüyor. Hatta bu nedenle, kendi köklerinin de Troia olduğuna inanan Romalılar Elymianlara ve kurdukları şehirlere özel ilgi göstermişler. Troia Savaşı’nın, köken olarak Sicilya tarihinde özel bir yeri var. Örneğin, adaya çok daha sonra gelen ve M.Ö. 735’ten itibaren şehir devletleri kuran Greklerin de, Troia Savaşı’ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’ındaki site devletlerinden gelen insanlar oldukları düşünülüyor.
Paralara ve çanak çömlek üzerindeki yazılara dayanılarak Segesta’nın M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kültürel açıdan bir Grek site devleti haline geldiği belirtiliyor. (Kültürel olgusuna vurgu yapmamın nedeni, pek çok kaynakta Segesta’da aslında Grek bir nüfusun var olmadığının belirtilmesinden dolayı). Şehre ait bir darphane ve ordu kuruluyor. Bu dönemde aynı zamanda, mimari olarak Dorik stilin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı görülüyor. Kendi ürettikleri şarap, mısır, ceviz, zeytin, yün ve keresteye dayalı ticaret, Segesta’yı bölgenin önemli bir ticaret merkezi haline getiriyor. Bununla beraber, bir başka kent devleti olan komşu Selinunte ile aralarındaki sınır mücadeleleri başlıyor. Gezimizin ilerleyen günlerinde Selinunte’yi de gezdik. Bu iki şehir devleti arasındaki mücadele o kadar büyüyor ki, bir süre sonra Segestalılar Atinalılarla ittifak kurarken, Selinunte de adanın doğusunda güçlü bir site devleti olan Siracusa ile birleşiyor. Sonunda Atinalılar Sicilya’ya bir sefer düzenliyorlar ama, Selinunte yerine onu destekleyen Siracusa’ya saldırıyorlar. M.Ö. 415-M.Ö. 413 arasında yapılan bu sefer, Atina güçlerinin tamamen yok edilmesi ile sonuçlanıyor. Bu sefer aynı zamanda, o sırada Yunan ana karasında Atina ve Sparta arasındaki Peleponez Savaşları‘nın (M.Ö. 431-M.Ö. 404) da bir uzantısı sayılabilir çünkü, Selinunte’yi destekleyen ve Atina’yı ağır yenilgiye uğratan Siracusa da Sparta’nın müttefiki.
İki şehir arasındaki savaşlar daha sonraki dönemlerde de sürerken, Segesta duruma göre sık sık Grekler ve Kartacalılar arasında taraf değiştirmiş. M.Ö. 409 yılında Kartacalı Hannibal, rakipleri Selinunte’yi tamamen yok edince Kartaca’yı tutmuşlar. Ancak, bu galibiyetin etkisi çok uzun sürmemiş. M.Ö. 307 yılında Siracusalı tiran Agathocles Segesta’yı yerle bir etmiş, 10.000’ne yakın kişiyi öldürmüş, kalanların çoğunu ise esir olarak satmış. Segesta, M.Ö. 264-241 yıllarında Kartacalılar ve Romalılar arasında yapılan Birinci Pön Savaşı sırasında Romalıları tutunca, adanın Roma hakimiyeti döneminde rahat bir döneme girmiş. Özgür şehir statüsüne kavuşmuş.
Arkeolojik kazılar, şehrin daha sonra Arapların eline geçtiğini ve izleyen Norman döneminde bile burada bir Müslüman nüfusun bulunduğunu gösteriyor. Bir Norman kalesi kalıntısının yanında bulunan 12. yüzyıldan kalma cami ve Müslüman mezarlığı kalıntıları bunun kanıtı. Bu yapıların, daha sonra Segesta’yı ele geçiren Hristiyan derebeyi tarafından yıkıldığı belirtiliyor. Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra ise, Segesta tamamen terk ediliyor.
Segesta antik kentinin bulunduğu alan, Sicilya’nın birçok yerinde olduğu gibi, bir Arkeolojik Park olarak tanımlanıyor. Parco Archeologico di Segesta, yukarıda belirttiğim gibi, Monte Barbaro’nun tepesinde, arasında bir vadi bulunan iki zirvenin üstüne yayılmış. Etrafında şehir duvarları kalıntıları var ancak, yerleşim yerinin planı tam olarak ortaya çıkarılamamış. Bazı kısımları epeyce dik. Yerleşim için buralar taraçalandırılmış.
Segesta’nın ünlü tapınağı, arkeolojik parkın girişinin sağ tarafında bulunan daha alçakça bir tepenin üzerinde bulunuyor. Arzu edenler için buraya golf arabaları ile de ulaşım sağlanıyor. Biz bilet gişesindeki genç görevlinin, “Çok da gerekli değil” havasındaki sözlerine ve o yöne doğru yürüyen epeyce sayıda insan olmasına dayanarak, buraya yürüyerek çıktık. Yürünemeyecek bir uzaklık ve yol değil ama sıcakta biraz sıkıntılı oldu. Ancak, bu daha sonra yaşayacaklarımızın yanında hiçbir şeydi doğrusu…
Şehrin akropol, agora, tiyatro, nekropol (mezarlık), kiliseler, cami, kale ve evlerin bulunduğu yerleşim bölümü, girişin sol tarafında bulunan, daha dik ve yüksek Monte Barbaro’nun üzerinde. Yine aynı görevli bize bu yönde mesafenin sadece bir kilometre olduğunu söyledi. Tepenin ne kadar dik olduğu konusunda ise hiçbir bilgi vermedi. O sıcakta, yokuşu kıvrılarak çıkan bu yolu büyük bir zorlukla çıktık. Yol üzerinde az sayıda yeri inceleyerek tepeye ulaşmamız iki saate yakın sürdü. Oysa daha sonra, bu yolun bir değil, dört kilometre olduğunu ve tiyatronun da bulunduğu esas bölüme aşağıdan otobüsle ring seferi yapıldığını öğrendik. Gereksiz bir yorgunluk oldu bizim için. Eğer Segesta’ya giderseniz, yukarıya çıkmak için otobüse binmenizi öneririm. Yol üstündeki az sayıda kalıntıyı çok görmek isterseniz, aşağıya yürüyerek inebilirsiniz. Bu zorlu çıkışın bize tek faydası, yukarıdan daha da güzel görünen Dorik tapınağın doya doya fotoğrafını çekebilmek oldu. İnerken de çekilebilir tabii ama, biz inerken yağmur bulutları Segesta’nın üzerinde artık iyice yoğunlaşmaya, hatta bir iki yağmur damlası düşmeye başlamıştı bile.
Yeşilliklerin arasına kondurulmuş bir biblo gibi görünen Segesta’nın tapınağının yapımına M.Ö. 430-420 arasında başlandığı tahmin ediliyor. Ne var ki, Afrodit Urania‘ya adanmış olan tapınak hiçbir zaman bitirilmemiş. Bunun büyük bir ihtimalle Selinunte ile yapılan savaşlardan kaynaklanmş olabileceği belirtiliyor. (Urania, Afrodit’in ruhani yanını vurgulamak için Grekler tarafından kullanılmış bir ifade). Tapınağın sütun süslemeleri ve sütun tabanlarının tamamlanmamış olduğu göze çarpıyor. Tapınakta bir altar olmadığı gibi, çatısının da hiç kapatılmamış olduğu anlaşılıyor. Tüm bu eksikliklere karşın, daha önce belirttiğim gibi, özellikle uzaktan çok etkileyici. 19. yüzyılda buraya yolculuk yapan birçok ressam tuallerine, aralarında Goethe‘nin bulunduğu edebiyatçılar da yazılarına, şiirlerine bu büyüleyici güzelliği yansıtmışlar.
Yağmura yakalanmadan Segesta’dan ayrıldık. Çıkarken, rehber cihazı ve kulaklıklarımızı geri veriyorduk ki, gişedeki aynı görevlinin bu kez bir İtalyan aileye bize söylediklerini tekrarladığını ve onların da, “Eh, o kadarcık yol bir şey değil”, dediklerini duydum. Onlar için üzüldüm ama, doğrusu kendilerini uyaracak vaktimiz yoktu. Görevli ya antik kenti hiç gezmemiş ya da o tepeye kendi yaya olarak hiç tırmanmamıştı. Belki de, otobüsten haberi olmayanlara bu oyunu oynamaktan keyif alıyordu.
Monreale’ye vardığımızda gökyüzü bulutlardan artık iyice kararmıştı. Şehir, Sicilya taşrasındaki birçok kent gibi, bir tepenin üzerindeydi. Arabayı, Duomo tabelalarının bizi yönlendirdiği güzergahta ulaştığımız büyük bir otoparka park ettik. Etraf tur otobüsleri ile doluydu. Buradan merdivenlerle yukarı çıkıp, yine tabelaları izleyince kendimizi Duomo’ya yandan bitişik bir meydanda bulduk. Tehditkar kara bulutların altında meydan ve şehir, katedralin çevresindeki turist kalabalığının dışında, son derece sakin görünüyordu. Öyle ki insan, bu şehrin bir zamanlar Mafya’nın önemli bir kalesi olduğuna ve katedralin atanmış piskoposunun bile haraç, rüşvet, sahtekarlık ve benzeri suçlar nedeniyle soruşturmadan geçirildiğine zor inanıyordu. 1983-84 yıllarında çok sayıda yerel Carabinieri (Jandarma) öldürüldüğü için buraya Sicilya’nın en büyük jandarma garnizonu kurulmuş. Mafya günleri geride kalmış görünse de, kimileri burada derinlerde hala bir uyuyan Mafya varlığı olduğunu düşünüyor.
Monreale dar sokakları, Barok kiliseleri ve köşe başlarında bar ve kafeleri olan bir yer. Ancak, buranın en büyük ilgi odağı şüphesiz katedrali. Yapıda görecekleriniz Bizans-Norman ya da Sicilya-Norman olarak adlandırılabilecek sanatın muhteşem örnekleri olarak kabul ediliyor. Tabii Arap etkisini de unutmamak lazım. Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, Sicilya’da Arap etkisi, onların bu topraklarda hükümranlıkları sona erdikten çok sonra bile, iki yüzyıl kadar, devam etmiş. Kendilerinin zaten Sicilya’yı 250 yıl kadar yönettiklerini de düşünürseniz, bu kültürel olarak hiç de azımsanmayacak uzunlukta bir dönem. Norman krallar, sadece mimari ve sanat olarak değil, sarayda harem, giyim, kuşam gibi birçok Arap geleneğini sürdürmüşler. Hatta bir dönem Arapça, sarayın resmi dili olarak kullanılmış.
Monreale Katedrali’nin yapımına 1172 yılında, Sicilya’nın Norman Kralı II. William (İtalyanca Guglielmo) zamanında başlanmış ve on yıl sürmüş. Kral buraya Benediktin keşişleri için bir manastır ve katedral yaptırmaya ve bütün yerleşkeyi Meryem Ana‘ya adamaya karar vermiş. Katedralin bronzdan yapılmış ana giriş kapısı, 1186 yılında sanatçı Bonanno Pisano tarafından yapılmış. Orta çağ’da yapılmış en büyük kapı olarak tanımlanıyor. İçeride, 6400 metre kare olduğu belirtilen duvar mozaikleri gerçekten nefes kesiyor. Bu mozaikler, o dönem Konstantinopolis‘ten getirtilen Bizanslı sanatçılar ve onlarla çalışan Sicilyalı ustalar tarafından yapılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi, kullanılan altın nedeniyle göz alan mozaiklerde İncil’den çeşitli sahneler resmedilmiş. Bunların arasında, bu tip yapılarda adetten olduğu üzere, II. William’ın katedrali (maketini) Meryem Ana’ya sunduğu bir mozaik de var.
Katedralin görülecek başlıca yerleri, İtalya’nın ve Sicilya’nın birçok yerindeki dini merkezlerde olduğu gibi, paralı. İçeri ücretsiz girebiliyor ama, buraları görebilmek için bilet alıyorsunuz. Norman Kralları I. William ve II. William’ın mezarlarının bulunduğu bölüme, manastır kısmının revaklı bahçesine, katedral müzesine, etkileyici Roano şapeline ve yukarıdaki teras kısmına bu bilet ile girebiliyorsunuz. Monreale’nin Duomo’sunu gezerken yer döşemelerini de gözden kaçırmamalısınız. Arap etkisinin bariz bir şekilde görüldüğü yer mozaiklerinde ve süslemelerinde sadece motifler değil, çeşitli hayvan figürleri de var.
Doğrusu, Segesta’daki tepeyi tırmandıktan sonra Monreale’de katedralin tepesine çıkmaya hiç niyetimiz yoktu. Ancak, pazar günleri manastır kısmının kapalı olduğunu, ama avlusunu yukarıdan görebileceğimizi öğrendikten sonra, gücümüzü kuvvetimizi toplayıp, oraya da çıkmaya karar verdik. Arap mimari özelliklerinin en güzel şekilde kullanıldığını okuduğum avluyu uzaktan da olsa bu şekilde görebilecektik. Yukarı çıkış kolay olmadı ama, değdi. Güney kulesinden yukarı çıkıp, hem manastır kısmını hem de Palermo’ya kadar olan manzarayı doya doya seyrettikten sonra kuzey kulesinden aşağıya iniyorsunuz. Bu arada katedralin arşiv bölümünden geçiyor, dahası içeriye açılan pencerelerden az önce aşağıda gördüğünüz o muhteşem mozaikleri bu kez, yukarıdan ve başka açılardan görebiliyorsunuz.
Duomo’yu gezip dışarı çıktığımızda, çatıda iken hafif hafif serpiştiren yağmur, artık iyice kendini hissettitmeye başlamıştı. Katedralin önündeki meydanda bulunan yerlerden birinde oturup hem bir şeyler yemeye hem de biraz dinlenmeye karar verdik. Yağmur da o sırada diner belki diye düşündük. Gözümüze kestirdiğimiz, tam karşımızdaki yere gittik. Birazdan “riposo“nun (siesta) başlayacağını, sadece içecek verebileceklerini söylediler. Bunun üzerine, çapraz köşede, dolup taşıyor gibi görünen ve bar ile pastahane arası gibi duran bir yere gidelim dedik. Doğrusu burası, yemek kalitesi olarak Sicilya’da yemek yediğimiz en kötü iki yerden birisi olarak kafamda yer etti. Yediğimiz pizza fena değildi ama hevesle aldığımız arancini berbattı. Türkiye’de bile bu nefis Sicilya yiyeceğini çok daha iyi bir şekilde yapan yerler var. Neyse ki, sonraki günlerimizde, Sicilya’nın çeşitli kentlerinde çok lezzetli arancini’ler yedik de bu kötü deneyimin acısını çıkardık. Yemeklerin yanında, servis de berbattı. Self-servis olan mekanda ne sıra belli ne sistem. Barmenin ve yemek siparişlerini alan (ikisi de birbirinden asık yüzlü) genç kızın tanıdıkları durmadan önünüze geçiyor ve bir de uzun sohbetlerle zaman geçiriyorlardı. Gelen yerel halktan tipler de filmlerden fırlamış, Mafya vari tipler gibi göründüler gözüme. Monreale’nin karanlık geçmişini bilmem bu izlenimimde etken oldu şüphesiz….
Yemekleri sipariş ettikten ve içecekleri zar zor aldıktan sonra, kapının önündeki masamıza gidiyordum ki, şimşekler çakmaya başladı. Yağmur şiddetlendi. Tepemizdeki, birkaç masayı örten kare şemsiyenin kenarlarından oluk oluk yağmur suyu akıyordu. Tam bir fırtına hali vardı. Yerel insanlar havaya daha hazırlıklı görünüyorlardı. Çoğu Amerikalı olan turistler ise, yazlık kıyafetleri içinde tir tir titriyorlardı. Biz de tedbirli gruptandık ama yine de çok tatsızdı. Zaman zaman şemsiyenin orta yerinde biriken yağmur suyu da kendine bir yol bulup, aşağıya kovadan dökülürcesine akıyordu. Bu sevimsiz ortamda bir saate yakın kaldık çünkü, aşırı yağmur ve rüzgardan dolayı, şemsiye ile bile arabaya yürümek imkansız gibi görünüyordu. Bu zorunlu bekleyiş sırasında etraftaki masalara baktım. Monreale’nin çocukluktan çıkmış ama henüz tam olarak yetişkin olamamış gençleri, pazar günü çocuklarını dondurma yemeye getirmiş genç çiftler, yemeğin üstüne önündeki grappa‘yı yudumlayan ve belki ertesi gün çalşmak için yine fabrikaya gitmek zorunda olduğunun bilinci ile bu kasvetli havada içine sıkıntı basmış adamlar, yaşı geçmiş ama yine de pazar günü için giyinmiş ve rujunu sürmeyi ihmal etmemiş kadınlar…
Nihayet yağmur biraz yavaşladı. Hızlı adımlarla arabaya döndük. Bir sonraki durağımız olan Castellammare del Golfo’ya doğru yola koyulduk.
Monreale’den yaklaşık bir saat uzaklıkta, kendisi ile aynı ismi taşıyan körfezin kıyısında bulunan Castellammare del Golfo, temel olarak balıkçılıkla geçinen bir köy. Burada manzaranın çok güzel olduğunu okumuştum. Ancak, erken kararan hava ve yoğun yağış nedeniyle biz hiçbir şey anlamadık. Bir de üstelik, bir yamaçta konuşlanmış olan bu yerleşim yerinde yine navigasyonun azizliğine uğrayıp, korkunç dik yokuşlar ve son derece dar sokaklarda birkaç kez dönüp durmak zorunda kaldık. Bu gibi yerlerde başlıca sorun, internetin yavaşlığı nedeniyle, sizin sapmanız gereken sokakları çoktan geçip gitmiş olmanız oluyor. Farkına varıp, geriye dönmeye çalışırken kendinizi başka çıkmaz sokaklarda buluyorsunuz ve bu durum kimi zaman bir kâbusa dönüyor.
Her neyse… Sonunda, limanın bulunduğu sahile inmeyi başardık. Şans eseri, yer ayırttığım La Cambusa isimli restoranın karşısında park edecek yer de bulduk. Buna rağmen, şemsiyelerimiz fayda etmedi. Kapının önüne geldiğimizde biraz ıslanmıştık. Ancak, cam kapının ardındaki garson ve onun arkasındaki şef garson bizi içeriye almaya niyetli gibi görünmüyordu. Önce saatin henüz yedi olmamış olabileceğini düşündüm. Çünkü, riposo‘dan sonra restoranlar genel olarak saat yedide açılıyorlar. Yediye birkaç dakika vardı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, neredeyse zorla içeri girdik. Görünen oydu ki, o isteksizlik daha çok içeriyi yağmur suyu basmış olmasındandı. Garson canla başla ortalığı paspaslamaya çalışıyordu. Oldukça suratsız görünen şef garson bizi önce, suların az da olsa girmeye devam ettiği, yere kadar inen camların kenarındaki bir masaya oturtmaya çalıştı. Kabul etmeyince, söylenerek ikinci sırada bir masayı gösterdi. Biraz keyfimiz kaçtı. Adamı, Sicilya’da karşılaştığımız en aksi insanlardan biri olarak hatırlayacağım. Bu geziden önce ve sonra, birkaç arkadaşımdan Sicilyalıların genel olarak İtalyan ana karasındaki insanlar kadar sıcak olmadıkları yorumunu duymuştum. Bu doğru sayılabilir. Oldukça mesafeliler. Okuduğum bazı kaynaklarda bunun en temel nedeni olarak, adanın tarih boyunca çok farklı milletler tarafından sürekli işgal edilmiş olmasına işaret ediliyor. Bu durumun insanlarda yabancılara karşı bir güvensizlik ve mesafe yarattığı belirtiliyor. Öte yandan, Sicilya’da çok sıcak ve candan insanlarla da karşılaştık.
Girişteki kriz durumunu atlattıktan ve şefin de sadece bize karşı değil, çalışanlara, hatta yavaş yavaş masaları doldurmaya başlayan yerli halktan müşterilere de benzer bir suratsızlıkla davrandığını izleyince biraz rahatladık. Şef garsonu olduğu gibi kabul etmeye karar verdik. Bir de, asık yüzlü idi ama, en azından profesyoneldi.
La Cambusa’nın yemekleri çok lezzetli ve buraya özgü, eğer yolunuz düşerse tatmanızı önerdiğim, ünlü birkaç tabağı var. Bunların başında couscous di pesce (balık kuskusu) geliyor. Restoranın açıldığı 1995’ten beri klasikleşmiş bir giriş tabağı. Bir diğeri, tipik bir Sicilya yemeği olan involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma). İkisinden de yedik. İkisi de çok lezizdi. Ancak, porsiyonlar inanılmaz büyüktü. Gidecek olanları bu konuda uyarmak isterim. Öncesinde bir şey yememek veya paylaşmak iyi bir fikir olabilir. O akşam, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 şarabını içtik. Zibibbo (Muscat de Alexandria) muscat familyası üyesi bir beyaz üzüm çeşidi olup, çoğunlukla Sicilya adasında ve Trapani bölgesine bağlı Pantelleria adasında ekilmektedir. Şarapla beraber, iki kişi 88 Euro verdik. Yemek kalitesi, porsiyonlar ve içkinin dahil olmasını düşününce, epeyce ucuz bir akşam yemeği oldu.
Yemekler güzeldi ama, biz Castellammare del Golfo’dan hiçbir şey anlamamıştık. Bütün gece, pencerelerin ötesindeki, deniz olması gereken, karanlığa baktık durduk. Yağmur da dinmek bilmemişti. Giderek tek boş masanın kalmadığı restorandan ayrılırken, yağmur yine iyice hızlandı. Yoğun yağış altında Cefalù’ya geri döndük.
Ertesi gün, tekrar batıya doğru yola çıkarken, yağmur dehşet bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Tam, yolumuz üstünde olan Castellammare del Golfo’nun yakınından geçerken, hava birden açtı. Çıkan güneş ile birlikte gökyüzü aydınlandı. Ani bir karar ile, bir önceki akşam doğru dürüst göremediğimiz Castellammare del Golfo’ya sapmaya karar verdik. Sonradan, böyle bir şey yaptığımıza çok sevindim. Meğer burası ne kadar sevimli ve güzel bir yermiş…
Eski kaynaklara dayanılarak, Castellammare del Golfo’nun tarihte ilk olarak Segesta antik kentinin limanı olarak kullanılan bir yer olduğu belirtiliyor. Köy daha sonra, M.S. 827 yılında, Araplar tarafından ele geçirilmiş. Araplar buraya, basamaklar demek olan “Al Madarig” adını vermişler. Bunun büyük olasılıkla, limandan yukarıya doğru çıkan basamaklı sokak nedeniyle olduğu söyleniyor. Günümüzde sahilde görülen kaleyi de ilk olarak Araplar yapmış, daha sonra Normanlar tarafından genişletilmiş. Aslında o zamanlar kale, sahile yakın bir kayalığın üstüne yapılmış ve kara ile arasında yukarı kaldırılabilen tahta bir köprü varmış. Balıkçılık, Antik Çağlar’dan beri Castellammare del Golfo’nun en temel geçim kaynağı olmuş. Günümüzde de balıkçılık, turizm ile birlikte, bu yerleşim yerinin başlıca gelir kaynağı. Castellammare del Golfo’nun bir diğer özelliği ise, Amerika’daki Mafya oluşumu ile bağlantısı. 20. yüzyılın başında New York‘ta faaliyet gösteren en ünlü Mafya çetelerinin yönetici ve elemanları buradan Amerika’ya göçmen gidenlerden meydana gelmiş. Yoğun olarak yerleştikleri Little Italy, İtalyan Harlem’i olarak da bilinen Doğu Harlem, Bushwick ve Brooklyn civarlarında yıllarca kendi kanun tanımaz düzenlerini kurmuşlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra giden ikinci göçmen dalgası da, bir önceki yerlere ek olarak, Queens, Bronx ve Staten Adası ilçelerine yayılmışlar.
Bizim bir sonraki güneşli günde gördüğümüz Castellammare del Golfo’nun geçmişte Mafya ile herhangi bir bağlantısı olduğuna inanmak zordu. Etraf son derece sessiz ve sakindi. Önce, önerildiği üzere, yukarıdaki meydandan limanı doya doya seyrettik. Masmavi deniz, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Aşağıda tarihi kale ve onun solunda, karaya doğru iyice sokulmuş olan liman bölgesinin bulunduğu koy vardı. Bir süre sonra aşağıya indik. Sahilde yürürken La Cambusa’nın önünden de geçtik. Birkaç garson dışarıya masalar kuruyordu. Bir gece önce kopan fırtına sanki hiç olmamış gibiydi. Yürümeye devam ettik ve bu kez Via Don Leonardo Zangara üzerinde oldukça salaş görünen bir yeri gözümüze kestirip, oturduk. Tüm masalar doluydu. Herkes, tatlı tatlı ısıtan güneşin altında, oldukça basit menüden seçtikleri birkaç çeşit yemeğin tadını çıkarıyordu. Biz de, bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata eşliğinde, karışık peynir ve şarküteri tabaklarımızı keyifle yedik. Bir süre sonra, mekan öğlen için kapanma hazırlıklarına girişince, istemeye istemeye kalktık. Gerçi yolcu yolunda gerekti. Yolumuz ne de olsa uzundu ve bu, güzergahtan program dışı bir sapma olmuştu. Trapani ve Erice‘yi gördükten sonra hedefimiz, Sicilya’da ikinci konaklama noktamız olan, Agrigento ve ünlü Tapınaklar Vadisi idi…
Saat öğleden sonra üç buçukta Cefalù sokaklarına bıraktık kendimizi. Hava epeyce sıcak. Sahilde denize giren oldukça çok insan var. Buna karşın, gölgeler serin. Bu sevimli Orta Çağ kentinin taş döşenmiş sokaklarından şehrin içlerine doğru yürüdükçe serinlikte insanın ürperdiği bile oluyor. Her yer turist dolu. Yerli halk denize girmeyi tercih ederken, yabancılar görülecek yerlere akın ediyorlar. En çok Amerikalılar göze çarpıyor. Tüm Sicilya gezimiz boyunca bu böyle devam etti. Amerikalılar çoğunluktaydılar. Belki bir kısmı birkaç kuşak önce Sicilya’dan göç etmiş ailelerden geliyorlardı bilemiyorum, ama gittiğimiz her şehirde değişik gelir grupları ve entelektüel seviyelerde Amerikalılar karşımıza çıktı.
Doğrusu o kadar erken kalktıktan ve onca yol yorgunluğundan sonra, şimdi Cefalù’da dolaşmaktan bu kadar keyif alacağımı tahmin etmezdim. 06.50’de kalkan İstanbul-Catania uçağına binebilmek için sabah 02.20’de kalktık. Uçak yolculuğu iki saat on dakika sürdü. Catania saati ile saat 08.00’de indik. Polis kontrolü, bagaj alımı, kiralık araç işlemleri derken yola koyulduk. Doğrusu, öğlen Cefalù’da olur ve hemen gezmeye başlarız diye düşünüyordum ama, buraya gelmemiz, birinci yazımda söz ettiğim nedenlerden dolayı, biraz uzun sürdü. (Okumamış olanlara, önce birinci yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linki kullanabilirsiniz).
Cefalù’da biz şehre 10-12 dakikalık mesafedeki bir tesiste kaldık. Burası, Türkiye’de de Bodrum’da tatil köyü ve oteli (Sea Garden) olan, İsviçre kökenli, Hapimag şirketine ait. Kalabilmek için üye olmanız gerekiyor. Hapimag üyesi iseniz, burada kalabilirsiniz. Değilseniz, Cefalù’da gerek şehrin içinde gerekse biraz dışında kalabileceğiniz otel ve apart oteller ile Airbnb ve Bed and Breakfast (Oda Kahvaltı) tarzında epeyce yer var. Eğer bizim gibi, şehrin içinde değil de, biraz dışında kalacaksanız, Cefalù’da park yeri bulmanın biraz zor olduğunu söylemek isterim. Bunun için en iyi çözüm, navigasyondan Lungomare (sahil boyu demek) caddesini bulmak ve oradaki büyük, açık hava araç parkına arabanızı bırakmak.
Cefalù’yu gezmeye Duomo olarak adlandırılan Cefalù Katedrali’nden başlayabilirsiniz. Şehre hakim bir noktada, kale gibi yükselen Duomo Cefalù’da gezilecek en önemli yer diyebiliriz. Katedral, Sicilya’nın kuzeyinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Arap-Norman stilde yapılmış dokuz eserden birisi. Bu gruptaki diğer eserler; Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü ile Monreale’deki katedral.
Cefalù Katedrali’ni gezmeden önce İtalya ve Sicilya’da çok karşılaşılan Duomo kelimesine bir açıklık getirmek iyi olabilir. Bildiğiniz gibi, İtalya’daki pek çok şehirde (Floransa, Milano, Pisa gibi) Duomo olarak adlandırılan ünlü ibadet yerleri var. Kelime bize İngilizce’deki dome (kubbe) kelimesini anımsatsa da (her ikisi de aynı Latince kökten türetilmiş olmasına rağmen), farklı bir anlamı var. Duomo, Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılıyor. Geleneksel olarak Duomo aynı zamanda bir katedral olması gerekirken, günümüzde artık katedral statüsünü yitirmiş ibadet yerleri de Duomo olarak anılmaya devam edebiliyor. Bir dini ibadethanenin katedral olması, yaygın olarak sanıldığının aksine, yapının büyüklüğü ile ilgili bir durum değil. Küçük bir yapı da pekala bir katedral olabiliyor zira, burada belirleyici olan, söz konusu ibadethaneye en üst dini kurum tarafından (Katoliklerde Papa, Ortodokslarda Patrik vb.) bir piskopos atanmış olması. Örneğin, İstanbul’dan örnek vermek gerekirse, büyüklüğüne bakarak, Beyoğlu’ndaki Sant’Antonio di Padova Kilisesi’ne (Sent Antuan) kimilerince katedral denir. Oysa değildir. Öte yandan, Harbiye’deki Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nin bahçesinde bulunan Saint Esprit bir katedraldir çünkü, Papa tarafından atanmış bir piskopos yönetimindedir. Son olarak, bazilika kelimesine de değineyim. Bazilika, kökü Grekçe olup, orijinal olarak Romalılar tarafından bazı yapılar için kullanılmış bir kelime. Bu yapılar uzun, iki sıra sütunlarla desteklenmiş ve en sonunda yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) olan binalar. Romalılar bu tür yerleri zamanında mahkeme salonları veya büyük sivil toplantılar için kullanmışlar. Zamanla bu mimari tarz, Hristiyan ibadethanelerine de uygulanmış. Katolik dünyada bir ibadethanenin bazilika statüsüne sahip olması için yapının dini, tarihi veya mimari bir özelliğinden (veya özelliklerinden) dolayı Papa tarafından, bazı ayrıcalıklarla birlikte, bu şekilde taltif edilmesi ile olabiliyor. Bu nedenden dolayı, bir ibadethane aynı zamanda hem katedral hem bazilika olabiliyorken, her bazilika katedral olmayabiliyor.
Aynı zamanda bir bazilika olan Cefalù Katedrali, kale görünümlü, etkileyici bir yapı. Sicilya’nın Norman işgali altında bulunduğu dönemde, 1131 yılında yapımına başlanmış. (Adanın renkli tarihi hakkında bir fikir edinmek için, bir önceki yazıma bakabilirsiniz). Efsaneye göre katedral, ünlü Sicilya Kralı II. Roger’in (1095-1154) denizde tutulduğu bir fırtınadan zor kurtularak, Cefalù’da sahile çıktıktan sonra ettiği bir yemin üzerine yapılmış. Yapıda Norman etkisi ve yine onların kullanmayı çok sevdikleri Arap mimari özellikleri göze çarpıyor. Roger II katedralin içinde kendisi ve eşi için birer lahit de yaptırmış ama öldüğünde yapı bitmemiş olduğu için buraya gömülememiş. Roger II’nin mezarını daha sonra, gömüldüğü Palermo Katedrali’nde göreceğiz. Cefalù Katedrali’nin apsisini süsleyen muhteşem mozaiklerin yapımına 1145 yılında başlanmış. Bunun için Roger II Konstantinopolis’ten (İstanbul) Bizanslı mozaik ustaları getirmiş. Bu nedenle, Bizanlıların Sicilya’dan ayrılmasının üstünden yüz yıllar geçmiş olsa da, bu mozaikler Bizans eseri sayılıyorlar. Katedralin yapımı yüz yıldan fazla sürmüş ve ön cephesi ancak 1240 yılında tamamlanabilmiş.
Cefalù Katedrali’ni gezdikten sonra, meydandan denize doğru inen sokaklardan biri olan Via Mandralisca sizi Museo Mandralisca’ya götürecek. Gitmeden, katedralin önündeki meydanda bulunan kafelerden birinde soluklanmak da iyi bir fikir olabilir ama, biz daha sonra sahilde bir dondurmacıyı tercih ettik. Mandralisca Müzesi, 1809 yılında, aynı zamanda Mandralisca Baronu olan, tüccar ve koleksiyoncu Enrico Pirajnotarafından kurulmuş. Müzenin bulunduğu bina Baron ve ailesinin bir zamanlar oturduğuPalazzo Mandralisca, yani “Mandralisca Sarayı”. Belki büyük konak demek daha doğru olur. Sicilya ve İtalya’da çok sık karşılaşacağınız bu palazzo ifadesinin her zaman büyük saraylara denk gelmediğini belirtmem gerek.
Enrico Pirajno yaşamı boyunca tablolar, sanat eserleri, arkeolojik buluntular, belgeler, deniz kabukları, doldurulmuş hayvanlar gibi birçok şey toplamış. Arkeolojik buluntular ağırlıklı olarak Cefalù çevresinde çıkarılmışlar. Ayrıca, nümismatik (eski para kolleksiyonculuğu) bölümünde M.Ö. 5. yüzyıla kadar giden bir koleksiyon görebilirsiniz. Sanat galerisi bölümünde Sicilyalı sanatçıların 15.-18. yüzyıl arasında yapılmış eserleri var. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, Antonello da Messina (1430-1479) tarafından yapılmış olan, “Bilinmeyen Adamın Portresi” isimli tablo. Messinalı büyük ressamın bu tablosu, özellikle resmedilen modelin kibirli ve Makyavelistolarak tanımlanan yüz ifadesi nedeniyle ünlenmiş. Baronun söz konusu tabloyu Lipariadasındaki bir ezcanede bulduğu söyleniyor. İlerleyen günlerde, Messinalı Antonello‘nun başka eserlerini de kendi memleketinde görme fırsatımız oldu.
Müzeden çıkınca sahile doğru yürüyüp sola dönerseniz (Via Vittorio Emanuele), ilginç bir Orta Çağ yapısı göreceksiniz. Burası Lavatoio Medievale olarak adlandırılan ve Araplardan kalma bir çamaşırhane. Orta çağ boyunca halk tarafından ortak kullanılmış olan bu çamaşırhane aklıma hemen Gökçeada’daki çamaşırhaneleri getirdi ama, burası orada gördüklerimizden oldukça farklı. Deniz seviyesindeki Arap Çamaşırhanesi sokak seviyesinden dört metre aşağıda. O nedenle, geniş bir merdiven ile iniliyor. Çamaşırhanede, 22 musluktan akan, Cefalino ırmağının suyu kullanılıyor. Bunların 15 tanesi arslan kafası şeklinde. Irmak daha önce çamaşırhanenin yanında akarken, 17. yüzyılda üstü kapatılmış. 20. yüzyılda da kullanılmaya devam edilen çamaşırhanede her gün toplanan kadınlar birlikte şarkı söyleyerek ve eğlenerek çamaşırlarını yıkarlarmış. Restorasyonu 1991 yılında tamamlanan çamaşırhane, Cefalù’da en çok ziyaret edilen yerlerden birisi.
Via Vittorio Emanuele’den geldiğiniz yöne doğru geri dönerseniz, müzenin bulunduğu Via Mandralisca’yı geçtikten sonra, sol kolda bir başka tarihi yapıyı göreceksiniz: Porta Pescara. Burası, kentin eski, Araplardan kalma, liman bölgesinde bir zamanlar bulunan dört kapıdan günümüze kadar kalabilmiş tek kapı. Adını, kapıyı 1570 yılında restore ettiren genel validen alıyor. Kapının üstünde Sicilya Krallarının arması var. Yapının doğal olarak çizdiği çerçeve çok fotoğrafik ve sürekli fotoğaf çektiren birilerinin olması nedeniyle boş olarak yakalamak çok zor. Burası size bir yerlerden tanıdık geliyorsa, çok haklısınız. Porta Pescara, Cefalù’daki birkaç başka yer ile birlikte, benim de çok sevdiğim, Giuseppe Tornatore’nin 1988 yapımı o şahane filmi, Cinema Paradiso’da da kullanılan yerlerden birisi.
Cefalù’nun bir başka sinematografik noktası, Porta Pescara’nın ilerisindeki Piazza Marina’da göreceğiniz taş kemerler. Eski liman (Porto Vecchio) boyunca uzanan şehir duvarlarının restore edilmiş bir bölümü olan bu kemerler Tiren Denizi’ne (Mar Tirreno) doğru çok güzel bir görünüm sunuyorlar. Piazza Marina’ya gitmişken, oradaki dondurmacıda oturup dondurma yemenizi öneririm. Meydanı kaplayan masaları ile buradaki tek dondurmacı burası zaten. Biz yemedik ama, aynı yerin restoranı da var. Artisanal dedikleri, fabrikasyon olmayan, dondurmaları ve kap olarak kullandıkları çikolatalı waffle’dan kaseleri çok güzeldi. Bu vesile ile Sicilya’da çok güzel dondurmalar yiyebileceğinizi söylemek isterim. Tüm meyva çeşitlerinin dışında, özellikle fıstık, fındık, tuzlu karamel ve çikolata… Hepsi çok lezzetli. O kadar yediğimiz dondurma arasında bir tek Siracusa’daki Duomo meydanında bulunan dondurmacının ürünleri sıradan geldi bana.
Yeme içme konularına geçmeden ince, Cefalù’da görebileceğiniz yerlere ufak bir ilave yapmak istiyorum. Ben gezilecek yerler konusunda çok ayrıntılı bir plan yapmama rağmen, Sicilya’ya gidince bazı yerleri listemden çıkarmak zorunda kaldım. Bizimki gibi yoğun olan bir gezi programında bazen vakit kalmadı bazen de biz koşturmacaya biraz ara vermek istedik. Cefalù’da da tepedeki Orta Çağ kalesi La RoccaveTempio di Diana’ya (Diana Tapınağı) gitmedik. İkincisi M.Ö. 4. yüzyıldan kalma, Artemis’e adanmış bir tapınak. Bildiğiniz gibi, Yunan mitolojisindeki tanrı ve tanrıçaların Roma mitolojisinde aldıkları isimler farklı. (Örneğin, Zeus-Jüpiter, Afrodit-Venüs, Artemis-Diana vb.) Tek istisna, her ikisinde de aynı ismi taşıyan Apollo.
Cefalù’da iki akşam yemek yedik. Gittiğmiz iki restorandan da çok memnun kaldık. Sicilya gastronomi açısından bir cennet diyebilirim. İtalya’da bir süre yaşamış ve hemen hemen her yıl İtalya’nın farklı bölgelerine giden birisi olarak bunu rahatlıkla söyliyebilirim. Hatta bence Sicilya mutfağı, o şöhreti çok öne çıkmış olan Emilia-Romagnabölgesinin mutfağından bile ileri. Sicilyalılar adayı işgal eden tüm milletlerin mutfaklarından bir şeyler alıp, bambaşka şeyler yaratmışlar. Örneğin, Araplardan aldıklarını belirttikleri tuzlu tatlı karışımı lezzeti yemeklerde çok güzel kullanıyorlar. Kuşkonmazı yemeklerde kullanmayı ve eti iyi pişirmeyi Romalılardan öğrenmişler. Balık ve deniz ürünlerinin mutfaklarında çok geniş bir yeri var. Bunun yanında, sığır, domuz, av hayvanları ve sakatat var. Hemen hemen hiç olmayan ise tavuk. Her nedense, tavuk ve yumurta tarihsel olarak sığır ve domuza göre daha pahalı olduğu için, Sicilya mutfağında hemen hemen hiç yok. Her türlü sebzeyi, ama özellikle patlıcanı çok güzel kullanıyorlar. Örneğin, tipik bir Sicilya tabağı olan Pasta alla Norma’da olduğu gibi. Patlıcan ve makarna bu kadar mı güzel yakışır birbirine…. Esas yeri Cataniaolsa da, siz adanın başka yerlerinde de tadabilirsiniz bu özel yemeği. Evet, opera sevenler iyi tahmin ettiler! Catania ünlü besteci Vincenzo Bellini’nin şehri ve yemek de adını onun Normaoperasından alıyor. Catania ile ilgili yazımda daha geniş olarak söz edeceğim.
Tatlılar ise, bir başka aleme götürüyor insanı. Sadece ünlü cannoli değil, daha bir sürü tatlıları, turtaları, badem ezmeleri ve kekleri var. Badem ve fıstık kullanımları çok yaygın ve başarılı. Tüm tattığım tatlıların ortak özelliği, son derece az yağlı ve hafif olmaları idi. Ağır olacağını düşündüğüm birkaç tatlı beni bu konuda özellikle şaşırttı.
Antik Yunan kolonisi Sicilya’yı ziyaret eden ünlü filozof Plato(M.Ö. 428 veya 427-M.Ö. 348 veya 347) da, daha o tarihlerde bile, adanın mutfak kültüründen çok etkilenmiş. Hatta, günümüzde bile ayakta duran muhteşem tapınakların bulunduğu Agrigentohalkı için şöyle demiş: “Daima sanki sonsuza kadar yaşayacaklarmış gibi inşa ediyorlar: daima ertesi gün öleceklermiş gibi yemek yiyorlar”. Sicilya mutfağı hakkında bir fikir sahibi olduktan sonra, tatil boyunca gönlümce yemek yemeğe karar vermiştim. Öyle de yaptım. Genellikle çok dikkatli yemek yememe karşın, kurallarımı kaldırdım ve her şeyden yedim. Hiç pişman olmadım. Sanırım her gün yürüdüğümüz uzun yolların da katkısı ile, dönüşte sadece iki kilo fazlam vardı. Onu da kısa bir süre içerisinde verdim. Size de kendinizi bu şahane lezzetlerden mahrum bırakmamanızı öneririm. Ne de olsa, Sicilya genelde çok sık gidilen bir yer değil.
Halen Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran bulunuyor. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlar. Biz Sicilya’da kaldığımız süre içerisinde farklı şehirlerde olmak üzere, bu restoranlardan 5 tanesine gittik. Yıllar önce Berlin’de yaşadığımız bir Michelin restoranı deneyiminin aksine, Sicilya’da gittiklerimizin hepsinden çok memnun kaldık. Sanıyorum bunda, mümkün olduğu kadaz füzyon ve deneysel menü sunan restoranlar yerine, daha çok yerel Sicilya ve Akdeniz mutfağı ürünleri sunan işletmeleri seçmemizin büyük payı oldu. Mutfaklarını çağdaş ve modern olarak tanımlayan restoranların da sundukları menülerde hiç bir uçuk kaçıklıkla karşılaşmadık. Her şey çok lezzetliydi. Gezi boyunca sadece iki yerde kötü deneyimimiz oldu. Onları da yeri gelince, uzak durmanız için, yazacağım.
Cefalù’da ilk akşam, bir Michelin seçimi olan Cortile Pepe’de yemek yedik. Doumo’ya yakın sokaklardan birinde olan bu restoran bir aile işletmesi. Burada yediğimiz kabak yaprağından yapılmış involtini özellikle aklımda kaldı. Involtini ile Sicilya’da çok karşılaşacaksınız. Genel anlamda sarma olarak çevirebilirsiniz ama aklınıza sadece asma yaprağı gelmesin. Her türlü sebze ile yapılabildiği gibi (örneğin ince kesilmiş patlıcan ile yapılan da çok lezzetli), et ya da balık ile de yapılabiliyor. Özellikle, birkaç kez yediğimiz, kılıç balığından yapılanı çok güzel. İçlerine ise, dışı ile uyumlu olarak, peynir, başka sebzeler, et, deniz mahsülü ve fıstık konabiliyor. Şarap olarak yemek ile, Sicilya’ya özgü, adanın sadece kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perriconeüzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasiaüzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.
İkinci akşam yemek yediğimiz Triscele, bir Michelin restoranı olmamasına rağmen, çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Burası, Duomo’dan biraz daha uzakta. Ancak, çevresinde park yeri bulmak çok zor. O nedenle, size yine daha önce önerdiğim deniz kenarındaki otoparka arabanızı park edip, yürümenizi öneririm. Bizim gittiğimiz gece bir de aşırı bir yağmur vardı ve tam bir kabus oldu. Neyse ki, mekanın hem yemekleri hem de servisi çok iyiyidi. Yediklerimizi not etmemişim ama, şarap olarak Trapani kırsal bölgesindeki Firriatoşaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet SauvignonveMerlotüzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.
Eğer bir şarap severseniz, Sicilya’da kendinize oldukça geniş ve değişik bir seçki yelpazesi bulacaksınız. Daha önce Etna bölgesi şaraplarından söz etmiştim. Ancak, adanın batı tarafı da bu konuda zengin. Hatta Trapani bölgesindeki bağların, yüz ölçümü olarak Toscana’daki bağlardan bile daha büyük olduğu söyleniyor. Adanın en kaliteli şaraplarının üreticisiDonnafugata’nın ana üretim yeri de yine Trapani bölgesindeki Marsala’da. Diğer iki üretim yeri, büyüklük sırasıyla, Pantelleria adası ve Palermo’nun güneyindeki Contessa Entellina.Bu şaraphanenin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah ve Petit Verdot üzümlerinden üretilen Mille e una Notte(Bin Bir Gece)şarabı özellikle aklınızda bulunsun. Bu çok güzel şarabı pahalı bulmanız halinde, bir alt kalitede ve daha ucuz olan, yine Donnafugata’nın Cabarnet Sauvignon, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden üretilen TancrediTerre Siciliana IGTşarabını içebilirsiniz. Marsala ayrıca, dessert wineolarak adlandırılan ve tatlılarla içilen şarapları ile de ünlü. Sicilya’nın birbirinden güzel tatlıları ile bunlardan da denemenizi öneririm.
Sanırım bir başka yazımda da belirtmiştim. Gittiğimiz bir yerden ayrıldığımızda, biz giderken yaşamın orada biz olmadan devam ediyor olması çok küçük yaşlardan beri ilgimi çekmiştir. Herhangi bir şehir ya da ülke, deneyimlerimiz ve anılarımızla birlikte belleğimizde kendine sabit bir yer edinirken, biz ayrıldığımızda çoktan ufak ufak farklılaşmaya başlamıştır bile. Sicilya‘dan ayrılırken bu diyalektik süreci daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim çünkü, Sicilya ilginç tarihi ve kültürü ile, kaynayan bir kazan gibi, daima değişim içinde olmuş bir yer. Halen değişmeye de devam ediyor kanımca. Bir ada olması başlı başına bir özellik. Adaların tarihi, hele de stratejik bir coğrafi konumda iseler, hep ilginçtir. Ancak Sicilya, gidip görene kadar benim de düşündüğüm gibi, sadece İtalya’nın güneyinde bir ada değil. Farklı tarihi, kültürü, yemekleri ve hatta dili ile birlikte, bambaşka bir ülke. Benzerlikler olsa da, Sicilya için tam olarak İtalya diyemeyiz bence. Sicilyalılar da adalarının koordinatlarını tanımlarken, İtalya’nın güneyinde olduğunu belirtmek yerine, Afrika’nın kuzeyinde yer aldığını vurgulamayı seviyorlar. Burası, ayrı bayrağı (İtalya bayrağı ile yan yana asılıyor) ve ayrı parlamentosu ile İtalya’nın beş özerk bölgesinden birisi. (Diğer özerk bölgeler; Friuli-Venezia Giulia, Sardinya, Trentino-Alto Adige/Südtirol ve Aosta Vadisi. Vatikan ve San Marino özerk bölge değil, bağımsız ayrı birer devletler). Tarih boyunca topraklarından gelmiş geçmiş tüm yabancı milletleri kültürlerine sindirme konusunda son derece başarılı ve bundan adeta gurur duyan bir yaklaşımları var. Tarih açısından belli noktalarda paralellikler gösteren İtalya’nın bir başka çok ilginç ve sevdiğim bölgesi, Puglia bende aynı izlenimi yaratmadı örneğin. Orada, farklı istilacıları ve onların bıraktıklarını bu tarzda bir öne çıkarma, kültürlerinde bıraktıkları izleri vurgulama göremedim ben.
Dolu dolu iki hafta geçirdiğimiz Sicilya’yı anlatmaya nereden başlacağıma karar vermek zor. Anlatacak çok sayıda ilginç konu, yer ve deneyim var. Yurt içinde ve dışında gittiğim yerlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bilirler; bir turist el kitabı gibi yazmak benim tarzım değil. Benim de yararlandığım, o tarzda yazılmış yeteri kadar kaynak ve web sitesi var zaten. Sicilya hakkında yazarken yine gözlemlerimi, edindiğim izlenimleri ve karşılaştığım insanları yazacağım. Onun dışında tabii ki, gezdiğim yerleri de anlatacağım. Ama bu, “Şuraya mutlaka gidin, şurayı mutlaka görün”, tarzında olmayacak çünkü bence, (turla gidilenlerin dışında) geziler son derece kişisel serüvenler. Herkesin ilgi alanı, yapmaktan hoşlandığı şeyler, yeme içme alışkanlığı ve şu zamanda en önemlisi, bütçesi aynı değil. O nedenle ben burada, Sicilya’ya gitmek isteyenler için bir tadımlık, böyle bir geziyi tasarlamayanlar için ise, benim de yeni öğrendiğim ilginç bilgiler sunmayı amaçlıyorum.
Sicilya’ya gitmeyi pandemiden önce planlamıştık. Hepimizin ömrünün birkaç yılını tuhaf bir şekilde yaşamasına neden olan şartlardan dolayı, ancak bu sene gidebildik. Gitmeden önce, Sicilya konusunda epeyce araştırma yaptım. Daha önce giden arkadaşlarımın ve bazı turizm şirketlerinin rotalarını inceledim. Ama, en önemlisi Sicilya hakkında epeyce kaynak okudum. Bu noktada en çok yararlandığım kaynaklardan birisi, Amerikalı gazeteci John Keahey‘in “Seeking Sicily” isimli kitabı oldu. Bana göre, Sicilya’yı daha yakından tanımak için güzel bir kitap. Mekanik bir rehber kitabı olmaktan çok, içinde tarih, edebiyat ve yaşam bilgisi bulunan bir kaynak.
Konu Sicilya’ya gitmek olunca, işe “Ne zaman gitmeli?” sorusu ile başlamak gerekiyor. Genelde, nisan-mayıs ayları ile eylül ve ekim ayları öneriliyor. Yaz ayları deniz tatili için düşünülebilir ama, gezmek açısından bence çok uygun değil. Biz ekim ayında bile, antik yerleri gezerken zaman zaman çok zorlandık. Hava sıcaklığının 27-28 derecelere çıktığı günler oldu. Öte yandan, şiddetli yağmur ve fırtına nedeniyle bot, yağmurluk giydiğimiz, şemsiye kullandığımız günler de oldu. Ekim ayı bu açıdan biraz hazırlıklı gitmeyi gerektiriyor. Yanınızda yağmurluk da olmalı, şort da. Öte yandan, Siracusa‘da alış veriş yaptığımız bir dükkan sahibi kadının söylediğine göre, Sicilya’da da artık mevsimler kaymış ve kendi ifadesi ile, birbirine karışmış. Bu mevsimde giderseniz, birkaç hafta önceden hava durumunu izlemenizde ve ona göre hazırlıklı gitmenizde yarar var. Sicilya öyle bazı filmlerden edindiğimiz izlenimlerdeki gibi kıraç ve kurak bir yer değil. Gündüz sıcak olsa da, geceleri bayağı serin oluyor. Kışın adanın pek çok bölgesinde yoğun kar yağıyor. O nedenle ekim sonundan sonra, bahara kadar gidilmesi tavsiye edilmiyor.
Zamanlamadan sonra, sıra rotayı belirlemeye, ne zaman nerede kalınacağına karar vermeye geldi. Biz adayı çepeçevre gezmeye karar vermiştik ve ona göre bir rota belirlemiştik. Bunun için uçak bileti, otel rezervasyonları ve araba kiralama işlerini önceden yapmışken, vize ile ilgili bazı sorunlar ve dönüş uçağımızın THY tarafından sebep gösterilmeksizin iptal edilmesi nedeniyle ciddi bir takım değişikler yapmak zorunda kaldık. Ancak, değiştiremeyeceğimiz ya da değiştirmek istemediğimiz bazı rezervasyonlarımız da vardı. Sonunda, tüm bu nedenlerden ötürü, kalış süremiz uzadı. Aslında çok da iyi oldu. Öte yandan, istediğimiz tüm yerlere gidebilmek için bir takım çok rasyonel olmayan geri dönüşler yapmak zorunda kaldık. Öyle ya da böyle, tam istediğimiz gibi, Sicilya’nın kuzeyine, güneyine, batısına ve doğusuna gittik. Yaşadığımız bazı aksiliklere karşın çok keyifli ve ufuk açıcı bir tatil oldu.
Şüphesiz bir bölgeyi ya da ülkeyi iki haftada bile tam olarak tanımak mümkün değil. Ancak bunu, Sicilya’nın sadece çok ünlenmiş, Taormina, Ragusa ya da Siracusa gibi kentlerine gidenlerden daha iyi başardığımızı düşünüyorum. Sicilya’nın dört bir tarafının ayrı ayrı ilginç tarafları, özellikleri ve mekanları var. Belirttiğim yerlerin sadece bir ya da birkaçını görmek, Sicilya hakkında tam bir fikir vermeyecektir. Örneğin Palermo ve çevresini görmemek büyük bir eksiklik olur bana göre. Sonuç olarak, belli bir yerde takılıp kalmak yerine, araba kiralayarak birkaç yere gitmek en iyisi. Bu noktada, araç kiralama konusunda da ufak bir iki notum olacak.
İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da da araç kiralama şirketlerinin elinde çok az sayıda otomatik vitesli araba var. O nedenle, şayet bu konu sizin için önemli ise, araç kiralama işini gitmeden haletmenizde yarar var. Aracı kiralarken, sigorta maddelerine özellikle dikkat edilmesi yararlı olur. Geçirdiğimiz ufak bir kaza nedeniyle bu konuyu özellikle belirtiyorum. Bir başka ve hiç aklımıza gelmeyen nokta, patlamış lastik değiştirmek için gerekli kriko ve benzeri aletlerin o araca ait olup olmadığını kontrol etmek. (Bazı araçlarda stepne bile olmayabiliyor). Ara yolların birinde lastiğimiz patladığı zaman, sadece bu gereçlerin bizim arabaya ait olmadıklarını değil, üstelik bir de kırık olduklarını fark ettik. Şansımız vardı. Çok iyi insanlara denk geldik. Bize inanılmaz bir şekilde yardımcı oldular. Onlar olmasaydı, araç kiralama şirketinden bulunduğumuz yere yardım gelmesi en az iki ya da üç saati bulacaktı. En önemli sorun, kiralama şirketi Amerikan da olsa, çağrı merkezlerindeki elemanlara laf anlatmak. Ana kiralama noktalarında gayet iyi İngilizce bilen çalışanlar olmasına karşın, çağrı merkezleri çalışanlarının İngilizce seviyeleri çok iyi değil. Sadece belli cümleleri ezberlemişler gibi geliyor insana.
Sicilya’da ana yolların ve otobanların kalitesi gayet iyi. Çok sayıda tünel yapılmış. Bazı yerlerde birinden çıkar çıkmaz diğerine giriyorsunuz. Sık sık, kimsenin hiç bir zaman çalıştığını görmediğimiz yol tamir uyarıları ve yol daraltmalarına rastladık. Demek ki, öyle ya da böyle, bu yollara bakılıyor. Ancak, zaman zaman navigasyonun sizi soktuğu ara yollar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çoğu, çapı çok geniş olmayan ama, çok derin çukurlarla dolu. Nitekim, bizim lastiğimizin patlamasına da, beklenmedik bir noktadaki böylesi bir çukur neden oldu. Ayrıca, kimi ara yollar son derece virajlı ve ışıklandırma yok. Yazın günler uzun olduğu için sorun olmaz ama sonbaharda hava erken kararıyor. Bir sürü gezilecek yere otobanla ulaşmak mümkün olmadığı için, zamanınızı ayarlayarak karanlığa kalmamaya çalışmanızı öneririm.
Gezi boyunca Cefalù, Agrigento, Messina, Taormina, Catania ve Siracusa olmak üzere, toplam altı farklı yerde kaldık. Buraları kendimize üs yaparak, çevre illere de gittik. Örneğin, Cefalù ‘dan Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Otelleri seçerken bizim için en önemli kriter otelin, ücretli veya ücretsiz, park yerinin olması idi. Zira, Sicilya’da önemli bir park sorunu var. İkincisi de, mümkün olduğunca, görmek istediğimiz yerlere yakın yerde kalmaktı. Günübirlik gittiğimiz yerlerin bazılarında park konusu daha rahat oldu. Mavi çizgilerle ayrılan yerlere, park otomatlarından para atarak aldığınız fişleri ön camınıza yerleştirerek, park edebiliyorsunuz. Bu, Puglia’da olduğu gibi, bir “Tabaccheria“dan park fişi almaktan çok daha pratik ve kolay bir yöntem. Adının çağrıştırdığı üzere, İtalya’da bu küçük dükkanlarda başta tütün ve tütün ürünleri satılıyor. Onun yanında, gazete, dergi, ufak hediyelik eşyalar, içecek ve belirttiğim gibi, park fişi de satılıyor. Belki Sicilya’da da bu uygulamanın olduğu yerleşim yerleri vardır ama, biz rastlamadık.
7 Ekim sabahının erken saatlerinde Catania havaalanına indik. Uçak güneşli havada pırıl pırıl parlayan denizin üzerinden alçalırken, şehrin denizden geriye, ardındaki Etna dağına doğru yayılmış olduğunu gördüm. 3350 metre yüksekliği olan Etna gerçekten çok etkileyiciydi. Her zaman yaptığı gibi usul usul, bembeyaz dumanlarını savuruyordu. Öyle ki, duman mı yoksa bulut mu, insan tereddüt ediyor. Milyonlarca yıldır orada duran Etna, adanın tarihi boyunca insanları endişelendirmiş ve korkutmuş. Zaman zaman lavlarını püskürterek dehşet saçmış. Örneğin, özellikle Sicilya’nın doğu bölgesini gezerken çoklukla sözü edilen 1669 yılındaki patlamada Catania’nın büyük bölümü haritadan silinmiş. 11 Mart-15 Temmuz tarihleri arasında Etna yaklaşık 830 milyon metre küp lav püskürtmüş.
Uzmanlar, adını Grekçe aithō(yanıyorum) kelimesinden aldığı düşünülen Etna dağının 2,6 milyon yıldan beri aktif olduğunu belirtiyorlar. Sicilyalılar kendi dillerinde Mongibelloya daMungibeddudiyorlarEtna’ya.Grekçe (Antik Yunanca)Aitne, Latince iseAetnaolarak adlandırılmış.Halen, Avrupa’daki en yüksek aktif yanardağ. Tarihte bazı patlamalar antik şair ve tiyatro yazarları tarafından özellikle belirtilmişler. Bunlardan bir tanesi, M.Ö. 475 yılında olan patlama. Bir başka eski patlamanın tarihi M.Ö. 396 olarak veriliyor. Bu patlama, Kartacalıların Catania’yı zapt etmelerine engel olduğu için, Sicilyalılar için olumlu olmuş. M.Ö. 1500-M.S. 1669 yılları arasında 71, 1669-1900 arasında 26 patlamanın değişik şekillerde kaydı bulunmuş. 20. yüzyılda şiddetli patlamalar devam etmiş. 1983 yılında patlama ve lav püskürmesi tam dört ay sürmüş. 2001 ve 2002 yılındaki patlamalarda Etna’daki kayak merkezleri, oteller, restoranlar ve barlar tamamen yok olmuş. Havadaki küller nedeniyle, Catania hava alanı üç ay kapalı kalmış.
Okuduğuma göre, diğer yanardağlarda da olduğu gibi, her patlamada Etna’da yeni kraterler açılıyormuş. Şu anda kimi kaynaklara göre dört, kimine göre 5 aktif krateri var. Herhangi bir patlama ve lav akışından sonra, bölgedeki toprakta çalı veya ağaçların yetişebilmesi için 400 yıl geçmesi gerekiyormuş. Aynı yerde tarım yapılabilmesi için ise, 600-700 yıl. Bu kadar beklemeden sonra, bu topraklarda limon, kan portakal, elma, armut, Şam fıstığı (Sicilyalılar Şam fıstığını sadece tatlılarda değil, yemeklerde de harika bir şekilde kullanıyorlar), nar ve her türlü böğürtlen yetiştiriliyor. Ama tabii en önemli ürün, Etna şaraplarının hammaddesi, üzüm. Sicilya’nın doğusunda Etna şaraplarına doğal olarak daha çok rastlıyorsunuz. Ancak, yemek yediğimiz bazı restoranlarınsommelier‘inin (şarap uzmanı) uyardığı gibi, Etna menşeli şarapların tatları, kendi ifadeleri ile, biraz “mineralimsi”. Biz denemek için bir iki kere içtik. Adanın sunduğu daha güzel şaraplar var ama, siz de bir kere denemek isteyebilirsiniz. Belki de çok seversiniz.
UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer alan Etna’ya tırmanabilir, rehber ile bir gününüzü dağda geçirebilirsiniz. Ben daha önce Vezüv Yanardağı‘na çıktığım için, fazla ilgimi çekmedi. Bir de, başka görmek istediğim yerler ağır bastı. Başta Taormina olmak üzere, doğu yakasındaki şehirlerin otellerinde bu konuda yardımcı oluyorlar.
Catania’ya indikten kısa bir süre sonra, kiraladığımız araba ile, Cefalù‘ya doğru yola çıktık. Catania’da yolculuğun ikinci haftasında iki gün kalmaya karar vermiştik. O nedenle, burayı gezmeyi sonraya bıraktık. Cefalù, Sicilya’nın kuzey sahilinde, 2020 yılı sayımına göre 14 binin biraz üstünde nüfusu olan, çok şirin bir yerleşim yeri. Catania’dan 245 Km. uzaklıkta. Normal şartlarda yaklaşık 3 saat sürmesi gereken yol, daha önce sözünü ettiğim sözde yol tamiratları nedeniyle kapatılan yollar ve navigasyonun bizi kuş uçmaz kervan geçmez yerlere sokması nedeniyle en az bir saat daha fazla sürdü. Eminim siz de zaman zaman navigasyonların bu tür azizliklerine uğramışsınızdır. Yeni ayak bastığımız bir ülkede, bilmediğimiz ve kötü yollarda gitmek çok hoş bir deneyim olmadı açıkçası. Sicilya’ya gidenlerin bu tür sürprizlere hazır olması gerektiğini belirtmek isterim. Bazı geçtiğimiz yerler, bizim Doğu Anadolu’dakileri çağrıştıran, son derece kıraç dağlarla kaplıydı. Sicilya’nın geri kalanı buralar gibi değil. Son derece yeşil, ormanlık, tarım arazileri ve bağlarla dolu yöreleri var.
Sizinle Cefalù’ya doğru yola koyulurken ben ara vererek, biraz Sicilya tarihini özetlemek istiyorum. Daha sonra gittiğimiz yerlerin özelliklerini daha iyi anlamanız için yararlı olacaktır. Yine bir yazı dizisi olarak düşündüğüm bu gezide gittiğimiz yerleri, sonraki yazılarımda ayrıntılı olarak size anlatmaya çalışacağım.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Sicilya’nın tarihi çok ilginç. Özellikle Palermo ve Scopello civarındaki bazı mağaralar, adada yaşamın Neolitik Çağ‘dan beri var olduğuna kanıt olarak gösteriliyor. Bulgular, M.Ö. 8000-7000 arasında yaşam olduğuna işaret ediyor. Bu insanların, bir zamanlar İtalya ana karasına bitişik olan Sicilya’ya yürüyerek geldikleri söyleniyor. Günümüzde, köprü görevi gören bu kara parçası sular altında kalmış ve Messina Boğazı haline gelmiş. M.Ö. 2000 ile 1100 yılları arasına gelindiğinde adaya, Akdeniz’in farklı bölgelerinden göç etmiş, başlıca üç ayrı grup insan yerleşmiş bulunuyor. Sicani olarak adlandırılan grup, aşağı yukarı M.Ö. 2000-1600 arasında, batı İtalya’dan gelerek Sicilya’nın batı ve orta bölgelerine yerleşiyorlar. Bir diğer topluluk olan Elymian kavimi, adaya daha sonra gelerek Sicilya’nın kuzeybatı bölgesine yerleşiyorlar ve zaman içinde Sicanileri adanın ortasına doğru itiyorlar. Elymianların kökeni oldukça ilginç çünkü onların Anadolu‘dan (Kuzey Afrika üzerinden) geldiklerine inanılıyor. M.Ö. 1100 yılında Elymianlar yerleştikleri bölgede şehirler kurup, yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Günümüzdeki Erice ve Segesta gibi yerlerin ilk yerleşenlerinin onlar olduğu düşünülüyor. Bu ilk halklardan üçüncüsü, Sicel veya Siculi topluluğu yaklaşık M.Ö. 1200-1000 arasında, batı İtalya’nın Liguria bölgesinden (Genoa‘nın da bir parçası olduğu, kuzeybatı İtalya’da bir bölge) Sicilya’ya gelip adanın doğusuna yerleşiyorlar.
M.Ö. 1000 civarında, Fenikeli tüccarlar Sicilya’ya gelip gitmeye başlıyorlar. Fenikeliler, günümüzün Lübnan, güney Suriye ve İsrail’in kuzey kısmı olan bölgede şehir devletleri olarak yaşayan, Sami ırkından, denizci bir millet. M.Ö. 814 yılında Kuzey Afrika’da, daha sonra bir imparatorluğa dönüşecek olan Kartaca‘yı kuruyorlar. M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Sicilya’da önemli liman şehirleri kurmaya başlıyorlar. Günümüzün şehirlerinden Palermo (Panormos) ve Mozia (Motya) bunlardan bazıları. Palermo’da gezerken Fenikelilerin izlerine rastlamak mümkün. Antik Yunanlılar (bundan sonra Grekler olarak söz edeceğim) M.Ö. 800lerden itibaren doğu Sicilyaya gelmeye başladıklarında Fenikeliler adanın batı tarafında yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum, kendi soylarından ama daha agresif olan Kartacalıların M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, yavaş yavaş Fenikelilerin kurdukları şehirleri ele geçiremelerine kadar devam ediyor.
Grekler M.Ö. 735 yılından itibaren Sicilya’da koloniler kurmaya başlıyorlar. Bunlardan ilki, Taormina‘nın alt tarafındaki Naxos. Daha sonra batıya doğru yayılmaya başlıyorlar. Günümüzün Selinunte şehri batı Sicilya’daki bu erken Grek kolonilerinden birisi. Çeşitli kaynaklarda belirtildiğine göre, Sicilya’ya gelen Grekler, Troia Savaşı‘ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’daki site devletlerinden gelen insanlar. M.Ö. 500-280 arasında, Sicilya’daki Grek site devletlerinden Syracusae, günümüzün Siracusa‘sı, adanın en güçlü devleti haline geliyor. O kadar ki, Atina‘ya bile kafa tutmaya başlıyor. Siracusalı diktatör Dionysius I zamanında, M.Ö. 413 yılında, Atina ile yapılan deniz savaşında Atina kalıcı olarak yeniliyor. Bu sırada, Kartacalılar doğuda, Grekler batıda olmak üzere ada bölüşülüyor. Adanın yerli halkı da bu iki ana grubun içinde yavaş yavaş asimile oluyor. Greklerin Sicilya’ya en önemli katkılarından biri adaya zeytin ağacını ve şarap yapmak için üzümü getirmeleri sayılıyor.
Sicilya’ya gitmeden önce, bildiğimiz tüm Antik Yunanlı ünlülerin Yunanistan veya Anadolu topraklarında yaşadığını düşünmüşümdür. Oysa bu gezide, örneğin Archimedes‘in (Arşimet) (M.Ö. 287- 212) Siracusalı olduğunu öğrendim. Antik Çağ’ın büyük bilim insanı Archimedes yaptığı icatlarla Siracusa’ya büyük katkılarda bulunmuş. Kendisinden sonra yaşayan bilim insanlarının yazdığına göre, şehir Romalılar tarafından M.Ö. 213-211 arasında kuşatıldığı zaman, Archimedes büyük aynalar ve büyüteçler kullanarak düşman gemilerini yakmış. Buna karşın, Romalılar M.Ö. 211 yılında şehri ele geçirmeyi başarınca, Archimedes bir Romalı asker tarafından öldürülmüş.
Sicilya’da Greklerin hakimiyetine Romalılar son veriyor. Oysa, Greklerin genel olarak medeniyetleri en yüksek düzeyde iken, Romalılar oldukça ilkel şartlarda yaşıyorlar. Zamanla gelişerek, büyüdükçe Sicilya’ya da göz dikiyorlar ve önce Kartacalıları sonra Grekleri yenerek, burayı ilk eyaletleri haline getiriyorlar. Ancak halk, yaygın olarak Grekçe konuşmaya devam ediyor. Bu durum Orta Çağ’a kadar sürüyor. Romalılarda da elit sınıf Grekçe konuştuğu için bu yönetimsel olarak bir sorun yaratmıyor. Romalıların Sicilya’ya çok fazla bir katkısı olmadığı söyleniyor. Burayı daima gereksinim duydukları buğdayın üretim merkezi olarak görüyorlar. Büyük üretim çiftlikleri (latifundiya ya da latifundium) kurarak kölelerle, büyük ölçekte buğday, zeytin yağı ve şarap üretimi yaptırıyorlar.
Roma İmparatorluğu’nun batıda dağılmasından sonra Sicilya önce Cermen kavimlerinden Vandallar (M.S. 476’ya kadar), daha sonra Ostrogotlar tarafından yağmalanıyor ve kontrol altına alınıyor. Bu durum, 535 yılında Bizanslıların adayı fethetmelerine kadar sürüyor. Ravenna ile ilgili yazımda, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olan Bizanslıların İtalya’ya geri dönüşlerini ve İstanbul’daki Aya Sofya‘yı yaptıran I. Justinianus‘un (482-565) orada da yaptırdığı sanat şahaserlerini yazmıştım. (Ravenna yazıma erişim için linki kullanabilirsiniz). Bizanslıların Sicilya’da hükümranlığı 300 yıl sürüyor ve burada da çok değerli sanat eserleri bırakıyorlar geriye.
Arapların, Sicilya’yı Bizanslılardan almadan uzun yıllar önce, adaya saldırılar düzenledikleri biliniyor. Bazı kaynaklar bunun, Hz Muhammet 632 yılında öldüktan 20 yıl sonra başladığını bile yazıyor. İlk seferlerin tarihi konusunda tartışmalar olsa da, saldırıların Arapların Kartaca’yı ele geçirdikten sonra arttığı ve 827 yılında tamamen zapt ettikleri biliniyor. Tunus üzerinden gelerek Sicilya’yı ele geçiren Arapların hükümranlığı 250 yıl devam ediyor. Ancak, adanın kültürü ve yaşamı üzerine etkileri günümüze kadar geliyor. Araplar Normanlar tarafından Sicilya’dan gönderildikten 200 yıl sonrasına kadar Arapça kullanılmaya devam ediyor. Daha da ilginci, Norman sarayında Arapça saray dili olarak kullanılıyor.
Sicilyalıların günümüzde Araplara ve kültürlerine karşı olan tavırları bizimki gibi değil. Adanın doğusundakiler köklerinin Grekler olduğunu nasıl söylüyorlarsa, batı tarafındakiler de Arap kökenlerini aynı gururla söylüyorlar. Sadece onlardan kalan veya sonraki yüzyıllarda Arap mimarisinin etkisi ile yapılan başka eserleri ön plana çıkarmakla kalmıyorlar, örneğin gittiğiniz bir restoranda bir yemeği açıklarken, yemek isimlerinin Arapçadan geldiğini değişik bir gururla söylüyorlar. Palermo’da bazı sokak isimlerinin Latin harflerinin dışında, Arap ve İbrani harfleri ile de yazıldığını gördüm. Bunun böyle olduğunu bir kitapta okumuştum. Karşıma da çıkması güzel bir sürpriz oldu.
Arapların adanın ekonomisini çok önemli ölçüde değiştirdikleri belirtiliyor. Öncelikle, Roma ve Bizans döneminden kalan büyük arazileri bölüp, Kuzey Afrika’dan getirdikleri göçmenlere dağıtıyorlar. Bu göçmenler zamanla Sicilyalılarla karışıyor. Yerli halka dik yamaçlarda taraça yöntemi ile tarım yapmayı öğretiyorlar. Ayrıca Sicilya’da bugün bile kullanıldığı belirtilen sulama sistemleri geliştiriyorlar. Kendilerinden önce sadece tahıla dayanan tarımı çeşitlendirerek portakal, limon, nar, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türlerininin yetiştirilmesini başlatıyorlar.
Araplar Sicilya’da sadece 250 yıl kalmış olsalar da, bıraktıkları etki çok daha derin olmuş. Hala Sicilya’da bazı, şehir, köy, nehir ve soyadlarının Arapça kökenli olduğu, yüzyıllardır anlatılan masalların ve Sicilya’nın ünlü kukla tiyatrolarındaki bazı karakterlerin Arap folklöründe yer alanlarla aynı olduğu söyleniyor. Sonraki istilacılar, Arapların yaptığı gibi, kendi halklarını Sicilya’ya büyük göçlerle getirmemişler. Bu nedenle, Sicilyalılar o milletlerle aralarında bir kan bağı olduğunu düşünmezken, Grek kanı ile birlikte Arap kanı taşıdıklarına inanıyorlar. Araplar, sayıca daha fazla oldukları batı kesiminde bile bazı Grek yerleşim yerlerine otonomi verdikleri için, bu dönemde Grek kültürü de devam etmiş. Ayrıca, Yahudi grupların da Sicilya’ya yerleşmelerine izin verilmiş.
Sicilya’daki Arap yönetiminin varlığı hemen sona ermiyor. Adanın Normanlar tarafından tamamen ele geçirilmesi uzun bir mücadele ile oluyor. Kesin zaferden sonra bile, Sicilyalı Müslümanlar varlıklarını sürdürüyorlar. Sicilya’nın tamamen Hristiyanlaşması için birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekiyor. Sonunda, İtalya’nın Puglia bölgesindeki, Lucera‘ya sürülüyorlar. Burada da 75 yıl kadar Müslüman bir topluluk olarak kaldıktan sonra ya Hristiyan olmaları için zorlanıyor ya da köle olarak satılıyorlar.
Normanların Sicilya’yı ele geçirmeleri, o sıralarda adayı yöneten üç Arap emirden birinin diğer ikisini yok etmek için Norman lejyonerlerden yardım istemesi ile oluyor. Bu dönemde Normanlar, İtalya’nın güneyini kontrol altında tutuyorlar. İtalya’ya daha önce gelme nedenleri, Roma’ya yaptıkları hac seferiyken, daha sonra güney İtalya’da kalarak güçleniyorlar. Arap emirlerden birinin isteği üzerine, 1061 yılında Sicilya’ya çıkan Normanlar bir süre sonra kendileri için savaşmayı tercih ediyorlar ama, adanın tam kontrolünü ancak 1094 yılında ele geçirebiliyorlar. Sicilya’da gezerken, 1190 yılına kadar süren Norman dönemine ait eserlere de sıklıkla rastlayacaksınız.
1194 yılında Sicilya, Cermen Hohenstaufen hanedanına geçiyor. Son Norman kralının kızı bu hanedandan Svabya Dükü, VI. Henry ile evleniyor. VI. Henri aynı zamanda Papa tarafından Kutsal Roma İmparatoru yapılıyor ve Palermo’da taç giyiyor. 72 yıl süren bu Alman yönetiminden sonra, 1266 yılında, yine Papa tarafından Fransız Anjou hanedanına mensup bir asil, I. Charles olarak Sicilya kralı yapılıyor. Sicilyalıların Fransızlara tepkisi çok sert oluyor. Birkaç kere isyan çıkıyor. Sicilyalılar hiç hoşlanmadıkları Fransızlardan kurtulmak için Aragon kralı III. Peter’ı yardıma çağırıyorlar. Bunun sonucunda, 575 yıl sürecek olan İspanyol hakimiyeti başlıyor. 1713-1720 arasında Sicilya, güneydoğu Fransa ve kuzey İtalya’yı elinde bulunduran Savoy hanedanına geçiyor. Bu dönem kısa oluyor çünkü Sicilya, Avusturyalılarla Sardinya için takas ediliyor. 1734 yılında bir başka İspanyol hanedan, Bourbonlar (Fransız Bourbon hanedanının alt kolu), yönetimi alıyorlar. 1848’de Bourbonlara karşı bir ayaklanma olsa da bastırılıyor. Palermo ve Messina yönetim tarafından bombalanıyor.
Sicilya’nın Bourbonlardan kurtuluşu 1860-1861 yıllarında, İtalya’yı kuzeyden başlayarak birleştiren General Giuseppe Garibaldi (1807-1882) sayesinde oluyor. 1861’de yapılan bir oylama ile Sicilyalılar İtalya ile birleşmek istediklerini ifade ediyorlar. Garibaldi birleşmiş İtalya’nın yönetimini, Savoy hanedanının başındaki Vittorio Emanuele II‘ye verince, Sicilya İtalya’nın bir parçası haline geliyor. Ancak, tarihte hiç bağımsız olmamış olan Sicilya’da isyanlar çıkmaya devam ediyor. Uzun bir mücadelenin sonunda, 1946 yılında Sicilya İtalya’nın beş özerk bölgesinden biri yapılıyor.
Sicilya’nın hem renkli hem de biraz karışık tarihini, fazla ayrıntya girmemeye özen göstererek, sizin için özetlemeye çalıştım. Sicilya’nın gerçekten tadına varabilmek için az da olsa bu tarihi bilmek gerektiğini düşünüyorum. Bir sonraki yazımdan başlayarak size gittiğimiz yerleri de tanıtmaya çalışacağım. Hatırlarsanız, Catania’dan Cefalù’ya doğru yola çıkmıştık…