Küresel ısınmanın mevsimleri birbirine karıştırdığı bu Aralık ayında, güneşin pırıl pırıl parladığı bir gün, Kadıköy’den vapurla Beşiktaş’a geçtim. İnsanın inanması zordu ama, hava 18 derece idi. Öğle vakti bindiğim vapur fazla kalabalık sayılmazdı. Vapurun arka tarafındaki açık alana oturdum. Benim dışımda, yaşları bir hayli ileri bir karı koca vardı. Vapur hareket edince, yanlarında getirdikleri simitleri küçük parçalara bölüp, martılara atmaya başladılar. Bir süre, hem uzun beraberliklerini güzel bir dostluğa dönüştürmüş bu çifti hem de sevinçten çılgına dönmüş gibi bağırarak, vapurun yanında uçan martıları izledim. İrili ufaklı martılar, belli bir düzen içinde vapurdaki bu besin kaynağına yanaşıyorlardı. Hiç biri birbirini itmeye, sıranın dışına atmaya çalışmıyordu. Sonrasında, simit parçasını kapan martı kendini rüzgara bırakarak, vapurdan uzaklaşıyordu.
Yaşlı karı kocanın simitleri bitip de, martıların bizim tarafa ilgisi yok olunca, birden önümde, vapurun daha da yukarısına çıkan, karşılıklı iki merdiven olduğunu fark ettim. Yukarda, üstü açık bir oturma bölümü daha vardı. Kısa bir tereddütten sonra, üst kata çıkmaya karar verdim.
Vapurun üst tarafı gençlerle doluydu. Ben de kıç tarafın en arkasına geçip, oturdum. Üşür müyüm diye boşuna endişelenmişim. Hava harika idi. Keyifle, bu ilkbaharı çağrıştıran günün ve hiçbir zaman bakmaya doyamadığım İstanbul manzarasının tadını çıkarmaya koyuldum. Ardımızda köpükler bırakarak, yol aldık.
Doğrusu, buluşmak için bu günü seçmekle çok isabetli bir karar vermiştik arkadaşımla. Sevinçle buluştuk Beşiktaş’ta. Güzel havanın, dostluğun, arkadaşlığın ve gönüldaş olduğunu bilmenin sevinci ile…
Planımız, sohbetle harmanlanmış güzel bir öğle yemeğinden sonra, Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın sergisini gezmekti. Füreya, hayatta olduğu dönemde de çok saygı duyduğum, beğendiğim bir sanatçıydı. 1994 yılında, 40. sanat yılı için Maçka Sanat Galerisinde açılan sergisine gitmiş, Ayşe Kulin’in Füreya kitabını okumuştum. Ona duyduğum ilgi, hem sanatına, kişiliğine ve duruşuna olan saygımdan, hem de mensubu olduğu aileden dolayı idi. Bir dönem, Şakir Paşa Ailesi ile ilgili bulabildiğim her şeyi okumuştum. Her biri başlı başına bir değer olan sanatçılarla dolu bu aile kanımca, Osmanlı’nın son döneminde Batılı bir yaşam anlayışına sahip, kadını erkeği ile yabancı dil bilen, entelektüel bireylere sahip Osmanlı ailelerinin en iyi örneklerinden birisi. Bu bana, toplumumuzda bu gün var olan, muhafazakar ve laik ayrımının, yaşam tarzları açısından birbirinden çok uzak kesimlerin varlığının ve bunların birbirleri ile mücadelesinin 100-150 yıl öncesine kadar gittiğini de düşündürüyor. Bazı kafalardaki “Osmanlı” toplumu kavramının aksine, toplum bu gün nasıl homojen değilse, o gün de değildi.
Bu yıl kuruluşunun 60. yılını kutlayan Kale grubu, gerçekten çok anlamlı bir iş yapmış ve bu vesile ile, ölümünün 20. yılı olan Füreya’yı bir retrospektif sergi ile anmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış. Bunu akıl eden, emek veren, küratörlüğünü yapan herkesi kutluyorum. Bu serginin, aynı çatı altında toplanmış en kapsamlı Füreya sergisi olduğu belirtiliyor. Eserlerin yanında, aslında yeğeni olup, daha sonra sanatçının evlat edindiği Sara Koral Aykar’ın sergilenmesine izin verdiği belgeler de, bir o kadar değerli ve ilginç. Seramik yaparken kullandığı aletler, mektuplar, makbuzlar, günlüğü, verdiği bir davete ait ve üstünde Atatürk’ün imzası olan bir yemek menüsü bunlardan bazıları. Okuduğum bir söyleşide belirttiğine göre, Sara Koral Aykar halasına ait her şeyi yıllardan beri evinde, sandıklarda ve depolarda saklıyormuş. Doğrusu, arkalarında bıraktıkları eser, bilgi ve belge konusunda Füreya kadar şanslı olmayan, dünya tarihine geçmiş iki kişi aklıma geldikçe benim her zaman yüreğim yanar. Büyük Fransız edebiyatçı Marcel Proust (1871-1922) öldüğü zaman, geride kalan sandıklar dolusu el yazması müsveddeleri, ağabeyinin hanımı tarafından yırtılarak, yakılarak yok edilmiş… Leonardo da Vinci (1452-1519) ölünce ise, binlerce sayfalık el yazmaları, çizimleri ve eskizleri, öğrencisi ve hayat arkadaşı, ressam Francesco Melzi’ye kalmış. Daha sonra evlenen ve çocuk sahibi olan Melzi’den sonra ise, varisleri Leonardo’ya ait bu belgelerin ve çizimlerin bir kısmını hurda kağıt olarak satmışlar. Uzmanlar günümüze kalan belgelerin, Leonardo da Vinci’nin notlarının üçte biri bile olmadığını belirtiyorlar. Bu nedenle, Sara Koral’ı çok takdir ettim. Dilerim, bir sonraki kuşak da aynı titizliği gösterir. Her ne kadar Füreya eserlerinin müzelere hapsedilmesini hiçbir zaman istememişse de, belki ilerde onun adına bir müze de olur.
Füreya Koral 1910 yılında doğmuş. Dayısı yazar Cevat Şakir (nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı), ressam teyzeleri Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger, kuzeni ressam Nejad Devrim, tiyatro oyuncusu ve yönetmeni kuzeni Şirin Devrim, onun içine doğduğu Şakir Paşa ailesi hakkında bir fikir veriyor. Köklü ve entelektüel bir Osmanlı ailesi iken, Cumhuriyet’in (özellikle kadınlara) getirdiği özgürlük ortamında, sanatsal olarak iyice serpilen ailenin bu sanatçı bireylerinin her birinin yaşam öyküsü, ayrı bir roman konusu olabilir. Füreya da, 87 yıllık ömrüne bir değil, pek çok hayatlar sığdırabilmiş bir insan…
Füreya Koral, ailenin diğer sanatçı üyelerine göre, çok daha geç yaşta sanat ile ilgilenmeye başlamış. Genç yaşta Bursa’lı bir çiftlik sahibi ile yaptığı evlilik sırasında hem şiddet görmüş, hem de iki bebeğini kaybetmiş. İkinci evliliğini ise, Atatürk’ün silah arkadaşı, Kılıç Ali ile yapmış. Kendisinden 33 yaş büyük Kılıç Ali, Füreya’yı Atatürk’ün sofrasında görüp, aşık olmuş. Bundan sonra Ankara’ya taşınan Füreya, Atatürk’ü sık sık evinde ağırlamış, onun bulunduğu davetlere katılmış. Esasen, kendisinin Atatürk ile tanışıklığı çocukluğuna kadar gidiyormuş. Füreya’nın babası Emin Paşa, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sıra arkadaşı imiş. İlginç bir şekilde, Füreya’nın Atatürk ile ilk karşılaşması, o henüz 9 yaşında iken ve Atatürk Samsun’a hareket etmeden bir gece önce olmuş. Yola çıkmadan önce Emin Paşa ile gizli konuşmak isteyen Atatürk, evde hiç kimsenin, hizmetlilerin bile olmamasını istemiş. Emin Paşa’nın dışında evde bir tek Füreya varmış. Atatürk, Fransızca bilen, keman çalan ve resim yapan bu zarif kız çocuğu ile ilgilenmiş. Hatta, Füreya’nın günlüğüne, ülkenin kendisi gibi iyi yetişmiş kızlardan, genç kadınlardan çok şey beklediğini bile yazmış… Günlükteki bu sayfayı da sergide görmeniz mümkün.
Füreya seramik yapmaya, Kılıç Ali ile evliyken yakalandığı verem hastalığı sırasında başlamış. O zamanların korkulan hastalığı verem, ona hayatta büyük bir tutku ve amaç getirmiş. Tedavi için gittiği Fransa,’da ve İsviçre’de yattığı sanatoryumda, teyzesinin de teşviki ile sanatçı olma yolculuğu başlamış.
Füreya, eserlerinin daima hayatın içinde, insanların evinde olmasını istemiş. Onun için, duvar tabakları, ev objeleri üretmiş. İstemiş ki, insanlar yapıtlarını kullansınlar, hayatlarının bir parçası yapsınlar. Daha sonra, camilerdeki çinilerden esinlenerek, duvar panoları yapmaya başlayınca, istemiş ki insanlar otele, çarşıya, bankaya gittikleri zaman başlarını çevirsinler ve onun yapıtlarını görsünler. Bu dönemde yaptığı duvar panoları için günlerce, aylarca, daracık iskelelerin üstünde keyifle ve zevkle çalışmış. Sergide, aralarında Hilton oteli için yaptığı duvar panosunun da bulunduğu bazı yapıtlarının yok olduğunu öğrenmek üzücü oldu. Ne büyük vefasızlık… Öte yandan, ülkemizde bu vefasızlıkların ne çok örneği var…
Seramik, zaman içinde Füreya için o kadar büyük bir tutku haline gelmiş ki, sabah yataktan kalkar kalkmaz seramik hamuru yoğurmaya başlarmış. Sanatçılarla, bu faaliyetleri hobi olarak yapanlar arasındaki en önemli fark, bu inanılmaz tutku ve azim olsa gerek.
Kendini sanata verdikçe ve çevresi sadece sanatçılardan oluşmaya başlayınca, Kılıç Ali ile olan evliliği de sona ermiş. Zaten, Atatürk’ün ölümünden sonra Kılıç Ali de gittikçe içine kapanmış. Böylece, yollarını ayırmışlar. O artık, gündüzleri çılgınca üretiyor, akşamları Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Azra Erhat gibi dostlarına sofralar hazırlıyormuş.
Füreya, sanat yaşamı boyunca sadece kendini geliştirmekle kalmamış, boşandıktan sonra yaşadığı Şakir Paşa ve Arif Bey apartmanlarında atölyesini, fırınını gençlere açarak, pek çok seramik sanatçısının yetişmesine katkıda bulunmuş. Alev Ebüzziya, Birgül Başarır, Binay Kara bunların bazıları.
Sanat yaşamı boyunca bıkmadan üretmiş, yeni şeyler denemiş, sorgulamış, geleneksel olan ile yeniyi müthiş bir ahenkle harmanlamış Füreya. Sonra… Sonra, “artık söyleyecek yeni bir şeyim kalmadı” demiş ve fırınını satmış, atölyesini dağıtmış. Sıra dışı bir yaşamı olan bu güçlü kadın, ölümü de aynı metanet ve cesaretle karşılamış… Ölümünden önce, 1997 Ağustos ayında Boğaz kenarında, araba ile yaptığı son gezintide, Nazım Hikmet’in dizesi dökülmüş dudaklarından:
“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü…”
Füreya Koral, 26 Ağustos 1997 günü, Osmanoğlu Kliniğinde vefat etmiş. 28 Ağustos’da, Dolmabahçe, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kılınan namazdan sonra cenazesi, motorla götürüldüğü Büyük Ada’daki aile kabristanında defnedilmiş.
Füreya’yı bir sanatçı olarak hep desteklemiş olan teyzesi, Fahrelnissa Zeid’in birkaç ay önce Tate Modern’deki sergisinden sonra, kendi retrospektif sergisinin açılmış olması ne kadar hoş.
Sergiyi, 18 Ocak 2018 tarihine kadar, Akaretler, Sıraevler No:16’da gezebilirsiniz.
——————————————————
Yararlanılan Kaynaklar:
(1) Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Milliyet Yayınları.
(2) Füreya, Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi.
(3) Sıra Dışı Bir Kadın, Hüzünlü Bir Aile- Sara Koral Aykar ile ropörtaj, Sabah Gazetesi, 26/11/2017