Evet, artık Palermo ve civarından daha batıya doğru gitme zamanı gelmişti…
Sicilya’ya her giden, ilgi alanı ve zevkine göre, kendisine farklı rotalar çizebilir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bizim gittiğimiz kimi yerleri başka birisi tercih etmeyebilir. Adanın tamamen farklı köşelerini keşfe çıkabilir. Ancak, eğer şimdiye kadar yazdıklarım ilginizi çektiyse, bu yazının içeriğini oluşturan yerlere de ilgi duyacağınızı düşünüyorum. Örneğin, Cefalù‘daki Duomo ve Palermo’daki Arap-Norman stilinde yapılmış eserleri beğendiyseniz, Monreale Katedrali‘ni de görmek isteyeceksinizdir. Zira burası, söz konusu mimari tarzın doruk noktası kabul ediliyor. Daha önce, Sicilya’nın kuzeyinde bulunan Arap-Norman stilinde yapılmış dokuz eserin UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olduğundan söz etmiştim. İşte Monreale’nin Duomo‘su da onlardan birisi. Diğerleri, Cefalù’daki Duomo ve Palermo’daki katedral, iki saray, üç kilise ve bir köprü.
Bir diğer yer, tarihi Demir Çağı‘na (M.Ö. 1200-M.Ö. 550) kadar uzanan bir yerleşim yeri, Segesta. Burası, kültürel olarak adanın Grek geçmişi ile de ilk tanıştığımız yer oldu bizim için. Sicilya’da, burada göreceğiniz tapınak ve yerleşim yerine benzer çok yer var. Hatta çeşitli noktalarda Segesta’dan çok daha muhteşem yerler de bulunuyor. Ancak, buradaki tapınağın pitoresk görünümü benim için ayrı bir güzellik değeri taşıyor. Bu arada Sicilya’da, Yunanistan’da görebileceğinizden çok daha fazla sayıda ve nispeten sağlam bir şekilde ayakta duran Grek tapınağının bulunduğunu da belirtmeliyim. Sicilya için boşuna, “en büyük Eski Yunan adası” demiyorlar. Ben de sosyal medyada gördüğüm bu ifadenin çok doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum.
Castellammare del Golfo, aynı ismi taşıyan koyun kıyısındaki bir balıkçı köyü. Aslında, hem köy hem de koy adını deniz kenarındaki kaleden almış. Burası da bir zamanlar, Monreale gibi, Mafya‘nın yuvalandığı yerlerden biriymiş. Şimdiki sakin halini görünce insanın buna inanması zor oluyor. Bu şüphesiz, başta Giovanni Falcone (1939-1992) ve Paolo Borsellino (1940-1992) olmak üzere, bu uğurda ölümü dahi göze alan hukukçu ve bürokratların kararlı mücadeleleri ile başarılmış. (Daha fazla bilgi için, eğer henüz okumadıysanız, Palermo ile ilgili birinci yazımı okumanızı öneririm. Kolay erişim için linke tıklayabilirsiniz). Trapani‘ye bağlı olan Castellammare del Golfo, aynı zamanda yakınındaki doğa parkı (Riserva Naturale dello Zingaro) ve plajları ile ünlü. Sicilya tatilinize denize girmeyi de katmak isterseniz, burası gitmeyi planlayabileceğiniz yerlerden birisi olabilir.
Kağıt üzerinde güzergâhımızın Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo şeklinde olması mantıklı görünmüştü. Akşam yine Cefalù’ya dönecektik. Eğer Palermo’da kalacaksanız, bu geziyi oradan da günübirlik olarak yapabilirsiniz. Zaten, belirtiğim yerler konum olarak Palermo’ya daha yakın. Son anda emin olmak için yaptığım bir kontrol üzerine, pazar günleri Monreale’deki Duomo‘nun öğleden sonra saat 2’de açıldığını fark ettim. Sicilya’da gezerken görülecek yerlerin açılış ve kapanış saatlerini sık sık kontrol etmekte yarar var. Bazı yerlerin açık olduğu saatler sadece mevsime göre değil, dini bayramlara, özel günlere ve kimi yerde haftanın günlerine göre de farklılık gösterebiliyor. Monreale Katedrali ile ilgili bu bilgi üzerine biz de önce Segesta’ya, sonra Monreale’ye gitmeye karar verdik. Castellammare del Golfo’ya ise zaten en başından beri en son gitmeyi ve akşam yemeğini orada yemeyi düşünüyorduk. Sicilya’ya gelmeden, oranın önerilen bir restoranında yer ayırtmıştım. Sonradan, zorunlu olarak yaptığımız bu değişikliğe şükrettik çünkü, akşama doğru feci bir yağmur indirdi. O yağmurda Segesta antik kentini gezmemiz söz konusu bile olamazdı.
Segesta antik kenti, deniz seviyesinden 305 metre yükseklikte bulunan Monte Barbaro‘nun tepesinde kurulmuş. Yukarıda olmasına karşın, deniz ticareti açısından elverişli bir noktada olması şehir için daima bir zenginlik kaynağı olmuş. Segesta, arkeolojik buluntulardaki yazıların Grekçe olması ve ünlü tapınağın Dorik stilde yapılmış olması nedeniyle kültürel olarak Antik Yunan şehri kabul edilmekle beraber, tarihi çok daha eskilere giden bir yerleşim yeri. Burası ilk olarak, M.Ö. 12. yüzyılda, Anadolu’dan Sicilya’ya gelen Elymian (bazı kaynaklarda Elimi olarak geçiyor) kavimi tarafından kurulmuş. Başta Tukidides olmak üzere birçok tarihçi Elymianların, Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180 civarı) kaçan Troialılardan oluştuklarını düşünüyor. Hatta bu nedenle, kendi köklerinin de Troia olduğuna inanan Romalılar Elymianlara ve kurdukları şehirlere özel ilgi göstermişler. Troia Savaşı’nın, köken olarak Sicilya tarihinde özel bir yeri var. Örneğin, adaya çok daha sonra gelen ve M.Ö. 735’ten itibaren şehir devletleri kuran Greklerin de, Troia Savaşı’ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’ındaki site devletlerinden gelen insanlar oldukları düşünülüyor.
Paralara ve çanak çömlek üzerindeki yazılara dayanılarak Segesta’nın M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kültürel açıdan bir Grek site devleti haline geldiği belirtiliyor. (Kültürel olgusuna vurgu yapmamın nedeni, pek çok kaynakta Segesta’da aslında Grek bir nüfusun var olmadığının belirtilmesinden dolayı). Şehre ait bir darphane ve ordu kuruluyor. Bu dönemde aynı zamanda, mimari olarak Dorik stilin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı görülüyor. Kendi ürettikleri şarap, mısır, ceviz, zeytin, yün ve keresteye dayalı ticaret, Segesta’yı bölgenin önemli bir ticaret merkezi haline getiriyor. Bununla beraber, bir başka kent devleti olan komşu Selinunte ile aralarındaki sınır mücadeleleri başlıyor. Gezimizin ilerleyen günlerinde Selinunte’yi de gezdik. Bu iki şehir devleti arasındaki mücadele o kadar büyüyor ki, bir süre sonra Segestalılar Atinalılarla ittifak kurarken, Selinunte de adanın doğusunda güçlü bir site devleti olan Siracusa ile birleşiyor. Sonunda Atinalılar Sicilya’ya bir sefer düzenliyorlar ama, Selinunte yerine onu destekleyen Siracusa’ya saldırıyorlar. M.Ö. 415-M.Ö. 413 arasında yapılan bu sefer, Atina güçlerinin tamamen yok edilmesi ile sonuçlanıyor. Bu sefer aynı zamanda, o sırada Yunan ana karasında Atina ve Sparta arasındaki Peleponez Savaşları‘nın (M.Ö. 431-M.Ö. 404) da bir uzantısı sayılabilir çünkü, Selinunte’yi destekleyen ve Atina’yı ağır yenilgiye uğratan Siracusa da Sparta’nın müttefiki.
İki şehir arasındaki savaşlar daha sonraki dönemlerde de sürerken, Segesta duruma göre sık sık Grekler ve Kartacalılar arasında taraf değiştirmiş. M.Ö. 409 yılında Kartacalı Hannibal, rakipleri Selinunte’yi tamamen yok edince Kartaca’yı tutmuşlar. Ancak, bu galibiyetin etkisi çok uzun sürmemiş. M.Ö. 307 yılında Siracusalı tiran Agathocles Segesta’yı yerle bir etmiş, 10.000’ne yakın kişiyi öldürmüş, kalanların çoğunu ise esir olarak satmış. Segesta, M.Ö. 264-241 yıllarında Kartacalılar ve Romalılar arasında yapılan Birinci Pön Savaşı sırasında Romalıları tutunca, adanın Roma hakimiyeti döneminde rahat bir döneme girmiş. Özgür şehir statüsüne kavuşmuş.
Arkeolojik kazılar, şehrin daha sonra Arapların eline geçtiğini ve izleyen Norman döneminde bile burada bir Müslüman nüfusun bulunduğunu gösteriyor. Bir Norman kalesi kalıntısının yanında bulunan 12. yüzyıldan kalma cami ve Müslüman mezarlığı kalıntıları bunun kanıtı. Bu yapıların, daha sonra Segesta’yı ele geçiren Hristiyan derebeyi tarafından yıkıldığı belirtiliyor. Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra ise, Segesta tamamen terk ediliyor.
Segesta antik kentinin bulunduğu alan, Sicilya’nın birçok yerinde olduğu gibi, bir Arkeolojik Park olarak tanımlanıyor. Parco Archeologico di Segesta, yukarıda belirttiğim gibi, Monte Barbaro’nun tepesinde, arasında bir vadi bulunan iki zirvenin üstüne yayılmış. Etrafında şehir duvarları kalıntıları var ancak, yerleşim yerinin planı tam olarak ortaya çıkarılamamış. Bazı kısımları epeyce dik. Yerleşim için buralar taraçalandırılmış.
Segesta’nın ünlü tapınağı, arkeolojik parkın girişinin sağ tarafında bulunan daha alçakça bir tepenin üzerinde bulunuyor. Arzu edenler için buraya golf arabaları ile de ulaşım sağlanıyor. Biz bilet gişesindeki genç görevlinin, “Çok da gerekli değil” havasındaki sözlerine ve o yöne doğru yürüyen epeyce sayıda insan olmasına dayanarak, buraya yürüyerek çıktık. Yürünemeyecek bir uzaklık ve yol değil ama sıcakta biraz sıkıntılı oldu. Ancak, bu daha sonra yaşayacaklarımızın yanında hiçbir şeydi doğrusu…
Şehrin akropol, agora, tiyatro, nekropol (mezarlık), kiliseler, cami, kale ve evlerin bulunduğu yerleşim bölümü, girişin sol tarafında bulunan, daha dik ve yüksek Monte Barbaro’nun üzerinde. Yine aynı görevli bize bu yönde mesafenin sadece bir kilometre olduğunu söyledi. Tepenin ne kadar dik olduğu konusunda ise hiçbir bilgi vermedi. O sıcakta, yokuşu kıvrılarak çıkan bu yolu büyük bir zorlukla çıktık. Yol üzerinde az sayıda yeri inceleyerek tepeye ulaşmamız iki saate yakın sürdü. Oysa daha sonra, bu yolun bir değil, dört kilometre olduğunu ve tiyatronun da bulunduğu esas bölüme aşağıdan otobüsle ring seferi yapıldığını öğrendik. Gereksiz bir yorgunluk oldu bizim için. Eğer Segesta’ya giderseniz, yukarıya çıkmak için otobüse binmenizi öneririm. Yol üstündeki az sayıda kalıntıyı çok görmek isterseniz, aşağıya yürüyerek inebilirsiniz. Bu zorlu çıkışın bize tek faydası, yukarıdan daha da güzel görünen Dorik tapınağın doya doya fotoğrafını çekebilmek oldu. İnerken de çekilebilir tabii ama, biz inerken yağmur bulutları Segesta’nın üzerinde artık iyice yoğunlaşmaya, hatta bir iki yağmur damlası düşmeye başlamıştı bile.
Yeşilliklerin arasına kondurulmuş bir biblo gibi görünen Segesta’nın tapınağının yapımına M.Ö. 430-420 arasında başlandığı tahmin ediliyor. Ne var ki, Afrodit Urania‘ya adanmış olan tapınak hiçbir zaman bitirilmemiş. Bunun büyük bir ihtimalle Selinunte ile yapılan savaşlardan kaynaklanmş olabileceği belirtiliyor. (Urania, Afrodit’in ruhani yanını vurgulamak için Grekler tarafından kullanılmış bir ifade). Tapınağın sütun süslemeleri ve sütun tabanlarının tamamlanmamış olduğu göze çarpıyor. Tapınakta bir altar olmadığı gibi, çatısının da hiç kapatılmamış olduğu anlaşılıyor. Tüm bu eksikliklere karşın, daha önce belirttiğim gibi, özellikle uzaktan çok etkileyici. 19. yüzyılda buraya yolculuk yapan birçok ressam tuallerine, aralarında Goethe‘nin bulunduğu edebiyatçılar da yazılarına, şiirlerine bu büyüleyici güzelliği yansıtmışlar.
Yağmura yakalanmadan Segesta’dan ayrıldık. Çıkarken, rehber cihazı ve kulaklıklarımızı geri veriyorduk ki, gişedeki aynı görevlinin bu kez bir İtalyan aileye bize söylediklerini tekrarladığını ve onların da, “Eh, o kadarcık yol bir şey değil”, dediklerini duydum. Onlar için üzüldüm ama, doğrusu kendilerini uyaracak vaktimiz yoktu. Görevli ya antik kenti hiç gezmemiş ya da o tepeye kendi yaya olarak hiç tırmanmamıştı. Belki de, otobüsten haberi olmayanlara bu oyunu oynamaktan keyif alıyordu.
Monreale’ye vardığımızda gökyüzü bulutlardan artık iyice kararmıştı. Şehir, Sicilya taşrasındaki birçok kent gibi, bir tepenin üzerindeydi. Arabayı, Duomo tabelalarının bizi yönlendirdiği güzergahta ulaştığımız büyük bir otoparka park ettik. Etraf tur otobüsleri ile doluydu. Buradan merdivenlerle yukarı çıkıp, yine tabelaları izleyince kendimizi Duomo’ya yandan bitişik bir meydanda bulduk. Tehditkar kara bulutların altında meydan ve şehir, katedralin çevresindeki turist kalabalığının dışında, son derece sakin görünüyordu. Öyle ki insan, bu şehrin bir zamanlar Mafya’nın önemli bir kalesi olduğuna ve katedralin atanmış piskoposunun bile haraç, rüşvet, sahtekarlık ve benzeri suçlar nedeniyle soruşturmadan geçirildiğine zor inanıyordu. 1983-84 yıllarında çok sayıda yerel Carabinieri (Jandarma) öldürüldüğü için buraya Sicilya’nın en büyük jandarma garnizonu kurulmuş. Mafya günleri geride kalmış görünse de, kimileri burada derinlerde hala bir uyuyan Mafya varlığı olduğunu düşünüyor.
Monreale dar sokakları, Barok kiliseleri ve köşe başlarında bar ve kafeleri olan bir yer. Ancak, buranın en büyük ilgi odağı şüphesiz katedrali. Yapıda görecekleriniz Bizans-Norman ya da Sicilya-Norman olarak adlandırılabilecek sanatın muhteşem örnekleri olarak kabul ediliyor. Tabii Arap etkisini de unutmamak lazım. Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, Sicilya’da Arap etkisi, onların bu topraklarda hükümranlıkları sona erdikten çok sonra bile, iki yüzyıl kadar, devam etmiş. Kendilerinin zaten Sicilya’yı 250 yıl kadar yönettiklerini de düşünürseniz, bu kültürel olarak hiç de azımsanmayacak uzunlukta bir dönem. Norman krallar, sadece mimari ve sanat olarak değil, sarayda harem, giyim, kuşam gibi birçok Arap geleneğini sürdürmüşler. Hatta bir dönem Arapça, sarayın resmi dili olarak kullanılmış.
Monreale Katedrali’nin yapımına 1172 yılında, Sicilya’nın Norman Kralı II. William (İtalyanca Guglielmo) zamanında başlanmış ve on yıl sürmüş. Kral buraya Benediktin keşişleri için bir manastır ve katedral yaptırmaya ve bütün yerleşkeyi Meryem Ana‘ya adamaya karar vermiş. Katedralin bronzdan yapılmış ana giriş kapısı, 1186 yılında sanatçı Bonanno Pisano tarafından yapılmış. Orta çağ’da yapılmış en büyük kapı olarak tanımlanıyor. İçeride, 6400 metre kare olduğu belirtilen duvar mozaikleri gerçekten nefes kesiyor. Bu mozaikler, o dönem Konstantinopolis‘ten getirtilen Bizanslı sanatçılar ve onlarla çalışan Sicilyalı ustalar tarafından yapılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi, kullanılan altın nedeniyle göz alan mozaiklerde İncil’den çeşitli sahneler resmedilmiş. Bunların arasında, bu tip yapılarda adetten olduğu üzere, II. William’ın katedrali (maketini) Meryem Ana’ya sunduğu bir mozaik de var.
Katedralin görülecek başlıca yerleri, İtalya’nın ve Sicilya’nın birçok yerindeki dini merkezlerde olduğu gibi, paralı. İçeri ücretsiz girebiliyor ama, buraları görebilmek için bilet alıyorsunuz. Norman Kralları I. William ve II. William’ın mezarlarının bulunduğu bölüme, manastır kısmının revaklı bahçesine, katedral müzesine, etkileyici Roano şapeline ve yukarıdaki teras kısmına bu bilet ile girebiliyorsunuz. Monreale’nin Duomo’sunu gezerken yer döşemelerini de gözden kaçırmamalısınız. Arap etkisinin bariz bir şekilde görüldüğü yer mozaiklerinde ve süslemelerinde sadece motifler değil, çeşitli hayvan figürleri de var.
Doğrusu, Segesta’daki tepeyi tırmandıktan sonra Monreale’de katedralin tepesine çıkmaya hiç niyetimiz yoktu. Ancak, pazar günleri manastır kısmının kapalı olduğunu, ama avlusunu yukarıdan görebileceğimizi öğrendikten sonra, gücümüzü kuvvetimizi toplayıp, oraya da çıkmaya karar verdik. Arap mimari özelliklerinin en güzel şekilde kullanıldığını okuduğum avluyu uzaktan da olsa bu şekilde görebilecektik. Yukarı çıkış kolay olmadı ama, değdi. Güney kulesinden yukarı çıkıp, hem manastır kısmını hem de Palermo’ya kadar olan manzarayı doya doya seyrettikten sonra kuzey kulesinden aşağıya iniyorsunuz. Bu arada katedralin arşiv bölümünden geçiyor, dahası içeriye açılan pencerelerden az önce aşağıda gördüğünüz o muhteşem mozaikleri bu kez, yukarıdan ve başka açılardan görebiliyorsunuz.
Duomo’yu gezip dışarı çıktığımızda, çatıda iken hafif hafif serpiştiren yağmur, artık iyice kendini hissettitmeye başlamıştı. Katedralin önündeki meydanda bulunan yerlerden birinde oturup hem bir şeyler yemeye hem de biraz dinlenmeye karar verdik. Yağmur da o sırada diner belki diye düşündük. Gözümüze kestirdiğimiz, tam karşımızdaki yere gittik. Birazdan “riposo“nun (siesta) başlayacağını, sadece içecek verebileceklerini söylediler. Bunun üzerine, çapraz köşede, dolup taşıyor gibi görünen ve bar ile pastahane arası gibi duran bir yere gidelim dedik. Doğrusu burası, yemek kalitesi olarak Sicilya’da yemek yediğimiz en kötü iki yerden birisi olarak kafamda yer etti. Yediğimiz pizza fena değildi ama hevesle aldığımız arancini berbattı. Türkiye’de bile bu nefis Sicilya yiyeceğini çok daha iyi bir şekilde yapan yerler var. Neyse ki, sonraki günlerimizde, Sicilya’nın çeşitli kentlerinde çok lezzetli arancini’ler yedik de bu kötü deneyimin acısını çıkardık. Yemeklerin yanında, servis de berbattı. Self-servis olan mekanda ne sıra belli ne sistem. Barmenin ve yemek siparişlerini alan (ikisi de birbirinden asık yüzlü) genç kızın tanıdıkları durmadan önünüze geçiyor ve bir de uzun sohbetlerle zaman geçiriyorlardı. Gelen yerel halktan tipler de filmlerden fırlamış, Mafya vari tipler gibi göründüler gözüme. Monreale’nin karanlık geçmişini bilmem bu izlenimimde etken oldu şüphesiz….
Yemekleri sipariş ettikten ve içecekleri zar zor aldıktan sonra, kapının önündeki masamıza gidiyordum ki, şimşekler çakmaya başladı. Yağmur şiddetlendi. Tepemizdeki, birkaç masayı örten kare şemsiyenin kenarlarından oluk oluk yağmur suyu akıyordu. Tam bir fırtına hali vardı. Yerel insanlar havaya daha hazırlıklı görünüyorlardı. Çoğu Amerikalı olan turistler ise, yazlık kıyafetleri içinde tir tir titriyorlardı. Biz de tedbirli gruptandık ama yine de çok tatsızdı. Zaman zaman şemsiyenin orta yerinde biriken yağmur suyu da kendine bir yol bulup, aşağıya kovadan dökülürcesine akıyordu. Bu sevimsiz ortamda bir saate yakın kaldık çünkü, aşırı yağmur ve rüzgardan dolayı, şemsiye ile bile arabaya yürümek imkansız gibi görünüyordu. Bu zorunlu bekleyiş sırasında etraftaki masalara baktım. Monreale’nin çocukluktan çıkmış ama henüz tam olarak yetişkin olamamış gençleri, pazar günü çocuklarını dondurma yemeye getirmiş genç çiftler, yemeğin üstüne önündeki grappa‘yı yudumlayan ve belki ertesi gün çalşmak için yine fabrikaya gitmek zorunda olduğunun bilinci ile bu kasvetli havada içine sıkıntı basmış adamlar, yaşı geçmiş ama yine de pazar günü için giyinmiş ve rujunu sürmeyi ihmal etmemiş kadınlar…
Nihayet yağmur biraz yavaşladı. Hızlı adımlarla arabaya döndük. Bir sonraki durağımız olan Castellammare del Golfo’ya doğru yola koyulduk.
Monreale’den yaklaşık bir saat uzaklıkta, kendisi ile aynı ismi taşıyan körfezin kıyısında bulunan Castellammare del Golfo, temel olarak balıkçılıkla geçinen bir köy. Burada manzaranın çok güzel olduğunu okumuştum. Ancak, erken kararan hava ve yoğun yağış nedeniyle biz hiçbir şey anlamadık. Bir de üstelik, bir yamaçta konuşlanmış olan bu yerleşim yerinde yine navigasyonun azizliğine uğrayıp, korkunç dik yokuşlar ve son derece dar sokaklarda birkaç kez dönüp durmak zorunda kaldık. Bu gibi yerlerde başlıca sorun, internetin yavaşlığı nedeniyle, sizin sapmanız gereken sokakları çoktan geçip gitmiş olmanız oluyor. Farkına varıp, geriye dönmeye çalışırken kendinizi başka çıkmaz sokaklarda buluyorsunuz ve bu durum kimi zaman bir kâbusa dönüyor.
Her neyse… Sonunda, limanın bulunduğu sahile inmeyi başardık. Şans eseri, yer ayırttığım La Cambusa isimli restoranın karşısında park edecek yer de bulduk. Buna rağmen, şemsiyelerimiz fayda etmedi. Kapının önüne geldiğimizde biraz ıslanmıştık. Ancak, cam kapının ardındaki garson ve onun arkasındaki şef garson bizi içeriye almaya niyetli gibi görünmüyordu. Önce saatin henüz yedi olmamış olabileceğini düşündüm. Çünkü, riposo‘dan sonra restoranlar genel olarak saat yedide açılıyorlar. Yediye birkaç dakika vardı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, neredeyse zorla içeri girdik. Görünen oydu ki, o isteksizlik daha çok içeriyi yağmur suyu basmış olmasındandı. Garson canla başla ortalığı paspaslamaya çalışıyordu. Oldukça suratsız görünen şef garson bizi önce, suların az da olsa girmeye devam ettiği, yere kadar inen camların kenarındaki bir masaya oturtmaya çalıştı. Kabul etmeyince, söylenerek ikinci sırada bir masayı gösterdi. Biraz keyfimiz kaçtı. Adamı, Sicilya’da karşılaştığımız en aksi insanlardan biri olarak hatırlayacağım. Bu geziden önce ve sonra, birkaç arkadaşımdan Sicilyalıların genel olarak İtalyan ana karasındaki insanlar kadar sıcak olmadıkları yorumunu duymuştum. Bu doğru sayılabilir. Oldukça mesafeliler. Okuduğum bazı kaynaklarda bunun en temel nedeni olarak, adanın tarih boyunca çok farklı milletler tarafından sürekli işgal edilmiş olmasına işaret ediliyor. Bu durumun insanlarda yabancılara karşı bir güvensizlik ve mesafe yarattığı belirtiliyor. Öte yandan, Sicilya’da çok sıcak ve candan insanlarla da karşılaştık.
Girişteki kriz durumunu atlattıktan ve şefin de sadece bize karşı değil, çalışanlara, hatta yavaş yavaş masaları doldurmaya başlayan yerli halktan müşterilere de benzer bir suratsızlıkla davrandığını izleyince biraz rahatladık. Şef garsonu olduğu gibi kabul etmeye karar verdik. Bir de, asık yüzlü idi ama, en azından profesyoneldi.
La Cambusa’nın yemekleri çok lezzetli ve buraya özgü, eğer yolunuz düşerse tatmanızı önerdiğim, ünlü birkaç tabağı var. Bunların başında couscous di pesce (balık kuskusu) geliyor. Restoranın açıldığı 1995’ten beri klasikleşmiş bir giriş tabağı. Bir diğeri, tipik bir Sicilya yemeği olan involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma). İkisinden de yedik. İkisi de çok lezizdi. Ancak, porsiyonlar inanılmaz büyüktü. Gidecek olanları bu konuda uyarmak isterim. Öncesinde bir şey yememek veya paylaşmak iyi bir fikir olabilir. O akşam, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 şarabını içtik. Zibibbo (Muscat de Alexandria) muscat familyası üyesi bir beyaz üzüm çeşidi olup, çoğunlukla Sicilya adasında ve Trapani bölgesine bağlı Pantelleria adasında ekilmektedir. Şarapla beraber, iki kişi 88 Euro verdik. Yemek kalitesi, porsiyonlar ve içkinin dahil olmasını düşününce, epeyce ucuz bir akşam yemeği oldu.
Yemekler güzeldi ama, biz Castellammare del Golfo’dan hiçbir şey anlamamıştık. Bütün gece, pencerelerin ötesindeki, deniz olması gereken, karanlığa baktık durduk. Yağmur da dinmek bilmemişti. Giderek tek boş masanın kalmadığı restorandan ayrılırken, yağmur yine iyice hızlandı. Yoğun yağış altında Cefalù’ya geri döndük.
Ertesi gün, tekrar batıya doğru yola çıkarken, yağmur dehşet bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Tam, yolumuz üstünde olan Castellammare del Golfo’nun yakınından geçerken, hava birden açtı. Çıkan güneş ile birlikte gökyüzü aydınlandı. Ani bir karar ile, bir önceki akşam doğru dürüst göremediğimiz Castellammare del Golfo’ya sapmaya karar verdik. Sonradan, böyle bir şey yaptığımıza çok sevindim. Meğer burası ne kadar sevimli ve güzel bir yermiş…
Eski kaynaklara dayanılarak, Castellammare del Golfo’nun tarihte ilk olarak Segesta antik kentinin limanı olarak kullanılan bir yer olduğu belirtiliyor. Köy daha sonra, M.S. 827 yılında, Araplar tarafından ele geçirilmiş. Araplar buraya, basamaklar demek olan “Al Madarig” adını vermişler. Bunun büyük olasılıkla, limandan yukarıya doğru çıkan basamaklı sokak nedeniyle olduğu söyleniyor. Günümüzde sahilde görülen kaleyi de ilk olarak Araplar yapmış, daha sonra Normanlar tarafından genişletilmiş. Aslında o zamanlar kale, sahile yakın bir kayalığın üstüne yapılmış ve kara ile arasında yukarı kaldırılabilen tahta bir köprü varmış. Balıkçılık, Antik Çağlar’dan beri Castellammare del Golfo’nun en temel geçim kaynağı olmuş. Günümüzde de balıkçılık, turizm ile birlikte, bu yerleşim yerinin başlıca gelir kaynağı. Castellammare del Golfo’nun bir diğer özelliği ise, Amerika’daki Mafya oluşumu ile bağlantısı. 20. yüzyılın başında New York‘ta faaliyet gösteren en ünlü Mafya çetelerinin yönetici ve elemanları buradan Amerika’ya göçmen gidenlerden meydana gelmiş. Yoğun olarak yerleştikleri Little Italy, İtalyan Harlem’i olarak da bilinen Doğu Harlem, Bushwick ve Brooklyn civarlarında yıllarca kendi kanun tanımaz düzenlerini kurmuşlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra giden ikinci göçmen dalgası da, bir önceki yerlere ek olarak, Queens, Bronx ve Staten Adası ilçelerine yayılmışlar.
Bizim bir sonraki güneşli günde gördüğümüz Castellammare del Golfo’nun geçmişte Mafya ile herhangi bir bağlantısı olduğuna inanmak zordu. Etraf son derece sessiz ve sakindi. Önce, önerildiği üzere, yukarıdaki meydandan limanı doya doya seyrettik. Masmavi deniz, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Aşağıda tarihi kale ve onun solunda, karaya doğru iyice sokulmuş olan liman bölgesinin bulunduğu koy vardı. Bir süre sonra aşağıya indik. Sahilde yürürken La Cambusa’nın önünden de geçtik. Birkaç garson dışarıya masalar kuruyordu. Bir gece önce kopan fırtına sanki hiç olmamış gibiydi. Yürümeye devam ettik ve bu kez Via Don Leonardo Zangara üzerinde oldukça salaş görünen bir yeri gözümüze kestirip, oturduk. Tüm masalar doluydu. Herkes, tatlı tatlı ısıtan güneşin altında, oldukça basit menüden seçtikleri birkaç çeşit yemeğin tadını çıkarıyordu. Biz de, bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata eşliğinde, karışık peynir ve şarküteri tabaklarımızı keyifle yedik. Bir süre sonra, mekan öğlen için kapanma hazırlıklarına girişince, istemeye istemeye kalktık. Gerçi yolcu yolunda gerekti. Yolumuz ne de olsa uzundu ve bu, güzergahtan program dışı bir sapma olmuştu. Trapani ve Erice‘yi gördükten sonra hedefimiz, Sicilya’da ikinci konaklama noktamız olan, Agrigento ve ünlü Tapınaklar Vadisi idi…