Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.
Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.
Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.
Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.
Messina‘daki Museo Interdisciplinare Regionale (Disiplinlerarası Bölgesel Müze), adından da anlaşıldığı üzere, içinde çeşitli dallarda sanat eserlerini ve dekoratif objeleri barındıran çok zengin bir müze. Koleksiyon, daha önce var olan bir kent müzesinin sahip olduğu eserlere 1908 yılındaki büyük depremden sonra çeşitli özel ve kamusal mülklerden kurtarılan sanat eserlerinin ve değerli eşyaların eklenmesi ile oluşturulmuş. Bu eserlerin arasında, müzenin bahçesinde sergilenen çok sayıda kilise, manastır gibi eski binalardan geriye kalan parçalar da var. Bunlar, depremden çok zarar gören bazı tarihi mimari yapılardan kurtarılabilen eserler. Ait oldukları binalar daha sonra zorunlu olarak yıkılmışlar.
Müze, 1970’lerde yapıldığı anlaşılan oldukça büyük bir binada bulunuyor. Geniş de bir bahçesi var. Biz gittiğimiz zaman, müzenin çalışanlarından oldukça kalabalık bir grup bina girişinde sohbet ediyordu. Kapıya yaklaştığımızda, sanki bizi evlerine buyur ediyorlarmış gibi selamladılar ve içeriye davet ettiler. Doğrusu bu hallerini çok sempatik buldum. Sonra, her biri kendi görev yerlerine dağılırken, içlerinden iki tanesi de bilet bankosunun arkasına geçti. Anlaşılan tüm müze personeli bir sabah sohbeti için kapı önüne çıkmıştı.
Birkaç katlı müzenin içi çok geniş ve ferah. Katlar arasında geçişin rampalarla olması gezmeyi kolaylaştırıyor. Hepsinde olmasa da, eserlerin çoğunda İngilizce açıklamalar var. Sergilenen eserler temel olarak 12. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış. Bu döneme ait tablo, heykel ve çeşitli zanaat dallarının nadide ürünleri kronolojik bir sıraya göre düzenlenmişler. Eserleri sergilenen sanatçıların çoğu Messinalı olmakla beraber, daha önce Messinalı zenginlerin koleksiyonlarında veya yıkılan kiliselerde bulunan başka bölgelerden Rönesans sanatçılarına ait eserler de var.
Bir önceki yazımda bu müzede sergilenenAntonello da Messina‘nın (1430-1479) eserlerini özellikle merak ettiğimi belirtmiştim. Kimi sanat uzmanlarına göre, Antonello da Messina’nın eserlerini görmek Sicilya’yı ziyaret etmek için başlı başına bir neden olabilir. Kendisi, dünyada Rönesans döneminde yaşamış en ünlü Sicilyalı ressamlardan birisi kabul ediliyor. Eserleri, aralarında Paris’teki Musée du Louvre, Londra’dakiNational Gallery, Berlin’dekiGemäldegalerieve New York’takiMetropolitan Museum of Art olan, dünyanın en ünlü müzelerinde sergileniyor. Sicilya’da ise altı tane eseri olduğu belirtiliyor. Bu saptamaya göre biz Sicilya gezimizde, Cefalù‘da gördüğümüz “Bilinmeyen Adamın Portresi” ve Messina’da gördüğümüz iki tablosu ile beraber, sanatçının adadaki eserlerinin yarısını görmüş olduk.
Asıl adı Antonello di Giovanni di Antonio olan “Messinalı Antonello”, 1430 yılında bu şehirde doğmuş ve 1479 yılında yine bu şehirde ölmüş. Ancak, ömrünün tamamını Messina’da geçirmemiş. Bu şekilde, bir erken Rönesans sanatçısı olarak, hem dönemin diğer ünlü sanatçılarını etkilemiş hem de onlardan etkilenmiş. Antonello ilk derslerini heykeltıraş olan babasından almış. Roma’da geçirdiği çıraklık döneminden sonra yirmi yaşında Napoli’de sanatçı Niccolò Antonio Colantonio‘nun atölyesine kabul edilmiş. Colantonio’nun yanında eğitim görmek Antonello için Flaman resim sanatı ile tanışma ve pek çok şey öğrenme fırsatı sağlamış. Unutmayalım ki, o dönem Sicilya ve Güney İtalya’da hüküm süren İspanyol yönetimi aynı zamanda Habsburg hanedanından. (1734 yılından itibaren bu bölgeyi İspanyol Bourbon hanedanı yönetmeye başlamış). Hollanda da Habsburg’ların yönetimi altında olduğu için aynı yönetim altındaki ülkelerin sanatçılarının karşılıklı etkileşim içinde olmaları gayet mümkün. Bunun ötesinde, Antonello’nun Napoli’de olduğu sırada burada Hollanda resim sanatına büyük bir merak olduğu belirtiliyor. Ayrıca, ustası Colantonio’nun hamisi AragonluKral V. Alfonso da bir Flaman resim sanatı hayranı. Sanat tarihçileri, Antonello da Messina’nın Napoli’de Kral V. Alfonso’nun sahip olduğu bir yağlı boya eseri görmesinin sanatsal açıdan onun için bir dönüm noktası olduğunu söylüyorlar. Lomellini Tryptych olarak adlandırılan eser Hollandalı ressamJanVan Eyck‘ın (1395-1441) yaptığı bir tablo. Antonello yaşı itibariyle Van Eyck’a yetişememiş olsa da, onun atölyesinden yetişmiş ve onun devamı kabul edilen Hollandalı sanatçıPetrus Christus‘u (1420-1472/73) tanıma fırsatı buluyor. Bu etkileşim sayesinde Antonello da Messina, Flaman resim sanatına özgü mikroskopik detaylar ve ışığın farklı yüzeyler üzerinde resmedilmesi konusunda ustalaşıyor. Antonello da Messina’nın Christus aracılığı ile Van Eyck ekolünden öğrendiği bir diğer şey de, hem genel olarak resmettiği kompozisyonlardaki hem de insan yüzlerindeki sakinlik oluyor. Bunun yanında, o zamana kadar dönemin diğer İtalyan sanatçıları gibi, insan portrelerini tam profilden yapıyorken, daha sonra Flaman sanatçılara özgü, koyu renk bir fon üzerine tam karşıdan veya dörtte üç bir açı ile yapmaya başlıyor. Tüm bunların karşılığında, Christus da İtalyan sanatçıların uyguladığıdoğrusal perspektifi(linear perspective) uygulayan ilk Flaman sanatçı oluyor. Da Messina’nın Van Ryck ekolünden öğrendiği ve ustalaştığı tüm bu teknikleri 1475-1476 yıllarında gittiği Venedik’te birlikte olduğuGentileveGiovanni Bellini kardeşlere aktardığı biliniyor.Nitekim, 1480 yılında İstanbul’a gelerekFatih Sultan Mehmet‘in portresini yapan Gentile Bellini de Osmanlı hükümdarını siyah bir fon üzerine, tam profil olmayan bir açı ile resmetmiş.
Antonello da Messina’nın günümüzde Sicilya’da bulunan tablolarının hepsi 1465-1475 yılları arasında burada yapılmış. Ancak, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale’deki eserlerden biri olaniki-taraflı tablet, 2003 yılında birChristie’smüzayedesinden 220.000 İngiliz Sterlin’i karşılığında satın alınarak Sicilya’ya getirilebilmiş. Panelin bir yüzünde Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken, öbür tarafında Hz. İsa (Ecce Homo) tasvir edilmiş. Eserin boyutunun küçük olması nedeniyle (16 cm x 11,9 cm) tabletin kişisel dua için yapılmış olduğu düşünülüyor.
Müzedeki Antonello da Messina’ya ait ikinci eser, Aziz Gregory Poliptiği (Polyptych of St Gregory). Yunanca polu (çok) ve ptychē(katlı, katlamalı) kelimelerinden türetilenpoliptik, dört ya da daha fazla parçadan oluşan çoklu panel tablo demek oluyor. Bunların ikili olanlarınadiptik, üçlü olanlarına triptik deniliyor. Eser, 1473 yılında Messina’daki Santa Maria Extra Moenia Manastırı’nın kilisesi için yapılmış.
Museo Interdisciplinare Regionale’nin gururla sergilediği Caravaggio‘nun (1571-1610) iki eseri, Lazarus’un DirilişiveÇobanların Tapınması, sanatçının 1608-1609 yıllarında Sicilya’da geçirdiği dokuz ay sırasında yaptığı eserlerden iki tanesi. Aslen Milano yakınlarındaki Caravaggio köyünde doğan ve bu isimle anılanMichelangelo Merisi(Caravaggio), kariyerini Roma’da sürdürürken 1606 yılında işlediği bir cinayet yüzünden idama mahkum olunca, Roma’dan kaçıyor. 1606-1610 yılları arasında Napoli, Malta ve Sicilya’da saklanıyor. Sicilya’dan sonra, bir af umuduyla, tekrar Napoli’ye dönüyor. Ancak, kısa bir süre sonra, kimi kaynaklara göre frengiden, kimine göre ise bir intikam cinayeti sonucu ölüyor. Floransa’daki Galeria Ufizzive Roma’daki çeşitli kilise ve müzelerde gördüğüm eserlerinden tanıdığım Caravaggio sevdiğim bir ressam. Messina’da karşıma çıkması da çok hoşuma gitti. Dev boyuttaki iki eserini de etkileyici buldum.
Messina ile ilgili bir önceki yazımda gece gittiğimizFontana di Nettuno‘dan (Neptün Çeşmesi) bahsetmiş ve heykellerin kopya olduklarını, asıllarının bu müzede korumaya alınmış olduklarını belirtmiştim. Ertesi gün, heykellerden ikisini müzede gördük. Çeşmenin ortasında Neptün (Poseidon) tepede dururken, iki yanında iki mitolojik canavar, ScyllaveCarybdiszincirlenmiş olarak duruyorlar. Müzede, Neptün ve Scylla heykelleri sergileniyordu. Diğerinin neden sergilenmediği konusunda bir bilgi yoktu. Belki restorasyonda idi, bilemiyorum.Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, ToskanalıGivanni Angelo Montorsoli(1507-1563)Orion Çeşmesi ‘ni yapmak üzere Messina’ya geldikten birkaç yıl sonra, sipariş aldığı bu ikinci çeşmeyi yapmaya başlamış ve 1557 yılında tamamlamış.Homer‘inOdysseiadestanının kahramanıOdysseus,Troia Savaşı‘ndan sonra evi Ithaka‘ya dönüş yolunda, dar bir boğazdan geçerken Scylla ve Charybdis isimli bu iki ölümsüz ve korkunç canavar ile karşılaşır. Sonraları, söz konusu boğazın Messina Boğazı olduğuna inanılmıştır.
Müzeden sonra, Messina’nın deniz fenerinin bulunduğuCapo Peloro‘ya (Peloro Burnu) gittik. Burası aynı zamanda adanın İtalya’ya en yakın olduğu nokta. TıpkıRumeli Hisarıile Anadolu Hisarı‘nın bulunduğu İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde olduğu gibi, sanki elinizi uzatsanız karşı kıyıya değecekmişsiniz gibi geliyor insana. Sicilya bayrağındaki Triscele sembolünün üç bacağından birisi Peloro Burnu’nu temsil ediyor.
Günlerden cumartesi ve hava çok güzel olunca, Capo Peloro’daki plaj da denize giren yerli halk ile doluydu. Surf yapanlar ve sahilde uçurtma uçuranlarla birlikte çok güzel bir manzara vardı. Sahilde bir yazlık kafede oturduk. Haftasonu tatilinin ve havanın tadını çıkaran İtalyanların o çok sevdiğim yaşamdan keyif alan ve telaşsız hali bize de bulaştı. Sanki gidecek yolumuz yokmuş ve biz de oranın yerlisiymişiz gibi, kendimizi bir süre o rehavete kaptırdık. Ancak, yola da koyulmak gerekiyordu…
Sanırım, Baba(Godfather) filminin sinema tarihinin en iyi ve en ünlü filmlerinden biri kabul edildiğini belirtirsem, abartmış sayılmam… Francis Ford Coppola(1939- ) tarafından çekilmiş olan üç filmlik seri toplam 28 Akademi Ödülü’ne (Oscar) aday gösterildi. Aldığı toplam ödül sayısı 9 oldu. Mario Puzo‘nun (1920-1999) 1969 yılında yazdığı aynı isimli kitaptan uyarlanan film sadece 50 yıl öncenin filmseverlerini değil, nesiller boyunca sinema meraklılarını etkiledi. Mafya babası Don Vito CorleonerolündekiMarlon Brando‘nun ve oğluMichael CorleonerolündeAl Pacino‘nun performansını bunca sene sonra bile unutmak ne mümkün. İlki 1972 yılında çekilen Baba serisinin senaryosu da romanın yazarı Mario Puzo tarafından yazıldı. İkinci film 1974’te, üçüncü film 1990 yılında çekildi. Seri için dördüncü filmin de çekileceği söylentileri çıktıysa da, sonradan vaz geçildiği söylendi.
Hatırlanacağı üzere, Baba filmi Sicilya’nınCorleoneköyünden göç eden New Yorklu bir Mafya ailesinini anlatır. Ailenin soyadı da Corleone’dir zaten. Coppola filmin Sicilya’da geçen bölümlerini çekmek için Corleone köyüne gittiği zaman hayal kırıklığına uğramış. Palermo’ya bağlı olan Corleone aslında adanın batı tarafında, Palermo’nun güneyinde bir yerleşim yeri. Corleone’ye gittiği zaman Coppola’nın burada karşılaştığı modern ve çirkin binalar yönetmenin yaratmak istediği ambiyans için Sicilya’da başka yerler aramasına yol açmış. Palermo’ya çok uzak olmayan Corleone de muhtemelen II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmıştı ve o nedenle konut ihtiyacını gidermek için zevksiz bir takım binalar yapılmıştı.
Baba film serisinin Sicilya’da (Corleone köyünü canlandırmak üzere) çekilen sahneleri aslında üç ayrı yerleşim yerinde çekilmiş.Savoca, Forza d’AgroveMotta Camastra. Bu köylerin dışında, Castello degli Schiavi(Köleler Şatosu) gibi bazı farklı mekanlar da kullanılmış. Filmin kazandığı başarı, çekim yapılan mekanlara da şöhret ve kazanç getirmiş. Özellikle Savoca, buraya olan turist akını nedeniyle daha uzun süre Baba filminin ekmeğini yiyeceğe benziyor. Biz de Messina’dan Taormina’ya giderken Savoca’ya gittik. Çok kısa bir süre için de Forza d’Agro’ya uğrayabildik.
Savoca Messina’ya 42, Taormina’ya ise 21 kilometre uzaklıkta. İki şehrin arasında. Yapacağınız Sicilya gezisinde Messina’ya gitmeseniz bile, Taormina‘dan buraya gelebilirsiniz. Savoca, Orta Çağ’dan kalma bir yerleşim yerinin ambiyansı dışında, etrafındaki bağlar, zeytinlikler ve limon bahçeleri ile son derece pitoresk bir yer. Savoca adının Sicilya dilinde mürver anlamına gelen “savucu” kelimesinden geldiği söyleniyor. Çiçek açma mevsimi olmadığı için biz fark etmedik ama, köyün çevresindeki arazi mürver bitkisi ile doluymuş. İlkbaharda çok güzel bir görüntü olsa gerek. Köyün armasında da mürver dalları var.
Savoca 1134 yılında, daha sonra Sicilya kralı olan, NormanKont Ruggero II(Roger) tarafından, bir kale olarak kurulmuş. Bir dönem korsanların saldırılarına uğramış. İspanyol yönetimi altında köy zenginleşmiş. Bu arada aristokrat ve burjuva bir sınıf oluşmuş. Köyde bu dönemden kalan malikaneler var. Bunlardan biri köy meydanındakiPalazzo Trimarchi. 1773 yılında yapılmış olan malikhanenin günümüzde giriş katında bulunanBar Vitelli, Baba filminin bazı sahnelerinin burada çekilmiş olması sebebiyle çok ünlü.
Savoca’da arabayı ana meydana oldukça yakın bir yerde park ettik. Meydan her milletten turist ile doluydu. Bar Vitelli’nin önündeki bahçede insanlar bir şeyler yiyor içiyordu. Bir dağın tepesinde olan köyden manzara çok güzeldi. Teras gibi düzenlenmiş olan meydanda bir de Coppola’nın anısına buraya konmuş çelik bir heykel vardı. Bu heykel internete Savoca diye girdiğiniz zaman çoğunlukla karşınıza çıkan bir eser. Coppola kamerasının arkasında, sanki o güzelim vadiyi filme alıyormuş gibi canlandırılmış. Savoca’dan Francis Ford Coppola’ya bir vefa borcu karşılığı sanki…
Meydanda gezinip, fotoğraf çekerken, turistleri gezdirmek için düzenlenmiş iki tane triportör gördüm. İkisi de gıpgıcırdı. Daha önce böyle bir şeyeKüba‘da, Gamaguey‘de, binmiştik. Burada da binmek hoş olur diye düşündüm. Şoföre nereye götürdüklerini ve ne kadar olduğunu sordum. Adam başı sekiz Euro’ya yukarı götürdüğünü söyleyince bindik. Yaptığımız en akıllıca şeylerden biri oldu bu. Yaya olarak köyün üst tarafına çıkmaya çalışanların yanından, onların imrenen bakışları altında, hem de çok eğlenerek geçip, gittik. Bu insanların hepsi yukarıdakiSan Nicolò Kilisesi‘ne gidiyor ya da oradan dönüyorlardı. Aziz Nikola’ya (Noel Baba) adanmış bu kilise ilk olarak 13. yüzyılda yapılmış ama, özellikle 1693’teki iki depremde çok hasar almış. Günümüzde görülen ve biraz da kaleyi andıran kilise 18. yüzyılda yapılmış. Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar Savoca’daki işçi halk bu kilisenin çevresine ve önündeki küçük meydana gömülmüş. Meydanın altında bircryptvarmış. Ancak, yukarıdaki tarihi özelliklerin hiçbiri insanların, sıcağa rağmen o zorlu yokuşu çıkıp, buraya akın etmesinin nedeni değil. San Nicolò Kilisesi’nin meşhur olma nedeni, Baba filminde Michael Corleone ile Apollonia’nın düğün sahnesinin burada çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.
Adam çok tatlıydı. Bizi San Nicolò Kilisesi’nin biraz yukarısındaki müzenin önündeki terasa götürdü. Manzara çok güzeldi. Terasta masalar ve büfeye dönüştürülmüş bir araba, arabanın içinde de servis yapan bir kadın vardı. Kadın adamın belki eşi, dostu ya da birlikte yardımlaşarak iş yaptığı bir hemşerisi idi.
– Siz şimdi burada dinlenip birer Aperol için. Manzaranın tadını çıkarın. 20 dakika sonra aşağıda, kilisenin önünde buluşalım, dedi.
Dediğini yaptık. İyonya Denizi’ni seyrederek Aperol’lerimizi yudumladık. Bol bol fotoğraf çektik. Aşağıya yürüyüp, kilisenin önüne geldiğimizde sözleştiğimiz saati biraz geçirmiştik ama şoför hiç dert etmememizi söyledi. Hatta kiliseyi rahat rahat gezmemiz için bizi teşvik etti. Zaten çok büyük bir kilise değildi. Gezerken, Baba filmindeki düğün sahnesini hatırlamaya çalıştım. Bir tek kilisenin kapısının önündeki Corleone ailesinin düğün fotoğrafı sahnesi aklıma geldi açıkçası.
Kiliseyi gezdikten sonra tekrar triportöre binip, aşağıdaki ana meydana döndük. Kendi arabamıza doğru yürürken eşim gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri koştuk. Neyse ki, bizim adam henüz yeni müşteri almamıştı. Orada bekliyordu. Gözlük onun taşıtında çıkmayınca, yukarıdaki büfedeki kadına telefon etti. Evet, gözlük oradaydı.
– Siz bekleyin. Ben gider getiririm, dedi.
Kısa bir bekleyişten sonra gözlüğü getirdi. Kendisine bu hiçbir şey talep etmeden yaptığı iyilik için ayrıca bir 8 Euro verdik. Adam çok teşekkür etti. Karşılıklı iyi niyetlerle ayrıldık.
Bu arada, Savoca’da gezecek başka yerler de olduğunu belirteyim. 1250 yılında yapılmışSan Michele Kilisesi, 1130 yılında yapılmış olan köyün ana kilisesi Santa Mariave eski bir sinagog kalıntısı bunlardan bazıları. Okuduğuma göre, bir de birKapuçin Manastırıvarmış. 1574 yılında kurulan manastır aristokrat Sicilyalıların eğitim gördüğü önemli merkezlerden biriymiş. Ayrıca bu manastırda, tıpkı Palermo’da gezdiğimiz Kapuçin Katakombları(Capuchin Catacombs of Palermo) gibi, asillerin mumyalanıp saklandığı bir yeraltı mezarlığı varmış. Eğer Palermo’da göremediyseniz, burada 367 Sicilyalı aristokratın mumyasını görebilirsiniz.
Savoca’dan sonra, Baba filminin çekildiği diğer köylerdenForza d’Agro‘ya gittik. Burası, Taormina’ya Savoca’dan da yakın, 420 metre yüksekliği olan bir tepenin üzerine konuşlanmış bir başka Orta Çağ köyü. Oraya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Sokaklarda ve ana meydanda kimsecikler yoktu. Gitmesek de olurmuş diye düşünüyorum. Şöyle bir gezip, (aslında tuvalete gidebilmek için) meydandaki kafede birer kahve içip, Taormina’ya doğru yola çıktık.
Forza d’Agro ile Taormina arası araba ile aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Ana yoldan ayrıldıktan sonra denizden 250 metre yüksekte bulunan Taormina’ya çıkmak için bugüne kadar gördüğüm en karmaşık viyadükten geçmeniz gerekiyor. Lunaparklardaki hız trenlerinin (roller coaster) parkurlarına benzer keskin viraj ve iniş çıkışları, üstelik de birkaç kez, dolanmanız gerekiyor. Sonra yine çok geniş olmayan bir yoldan yukarı doğru devam ediyorsunuz.
Taormina’ya vardığımızda hava kararmıştı. Araba ile şehre girişimiz biraz stresli oldu. Dar ve tek yönlü olan sokaklarda araba kullanmanın zorluğuna ek olarak, bir de rehavet içinde, biraz da şaşkın şaşkın yürüyen insan kalabalığı ve sürekli arkadan sıkıştıran arabaların verdiği rahatsızlık bizi biraz gerdi. Sonunda, Via Roma, 2adresindeki otelimiz Villa Paradiso‘yu bulduk. Bagajı boşaltıktan sonra, biraz ilerideki, otel ile anlaşmalı garaja arabamızı bıraktık. Eğer Taormina’ya araba ile gitmeyi düşünüyorsanız, otelinizin otopark koşullarından emin olunuz. Çoğu otelin otopakı veya anlaşmalı bir garajı yok.
Sonunda, otelin en üst katında, kendisine ait özel terası olan, odamıza yerleştik. Doğrusu, yine çok uzun bir gün olmuştu. Böyle olacağı zaten belliydi. O nedenle, o akşam için özel bir restorana rezervasyon yaptırmamıştım. Bir pizzacıya gidip, sonra erkenden yatarız diye düşünmüştük. Yine de internetten bir araştırma yapmış ve sıralamalarda üstte görünenLa Napoletana‘da karar kılmıştık. Ara bir sokakta, küçük bir meydanı kaplayan bu pizzacı inanılmaz kalabalıktı. Mutfak ve garsonlar bir fabrika üretim hattındaymışçasına çalışıyorlardı. Masalar boşalıyor ve sürekli yeni müşteriler oturuyordu. Ancak, burada yediğimiz pizza tüm tatilimiz boyunca Sicilya’da yediğimiz en kötü yemek oldu. Bir kere pizzalar doğru dürüst pişmemişti. Sanırım yoğunluktan yeteri kadar fırında tutulmamışlardı. Ödediğimiz hesap çok makul olmakla beraber, burası gitmenizi önereceğim bir yer değil. Öte yandan, pizza ile içtiğimiz şarap çok özeldi. Başka bir yerde karşınıza çıkarsa içmenizi öneririm. Şarap, güney Sicilya’nın Ragusa vilayetine bağlı Vittoria beldesi sınırları içerisinde yetiştirilen Nero D’Avola ve Frappato üzümleri kullanılarak Donnafugataşaraphanesinde üretilenDonnafugata-Floramundi Cerasuolo di Vittoria DOCG 2018idi. Cerasuolo di Vittoria Sicilya’nın ilk ve halen tek DOCG etiketli şarabı. Birbirini çok iyi tamamlayan bu iki üzümden Nero D’Avola şaraba derinlik ve gövde katarken, Frappato tazelik, berraklık, aroma ve zarafet veriyor. DOCG (Denominazione di Origine Controllata e Garantita) İtalyan şaraplarının sahip olabileceği en yüksek kalite belgesi. Açılımından da anlaşılabileceği üzere, DOCG damgası bir şişe şarabın üretim yöntemlerinin denetlenerek kontrol edildiğini ve kalitesinin garanti edildiğini ifade ediyor.
Sicilya gezimizin sekizinci gününde, sabah saat on buçuk civarında, çok şiddetli yağış altında Cefalù‘dan Messina‘ya doğru yola çıktık. Ne adanın kuzey sahili boyunca doğuya doğru izlediğimiz bu güzergah ne de Messina, Sicilya’ya tur yapan acentaların tercihleri arasında yer alıyor. Bunu eleştirmek amacıyla belirtmiyorum. Sonuçta onlar, sınırlı bir zaman diliminde ortalama bir talebe yanıt vermek durumunda kalıyorlar. Ayrıca, her yer bir grup götürmek için ticari açıdan kazançlı olmayabiliyor. O nedenle, Sicilya turlarında Taormina, Siracusa, Agrigento, belki Palermo (çoğunda orası da yok) gibi daha bilinir yerlere gitmek acentalar için genel müşteri memnuniyeti ve kâr açısından daha güvenli limanlar.
Bizim gittiğimiz rotayı tarihte izlemiş çok önemli bir hükümdar vardı. Kendisi, Katolik dünyasının lideri, Sicilya’nın dışında, hem İtalya hem İspanyaKralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan, Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) (1500-1558) idi. Osmanlı Donanması’nın komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, orayı geri almayı kendine görev edinmiş ve 1535 yılının yaz aylarında bir Haçlı Seferi düzenlemişti. Şarlken, kendisinin de katıldığı savaşı kazanarak Tunus’u geri alınca, büyük bir fatih olarak Sicilya’ya gelmiş, Trapani‘de karaya çıktıktan sonra, Palermo’da onuruna yapılan muhteşem kutlamalara katılmıştı. (Gerçi, o öldükten çok sonra, 1574 yılında Osmanlı Tunus’u geri alacak ve 1881 yılına kadar elinde tutacaktı ama, bu henüz bilinmiyordu). Günlerce süren kutlamalardan sonra Şarlken Palermo’dan yola çıkmış, sahil boyunca ilerleyerek Messina’ya gitmiş, buradan da İtalya’ya geçmişti.
Benim Messina’yı görmek istememin birkaç nedeni vardı. Birincisi, bir İstanbullu olarak, Sicilya ile İtalya arasındaki Messina Boğazı‘nı çok merak etmemdi. Messina’dan, karşı kıyıdaki İtalya’ya doğru bakmayı çok istiyordum. İkincisi, Cefalù’daki Museo Mandralisca‘da bir eserini gördüğümüz ressamAntonello da Messina‘nın (1430-1479), yani Messinalı Antonello’nun, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale‘deki diğer eserlerini görmekti. Ancak, tüm bunlara biraz sonra değineceğim. Şimdi tekrar Palermo-Messina arasındaki yolculuğumuza dönelim.
Yola çıktığımızda çok şiddetli yağmur yağdığını belirtmiştim. Cefalù ile Messina arasındaki paralı yol iki saat sürüyor. Bu yolun bir özelliği, Sicilya’nın hiçbir yerinde rastlamayacağınız kadar çok tünelden geçmek durumunda olmanız. Bu son derece dağlık arazinin bazı yerlerinde tünellerin resmen biri bitiyor biri başlıyor. Neredeyse etrafı ve gökyüzünü hiç görmüyorsunuz. İtiraf edeyim, bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Daha sonra, bir tanıdığımızdan bu tünellerin Avrupa Birliği‘nden sağlanan kaynaklarla yapıldıklarını öğrendik.
Henüz on beş, yirmi dakika yol gitmiştik ki, birden benzinimizin çok az olduğunu fark ettik. Sicilya’da şehirler arası ve paralı yollarda benzinci olmadığından daha önce söz etmiş, bulunduğunuz yerleşim yerinden ayrılmadan önce mutlaka benzin işini haletmeniz gerektiğini özellikle belirtmiştim. Paralı yolda, hele de tünellerin birinde yolda kalma olasılığı bizi dehşete düşürdü. Agrigento’da geçirdiğimiz trafik kazası olayından sonra, araç kiralama şirketinden çekici gelmesinin saatler alabileceğini düşündükçe soğuk terler dökmeye başladık. Otoyoldan, ilk rastladığımız çıkıştan çıkmaya karar verdik. Pollinayazan tabelayı görür görmez saptık. Benim tahminim şehrin, daha önce otoyoldan gittiğimiz yerleşim yerlerinde olduğu gibi, çıkıştan çok kısa bir uzaklık sonrasında erişilebilir bir konumda olduğu şeklindeydi. Ne yazık ki, öyle değilmiş… Yaşadığımız gerilim öyle kolay biteceğe benzemiyordu…
Otoyoldan saptıktan sonra kendimizi, dağlara doğru kıvrılan, dar ve ıssız bir yolda bulduk. Her yön tabelasında, her dönemeçte umutlandık ama, nafile. Görünürde Pollina diye bir yer yoktu. Benzincinin ise, o yolda olması zaten neredeyse imkansızdı çünkü, bir istasyon için gerekli uygun bir yer de yoktu. Gittikçe gerilmeye başladık. Kalbim çarpmaya başladı. Artan kaygı ile, giderek koltuğun ucuna doğru oturmaya başlamıştım. Oralarda, dağ başında kalmak tam bir facia olacaktı…
Derken, uzaktaki bir tepenin üzerinde, Orta Çağ’dan kalmış gibi görünen Pollina’yı gördük. Biraz ferahladık ama, daha oraya kıvrıla kıvrıla giden epeyce bir yol vardı önümüzde. Sonunda şehre geldik. Girişte hiçbir benzinci olmadığı gibi, herhangi bir benzinci reklamı ya da benzinciyi gösteren bir yön tabelası da yoktu. Dik bir yokuşta, bir grup kadın bağaj kapısı açık duran ve içinde meyva-sebze bulunan bir kamyonetten alış veriş yapıyordu. İçlerinden birisine canhıraş bir şekilde sorduk. Yokuşu geri inip, sağa dönmemizi söyledi. Sonunda, kendimizi benzinciye attık. Dolu depo ile yola koyulduğumuzda, yaşadıklarımızın etkisinden hâlâ kurtulamamıştık. Benzin bitseydi neler olabilirdi diye daha epeyce bir süre konuştuk…
Messina’ya giderken, yolumuzun üstündeki Tindari‘yi de görmeye karar vermiştik. Tindari’de hem bir Grek antik kenti var hem de Siyah Madonna‘sı ile ünlü bir kutsal kilisesi. Kilise öğle tatili için kapalı olduğundan, önceTindari Arkeolojik Parkı‘na yöneldik.
Antik adı Tyndarisolan Tindari, bir tepe üstünde, esintili ve şahane manzarası olan bir yer. Tiren Denizi(Korsika ve Sardinya adaları, İtalya yarımadası ve Sicilya arasında kalan deniz) kıyısındaki geniş bir koya yukarıdan bakıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu yüzden şehrin konumu son derece stratejik. Bir de, Etna Yanardağıve kuzeydeki Eolie Adaları‘nı kapsayan bir manzaraya sahip. Bu adaların içinde en büyük adanın Lipariolması nedeniyle, söz konusu adalaraLipari Takımadalarıdendiği de oluyor.
Tyndaris (Tindari) antik kenti, Sicilya’daki Grek şehirleri içinde tarihte en geç kurulmuş olanı. M.Ö. 396 yılında, Siracusalı despot Dionysiustarafından kurulmuş. Yukarıda belirttiğim stratejik konumunu düşününce, daha önce burada herhangi bir şehir devleti kurulmamış olmasına insan şaşıyor. Buranın ilk yerleşenleri, Peleponez Savaşı‘ndan (M.Ö. 431-M.Ö. 404) sonra Spartalılar tarafından Yunanistan’ın Messeniabölgesinden sürülen Grekler olmuş. Despot Dionysius, sayıları 600 olan bu kişileri önce Sicilya’da Messana‘ya (günümüzde Messina) yerleştirmiş. Ancak, Spartalıların bu durumdan hoşlanmamaları üzerine, yerleşim yeri olarak Tyndaris’in bulunduğu yeri göstermiş. (Okuduğum kaynaklarda Spartalıların bu ilk yerleşim yerine (Messina’ya) niye itiraz ettiklerini bulamadım doğrusu). Sürgünler, burada şehirlerini kurmuş ve ismini de kendileri vermişler. Başka bölgelerden gelenleri de kabul ederek, kısa zamanda nüfuslarını 5000 kişiye çıkarmışlar.
Tindari, sratejik konumu nedeniyle, Kartacalılar ve Romalılar arasındaki mücadele sırasında önem kazanmış. Kartacalılar burada kurdukları garnizonlarını uzun süre bırakmamışlar. M.Ö. 257 yılında Tindari açıkları ile Lipari adaları arasında yapılan deniz savaşında Romalıların galip gelmesine karşın, kentin Romalılara tam olarak geçişi ancak Panormos‘un (günümüzde Palermo) ele geçirilidiği M.Ö. 254 yılında olmuş. Romalılar döneminde ve sonrasında Tindari tarihte kendine belirgin bir yer bulamamış. Depremlerle yıkılan ve bir bölümü bulunduğu tepeden denize düşen şehir, zamanla önemini yitirmiş. Yine de, fakirleşmesine karşın, Sicilya’nın Bizansdöneminde de (M.S. 535-827) varlığını bir ölçüde sürdürmüş.
Antik kent oldukça geniş bir alana yayılıyor. Ancak, gezerken insan kazılar açısından burada daha yapılacak çok iş olduğunu düşünüyor. Arazinin önemli bir kısmı otlarla kaplı. M.S. 5. yüzyılda, Roma döneminde yapılan bazilikanın kalıntılarının arasından Tindari Siyah Meryem Ana Kutsal Kilisesi‘nin görüntüsü oldukça etkileyici. Bazilika denilince ilk aklımıza gelen bir kilise olsa da aslında bu yapılar, Roma döneminde kamuya açık toplantılar ve mahkemeler için kullanılırmış. Bazilikaların özelliği olan, sütunlu, uzun bir mekan ve bitiminde yer alan yarım daire şeklindeki apsis, daha sonraları kilise binaları için model olarak kullanılmaya başlanmış.
Arkeolojik alanda çok büyük olmayan bir antik tiyatro var. M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başı arasında yapılmış. Oturma kapasitesinin 3000 kişi olduğu belirtiliyor. Şehrin Romalıların eline geçmesinden sonra, tiyatro eserlerinin sahnelenmesi yerine, gladyatör karşılaşmaları için kullanılmaya başlanmış.
Bana göre ortaya çıkarılan kalıntıların arasında en dikkate değer bölüm, mozaiklerin bulunduğu Roma hamamı. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan hamamın frigidarium (içinde havuz olan soğukluk), tepidarium (terleme ve masaj için kullanılan terleme), calidarium (banyo yapılan sıcaklık) ve Türkçede külhan olarak adlandırılan hamam için gerekli ateşin yakıldığı praefurnium bölümlerini görebiliyorsunuz. Hamamın ana alanına açılan küçük odalarda yer mozaikleri var. Bunlardan bir tanesinin fotoğrafını, dizinin ilk yazısında, günümüzde Sicilya özerk bölgesinin bayrağında bulunan Triscelesembolünden söz ederken paylaşmıştım. Bir diğer mozaikde ise, Tindari (Tyndaris) yerleşim yerinin ismini aldığı, Yunan mitolojisindeki aynı anneden (Leda) doğma ama farklı iki babadan (ZeusveKral Tindaro) olma, Tindaridiolarak da bilinen, ikiz kardeşler Castor ve Polluxgörülebiliyor. Agrigento yazımı okuyanlar, oradaki arkeolojik parktaki Castor ve Pollux kutsal alanını hatırlayacaklardır.
Tindari Arkeolojik Parkı’nı gezdikten sonra, Siyah Madonna’nın bulunduğu kilisenin (Santuario di Maria Santissima del Tindari) açılmasını beklemek ve bir şeyler yemek için meydandaki restorana oturduk. Çok temiz bir yerdi. Sahibi arı gibi çalışıyordu. Ayrıca, kilisenin tam karşısında, çok güzel bir konumu vardı. Kilise aslında, 1950’li yıllarda, burada bulunan Tindari Kalesi’nin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha önce Siyah Madonna’nın bulunduğu, buraya çok uzak olmayan, kilise ziyaretçilere dar gelmeye başlayınca, günümüzdeki bu kilisenin inşa edilmesine karar verilmiş. Heykelin kendisi, M.S. 800 yılında yapılmış bir Bizans eseri. Anadolu’da bulunduğu ve çok nadide olduğu belirtilen bir sedir ağacından yapılmış. İtalya’daki hemen hemen tüm deniz kıyısındaki yerleşim yerlerinde olduğu gibi, bu Meryem Ana heykelinin de bir deniz felaketinden kurtulma/kurtarılma efsanesi var. Deprem, salgın ve düşman saldırılarına karşı koruyucu olduğuna inanılıyor. Altında, Nigro sum sed formosa(Siyahım ama güzelim) yazıyor. Avrupa’da, çoğu Fransa, İtalya, Almanya ve İspanya’da olmak üzere, 500’ün üzerinde Siyah Madonna olduğu söyleniyor. Neden siyah oldukları konusunda, teolojik olanlar da dahil olmak üzere, çok çeşitli görüşler var. Bazı kaynaklara göre ise, siyah olmalarının nedeni, kullanılan ağacın zaman içinde kararması.
Palermo ve Catania‘dan sonra Sicilya’nın üçüncü büyük kenti olan Messina’da, Palermo’da hissettiklerime benzer duygular yaşadım. Çünkü burası da, tıpkı Palermo gibi, bir zamanlar görkemli olduğu belli olan ama günümüzde bakımsızlıktan dolayı insana hayranlıkla karışık bir hüzün yaşatan bir şehir. Daha sonra gittiğimiz Catania’da da benzer duygulara kapılıyor insan. Önceki yazılarımdan birinde de söz etmiştim; Sicilya’nın büyük şehirleri, daha küçük yerleşim ve turistik yerlerine kıyasla, daha çok bakıma muhtaç görünüyor. Bu durum, büyük şehirlerdeki nüfus yoğunluğuna karşın, eldeki yerel kaynakların gerekli restorasyonları yapmak için yeterli olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Messina’da çok sayıda görkemli, Art Nouveautarzda yapılmış bina var. Bunların bir kısmı restorasyondan geçirilmiş ancak, daha yapılacak çok iş olduğu da gözden kaçmıyor.
Messina’ya vardığımızda akşam üzeri idi. Otelimiz,Hotel Royal Palace (Via T. Cannizzaro, 3) Messina’da görmek istediğimiz yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde idi. O da, şehrin geneline benzer bir şekilde, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş görünüyordu. Mimarisi, 1970’lerde yapılmış olabileceğini düşündürdü bana. Belli ki, bir zamanlar modern ve gösterişli bir otelmiş. Temizlik açısından hiçbir eksiği yoktu. O da, bir gece kalacağımız Messina’da bizim için yeterli oldu.
Messina Boğazı‘nın kıyısındaki Messina kentinin tarihi epeyce eskilere dayanıyor. Yunanca Zankle, Latince Messana olarak tarihe geçmiş olan Messina, boğazın diğer tarafında bulunan İtalya’nın Reggio di Calabriakenti ile karşı karşıya bir konuma sahip. Genelde açık denize bakmaktan çok keyif almadığım için bu manzara çok hoşuma gitti. Bana İstanbul Boğazı’nı anımsattı. Galiba Messina Boğazı’nı o nedenle de merak ediyordum. Acaba İstanbul Boğazı’na benziyor muydu? Gece, tıpkı bizim Boğaz’da olduğu gibi, karşı kıyının ışıklarını görmek çok güzel. Burası aynı zamanda Messina Boğazı’nın en dar yeri (5,1 km). Bizim Boğaz’ın en dar yeri ise, 700 metre. Zaten, uzunlukları hemen hemen aynı olsa da (İstanbul 31,7 km, Messina 32 km), Messina Boğazı genel olarak İstanbul Boğazı’ından çok daha geniş. Messina Boğazı’nın kuzey girişinde genişlik 3 km, (İstanbul Boğazı’nda 4,7 km), güney ucunda ise 16 km (İstanbul Boğazı’nda 2,5 km).
Tarihte Messina’nın adı M.Ö. 730 yıllarında geçmeye başlamış. Burada bir koloni kuranların Yunanistan’ın Euboia (Eğriboz) adasındaki Chalkis‘den (günümüzde, Halkida) gelen Grekler olduğu biliniyor. Gelenler, limanın bulunduğu bölgenin doğal şeklinden ötürü buraya, Grekçe orak anlamına gelen Zankle ismini vermişler. M.Ö. 5. yüzyılda gelen ikinci bir Grek göç dalgası ile ise, o sıralar Pers işgali altında olan Samos (Sisam)Adasıve Batı Anadolu’daki Miletus‘tan gelen insanlar Messina’ya yerleşmişler. Şehir, sonraki dönemlerde Kartaca ile adanın doğusunda bulanan güçlü Grek site devleti Siracusa arasındaki savaşlar sırasında arada kalmış. Çeşitli kereler işgal edilmiş. Daha sonra şehir için Kartacalılar ve Romalılar arasında da mücadele devam etmiş. Nihayet, Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan 1. Pön Savaşı’nın sonunda (M.Ö. 241) Messina özgür şehir statüsüne kavuşarak Romalıların müttefiki haline gelmiş.
Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Messina 476 yılında Gotların, 535 yılında Bizanslıların, 842 yılında Arapların ve 1061 yılında Normanların eline geçmiş. Sicilya tarihine paralel olarak geçirdiği Fransız ve İspanyol işgallerinden sonra, 1821, 1847 ve 1848 yıllarında İspanyol Bourbon hanedanına karşı ayaklanmalar olmuş. 1861 yılında, tüm İtalya’nın politik birleşmesinin sağlandığı Risorgimentohareketi ile birlikte, özgürlüğüne kavuşmuş.
Tüm işgal ve savaşların dışında, tarihte Messina’nın başından geçen birkaç önemli felaket olmuş. Örneğin, 1347 yılında Ceneviz gemileri ile Kırım’dan gelen veba hastalığı Messina’yı kasıp kavurduğu gibi, buradan İtalya’ya da yayılmış. 1743 yılında ikinci bir veba dalgası şehri vurmuş. 1783 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle şehir neredeyse tamamiyle yok olmuş. Messina’nın yeniden yapımı ve kültürel yaşamının canlandırılması henüz tam olarak gerçekleşmeden, 1894 yılında bir deprem daha yaşanmış. Ancak, asıl büyük deprem ve ardından tsunami felaketi 28 Aralık 1908 günü olmuş. 100.000’nin üzerinde insan ölmüş. Eski eserlerin büyük bir kısmı zarar görmüş. İnsanlar, depremden kurtulanlar için şehrin dışına yapılan son derece derme çatma binalarda 1930’ların sonlarına kadar yaşamak zorunda kalmışlar. İkinci Dünya Savaşısırasında ise, Messina Alman ve İtalyan faşist kuvvetlerinin birliği olanAxisgüçlerinin adaya mühimmat ve asker yollamak için kullandığı en stratejik nokta olmuş. Bu nedenle şehir 1943 yılında İngiliz ve Amerikan kuvvetleri tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış. Birkaç ay içinde 6500 ton bomba atılmış. Messina’nın üçte biri bu bombardımanlarla yok olmuş.
Messina’nın bir ilginç özelliği de, burada halen Yunanca konuşan bir azınlığın olması. Bu insanlar, 1533 ve 1534 yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu‘nun genişleme sürecindeMora (Peleponez) Yarımadası‘ndan Messina’ya göç etmişler. 2012 yılında resmi olarak azınlık statüsü kazanmışlar.
Messina’da gezmeyeDuomo Meydanı‘ndan (Piazza del Duomo) başlayabilirsiniz. Resmi adıBasilica Cattedrale Metropolitana di Santa Maria Assuntaolan Duomo, Sicilya’da Normanların hüküm sürdüğü 12. yüzyılda yapılmış. Katedral 1197 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı VI. Henry ile eşi Kraliçe Constance’ın huzurunda takdis edilmiş. Ancak, tarih boyunca geçirdiği yangın ve deprem gibi birçok afet nedeniyle, birkaç kez yeniden inşa edilmiş. Özellikle 1908 depreminde çok hasar görmüş. Depremin yapıda neden olduğu yıkım henüz tamir edilmişken, II. Dünya Savaşı sırasında da ağır bombardıman nedeniyle tahrip olmuş. Bu nedenle, ana ve onun yanındaki altarlardaki mozaikler orijinal değil. Aslına uygun olarak yeniden yapılmışlar. Katedralin mimari yapısı, Sicilya’daki tüm Norman katedrallerine benziyor.
Katedralin yanında bulunan çan kulesinin üzerindeki ünlü astronomik saat dikkat çekici. 1933 yılındaStrasbourg‘daki Ungererşirketi taradından tasarlanmış ve yapılmış. Dünyadaki en büyük ve en karmaşık mekanik ve astronomik saat olduğu belirtiliyor. Saatin her gün öğlen 12’de başlayan ve 12 dakika süren gösterisi şehrin başlıca turistik aktivitelerinden birisi.
Duomo’nun önündeki Orion Çeşmesi (Fontana di Orion) ne yazık ki restorasyonda olduğu için çok fazla görünür değildi. İskele ve tahta perdelerin arasından çok azını görebildik. Oysa çeşme, şehrin önemli simgelerinden birisi. Şehir senatosunun özel siparişi üzerine, 1547-1553 yılları arasında, Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) tarafından yapılmış. Çeşme, Camaro nehrinden şehre su getirmek üzere yapılan ilk su kemerinin yapımını kutlamak üzere sipariş verilmiş. Biz göremedik ama; çeşmenin ortasında ve tepede mitolojik karakter Orion ve ayaklarının dibinde köpeği Sirius, onların bulunduğu yükseltiyi destekleyen ve Nil, Tiber, Ebro ve yerel Camaro nehirlerini simgeleyen dört heykel varmış. Yunan mitolojisinde denizler ve deprem tanrısı Poseidon‘un (Roma’da karşılığı Neptün) oğlu olan dev avcı Orion, aynı zamanda efsanevi olarak Messina’nın kurucusu kabul ediliyor. Konuyu dağıtmamak için ayrıntısına girmeyeceğim efsaneye göre Zeus Orion’u, günümüzde aynı isimle bildiğimiz bir takımyıldız olarak göğe yerleştirmiş.
Bir sonraki durağımız, akşam yemeği yiyeceğimiz restorana yakın bir konumda olan Messina’nın bir başka ünlü çeşmesi oldu. Burası, Fontana di Nettuno (Neptün Çeşmesi). Yukarıda belirttiğim gibi, Yunan mitolojisindeki Poseidon ile Roma mitolojisindeki Neptün aynı karakterler. Neptün Çeşmesi de, Orion Çeşmesi gibi, Toskanalı heykeltıraş Montorsoli tarafından yapılmış. Sanatçı, Orion’un babası Neptün’ün çeşmesini 1557 yılında tamamlamış. Çeşme bugünkü konumundan önce birkaç kere yer değiştirmiş. Günümüzde çeşmede görülen heykeller birer replika. Asılları, doğa şartlarından etkilenmemeleri için, bir sonraki gün gittiğimiz, Messina’nın bölgesel müzesinde (Museo Interdisciplinare Regionale) sergileniyorlar.
Neptün Çeşmesi’nin karşısında, Messina’nın bir başka önemli şehir simgesini göreceksiniz. Bu, yüksek bir sütun üzerinde bulunan, üzeri altın yaldız kaplama, bronzdan bir Meryem Ana heykeli. Kaidesi ile birlikte 60 metre yükseklikte bulunan heykel, 1934 yılında sanatçı Tore Edmondo Calabròtarafından yapılmış. Madonna della Letteraolarak anılan heykel, Messina’da her yıl 3 Haziran’da yapılan bir kutlamaya ithafen yapılmış. Şehir halkının inancına göre, Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul M.S. 42 yılında, Hristiyanlığı yaymak üzere, Mesina’ya gelmiş. Filistin’e geri dönerken bir grup Messina yurttaşı, Meryem Ana’yı görmek ve şehirlerini takdis ettirmek için onunla gitmiş. Bu insanlar 3 Haziran 42 tarihinde Hz. Meryem ile buluşmuşlar. O da, Messinalılara hitaben İbranice bir kutsama mektubu yazmış ve etrafına saçından bir tutam bağlamış. Mektuptaki cümlelerden birisi olan Vos et ipsam civitatem benedicimus (Sizi ve şehrinizi kutsuyorum), anıtın altına Latince olarak dev harflerle yazılmış. Aslında, anıtın altında bulunan ve üzerinde yukarıdaki cümlenin yer aldığı yapı da tarihi bir eser. Konum olarak Messina’nın orak şeklindeki doğal limanının ucunda bulunan bu yapı, tarihi San Salvatore Kalesi(Forte San Salvatore). Şehrin savunması için, 1537-1540 yılları arasında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlkentarafından yaptırılmış. BergamolumimarAntonio Ferramolino‘nun tasarladığı kale, topoğrafya ile gayet uyumlu bir şekilde, üzerinde bulunduğu yarımada boyunca inşa edilmiş. Kale Sicilya tarihinde önemli bir yere sahip. 1674 yılında İspanyol yönetimine karşı yapılan ayaklanma sırasında halk tarafından ele geçirilmiş. 1860-1861 yıllarındaki Risorgimento mücadelesi sırasında ise burası, Bourbon Sicilya Krallığı’nın adada tutunabildiği son yer haline gelmiş. Kale 12 Mart 1861 tarihinde Sicilyalılar tarafından alınınca, yaklaşık 600 yıllık İspanyol hükümranlığı da sona ermiş.
Hava giderek kararmaya başladı ve yemek saati de yaklaştı. Bir süre karşıdaki İtalya kıyılarının ışıklarını izledikten sonra, önceden yerimizi ayırttığımız restoranı aramaya koyulduk. Aslında, Via Pozzo Leone, 23adresinde bulunan Ristorante I Ruggeribulunduğumuz yerden çok uzakta değildi ama, birkaç kez aynı sokaklarda dolandıktan sonra bulduk. Şansımıza, gittiğimiz zaman boş masa vardı çünkü, çalışanlar yaptırdığım rezervasyondan habersizdiler. İnternetten yaptığım rezervasyon hangi kara deliğe düştü bilmiyorum ama, bizi yine de bir masaya buyur ettiler. Burası, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Zaten Messina’da özellikle deniz ürünleri yenmesi öneriliyor. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almeritaailesine ait, SalinaadasındakiTenuta Capofarobağlarında yetiştirilenMalvasia di Lipariüzümünden üretilmişDidyme (2021) şarabını içtik. Salina, Sicilya’nın kuzeyindeki Eolie (Lipari) Takımadaları‘nın ikinci büyük adası. Antik Yunanlılar Salina’ya, adayı yaratan ve bugün sönmüş olan iki volkana atfen, ikiz anlamına gelen “Didyme” ismini vermişler.