Yeniden (6): Sicilya

Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.

Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.

Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.

Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.

Keyifli okumalar ve gezmeler dilerim…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Not: Bulunduğunuz ortamın internet erişim kalitesine ve hızına bağlı olarak, bazı resimlerin inmesi vakit alabilmektedir.

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Derler ki, dünyanın en romantik şehri Paris‘tir. Bu, Fransızların en az yüz yıldır sürdürdükleri bir pazarlama kampanyasıdır. Haydi bu iki cümleye “bence” ifadesini ekleyeyim de, kimse bana gönül koymasın. Bir tarih, sanat ve kültür şehri olan Paris’i severim. Birkaç kez gitmişliğim de vardır. Ama, en romantik payesi verilirse, orada bir durun derim. Bir kere, eğer şehirler romantik olup olmadıklarına göre sınıflandırılabiliyorsa, bu son derece öznel bir değerlendirme olacaktır. Romantizm, içinde bulunduğunuz ruh hali ve kiminle birlikte olduğunuz bir yana, zevklerinizin, bilgi ve görgünüzün, alışkanlıklarınızın ve yetiştiğiniz kültürün de bir fonsiyonudur kanımca. O nedenle kişiden kişiye değişir. Varsayalım ki, kesin bir tanım yapamıyoruz ama, romantik yerler konusunda hepimiz için üç aşağı beş yukarı bazı ortak kriterler var. Yine de, Paris’ten çok daha romantik bulduğum pek çok yer gördüğümü söyleyebilirim. Çoğu İtalya’da idi. Artık bunlara Sicilya‘nın dünyaca ünlü yerleşim yeri Taormina‘yı da rahatlıkla ekleyebilirim. Herkes gibi ben de gitmeden önce Taormina’nın büyüsünü giden tanıdıklarımdan çok işitmiştim. Bu konuda hiç hayal kırıklığına uğramadığımı peşinen söyleyebilirim. Ben de Taormina’yı çok sevimli, güzel ve (özellikle gece) çok büyülü bulduğumu söyleyebilirim.

Bir önceki yazımda uzun bir günün sonunda nasıl Taormina’ya ulaştığımızı, çok memnun kalmadığımız pizzacı La Napoletana‘yı, ama buna karşılık içtiğimiz özel şarabı yazmıştım. Çok yorgun olmamıza karşın yemekten sonra yine de hemen otele dönmedik. Kendimizi kalabalık sokaklara bıraktık. Taormina zaten çok büyük bir yer olmadığı için, kendinizi ekim ayında bile çok yoğun olan insan selinin akışına bırakabilirsiniz. Bu şekilde Taormina’nın popüler noktalarından en az birine ulaşmanız garanti.

Yemek sonrası bir kahve için Taormina’daki Michelin listesindeki restoranlardan birisi olan Cinque Archi‘nin zemin katındaki kafesine oturduk. Burası, Taormina’nın ünlü meydanlarından Piazza IX Aprile‘de olan bir yer. Meydan gece gündüz dolu. Yıldızlı, ılık bir gecede açık havada oturmak çok güzeldi. Yayaların keyifle gezindiği yolun karşı tarafında kafenin masaları devam ediyordu. O karşı tarafta canlı müzik yapan bir orkestra vardı. Derken bir tango melodisi duyuldu. Bésame Mucho… Yaşları epeyce ileri, iyi giyimli bir çift kalkıp tango yapmaya başladı. Şarkıyı söyleyen kız biraz detone olsa da çiftin lacivert ceketli, bordo fularlı ve göğüs cebinde beyaz mendili olan yaşlı adamın liderliğinde yaptığı tangoyu izlemek doğrusu pek hoştu.

Biraz daha müzik dinleyip etrafı seyrettikten sonra otelimiz Villa Paradiso‘ya döndük. Ertesi gün daha da iyi anlayacağımız üzere, otelin yeri son derece iyiydi. Via Roma 2 adresindeki otel, Via Roma ile Via Bagnoli Croci‘nin kesiştiği köşede idi. En üst katta olan odamızın bize ait terası bir taraftan Via Bagnoli Croci’ye diğer taraftan ise, Taormina’nın ünlü parkının (Giardino Pubblico) üzerinden denize bakıyordu. Etna Yanardağı‘nın da bulunması gereken muhteşem manzara, ne yazık ki tam önümüzde yükselen dev bir selvi ağacı nedeniyle kısmen engellenmişti. Ağaç büyümeden önce, Etna ile birlikte, manzara gerçekten muhteşemdi herhalde. Aklıma Bodrum‘daki Casita Mantı‘dan bir zamanlar bakmaya doyamadığım Bodrum Kalesi manzarası geldi. Birkaç yıl aradan sonra gidip de, uzakta uzamış olan bir ağaç yüzünden kalenin kapandığını görünce çok bozulmuştum. Villa Paradiso’da da Etnalı manzara için bu teraslı odayı özel olarak tutmuştuk. Yine bir ağaç yüzünden olana bakın… Neyse, aynı manzarayı kahvaltıda otelin diğer kanadının en üst katındaki restoranından doya doya seyrettik. Manzara sitemim bir yana, otelden ve güler yüzlü personelden son derece memnun kaldık. Taormina’ya gitmeyi düşünenlere önerebilirim.

Neyse ki, odamızın terasından göremediğimiz manzarayı kahvaltı salonunda doya doya seyrettik. Eşsiz Etna ve deniz manzarası. Solda ağaçların tepesi görünen yer şehir parkı, Giardino Pubblico.

Sabah, gezmeye çıkmadan önce, terasımızda bir süre oturdum. Hem açık havada güneşin tadını çıkarmak hem de gezi notlarımı düzene sokmak istedim. Ilık havanın keyfini çıkarırken, terasın arka sokağa bakan tarafından birtakım Almanca konuşmalar duydum. Karşı apartmanın benimle aynı hizadaki penceresinde duran yaşlı bir adam alt katın penceresindeki yaşlı bir kadınla neşe içinde sohbet ediyordu. Pencerenin önünde, dışarı doğru uzanan çamaşır telinde plaj havlusu ve mayolar asılıydı. Öylece bir süre konuşmaya devam edip, gülüştüler. Rusya krizi nedeniyle yaşanması beklenen doğal gaz sıkıntısından dolayı Alman hükümetinin yaşlı emeklilere para verdiğini ve sıcak ülkelere gitmelerini teşvik ettiğini okumuştum. Bu iki yaşlının da onlardan olduklarını düşündüm.

Taormina, coğrafi olarak oldukça ilginç bir yerde. Üzerinde bulunduğu yaklaşık 300 metre yüksekliği olan tepe, denizden neredeyse doksan derece bir açı ile yükseliyor. Taormina’ya gelişimizi içeren bir önceki yazımda anlattığım enteresan viyadük de bu coğrafi yapı nedeniyle bir zorunluluk olarak yapılmış olabilir. Söz konusu tepe aslında, Messina ve Catania arasında bulunan Tauro Dağı‘nın (Monte Tauro) eteklerinde bulunuyor. Latince adı Tauromenium olan Taormina adını bu dağdan almış. Taormina’nın en eski sakinlerinin, Sicilya’nın üç eski halkından Siculi (Sicel de deniyor) topluluğu olduğu belirtiliyor. (Sicilya’nın bu eski sakinlerinden yazı dizimin ilki olan Sicilya’da İki Hafta (1) başlıklı yazımda bahsetmiştim. Erişim için tıklayabilirsiniz). Siceller, M.Ö. 1200-1000 arası dönemde İtalya’nın Liguria bölgesinden Sicilya’ya gelmişler ve adanın doğu tarafına yerleşmişler.

Uzaktan Piazza IX Aprile meydanındaki
Porta di Mezzo (Orta Kapı). Üzerindeki saatten
dolayı Saat Kulesi de deniyor. Sağ tarafta, San Giuseppe Kilisesi ‘nin sekizgen kubbeli çan kulesi.

Sicilya’nın doğusunda kültürel olarak günümüzde de etkileri süren Grekler, adaya M.Ö. 800’lerde gelip gitmeye başlamış, M.Ö. 735 yılında da ilk kolonilerini, Taormina’nın hemen güneyindeki Naxos‘da kurmuşlar. Taormina da bu dönemde Greklerin eline geçmiş. Giderek doğu taraftaki bu kolonilerin sayısı artmış ve bir süre sonra batıya doğru yayılarak, daha önce gezdiğimiz Agrigento ve Selinunte gibi site devletlerini kurmuşlar. M.Ö. 392 yılında, güneydeki güçlü site devleti Siracusa‘nın ünlü diktatörü Dionysius I Taormina’ya, buradan daha önce sürülen Sicelleri tekrar yerleştirmiş. M.Ö. 358 yılında, bu kez güneydeki Naxos’tan bir grup göçmen Taormina’ya gelmiş ve şehir, yöneticisi Andromachus‘un yönetimi altında zenginleşmiş. Sicilya’da Romalılar tarafından Grek döneminin sona erdirildiği süreçte Taormina, önce M.Ö. 210 yılında bir ittifak şeklinde, daha sonra İmparator Augustus (M.Ö. 63- M.S. 14) zamanında ise kolonoliştirilerek, Roma hakimiyeti altına girmiş. Ancak Taormina, gerek Romalılar gerekse daha sonraki Bizans döneminde zenginlik olarak gerilemiş.

Ekim ayında sokaklar, kafeler ve restoranlar turistlerle dolup taşıyor. Turistik amaçla boyanmış bu araba günün her saatinde Taormina’nın bir köşesinde karşınıza çıkıyor. Bir halk arabası olan FIAT 500 (Cinquecento), İtalyanlar için 1958-1975 arası yılların ikonik arabasıdır. Son yıllarda ana hatları benzetilerek, günümüze uyarlanmış modelleri de yapıldı.

Taormina M.S. 902 yılında Araplar tarafından yerle bir edilmiş. Bir ara bir toparlanma yaşamışsa da, M.S. 962 yılında Araplar tarafından tekrar ele geçirilmiş. Şehrin adı, Fatimi Halife al-Muʿizz‘e ithafen, Muʿizzīyah olarak değiştirilmiş. 1078 yılında Normanların ele geçirdiği Taormina, onların ve sonraları İspanyolların döneminde gelişmiş ve genişlemiş. 16. yüzyılda şehrin katedrali ve birçok saray yapılmış.

Taormina 18. yüzyıldan başlayarak yabancı gezginlerin uğrak yeri olmuş. Günümüzde de, sadece Sicilya’nın değil, dünyanın en popüler yerlerinden birisi. Bunun sonucu olarak, şehrin temel gelir kaynağı turizm. Bizim gittiğimiz ekim ayı ortasında bile zaman zaman sokaklarda güçlükle yürünüyordu. Yaz aylarında gitmek, aşırı sıcak ve yine kalabalık olması nedeniyle, çok fazla önerilmiyor. Ekimde yaşadığımız sıcaktan dolayı bu önermenin gerçekliğine inanıyorum. Eğer bir tarih kısıtınız yoksa, ilkbahar ve sonbahar en çok önerilen dönemler.

Corso Umberto I caddesi

Taormina’yı bir günde gezmeniz mümkün. Burada konaklayanların çoğu, bizim kaldığımız otelde gözlemlediğim gibi, Taormina’da konaklayarak, Etna Yanardağı’na, Catania’ya, Naxos’a veya Siracusa’ya gidiyorlar. Daha önce de yazdığım üzere, daha önce Napoli‘deki Vezüv Yanardağı‘na tırmanıp, kraterin içine kadar girmiş birisi olarak Etna’yı zaten listeden çıkarmıştım. Etna ve çevresinin ilginç olduğuna şüphem yok ancak, gittiğim yerlerde doğa ile tarih arasında bir seçim söz konusu olduğunda, tercihim daima tarihten yana olmuştur. Gidilebilecek diğer yerlere daha sonra özel olarak gidip kalacağımız için, biz Taormina’yı doya doya gezmeye karar verdik.

Tüm Sicilya’da olduğu gibi, bu restoranın adı da Homer‘in
Odysseia destanına bir gönderme.

Taormina’yı boydan boya kesen Corso Umberto I caddesi bir yaya bölgesi. Görülecek yerlere, bu caddeyi izleyerek veya yakınında kalarak gitmeniz mümkün. Şehrin merkezi, Corso Umberto I caddesi ve ona açılan, çoğu trafiğe kapalı, bir sürü sokak ve dar geçitten oluşuyor. Buralar, Taormina’nın Normanlar zamanından başlayarak inşa edilen Orta Çağ’dan kalma bölgesi. Ana caddeye açılan labirente benzer sokaklar ve aralıklar birtakım irili ufaklı meydanlara açılıyor. Çiçeklerle süslenmiş meydanlarda şirin kafeler, barlar, restoranlar, Sicilya’nın eşsiz tatlılarının satıldığı pastaneler ve dondurmacılar var. Sıcaktan ve kalabalıktan her bunaldığımızda bir yere oturduk ve birer Aperol ya da kahve içtik, dondurma ve tatlılardan yedik. Doğrusu ilaç gibi geldi.

Sayısız şirin restoranlardan gözüme çarpan biri…

Şehrin çoğu tarihi saray, konak ve sıra evleri restore edilmiş ve çeşitli amaçlar için kullanılır hale getirilmiş. Çok sayıda, (en lüks markalardan, butiklerden, sanat galerilerinden ve kuyumculardan daha turistik eşya satanlara kadar) irili ufaklı dükkan var.

Çoğu eski yerleşim yerinde olduğu gibi, Taormina’ya da kent kapılarından giriyorsunuz. Yine o zamanlara uygun olarak ve bizim de kadim kentlerimizde olduğu gibi, bu kapılar isimlerini o yönden gelinen (veya gidilen) yerleşim yerlerinden alıyorlar. İşte Taormina’daki ana kapılar da buna uygun olarak, Porta Messina ve Porta Catania isimlerini almışlar. Elimdeki kaynaklardan biri Taormina’da gezi rotasını Porta Messina’dan başlatmıştı. Bu benim de aklıma yattı ve biz de oradan başladık çünkü, böylece gezimizin sonunda otelimizin yakınına dönmüş olacaktık. Siz aynı rotayı tersten giderek de izleyebilirsiniz.

Porta Messina‘ya dışarıdan bakış

Messina Kapısı (Porta Messina), Taormina’nın ana caddesi olan Corso Umberto I’in bir başında bulunuyor. Caddenin diğer ucu ise, Catania Kapısı (Porta Catania) ile sınırlandırılmış. Bu iki kapının arasında bir yerde ise, Porta di Mezzo (Orta Kapı) adında bir kapı daha var. Buraya, üzerindeki saatten dolayı, Saat Kulesi de deniyor.

Porta Messina’ya Corso Umberto I caddesinden bakış

Porta Messina’nın bir diğer adı da, kapıyı yaptıran İspanyol Bourbon Kral Ferdinand I olduğu için, Porta Ferdinandea. Kapının üstündeki plakette Romen sayıları ile 1808 yılında açıldığı yazıyor. Duvarın sağında ve solunda sadece bir bölümü günümüze kadar gelebilmiş duvarlar, Araplar tarafından yapılan şehir duvarlarının kalıntıları.

Palazzo Corvaja

Porta Messina’dan Corso Umberto I caddesine girdikten kısa bir süre sonra Vittorio Emanuele II Meydanı‘na (Piazza Vittorio Emanuele II) geliyorsunuz. Burada köşedeki, Arap tarzında bir kulesi de olan, eski yapı dikkatinizi çekecektir. Palazzo Corvaja isimli bu eklektik saray ilk olarak 10. yüzyılda, Araplar tarafından, Taormina Bizanslılardan alındığı zaman, yapılmış. Kübik şekilli kule, şehrin savunma sisteminin bir parçası olarak yapılmış. Yapı, şehrin daha sonraki dönemlerinin hakimleri tarafından 13. ve 14. yüzyıllarda değiştirilerek ve eklemeler yapılarak, zaman içinde günümüzde görülen haline bürünmüş. Şu anda gördüğümüz; Arap (kulesi), Norman (15. yüzyıldan kalma büyük salon) ve Gotik (pencere detayları) bir karışım. Sarayın Normanlar tarafından yapılan büyük salonunda, 1411 yılında Sicilya Parlamentosu toplanmış ve Sicilya kralını seçmiş. Sarayın adı, 16. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ortasına kadar yapının mülkiyetine sahip olan ve ona son şeklini veren, Taormina’nın en kuvvetli ve asil ailelerinden Corvaja ailesinden geliyormuş. İkinci Dünya Savaşı bittiği zaman, içinde uzun süreden beri birkaç ailenin birlikte yaşadığı Palazzo Corvaja, son derece kötü bir durumda imiş. 1945 yılında, Taormina’nın belediye başkanı binayı boşalttırmış ve 1945-1948 yılları arasında Napolili mimar Armando Dillon tarafından restore edilmesini sağlamış. Günümüzde binada bir turizm ofisi ve Sicilya Halk Sanatları Müzesi var.

Corvaja Sarayı’nın yanındaki hafif yokuş,
Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru çıkın
Odeon Romano

Corso Umberto I caddesini izlemeye devam etmeden önce, bu civarda görülmesi gereken iki yer var. Bunlardan ilki Taormina’ya her gelenin mutlaka gittiği bir yer. Orayı sonraya bırakalım ve önce daha az bilinen ve gidilen bir yere gidelim. Burası, kısmen meydana bakan Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi‘nin altında kalmış olan Odeon Romano. Bir köşesinde Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi, diğer köşesinde Palazzo Corvaja olan, hafif yokuş, Via Teatrino Romano‘yu yukarı doğru izlerseniz, odeonu sol kolda göreceksiniz. Roma Odeonu veya “küçük tiyatro” olarak bilinen bu yapı, M.Ö. 21 yılında, Taormina stratejik konumu nedeniyle Romalıların askeri bir kolonisi haline geldiği zaman yapılmış. Küçük olmasının sebebi, halkın kullanımı yerine, şehrin az sayıda elitinin kullanımı için düşünülmüş olmasından kaynaklanıyor. Üstü kapalı ve 200’den az seyirci kapasitesi olan odeonda konserler ve edebi sunumlar yapıldığı belirtiliyor. Bu küçük tiyatronun varlığı, 1892 yılında kazara bulunana kadar hiç bilinmiyormuş. Kuzeydoğuya bakan odeonun oturma yerleri tuğladan yapılmış. Sahne kısmında ise, daha önce Grekler tarafından M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin edilen ve bazıları tarafından Afrodit’e adandığı söylenen, sütunlu bir tapınak varmış. Anlaşılan, Romalılar bu eski tapınağı sahnenin sürekli dekoru olarak düşünmüşler. Ancak, sahnede yer alan bu tapınak kısmı ve bazı duvarlar köşedeki Santa Caterina kilisesinin yapımı sırasında yok edilmiş. Kalıntıları, kilisenin içinde görmeniz mümkün. Bunun için, kilisenin bulunduğu meydana geri döndüğünüz zaman kısa bir süre için içeri girmeniz yeterli.

Odeon’un sahne kısmının üzerine
Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi yapılmış
Santa Caterina d’Alessandria Kilisesi’nin Vittorio Emanuele II Meydanı‘na bakan girişi. Sağ tarafta görünen,
Palazzo Corvaja.

Bir Kapuçin (Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak kayıtlarda, burada daha evvel bulunan bir başka kilisenin 1610 yılında Kapuçin tarikatı tarafından satın alındığı bilgisine rastlanmış. Kilisenin kriptinde bulunan bir mezartaşında 1663 tarihinin bulunması nedeniyle, yapımın bu iki tarih arasında bir zamanda tamamlandığı düşünülüyor. Kilisenin ana altarında bulunan Aziz Caterina’nın şehit edilmesi tablosunun, 16. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı ressam Jacopo Vignerio‘ya ait olabileceği belirtiliyor.

Bir Kapuçin (Capuchin) kilisesi olan Santa Caterina Kilisesi’nin altarı
Kilisenin temelinde ortaya çıkarılan Odeon Romano’ya ait kalıntılar

Vittorio Emanuele II Meydanı’nda, Santa Caterina kilisesinin karşısında bulunan Via Teatro Greco sokağını takip ederseniz, Taormina’da en çok ziyaret edilen ören yeri olduğunu tahmin ettiğim, ünlü Teatro Greco‘ya (Grek Tiyatrosu) ulaşacaksınız. Kıvrılarak giden bu sokak boyunca hediyelik eşya dükkanları ve nefis, önünüzde taze taze sıkılan, portakal ve nar suyu satan büfeler var. Uzun bir kuyrukta bekledikten sonra, sıcak altında gezdiğiniz tiyatrodan çıkınca birer taze meyva suyunu herkese öneririm. Sicilya yazılarımın ilkinde belirttiğim gibi, portakal ve nar Arapların Sicilya’ya getirdikleri ve tarımını başlattıkları çok sayıda bitki türlerinden ikisi. Diğerleri, limon, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türleri.

Arkeolojik eserlere özel bir ilgisi olsun olmasın, buraya gelen yabancıların neredeyse tamamının gittiği Taormina Antik Grek Tiyatrosu, tarihi değerinin yanında, buradan muhteşem bir manzarası olmasıyla da ünlü. Etna Yanardağı’nı, Taormina’nın aşağılardaki sahilini ve uzaklarda İtalya’nın Calabria bölgesindeki dağları kapsayan manzara gerçekten büyüleyici. Özellikle, gün batımı için buraya gelmek çok popüler bir turistik aktivite. Biz o akşam, aynı sokak üzerinde, tiyatronun hemen altında bulunan ünlü bir otelin terasındaki restoranında yer ayırtmış olduğumuz için, ziyaretimizi gün batımına denk getirmedik. Sanırım, tiyatronun kapanmasına yakın o saatlerde bilet kuyruğu çok daha uzun oluyordur.

Taormina’nın Grek Tiyatrosu’ndan eşsiz manzara

Taormina’daki Grek Tiyatrosu, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış. Siracusa’nın antik Grek tiyatrosundan sonra, sadece Sicilya’daki değil, İtalya ve Kuzey Afrika’daki en büyük antik tiyatro olarak tanımlanıyor. Roma İmparatoru Augustus döneminde tiyatronun yeniden yapıldığı ya da genişletildiği konusunda elde yeteri kadar belge olmadığı belirtilmesine rağmen, tiyatro alanında bulunan Augustus büst ve heykellerinin bu olasılığı güçlendirdiği söyleniyor. Ancak, Romalılar döneminde tiyatronun genişletildiği ve bazı yerlerinin değiştirildiği biliniyor. Örneğin, Grekler tiyatrolarında sahne arkasında deniz ve ufku görmeyi tercih ederlerken, Roma dönemi tiyatrolarında sahnenin arkadan sütunlar ve bir duvar ile sınırlandırıldığı ve bu şekilde seyircinin dikkatinin sahnede olan bitene yöneltildiği biliniyor. Taormina antik tiyatrosunda da sahne arkasına benzer bir bölüm eklenmiş. Zaman içinde bu ilave yapının ortasının çökmesi, tiyatronun tepesinden günümüzde yine eşsiz bir manzara ortaya çıkarmış. M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda tiyatro Romalılar tarafından, gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı bir arenaya dönüştürülmüş. 19. yüzyılda restore edilen yapı günümüzde tiyatro, konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor.

Tiyatroyu gezdikten sonra, geri dönüp tekrar Vittorio Emanuele II Meydanı’na ve oradan Corso Umberto I caddesine gidebilirsiniz. Caddede ilerken, soldan ilk aralık sizi Naumachie (Via Naumachia, 13) olarak adlandırılan esere götürecek.

Tiyatro günümüzde konser ve bale gibi kültürel gösteriler için kullanılıyor

Naumachie ya da Naumachia, Romalılar döneminde bir eğlence türü olarak deniz savaşları simülasyonlarının yapıldığı büyük havuzlara veya bu havuzların bulunduğu binalara verilen isimmiş. 1943 yılında gün ışığına çıkarılan bu 130 metre uzunluğundaki duvara, belirttiğim amaç için kullanıldığı düşünülerek, yanlışlıkla söz konusu isim verilmiş. Ancak daha sonra, yapının bu amaçla yapılmadığı keşfedilmiş ama, ismi bu şekilde kalmış. M.Ö. 1. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Naumachie, tiyatrodan sonra, Taormina’nın en eski yapısı.

Naumachie‘ye giriş

Burası başta, şehrin hamamına su sağlayan bir sarnıç olarak yapılmış. Daha sonra, bir nymphaeum‘a, yani su perilerine (nymph) adanmış bir anıta dönüştürülerek, Gymnasium‘un (Antik Yunan ve Roma’da spor merkezi) bir parçası haline getirilmiş. Bir agora‘ya baktığı anlaşılan duvarda 18 tane niş bulunuyor. Bir zamanlar bu nişlerde heykeller varmış. Duvarın bir diğer işlevi de mimari olarak üstündeki terasa destek sağlamakmış. Günümüzde de, Corso Umberto I caddesi için aynı işlevi görüyor.

Agora’ya bakan duvardaki 18 nişin içinde bir zamanlar heykeller varmış

Yolu ve kalabalığı izleyerek, bu kez Taormina’nın en çok vakit geçirilen meydanı, Piazza IX Aprile‘ye geliyoruz. Aşağıya bakan taraftaki demir parmaklık nedeniyle dev bir balkona benzeyen meydandan bakınca çok etkileyici bir manzara var. Bu, müthiş güzel ve panoramik bir deniz ve Etna Yanardağı manzarası. Eğer şanslıysanız, gece karanlıkta buradan, Etna’dan yükselen kıvılcımları görebilirsiniz. Meydanın adı, 9 Nisan 1860 gününden geliyor. Bu tarihte, Taormina Katedrali’nde yapılan ayin yarıda kesilerek halka Garibaldinin, Sicilya’yı İtalya ile birleştirecek olan hareketi başlatmak için, Marsala‘da karaya çıktığı müjdelenmiş. Aslında, bu doğru olmayan bir habermiş. Garibaldi Sicilya’ya bir ay sonra ayak basmış. Buna rağmen, Taorminalılar şehirlerinin en güzel meydanına, tarih yanlışlığı olmasına rağmen, unutmak istemedikleri o günü isim olarak vermişler.

Günün her saati cıvıl cıvıl olan Piazza IX Aprile. Karşıda, Orta Kapı (Porta di Mezzo) ve ona bitişik
Ristorante Cinque Archi

Manzarayı içercesine, doya doya seyrettikten sonra, her zaman kalabalık olan bu meydanda sokak çalgıcılarını gönlünüzce izleyebilir, dolup taşan kafelerden birinde yer bulabilirseniz oturup biraz dinlenebilirsiniz. Hatırlarsanız, bizim bir gece önce oturduğumuz, Cinque Archi restoranının kafesi de bu meydanda idi.

San Giuseppe Kilisesi

Yüzünüzü denize doğru döndüğünüzde sol tarafta göreceğiniz Sant’Agostino Kilisesi meydanı, bir biblo gibi, sade bir zarafetle süslüyor. Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan kilise 1448 yılında, Taormina’da yaşanan bir veba salgınının ardından, bir şükran ifadesi olarak yapılmış. Önceleri Aziz Sebastiano’ya adanmış olsa da, şehre Aziz Agostino’nun cemaatinden papazların gelmesinden ve buraya yerleşmelerinden sonra, kilisenin adı değiştirilmiş ve burası bir manastır halini almış. Zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış olan kilisenin sadece giriş kapısının üstündeki gül şeklindeki penceresinin ve kemerli giriş kapısının üst tarafının 15. yüzyıldaki orijinalliğini koruduğu belirtiliyor.

Günümüzde kütüphaneye dönüştürülmüş olan Sant’Agostino Kilisesi

Piazza IX Aprile’de denize tam karşıdan bakan kilisenin adı, San Giuseppe Kilisesi (Aziz Josef). Barok tarzda olan kilisenin yapım tarihi 1600’lerin sonu ile 1700’lerin başları. Meydandan kiliseye çift taraflı bir merdiven ile çıkılıyor. Binanın sağ tarafında, tepesinde sekizgen bir kubbe olan bir çan kulesi bulunuyor. San Giuseppe Kilisesi bir zamanlar “Araftaki Ruhlar Kardeşliği”ne ait olduğu için, kilisenin dış yüzeyinde ve içinde ateşler içinde yanan insan figürleri var. Ateş, insanın günahlarından arınmasını simgeliyormuş.

San Giuseppe Kilisesi

San Giuseppe Kilisesi’nden çıktığınız zaman, sağ tarafta Cinque Archi restoranını ve ona bitişik Porta di Mezzo’yu (Orta Kapı) göreceksiniz. Buraya Saat Kulesi de dendiğini yukarıda belirtmiştim. Şehrin bu ortadaki kapısından geçince, Taormina’nın Antik ve Helenistik bölgelerini geride bırakarak, Normanlar döneminde gelişmeye başlayan Orta Çağ dönemi yerleşim alanına girmiş oluyorsunuz. Bu nedenle buraya Borgo Medievale de deniyor. Kapı (ya da kule) 12. yüzyılda, Grek-Roma kalıntılarının üzerine yapılmış. 1676 yılında, Taormina XIV. Louis’nin Fransız ordusu tarafından işgal edildiği sırada tahrip olmuş. 1679 yılında yapılan onarım sırasında tepesine saat yerleştirilmiş. Kulenin tepesindeki çanlar sadece, her yıl Taormina’nın koruyucu Azizi olan San Pancrazio’nun bayramının olduğu 9 Temmuz günü ve şehrin belediye başkanının seçildiği gün çalınıyormuş.

San Giuseppe Kilisesi’nin içinden detaylar

Orta Kapı’yı geçtikten sonra Corso Umberto I caddesi boyunca yürümeye devam edin. Bu arada, tüm bu cadde boyunca sağlı sollu sıralanmış dükkanlara da göz atmanızı öneririm. İlginç takı dükkanları var. Etna’nın siyah lav taşı ile birlikte inci veya mercan karışımlı yapılmış takıların bazıları çok güzel. Gerçek olanlar elbette daha pahalı. Eğer özellikle taklit istenmiyorsa, plastik olma ihtimali yüksek, ucuz ürünlere karşı dikkatli olmak gerek.

Otel lobileri, sanat galerileri, dükkanlar rengârenk…

Piazza del Duomo (Duomo Meydanı) ve buradaki Cattedrale di San Nicolò, yani Duomo, Taormina’nın bir başka turistik çekim noktası. Barili Aziz Nicolò‘ya adanmış. Aslına bakarsanız, Bari‘ den değil bizim Demre‘den Noel Baba‘dır o. Kemikleri 1087 yılında Anadolu‘dan çalınıp, İtalya’nın Puglia bölgesindeki Bari’ye götürülmüş. Bari’ye gidenler onun adını taşıyan bazilikanın kriptinde mezarını görebilirler. Barili olarak anılır ama Anadolu’dan olduğunu bilen bilir.

Cattedrale di San Nicolò (Duomo)

Taormina Katedrali’nin ilk yapım tarihi 13. yüzyıl. Burada bulunan, yine Aziz Nicolò’ya adanmış bir başka kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Daha sonra, 15, 16 ve 18. yüzyıllarda yeniden inşa edilmiş. Aslında, ilk bakışta bir katedralden çok, bir kaleyi andırıyor. Sanırım bu, yapımında kullanılan taşlardan ve tepesindeki kaleyi andıran burçlardan kaynaklanıyor. Ana kapının üzerinde bulunan gül şeklindeki pencere için Siracusa taşı kullanılmış. Yapının içinde bulunan altı adet pembe Taormina mermerinden yapılmış sütunun büyük tiyatrodan buraya getirilmiş olabileceği söyleniyor. Katedral, 1945-1948 yılları arasında, Palazzo Corvaja’yı da restore eden Armando Dillon tarafından tamamen elden geçirilmiş ve güçlendirilmiş.

Duomo’nun içi ve altardan detay

Duomo’nun önünde bulunan çeşme de birkaç dakikalık bir incelemeyi hak ediyor. 1635 yılında, Barok stilde yapılan çeşmenin en tepesinde Taormina’nın amblemi olan bir Kentaur (Yunan mitolojisinde yarı insan yarı at olan yaratıklar) var. Genelde erkek olarak canlandırılan Kentaurlar burada dişi olarak canlandırılmış.

Duomo Meydanı’ndaki çeşme
Bu kadar gezmeden sonra birer Aperol içerek
dinlenmek için iyi bir yerdi

Duomo Meydanı’ndan yukarı doğru çıkan Salita Badia Vecchia (Badia Vecchia Yokuşu) sizi Badia Vecchia‘ya götürecek. Bu yapı aslında Taormina’nın şehir duvarlarının bir parçası olan bir kule imiş. 13. yüzyılda inşa edilmiş. 14. yüzyılda restore edilmiş ve genişletilmiş. Bir manastıra çevrilmiş. Gotik stilde yapılmış olan binada, özellikle pencere detaylarında Arap-Norman etkisi görülüyor. Çerçevelerdeki siyah renkli süslemeler, Sicilya’nın bu bölgesinde sıkça rastlandığı gibi, lav taşından yapılmış. Yolun yokuş ve biraz dolambaçlı olması nedeniyle buraya ulaşmak sıcakta epeyce zordu. Buraya asıl gitmek isteme nedenimiz, Taormina Arkeoloji Müzesi‘nin burada olmasından dolayı idi ama, müze geçici bir süre için kapatılmıştı. Binayı, görebildiğimiz kadarıyla, dışarıdan incelemek ve harika manzaranın tadının çıkarmakla yetinmek zorunda kaldık.

Badia Vecchia’ya giderken yolda rastladığımız
M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış bir mozaik
Civarda gözüme çarpan tarihi konutlar.
Pencere pervazlarında Etna Yanardağı’nın
siyah lav taşları kullanılmış.
Sicilya’da sokaklarda sıkça rastlanan bir adak köşesi

Yokuştan aşağıya, Duomo Meydanı’na indikten kısa bir süre sonra Corso Umberto I sizi caddenin diğer ucundaki Porta Catania’ya, yani Catania Kapısı’na götürüyor. Bir gece önce Taormina’ya geldiğimiz zaman bu kapının önünden geçerek otele gitmiştik. Porta Messina gibi eski şehir duvarlarının bir parçası olan Porta Catania 1440 yılında yapılmış. Kapının üstünde yapım tarihi ve İspanyol arması var.

Dışarıdan görebildiğimiz Badia Vecchia ve buradan
büyüleyici Etna manzarası

Porta Catania’nin dışına çıktıktan sonra sola dönüp, aşağıya doğru devam ederseniz, San Stefano Sarayı‘na (Palazzo Duchi di San Stefano) ulaşıyorsunuz. Günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış olan saray, bir zamanlar İspanyol asıllı De Spuches Düküne ve ailesine aitken, 1964 yılında Taormina Belediyesi tarafından satın alınmış ve restore edilmiş. Günümüzde, Sicilya Gotik tarzının muhteşem bir örneği olan bu yapı, İtalyan heykel sanatçısı Giuseppe Mazzullo‘nun (1913-1988) vakfı tarafından, müze ve süreli sergi mekanı olarak kullanılıyormuş. Zamanımız az olduğu için biz gezmedik ama, Arap ve Norman mimari güzelliklerinin harika bir şekilde birbirini bütünlediği binaya dışarıdan baktık. Yine Etna lav taşı ile Siracusa mermerinin ince karışımı ile yaratılan Arap etkisi ve gerek yapının kule benzeri planı gerekse tepedeki kırlangıç kuyruğu benzeri burçların verdiği Norman hava çok güzeldi.

Porta Catania
Yolunuzun üstünde göreceğiniz Hotel Villa Riis aslında
1884 yılında yapılmış bir malikâne

Yola, bizim otelimizin de bulunduğu, Via Roma üzerinden devam edince Taormina’nın bir başka ilginç yapısına geldik. Günümüzde, Four Seasons tarafından işletilen ve gecelik ücreti 7000 Euro’dan fazla süitleri olan bu muhteşem kompleks, tarihi San Domenico Sarayı (Palazzo San Domenico). Bu ilginç yapıyı sabah kahvaltıda bizim otelin tepesinden, daha uzaktan ama daha bütünsel olarak görmüştüm. San Domenico Sarayı 15. yüzyıldan kalma bir bina. Kendisi de manastır yaşamını seçmiş bir asil olan Baron Damiano Rosso d’Altavilla tarafından San Domenico tarikatına bağışlanmış. Tarikat binaya baron öldükten beş yıl sonra, 1430 yılında taşınmış. Bundan sonraki 400 yıl boyunca San Domenico rahipleri küçük bir cemaat olarak burada yaşamaya devam etmişler. 1866 yılında, İtalya’nın birleşerek tek devlet haline gelmesinden (Risorgimento) sonra, tarikatların gücünü bastırmak ve mallarına el koymak amacıyla bir yasa çıkarılınca, devlet görevlileri Taormina’daki San Domenico Manastırı’nın da kapısına dayanmışlar. O dönemde manastırda kalan tek kişi Vincenzo Bottari Cacciola adında bir rahipmiş. Buna rağmen, binanın anahtarlarını, onlara vermemek için çok direnen rahibin elinden zorla alabilmişler. Ancak, rahip Vincenzo yılmamış. Baron Damiano Rosso d’Altavilla’nın 400 yıl önce bıraktığı vasiyetnameyi ortaya çıkarmış. Baronun vasiyetinde yapının San Dominico rahiplerine ödünç verildiği yazılı imiş. Böylelikle, manastır binasının aslında Baronun varislerine ait olduğu ve devletin el koyamayacağı anlaşılmış. Rahip Vincenzo, Baron Damiano Rosso’nun varisi Prens Cerami‘yi durumdan haberdar edince, yapının mülkiyeti kendisine geçmiş.

San Domenico Sarayı

San Domenico Manastırı’nın lüks bir otele dönüştürülmesi ve bu amaçla ana binaya ek olarak büyük bir uzantının yapılması Prens Cerami’nin fikriymiş. Dönüşüm tamamlanınca, San Domenico Avrupa’nın ilk büyük ve lüks otellerinden birisi olmuş. Zamanla Taormina’nın ünü dünya çapında artınca, otel de zengin ve ünlü konukların kalmak istedikleri bir yer haline gelmiş. Şöhreti Avrupa sınırlarını aşmış. 1900’lerin başında otel İngiltere Kralı Edward VII ve Baron Rothchild gibi ünlüleri ağırlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Ordusu tarafından karargâh olarak kullanıldığı için otel çok yoğun bombardıman altında kalmış.

Savaştan sonra binanın restore edilmesi ve otelin yeniden açılması birkaç yıl almış. 1950’lere gelindiğinde, yine zenginlerin düğünlerinin yapıldığı, çılgın partilerin verildiği bir yere dönüşmüş. Bu dönemde, Greta Garbo, Ingrid Bergman, Audrey Hepburn, Elizabeth Taylor ve Sophia Loren gibi ünlü sinema sanatçıları otelde kalmışlar. 2017 yılında 43.üncüsü yapılan G7 zirvesi de San Domenico Sarayı’nda yapılmış.

Lady Florence Trevelyan‘ın eseri olan Giardino Pubblico
(şehir parkı). Parkın içindeki bu yapılar
aslında kuşlar için yapılmış.

O gün Taormina’da gezimizin son durağı, aynı zamanda otelimize çok yakın olan, şehir parkı (Giardino Pubblico) oldu. Taormina’nın ciğeri olarak tanımlanan bu büyük park, içinde aralarında dev manolya ve palmiye ağaçları ile kaktüsler olan, egzotik ağaçlar ve çiçeklerle dolu, büyük bir asma bahçe. Sıcak havada bu bahçenin gölgesine sığınmak insana ilaç gibi geliyor. Deniz ve Etna manzarası da cabası. Parkın yaratıcısı, bir İskoç asili olan, Lady Florence Trevelyan (1852-1907). Bir rivayete göre, daha sonra İngiltere Kralı VII. Edward olarak tahta çıkacak olan Galler Prensi ile yaşadığı bir gönül ilişkisi nedeniyle Kraliçe Victoria tarafından ülkesinden gönderilmiş. Trevelyan Avrupa’da iki yıl dolaştıktan sonra Taormina’ya yerleşmiş. Önce, Taormina’nın alt tarafında, sahile kumluk bir yol ile bağlı olan Isola Bella adasını satın almış. Burada bir ev ve getirttiği çeşit çeşit fideleri, çiçekleri diktiği muhteşem bir bahçe yaptırmış. Bahçesi aynı zamanda doğadaki nadide kuşlar için bir koruma alanı olmuş. Lady Trevelyan daha sonra, 1884 yılında, Taormina’nın belediye başkanı, Prof. Salvatore Cacciola ile evlenmiş ve Taormina’nın içine taşınmış. Parkın bulunduğu alanı satın alarak, bu kez burada bu şahane bahçeyi yaratmış. Bahçenin içine, temel işlevleri kuşlar için sığınacak ve yaşayacak mekanlar olan değişik pagodalar ve süslü yapılar da koydurmuş. Park, 1922 yılında Taormina şehir mülkiyetine geçmiş. Lady Trevelyan’ın ilk göz ağrısı olan Isola Bella adası ise, 1990 yılına kadar kişisel mülkiyet statüsünü koruduktan sonra, Sicilya Özerk Yönetimi tarafından Milli Park ilan edilmiş.

Lady Florence Trevelyan’ın parktaki büstü.
Büstün altına adının önce sadece kendi soyadı,
daha sonra ise eşi Profesör Salvatore Cacciola’nın soyadı ile
birlikte yazılması ilgimi çekti.

1787 yılında, İtalya gezisinin bir parçası olarak, Taormina’yı ziyaret eden Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), buradaki antik Grek tiyatrosu için şöyle demiş: “Herhangi başka bir tiyatroda hiçbir seyirci böylesine bir manzaraya sahip olmamıştır”. Taormina’da büyülenen Goethe’nin izlenimlerini İtalya Seyahati adlı kitabında okuyanlar, bu tarihten sonra Taormina’ya yavaş yavaş akın etmeye başlamışlar. Taormina sanatçıların, yazarların, şairlerin ve ressamların en gözde tatil yerlerinden birisi olmaya başlamış. Ancak, önceleri Taormina’da doğru dürüst kalacak yer yokmuş. Bu konuda ileri görüşlü bir kişi olan Don Francesco La Floresta 1850 yılından itibaren evinin odalarını kiraya vermeye başlamış. İşte bugün Taormina’nın en ünlü ve lüks otellerinden biri olan, antik tiyatro ile aynı sokakta ve onun karşisında bulunan Grand Hotel Timeo‘nun temeli böyle atılmış. Otel adını, Taormina’nın M.Ö. 358 yılındaki kurucusunun oğlu Tauromenion‘dan almış. 150 yılı aşkın bir süredir devam eden gelenek, bizim de o akşam otelin Michelin yıldızlı restoranı Otto Geleng‘de şahit olduğumuz üzere, gelişerek hizmet kavramının en üst noktasına erişmiş. Böyle olunca, otelin ünlü konukları da eksik olmamış. 1904 yılında yatıyla Taormina’ya gelen Kaiser Wilhelm II tüm oteli kapatmış ve burada bir süre kalmış. Richard Wagner (1813-1883) de otelde kalanlar arasında. (Goethe geldiğine göre, Wagner’in gelmesinin de doğal olduğunu düşünüyorum).

Söylendiğine göre, D.H. Lawrence (1885-1930) otelde kaldığı sırada bir gün otelin bahçesinde gezerken Lady Trevelyan ile karşılaşmış ve ondan ilham alarak ünlü Lady Chatterley’nin Sevgilisi kitabını otelin terasında yazmaya başlamış. Bu nedenle sonradan bu terasa Edebi Teras adı verilmiş. Lady Trevelyan’ın otelin tarihindeki özel yerinin bir başka nedeni daha var. Lady Trevelyan Taormina’ya ilk geldiği zaman otelin bir katını kiralayarak, kendi zevkine göre dekore ettirmiş ve beş köpeği ile birlikte bir süre burada yaşamış. Bu sırada, otelin günümüzde hayranlık uyandıran bahçesini de düzenlemiş. Grand Hotel Timeo’da kalan edebiyat tarihine geçmiş diğer isimler arasında Oscar Wilde (1854-1900) ve Tennesee Williams (1911-1983) sayılabilir. Truman Capote (1924-1984) da ünlü Tiffany’de Kahvaltı kitabını iki sene boyunca kaldığı bu otelde yazmış. Tüm bu ışıltılı isimlere ek olarak, Elizabeth Taylor‘dan Audrey Hepburn‘e, Valentino‘dan Madonna ve Elton John‘a kadar birçok ünlünün de buradan gelip geçtiğini ekleyebilirim.

O akşam evlenme yıldönümümüzdü. Aylar öncesinden, otelin şahane deniz, Naxos Bahçeleri ve Etna manzaralı Edebi Teras’ında bulunan Otto Geleng restoranda yer ayırtmıştık. Taormina’da bütün gün gezdikten sonra parkın yakınındaki otelimize döndük, biraz dinlendik ve akşam için giyindik. Via Teatro Greco, 59 adresindeki Grand Hotel Timeo ve restoranı Otto Geleng’e doğru yola çıktık. Gündüz yürüdüğümüz güzergâhı bu kez tersine doğru yürüdük.

Otto Geleng‘de lezzet, kalite ve zarafet bir arada
Tatlılarda bir miktar altın ihmal edilmemiş…

Yemek için adım attığımız büyülü ortamdan söz etmeden önce, restorana adını veren Otto Geleng de birkaç cümlelik bir açıklamayı hak ediyor. 1843-1939 yılları arasında yaşamış olan Alman ressam Otto Geleng’in Taormina ile gönül bağı, Berlin’deki Kraliyet Akademisi’ndeki hocası Profesör Biermann’ın yaptığı sulu boya Taormina tablolarını gördüğü zaman başlamış. Biermann’ın yaptığı Taormina Antik Grek Tiyatrosu tablolarından çok etkilenen Geleng, mezun olunca gitmeye çoktan karar verdiği Taormina’ya doğru yola çıkmış. Taormina’ya gelince, Don Francesco’nun sonradan Grand Hotel Timeo haline gelecek olan konukevinde kalmış. Uzun bir kalıştan sonra Berlin’e döndüğü zaman artık elinde, Taormina’nın manzaralarından oluşan, çok zengin bir resim dosyası varmış. Eserleri çok beğenen hocası Biermann kendisine bunları Paris’teki eleştirmenlere götürmesini önermiş. Ancak, tablolar Fransız eleştirmenler üzerinde bekledikleri etkiyi yaratmamış. Karla kaplı Etna ve çiçek açmış badem ağaçlarının arasından eşsiz manzara görüntüleri onlara fazla yapay gelmiş. Sadece gördüğü güzellikleri resmettiğini söyleyen Geleng, eleştirmenlere bir öneride bulunmuş. Buna bir tür bahse girmek diyebiliriz. Eleştirmenler Taormina’ya gelip, Geleng’in yaptığı resimlerle gerçek Taormina manzarasını karşılaştıracaklar ve eğer Otto Geleng’in abarttığını düşünürlerse, tüm yolculuk ve konaklama masrafları Geleng tarafından ödenecekmiş. Eğer aksi olursa, yani Taormina’yı gördükten sonra Geleng’in yaptığı manzaraların gerçeğin tuvale yansıması olduğuna karar verirlerse, sanatçının tüm resimlerini satın alacaklar ve basında Taormina’nın reklamını yapacaklarmış. Tahmin edeceğiniz gibi, bu bahisin kazananları Taormina ve Otto Geleng olmuş…

Şef Roberto Toro‘nun özel ikramı
Ve… Armağanı…

Otto Geleng’deki akşam yemeği bir rüya gibiydi. Çiçekler ve manzaranın dışında, dantel masa örtüleri, gümüş servis takımları, zarif kadehler ve mumlarla tamamlanan ambiyans büyüleyici, servis mükemmel, Executive Şef Roberto Toro‘nun yaratıcılığının ürünü yemeklerin her bir lokması çok lezzetli idi. Yemeğin sonunda, şefin yıldönümümüz için özel ikramı olarak getirilen tatlı ve hediye ettiği kendi kitabı da unutamayacağımız jestler oldu. Mükemmel olduğunu belirttiğim servis, bir kez daha bana Türkiye’de en iyi restoranlarda bile neden bu kaliteye çok sık ulaşılamadığını düşündürdü. Titiz ve özenli ama konukları sıkmayan, sıcak ama aynı zamanda profesyonel ve mesafeli bir hizmet kalitesi. Gerek baş garson gerekse kadın sommelier (şarap garsonu) Veronica dört dörtlük bir hizmet verdiler o gece. Yemek ile birlikte Donnafugata’nın Nero d’Avola üzümünden yapılan Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2016 şarabını, tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Muscat of Alexandria (yerel ismiyle Zibibbo) üzümünden yapılan Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabını içtik.

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Messina‘daki Museo Interdisciplinare Regionale (Disiplinlerarası Bölgesel Müze), adından da anlaşıldığı üzere, içinde çeşitli dallarda sanat eserlerini ve dekoratif objeleri barındıran çok zengin bir müze. Koleksiyon, daha önce var olan bir kent müzesinin sahip olduğu eserlere 1908 yılındaki büyük depremden sonra çeşitli özel ve kamusal mülklerden kurtarılan sanat eserlerinin ve değerli eşyaların eklenmesi ile oluşturulmuş. Bu eserlerin arasında, müzenin bahçesinde sergilenen çok sayıda kilise, manastır gibi eski binalardan geriye kalan parçalar da var. Bunlar, depremden çok zarar gören bazı tarihi mimari yapılardan kurtarılabilen eserler. Ait oldukları binalar daha sonra zorunlu olarak yıkılmışlar.

Müze, 1970’lerde yapıldığı anlaşılan oldukça büyük bir binada bulunuyor. Geniş de bir bahçesi var. Biz gittiğimiz zaman, müzenin çalışanlarından oldukça kalabalık bir grup bina girişinde sohbet ediyordu. Kapıya yaklaştığımızda, sanki bizi evlerine buyur ediyorlarmış gibi selamladılar ve içeriye davet ettiler. Doğrusu bu hallerini çok sempatik buldum. Sonra, her biri kendi görev yerlerine dağılırken, içlerinden iki tanesi de bilet bankosunun arkasına geçti. Anlaşılan tüm müze personeli bir sabah sohbeti için kapı önüne çıkmıştı.

Müzenin bahçesinde kilise ve manastır gibi
eski binalardan parçalar sergileniyor

Birkaç katlı müzenin içi çok geniş ve ferah. Katlar arasında geçişin rampalarla olması gezmeyi kolaylaştırıyor. Hepsinde olmasa da, eserlerin çoğunda İngilizce açıklamalar var. Sergilenen eserler temel olarak 12. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış. Bu döneme ait tablo, heykel ve çeşitli zanaat dallarının nadide ürünleri kronolojik bir sıraya göre düzenlenmişler. Eserleri sergilenen sanatçıların çoğu Messinalı olmakla beraber, daha önce Messinalı zenginlerin koleksiyonlarında veya yıkılan kiliselerde bulunan başka bölgelerden Rönesans sanatçılarına ait eserler de var.

Norman-Arap Sanatı (12. yüzyıl ortası)
Orijinal olarak bir Norman sarayı için bordür olarak yapılmış. Daha sonraki dönemlerde çeşitli kilise ve saraylar ile Duomo’da kullanılmış. Bordürdeki yazılar Arap Nesih harfleri ile yazılmış. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’da Arap hakimiyeti 827-1061 yılları arasında yaşanmış ama, kültürel olarak Arap etkisi daha sonra yüzyıllarca sürmüş.
Melek Mikail
Bizans sanatı (XIV. yüzyıl)
Sicilya’da Bizans etkisi, Araplarınkine benzer bir şekilde, hakimiyetlerinden (535-827) çok soraki dönemlerde de devam etmiş. Konstantinopolis’ten getirtilen mozaik ustaları aracılığıyla adadaki Bizans sanatının varlığı uzun süre devam etmiş.
XVI. yüzyıldan seramikler

Bir önceki yazımda bu müzede sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) eserlerini özellikle merak ettiğimi belirtmiştim. Kimi sanat uzmanlarına göre, Antonello da Messina’nın eserlerini görmek Sicilya’yı ziyaret etmek için başlı başına bir neden olabilir. Kendisi, dünyada Rönesans döneminde yaşamış en ünlü Sicilyalı ressamlardan birisi kabul ediliyor. Eserleri, aralarında Paris’teki Musée du Louvre, Londra’daki National Gallery, Berlin’deki Gemäldegalerie ve New York’taki Metropolitan Museum of Art olan, dünyanın en ünlü müzelerinde sergileniyor. Sicilya’da ise altı tane eseri olduğu belirtiliyor. Bu saptamaya göre biz Sicilya gezimizde, Cefalù‘da gördüğümüz “Bilinmeyen Adamın Portresi” ve Messina’da gördüğümüz iki tablosu ile beraber, sanatçının adadaki eserlerinin yarısını görmüş olduk.

Senato makam arabası (1742)

Asıl adı Antonello di Giovanni di Antonio olan “Messinalı Antonello”, 1430 yılında bu şehirde doğmuş ve 1479 yılında yine bu şehirde ölmüş. Ancak, ömrünün tamamını Messina’da geçirmemiş. Bu şekilde, bir erken Rönesans sanatçısı olarak, hem dönemin diğer ünlü sanatçılarını etkilemiş hem de onlardan etkilenmiş. Antonello ilk derslerini heykeltıraş olan babasından almış. Roma’da geçirdiği çıraklık döneminden sonra yirmi yaşında Napoli’de sanatçı Niccolò Antonio Colantonio‘nun atölyesine kabul edilmiş. Colantonio’nun yanında eğitim görmek Antonello için Flaman resim sanatı ile tanışma ve pek çok şey öğrenme fırsatı sağlamış. Unutmayalım ki, o dönem Sicilya ve Güney İtalya’da hüküm süren İspanyol yönetimi aynı zamanda Habsburg hanedanından. (1734 yılından itibaren bu bölgeyi İspanyol Bourbon hanedanı yönetmeye başlamış). Hollanda da Habsburg’ların yönetimi altında olduğu için aynı yönetim altındaki ülkelerin sanatçılarının karşılıklı etkileşim içinde olmaları gayet mümkün. Bunun ötesinde, Antonello’nun Napoli’de olduğu sırada burada Hollanda resim sanatına büyük bir merak olduğu belirtiliyor. Ayrıca, ustası Colantonio’nun hamisi Aragonlu Kral V. Alfonso da bir Flaman resim sanatı hayranı. Sanat tarihçileri, Antonello da Messina’nın Napoli’de Kral V. Alfonso’nun sahip olduğu bir yağlı boya eseri görmesinin sanatsal açıdan onun için bir dönüm noktası olduğunu söylüyorlar. Lomellini Tryptych olarak adlandırılan eser Hollandalı ressam Jan Van Eyck‘ın (1395-1441) yaptığı bir tablo. Antonello yaşı itibariyle Van Eyck’a yetişememiş olsa da, onun atölyesinden yetişmiş ve onun devamı kabul edilen Hollandalı sanatçı Petrus Christus‘u (1420-1472/73) tanıma fırsatı buluyor. Bu etkileşim sayesinde Antonello da Messina, Flaman resim sanatına özgü mikroskopik detaylar ve ışığın farklı yüzeyler üzerinde resmedilmesi konusunda ustalaşıyor. Antonello da Messina’nın Christus aracılığı ile Van Eyck ekolünden öğrendiği bir diğer şey de, hem genel olarak resmettiği kompozisyonlardaki hem de insan yüzlerindeki sakinlik oluyor. Bunun yanında, o zamana kadar dönemin diğer İtalyan sanatçıları gibi, insan portrelerini tam profilden yapıyorken, daha sonra Flaman sanatçılara özgü, koyu renk bir fon üzerine tam karşıdan veya dörtte üç bir açı ile yapmaya başlıyor. Tüm bunların karşılığında, Christus da İtalyan sanatçıların uyguladığı doğrusal perspektifi (linear perspective) uygulayan ilk Flaman sanatçı oluyor. Da Messina’nın Van Ryck ekolünden öğrendiği ve ustalaştığı tüm bu teknikleri 1475-1476 yıllarında gittiği Venedik’te birlikte olduğu Gentile ve Giovanni Bellini kardeşlere aktardığı biliniyor. Nitekim, 1480 yılında İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet‘in portresini yapan Gentile Bellini de Osmanlı hükümdarını siyah bir fon üzerine, tam profil olmayan bir açı ile resmetmiş.

Antonello da Messina’nın günümüzde Sicilya’da bulunan tablolarının hepsi 1465-1475 yılları arasında burada yapılmış. Ancak, Messina’daki Museo Interdisciplinare Regionale’deki eserlerden biri olan iki-taraflı tablet, 2003 yılında bir Christie’s müzayedesinden 220.000 İngiliz Sterlin’i karşılığında satın alınarak Sicilya’ya getirilebilmiş. Panelin bir yüzünde Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken, öbür tarafında Hz. İsa (Ecce Homo) tasvir edilmiş. Eserin boyutunun küçük olması nedeniyle (16 cm x 11,9 cm) tabletin kişisel dua için yapılmış olduğu düşünülüyor.

Meryem Ana ve Çocuk Fransisken bir rahibi kutsarken
İki-taraflı Tablet
Antonello da Messina (1430-1479)
Ecce Homo
Tabletin diğer yüzünde resmedilen Hz. İsa.
Roma valisi Pontius Pilate dövülmüş, bağlanmış ve kafasında dikenli bir taç olan İsa peygamberi çarmıha gerilmeden hemen önce kalabalık halka göstermiş ve onun için Ecce Homo (İşte İnsan) demiş. Bu tanım daha sonra sanatta
Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki halini
ifade etmek için kullanılmış.


Müzedeki Antonello da Messina’ya ait ikinci eser, Aziz Gregory Poliptiği (Polyptych of St Gregory). Yunanca polu (çok) ve ptychē (katlı, katlamalı) kelimelerinden türetilen poliptik, dört ya da daha fazla parçadan oluşan çoklu panel tablo demek oluyor. Bunların ikili olanlarına diptik, üçlü olanlarına triptik deniliyor. Eser, 1473 yılında Messina’daki Santa Maria Extra Moenia Manastırı’nın kilisesi için yapılmış.

Aziz Gregory Poliptiği (1473)
Antonello da Messina (1430-1479)

Museo Interdisciplinare Regionale’nin gururla sergilediği Caravaggio‘nun (1571-1610) iki eseri, Lazarus’un Dirilişi ve Çobanların Tapınması, sanatçının 1608-1609 yıllarında Sicilya’da geçirdiği dokuz ay sırasında yaptığı eserlerden iki tanesi. Aslen Milano yakınlarındaki Caravaggio köyünde doğan ve bu isimle anılan Michelangelo Merisi (Caravaggio), kariyerini Roma’da sürdürürken 1606 yılında işlediği bir cinayet yüzünden idama mahkum olunca, Roma’dan kaçıyor. 1606-1610 yılları arasında Napoli, Malta ve Sicilya’da saklanıyor. Sicilya’dan sonra, bir af umuduyla, tekrar Napoli’ye dönüyor. Ancak, kısa bir süre sonra, kimi kaynaklara göre frengiden, kimine göre ise bir intikam cinayeti sonucu ölüyor. Floransa’daki Galeria Ufizzi ve Roma’daki çeşitli kilise ve müzelerde gördüğüm eserlerinden tanıdığım Caravaggio sevdiğim bir ressam. Messina’da karşıma çıkması da çok hoşuma gitti. Dev boyuttaki iki eserini de etkileyici buldum.

Lazarus’un Dirilişi
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)
Çobanların Tapınması
Michelangelo Merisi (Caravaggio) (1571-1610)

Messina ile ilgili bir önceki yazımda gece gittiğimiz Fontana di Nettuno‘dan (Neptün Çeşmesi) bahsetmiş ve heykellerin kopya olduklarını, asıllarının bu müzede korumaya alınmış olduklarını belirtmiştim. Ertesi gün, heykellerden ikisini müzede gördük. Çeşmenin ortasında Neptün (Poseidon) tepede dururken, iki yanında iki mitolojik canavar, Scylla ve Carybdis zincirlenmiş olarak duruyorlar. Müzede, Neptün ve Scylla heykelleri sergileniyordu. Diğerinin neden sergilenmediği konusunda bir bilgi yoktu. Belki restorasyonda idi, bilemiyorum. Michelangelo‘nun (1475-1564) öğrencisi, Toskanalı Givanni Angelo Montorsoli (1507-1563) Orion Çeşmesi ‘ni yapmak üzere Messina’ya geldikten birkaç yıl sonra, sipariş aldığı bu ikinci çeşmeyi yapmaya başlamış ve 1557 yılında tamamlamış. Homer‘in Odysseia destanının kahramanı Odysseus, Troia Savaşı‘ndan sonra evi Ithaka‘ya dönüş yolunda, dar bir boğazdan geçerken Scylla ve Charybdis isimli bu iki ölümsüz ve korkunç canavar ile karşılaşır. Sonraları, söz konusu boğazın Messina Boğazı olduğuna inanılmıştır.

Bir gece önce Fontana di Nettuno‘da
gördüğümüz kopya heykeller
Fontana di Nettuno’nun Museo Interdisciplinare
Regionale‘de sergilenen orijinal heykelleri

Müzeden sonra, Messina’nın deniz fenerinin bulunduğu Capo Peloro‘ya (Peloro Burnu) gittik. Burası aynı zamanda adanın İtalya’ya en yakın olduğu nokta. Tıpkı Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı‘nın bulunduğu İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde olduğu gibi, sanki elinizi uzatsanız karşı kıyıya değecekmişsiniz gibi geliyor insana. Sicilya bayrağındaki Triscele sembolünün üç bacağından birisi Peloro Burnu’nu temsil ediyor.

Capo Peloro (Peloro Burnu)
Punta del Faro (Deniz Feneri bölgesi)
Karşıdaki dağlar İtalya

Günlerden cumartesi ve hava çok güzel olunca, Capo Peloro’daki plaj da denize giren yerli halk ile doluydu. Surf yapanlar ve sahilde uçurtma uçuranlarla birlikte çok güzel bir manzara vardı. Sahilde bir yazlık kafede oturduk. Haftasonu tatilinin ve havanın tadını çıkaran İtalyanların o çok sevdiğim yaşamdan keyif alan ve telaşsız hali bize de bulaştı. Sanki gidecek yolumuz yokmuş ve biz de oranın yerlisiymişiz gibi, kendimizi bir süre o rehavete kaptırdık. Ancak, yola da koyulmak gerekiyordu…

Capo Peloro’da denize girenler

Sanırım, Baba (Godfather) filminin sinema tarihinin en iyi ve en ünlü filmlerinden biri kabul edildiğini belirtirsem, abartmış sayılmam… Francis Ford Coppola (1939- ) tarafından çekilmiş olan üç filmlik seri toplam 28 Akademi Ödülü’ne (Oscar) aday gösterildi. Aldığı toplam ödül sayısı 9 oldu. Mario Puzo‘nun (1920-1999) 1969 yılında yazdığı aynı isimli kitaptan uyarlanan film sadece 50 yıl öncenin filmseverlerini değil, nesiller boyunca sinema meraklılarını etkiledi. Mafya babası Don Vito Corleone rolündeki Marlon Brando‘nun ve oğlu Michael Corleone rolünde Al Pacino‘nun performansını bunca sene sonra bile unutmak ne mümkün. İlki 1972 yılında çekilen Baba serisinin senaryosu da romanın yazarı Mario Puzo tarafından yazıldı. İkinci film 1974’te, üçüncü film 1990 yılında çekildi. Seri için dördüncü filmin de çekileceği söylentileri çıktıysa da, sonradan vaz geçildiği söylendi.

Hatırlanacağı üzere, Baba filmi Sicilya’nın Corleone köyünden göç eden New Yorklu bir Mafya ailesinini anlatır. Ailenin soyadı da Corleone’dir zaten. Coppola filmin Sicilya’da geçen bölümlerini çekmek için Corleone köyüne gittiği zaman hayal kırıklığına uğramış. Palermo’ya bağlı olan Corleone aslında adanın batı tarafında, Palermo’nun güneyinde bir yerleşim yeri. Corleone’ye gittiği zaman Coppola’nın burada karşılaştığı modern ve çirkin binalar yönetmenin yaratmak istediği ambiyans için Sicilya’da başka yerler aramasına yol açmış. Palermo’ya çok uzak olmayan Corleone de muhtemelen II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmıştı ve o nedenle konut ihtiyacını gidermek için zevksiz bir takım binalar yapılmıştı.

Baba film serisinin Sicilya’da (Corleone köyünü canlandırmak üzere) çekilen sahneleri aslında üç ayrı yerleşim yerinde çekilmiş. Savoca, Forza d’Agro ve Motta Camastra. Bu köylerin dışında, Castello degli Schiavi (Köleler Şatosu) gibi bazı farklı mekanlar da kullanılmış. Filmin kazandığı başarı, çekim yapılan mekanlara da şöhret ve kazanç getirmiş. Özellikle Savoca, buraya olan turist akını nedeniyle daha uzun süre Baba filminin ekmeğini yiyeceğe benziyor. Biz de Messina’dan Taormina’ya giderken Savoca’ya gittik. Çok kısa bir süre için de Forza d’Agro’ya uğrayabildik.

Savoca‘nın çevresi çalılık veya bodur ağaç olarak
yetişen mürver bitkisi ile dolu

Savoca Messina’ya 42, Taormina’ya ise 21 kilometre uzaklıkta. İki şehrin arasında. Yapacağınız Sicilya gezisinde Messina’ya gitmeseniz bile, Taormina‘dan buraya gelebilirsiniz. Savoca, Orta Çağ’dan kalma bir yerleşim yerinin ambiyansı dışında, etrafındaki bağlar, zeytinlikler ve limon bahçeleri ile son derece pitoresk bir yer. Savoca adının Sicilya dilinde mürver anlamına gelen “savucu” kelimesinden geldiği söyleniyor. Çiçek açma mevsimi olmadığı için biz fark etmedik ama, köyün çevresindeki arazi mürver bitkisi ile doluymuş. İlkbaharda çok güzel bir görüntü olsa gerek. Köyün armasında da mürver dalları var.

Savoca’nın tepesinden aşağıya bakış

Savoca 1134 yılında, daha sonra Sicilya kralı olan, Norman Kont Ruggero II (Roger) tarafından, bir kale olarak kurulmuş. Bir dönem korsanların saldırılarına uğramış. İspanyol yönetimi altında köy zenginleşmiş. Bu arada aristokrat ve burjuva bir sınıf oluşmuş. Köyde bu dönemden kalan malikaneler var. Bunlardan biri köy meydanındaki Palazzo Trimarchi. 1773 yılında yapılmış olan malikhanenin günümüzde giriş katında bulunan Bar Vitelli, Baba filminin bazı sahnelerinin burada çekilmiş olması sebebiyle çok ünlü.

Bar Vitelli
Baba filmi ile ünlenen mekanlardan biri

Savoca’da arabayı ana meydana oldukça yakın bir yerde park ettik. Meydan her milletten turist ile doluydu. Bar Vitelli’nin önündeki bahçede insanlar bir şeyler yiyor içiyordu. Bir dağın tepesinde olan köyden manzara çok güzeldi. Teras gibi düzenlenmiş olan meydanda bir de Coppola’nın anısına buraya konmuş çelik bir heykel vardı. Bu heykel internete Savoca diye girdiğiniz zaman çoğunlukla karşınıza çıkan bir eser. Coppola kamerasının arkasında, sanki o güzelim vadiyi filme alıyormuş gibi canlandırılmış. Savoca’dan Francis Ford Coppola’ya bir vefa borcu karşılığı sanki…

Francis Ford Coppola‘ya (1939- ) Övgü
Sanatçı: Nino Ucchino

Meydanda gezinip, fotoğraf çekerken, turistleri gezdirmek için düzenlenmiş iki tane triportör gördüm. İkisi de gıpgıcırdı. Daha önce böyle bir şeye Küba‘da, Gamaguey‘de, binmiştik. Burada da binmek hoş olur diye düşündüm. Şoföre nereye götürdüklerini ve ne kadar olduğunu sordum. Adam başı sekiz Euro’ya yukarı götürdüğünü söyleyince bindik. Yaptığımız en akıllıca şeylerden biri oldu bu. Yaya olarak köyün üst tarafına çıkmaya çalışanların yanından, onların imrenen bakışları altında, hem de çok eğlenerek geçip, gittik. Bu insanların hepsi yukarıdaki San Nicolò Kilisesi‘ne gidiyor ya da oradan dönüyorlardı. Aziz Nikola’ya (Noel Baba) adanmış bu kilise ilk olarak 13. yüzyılda yapılmış ama, özellikle 1693’teki iki depremde çok hasar almış. Günümüzde görülen ve biraz da kaleyi andıran kilise 18. yüzyılda yapılmış. Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar Savoca’daki işçi halk bu kilisenin çevresine ve önündeki küçük meydana gömülmüş. Meydanın altında bir crypt varmış. Ancak, yukarıdaki tarihi özelliklerin hiçbiri insanların, sıcağa rağmen o zorlu yokuşu çıkıp, buraya akın etmesinin nedeni değil. San Nicolò Kilisesi’nin meşhur olma nedeni, Baba filminde Michael Corleone ile Apollonia’nın düğün sahnesinin burada çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Aperol keyfi…

Adam çok tatlıydı. Bizi San Nicolò Kilisesi’nin biraz yukarısındaki müzenin önündeki terasa götürdü. Manzara çok güzeldi. Terasta masalar ve büfeye dönüştürülmüş bir araba, arabanın içinde de servis yapan bir kadın vardı. Kadın adamın belki eşi, dostu ya da birlikte yardımlaşarak iş yaptığı bir hemşerisi idi.

– Siz şimdi burada dinlenip birer Aperol için. Manzaranın tadını çıkarın. 20 dakika sonra aşağıda, kilisenin önünde buluşalım, dedi.

Dediğini yaptık. İyonya Denizi’ni seyrederek Aperol’lerimizi yudumladık. Bol bol fotoğraf çektik. Aşağıya yürüyüp, kilisenin önüne geldiğimizde sözleştiğimiz saati biraz geçirmiştik ama şoför hiç dert etmememizi söyledi. Hatta kiliseyi rahat rahat gezmemiz için bizi teşvik etti. Zaten çok büyük bir kilise değildi. Gezerken, Baba filmindeki düğün sahnesini hatırlamaya çalıştım. Bir tek kilisenin kapısının önündeki Corleone ailesinin düğün fotoğrafı sahnesi aklıma geldi açıkçası.

San Nicolò Kilisesi ve bizi yukarı götüren triportör
San Nicolò Kilisesi’nin içi

Kiliseyi gezdikten sonra tekrar triportöre binip, aşağıdaki ana meydana döndük. Kendi arabamıza doğru yürürken eşim gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri koştuk. Neyse ki, bizim adam henüz yeni müşteri almamıştı. Orada bekliyordu. Gözlük onun taşıtında çıkmayınca, yukarıdaki büfedeki kadına telefon etti. Evet, gözlük oradaydı.

– Siz bekleyin. Ben gider getiririm, dedi.

Kısa bir bekleyişten sonra gözlüğü getirdi. Kendisine bu hiçbir şey talep etmeden yaptığı iyilik için ayrıca bir 8 Euro verdik. Adam çok teşekkür etti. Karşılıklı iyi niyetlerle ayrıldık.

Bu arada, Savoca’da gezecek başka yerler de olduğunu belirteyim. 1250 yılında yapılmış San Michele Kilisesi, 1130 yılında yapılmış olan köyün ana kilisesi Santa Maria ve eski bir sinagog kalıntısı bunlardan bazıları. Okuduğuma göre, bir de bir Kapuçin Manastırı varmış. 1574 yılında kurulan manastır aristokrat Sicilyalıların eğitim gördüğü önemli merkezlerden biriymiş. Ayrıca bu manastırda, tıpkı Palermo’da gezdiğimiz Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) gibi, asillerin mumyalanıp saklandığı bir yeraltı mezarlığı varmış. Eğer Palermo’da göremediyseniz, burada 367 Sicilyalı aristokratın mumyasını görebilirsiniz.

Forza d’Agro
Baba filminin bazı sahnelerinin çekildiği bir başka köy

Savoca’dan sonra, Baba filminin çekildiği diğer köylerden Forza d’Agro‘ya gittik. Burası, Taormina’ya Savoca’dan da yakın, 420 metre yüksekliği olan bir tepenin üzerine konuşlanmış bir başka Orta Çağ köyü. Oraya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Sokaklarda ve ana meydanda kimsecikler yoktu. Gitmesek de olurmuş diye düşünüyorum. Şöyle bir gezip, (aslında tuvalete gidebilmek için) meydandaki kafede birer kahve içip, Taormina’ya doğru yola çıktık.

Cattedrale di S. Maria Annunziata e Assunta (XV. yy.)
Forza d’Agro

Forza d’Agro ile Taormina arası araba ile aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Ana yoldan ayrıldıktan sonra denizden 250 metre yüksekte bulunan Taormina’ya çıkmak için bugüne kadar gördüğüm en karmaşık viyadükten geçmeniz gerekiyor. Lunaparklardaki hız trenlerinin (roller coaster) parkurlarına benzer keskin viraj ve iniş çıkışları, üstelik de birkaç kez, dolanmanız gerekiyor. Sonra yine çok geniş olmayan bir yoldan yukarı doğru devam ediyorsunuz.

Büyük olasılıkla Orta Çağ’da burada bulunan kaleden (Fortezza d’Agro) geriye kalan kemer Arco Durazzesco ve ardında görünen kilise ve manastır,, Chiesa della SS Trinità e Convento Agostiniano. Kilisenin önündeki meydan da Baba filminin bazı sahneleri için kullanılmış. Solda görünen Bar Eden buraya gelen turistlerin başlıca soluklanma mekanı.

Taormina’ya vardığımızda hava kararmıştı. Araba ile şehre girişimiz biraz stresli oldu. Dar ve tek yönlü olan sokaklarda araba kullanmanın zorluğuna ek olarak, bir de rehavet içinde, biraz da şaşkın şaşkın yürüyen insan kalabalığı ve sürekli arkadan sıkıştıran arabaların verdiği rahatsızlık bizi biraz gerdi. Sonunda, Via Roma, 2 adresindeki otelimiz Villa Paradiso‘yu bulduk. Bagajı boşaltıktan sonra, biraz ilerideki, otel ile anlaşmalı garaja arabamızı bıraktık. Eğer Taormina’ya araba ile gitmeyi düşünüyorsanız, otelinizin otopark koşullarından emin olunuz. Çoğu otelin otopakı veya anlaşmalı bir garajı yok.

Sonunda, otelin en üst katında, kendisine ait özel terası olan, odamıza yerleştik. Doğrusu, yine çok uzun bir gün olmuştu. Böyle olacağı zaten belliydi. O nedenle, o akşam için özel bir restorana rezervasyon yaptırmamıştım. Bir pizzacıya gidip, sonra erkenden yatarız diye düşünmüştük. Yine de internetten bir araştırma yapmış ve sıralamalarda üstte görünen La Napoletanada karar kılmıştık. Ara bir sokakta, küçük bir meydanı kaplayan bu pizzacı inanılmaz kalabalıktı. Mutfak ve garsonlar bir fabrika üretim hattındaymışçasına çalışıyorlardı. Masalar boşalıyor ve sürekli yeni müşteriler oturuyordu. Ancak, burada yediğimiz pizza tüm tatilimiz boyunca Sicilya’da yediğimiz en kötü yemek oldu. Bir kere pizzalar doğru dürüst pişmemişti. Sanırım yoğunluktan yeteri kadar fırında tutulmamışlardı. Ödediğimiz hesap çok makul olmakla beraber, burası gitmenizi önereceğim bir yer değil. Öte yandan, pizza ile içtiğimiz şarap çok özeldi. Başka bir yerde karşınıza çıkarsa içmenizi öneririm. Şarap, güney Sicilya’nın Ragusa vilayetine bağlı Vittoria beldesi sınırları içerisinde yetiştirilen Nero D’Avola ve Frappato üzümleri kullanılarak Donnafugata şaraphanesinde üretilen Donnafugata-Floramundi Cerasuolo di Vittoria DOCG 2018 idi. Cerasuolo di Vittoria Sicilya’nın ilk ve halen tek DOCG etiketli şarabı. Birbirini çok iyi tamamlayan bu iki üzümden Nero D’Avola şaraba derinlik ve gövde katarken, Frappato tazelik, berraklık, aroma ve zarafet veriyor. DOCG (Denominazione di Origine Controllata e Garantita) İtalyan şaraplarının sahip olabileceği en yüksek kalite belgesi. Açılımından da anlaşılabileceği üzere, DOCG damgası bir şişe şarabın üretim yöntemlerinin denetlenerek kontrol edildiğini ve kalitesinin garanti edildiğini ifade ediyor.