Genova‘dan günübirlik gittiğimiz Cinque Terre, Portofino ve Sanremo‘yu beğenme dereceme göre sıralamamı isterseniz, Portofino’yu hiç düşünmeden birinci sıraya koyarım. Çocukluğumdan beri şöhretini duyduğum ama, daha önce hiç gitmediğim Portofino, gerçekten İtalyanların iddia ettikleri gibi, İtalya’nın en şirin ve romantik yerleşim yerlerinden birisi imiş. Düşüncemi belirttikten sonra, bu blogda her zaman yaptığım gibi, “Bana göre” ifadesini eklemeyi ihmal etmeyeceğim. Zira, herkesin zevki farklı, keyif aldığı şeyler farklı. Birilerinin gidip de, “Bu muymuş Portofino? Bu ufacık yer mi?”, deme olasılığı her zaman var. O nedenle ben sadece, gittiğimiz her yer için yaptığım gibi, Portofino’yu ve orada geçirdiğimiz yaklaşık 10 saatte neler yaptığımızı anlatacağım. Sonra artık, karar sizin…
Henüz Cinque Terre’de geçirdiğimiz uzun günün yorgunluğunu atamadan, ertesi gün Genova’dan Portofino’ya doğru yola çıktık. Araba ile Genova’dan Portofino’ya gitmek yaklaşık bir saat sürüyor. Otoyoldan Rapallo sapağından çıkıp, sahile doğru iniliyor. Sahildeki Santa Margherita Ligure, aynı isimli koyun kıyısında, çok güzel bir yerleşim yeri. Geçenlerde tesadüfen, sevdiğim sanatçı Rod Stewart’ın son eşi ile Santa Margherita’da evlendiğini okudum. Gerçekten hoş bir yer. Daha büyük ve kalacak yer seçeneği daha bol bir yer olması nedeniyle, bölgeye gelenlere Portofino yerine burada kalmaları da öneriliyor. Zira, Portofino’da otel fiyatları epeyce yüksek. Sahil boyunca uzanan, bir kısmı ücretsiz olduğu belirtilen plajları da bir tercih nedeni olabilir. Öte yandan, daha ünlü olan Portofino’ya da çok uzak değil. Santa Margherita ile Portofino arası ise, sadece 10-15 dakika.
Portofino’da park yeri bulmak epeyce zor. Bu durumu önceden öğrendiğim için, gitmeden 24 saat açık bir otopark belirlemiştim. Piazza della Liberta 13/A adresindeki bu otopark kapalı bir otopark. Sahil boyunca geldiğiniz yol sizi Portofino’da doğrudan bu meydana getiriyor. Sözünü ettiğim otoparkı karşıda görebiliyorsunuz. Meydanda birkaç tane daha otopark var ama bunlar 24 saat açık değiller ve erken kapanıyorlar. Eğer başka bir otoparkı tercih ederseniz, sonradan problem olmaması için kapanış saatlerini kontrol etmeyi ihmal etmeyin.
O gün, Portofino’da hava çok güzeldi ve mevsime göre inanılmaz bir kalabalık vardı. Ancak, bu kalabalığın bir gün önce Cinque Terre’de içine düştüğümüz kalabalıktan nitelik olarak çok farklı olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Buraya gelen turistler kesinlikle daha paralı ve daha görgülü, bilgili insanlardı. Kara yolunun dışında, sık sık tekneler dolusu insan gelmesine rağmen, çoğu zengince Amerikalılar olan bu turistlerde taşkınlık, gürültü yapma ve benzeri davranış görmedim. Sanırım, Portofino’nun pahalı bir yer olması, genelde dünyanın her yerinde gürültü ve uygunsuz davranışları ile hem yerli halkı hem de gelen diğer ziyaretçileri bezdiren profildeki bazı turistlerin buraya gelmesini bir ölçüde frenliyor.
Küçük bir koyda konuşlanmış olan Portofino, yukarıda belirttiğim gibi, çok şirin ve insanı değişik bir şekilde büyüleyen bir yerleşim yeri. Ancak, tıpkı Venedik’te olduğu gibi, bence asıl akşam olup, kalabalık gidince çok güzel oluyor. Belki yaz aylarında gece de kalabalık olmaya devam ediyor, bilemiyorum.
Portofino, yakınındaki Camogli ve Santa Margherita Ligure ile birlikte, Portofino Bölgesel Doğal Parkı‘nın içinde yer alıyor. 900’den fazla bitki çeşidi ve çok zengin bir hayvan çeşitliliği olan parka, tertemiz suları, mercan kolonileri ve balıklarıyla birlikte deniz de dahil. Bölgenin denizi de özel koruma altında. Cinque Terre’de olduğu gibi, burada da birçok yürüyüş yolu var.
Romalılar döneminde, yunusların limanı demek olan, Portus Delphini ismiyle anılan Portofino, o zamanlar bir balıkçı köyü imiş. 1950’li yıllarda bir turizm merkezi haline gelene kadar da burada halkın ana geçim kaynağı balıkçılık olmuş. Portofino’nun oldukça değişken ve hareketli bir geçmişi var. 1200 ile 1800 yılları arasında epeyce el değiştirmiş. İlk önce Genova Cumhuriyeti‘nin elindeyken, sonra Floransa Cumhuriyeti‘ne ve daha sonra tekrar Genovalılara geçmiş. Bu arada, Fieschi, Spinola, Adorno ve Doria gibi güçlü Genovalı ailelerin nüfuz alanı olmuş. Napolyon döneminde, Genova ile birlikte, Fransa İmparatorluğu topraklarına katılmış. 1814-1815 yıllarında yapılan ve Avrupa’da Napolyon dönemini sonlandıran Viyana Kongresi kapsamında ise, Sardinia Krallığı‘na verilmiş. Savoy Hanedanı‘nın elinde olan Sardinia Krallığı İtalya’nın birleşmesinde öncü olduğu için, 1861 yılında Portofino da doğal olarak, İtalya Krallığı‘na katılmış.
19. yüzyılın sonlarına doğru Britanyalı ve Kuzey Avrupalı aristokrat aileler Portofino’ya tatil için gelmeye başlamışlar. O dönemde Portofino’ya Santa Margherita’dan at arabası ile gelinebiliyormuş. Zaman içinde, bu ailelerden bazıları Portofino’da muhteşem malikhaneler yaptırmaya başlamışlar. 1950’lere gelindiğinde Portofino artık bir balıkçı köyü olmaktan çıkıp, gözde bir turizm noktası haline gelmiş. Hiç şüphesiz, dünya sosyetesinin ve film yıldızlarının bu duruma çok önemli katkıları olmuş. Bu yıldızların arasında Elizabeth Taylor-Richard Burton çiftinin ayrı bir yeri var. Burton, ilk olarak 1964 yılında evlendiği Elizabeth Taylor’a, Portofino’daki Hotel Splendido‘nun mor salkımlı terasında evlenme teklifi yapmış. Çift, 1960’lar boyunca Portofino’ya gelmeye ve bu otelde kalmaya devam etmiş. Bir rivayete göre, Elizabeth Taylor’un en sevdiği yemek, domates soslu spaghetti imiş. Onun anısına, günümüzde Hotel Splendido’nun restoranının menüsünde Spaghetti alla Elizabeth Taylor var.
Portofino’nun dünya çapında tanınır olmasına bir diğer sebep de, ünlü “I Found My Love In Portofino” şarkısı olsa gerek. İlk olarak 1958 yılında Ferdinando Buscaglione tarafından seslendirilen (kendisi aynı zamanda şarkının bestecisi) bu şarkı sayesinde o dönem, İtalya’da Portofino adında bir yer olduğunu batı dünyasında bilmeyen kalmadı herhalde. Sonradan bu şarkı Dalida’dan başlamak üzere, sayısız şarkıcı tarafından, günümüze kadar söylendi. Hala söyleniyor.
Portofino’nun kalbi sahildeki, kısaca La Piazetta olarak anılan, Piazza Martiri Dell’Olivetta meydanında atıyor diyebiliriz. Arabaların park edildiği Piazza della Liberta’dan aşağı yukarı denize doğru 200 metre uzaklıkta olan bu meydan, lüks yatların ve teknelerin demirlediği limanın kıyısında, hoş bir alan. Buraya ve sahildeki dar ara sokaklara araba ile gidilemiyor. Hem buraya açılan sokağın üstündeki hem de meydandaki lüks markaların dükkanları, sanat galerileri, butikler ve şık kafe ve restoranlar Portofino’nun hangi gelir grubundan gezginleri hedeflediği konusunda daha ilk anda size ip ucu veriyor. Meydanı üç taraftan çevreleyen, renk renk boyanmış binalar buraya ayrı bir sevimlilik katıyor. Bazı binaların dış boyalarında, Liguria’da çok sevilen ve Genova’da da sık sık rastlanılan, trompe-l’œil (göz yanılsaması) tekniği kullanılmış.
Günü birlik gittiğimiz Portofino’da neler yapacağımızı her zamanki gibi önceden planlamıştım. Önce, meydandaki ünlü Bar Mariuccia‘da oturup, bir yandan geleni geçeni ve kıyıya yanaşan teknelerden inen insanları izledik, bir yandan da birer Affogato al Caffe yedik. Çok güzeldi. Günün ilerleyen saatlerinde, meydanda Bar Mariuccia’ya komşu olan mekanda da (Bar Morena) birer tane yedik ama, bu tat kesinlikle yoktu. Öte yandan, Starbucks‘ın Affogato kahvesinin de Affogato al Caffe ile bence uzaktan yakından bir ilgisi yok. Nasıl ki İtalyanlar, Amerikan zincir restoranlarının pizza’yı dünyaya yanlış tanıttığından yakınıyorlarsa, kanımca aynı şey Affogato için de geçerli. Bir tatlı türü olarak kabul edilen Affogato İtalya’da, bir top kaymak veya vanilya dondurmanın üzerine bir ölçü sıcak espresso kahvenin dökülmesi ya da daha doğru bir ifade ile, dondurmanın kahve ile “boğulması” (İtalyanca affogare fiili) şeklinde yapılıyor. Bazı durumlarda buna bir şot viski, rom veya çeşitli likörler de eklenebiliyor.
Portofino’nun bazı, yukarıdan çekilmiş, ikonik manzara fotoğrafları vardır. Eğer siz de hem Portofino’yu böyle yukarıdan görmek hem de gitmişken birkaç fotoğraf çekmek isterseniz, bunun için en iyi yer, tepede göreceğiniz Castello Brown (Brown Kalesi) olacaktır. La Piazzetta’nın Bar Mariuccia’nın karşı tarafına düşen köşesinde Castello Brown veya Chiesa di San Giorgio (San Giorgio Kilisesi) tabelası göreceksiniz. Buradan yukarı doğru uzanan taş döşeli yol, önce evlerin arasından, sonra tarihi zengin malikanelerinin yüksek duvarlarının arasından ve zaman zaman da ağaçlık alanların, bahçelerin yanından geçerek, yukarı kadar gidiyor. Bazı yerler yokuş olsa da, insanı çok zorlamayan, hoş bir yürüyüş yolu burası. Bir süre sonra sağ tarafta San Giorgio Kilisesi’ni görüyorsunuz. Biz kiliseyi dönüşte gezmek üzere, kaleye doğru yolumuza devam ettik.
Castello Brown hakkında ilk okuduğum zaman, İtalya’da bir kalenin isminin İngilizce olmasını çok yadırgadım. Aklıma, Anglosakson kültür emperyalizminden tutun da ucuz turistik numaralara kadar her şey geldi. Gerçi, bu düşüncelerimin hiçbirini iyi kötü tanıdığımı düşündüğüm İtalyanlarla bağdaştıramadım. Benim bildiğim, İtalyanlar bu tür şeylere pabuç bırakmazlardı. Biraz daha araştırınca, gerçeğe ulaştım.
Tarihte Castello Brown’dan ilk olarak 1425 yılında söz edilmiş. Bu tarihte, 1421 yılına kadar Genova Dükü olan Tomaso Fregoso, Milano Dükü Filippo Maria Visconti’ye karşı savaşarak, Portofino kalesini kişisel olarak ele geçirmiş. O tarihe kadar kale, Milanolu Visconti hanedanının elinde imiş. 1430 yılında kale Genova Cumhuriyeti’ne geçmiş. Stratejik konumu nedeniyle çeşitli dönemlerde birçok kuşatma ve saldırı yaşamış. 1500’lerin başlarında kale güçlendirilmiş ve topların yerleştirildiği yuvarlak kulesi yapılmış. 1542 yılında Genova Senatosu İspanya Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’ın (Şarlken) mimarı Gian Maria Olgiati’yi kalenin savunma sisteminin modernizasyonu için görevlendirmiş. Çalışmalar 1557 yılında tamamlanmış. 1797 yılında, tüm Liguria ile birlikte Portofino da Napolyon ordularının eline geçince, kaleye Fransız askerleri yerleşmiş. Napolyon bizzat kendisi, Portofino koyunun adını Porto Napoleone olarak değiştirmiş ancak, kale İngilizlerin saldırılarına karşı koyamamış. 1814-1815 Viyana Kongresi’nden sonra Portofino da önce Sardinia Krallığı’na, sonra 1861’de Birleşik İtalya Krallığı’na geçince, kale 1867 yılında askeri olarak tamamen boşaltılmış. Terk edilen kalenin talihi, yapıyı denizden gören ve hayran olan İngiliz Konsolosu Montegue Yeats Brown‘un burayı 7000 lirete satın alması ile değişmiş. Konsolos kaleyi, tarihi dokusunu mümkün olduğunca bozmadan bir rezidansa dönüştürmüş ve burada yaşamış. Kalenin Brown adını alması bu nedenle olmuş. Kalenin son sahibi, bir başka İngiliz, John Baber olmuş. 1961 yılında kaleyi Portofino Belediyesi satın almış ve müze yapmış. Günümüzde burası hem bir müze hem de düğün ve benzeri organizasyonlar için kiralanabilen bir mekan.
Kalenin bahçesi güller ve çiçeklerle donatılmış. Bir zamanlar kaleyi denizden ve karadan gelecek saldırılara karşı korumak için topların konulduğu alan, Konsolos Brown tarafından harika bir terasa dönüştürülmüş. Portofino’nun işte o en güzel fotoğraflarını bu terastan çekebilirsiniz. Özellikle bir nokta var ki, herkes burada fotoğraf çekmek ya da çektirmek için sıra bekliyor.
Gezdikten sonra, kalenin bahçesinde birer yorgunluk espresso’su içmeyi ihmal etmedik. Ama yürüyüş rotamız henüz sona ermiş değildi. Kaleden ileriye doğru yürüyünce, yarımadanın ucundaki tepede bulunan deniz fenerine gitmeyi de ihmal etmemek lazım. 9-10 dakikalık bir yürüyüş uzaklığında olan deniz fenerine giden yol için, kalenin çıkışında sola doğru ve ileriye yürümeniz gerekiyor. Kalenin girişindeki biletçiye sorarsanız, size tarif edecektir. Deniz fenerinin dibinde, manzarası da harika olan bir bar var. Şansımız varmış ki, bir boş masa bulduk ve manzaranın tadını birer kadeh Bertani şaraphanesinin Corvina-Rondinella-Molinara üzümlerinden yaptığı Amarone della Valpolicello DOCG 2019 şarabı ile çıkardık.
Dönüşte, aşağı inerken, San Giorgio Kilisesi’ne uğramayı ihmal etmedik ama, kilise kapalıydı. Kilisenin kapısı ilgimi çekti. Kilisenin yanındaki mezarlık kısmının kapısını açık bulunca içeri girdik. Buradaki Hristiyan mezarlığında bir Yahudi mezarının olması daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeydi. Mezarların arasında dolaşırken karşıma çıkan bir başka mezar taşı da sürpriz oldu benim için. Günümüzde İtalya’nın en büyük yayınevi olan Mondadori Yayınları‘nın (1907) kurucusu Arnoldo Mondadori de (1889-1971) burada gömülüydü.
Akşam yemeği için meydandaki Ristorante Puny‘de yer ayırtmıştım. Aslında bütün Portofino gezimizi, hava durumuna ek olarak, bu restorana göre ayarladık diyebilirim çünkü, Ristorante Puny perşembe günleri kapalı. 1853 yılından beri faaliyet gösteren Puny, yerel halkın ve ünlülerin tercih ettiği bir restoran. (Bu ünlülerin arasında Silvio Berlusconi de varmış). Geleneksel Liguria mutfağının sunulduğu belirtilen Puny’e saat 19:30 için yer ayırtmıştım. Genova’ya dönüş için geç kalmayalım diye, restoranın arka tarafındaki Chiesa del Divo Martino‘nun saati haber veren çanı tam sustuğu an biz de Puny’den içeri girdik. İtalyanların akşam yemeği saati olarak henüz erken olduğu için, restoran önce boştu ama sonra, masalar yerli ve yabancı müşterilerle doldu. Yemekte, kendi hazırladıkları özel pesto ve domates soslu Pappardelle Portofino, ardından biberiye ve limonla pişirilmiş kılıç balığı çok güzeldi. Yanında bu kez, Imperia’nın kuzeyindeki Pontedassio’da yerleşik Laura Aschero şaraphanesinin Pigato üzümünden yaptığı Riviera Ligure di Ponente DOC 2022 şarabını denedik.
Dönüşte, tam Genova’ya girerken, navigasyonun azizliğine uğradık ve yolları karıştırdık. Bir 15 dakikamız, karanlıkta yolları çıkarmaya çalışmak ve gereksiz yere tekrar otoyola girip, çıkmakla geçti ama, sonunda otele vardık.