Milano (1): Leonardo da Vinci’nin İzinde (1)…

Her sonbahar yaptığımız İtalya gezimizi bu sene 15-20 Ekim tarihleri arasında Milano’ya yaptık. Bu yıl neden Milano’yu seçtiğimizi bir başka yazımda yazacağım. Birçok insanın görülecek pek bir şey yok demesine karşın, Milano’da görülecek çok şey var. Bu nedenle Milano birden çok yazıyı hak ediyor. Dolu dolu gezmemize ve 4 gün içinde toplam 47 kilometre yol yürümemize rağmen, görmek isteyip de vakit bulamadığımız bir sürü yer kaldı.

Milano’yu diğer İtalya şehirlerine kıyasla çekici bulmayanlar çoktur. Evet, burası bir Roma değildir örneğin. Adım başı meydanlarında gösterişli heykeller, çeşmeler yoktur. Ancak bu, tarihi eserler ve güzellikler açısından çorak olmasından dolayı değildir. İtalya’nın kuzeybatısındaki Lombardiya bölgesinin başşehri Milano’da zenginlikleri gözler önüne sermek değil, saklı tutma kültürü vardır. Merak ediyorsanız arar bulursunuz. Gördüklerinize sadece hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda Milano’nun sadece bir finans, endüstri ve moda merkezi olduğu klişesinin ne kadar basma kalıp bir değerlendirme olduğunu da anlarsınız.

Leonardo da Vinci’nin Milano’daki Piazza della Scala meydanındaki heykeli. 1872 yılında Pietro Magni tarafından yapılmış. Heykelin alt tarafında, sanatçı ve bilim adamı Leonardo da Vinci’nin dört öğrencisi de canlandırılmış.

Milano, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca pek çok istilaya uğramış. M.Ö. 3000 yılına kadar giden bu zengin tarihi de bir başka yazıma bırakıyorum. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetineceğim; Milano’nun İtalya tarihindeki yeri ve sanata olan katkısı Floransa’dan geride değildir. Floransa’da Medici ailesi varsa, Milano’da da ünlü Sforza ailesi vardır. Sforza’lar da zamanın ünlü düşünür, bilim adamı ve sanatçılarını şehirlerine davet ederek veya korumaları altına alarak Rönesans’a katkıda bulunmuşlardır. Bu kişilerin arasında şüphesiz en ünlüsü Leonardo da Vinci’dir. O hem eşsiz bir sanatçı hem de, giderek kabul gören bir görüşe göre, yorulmak bilmeyen bir bilim adamıdır. Evet, o aslında Toskanalıdır. Adı üstünde, Floransa’ya yakın Vinci’dendir. Ama, ömrünün 20 yıla yakın bir dönemini Milano’da geçirmiştir. O, Floransalı olduğu kadar Milanoludur aynı zamanda…

Mucizeler yaratmak istiyorum

Böyle yazmış Leonardo da Vinci üç numaralı defterinde (Quaderni III). Çok küçük yaşlardan beri doğa ile ilgili her şeye ilgi duymuş. Bu merakı onun, çok usta olduğu resim sanatında dönemin diğer ünlü sanatçılarından daha az eser yaratmasına neden olmuş. Çünkü sorgulayıcı aklı onun anatomiden, mühendisliğe, mimarlığa, perspektife, felsefeye, jeolojiye, hidrolojiye ve astronomiye kadar her alanda düşünmesine, deney yapmasına ve icatlarda bulunmasına yol açmış. Geride bıraktığı çizimlerden, yaygın bir görüşe göre ilk olarak 1608 yılında Hans  Lippershey tarafından icat edildiği kabul edilen teleskopu, ondan 100 yıl önce düşündüğü anlaşılıyor. Yine benzer bir şekilde, güneşin hareket etmediğini Galileo’dan çok önce defterine yazmış. O dönemde kafirlik olarak görülmesine ve yasaklanmış olmasına rağmen, önce domuz ve öküz cesetleri sonra insan kadavraları üzerinde yaptığı çalışmalar onun optik, insan organlarının işleyişi, kalp ve kan dolaşımı üzerine önemli ve o güne kadar bilinmeyen keşiflerde bulunmasını sağlamış. Örneğin, el yazmalarının incelenmesi sonucu bugün artık, kalbin vücuda kan pompaladığını William Harvey’den önce keşfettiği de biliniyor. Harvey’in bu buluşu 1616 yılına tarihlenirken, Leonardo’nun bu konuda çalışmalarına 1507 yılından itibaren başladığı belirtiliyor. Leonardo ile ilgili bir başka şaşırtıcı bulgu da günümüzden yüzlerce sene önce kolesterolden söz etmiş olması. Bunlar sadece birkaç örnek. Optik, beyin ve üreme üzerine daha pek çok yazısı ve çizimleri var. Yazma eserlerinin kabaca sadece dörtte birinin günümüze ulaştığı (yaklaşık 7000 sayfa) düşünülürse, bizim bilmediğimiz daha pek çok keşif yapmış olması kuvvetle muhtemel.

Size de olur mu bilmem, belli dönemlerde bazı konulara ya da kişilere özel bir ilgi duymuşumdur. O zamanlarda ilgilendiğim konu ile ilgili ne bulursam okurum. Bundan 13-14 sene önce de Leonardo da Vinci ilgi alanıma girdi. Onun hakkında birçok kitap okudum. Bunların içinde özellikle iki tanesini çok beğendim. Michael White’ın yazdığı “Leonardo- The First Scientist” kitabı onun daha çok mühendislik ve fen alanındaki araştırma ve buluşlarına odaklanırken, kendisi de bir doktor ve akademisyen olan Sherwin B. Nuland’ın “Leonardo da Vinci” kitabında tıp alanındaki çalışmalarına yer verilmiş.

Leonardo da Vinci’ye duyduğum bu ilgi nedeniyle Milano’ya gitmeden önce bu gezimizde onun izini sürmeye karar vermiştim. Sanırım daha önce de bir yerlerde yazmıştım. Gittiğimiz yerleri, ilgi ve merakıma göre, belli bir temaya göre gezmeyi severim. Bazen, Barselona’da olduğu gibi, birden fazla tema da olabilir. O zaman, her bir tema için ayrı bir yazı yazmayı daha uygun buluyorum. Bu düşünceden yola çıkarak, Barselona anılarımı da beş ayrı yazıda toplamıştım.

Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 tarihinde, saat akşam 10:30’da dünyaya gelmiş. Doğum tarihinin bu kadar kesin olarak bilinmesi, gayri meşru bir bebek olmasına karşın, doğan ilk torunundan son derece gurur duyan büyükbabası sayesinde olmuş. Babası, Piero da Vinci, ailenin kendisinden önceki birkaç kuşak erkeklerinin olduğu gibi, notermiş. Çok güzel bir kadın olan annesi Caterina ise, muhtemelen ailenin hizmetlilerinden birisi olan bir köylü kızı. Ailenin soyadı, Floransa’ya bağlı Vinci’den olduklarını işaret ediyor ama, Leonardo’nun oradan çok uzak olmayan Anchiano’da doğduğu düşünülüyor. Kaç yıl olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmasa da, uzmanlar onun ilk birkaç yılında annesi ile yaşadığı konusunda hemfikir. Kimi iki yaşına kadar kimi beş yaşına kadar diyor. Ancak, daha sonra Leonardo babası tarafından kendi evine alınmış ve nüfusuna geçirilmiş. Annesi köyden bir başkası ile evlendirilmiş. Annesinin suçu gibi görünmese de, Leonardo annesinin kendisini bıraktığını düşünerek, onu hayatı boyunca hiç affetmemiş. Aralarında Sigmund Freud da olan bazı akademisyen ve biyografi yazarları, Leonardo’nun eşcinsel olmasını annesi ile çok yoğun geçen ilk birkaç yıldan sonra ondan koparılmasına bağlıyorlar. Oysa, kariyer hedefleri olan babasının annesi ile evlenmesi zaten söz konusu değilmiş. Daha sonra dört kez evlenen Piero da Vinci’nin yedi tane oğlu daha olmuş. Yıllar sonra Leonardo, hem babasından kalan miras payı hem de kendisini çok seven ve çocukken çok ilgilenen amcasının kendisine tamamını bıraktığı mal varlığı için çok çetin bir hukuksal mücadele vermek zorunda kalmış. 23 Nisan 1519 tarihinde ölmeden önce hazırlattığı vasiyeti ile tüm bu mal varlığını ve Floransa’daki banka hesabında bulunan yüklü miktardaki parayı yine kardeşlerine bırakmış.

Leonardo da Vinci’nin döneminde, şayet aristokrat ya da köylü sınıfına mensup iseniz hiçbir sorun yaratmayan gayri meşru olma durumu, orta sınıf ve yükselen burjuva sınıfı arasında şiddetle kınanıyormuş. Kimi Papalar gayri meşru çocuklarını kardinal mertebesine dahi yükseltebilirken ya da gayri meşru doğan asiller prens bile olabilirken, orta sınıfa doğan bu çocuklar pek çok haktan mahrum bırakılırlarmış. Bunların başında, üniversiteye gitme yasağı ve dolayısı ile hukuk, tıp gibi saygın mesleklere girme yasağı bulunuyormuş. Leonardo da bu yüzden resmi bir eğitim alamamış. O nedenle yazılarında sıkça kendisinin “okumamış” olduğundan söz ediyormuş. Üniversiteye gidemeyişine ömrü boyunca üzülen Leonardo, sonsuz merak ve öğrenme arzusunu kendisi araştırarak, deney yaparak ve okuyarak gidermeye çalışmış. Bazı kaynaklar onun diğer kardeşleri ile birlikte resmi eğitim aldığını ve üniversiteye gitmiş olabileceğini söyleseler de, buna itiraz eden uzmanlar var. Onlara göre, eğer bir eğitim almış olsaydı,  sol eliyle yazıyor olmasının mutlaka düzeltileceğini belirtiyorlar. Bundan da öte, Leonardo da Vinci’nin klasik dillere (Yunanca ve Latince) çok hakim olmadığı da biliniyor. Bu dillerde ve Arapça yazılmış eski eserlere ihtiyaç duyduğu zaman İtalyanca çevirilerini okuduğu söyleniyor.

Andrea del Verrocchio (1435-1488)-Otoportre, Uffizi, Floransa
Leonardo da Vinci’nin ünlü hocası

Tüm olumsuzluklara rağmen, Leonardo dönemin benzer durumdaki diğer çocuklarına göre ayrıcalıklı sayılabilir. Babasının evine alınmış olması, büyükannesi, kendi çocuğu olmayan babasının ilk eşi ve amcası tarafından sevilip kendisine ilk eğitimin verilmiş olması onun açısından önemli. Ama şüphesiz onun için en büyük şans, babasının onu 14 yaşında iken Floransa’da büyük bir atölyesi olan Andrea del Verrocchio ustanın yanına vermiş olması. Verrocchio, bu genç çocuktaki potansiyeli hemen fark etmiş. Kendisinin de resim ve heykel dışında çeşitli tasarım , metal eşya ve müzik aletleri üretimi ile ilgilenmesi, Leonardo’nun atölyedeki diğer genç çıraklarla birlikte özgür bir eğitim almasını ve yaratma süreçlerine katılmasını mümkün kılmış. Bu dönemde ve tüm gençliği boyunca, görmeye alışık olduğumuz yaşlılık halinin aksine, genç sanatçı olağandışı bir güzelliğe sahipmiş. Kendi çağdaşı kaynakların da doğruladığı bu özelliğinin yanında, o zamanlar giyimine de son derece düşkünmüş. Sıra dışı kısalıkta tunikler giyer, sakalını uzatırmış. Müziğe son derece meraklı olan genç Leonardo’nun sesi de çok güzelmiş. Nota okuyabildiği gibi, defterlerinde görüldüğü üzere, besteler de yapıyor ve lir çalıyormuş. Bunun yanında, bazı kendi icat ettiği müzik aletlerinin çizimleri de günümüze ulaşmış.

Leonardo da Vinci’nin on yıldan fazla bir süre Verrocchio’nun yanında kaldıktan sonra, 1478 yılında bağımsız bir sanatçı olarak hayata atıldığı düşünülüyor. Dönem, Lorenzo Medici’nin dönemidir. Bilindiği gibi, Medici ailesi sanatçıların hamisi bir ailedir. Ancak, Lorenzo Medici entelektüel olmakla beraber, aynı zamanda çok elitist bir insandır. Klasik anlamda bir eğitim almamış olan Leonardo da Vinci’yi küçük görür. Ondan çok daha az yetenekli sanatçılara kol kanat gerip siparişler verirken, Leonardo’yu görmezden gelir. Genç sanatçı bunun üzerine Floransa’dan ayrılmaya karar verir.

Çeşitli kaynaklarda çeşitli konularda farklı bilgiler olsa da, Leonardo’nun Milano’ya geliş tarihinin 1482 yılı başları olduğu konusunda  fikir birliği bulunuyor. Kimilerine göre, Lorenzo Medici tarafından Sforza’lara bir jest olarak müzisyen kimliği ile gönderiliyor. Ancak, bu görüşe katılmayanlar çoğunlukta. Zira, Leonardo da Vinci ne kadar istemiş olsa da, Ludovico Sforza’nın sarayına hak ettiği şekilde adım atması Milano’ya gelir gelmez gerçekleşmiyor. Da Vinci Milano’ya geldikten sonra en az iki yıl, herhangi bir hamisi olmadan, serbest bir sanatçı olarak yaşamak zorunda kalıyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
Louvre Müzesi, Paris
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Leonardo da Vinci’nin Louvre Müzesi’nde bulunan bu tablosunun Londra’daki aynı isimli tablodan daha önce, 1483-1486 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor. Tamamının Leonardo tarafından yapıldığı tespit edilen bu tabloyu sanatçının gizlice sattığı ve asıl sipariş için daha sonra günümüzde Londra’da sergilenen tabloyu yaptığı belirtiliyor.

Bu dönemde Leonardo, aynı evi paylaştığı sanatçı Preda kardeşlerle iş birliği yapıyor. Bu çerçevede, San Francesco Grande kilisesinin altarı için üçlü bir resim yapmak üzere bir sipariş alıyorlar. Ortalama yetenekleri olan Preda kardeşler Leonardo’nun değerini anlamakta gecikmedikleri için, üçlünün ortasında yer alacak en önemli resmin sorumluluğunu ona veriyorlar. Günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Kayalıklar Bakiresi (Virgin of the Rocks) tablosu bu şekilde yapılmış oluyor. Gerçi tablo, ne renkler ne kompozisyon olarak verilen siparişin şartnamesine uymuyor ama, Leonardo da Vinci özgürce yaptığı bu tablo sayesinde Ludovico Sforza’nın dikkatini çekiyor. Sforza’nın son sevgilisi, güzeller güzeli Cecilia Gallerani’nin tablosunu yapmak üzere bir sipariş almayı başarıyor. 1480’lerin ortalarına denk gelen bu zamandan sonra Leonardo artık Milano’nun saygın bir sanatçısı olarak kabul edilmeye başlanıyor. Sarayın kapıları ona açılırken, Dük için hem çok değer verdiği mimari ve mühendislik projeleri, savaş araçları, makinalar ve Dükün dillere destan davetleri için dev oyuncaklar tasarlıyor hem de bir sanatçı olarak eserler üretiyor. Anatomi çalışmaları ise, tüm zorluklara karşın, hep devam ediyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
National Gallery, Londra
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Louvre müzesindekinden 8 cm. kısa olan bu tablonun yapılışı 1508 öncesi olarak tarihleniyor. Uzmanlar, bu tablonun bir bölümünün sanatçının öğrencileri tarafından yapıldığını düşünüyorlar. San Francesco Grande kilisesinin siparişi üzerine teslim edilen bu tablo daha sonra,
1780’li yıllarda papazlar tarafından satılmış.

Leonardo da Vinci’nin Milano’da izini sürmeye nereden başlamalı diye düşündükten sonra, önce kendisine Ludovico Sforza tarafından 1498 yılında hediye edilen evine ve üzüm bağına gitmeye karar verdim. Burası aynı zamanda, o muhteşem “Son Akşam Yemeği” duvar resminin bulunduğu Santa Maria delle Grazie kilisesinin karşısında bulunuyor. Kaldığımız Hotel Manzoni’den oraya rahat bir yürüyüş ile 35-40 dakikada gittik. Bir şehri görmek için en iyi yöntem, mümkün olduğunca yürümek.  Yol üstünde, daha sonra gezeceğimiz Sforza Kalesi’nin de önünden geçtik.

Erminli Kadın-Leonardo da Vinci
Krakow Ulusal Müzesi
Ludovico Sforza’nın sevgilisi Cecilia Gallerani’nin resmedildiği bu tablo 1489 yılı civarına tarihleniyor. Gallerani’nin kucağında tuttuğu Erminin (Türkçede bu hayvana kakım da deniyor) sanatçı tarafından, “Beyaz Kakım” takma adı ile de anılan, Dük Ludovico Sforza’yı çağrıştırmasının amaçlandığı düşünülüyor.

O zamanlar boş arazi olan bu bölgede Dük kendisine sadık çevresi için yeni bir yerleşim yeri yaptırmayı düşünüyormuş. Saraya yakın Attelani ailesi ile birlikte Leonardo’ya da burada bir ev ve üzüm bağı vermiş. Amacı, hem o sırada Son Akşam yemeği üzerine çalışan Leonardo da Vinci’ye işine yakın olma kolaylığını sağlamak hem de, ailesinin Toskana’da üzüm bağları olduğu için, memleketine olan özlemini hafifletmekmiş. Gerçekten de, Leonardo bu evde kaldığı sürece, canı istediği zaman, gece geç vakit bile olsa, karşıya geçip duvar resmi üzerinde çalışma olanağı bulmuş. Üzüm bağı ile ise özel olarak kendisi ilgilenmiş. Fideleri kendisi dikip aşılamış.

Leonardo da Vinci’nin yaşadığı Casa degli Atellani.
Üzüm bağı evin arka bahçesinde.

İlk halinde toplam 800 metre karelik bir alana yayılan bağın önemli bir bölümünün üstünde günümüzde, yüzyıllar içinde yapılmış, binalar, kiliseler ve manastırlar var. Bağ, Casa degli Atellani’nin (Atellanilerin Evi) bahçesinin alt ucunda yer alıyor. Dük aslında Atellani ailesine burada iki ev vermiş. Bağın yanındaki bu evde Leonardo’nun kalmasına izin verildiği anlaşılıyor. Üzüm bağı, Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölünce, vasiyeti üzerine sadık hizmetkarı olan Giovanbattista Villani ve öğrencilerinden Giacomo Caprotti arasında paylaştırılmış.

Evin bir bölümünde halen oturanlar var

Casa degli Atellani iki avlulu bir yapı. Birinci avlunun çevresindeki binalarda  günümüzde oturanlar var. Hemen yanındaki avlunun Leonardo dönemindeki haline çok yakın olduğu belirtiliyor. Buradan girilen Casa Atellani ise tam anlamıyla öyle değil. Evin yüzyıllar içinde el değiştirmesi ile birlikte çok sayıda farklı süslemeler ve değişiklikler yapılmış.  Ancak, bunlar olumsuz değil, olumlu değişiklikler olmuş. Bunların içinde özellikle Zodiak Salonu’nun süslemeleri olağanüstü güzel. Bir başka salonda ise, Lombardiyalı ressam Bernardino Luini’nin  (1480-1532) yaptığı Sforza ailesinin fertlerinin portrelerini görebilirsiniz.

Zodiak Salonu
Bernardino Luini tarafından yapılan Sforza ailesinin portreleri

Üzüm bağını, beş yüz yıl boyunca yapılan binaların istilası, yangınlar ve bombalamalardan gördüğü tahribattan 2015 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir proje kurtarmış. Daha önce, 1920 yılında da mimar Portaluppi yaptığı bir proje ile bağın günümüze ulaşmasını sağlamış. Bağ, evin içinden çıkılan arka bahçenin en uç bölümünde bulunuyor. Elbette orijinal bağın çok küçük bir bölümü burası. Ancak, işin sevindirici yanı, botanik arkeologlarının yaptıkları çalışmalar sonucu, Leonardo’nun buraya diktiği orijinal üzüm fidelerinin cinsinin saptanabilmiş olması. Buna göre bağda şimdi, 500 yıl önce olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi üzüm yetiştiriliyor. Farklı cins üzüm fidelerinin aşılanması ile elde edilen bu üzümün kökeninin, Candia isminin bir zamanlar orası için kullanılıyor olması nedeniyle, Girit olduğu belirtiliyor. Söz konusu üzümlerden, şeker ve alkol oranı yüksek, son derece aromatik ve güzel şaraplar üretiliyor.

Casa degli Atellani
Leonardo’nun Bağı evin arka bahçesinin alt tarafında

Daha önce belirttiğim gibi, Leonardo’nun ünlü Son Akşam Yemeği duvar resminin bulunduğu kilise, evinin ve bağının karşı kaldırımında yer alıyor. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; kilise her daim açık. İstediğiniz zaman gezebilirsiniz. Ancak, Son Akşam Yemeği duvar resmini görebilmeniz için çok önceden bilet almanız gerekiyor. Biletler saat randevulu ve yaklaşık altı hafta önce tükeniyor. Ben erken davrandığımı düşünerek, aşağı yukarı bir hafta önce harekete geçtiğimde bu acı gerçek ile karşılaştım. Tahmin edebileceğiniz gibi, önce çok üzüldüm. Ne de olsa, gitmek için Milano’yu seçmemizin en önemli nedenlerinden birini kaçırmış olacaktık. Ama, işin peşini bırakmamaya karar verdim. Günlük turlar için araştırma yaptım ve GetYourGuide uygulamasından hem Sforza Kale’sini hem de Son Akşam Yemeği’ni kapsayan bir tur buldum. Çok da memnun kaldık. Rehberimiz çok iyiydi. Hatta bizi, programda olmayan San Maurizio al Monastero Maggiore kilisesine de götürerek Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonraki dönemde yaşamış olan Lombardiyalı ressamları nasıl etkilediğini de uzun uzun anlattı. Şayet siz de kendiniz çok önceden bilet almayı unutursanız, yer bulma olasılığı daha yüksek olan günü birlik turları deneyebilirsiniz.

Üzümler bir zamanlar olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi

Santa Maria delle Grazie kilisesi ilk olarak, mimar Guiniforte Solari’nin tasarımı ile, 1463 yılında yapılmaya başlanmış. Kilise 1490 yılında bitmiş. İki yıl sonra, 1492 yılında, Milano Dükü Ludovico Sforza (nam-ı diğer Il Moro), Leonardo da Vinci’nin de dostu olan Bramante’den burayı bir aile mozolesine çevirmesini istemiş. Hayali, buranın Sforza ailesinin görkemli bir mozolesi olması imiş. Bramante bunun için, Solari’nin yaptığı apsisi yıkarak yerine Rönesans stili bir apsis inşa etmiş. Ancak, 1499 yılında Milano’nun Fransızların saldırısına uğraması ve Ludovico’nun iktidarını kaybetmesinden sonra, 1500 yılından itibaren kiliseyi ellerinde bulunduran Dominiken rahipler burayı sanat eserleri ile dekore etmeye devam etmişler. 1558 yılında Engizisyon Mahkemesi de buraya taşınmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1943 yılında) bombalanan kilise çok ağır hasar görmüş.

Santa Maria delle Grazie
Kilisenin, Bramante’nin yıkarak yeniden yaptığı
apsisinin dışarıdan görünümü
Santa Maria delle Grazie kilisesinin günümüzdeki ve
İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanmış hali

Yukarda belirttiğim gibi, Son Akşam Yemeği’ni görebilmek için, almış olduğunuz bilete göre, tam vaktinde kapının girişinde olmanız gerekiyor. Duvar resminin bulunduğu salon aslında bir zamanlar manastırın genel yemekhane salonu imiş. İçeriye sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor. Yanılmıyorsam, maksimum yirmi kişi. Ama, salona doğrudan giremiyorsunuz. Önce otomatik bir cam kapıdan bir ara bölüme giriyorsunuz. Arkanızdan kapı kapanıyor. Bir süre burada bekledikten sonra, yine otomatik cam bir kapıdan salona giriyorsunuz. Tüm bu önlemler, salonun nem ve toz seviyesini kontrol altında tutabilmek içinmiş. İçeride 15 dakikadan fazla kalamıyorsunuz. Yapılan anons ile dışarı çıkmak zorundasınız.

Kilisenin içi

Salona girerken nefesimi tuttum. Çok heyecan verici idi. İçerisi oldukça loş. Son Akşam Yemeği resmi, kapıdan girince sağ tarafınızda bulunuyor. Resim de sıcak, sarı ama oldukça loş bir ışıkla aydınlatılmış. Çevremdeki çoğu insan büyük bir hızla fotoğraf çekmeye girişirken ben, bir süre hareketsiz kalıp, resmi içime sindirmeyi tercih ettim. Büyülendim…

Leonardo da Vinci’nin ünlü duvar resmi
Son Akşam Yemeği

Ludovico Sforza’nın isteği üzerine Leonardo da Vinci’nin 1495-1497 yılları arasında yaptığı bu duvar resmi, İsa’nın ünlü, “İçinizden biri bana ihanet edecek” cümlesini söyledikten hemen sonraki anı konu ediyor. İşte sanatçı resimde, bu şaşkınlık anını büyük bir ustalıkla masadaki Havarilerin yüzlerine ve vücut dillerine yansıtmış. İsa’nın yüz ifadesi ise, sakin ve huzur içinde.

Son Akşam Yemeği resmi, sıklıkla ve yanlış bir şekilde, bir fresk (İtalyanca fresco) olarak tarif ediliyor olsa da, fresk değil. Bu tempera yöntemi ile yapılmış bir resim. Zaman zaman Leonardo’nun yanlış yöntem seçtiği ve bu yüzden resmin henüz o hayattayken bozulmaya başladığı söylense de, konunun uzmanları onun bu yöntemi özel olarak seçtiğini söylüyorlar. İtalyanca taze anlamına gelen fresco yönteminde resim, duvara çekilen alçı sıva henüz ıslakken yapılıyor. O nedenle resmi son derece hızlı bir şekilde bitirmek gerekiyor. Oysa, tempera yönteminde resim, kurumuş sıva üzerine yapıldığı için zamana karşı bir yarış söz konusu olmuyor. İşte uzmanlar, Leonardo’nun yüz ifadeleri üzerinde daha uzun süre çalışabilmek, onlara daha fazla anlam katabilmek için bu yöntemi seçtiğini belirtiyorlar. Ancak, ortamdaki koşullar kontrol edilemediği için daha sonra resmin boyalarının dökülmeye başladığı belirtiliyor. Bir de bu yetmiyormuş gibi, bir süre sonra rahipler yemek salonundan mutfağa bir geçiş açmak için resmin ortasından bir kapı açıyorlar. Bundan dolayı, resmin İsa’nın ayaklarını gösteren bölümü yok oluyor.

Kilise manastırının yemekhanesindeki bir duvarda bulunan resimde İsa’nın ayakları, daha sonra açılan bir kapı nedeniyle yok olmuş

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği resminde Havariler olarak kullanmak için Milano sokaklarında uygun yüzler aradığı bilinir. Bunun için, sokaklarda rastladığı insanların sayısız eskizlerini yapmış. Bir söylenceye göre, ihanet eden Judas’ı temsil etmek üzere bir dilenci ya da caniyi kullanmış. Bizim rehberimizin de katıldığı bir başka görüşe göre ise, Judas için, resmin ne zaman biteceği konusunda kendisini ikide birde sıkıştıran manastırın başrahibini model almış.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Son Akşam Yemeği’ni korumak
için alınan önlemler

Henüz 1550 yılına gelindiğinde bile sanat tarihçisi Vasari resmin durumunun çok kötü olduğunu belirtmiş. 1726 yılından itibaren  resmi restore etmek için birçok çalışma yapılmış ama, her seferinde daha fazla zarar verilmiş, hatta figürlerde tahribat meydana gelmiş. Napolyon’un Milano’yu işgal ettiği dönemde bu salon atlar için ahır olarak kullanılmış. Doğal olarak, bu durum resim için daha da kötü olmuş. 1943 yılındaki bombalanma salonda ağır tahribat yapmış ama Son Akşam Yemeği, önüne koruma amaçlı yığılmış olan kum torbaları sayesinde, mucizevi bir şekilde kurtulmuş.

Sol tarafta, resimdeki İsa’nın restorasyondan önceki durumu.
Sağ tarafta, 1992 yılında restorasyonun birinci aşamasından sonraki İsa.
Dr. Pinin Brambilla Barcilon yirmi yıl boyunca resim
üzerinde çalışmış

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği duvar resminin yedinci ve son restorasyonu 1999 yılında tamamlanmış. Restorasyondan sorumlu Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her bir santimetre karesinin üzerinde tam yirmi yıl boyunca çalışmış. Orijinal resmin üstüne yapılan tüm boya tabakalarını özenle temizlemiş ve alttaki orijinal katmana ulaşmış. Böylelikle, resmin günümüzdeki hali, tamamen olmasa da, otantik şekline çok yakın bir hale gelmiş.

Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her santimetre karesini önce birkaç kat kazıyarak orijinal katmana ulaşmış. Daha sonra bu renklere uygun olarak restorasyonu yapmış.

Son Akşam Yemeği’nin tam karşısındaki duvarda büyük bir fresk var. Bu, Donato Montorfano’nun (1460-1502) yaptığı “Çarmıha Gerilme” isimli eseri. Dominiken rahiplerin siparişi üzerine, 1495 yılında yapılmış. Sanatçı adını ve eserin yapılış tarihini İsa’nın çarmıha gerildiği hacın dibindeki taşın üstüne yazmış. Fresk olarak yapıldığı için günümüze kadar oldukça iyi bir durumda kalabilmiş. Resmin sağ ve sol tarafında, Leonardo da Vinci tarafından eklendiği düşünülen, Ludovico ve eşi Beatrice’nin iki oğulları ile birlikte resimleri var. Ancak bunlar, alçı kuruduktan sonra (yani tempera olarak) yapıldıkları için oldukça silinmiş duruyorlar.

Çarmıha Gerilme-Donato Montorfano
Sanatçı, çarmıha sarılmış olan Maria Magdalena’nın önüne yerleştirdiği taşa yapım tarihini 1495 olarak yazmış
Çarmıha Gerilme freskinden detay.
Eser bittikten sonra, Leonardo da Vinci sağ ve sol köşelere ekleme yapmış. Sol taraftaki Ludovico Sforza ve oğlu Ercole Massimilliano ile sağ taraftaki eşi Beatrice d’Este ve
oğulları Francesco’nun figürleri günümüzde güçlükle fark ediliyor.

Montorfano’nun salonun çıkışına yakın olan freskini incelemek için istemeye istemeye Son Akşam Yemeği’ne arkamı dönmüştüm. Açıklamaları dinledikten sonra, ben kendimi yine büyülenmişçesine büyük ustanın eserine bakar buldum… Öylesine etkileyici idi… Sonra, dışarı çıkmamız gerektiğini bildiren anons duyuldu. Çıkış kapısı açıldı ve dışarı çıktık…

Milano’da Leonardo da Vinci’nin izini sürmemiz bu kadarla kalmadı. Ancak, yazımız da epeyce uzadı. En iyisi, kalanları bir sonraki yazıma bırakmak…

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Dört İsim Bir Ada: Meis/Megisti Kastellorizo/Castelrosso

Güzel bir Eylül sabahı, Kaş’tan Meis’e doğru yola çıktık… Meis’i bir önceki günden beri otelimizin bulunduğu Kaş’ın Çukurbağ yarımadasından seyrediyorduk. Elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz hissi veren bu koyu renkli kara parçası, oradan bakınca ser verip sır vermiyor gibiydi. Bize bakan cephesinde yerleşim olmadığı için, ay ışığının altında hem etkileyici hem de ürkütücü görünüyordu…

Sanki elimizi uzatsak dokunabilecektik…

Feribot saatleri nedeniyle, Meis’e gitmek için Kaş’a bir gün erken gelmemiz gerekti. Feribotlar sabah (gününe veya şirketine göre) saat 10 ya da 10 buçukta kalktığı için, İstanbul’dan Dalaman’a giden en erken uçak ile bile yetişmek mümkün değildi. Bu yolculukta zaten tercih etmediğimiz araba ile güneye inme seçeneği ise, feribota yetişmek açısından gece vakti yollarda olmayı gerektiriyordu.

Ay ışığında Meis’in ürkütücü bir güzelliği vardı…

Biz, Kaş’tan Meis’e geçmek için Meis Express şirketini tercih ettik. Yanılmıyorsam, Kahramanlar isimli bir şirket daha var. Şirketlerin sabahları bir seferi oluyor. Dönüş, akşamüzeri saat 4 ya da 4 buçukta. Yaz aylarında dönüş için, gece saat 11 civarında bir sefer daha oluyor. Günübirlik gitmek elbette mümkün ama biz, başından beri Meis’de kalmayı planladığımız için, iki gün sonra akşamüzeri döndük. İyi ki de öyle yapmışız. Aceleye getirmeden, adayı doya doya gezdik, turkuaz sularında yüzdük, insanları ile konuşup şakalaştık. Harika bir iki buçuk gün geçirdik…

Feribot şirketi, sanırım kapıda vize alacakların evraklarının kontrolü için, oldukça erken saatte ofislerinde olmanızı istiyor. Schengen vizesi ya da Yunanistan’a vize gerektirmeyen bir pasaportu olanlar için bu bir buçuk saatlik süre oldukça fazla kanımca. Olası aksilikleri veya mevsimine göre karşılaşılabilecek uzun polis kontrol kuyruğunu dikkate almak isteseniz bile, 45 dakika yeterli olur diye düşünüyorum.

Tekneye bindikten sonra, biz de karşıya geçen İngiliz ve Avusturalyalı turistlerin heyecanına kapılıp, kendimizi açık havadaki en üst bölüme attık. Limandan karşıya bakınca, pırıl pırıl güneşin altında, Meis’deki evler görünüyordu. Yine aynı heyecanla birkaç fotoğraf çektikten sonra, hava inanılmaz sıcak gelmeye başladı. Kalkana kadar, aşağıdaki klimalı oturma bölgesinde vakit geçirmeye karar verdik. Kalkıştan sonra tekrar yukarı çıktık.

Kaş limanından bakınca, pırıl pırıl güneşin altında
Meis’in evleri görünüyordu

Normal şartlarda Meis’e gidiş 20 dakika sürüyor. Adanın Kaş’tan uzaklığının 2 kilometre olduğu belirtiliyor. İdari olarak bağlı olduğu Rodos’un 110 kilometre uzakta olduğu düşünülürse, Meis’in pek çok yönden Türkiye’ye Yunanistan’dan daha bağımlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, ada ile ilgili web siteleri ve broşürlerde en yakın hastane olarak Kaş Devlet Hastanesi belirtiliyor. Ayrıca ada halkı, özellikle Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara geliyor.

Öteden beri, Türkiye ve Yunanistan turizm konusunda işbirliği yaparlarsa, iki ülkenin de bundan kazançlı çıkacağını düşünenlerdenim. O nedenle, geçtiğimiz aylarda Türkiye’yi ziyaret eden Midilli belediye başkanının da benzer şeyler söylemesini hiç yadırgamadım. Kaş ve Meis’de bu düşüncenin çoktan uygulanmaya başlandığını görmek ise, beni fazlasıyla mutlu etti. Gerek Kaş’taki gerekse Meis’deki, tüm turizm materyallerinde, yapılabilecek şeyler listesinde diğer tarafın tanıtımı yapılıyor ve gidilmesi teşvik ediliyor. Meis’in Turizm Bürosundan aldığımız broşürde Kaş, “her türlü ürün ve taze yiyeceğin satıldığı mükemmel bir pazarı, ilginç Türk mutfağının tadılabileceği restoranları, halı, baharat ve dondurma dükkanları olan, canlı bir Türk yerleşimi” olarak tanıtılıyor. Ayrıca, ATM’ler, postane ve duty free dükkanlarından da söz ediliyor. Akşamları, “Kaş’ın canlı gece hayatı” için Meis’den kalkan tekneler de var.

Kısa zamanda Meis’e yaklaştık. Ancak, limana girişimiz vakit aldı. Bu arada, ana koy yerine, onun yanındaki Mandraki koyunda bekledik bir süre. Belirtilen varış saati epeyce geçince, limana giriş için izin beklediğimizi anladık. Nitekim biraz sonra, büyük bir gemi ana koydan süzülerek çıktı. Kısa bir süre sonra, biz de limana yanaştık.

Bir süre Mandraki koyunda bekledik
Biraz sonra, büyük bir gemi süzülerek ana koydan çıktı. Biz de
limana yanaşmak üzere hareket ettik

Meis’in, Symi adasındakilere çok benzeyen, rengarenk evleri ana koyun çevresine ve biraz daha yukarılara dizilmişti. Evler daha az ve seyrek olsa da, Mandraki koyunda da yerleşim vardı. Son derece sevimli görünüyorlardı. Koyun sol tarafındaki tepede Kale, onun altında restore edilerek müzeye dönüştürülmüş Osmanlılardan kalma bir cami ve tam karşımızda, daha sonra isminin Agios Georgios tou Pigadiou olduğunu öğrendiğim, büyük bir kilise vardı. Koya girer girmez sağ tarafta, bizim kalacağımız Megisti Hotel görünüyordu. Tüm bunları algılamaya çalışırken, yıllar önce gördüğüm Mediterraneo filminden kimi sahneleri anımsıyordum. Dudaklarımda bir gülümseme… Yönetmen Gabriele Salvatores’in 1991 yılında çektiği bu sevimli film, 1992 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü almıştı. Film, Meis’de çekilmişti ve II. Dünya Savaşı sırasında adaya gönderilip, sonra orada unutulan bir grup İtalyan askerinin adadaki yaşamını konu ediyordu.

Tam karşımızda Agios Georgios tou Pigadiou (19. yy.) kilisesi

Doğrusu, gitmeden önce Meis hakkında bilgi edinmeye çalışırken kafam biraz karışmıştı. Kaynaklarda adanın en az dört farklı ismi geçiyordu. Çevremizdeki adaların bir Türkçe, bir de Yunanca isimleri olmasına alışığız. Bu nedenle, bizim Meis olarak bildiğimiz bu küçük adanın Yunanca Megisti olarak adlandırılmış olması beni şaşırtmadı. Ancak, adadan Kastellorizo ve Castelrosso olarak da söz edilmesi ilginçti. Hatta internette Megisti olarak yapılan aramaların çoğu Kastellorizo olarak karşılık buluyordu. Söz konusu isimlere, İtalyancasında olduğu gibi kırmızı kale demek olan, Fransızca Château Rouge’u da eklemek mümkün. Bu farklı isimlerin hepsinin, bu küçücük adanın yaşadığı sayısız istilaların sonucu olan çalkantılı ve acılı geçmişi ile bir bağlantısı var. Megisti isminin, antik çağda burayı istila eden Yunanlı Dorlar’dan kaldığı düşünülüyor. Günümüzde de Meis’in resmi adı Megisti olarak geçiyor. Ancak, halk arasında ve gayri resmi olarak Yunanca Kastellorizo kullanılıyor. İtalyanca Castelrosso adı ise, İtalyanların adayı işgal döneminde kullandıkları isim.

Meis ya da Kastellorizo, Yunan On İki Adalar’ının bir parçası. Yolculukların yeni şeyler öğrenmemizi sağlayan, ufuk açıcı deneyimler olduğunu düşünürüm daima. Bu kez de öyle oldu. Bilmediğim birçok yeni şey öğrenmenin yanında, bildiğimi varsaydığım bazı şeylerin de doğrusunu öğrendim. On İki Adalar ifadesi de bunlardan biri oldu. On İki Adalar, gerçekte 12 değil, 14 adadan ve bunların çevresindeki daha küçük ada veya adacıklardan meydana geliyormuş. Yunancada da kullanılan On İki Ada ifadesi, ada sayısından değil, Osmanlı döneminde bu adaların idare edilme şeklinden kaynaklanıyormuş. “On İki”li denilen bu sisteme göre, adalardaki her on hane bir temsilci seçiyor, bu temsilciler de söz konusu adayı yönetecek olan on iki kişilik bir heyeti seçiyormuş. On İki Adalar ifadesi, önce Türkçeden Yunancaya, sonra da Batı dillerine geçmiş.

Megisti, On İki Adalar’ın içinde en küçüğü olmasına karşın, kelime anlamı Yunanca “en büyük” demekmiş. Taradığım bazı internet siteleri, biraz aceleci davranıp, bu konuda bir ironi yakalamaya çalışmışlar. Oysa Meis’e bu isim, çevresinde bulunan takımadaların içinde en büyüğü olması sebebiyle verilmiş.

Koyun sol tarafında, burundaki tek katlı sarı bina, İtalyan işgali sırasında 12 Adalar’ı Rodos’tan yöneten İtalyan valinin Meis’deki yönetim ofisleri olarak yapılmış. 1926 yılında İtalyan mimar Florestano di Fausto (1890-1965) tarafından tasarlanan bina, aslında üç katlı ve koyu kırmızı renge boyalı imiş. 1941 yılında İtalyan donanması ve İngiliz komandoları arasındaki bir çarpışmada ağır hasara uğramış. Binanın ayakta kalan zemin katı günümüzde Faros Bar olarak hizmet veriyor. Faros Yunanca denizfeneri demekmiş. Barın tepesinde de gerçekten bir fener bulunuyor

Rıhtıma yanaştıktan sonra işlemler 20-25 dakikada bitti. Kendimizi tüm koyu çepeçevre dolanan kordon boyunda bulduk. Otel ise koyun tam karşı tarafında idi. Akşamüzeri ya da akşam serinliğinde yürünmeyecek bir mesafe değil. Nitekim, kaldığımız sürede birkaç kez de yürüdük bu yolu ama, öğlen sıcağında gidilecek gibi görünmüyordu. O sırada, elinde bir deste broşür olan ve Türkçe konuşan bir genç kadın yaklaştı yanımıza. Tekne gezilerinden söz etti ama, bizim o an önceliğimiz otele gidip yerleşmek olduğu için, dikkatimizi söylediklerine fazla veremedik. Broşürü alıp, kendisini daha sonra arayacağımızı söyledikten sonra, nerede deniz taksi bulabileceğimizi sorduk.

– Şu an bulmanız biraz zor çünkü hepsi işe çıktılar, dedi.

Sonra, biraz ilerde duran bir tekneyi göstererek,

– Şuradaki sanırım iş alamadı. Ona bir sorun, dedi.

İşte, Kaptan Kostas ile böyle tanıştık. Özenli, tertemiz giyimi ve hali tavrı ile bana İtalya’da sıkça karşılaştığımız orta yaşlı erkekleri hatırlatan Kostas, bizi sadece o gün otele götürmekle kalmadı. Diğer günlerde de, gezilecek yerlere, plaja ve dönüş için rıhtıma da o götürdü. Her seferinde, bizi almaya sözleştiğimiz saatten mutlaka 5-10 dakika önce geldi. Daima kibar ve güler yüzlü idi. Bir de bakışları…  Öylesine yumuşak ve iyi kalpli… Bizi etkileyen bu içten gelen iyiliği oldu. Ertesi sabah, Mavi Mağara’ya gitmek üzere, saat 9 için sözleştik.

Meis’de Kaptan Kostas’a 6946178018 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz. Türkiye’den aramak için başına Yunanistan’ın ülke
kodunu (+30) eklemelisiniz

İki gece kaldığımız Megisti Hotel konumu, önünden rahatlıkla denize girilebilmesi, güzel terası, manzarası ve en önemlisi, profesyonel işletmesi ile çok iyi bir otel. Ucuz olduğunu söyleyemem. Ancak, ödediğiniz paranın karşılığını aldığınız bir yer. En azından, bizim deneyimimiz o yönde oldu. Otel personeli son derece becerikli ve işinin ehli idi. Özellikle, aslında resepsiyonda görevli olup her yere yetişen, gelen konukları karşılayıp gidenlerin hesaplarını çıkarıp uğurlayan, kimi zaman da tepsi elde terastaki servise destek veren ama daima şakacı ve güler yüzlü olan, kısa boylu, tıknaz ve genççe kadın olağanüstü idi. Üçüncü kattaki geniş ve ferah odamızda, temel olarak ihtiyaç duyulabilecek her şey sade ama hoş bir estetikle birleştirilmişti. Genişçe balkonumuzdan koyun karşı kıyısındaki Kale, cami ve İtalyan döneminden kalma belediye binası görünüyordu.

Otel odamızın balkonundan görünen manzara çok güzeldi…
Faros Bar ve Osmanlı Camiinin bulunduğu Nikolau Savva Meydanı’nda adanın İtalyan işgali altındaki dönemden kalma bir bina daha var. Caminin yanında görünen iki katlı bina 1932-1933 yılları arasında İtalyanlar tarafından gümrük, postane ve liman yönetimi için yapılmış. Günümüzde, belediye, liman yönetimi ve sahil güvenlik
tarafından kullanılıyor.
Adanın İtalyan döneminden kalan bir başka bina da, koyun
hemen hemen ortasında bulunan balık pazarı

Megisti Hotel’de yer bulmak kolay olmadı. Daha yaz ortasında otel tüm tatil sitelerinde Kasım ayına kadar dolu görünüyordu. Otelin kendi internet sitesine girerek boş oda olan sadece iki gün tespit edebildik. O nedenle, Kaş, Dalyan ve Palamutbükü’nü de kapsayan on günlük tatilimizi bu iki günün etrafında planlamak zorunda kaldık. Otelden söylediklerine göre, düğün organizasyonları nedeniyle yer bulmak zor oluyormuş. Kaş’ta kaldığımız oteldeki garsonlar, birkaç gün önce adadan yapılan müthiş bir havai fişek gösterisi izlediklerini söylemişlerdi. Gösterinin bir düğün için olabileceğini konuşmuştuk. Gece geç vakit, yıldızların altında, loş bir şekilde aydınlatılmış Kale’ye karşı içkilerimizi yudumlarken Megisti Hotel’in terasının bir düğün için hazırlanmış halini hayal etmeye çalıştım. Buna havai fişekleri de ekleyince, çok hoş bir ambiyans olacağını düşündüm…

Gerek adada gerekse otelde çok sayıda Avusturalyalı vardı. Gitmeden önce çeşitli sitelerde araştırma yaparken de yorum yapanların çoğunun Avusturalyalı olduklarını görmüş ve bir anlam verememiştim. Sonra bunun, adanın tarihi ile ilintili olduğunu öğrendim. Ayrıntılarına daha sonra değineceğim ada tarihinin belli bir döneminde, Meis’den Avusturalya’ya büyük bir göç olmuş. En az üç kuşak önce göç eden bu Kastellorizolulara Avusturalya’da Kassies deniyormuş ve onlar da, tıpkı Bozcaada’dan Avusturalya’ya göç eden Rumlar ve torunları gibi, her sene buraya geliyorlarmış. Meis’de kaldığımız süre boyunca, çeşitli yerlerde sohbet eden Avusturalyalıların birbirlerine atalarının hangi yılda göç ettiğini ve gerçek soyadlarının ne olduğunu anlatmaları kulağıma sık sık çalındı.

Megisti Hotel
Otelin terası çok keyifli…

İlk gün, kah denizde yüzüp kah otelin terasında güneşlenirken, karşımızdaki tepede yükselen Kale’ye bakarak, oraya kadar çıkmaya gerek olmadığını düşündüm. Birincisi, Kale’den geriye pek fazla bir şey kalmamış gibiydi. Sadece bir kule vardı. İkincisi, hava son derece sıcaktı. Akşamüzeri hava serinleyince, o gün için, Likyalılardan kalma kaya mezarını arayıp bulmakla yetiniriz diye plan yaptım. Ama işte, öyle bir şey oldu ki, sonunda biz kendimizi sadece Kale’nin dibinde bulmakla kalmadık, oldukça dik ve sallanan demir bir merdivenle en tepesine de tırmandık.

Saint John Şövalyeleri’nin yaptırdığı Kaleden günümüze kalabilen burç
Kaleden Mandraki koyuna bakış

Sahilde bir kafede dinlenirken rastladığımız Kostas bize Likya mezarının yerini tarif etti.  Kulağa oldukça basit geliyordu. Caminin oradan, soldaki merdivenleri takip ederek yürüyecek, önce tırmanıp sonra düz gidecektik. Mezar sağımızda olacaktı. Oradan Kale’ye gidişi de tarif etti ama, doğrusu pek can kulağı ile dinlemedik. Bu noktada benden size bir tavsiye… Eğer Meis’de yol tarifi sorarsanız ve size merdivenleri takip edin deniyorsa, kelimenin gerçek anlamıyla merdivenleri takip etmelisiniz. Söz gelimi, bir yol ayrımına geldiniz. Bir tarafta size daha doğru gibi gelen, genişçe bir yol var. Diğer yandaki merdivenler ise, bir evin arkasına dolanıyor ve olmadık bir yere gidiyor gibi görünüyor. Sakın ola ki, bizim yaptığımız gibi, merdivenlerden ayrılmayasınız. Çünkü aradığınız yer, o bir yere varmıyor gibi görünen merdivenlerin ucunda oluyor. Biz bunu iki kere yaşadık. İlkinde kendimizi Likya Mezarı yerine Kale’de bulduk. O sıcakta, güçlükle oraya varınca da, gelmişken tepesine tırmanmaya karar verdik. Hem demir merdivenin biraz sallantılı olması hem de yukarda ayakta durmak için çok geniş yer olmaması biraz ürkütücü olsa da, manzara şahane idi. Yukardan ana koyu ve Mandraki koyunu görmek pek hoştu. Dönüşte, biraz iç güdülerimizle, biraz tesadüfen Likya Mezarı’nı da bulduk. Adada tabelalar yetersiz. Genelde, bir yeri gösteren tek bir tabela var. Yol ayrımlarına geldiğinizde nereye yöneleceğinizi bilemiyorsunuz çünkü başka tabela yok. Bir kısmı ise, paslı ve okunmuyor.

Mezara gitmek için takip etmeniz gereken yol
Meis’deki Likya Mezarının M.Ö. 4. yüzyılın başında
yapıldığı düşünülüyor
St. George Adası’ndan dönerken denizden
dikkatli bakarsanız Kalenin altındaki kayalıkta
Likya Mezarını görebilirsiniz

Akşam yemeğini, Kostas’ın gündüz bize önerdiği To Paragadi’de yedik. Kordon boyunda, ufak bir restoran burası. Sahibi güler yüzlü, genç bir adam. Türkçe de konuşuyor. Bir ara Kostas’ı da mutfak tarafında görünce, belki oğlu ya da damadıdır diye düşündük. 20’lik uzo ile beraber yediğimiz Yunan salatası, kalamar, saganaki ve patates kızartması lezzetli, balık biraz yavandı. O da sanırım, balığın Akya olmasından kaynaklandı. Genç adamın, fazla çeşit ısmarlamamamız ve söylediklerimizle aşırı doyacağımız konusundaki ısrarı, her fırsatta müşteriyi kazıklamaya çalışan bizim restoran sahiplerimiz açısından ibret verici idi.

To Paragadi

Kastellorizo, tıpkı Bozcaada gibi, stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca istilalara uğramış. Adanın, Rodos ile Kıbrıs, Suriye, Mısır ve genel olarak Doğu Akdeniz arasındaki deniz yolunun üstünde olması, onu tarih boyunca önemli kılmış. Aynı nedenle, deniz ticaretinde çok başarılı olunmuş ve büyük ticari deniz filosu sayesinde çok zenginleşmiş. 19. yüzyılda 15.000 kadar kişinin refah içinde yaşadığı bir ada haline gelmiş. Maalesef, 20. yüzyılın başından itibaren bölgede gelişen tarihsel olaylar ve doğal afetler nedeniyle çok sayıda can kaybı olmuş. Buna kitlesel göçler de eklenince, günümüzde adanın nüfusu yaklaşık 500’e inmiş.

Günümüzde müze olan Osmanlı döneminden kalma cami ve yanındaki İtalyanların yaptığı belediye binası

Meis’in tarihi hakkında çeşitli sitelerde yazan bölük pörçük bilgiler, yerli halkın verdiği kısa bilgilerle birleşince insanın kafası karışabiliyor. Adanın tarihini tam olarak anlayabilmek için, sahildeki restore edilmiş camide bulunan müzeyi ziyaret etmek çok yararlı. Burası küçük ama çok doyurucu bir müze. Çok ayrıntılı hazırlanmış açıklamaların yanında, belli aralıklarla gösterilen film de çok aydınlatıcı. Caminin, Yunanistan’ın birçok yerinde ve adalarda rastladığımız harabeye dönmüş Osmanlı eserlerinin aksine, restore edilip müze olarak kullanılmasını çok takdir ettim. Ayrıca, müzedeki açıklamaları da bizim açımızdan beklemediğim ölçüde tarafsız buldum.

Restore edilen caminin mihrabı ve üst kattaki
kadınlar bölümü

Kastellorizo’nun Tarihi Koleksiyonu” nun bulunduğu cami, 1755 yılında Osman Ağa’nın talimatıyla, adadaki az sayıda Müslüman halka hizmet vermek üzere yaptırılmış. Ada halkı önce caminin yapılmasına karşı çıktıysa da, sonra fikir değiştirmişler ve hatta kendileri de inşaatında çalışarak, caminin iki sene içinde bitirilmesini sağlamışlar. 1859-1860 yıllarında, Kastellorizo takımadalarının Osmanlı valisi Ahmet Paşa adayı ziyaret ederek, bir tanesi caminin avlusunda olmak üzere, Konaki mahallesinde dört tane çeşme yapılmasını emretmiş. Cami avlusundaki çeşme, günümüze kadar ayakta kalamamış. En son 1885 yılında adanın yerli ustaları tarafından tamir edilen cami, 1913 yılına kadar ibadete açık kalmış. Daha sonra, İtalyanlar ve Fransızlar tarafından hapishane, II. Dünya savaşı sonrasından 1966 yılına kadar ise depo olarak kullanılmış. 1997 yılında restore edilerek, müze haline getirilmiş. Dilerim, bu yaklaşım, Yunanistan ve diğer Yunan adaları için Osmanlı eserlerini korumak ve kültürel amaçlarla kullanmak açısından bir örnek olur.

İç tarafına resim yapılmış eski bir sandık kapağı
Müzede Meis’deki eski binalardan yapı parçaları ve çeşitli objeler de yer alıyor

Meis’de yapılan sınırlı sayıda kazılar, bu adada neolitik çağdan beri yaşam olduğunu ortaya koymuş. Girit’te uygarlık kurmuş olan Minos’ların ve bir Yunan kavimi olan Akalar’ın (Miken’ler de deniyor) adaya geldikleri tahmin ediliyor. Bununla ilgili bulgular, halen Atina Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyormuş. Daha sonra, önce Dorlar, ardından karşıdaki Anadolu topraklarından Likyalılar buraya gelmişler. Adadaki tek Likya mezarı, M.Ö. 5. yüzyılın sonu ile 4. yüzyılın başına tarihleniyor. 1306-1450 yılları arasında Meis, Saint John Şövalyeleri’nin eline geçmiş. Onlar, daha önce Dorlar tarafından yapılmış ancak yıkıntı hale gelmiş kalenin üzerine günümüzde bir bölümü ayakta olan kaleyi yapmışlar. Kalenin yükseldiği kayaların renginin kırmızı olması nedeniyle de Meis’e, kırmızı kale anlamında, Kastellorizo adını vermişler. St. John Şövalyeleri’nin hakimiyeti sırasında, 1440 yılında, ada Mısırlılar tarafından ele geçirilip yağmalanmış.  1450-1522 yılları arasında, Aragon Krallığı’nın hakimiyeti olmuş. Ancak, bu Katalan yönetimi sırasında Meis yine birkaç kere el değiştirmiş. Örneğin, 1480 yılında, yani Fatih Sultan Mehmet ölmeden bir yıl önce, Osmanlılar Meis’i almışlar. 1498’de Aragon Krallığı tekrar adayı almış ama, 1522’de 1912’ye kadar sürecek Osmanlı dönemi başlamış. Arada, kısa sürelerle Venedik ve Yunan saldırıları ve tahribatı olsa da, Osmanlı yönetimi devam etmiş.

1868 yılında adalardan sorumlu Osmanlı valisinin Kastellorizo’nun liman bölgesinde ev ve
dükkanların birbirinin manzarasını kapayacak şekilde
yapılmasını yasaklayan tebliği
Osmanlılar döneminde yapılan çeşmelerden birisini
Arkeoloji Müzesi’nin avlusunda görebilirsiniz

Osmanlı yönetimi boyunca Kastellorizo halkı, Kanuni Sultan Süleyman’ın bazı adalara tanıdığı ve aralarında II. Mahmut da olan sonraki padişahlar tarafından da onaylanan özel bir imtiyazla, çok az vergi ödeyerek ve kendi kendini idare ederek yaşamış. Adada bir Osmanlı garnizonu ve yöneticisi olmuş ama bu durum, Kastellorizo’nun yarı-bağımsız olmasına engel olmamış. Bu dönemde, Marsilya’dan ve Trieste’den, Kıbrıs, Suriye ve Mısır’a uzanan deniz ticareti, büyük ölçüde Kastellorizoluların eline geçmiş. Büyük bir deniz filosuna sahip olmuşlar. Ayrıca, adı geçen şehirlere taşınan bazı ada sakinleri de buralarda koloniler oluşturmuşlar. Bu sayede ada çok zenginleşmiş. Yaşam ve eğitim seviyesi çok yükselmiş. Adada bir çok özel okul açılmış. Osmanlı dönemi ile ilgili tüm bu bilgileri, sözünü ettiğim müzedeki açıklamalardan öğrendik.

1913 yılında Girit’ten gelen komitacılarla birlikte Osmanlı
yönetimine karşı ayaklanan Meisliler

Birkaç yüzyıl refah içinde yaşayan Meis halkının kaderi, ne yazık ki 20. yüzyılın başında geri dönülmesi zor bir şekilde değişmiş. Ada halkı, Balkan Savaşı’ndan sonra, 1913 yılında Yunanistan ile birleşmek için Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmış. Ancak, o dönem Yunanistan bu birleşmeyi uygun görmemiş. Ada yönetimi, Girit’ten gelen bazı komitacılar ile birlikte, Osmanlı garnizonunu ele geçirip Yunan bayrağını göndere çektiyse de, Yunan başbakanı bir donanma göndererek bayrağı indirtmiş ve ada halkını sükûnete davet etmiş. Donanma gittikten sonra, adanın ileri gelenleri geçici ve bağımsız bir “Yunan Yönetimi” kurmuşlar.

20. yüzyılın başında geleneksel kıyafetleri ile Meisli kadınlar
1902 yılında yapılmış bir zengin düğününden bir kare

1915’e gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, adayı stratejik olarak önemli gören Fransızlar Meis’i işgal etmişler. Altı yıl süren Fransız işgali sırasında Fransızlar burayı Adana ve Suriye’yi bombalamak için ikmal üssü olarak kullanmışlar. Bu arada Türkler de karadan toplarla Meis’i bombalamışlar. 1921 yılında Meis Fransızlar tarafından, o zamana kadar 12 Adalar’ın çoğunu işgal etmiş olan İtalyanlara devredilmiş ve böylece 20 yıl süren bir baskı dönemi başlamış. Mussolini’nin faşist yönetiminde çeşitli zorlamalara maruz kalmışlar. Okullarda Yunanca eğitim yasaklanmış. İtalya’dan öğretmenler getirilmiş ve halk İtalyanca konuşmaya zorlanmış. Bu dönemde adadan çok göç olmuş. 1941 yılında adada sadece 1.110 kişi kalmış. O arada, 1926 yılında da büyük bir deprem yaşanmış.

1926 yılında yaşanan büyük deprem sonrası

1941 yılında Meis, İngilizlere geçmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında, Almanlar tarafından çok büyük bir bombalama olmuş. 1926 depreminden geriye kalabilen yapılar da böylece yıkılmış ve adada taş üstünde taş kalmamış. Adada kalan halk, İngilizler tarafından Mısır’a götürülmüşler. İkinci Dünya Savaşı bitince, 1945 yılında İngilizler tarafından geri getirilirken, onları taşıyan gemide yangın çıkması sonucu, 33 kişi can vermiş. Geri gelebilenler ise, Meis’i feci bir durumda bulmuşlar. O ara, İngilizler isteyenlerin Avusturalya’ya göç etmesi için kolaylık sağlamışlar. Avusturalya’daki Kastellorizo kolonisi böylece oluşmuş. Yunanistan ile birleşme resmi olarak 1948 yılında gerçekleşmiş. Uzun yıllar fakirlik ve yokluk içinde yaşamışlar. Bir sohbetimizde Kostas da bize, okula ancak altı sene gidebildiğini çünkü o küçükken adada orta okul olmadığını söyledi. Günümüzde ada halkı için en büyük gelir kaynağı turizm, balıkçılık ve Avusturalya’daki Meislilerin yolladığı yardımlar.

Adanın İngilizler tarafından boşaltılmasından sonra geride kalan 40 kişi Almanlar tarafından bombalanarak öldürülmüşler. Sahildeki anıt onların anısına yapılmış
1945 yılında Mısır’dan dönerken gemide çıkan yangında ölenlerin anısına yapılan anıt

İkinci günümüzün sabahında Kostas bizi, sözleştiğimiz gibi, otelden gelip aldı. Mavi Mağara’ya gitmek üzere yola çıktık. Giderken Kostas mağaranın içine girmek konusunda ihtiyatlı konuştu. Şansımız varsa, yani su çok yükselmemişse ve dalga fazla değilse, içeri girebileceğimizi söyledi. Adanın arkasına dolanırken kayalarla kaplı kıyıya epeyce sert dalgalar vuruyordu. Kostas, bana göre kayalara çok yakın seyretmesine rağmen, yılların deneyimi ile dalgaların üzerinden uçarak gidiyordu. Zaman zaman yüksek dalgaların tepesinden öyle sert bir düşüş oluyordu ki, yüreğim ağzıma geliyordu. Ama Kostas’ın ne yaptığını bildiği belliydi.

Bir süre sonra Mavi Mağara’nın girişine geldik. O sırada etrafta bizden başka tekne yoktu. Aklıma, Capri’deki Mavi Mağara’nın (Grotta Azzurra) girişi geldi. Mağaranın içine girebilecek küçük sandallara binmek için, sezon dışı olduğu halde, bir saat beklemiştik. Üstelik, sandalcıların birbirleriyle bağrışmaları ve gürültü patırtı da cabası…

Kostas önce, su çok çırpıntılı olduğu için içeri girmenin imkansız olduğunu söyledi. Giriş, Capri’de olduğu gibi, çok ince ve yatay bir delikti. Bir de, sadece üç kişi olduğumuz için, tekne yeteri kadar suya batmıyordu. Az sonra, içinde beş, altı kişi olan bir tekne geldi. Kostas, arkadaşı ile konuştu. Sonunda biz de o tekneye geçip, Capri’de yaptığımız gibi, hep birlikte teknenin içine yattık. Göz açıp kapayıncaya kadar mağaradaydık.

Meis’deki Mavi Mağara

Kastellorizo’daki  Mavi Mağara’nın, Capri’dekinden geri kalır yanının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta ondan çok daha büyük. İçerideki renk de bana çok daha mavi geldi ama, bunda havanın çok daha güneşli olmasının da etkisi var. Bir sonbahar gününde gittiğimiz Capri’de o gün hava bulutluydu. Mağaranın içinde suyun mavi görünmesi için, ufacık bir yarıktan giriyor olsa da, güneş ışığının kuvvetli olması gerekiyor. Her neyse… Kastellorizoluların Mavi Mağara ile övünmeleri için benim gözlemlerime ihtiyaçları yok. Onlar, 22 Mayıs 1929 tarihinde, eşi Kraliçe Maria Elena ve üç kızı ile birlikte adayı ziyaret eden İtalya Kralı III. Vittorio Emmanuele’nin bile, buradaki Mavi Mağara’nın Capri’dekinden çok daha güzel olduğunu belirttiğini sık sık söylüyorlar.

İtalya Kralı III. Vittorio Emmanuele’nin 22 Mayıs 1929
tarihindeki Meis ziyareti

Mağaradan dönüşte Kostas bizi St. George (Aya Yorgi) Adası’na bıraktı. Akşamüzeri saat 6’da gelip alacağını söyledi. Bu küçük ada, Meis’in denize girmek için en gözde yeri. Kayalık olan adada küçük bir kilise de var. Kayaların üzerine yapılmış güneşlenme terasları ve restoranı ile, gün boyu vakit geçirebileceğiniz, turkuaz renkli denizde gönlünüzce yüzebileceğiniz bir yer. Adanın yakınına, Kaş’tan günübirlik yabancı turist getiren tekneler de geliyor.

Meis’den tekne ile gidilen St. George adası denize girmek için
çok güzel bir yer

St. George Adası’nın plajını ve restoranını küçük bir ekip işletiyordu. Bir gün önce bizi Türkçe konuşarak karşılayan ve isminin Hurigül olduğunu söyleyen genç kadın da onlardan biriydi. Hem Türkçe hem Yunanca konuşarak, her tarafa yetişiyordu. Öğlen restoranda, Yunan birası eşliğinde, güzel bir yemek yedik. Kalamar, cacıki (Yunan usulü, bizimkinden epeyce koyu cacık), nohut kroket ve salata.

St. george adasındaki restoranda yemekler lezzetli, fiyatlar makul
Uzaktan Kaş’ı görerek turkuaz sularda yüzmek harika idi…

Meis’in merkezinden gün boyu buraya yolcu taşıyan tekneler, akşam üzeri söz verdikleri saatte gelip sizi geri götürüyorlar. Bu konuda çok disiplinliler. Gidiş dönüş ücretinizi dönüşte toplu olarak veriyorsunuz. Şezlongda yattığım yerden bu trafiği ve motorcuların müşterilerle şakalaşmalarını izlemek çok eğlenceli idi. Teknelerin biriyle gelen şişmanca bir Avusturalyalı hanım geliş ücretini sorup ödemek isteyince motorcu gülerek,

– Parayı şimdi öderseniz, sizi almaya gelmem, dedi…

St. George adasında ufak bir kilise de var

İkinci akşam, yemeği kordondaki Lazarakis’de yedik. Birçok kaynakta burası, Meis’in en iyi restoranı olarak geçiyor. 1947’den beri faaliyette imiş. Biz de yediklerimizden çok memnun kaldık. Ama en büyük sürpriz, öğlen St. George Adası’ndaki restoranda bize bakan güler yüzlü ve sempatik genç garsonun burada da karşımıza çıkması oldu. Akşamüzeri, işini bitirdikten sonra, oradan ayrıldığını görmüştük. Orada bütün gün çalıştıktan sonra, akşam da burada çalışıyordu. O da bizi görünce sevindi. Koşup, geldi. Masamıza otururken ona,

– Hayat zor, dedim.

Gülümseyerek,

– Bazen, dedi.

Gece boyunca, servis için masamıza her uğradığında bir şeyler konuştuk. Şakalaştık. Yemeğin sonunda, iki tane sade “Yunan Kahvesi” ısmarladık. Kahveleri hemen getirince,

– Ooo, ekspres servis, dedim.

Güldü ve,

– Tabii ki, çünkü Arçelik Telve ile yapıyoruz. Çok kolay. Kahveyi ve şekeri koyup, sadece düğmeye basıyorsun, dedi.

Arkeoloji Müzesi, Kalenin ayakta kalmış ufak
bir bölümünde bulunuyor
Mezar stelinden torso (M.Ö. 400-350). 1993 yılında
bir kaldırım taşının altında bulunmuş
Roma İmparatorluğu dönemine ait mermer bir lahitten
erkek büstü ve bir küpid

Son günümüzde, daha önce sözünü ettiğim, restore edilmiş camideki müzenin dışında, Arkeoloji Müzesi’ni de gezdik. Bir ara (merdivenleri takip etmediğimiz için) kaybolduk ve neredeyse aramaktan vaz geçiyorduk. Hava inanılmaz sıcaktı. O sırada, iki tane Yunanlı hanım ortaya çıktı. Onlar da müzeyi arıyorlardı. Sonunda, bir ümit onların peşine takılarak, biz de müzeye vardık. Neredeyse tamamen yıkılmış Kalenin bir zamanlar parçası olan binada, eserler ve açıklamalarla adanın geçirdiği tarihsel dönemler kronolojik olarak sergilenmişti. Bunların arasında, Meis’in koylarından birinde batmış bir gemiden çıkarılmış, Bizans dönemine ait tabaklar ve süs eşyaları ile Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden getirilmiş 17. yüzyıldan kalma duvar resimleri ilginçti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ağır hasar gören
Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden kalan duvar resimleri

Meis’de geçirdiğimiz iki buçuk gün süresince hem masmavi denizinde yüzdük hem de, sıcak havanın izin verdiği ölçüde, gezilecek yerlerini görmeye çalıştık. Antik dönemden kalan Paleokastro Akropolü, Osmanlılardan kalma Türk hamamı kalıntıları ve yaya olarak epeyce tırmanmayı gerektiren birkaç manastırı ise göremedik. Beslenmemeleri konusunda sık sık ve Türkçe dahil olmak üzere, çeşitli dillerde uyarılar gördüğümüz Caretta Caretta’lara da rastlayamadık yüzerken. (Onları, daha sonra gittiğimiz Dalyan’da epeyce görme fırsatımız oldu). Ama, göremediklerimizden çok daha önemli ve bizim için değerli anılarla ayrıldık.

Agios Konstantinos kai Eleni
(Aziz Konstantin ve Azize Eleni) Kilisesi (1835).
Kilisenin içindeki sütunlar Patara’daki Apollo
tapınağından getirilmişler

Benim için, gittiğim yeri özel kılan oradaki insanlar. Bir çift söz, bir bakış, bir gülümseme… Ömrümüzün kısacık bir anında olsa da, birbirimizin yüreğine değdiğimiz insanlar… Yoksa, özellikle aynı coğrafyalarda geziyorsanız, tarih de, tarihi eserler de üç aşağı beş yukarı aynı. İstila edenler de, kalıcı olanlar da… O nedenle, benim gönlümde yer eden yerler daha çok insani bir bağ kurabildiğim yerler. Gördüğümüz içten misafirperverlik ve dostane yaklaşım nedeniyle Meis/Kastellorizo da benim için o özel yerlerden biri artık…

Agios Georgios tou Horafiou Kilisesi (19.yy)
Kiliseyi yaptıran zengin Santrape ailesi nedeniyle
Agios Georgios Santrape olarak da anılıyor
Aslında hiç bir zaman tam olarak tamamlanmamış kilisede
restorasyon yapılıyor

Otelin lobisinde bekliyorduk. Bir baktım Kostas, koyun karşı kıyısından teknesi ile bize doğru geliyor. Önceki gün bozulan teknesinin pervanesini yaptırmış olmasına biz de onun kadar sevindik. Yaşamlarımızın kesişen kısacık kesitinde biz de onunla birlikte, ekmek teknesinin arızalanmasına üzülmüş, sonra Rodos’tan ısmarladığı parçanın gemi ile o gün öğlen geldiğini duyunca, onunla birlikte sevinmiştik.

Limanda, Meis Express’in tam yanına yanaştı ve yukarı,

– Suat Kaptan, diye bağırdı.

Bir iki saniye içinde Suat Kaptan belirdi. Valizlerle birlikte karaya çıkmamıza yardımcı oldu. Sonra, Kostas ile vedalaştık. Kısa ama, içten ve dostça…

O, tekrar motorunu çalıştırıp uzaklaşırken, kulaklarımda son cümlesi kaldı.

– Bizi unutmayın buralarda…

Agios Georgios tou Pigadiou Kilisesi

————————————————–

Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.


Orda Bir Ada Var… O Ada, Bozcaada…

Ne güzel yazmış Haluk Şahin Bozcaada Kitabı’nda… “Herkesin Bozcaada’sı farklıdır. Herkes bakma becerisine ve beynindeki gözün donatımına göre daha fazla ya da daha az şeyler görür bu küçük adanın taşında, toprağında, otunda, kuşunda…”, demiş. Aynı şey, her yer için geçerli değil midir? Herkesin kendine göre bir Roma’sı, Paris’i, Londra’sı, New York’u, Barselona’sı ve benim için en önemlisi, kendine ait bir İstanbul’u vardır. İşte o nedenledir ki, birinin sevdiği yerden diğeri nefret eder. Biri büyülenmişçesine aynı şehre ya da ülkeye tekrar tekrar gider, ötekisi ise bir daha dönmemek üzere, hatta kaçarcasına ayrılır. Kimi gittiği şehrin tarihi yerlerini, müzelerini görmek ister; kimi sokaklarda, bar, kafe ve restoranlarda, parklarda vakit geçirmeyi sever. Benim gibi hepsini yapmak isteyenler, hele zaman da kısıtlıysa, yorgunluktan helak olurlar…

Haluk Şahin’in kitabı, benim de yararlandığım kaynaklardan biri oldu.

Bozcaada, özellikle son birkaç yıldan beri, methini sıkça duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Ancak, bir yanım gitmek isterken, diğer yanım hep bu gidiş hayalini bir sonraki seneye erteledi. Sanırım, gidişin zor olacağını düşündüğüm için oldu bu. Belki üşenmekten, belki de uzun yıllar önce adaya çok zor koşullarda gidildiğini bildiğim ve hala öyle olduğunu düşündüğüm için. Tam bilemiyorum. Oysa bu arada, otuz yıl önce 8-9 saatte anca gidilen Bozcaada çok daha kolay erişilebilir olmuş. Çevremdeki insanların kısa süreler için bile ve eskiye göre çok daha sık Bozcaada’ya gittiklerini fark etmem, bizim de gitmemiz konusunda itici güç oldu benim için. Böylece, bu sene yaz tatiline birkaç gün Bozcaada’da kalarak başlamaya karar verdik.

Coğrafya ve tarih derslerinde mutlaka okumuş olmalıyız ama, benim Bozcaada’yı ilk olarak bilinçli bir şekilde zihnime yazmam sanırım otuz-otuz beş sene önce oldu. O zaman bir arkadaşım, Bozcaada’da çok ucuz fiyata eski bir Rum evi ve üzüm bağı aldıklarını söylemişti. Şaşırmıştık. Ankara’da idik o sıralar ama arkadaşımız, çalışmak için Ankara’ya gelen, nadir İstanbullulardandı. Bozcaada’ya o nedenle daha aşina olmalıydı. Bizim için ise, Bozcaada dünyanın bir ucunda gibiydi.

Eski Rum Mahallesi olan Cumhuriyet Mahallesi geceleri daha canlı.

Sonra, 1990’lı yıllarda, Haluk Şahin köşe yazılarında Bozcaada’dan çokça söz etmeye başladı. Kitabında da anlattığı gibi, kendisi ailesi ile birlikte, yazması istenen bir yazı için 1988 yılında ilk olarak Bozcaada’ya gitmiş ve “ilk bakışta aşık olmuştu”. Burada, 1991 yılında eski bir Rum evi satın almış ve gönülden adalı olmanın yanında, gerçek bir Bozcaadalı olmuştu. Haluk Şahin, o zamanki Truva kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Manfred Korfmann ve akademisyen, yazar ve şair Cevat Çapan’ın ortak gayretleri ile  başlatılan “Homeros Okuma” günlerinden 2002 yılında haberdar olduk. Kulağa oldukça çılgın gelen ve 4 Ağustos 2019 günü 18.si düzenlenen bu etkinlikte gün doğumuna karşı, farklı dillerde, Homeros okunuyor. Önceleri iki gün olarak düzenlenen etkinlik, daha sonra bir güne indirilmiş.

Bozcaada, ya da mitoloji ve tarihteki adıyla Tenedos, tarihi çok eskilere giden bir ada. 1959, 1968 ve 1990 yılında Çanakkale Müzesi tarafından burada yapılan kazılarda M.Ö. 3000 yılına ait mezarlar bulunmuş. Ancak, kazılar sürdürülmediği için o döneme ait daha fazla bulgu elde edilememiş. Eminim, ilerde daha fazla kaynak ile yapılacak kazılardan prehistorik döneme ait önemli kalıntılar bulunacaktır. Öte yandan, aynı nekropolde bulunan M.Ö. VII, VI ve IV. yüzyıllara ait mezarlar buranın prehistorik çağlardan beri çeşitli milletler tarafından istila edildiğini ve savaşlara sahne olduğunu ortaya koymaya yetmiş. Mezarlığın Rumlar ve Osmanlılar zamanında da kullanılmaya devam edilmesi, çok fazla tahrip olmasını önlemiş. Günümüzde, burada bulunan mezar taşlarının bir kısmı Bozcaada Kalesi’nde sergileniyorlar.

Bozcaada’da yapılan kazılarda çıkarılan eserler halen Çanakkale’nin Tevfikiye köyü sınırlarında bulunan Troia Müzesi‘nde sergilenmektedir.

Tenedos ismini, Kolonai Kralı Kyknos’un oğlu Tenes’den almış. Efsaneye göre, Tenes ve kız kardeşi Hemithea’nın anneleri Procelia ölünce, babaları Filonome ile evlenmiş. Üvey anne Filonome Tenes’e aşık olmuş ama onu baştan çıkaramamış. Buna çok sinirlenen Filonome, Kral Kyknos’a Tenes’in kendisini baştan çıkarmaya çalıştığını (hatta bazı kaynaklara göre tecavüz ettiğini) söylemiş. Şahit olarak da, Eumolpos isimli bir flütçüyü göstermiş. Çok sinirlenen Kral, iki kardeşi bir sandığa koydurup denize attırmış. Sandık bir süre sonra, dalgalar ile Leukofris Adası’na sürüklenmiş. Tenes ve kardeşi karaya çıkmışlar. Ada halkı bir zaman sonra Tenes’i kral yapmış ve Leukofris adını, Tenes’in adası anlamında, Tenedos olarak değiştirmiş.

Rum Mahallesi’nde dolaşırken insanın içini zaman zaman bir hüzün kaplıyor…

Kral Kyknos bir süre sonra gerçeği öğrenince, flütçüyü taşlatarak öldürtmüş. Karısını da diri diri gömdürmüş ve oğlunu bulmak için denize açılmış. Babasının barışmak için Tenedos’a geldiğini ve limana gemilerini demirlettiğini gören Tenes, baltası ile giderek gemilerin halatlarını kesmiş ve babasını adaya kabul etmemiş. Bu efsaneden Yunancaya “Tenes baltası” deyimi kalmış. Bu deyim, herhangi birisi ile ilişkisini sürdürmek istemeyenler için, “ilişkiyi Tenes’in baltası ile kesti” şeklinde kullanılmaktaymış.

Günümüzde, bilim adamları Bozcaada’nın İlk Çağ’daki halkının Yunan değil, tıpkı Troya’da olduğu gibi, Anadolu kökenli olduklarını düşünüyorlar. Troya için bu tezi kanıtları ile birlikte ortaya koyan kişi, 1988-2005 yılları arasında burada kazı heyeti başkanlığı yapan, Prof. Dr. Manfred Korfmann olmuş. Korfmann, Hitit dili uzmanlarının yardımı ile, çeşitli belgelere dayanarak Troya’nın Luvice çivi yazısı ile yazılmış metinlerde geçen Wilusa kenti olduğunu kanıtlamış. Korfmann’ın tezine göre kentte Luvice konuşuluyor ve Hititlere özgü dinsel törenlerle Hitit gelenekleri sürdürülüyormuş.

Troya için verdiği emek ve katkılarından dolayı 2003 yılında Türk vatandaşlığı verilen Prof. Korfmann bu tarihten sonra, kendisine Osman Hoca diye hitap eden Çanakkale köylülerine atfen, resmi olarak Manfred Osman Korfmann adını kullanmaya başlamış. Kendisi, 2005 yılında kanserden ölene kadar Troya ve Çanakkale için çalışmış.

Siesta zamanı…

Tenedos (ve daha sonra Bozcaada), konumu nedeniyle, tarih boyunca Çanakkale Boğazı’nı geçip Marmara Denizi’ne ulaşmak isteyen herkes için çok önemli olmuş. 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında düşman kuvvetler tarafından nasıl stratejik açıdan elzem görülüp işgal edildiyse, M.Ö. XII. yüzyılda yaşanan Troya Savaşı’nda da aynı nedenle Akhalılar tarafından ele geçirilmiş. O dönemde Tenedos adası Troya’nın bir uydu kenti imiş. Aralarındaki bu bağ, Homeros’un İlyada destanında da bir anlamda ifade edilmiş.

Eskiden Türk Mahallesi olarak bilinen Alaybey Mahallesi’nden bir sokak.

Troya Savaşı’nda,  Akhalılar Tenedos’u almak için Akhilleus önderliğinde gemilerle adaya yanaştıkları zaman, Tenes onları taşlayarak, açıkça Troya’dan yana olduğunu belli etmiş. Buna karşılık Akhilleus hem Kral Tenes’i öldürmüş hem de bütün ada halkını kılıçtan geçirtmiş. Efsaneye göre, Tenes’i öldürmesi Akhilleus’un genç yaşta öleceğinin işareti olmuş çünkü, annesi Thetis onu bu konuda uyarmış. Ona, eğer Tenes’i öldürürse, Troyalıların tarafını tutan tanrı Apollon’un da onu öldüreceğini söylemiş. Zira, bu büyük savaşta tanrılar da taraf tutmuşlar…

Alaybey Mahallesi’nde de turizm açısından bir
canlanma olduğu hissediliyor.

Yine söylenceye göre, Akhilleus’un Tenes’i öldürdüğü yerde daha sonra bir Apollon Tapınağı yapılmış. Tapınak ile ilgili iki tane önemli yasak varmış. Bunlardan ilki, tapınağa flütçülerin girmesinin yasak olmasıymış. Belli ki bu, Tenes’in üvey annesi Filonome’nin attığı iftiraya şahitlik yapan flütçüye bir gönderme. İkinci yasak ise, tapınak alanında Akhilleus’un adının kesinlikle ağza alınmaması imiş. Ben, Bozcada’da bu tapınakla ilgili bir buluntu bilgisine rastlamadım. Kim bilir, belki de toprak altından çıkarılmayı bekleyen arkeolojik eserler arasındadır.

Belirtildiğine göre, pek çok Antik Çağ eserinde Tenedos ismine rastlamak mümkünmüş. Bunların arasında en çok bilineni, hiç şüphesiz, Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları. Tarihçi Herodot (İ.Ö. 490- 425), Coğrafyacı Strabon (İ.Ö. 63-14) ve felsefenin köşe taşlarından Aristoteles (İ.Ö. 384-322) de çeşitli eserlerinde Tenedos’dan söz etmişler. Bir de büyük Latin şair Vergilius (İ.Ö. 70-19) var Tenedos’tan söz eden. Vergilius, başyapıtı sayılan Aeneid’te, Troya kentinin Yunanlılar tarafından yağmalanıp, yakılıp yıkılmasından sağ salim kurtulan Troyalı Aeneas’ın öyküsünü anlatmış. Aeneas, bin bir zorluk ve uzun bir serüvenden sonra İtalya’ya ulaşmış ve Roma kentini kurmuş. Yani bu efsaneye göre, Roma’nın kökeni Troya’dan, dolayısı ile, Anadolu’dan gelmektedir. Eserde Aeneas, Kartaca Kraliçesi Dido’ya Troya’nın sonunun nasıl geldiğini anlatır. 10 yıllık kuşatmaya rağmen Troya’yı ele geçiremeyen Akhalılar çareyi hilede bulmuşlardır:

Anakaranın tam karşısında bir ada görünür

Dillere destan Tenedos Adası’dır bu

Priamos’un krallığının iyi günlerinde

rahatça yaşardı zengin insanları

ama şimdi in cin top oynuyor

doğru dürüst çapa bile tutmuyor limanı

Yunanlılar buraya gelip saklandılar işte

biz hazır pupa yelken rüzgar bulmuşken

çekip Mykenai’ye gittiler sandık onları…

Oysa gitmemişlerdir Akhalılar… Tahta atı ve öykünün sonunu hepimiz biliriz… Onlar, Bozcaada’nın arka tarafında (günümüzün Ayazma Plajı’nın olduğu yerde) saklanmışlar, elli adamıyla tahta atın içine gizlenmiş olan Ulysses’den (Odysseia) gelecek işareti beklemektedirler…

Akhalılar, günümüzde Ayazma Plajı’nın olduğu koyda, Odysseia ve adamlarından gelecek işareti beklediler…

Troya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan birkaç yüzyıl sonra Tenedos’a, Midilli’den gelen ve Anadolu’da İzmir-Çanakkale arasında da koloniler kurmuş olan, Aeoller yerleşmiş. Dört ana Yunan kabilesinden biri olan Aeollere bazı kaynaklarda Aiol ya da Eolisliler de denmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda Tenedos, Pers saldırılarından korunmak için Atinalıların hükümranlığı altına girmiş. Buna rağmen M.Ö. V. yüzyılda Perslerin işgalinden kurtulamamışlar. Bir ara Büyük İskender adayı aldıysa da, sonra tekrar Pers işgaline uğramış. Herodot’un anlatısına göre, Pers askerleri el ele tutuşarak canlı bir zincir oluşturmuşlar ve bu şekilde ilerlerken önlerine çıkan tüm ada canlılarını öldürmüşler. Tenedos, M.Ö. 168 yılında Romalıların hakimiyetine girmiş. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma’nın bir parçası olmuş. 1203’ten sonra Tenedos Ceneviz, Venedik ve Bizanslılar arasında egemenlik mücadelesine sahne olmuş. Ada birkaç kere Venedikliler ve Cenevizliler arasında el değiştirmiş. Sonunda, iki taraf arasında yapılan bir anlaşma ile, 1382 yılında tamamen boşaltılmış. Yaklaşık 4000 kişi olduğu söylenen sivil halkın tamamı Girit ve Eğriboz (Euboia) adalarına yollanmış. XV. yüzyılda Tenedos tekrar Venediklilerin olmuş. Bizanslılarla yapılan bir dizi anlaşma sonucu adada huzur sağlanmış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1478-1479 yıllarında yeniden yaptırdığı
Bozcaada Kalesi.

Osmanlıların Tenedos’a ayak basmaları, Konstantinopolis’in fethinden sonra, 1455 yılında olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in buraya gelip gelmediği kesin olarak bilinmemekle beraber, kendisinin 1461 yılında Troya’yı ziyaret ettikten sonra, Midilli ve Bozcaada’ya da uğradığı tahmin ediliyor. Fatih Sultan Mehmet’i çok iyi tanıyan İmroz adalı (Gökçeada) tarihçi Kritovulos’un anlattığına göre, Fatih Eski Troya harabelerini denizden ve karadan dikkatle inceledikten sonra, İlyada destanından kahramanlıklarını bildiği Akhilleus ve diğer savaşçıların mezarlarını sormuş ve onlardan övgü ile söz etmiş. (Fatih’in okuduğu bu Yunanca İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı kütüphanesindedir). Sonra başını iki yana sallayarak, “Tanrı şunca yıldır bu kentin ve halkının intikamını alma hakkını bana bahşetti. Onların (Troyalıların) düşmanlarına baş eğdirdim, kentlerini yağmaladım, ganimet olarak dağıttım. Burayı zamanında yerle bir edenler kimlerdi ? Yunanlılar, Makedonyalılar, Tesalyalılar, Pelasgoslar değil mi? İşte onların torunları, Asyalılara o gün ve ondan sonra çok kez reva gördükleri kötülüklerin cezasını çekiyorlar.

1478-1479 yıllarında Fatih, Tenedos’un yıkık dökük kalesini yeniden yaptırınca artık Türkler için ada, Bozcaada olmuş. Ancak, bundan sonra da Bozcaada birkaç kez daha Venediklilerin eline geçmiş. Ta ki, 1697 yılında Osmanlılar Venediklileri Bozcaada Deniz Savaşı’nda kesin olarak yenilgiye uğratana kadar. 1807’de Bozcaada bu kez Rusların işgaline uğramış. Yakılıp yıkılan kalesini daha sonra Sultan II. Mahmut 1815 yılında yeniden yaptırmış. 1912 yılında, Balkan Savaşı sırasında ada, Yunanistan’ın eline geçmiş. 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adayı geri almış. Bu arada, Çanakkale Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar tarafından askeri üs olarak kullanılmış. Bunun için, adanın Habbele denen bölgesinde, bugün tam olarak neresi olduğu bilinmeyen, bir askeri havaalanı yapılmış.

Bozcaada’nın mavi gözlü kargalarından biri yakınıma konduğu
için şanslıydım.

Bozcaada’ya gitmenin birkaç değişik yolu var. Biz, Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot ile gitmeyi tercih ettik. Oradan, Bozcaada feribotuna bineceğimiz Geyikli’ye gitmemiz araba ile üç saatten az sürdü. Yol da çok keyifli idi. Her yer yeşillik. Çam ve zeytin ağaçlarının, ekilmiş, verimli tarlaların arasından geçiyorsunuz. Yol kalitesi gayet güzel. Her iki feribota da önceden bilet aldığımız için kuyrukta bekleme sorunu olmadı. Sanırım insanlar çoğunlukla bizim gibi yapıyor ama, yine de, iki yerde de bilet kuyruklarında bekleyen tahminimden çok araba vardı.

Adanın arka tarafı yeşillik. Orman ve üzüm bağları ile kaplı.

Feribot Geyikli’den hareket edince heyecanlandım. Anadolu tarafından bakınca ada gerçekten boz ve kıraç görünüyor. Ama bu sizi yanıltmasın. Bizim de sonradan göreceğimiz gibi, adanın diğer tarafı orman ve üzüm bağları ile kaplı. Bağcılık ve şarapçılık burada Antik Çağlara kadar uzanıyor. M.Ö. 420’li yıllara ait sikkelerde görülen üzüm salkımları burada bir Dionysos kültünün varlığına kanıt olarak gösteriliyor. Adanın yerli Rum halkı tarafından yüzyıllarca sürdürülen gelenek, günümüzde de çeşitli zorluklara karşın devam ettiriliyor. Bu gezide, üzüm çeşitleri arasında özellikle Çavuş Üzümü’nün aslen Bozcaada’nın bir üzüm çeşidi olduğunu öğrendim. İlk akşam içtiğimiz, Çavuş Üzümü’nden yapılmış Corvus marka şarabı da değişik ve içimi güzel buldum. Kendilerine çıkarılan tüm zorluklara rağmen, Bozcaada’da üretim yapan birkaç şarap işletmesi var. Bunlar Corvus, Amadeus, Ataol, Gülerada, Talay ve Yunatçılar. Corvus, Talay ve Amadeus yaz ayları boyunca fabrikalarında tur ve tadım olanağı sunuyorlar. Kısıtlı zaman nedeniyle biz bu deneyimi bir dahaki sefere bırakmak zorunda kaldık. Ancak, adada kaldığımız süre boyunca yerel şarapları içmeye özen gösterdik.

Bozcaada’da feribottan iner inmez kendinizi yaşamın
içinde buluyorsunuz.

Türkiye’nin, Gökçeada ve Marmara adalarından sonra üçüncü büyük adası olan Bozcaada’ya feribot ile geçmemiz 35 dakika sürdü. Yakınlığı nedeniyle anakaradan rahatlıkla görülen adaya yaklaşırken Bozcaada Kalesi’nin görüntüsü çok etkileyici. Limanda bütün görkemi ile yükselirken, insanlara adeta buranın sadece yeme içme ve eğlence yeri değil, çok eski çağlardan beri var olan, çok görmüş geçirmiş bir yer olduğunu anlatmak istiyor. 

Çınaraltı Kahvesi’nde sakızlı muhallebi yiyip bir kahve içmeden ayrılmamalı insan Bozcaada’dan.

Bozcaada’da feribotun yanaştığı liman, adanın ana yerleşim yerinde. Yani feribottan iner inmez kendinizi ana caddenin ucunda ve hayatın içinde buluyorsunuz. Zaten Bozcaada, Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olarak geçiyor. Adanın diğer taraflarında, bazı lojmanları ve başarısız bir site inşaatı denemesini saymazsanız, evler dağınık konumdalar.

Kaikias Otel ve kahvaltı servisi yapılan çardakaltı. Kaikias mitolojide, kuzeydoğu rüzgarı tanrısının adı imiş.

Bozcaada merkezine araba ile giriş yaz aylarında Kaymakamlık tarafından yasaklanmış. Bunu sağlamak için de her yere kapanlar yerleştirilmiş. Merkezde kalacaksanız, otelinizin konumuna göre, arabanızı otoparka bırakıp bavullarınızla yürümeniz gerekebiliyor. Bizim kaldığımız Kaikias Otel yer olarak mükemmel bir noktada idi. Feribottan indikten sonra araba ile önüne kadar gelebiliyor ve  arabanızı neredeyse pencerenizin önüne park edebiliyorsunuz. Adanın diğer yerlerine araba ile gidip gelmek için, hemen otelin yakınından “Çevreyolu”na  çıkabiliyorsunuz. Dönüşte de, yine şehir merkezine girişi engellemek için yapılan bariyerlerin başında duran görevlilere Kaikias Otel’de kaldığınızı söylerseniz, size çevreyolunu kullanarak nasıl gideceğinizi tarif ediyorlar.

Otelin girişinde Pandelera ailesine ait mobilyalar, eşyalar ve belgeler sergileniyor.

Bozcaada’ya gitmeden, güvendiğim birkaç kişiye kalacak otel ismi sormuştum. Önerdikleri farklı otellerin arasında hepsinin Kaikias’ı belirtmeleri orayı seçmemizde etken oldu. Adada, farklı fiyatlara, kalacak birçok sevimli yer var. Bütçeniz ve zevkinize uygun mutlaka bir yer bulabilirsiniz. Otellerin dışında, pansiyonlar da mevcut.

Kaikias, kalenin arkasındaki konumuyla her yere yakın. Ayrıca, adanın çeşitli plajlarına giden dolmuşların kalktığı yer de fazla uzakta değil. Otelin sahibi olan mimar çift, uzun yıllar adadaki bağ evlerini yeniden tasarlayıp onararak sonradan Bozcaadalı olanlara hizmet vermişler. 2001 yılında Kaikias’ı açmışlar. Otel, sırtınızı denize verdiğiniz zaman ana caddenin sağ tarafında yer alan Rum mahallesinde bulunuyor. Bu taraftaki Rum tarzı taş evlere karşılık, caddenin sol tarafındaki Türk mahallesinde cumbalı evler var. Eskiden iki mahalleyi birbirinden ayıran bir dere varken, daha sonra üstü kapatılmış ve günümüzdeki Çınar Çarşı Caddesi haline getirilmiş.

Bir zamanlar Türk ve Rum Mahallelerinin arasından geçen dere (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Kaikias Otel, iki ev ve bunlardan birine ait kayıkhanenin düzenlenmesi ile meydana gelmiş. Evlerden biri, adanın yerleşik Rum ailelerinden Pavli Pandelera’ya aitmiş. Biz de bu kısımda kaldık. Aileden kalan mobilyalar, eşyalar ve belgeler binanın girişindeki camekanlarda ve duvarlarda özenle sergileniyorlar. Diğer ev ve kayıkhane, halen 1945’te göç ettiği  Avusturalya’da yaşayan, İstirati Dali’ye aitmiş. Kendisi bu evde doğmuş ve büyümüş. Bir ara, Rum mahallesinin muhtarlığını da yapmış. Restorasyon sırasında, merdivenlerin, tavanların ve dolapların korunmasına özen gösterilmiş.

Pandelera ailesine ait bir nüfus kayıt örneği ve elektrik faturası.

Otele vardığımızda saat üç buçuk civarıydı. Odamıza yerleşip hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktık ve bize önerildiği gibi, Rum mahallesinin sokaklarında gezinmeye başladık. Dış cephelerine boyanmış çeşit çeşit resimlerle daha da şirin hale gelmiş binaların olduğu sokaklarda dükkanlar, kafeler ve restoranlar vardı. Sakin öğle saatlerinden sonra, her yer akşam için yapılan hazırlıklarla canlanmaya başlamıştı. Bozcaada’nın, herhangi bir yere benzeme gayreti içinde olmadan, kendine özgü olması, etrafta sakil plastik sandalye ve benzerinin olmaması çok hoşuma gitti.

Ara sokaklarda gezinirken, akşam yemeği yemeyi düşündüğümüz Sandal çıktı birden karşımıza. Burayı da önerenler çok olmuştu. Garsonun önerisine uyarak akşam için yer ayırttık. İyi ki de ayırtmışız. Saat yedi buçuktan itibaren tüm restoranlar dolmaya başladı. Gerek Sandal’da gerekse diğer akşamlar yemek yediğimiz Cabalı ve Ayazma Restoran’da her şey çok taze ve lezzetli idi. Alışılmışın dışındaki mezeler arasında Sandal’daki zerdeçallı domates ve patlıcan mezesi, Cabalı’daki Ege Karma dedikleri kurutulmuş domatesli meze, kılıç pastırma, sirkede pişirilmiş sardalye, beğendi üstünde levrek aklımda kalan nefis tatlar.

Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi de bu ilk gezinti sırasında birden karşımıza çıktı. Gelmeden hakkında okuduğum bu müzeyi görmeyi çok istiyordum. Çocuk gibi sevindim. Sizi bilmiyorum ama, ben ilk olarak gittiğim herhangi bir yerin gelmişini geçmişini biraz öğrenmek isterim. Bilmediğim bir yerde sadece deniz, kum ve akşam eğlencesi beni doyurmaz. Bozcaada Müzesi bu anlamda, ister şöyle hızlıca bir gezin ister bizim yaptığımız gibi biraz daha detaylı inceleyin, adanın 20. yüzyılın  başından beri görüp geçirdiklerini belgeleri ile sunuyor. Müzenin koleksiyonu, 1961 İstanbul Fener doğumlu Hakan Gürüney’e ait. Yirmi yılı aşkın bir zamandan beri topladığı gravür, fotoğraf, obje, eşya ve belgelerle Bozcaada’ya kültür ve tarih açısından gerçekten çok takdir edilecek bir katkıda bulunmuş. Kendisi, 1992 yılında, tutkulu bir şekilde yaptığı deniz kabuğu koleksiyonu için aradığı nadir rastlanan bir kabuğu bulmak amacıyla geldiği Bozcaada’da, buranın yerlisinden daha fazla adalı olmuş diyebilirim.

Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi’nin binası, 19. yüzyılın son çeyreğinde Dimosten Tulmidis tarafından yaptırılmış, orijinal halinde bir tarafı iki, diğer tarafı üç katlı bir evmiş.
Günümüzde binanın sadece bodrum ve zemin
katları ayakta.

Bozcaada Müze binası, 2006 yılında zamanın kaymakamı tarafından Hakan Gürüney’in koleksiyonu için tahsis edilmiş, 130 yıllık bir Rum evi. 1874 yangınından sonra, Dimosten Tulmidis tarafından yaptırıldığı belirtilen yapı, ailenin 1950 yılında Avusturalya’ya göç etmesinden sonra harabeye dönmüş. Oysa, bir zamanlar Bozcaada’nın en görkemli ve yüksek yapısıymış. Bina, önceleri iki kat daha yüksek ve önü sütunlu iken, yukardan düşen taşların yarattığı tehlike nedeniyle daha sonra üst katları yıkılmış. Şu anda gezilen yerler evin  bodrum ve zemin katları oluyor. Çeşitli odalarda hem evin sahiplerinin kişisel tarihlerini hem de 45 ayrı konu başlığı altında toplanmış 6000’den fazla fotoğraf, belge ve objeyi görüyorsunuz. Sizi çok kibar bir şekilde karşılayan Hakan bey, istediğiniz zaman detaylı bilgi de veriyor. Müzede sergilenenler arasında, 1900 yılında çekilmiş Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı, 1909 yılından kalma fotoğraflar, 1915 Çanakkale Savaşı sırasında burayı üs olarak kullanan Fransız ve İngiliz askerlerinin ailelerine yolladıkları kartpostallar, ayrıca bu askerlerin geride bıraktıkları çeşitli eşyalar ve bir de Ara Güler’in 1955 yılında Bozcaada’da çektiği ve Hakan Gürüney’e hediye ettiği 25 fotoğraf var.

1900 yılında çekilmiş, Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
İngiliz Birliklerin adaya çıkartması (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Kale içinde Yunanlı askerler (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Görevli Fransız subayını 8 kilometre uzaklıktaki havaalanına götürecek olan otomobil ile makinist Laissier ve şoför Bongat (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Müzede, 1998-2009 yılları arasında, yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli müzayede ve sahaflardan toplanmış veya hediye edilmiş değerli belgelerin ve fotoğrafların dışında, adadaki Rum halkın geride bıraktığı eşyalar da çeşitli konu başlıkları altında, faklı odalarda sergileniyor. Artık sayıları iyice azalmış olan Rumların geçmişlerinin korunması ve Bozcaada’nın belleğinin canlı tutulması açısından bu, bence çok önemli bir çaba. Bozcaada’da Rumlar ve Türkler, 1455 yılındaki fetihten sonra, 500 yıl birlikte yaşamışlar. Çeşitli zamanlarda, Rum ve Türk nüfus fazlalık açısından birbirinin önüne geçmiş. Örneğin, bazı kaynaklara göre XVI. yüzyılda adada 242 Hristiyan (Rum) ve 55 Müslüman aile varken, 1745’te 300 Müslüman ve 250 Rum aile bulunmaktaymış. 1831 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus sayımına göre 439 Müslüman ve 793 Hristiyan (Rum) kaydedilmiş. Adanın 1912-1923 yılları arasında olan Yunan işgali sırasında Rum nüfusunda bir fazlalaşma, Türk nüfusunda azalma görülürken, toplam nüfus 5000’e çıkmış. Lozan’dan sonra ada nüfusu toplam 2000-2500 arası olmuş. Yaz aylarında 10.000’e kadar çıkabilen nüfus, kış aylarında yine 2500 civarında olarak belirtiliyor.

Müzede, Bozcaadalı Rumlardan kalan eşyalar kullanılarak, hem o dönemin değişik meslekleri tanıtılmış hem de bu mesleklerden
kimi insanlar anılmış.

Türkiye’nin Rum vatandaşları açısından en tedirgin edici dönemler olan 6-7 Eylül 1955 ve 1974 Kıbrıs Harekatları sırasında Bozcaada’da hiçbir olumsuzluk yaşanmamış. Buna karşın, 1950’lerin ortasından itibaren, ve özellikle 1960’larda, adanın Rum nüfusu göç etmeye başlamış. Bir kısmı İngiltere, Fransa ve Amerika’ya, bir kısmı da o dönemde göçmen alımını özellikle artıran Avusturalya’ya gitmişler. 1994 sonbaharında yapılan sayıma göre, adada 20-25 dolayında Rum saptanmış. Bozcaada Belediyesi’nin web sitesine göre ise, günümüzde adada sadece 3 tane Rum kalmış.

Bağcılık ve şarapçılıkla ilgili gereçler.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Panayot Sarı’nın (Taki) Şaraphanesi.
Ara Güler’in 1955 yılında çektiği Bozcaada fotoğraflarından.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Bozcaada Müzesi’ni gezerken Rumca konuşan bir grup geldi. Hakan bey ile sarılıp kucaklaştılar. Ona getirdikleri hediyeleri verdiler. Bunlar, Bozcaada’dan dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş adalı Rumlar ve çocuklarıydı. Hakan bey, onların iki gün sonra kutlanacak olan Aya Paraskevi günü için geldiklerini söyledi. “Her sene gelir, buraları ağlayarak gezer, anılarını ya da büyüklerini yad ederler” dedi. Günümüzde Avusturalya, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yaşıyor olsalar da, her sene 26 Temmuz’da Bozcaada’ya geliyorlarmış. Biz de sonraki günlerde şehir içinde dolaşırken ve Türk Mahallesinin meydanındaki Eski Kahve’de otururken çok sayıda eski Bozcaadalı Rum ile karşılaştık. Yürüteç ile masaların arasından geçmeye çalışan bir hanımın, yol vermek için ayağa kalkan eşime önce Rumca, sonra Türkçe teşekkür etmesi çok dokunaklı idi…

Biz müzeden ayrılırken Hakan Bey eski Bozcaadalı Rum
dostlarını ağırlıyordu.

26 Temmuz günü tüm Yunanistan ve adalarında kutlanan Aya Paraskevi için farklı anlatımlar ve efsaneler olduğunu fark ettim. Bozcaada Rumlarının kutlama yapmak üzere ziyaret ettikleri Aya Paraskevi Manastırı ile ilgili hikayenin bile birkaç versiyonu var. Bunlardan birine göre Paraskevi, M.S. 138-161 yılları arasında Bozcaada’da yaşamış genç ve güzel bir kızmış. Günümüzde Göztepe olarak bilinen adanın en yüksek tepesindeki Ayyulas Manastırı’ndan genç bir rahibe aşık olmuş. Genç rahip de ona aşıkmış ama, kızın babası birlikte olmalarına izin vermemiş. Kızını, bugün Aya Paraskevi Manastırı’nın bulunduğu yerde sıkı bir göz hapsine almış. Aşıklar hiçbir zaman kavuşamamışlar. Paraskevi genç yaşta aşk acısı nedeniyle ölmüş. Günümüzdeki manastır binası 1700’lü yıllarda yapılmış. Yalnız, manastır kelimesi sizi yanıltmasın. Burası, tek katlı küçük bir şapel aslında. Kavuşamayan aşıkların anısına bir de dilek pınarı var.

Halk arasında Ayazma Manastırı olarak da anılan Aya Paraskevi Manastırı 1700’lü yıllarda yapılmış.
Her yıl, Aya Paraskevi Günü ya da Ayazma Panayırı olarak bilinen, 26 Temmuz günü sabah erkenden yapılan ayinden sonra, Ayazma Restoran’da gün boyu eğlence oluyor.

26 Temmuz Aya Paraskevi  Günü sabahında, manastırda bir ayin yapılıyormuş. Türkiye’nin diğer yerlerinden ve Gökçeada’dan da katılanların olduğu ayinin ardından, manastırın yanında, sekiz çınar ağacının altındaki Ayazma Restoran’da gün boyu eğleniliyormuş. Bazı yıllar Yunanistan’dan gelen dans ekiplerinin de katıldığı bu eğlencede yenilip içiliyor ve dans ediliyormuş. Biz, akşam yemeği için gittiğimizde eğlenceler sona ermiş ve kalabalık dağılmıştı. Ama, hem Yunanca hem de Türkçe şarkılar söyleyen müzisyen ikilinin eşliğinde harika bir gece geçirdik. Restoranı, adalı bir Rum aile işletiyor. Hoş bir esintide, uzaktan aşağıdaki Ayazma Plajı’nın seyrederek yemek yemek çok keyifli oldu. Hele gece olup, uzaktaki gemilerin ışıkları yanınca, kendimizi ortamın büyüsüne bıraktık…

O gece, bu parça ile sevgili babamı da andım.
Manos Hadjidakis’in Pire Çocukları isimli eserini çok severdi…

Bozcaada Kalesi, gezmek için herkese önereceğim bir yer. Tarihe meraklı olmasanız bile, en azından çok güzel fotoğraflar çekebileceğiniz, şehrin topoğrafyasını tam olarak anlayabileceğiniz ve masmavi denizi doya doya seyredebileceğiniz bir nokta burası. Buradan Anadolu topraklarına ve Troya’ya bakmak da çok heyecan verici. Haluk Şahin’in dediği gibi, “Troya’nın yanışı en iyi Bozcaada’dan seyredilmiş olmalıydı”.

Adanın kuzeydoğu burnunda bulunan Bozcaada Kalesi’ni ilk olarak kimlerin yaptırdığı kesin olarak bilinmiyor. Yalnız burada, çeşitli dönemlerde Bizanslıların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin kullandığı bir kale hep olmuş. Çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, adanın 1455 yılında alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478-1479 yıllarında yeniden inşa ettirilmiş. İçine, bir Osmanlı kalesinin olmazsa olmazı olan bir cami yaptırılmış. Bu cami daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından yenilenmiş ama, şu anda sadece temelleri var. Daha önce belirttiğim gibi, Bozcaada Osmanlıların ilk fethinden sonra birkaç kere Venediklilerin eline geçmiş. 1697 yılında Venediklilerden kesin olarak geri alınınca, 18. yüzyıl boyunca çeşitli defalar onarılmış. Osmanlı dönemindeki en büyük onarım, II. Mahmut zamanında, 1815 yılında, yapılmış. Cumhuriyet döneminde, 1965-1970 arasında ve en son 1996 yılında onarım görmüş.

Kalenin çevresindeki bir zamanlar su dolu olan hendek ve asma köprülü giriş kapısı.

Kalenin kara tarafında, bir zamanlar su doldurulduğu anlaşılan bir hendek var. Yaklaşık 10 metre genişliği ve 250 metre uzunluğu olduğu söylenen bu hendeğin üzerinde bir asma köprü varmış. Günümüzde giriş bu kapıdan yapılıyor. Deniz ve mendirek tarafındaki diğer iki kapı kullanılmıyor. İç ve dış kale olmak üzere iki ana bölümü olan kalenin dış kısmında, iki cephanelik, bir kuyu, iki tabya, tören ve eğitim alanları, kamacı atölyelerinin temelleri ve eskiden kale içinde yaşayanların evlerinin olduğu bir alan var. İç kale iki bölümden oluşuyor. Birinci kısımda revir, cami, minare, zindan ve kışla kalıntıları bulunuyor. Asıl iç kale olarak tabir edilen ikinci kısımda ise, sekiz burç, ortada bir levazım deposu, cephanelik ve sarnıç kalıntıları görülüyor.

Bozcada’da bir de, bizim gitmediğimiz, Yeni kale var. Bozcaada Kalesi’nin arka tarafındaki, değirmenlerin olduğu, tepede olduğu söyleniyor. Kaynaklarda buranın aslında, halk arasında Yeni Kale denmesine karşın, bir tabya olduğu belirtiliyor. II. Mahmut’un padişahlık döneminde, 1827 yılında Bozcaada Muhafızı Hafız Ali Paşa tarafından yaptırılan tabyadan günümüze sadece kalıntılar kalmış.

Halk arasında Yeni Kale dense de, aslında bir tabya olduğu belirtilen yapının kalıntıları, değirmenlerin olduğu tepede bulunuyor.

Halen Bozcaada’nın ibadete açık tek Rum Ortodoks kilisesi olan Meryem Ana ya da diğer ismiyle, Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi’ne de gittik. Ancak, kapalı olduğu için içini göremedik. Sanırım, içini görmek için Pazar sabahı ayinine gitmek gerek. Adada çok az cemaat kaldığını düşününce, kapalı tutulması normal. Yakın zamana kadar fotoğraflarında bir çan kulesi olduğu görülse de, şu anda çan kulesi yok. Etraftaki esnaftan öğrendiğimize göre, 1980’lerde yıkılma tehlikesi olduğu için kısmen sökülüp metal kafes içine alınan kule, sonradan yeniden yapılmak üzere tamamen yıkılmış. Giriş kapısında 1869 yılı yazan kilisenin yerinde Venedikliler zamanında da bir kilise olduğu söyleniyor. Bir zamanlar her yerden görünen çan kulesi 1895 yılında yapılmış. Orijinal halinde kule, 23,8 metre imiş. Dilerim, bir zamanlar Rum mahallesinin simgesi olan bu kule yakın zamanda, aslına uygun bir şekilde, yeniden yapılır.

Bozcaada Rum Ortodoks Meryem Ana ya da Kimisis Teodoku Kilisesi’nin günümüzdeki hali.
Kilisenin günümüzde olmayan çan kulesinin
1915’teki görünümü.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Kimisis Teodoku Kilisesi’nin içi.
Ara Güler’in 1955 yılında çektiği Bozcaada fotoğraflarından.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Bozcaada’da iki tane de tarihi cami var. Her iki cami de Alaybey, yani Türk Mahallesinde. Köprülü Mehmet Paşa Camii, 1655 yılında, daha önce burada olan ve Venedikliler tarafından yıktırılan, Mıhçı Cami’nin yerine, Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı, sade bir cami. Zaman içinde olan tahribatlar nedeniyle birkaç kere onarım görmüş. Minaresi de 1965 yılında tamamen yeniden yapılmış. Halk arasında bu camiye Yalı Camii de deniyor.

Köprülü Mehmet Paşa Camii (1655)

Alaybey Camii, Bozcaada’nın Türk tarafındaki büyük ana meydana bakıyor. Burası, gördüğüm kadarı ile, çay bahçesi ve çocuk parkıyla birlikte, yerli halkın zaman geçirdiği asıl yer. Bu tarafta, Rum Mahallesi’ne göre daha az kafe, restoran ve otel var. Sokaklar daha sakin.

Alaybey Camii

Caminin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor ama, 1700’lü yıllarda inşa edildiği tahmin ediliyor. İsminin, o zamanlar Kale kumandanı olan Miralay (albay) Ahmet Ağa’dan geldiği ve kendisinin, daha önce burada olup harabeye dönen Ali Ağa Camii’ni yeniden yaptırdığı düşünülüyor. Ana binası kırmızı, minaresi beyaz kesme taştan yapılma bu cami de diğeri gibi oldukça sade. Ancak, Alaybey Camii’nin haziresi biraz zaman harcamaya değer.

Cami avlusundaki 14 mezardan biri Osmanlı sadrazamlarından Halil Hamit Paşa’ya (1736-1785) ait. I. Abdülhamit döneminde sadrazamlık yapan Halil Hamit Paşa, eski Devlet Bakanı Kemal Derviş’in de altıncı kuşaktan büyükbabası oluyor. Halil Hamit Paşa, 2 yıl 3 ay yaptığı sadrazamlık sırasında Osmanlı devletini ekonomik olarak canlandırmak ve israfı kısmak için bir dizi reform yapmış. Fransızlarla teknik anlaşmalar yaparak, Fransız eğitmen ve mühendislerinin Türk donanmasına, topçu ve istihkam subaylarına ders vermesini sağlamış. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan Mühendishane-i Hümayunu yeniden yapılandırmış. Burada da Fransız hocaların astronomi, matematik, gemicilik gibi konularda ders vermesini sağlamış. Tüm bu modernleşme çabalarının yanında, Ruslarla da daha uyumlu bir dış politikadan yana olmuş. Oysa bu sırada, devlet içinde bir grup, Kırım’ı geri almak amacıyla, Ruslara karşı savaş açılmasından yanaymış. Sonunda, Padişahın kız kardeşinin de içinde olduğu bir komplo ile I. Abdülhamit,  Halil Hamit Paşa’nın kendisini tahttan indirip III. Selim’i tahta çıkaracak bir grubun üyesi olduğuna inandırılmış. Paşa sadrazamlıktan azledilip Bozcaada’ya sürgüne gönderilmiş. Burada, bir hafta sonra kellesi uçurularak idam edilmiş. Vücudu, Bozcaada Alabey Cami’nin avlusundaki hazireye defnedilirken, kellesi bal tulumuna konarak İstanbul’a gönderilmiş. O da, ibreti alem olarak bir süre teşhir edildikten sonra, Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanına gömülmüş. İki yıl sonra girilen Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1787-1792) sonu ise, Halil Hamit Paşa’nın öngördüğü gibi, Osmanlı için hüsran olmuş…

Eski Devlet Bakanı Kemal Derviş’in altıncı kuşaktan büyükbabası Sadrazam Halil Hamit Paşa (1736-1785).
Sadrazam Halil Hamit Paşa’nın Alaybey Camii’nin haziresinde bulunan mezarı. Başı vurularak idam edilen Halil Hamit Paşa’nın başı, İstanbul’daki Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.

Bozcaada’da sadece tarihi yer gezmedik elbet. Adanın mavi, hatta turkuaz denizinde doyasıya yüzdük de. Bozcaada’nın denize girmek açısından en iyi özelliği, rüzgar durumuna göre, adada daima uygun bir plaj olması. Poyraz esince, adanın arka tarafındaki Ayazma, Sulubahçe, Habbele ve Akvaryum koylarının sakin sularında yüzebiliyorsunuz. Ancak, Bozcaada’nın deniz suyunun, sıcak deniz sevenlere göre olmadığını söylemek zorundayım. İnsanı ürpertiyor. Denizin en sıcak olduğu ayların Eylül ve Ekim olduğu söyleniyor.

Alaybey Camii’ni gezdikten sonra meydandaki Eski Kahve’de oturup bir fincan kahve ve gelincik şurubu ya da koruk şerbeti ile dinlenmek
çok güzel oluyor.

Biz, bir günümüzü Ayazma plajında geçirdik. Burada, ücret karşılığında şezlong ve şemsiyelerden yararlanabiliyorsunuz. Sosyal medyada çok sayıda fotoğrafı paylaşılan Akvaryum Koyu’nda ise, o tür bir hizmet yok. Deniz çok güzel görünmekle beraber, koşullar ilkel. Hatta sahile inen yol arabalar için oldukça tehlikeli. Umarım, kısa zamanda hem yol hem de plaj hizmeti açısından gelişme olur.

Gelincik Şurubunu ve Koruk Şerbetini severseniz, çarşı içindeki Veli Dede dükkanından şişelenmiş olarak satın alabilirsiniz. Adaya özgü bir başka ürün de, Santorini’de tattıklarımı aratmayan, domates reçeli. Tüm ürünleri internetten sipariş etmeniz de mümkün.

Denize girmek için, şehir içinde, Bozcaada Kalesi’nin önü de çok güzel bir nokta. Doğrusu, kaleyi gezmeye gitmeseydik biz bu seçeneğin farkında olmayacaktık. Yukardan aşağı bakarken gördüğümüz denize giren insanlar sayesinde, daha sonra mendirek tarafına gitmeyi akıl ettik. Buraya yan yana sıralanmış kafelerin şezlonglarından ve masalarından gün boyu yararlanabiliyor, masmavi ve tertemiz denizde yüzebiliyorsunuz. Biz çok keyif aldık. Üstelik otele de çok yakın.

Akvaryum Koyu’na giderken kendi şemsiye ve şezlongunuzu götürmeniz gerekiyor. Biz gittiğimizde, koyda bir yüzen market vardı.
Ayana Koyu
Akvaryum Koyu’nun hemen yanındaki bu koyun ismi kimilerine göre, Aya Ana’dan (Aziz Ana) geliyor. Ama Haluk Şahin, bu adın belki de yanan Troya’dan kaçıp İtalya’ya giden ve Roma’yı kuran Aeneas’dan gelmiş olabileceğini düşünüyor…

Bozcaada’dan, tekrar gelmek üzere ayrıldık. Kim bilir, belki bir sonraki sefer bağ bozumu zamanı gelir, adanın bağcılık ve şarapçılık yönünü daha fazla görme, öğrenme ve yaşama olanağı buluruz.

Adanın en batı ucundaki Polente Deniz Feneri 1861 yılında yapılmış. Ancak günümüzde, elektrik üreten 17 tane dev rüzgar gülünün sahasında olduğu, için yakınına gidilemiyor. Yine de burası, gün batımını izlemek için adanın çok popüler bir yeri.

Aslında Bozcaada, 2019 yılı yaz tatilimizde gittiğimiz tek ada olmayacak. Siz bu satırları okurken ben, büyük olasılıkla, yine bir adaya gitmenin hazırlıklarını yapıyor olacağım. Bir sonraki yazımda, bir başka adada buluşmak üzere, hoşça kalın…

Orestia’dan Edirne’ye… (2)

Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık. Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.

Edirne II. Bayezid Külliyesi
Kaynak: Trakya Üniversitesi Sağlık Müzesi Arşivi

II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II. Bayezid’in emri ile, 1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi), tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.

Sultan II. Bayezid

II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken eserler arasında bence.

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer, müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.

II. Bayezid Külliyesi şifahane bölümü

Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün.  Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.

Sırtta Sil’a (Yağ Uru, Lipom) ameliyatı
Doğumlar, usta-çırak eğitimiyle yetişen ebeler tarafından yaptırılırmış. Ebeler aynı zamanda kadın hekimler olarak, genital bölgedeki basurların, siğillerin, kızıl sivilcelerin, çıbanların, apselerin çıkarılması, kapalı vajina ameliyatları ve anne karnında ölen ceninin çıkarılmasından da sorumluymuşlar. Taş çıkarma ameliyatı (litotomi) yapacak kadın hekim bulunamaması halinde kadın hastalara erkek hekimler müdahale ederlermiş.

Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da, sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici uygulamalar.

Edirne II. Bayezid Külliyesi’nde akıl hastalarına uygulanan müzik, su ve el işleri ile tedavi şekilleri XV. yüzyılda Avrupa’da görülmeyen yöntemler.

Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil, tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki, belli makamlar  belli hastalıklar için kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.

Şifahanenin ana kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin ve şadırvanın arkasındaki sahnede müzisyenlerin haftanın belli günlerinde çaldıkları müziğin hastalar üzerinde çok olumlu etkisi olduğu düşünülürmüş.

Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr. Ratip Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun ağılı olarak kullanılmış.

Başta gül olmak üzere, bahçede yetiştirilen çiçeklerden elde edilen yağlar, koku ile tedavilerde kullanılırmış.
Evliya Çelebi’nin anlatımına göre, şifahanenin bahçesinde çok sayıda egzotik hayvan da besleniyormuş.

1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak, külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II. Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir diye düşündüm.

Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda, aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.

Türkler Avrupalılardan çok önce Çiçek Hastalığı aşısını biliyorlarmış. Kafkasya’da kız çocuklarına güzellikleri bozulmasın diye yapılan bu aşılama yöntemini Selçuklular Ön Asya’ya getirmişler. Osmanlılar da başarı ile uygulamışlar. İlk önceleri, incir yaprağı kullanılarak yapılan aşı için Osmanlılar özel kalemler üretmişler. Fildişi kalemin ucu ile çizilen deriye kalemin içindeki aşı sürülürmüş.
Osmanlılar Çiçek aşısını kullanırken, Avrupa’da bu hastalık büyük bir sorunmuş. Binlerce insan ölüyormuş. 1716-1718 yılları arasında İstanbul’da görev yapan İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Montagu Osmanlıların bu konuda başarılı olduklarını görünce, aşıyı beş yaşındaki kendi oğluna yaptırmış. İngiltere’ye döndükten sonra da kendisini “Türk Çiçek Aşısı”nı İngiltere’de yaygınlaştırmaya adamış. Önce Royal Society doktorlarının önünde dört yaşındaki kızını aşılatmış. Daha sonra aşı, 20 Ağustos 1721 tarihinde, Newgate hapishanesinde ölüme mahkum altı kişiye uygulanmış. Mahkumlara bir şey olmayınca, Kraliyet ailesi mensupları, asiller, politikacılar ve zenginler çocuklarını aşılatmaya başlamışlar. 1722 yılında iki İngiltere Prensine aşı yapldıktan sonra “Türk Çiçek Aşısı” bütün Avrupa’da yaygınlaşmış. 1796 yılında Edward Jenner sığırlarda görülen çiçek hastalığından bir aşı üretene kadar Avrupa’da tek yöntem olarak kullanılmış.

Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.

II: Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi
Derslik
Medresede uygulamalı verilen dersler

II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55 metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş. Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği anlaşılıyor.

Beyin kesiti (optik kiasma gösteriliyor)
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Anne karnında cenin
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Üriner sistem (solda) ve kadın genital sistemi
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından

Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.

Bayezid Camii, avlusu, mihrabı ve Hünkar mahfili

Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.

Paleontolojik dönem buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
Hocaçeşme Höyüğü buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri, ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve tarım aletleri bulunuyor.

Enez Nekropolü’nde bulunmuş pişmiş topraktan Afrodit heykelcikleri
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
“Diofanes’in kızı Julya, 40 yıl yaşamış olan kocası Diogenetos ile oğluna bu mezar taşını yaptırdı. Anısı hoş olsun, hoşçakal ey koca!” (M.S.1-2. yy)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.

Ejderhayı öldüren Aya Yorgi (Aziz George)
(Bizans dönemi)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak, araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.

İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü ev

Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra, 1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş. Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948 yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961 yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.

İlhan Koman’ın ölene kadar yaşadığı ve eserlerini yaptığı teknesi Hulda
Kaynak: Turksail.com 13/4/2011
İlhan Koman Hulda’da
Kaynak: Hurriyet.com.tr

İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da Vinci adını takmışlar.

Google arama motorunun İlhan Koman anısına, sanatçının 98. doğumgünü için, 17/6/2019 günü kullandığı doodle

İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi bulunuyor.  Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.

Trakya Üniversitesi Karaağaç Tren İstasyonu Yerleşkesi’nde İlhan Koman izleri…
İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi ve İlhan Koman Atölyesi

Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya- Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.

Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek, bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, Naim Avigdor Güleryüz’ün Tarihte Yolculuk- Edirne Yahudileri  kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.

Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.

Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre, bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian, Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya, zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.

Edirne Büyük Sinagogu’nun restorasyondan önceki hali
Kaynak: arkitera.com

Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim  Yahudileri de bulunmakta imiş. Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide, Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler. Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.

Büyük Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş
Kaynak: arkitera.com

Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz, Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.

Büyük Sinagog’da restorasyon çalışmaları 2010 yılında başlamış ve 2015 yılında tamamlanmış
Fotoğraf: arkitera.com

Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX. yüzyılın başında Edirne’deki sinagog  sayısı  yaklaşık 15’e ulaşmış. Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.

Büyük Sinagog restorasyondan sonra

2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş. 1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte 1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…

Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri, sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta, burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere, çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin sonuna doğru  ibadethanenin kapıları kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)

Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş.  Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle,  iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler için bir mekan olma niteliğinde.

Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu, Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.

Muradiye Camii bahçesine girişteki çeşme de bir zamanlar burada bulunan külliyenin bir parçası olarak yapılmış
Sultan II. Murat tarafından yaptırılan Muradiye Camii (1436)

Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii, başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.

Caminin giriş cephesindeki yazılar Eski Camiyi anımsatıyor

İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi), Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı şeklinde mezar taşı bulunuyor.

Muradiye Camii’nin haziresinde, sol tarafta görünen gibi, Mevlevi külahı şeklinde birçok mezar taşı var
Muradiye Camii’nden Selimiye manzarası

Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.

Muradiye Camii’nin 15. yy. çinileri ile kaplı muhteşem mihrabı

Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış. 1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere bakarken içim acıdı.

Define avcıları tarafından tahrip edilen çiniler ve kalem işleri. Beyaz renkli boşlukların orijinal çinileri bir araya getirilemeyecek kadar parçalanmış oldukları için yerlerine yerleştirilememiş
Restore edilmeye çalışılmış çiniler

Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.

Orestia’dan Edirne’ye… (1)

Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.

Selimiye Camii
Mimar Sinan’ın, kendi ifadesi ile, ustalık eseri. Yapımı 1569-1575

Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler. Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç gelmişti.

Eski Cami (1403-1414)

Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik. Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak, çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447)

Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi paylaştığım, her iki  şehri de görmüş birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu. Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı, broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir tek, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni çok mutlu etti.

İlginç binaları ile Saraçlar Caddesi

Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.

Tarihi Karakol
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile Meriç Nehri’nin batısında kalan topraklar Yunanistan’a bırakılmıştı. Tarihi Karakol bu dönemde bir sınır karakolu olarak inşa edildi. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile sınır güneye çekilince, bina bu işlevini yitirdi. Günümüzde kafe olarak kullanılan bina, Meriç Köprüsü’nü geçince sol tarafta.
Hacı Adil Bey Çeşmesi (1904)
Meriç Köprüsü ile Karaağaç yolunun birleştiği noktada bulunan bu çeşme, dönemin Edirne valisi Hacı Adil Bey tarafından yaptırılmış.

Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.

Karaağaç Tren İstasyonu
Yapımına 1914 yılında başlanan bina Mimar Kemaleddin Beyin eseri. Birinci Dünya savaşı sırasında inşaata ara verilmiş. Kurtuluş Savaşı sonrasında demiryolunun devamının Yunanistan topraklarında kalması nedeniyle işlevini yitirmiş. 1998 yılından beri Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta.
Bu tren artık hiç bir yere gitmiyor…

Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita, şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş olması beni çok sevindirdi.

Karaağaç Lozan Anıtı (1998)
Karaağaç, Meriç Nehri’nin batısında olmasına rağmen, Lozan Antlaşması ile savaş tazminatı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne verildi.

Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler. Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200 metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. Istıranca Dağları’nda bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400 yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler, herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.

Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki iki Menhir
Dolmen

Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.

Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.

Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.

Hadrian Kulesi
Kulenin dibindeki sur kalıntıları ve Nekropol (mezarlık)

Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.

Hadrian Kulesi’nin saat kulesine dönüştürülmüş hali. Üst katlar 1953’te yıktırılmış.
Kaynak: “Osmanlı’nın Ustalık Eseri Edirne ve Gezi Rehberi”, Talha Uğurluel, s. 191

Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.

Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca, öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için, ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı 1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1 Nisan 1430 tarihinde doğduğu ev

Sultan II. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise, Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.

Sarayiçi bölgesindeki Yeni Saray’da süren çalışmalar. Ön kısımda mutfaklar, arkada Mimar Sinan’ın eseri olan Adalet Kulesi görünüyor.

İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III. Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş. Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmamış.

Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574 yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış. Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız, maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri, hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza çıkıyor.

Selimiye Camii

Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik. Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu. Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.

Sitti Şah Sultan Camii (1482)

Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı. Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.

Kare planlı caminin içi son derece sade

Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun, Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da, tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın, babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana daha bir fazla dokunuyor.

Sitti Sultan’ın mezarı

Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…

Eski Cami (1402-1414)

Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.

Duvarlardaki yazılar Eski Cami’ye çok değişik bir ambiyans veriyor

Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…”  “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.

Hacı Bayram-ı Veli’nin kürsüsü
Minberin yan duvarlarındaki taş oymacılığı dikkat çekici
Ahşap müezzin mahfili

Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.

Kubbe ve tavan detayları

Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş. Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz. Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005 tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.

Kabe’den getirildiği söylenen taş

Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447), avlusu ve avlu çevresindeki revakdan ayrıntılar

Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.

Camiye adını veren üç şerefeli minarenin önünde melekleri sembolize ettiği söylenen somaki yeşil mermer sütunlardan ikisi
II. Mustafa tarafından yaptırılan burmalı minare ve üç yeşil mermer sütundan biri

Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için, müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet, burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.

Mihrap ve iki yanındaki yeşil mermerden denge terazileri. Temelde bir kayma veya binanın dengesinde bir bozulma olduğu takdirde bu taşlar dönmüyorlar.
Çoğu eski camide kandillerin arasına yerleştirilen devekuşu yumurtaları burada da var. Devekuşu yumurtaları, dekoratif olmalarının yanı sıra, fare ve haşeratın yuva yapmasını ve örümcek ağı oluşumunu engellemek için kullanılırmış.

Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22 kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi,  denge terazileri genelde mihrabın iki yanında yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma  ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.

Caminin ceviz ağacından pencere ve kapı kanatları çok güzel

Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı bir restorasyondan geçmiş.

Mimar Sinan tarafından yapılan Ali Paşa Çarşısı’nın (1569) İğneciler Kapısı

Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı. Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de, yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım. Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin hemen dışında.

Ali Paşa Çarşısı’nın içi

Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün  17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.

Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık. Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla yiyemedim.

Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi. Koca Sinan’ın, “ustalık eserim” dediği eserine…

Selimiye (1569-1575)

Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.

Selimiye’nin arka tarafında bulunan Edirne Eski Saray Hamamı

Selimiye Camii, zamanında  I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır hale gelmiş.

Selimiye’nin Ayasofya ile rekabet konusu olan kubbesi

Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak.  Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış.  Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.

Selimiye’nin küçük soğan kubbeleri ve minareleri

Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85 metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.

Selimiye külliyesine giriş kapılarından biri ve kapıdaki zincirler
Balkan Savaşı (1912) sırasında Bulgar top atışları ile Selimiye Camii’ne verilen hasarlardan biri

Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor. Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre, zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya yönlendiriliyorlarmış.

Revaklı avlunun sütun başlarında Akdeniz mimarisinin çok farklı tarzlarının etkisi görülüyor. Lotus çiçekli ve mukarnaslı sütun başlıkları buna örnek.
Caminin ana kapısının tavanındaki ünlü baykuş motifi.
Süleymaniye Camii’nin kapısının tavanında da benzer bir baykuş bulunuyor. Kimi sanat tarihçileri bunun bir raslantı olduğunu savunsalar da, ben Mimar Sinan’ın bu bilgelik sembolünü bilerek buraya yaptığını düşünüyorum.

Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini hatırlatıyor.

Cami içindeki muhteşem 16.yy. İznik Çinileri
Selimiye Camii’nde, çini, kalem işi ve ünlü ters lale de dahil olmak üzere, 101 çeşit lale motifi olduğu söyleniyor

Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar, 16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var. Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878 yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler. Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar tarafından acımasızca sökülmüşler.

Ahşap müezzin mahfilinin üstündeki kalem işleri
Müezzin mahfilinin ayaklarından birisi caminin payeleriyle aynı formda yapılmış

Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel. Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha sonra onarılmış.

Müezzin mahfilinin altındaki tavanda bulunan çarkıfelek
Müezzin mahfilinin altındaki şadırvan
Ve ünlü ters lale…

Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince, tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise, küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması. Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.  Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş.  Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.

Mihrap ve minber

Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Selimiye Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran, birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III. Murat tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut Ağa’ya yaptırılmış.

Selimiye Camii’nin avlusundaki Selimiye Medresesi’nde bulunan Türk İslam Eserleri Müzesi 1925 yılında Atatürk’ün emriyle açılmış. Burası aynı zamanda, Edirne’nin ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Eşyaların da Yaşam Yolculukları Var…

Antikacı dükkanlarını sever misiniz? Ben, konunun uzmanı gerçek tutkunlar kadar sık olmasa da, severim antikacılara gitmeyi. Ankara’da Kaleiçi ve Samanpazarı’ndaki antikacılara gitmişliğim vardır. İstanbul’da Çukurcuma ve Kadıköy’deki antikacılara da giderim arada. Her zaman bir şey de almam. Bakmakla yetinirim çoğunlukla.

Antikacılardan içeri her adım attığımda benzer ve karmaşık duygular yakalar beni. Onların o kendine özgü eski ahşap, toz ve biraz da havasızlık kokan ortamı beni hüzünlendirir. Bazısı gerçekten çok güzel ve zarif olan bu eşyaların, masaların, dolapların, sandalyelerin, konsol ve gardıropların o terkedilmiş hali beni üzer. Kim bilir ne günler görmüş, sahiplerinin kaderlerine koşut olarak neler yaşamışlardır? Acaba şu tuvalet masasında kimler oturup süslenmiştir? Belli ki İkinci Dünya Savaşı yıllarını geçirmiş şu radyonun düğmelerini kimler, hangi haberleri dinlemek umuduyla çevirmiştir? Evin büyüğü mutlaka, “Radyoyu açın da, ajansı dinleyelim”, demiştir. Benim çocukluğumda da haberler yerine ajans kelimesi kullanılırdı.

Kadıköy Antikacılar Çarşısında her dükkan ayrı bir dünya…

Her eşyanın mutlaka bir öyküsü, bir hayat çizgisi vardır. Üstünde yazılarımı yazdığım bu masa örneğin… Birkaç yıl önce bir antikacıdan almıştık. Yüz yıl civarında bir geçmişi olduğunu söylemişti dükkan sahibi. Başına her oturuşumda yeniden cilalanmış yüzeyinde elimi gezdirir, arada yazmaya ara verir, zarif pirinç süslemelerini okşarım. Bir zamanlar üstünde ne yazılar, ne mektuplar yazılmış olabileceğini düşünmekten hoşlanırım. Ağdalı bir dille yazılmış bir iş mektubu ya da dokunaklı bir aşk mektubu. Belki de bir veda mektubu. O, kaliteli kağıtlara mürekkepli kalem kullanılarak el yazısı ile yazıların yazıldığı zamanlardan kalma… Ama, artık üzerinde büyükçe bir ekran ve bir klavye var. Dolmakalemin kağıt üzerinde çıkardığı hoş ses yerine de, klavye tıkırtısı…

Yazı masam kim bilir neler gördü neler geçirdi…

Antika olsun olmasın, eşyaların parçası oldukları hayatlar ve onlarla ilgili anılar, sahiplerinin değişmesi ya da ölmesi ile birlikte bilinmez olurlar. Demode ya da eski bulduğunuz eşyaların bir hikayesi vardır. Belki zamanında çok beğenilerek alınmış ya da hediye edilmişlerdir. Ayrıca, bilmediğiniz halde, çok değerli de olabilirler. Belki dünyanın değişik yerlerinden alınmış, çok özel şeylerdir. Toplum olarak, eşyaların aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda çok başarılı olduğumuz söylenemez. Bizde aile büyükleri öldüğü zaman, çoğu şey atılır veya yok fiyata satılır. O nedenle çoğu evde, bırakın birkaç kuşak öncesinden, anne babalardan bile kalmış ufacık bir şey zor bulunur. Zevklerin zamanla değişmesi normal. İnsanların kendi evlerinde yer olmaması da geçerli bir sebep. Ama yine de, aile belleklerimizi canlı tutacak bir iki parça kişisel eşyanın ya da mobilyanın gelecek kuşaklara kalması çok güzel bence.

Babaannemden kalma iki tane koltuk var. Hani şu kolları ahşap olan, eski tip koltuklardan. Ahşap yerleri ve döşemeleri elden geçirilmiş halde, çağdaş mobilyalarla uyumlu bir şekilde salonda yerlerini aldılar. Bana sık sık çocukluğumu anımsatıyorlar. Babaannemin ayda iki kere yapılan günlerini, aile toplantılarını, salonu boş bulduğumuz zaman yaşları bana yakın kuzenlerimle oynadığımız koltuk kapmaca oyunlarını hatırlatıyorlar.

Bundan otuz sene önce babaannem öldüğü zaman, hepimizin büyükleri vefat ettiğinde yapılanlar yapılmış, paylaşılacaklar paylaşılmış, atılacaklar, satılacaklar organize edilmişti. Ben süreci çok yakından izlememiştim ama, babamın bana söylediği bir cümle hala aklımdadır. “Kızım, bir evin kapatılması çok acı”, demişti. Çok üzgün olduğunu görebiliyordum ama, ne yaşadığını o zaman tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Anlamam için, aradan bir yirmi sekiz yıl geçmesi ve daha önce vefat eden babamın ardından, annemin de vefat etmesi gerekiyormuş. İnsan hiçbir şeyi, kendi başına gelmeden tam olarak anlayamıyormuş gerçekten. Altmış dokuz yıllık bir hanenin kapanması bana son derece acı gelmişti. Alınış ya da hediye ediliş öykülerini bildiğim, kimi bol kahkahalı neşeli günleri kimi acıları anımsatan eşyaları elden geçirmek çok zor olmuştu.

Burası, Kadıköy Antikacılar Çarşısında yazı masamı aldığımız dükkan

Bizim evlerimizin başına gelecek olan da benzer olacak, şüphesiz. Nereden, nasıl alındığı veya değerinin ne olduğu bilinmeyebilecek şeyler bir çırpıda yok olabilecek. Ben, belki üzerlerinde birkaç dakika daha durulur düşüncesi ile, bazı ufak tefek eşyanın altına küçük etiketler koymaya başladım. Üzerlerinde nereden, ne zaman alındıklarını veya kimin tarafından hediye edildiklerini belirten etiketler. Dediğim gibi, belki en azından, söz konusu eşyaların kaderlerini tayin etme konusunda çok aceleci davranılmaz böylelikle…

Geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) bir etkinliği için Pera Müzesi’ne davet edilmiştim. Öncesinde, müzenin kafesinde bir açık büfe kahvaltı vardı. Yağmurlu ve oldukça karanlık bir sonbahar günüydü. Zamanında gidebilmek için her zamankinden oldukça erken kalkmış, üstelik de yolda epeyce üşümüştüm. Salon henüz çok fazla dolu değildi. Gözüme kestirdiğim bir masaya oturdum. Yerleşip biraz soluklandıktan sonra, kahvaltı büfesinden bir şeyler almak için kalktım ve kuyruğa girdim.

Önce, onu fark etmedim… Salonun bir köşesi ile kahvaltı büfesinin başlangıç tarafı arasında sıkışıp kalmıştı. Siyah, kuyruklu bir piyano. İlk bakışta herhangi bir piyano. Sonra, üstünde bir açıklama olduğunu gördüm ve yaklaşıp okudum. Şaşırdım, kaldım… O piyanoyu o kafede daha önce de görmüştüm ama, demek ki yanına hiç yaklaşmamışım. Üzerine konan açıklamayı görmemişim. Oysa işte, eşyaların tahmin edemeyeceğimiz bir kader çizgisine sahip olabileceklerine dair müthiş bir örnek. Şanslı da üstelik. Nereden geldiği, kaç kere el değiştirdiği biliniyor. Bir de hangi ünlülerin parmaklarının tuşlarında dolaştığı… Pek çok ünlü besteci ve piyanistin kaybolup gitmiş piyanolarını düşününce, müthiş bir şans gibi geliyor insana. Tabii ki, hiçbir şeyin garantisi yok şu dünyada. Ama, en azından şimdilik, güvenli ellerde.

Siz, 20. yüzyılın en büyük sopranolarından biri kabul edilen Maria Callas’ın piyanosunun İstanbul’da olduğunu biliyor muydunuz? Belki de biliyorsunuz. Öyle ya, benim bilmiyor olmam pek çok kişi tarafından bilinmiyor demek değil. Doğrusu, ben bilmiyordum. O nedenle  o kadar çok şaşırdım. Hayranlarının “La Divina” diye hitap ettikleri o muhteşem sesin sahibine ait bir piyano, olsa olsa Yunanistan’da olur diye düşünürdüm ben. Ama, işte öyle olmamış, bu piyano ilginç bir şekilde İstanbul’a gelmiş. Bu konu hakkında birkaç makale, hatta bir roman bile yazılmış. Ancak, ben atlamışım hepsini.

Maria Callas

Pera Müzesi’nin kafesinde duran bu Steinway piyano herhalde Callas’ın piyanolarından sadece biriydi. Ama büyük olasılıkla ilk piyanosu idi. İlginç bir şekilde, önce Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve Yunanistan’a gelmiş. Sonra önce Ankara’ya, oradan İstanbul’a ulaşmış. Dedim ya, eşyaların ilginç öyküleri olabiliyor…

Doğduğunda adı Maria Kalogeropoulou olan Maria Callas, 2 Aralık 1923 günü New Yok’da doğmuş. Yunanlı anne babası, Maria 13 yaşındayken boşanmışlar. Annesi boşandıktan sonra Maria’yı ve ablasını alarak gemi ile, yaşamlarını sürdürmek üzere, Atina’ya doğru yola çıkmış. Bu yolculuk sırasında götürdükleri eşyalar arasında, Maria’ya babasının New York’ta aldığı piyanosu da varmış. Piyanonun serüveni işte böyle başlamış. Gemi, Atlantik’i aşıp Cebelitarık’tan geçmiş ve Yunanistan’da Pire limanına yanaşmış. Kızının müzik yeteneğinin farkında olan annesi, Maria’nın eğitimine Atina konservatuarında devam etmesini sağlamış. Burada, geleceğin Maria Callas’ının yolu, zamanın büyük bir koloratur sopranosu ile kesişmiş. Elvira de Hidalgo (1892-1980) ile…

Elvira de Hidalgo (1892-1980)

İspanyol bir soprano olan Elvira de Hidalgo, efsanevi İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ile defalarca sahneye çıkacak kadar parlak bir kariyerden sonra, İkinci Dünya savaşının başlarında, İtalya’dan ayrılıp, Atina’ya gelmiş. Hem operada primadonna olarak sahneye çıkmış hem de konservatuarda şan hocalığı yapmış. Bu sırada, Maria Callas da Elvira de Hidalgo’nun öğrencisi olmuş. İnternette izlediğim bir söyleşisinde Callas, İspanyol hocasından çok şey öğrendiğini, özellikle göğüs kafesini kullanmak konusundaki başarısını ona borçlu olduğunu söylüyor.

Savaş, yarattığı tüm yıkım ile Yunanistan’a yaklaşırken, Maria Callas Atina’da çok genç yaşta opera sahnesine çıkmaya başlamış. 1945 yılında tek başına, New York’taki babasının yanına dönmeye karar vermiş. Dönerken de, piyanosunu sevgili hocasına armağan etmiş. Çalması ve çaldığı zaman Callas’ı hatırlaması için… Maria Callas, başarılar, çalkantılar ve skandallarla dolu bir yaşama doğru yol alırken, Elvira de Hidalgo’yu ve artık onun olan piyanoyu da çok farklı bir kader bekliyormuş.

Maria Callas hocası Elvira de Hidalgo ile birlikte

O zamanlar, Ankara’da Devlet Konservatuarı, Devlet Operası ve Tiyatrosu’nun kuruluş yılları. Bunun için, Alman oyuncu, eğitmen, tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert (1887-1980) Ankara’ya davet edilmiş. Carl Ebert, Nazi karşıtı olduğu için Almanya’yı terk edip Arjantin’e yerleşmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş ve on yıl burada yaşamış. Ebert, Ankara Konservatuarı’nı kurduktan  sonra Atina’da bulunan Elvira de Hidalgo’yu Ankara’ya davet etmiş. Savaş sırasında Almanların, İtalyanların ve Bulgarların saldırısına uğrayan Yunanistan’da o sırada açlık ve yokluğun iyice artması üzerine, Hidalgo bu daveti seve seve kabul etmiş. Öğrencisinin hediyesini geride bırakmak istemediği için de, Callas’ın piyanosu onunla birlikte, bu kez tekrar Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelmiş. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konmuş. Yıl, 1945.

Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalmış ve bu sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunmuş. Hidalgo 1947 yılında rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Ancak, Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo Dinar’a bırakmış. Ünlü bir hukukçu olan Dinar, küçük yaşta keman ve piyano çalmayı öğrendiği için müzik ile yakından ilgiliymiş. Bu anlamda, Maria Callas’ın piyanosunun şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, evde çok yer kapladığı gerekçesi ile piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da, birkaç gün sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olmuş. Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek razı edebilmiş.

Yiğit Okur’un kitabı, Maria Callas’ın piyanosunun serüveninin üzerine kurgulanmış bir roman

Mordo Dinar gibi Galatasaray Lisesi mezunu ve hukukçu olan, edebiyatçı Yiğit Okur, Suna ve İnan Kıraç’ın verdiği bir davette, Maria Callas’ın piyanosunun öyküsünü sahibinden dinlemiş. Çok etkilenmiş. Piyanonun insana neredeyse inanılmaz gelen bu serüveni, onun Piyano isimli romanının esin kaynağı olmuş. Dinar 2002 yılında öldüğü zaman, kendisinin İspanya’da yaşayan kızı piyanonun akıbeti konusunda Yiğit Okur’dan yardım istemiş. Öyküsünü romanlaştırdığı piyanoya sahip çıkmasını rica etmiş. Bunun üzerine Yiğit Okur, piyanoyu almaları için Suna ve İnan Kıraç çiftine teklifte bulunmuş. Emin ellerde olması ve Pera Müzesi’nde sergilenmesi için. Mordo Dinar’ın kızı bunun karşılığında sadece, İstanbul’a gelirse Boğaz’daki salaş lokantalardan birinde kendisine rakı ve lüfer balığı ısmarlanmasını istemiş…

Maria Callas’ın piyanosu artık Pera Müzesi’nde…

Bir Kitabın Hatırlattıkları…

İngilizce yazdığım, İstanbul’a dair  www.mybeautifulistanbul.com blogunu başlatmak bir hayli vaktimi alınca, buraya yazmam aksadı. Bundan sonra, iki blogu belli bir tempoda yürütmeye çalışacağım.

Çevremden önerilen kitapları okumak konusunda oldukça ağırdan alan bir yapım vardır. Bu, öneren kişilerin zevklerine güvenmediğimden değildir. Çocukluğumdan beri, kendi kafamda oluşturduğum bir kitap listesi vardır. Bir kitabın bende uyandırdığı bir merak ya da sadece bir his, daha sonra hangi kitaplara yöneleceğimi büyük ölçüde belirler. Bazen de gittiğim bir yer ya da içinde bulunduğumuz mevsim seçimlerimi etkiler. Örneğin, Rus klasiklerini sonbahar ve kış aylarında, Latin Amerika edebiyatını yaz aylarında okumaktan hoşlanırım. Arada tabii ki, bir şekilde bana önerilmiş veya yeni çıkmış bir kitabın cazibesine kapıldığım da olur. Geçtiğimiz aylarda yakın bir arkadaşımın önerdiği bir kitap da bu şekilde aradan sıyrıldı ve Ömer F. Oyal’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Zaman Lekeleri’ni okudum.

Zaman Lekeleri, bir tren vagonunun ağzından anlatılan ve okuyucuyu 1900’lerin başındaki Osmanlı İmparatorluğu dönemi ile 1943 yılının Türkiye Cumhuriyeti arasında götürüp getiren bir roman. Yazarın bugüne kadar iki kitabını okudum. Her ikisinde de iki zaman dilimi arasında ustalıkla gidip geliyordu. Bu tekniği bu kez bir tren vagonu aracılığıyla kullanması çok hoşuma gitti. Kullanımda olduğu süre boyunca fonda yaşanan siyasal ve sosyal gelişmelere, tarihi olaylara paralel olarak değişen insan ilişkilerini ve insanlık hallerini bundan daha iyi anlatacak bir mekan olamazdı bence.

Çukurova Ekspresinin bir parçası olan 11 numaralı vagon, 25 Temmuz 1943 günü Adana-İstanbul seferi için yola çıkar. Vagonun değişik kompartımanlarında farklı sosyal sınıflardan, mesleklerden, farklı yaşlarda insanlar vardır. Çocuklar, yaşlılar, yasak aşk veya namus meselesi yüzünden kaçanlar, kovalayanlar, müzisyenler, askerler, memurlar, jandarma eşliğinde nakledilen bir mahkum, Cumhuriyet rejimine yirmi yıldan beri ayak uyduramamışlar, bu yeni idarenin sağladığı haklarla kazandığı özgüveni sergilemekten çekinmeyen eğitimli kadınlar ve onların yanında hala feodal baskının pençesindeki kadınlar… Hepsi, iki gün için bu vagonun misafirleri…

Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılan Sirkeci Garı (1890)

11 numaralı vagonun anavatanı bu topraklar değildir aslında. O, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Almanya’da yapılmış ve çok sevdiği ormanları ardında bırakarak, Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’a getirilmiştir. Kadife kaplı koltukları, pırıl pırıl cilalanmış ahşap işleri ve üstlerinde hem Latin alfabesiyle yabancı dilde hem de Arap harfleriyle Türkçe yazılı pirinç uyarı levhaları ve koltuk numaraları olan şık bir vagondur. Hiçbir zaman tam olarak tamamlanamamış olan İstanbul-Bağdat demiryolu hattında, 1900’lerin başında göreve başlamış ve koca bir İmparatorluğun önce geçirdiği savaşlara, sonrasında yıkılmasına ve yeni bir devletin kurulmasına tanıklık etmiştir. Zaman geçip devran döndükçe, kendi görüntüsü kadar, taşıdığı insanların da görüntüsü ve giyim kuşamı değişmiştir. Eskimiş, yıpranmış, her tarafından sesler gelir olmuştur…

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı
Yasaklar…
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Osmanlı döneminde demiryolu inşaatları önemli bir atılım yapma  ve çağı yakalama çabasının işaretleri. Ne var ki, sermaye kaynağının eksikliği nedeniyle, demiryolu yapımlarının ülkeye maliyeti parasal borçlanmanın dışında da çok ağır olmuş. Osmanlı topraklarındaki ilk demiryolunun yapımına 1851 yılında İskenderiye-Kahire hattı ile başlanmış. Anadolu’da ise ilk demiryolu hattı, 1860’da hizmete açılan İzmir-Aydın demiryolu olmuş. Her ikisini de İngilizler yapmışlar.

Paris’ten İstanbul’a ilk seferine 4 Ekim 1883 günü çıkan ve ‘Yürüyen Saray’ olarak da anılan Orient Ekspres’in gümüş yemek ve çay takımları. Tren, 3186 kilometreyi 80 saatte katetmiş
19. ve 20. yüzyılda yemekli vagonlarda kullanılan porselen ve gümüş servis takımları
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Zaman Lekeleri’ni okurken, aklıma yıllar önce okuduğum bir başka kitap geldi. Orhan Kurmuş’un Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi kitabı, içerdiği istatistiksel ve tarihi bilgilerin yanında, en çok İzmir-Aydın demiryolunun yapımı ile ilgili verdiği bilgilerle zihnimde yer etmiş. O zamanlar İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi olan Lord  Stratford’un Alsancak tren istasyonunun temel atma töreninde (16 Kasım 1858) yaptığı konuşmada belirttiği gibi, İzmir-Aydın demiryolu hattının İngiliz sanayi ürünlerinin ve sermayesinin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracağı belliymiş. Bu, İngilizler açısından tahmin edilebilecek bir fayda. Beni asıl hayrete düşüren, verilen diğer imtiyazlar olmuştu. Anlaşmaya göre, demiryolunun yapılması, işletilmesi ve yenilenmesi için gerekli tüm mallar gümrük vergisi ödemeden Türkiye’ye sokuluyordu. Ayrıca, demiryolunun inşaatı sırasında İngiliz şirket Osmanlı Devletine ait olan toprakları, madenleri ve ormanları bedava kullanabiliyordu. Demiryolu kullanıma açıldıktan sonra, şirket hattın 45 kilometre çevresinde bulunan madenleri az bir vergi ödeyerek işletme hakkına da sahipti. Bunu okuyunca ilk aklıma gelen, böylesi bir hakkın, o bölgede bulunan arkeolojik eserlerin yurtdışına götürülmesini de ne kadar kolaylaştıracağı olmuştu. Yurtdışında, Londra’daki British Museum ve Berlin’deki Pergamon (Bergama) Museum gibi müzelerde gördüğümüz Anadolu’dan götürülmüş (ya da kaçırılmış)  arkeoloji şaheserlerinin açıklayıcı tabelalarında yazılı olan “Osmanlı Padişahının izniyle getirilmiştir” ibareleri, verilmiş bu ve benzeri imtiyazlara dayandırılıyor olsa gerek.

Osmanlı Hükümeti şirketin yönetimine hiçbir şekilde karışmamayı taahhüt ettiği gibi, rakip bir şirket kurulmasına da izin vermeyecekti. Anlaşmada bir de, günümüzde Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi köprülerini inşa eden ve işleten şirketlerle yapılan anlaşmaları anımsatan maddeler bulunuyormuş. Buna göre, Osmanlı Hükümeti demiryolunun ilk kısmı devreye girdikten sonra  elli yıl süre ile her yıl, şirket sermayesinin %6’sı oranında bir karı garanti ediyor ve kar bu oranın altına düşerse üstünü tamamlamayı yükleniyordu.

Şark Demiryollarına ait projeler, haritalar ve vaziyet planları (1888-1900)
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Yapımına, Sultan II. Abdülhamit’in iradesi ile, 1888 yılında başlanan Anadolu-Bağdat demiryolu hattı için de, bu kez Almanlara çok benzer imtiyazlar tanınmış. Anadolu’yu Irak’a bağlarken hem bölgenin ekonomik ve ticari gelişimini hızlandırmak hem de bölgede asayişi sağlamak hedeflenmiş. Bir yandan da, zaman içinde Berlin’den Irak’a kadar bir koridor oluşturmak fikri, Almanlara stratejik açıdan çok cazip gelmiş. Ancak, Bağdat’tan sonra Basra’ya da uzanması düşünülen bu hat hiç bir zaman tamamlanamamış. 1888-1895 yılları arasında İzmit-Ankara-Konya hattı bitirilmiş. Irak’ta ise, Bağdat-Samarra hattı döşenmiş ama Anadolu ağı ile birleştirilememiş. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile, Anadolu’daki hat 1918 yılında ancak Mardin Nusaybin’e kadar gelebilmiş. Nusaybin’den İstanbul’a giden ilk ve son tren, 9 Ekim 1918 günü, Bağdat demiryolunda çalışan Almanları, ailelerini ve Alman askeri yetkililerini bölgeden kaçırmak için kullanılmış.

Bağdat demiryolu ile taşınan Alman askerleri (1918)
Kaynak: dunyabulteni.net

Kitapta, yukarda özetlediğim tarihsel gelişmelere olay örgüsü içinde çok güzel bir şekilde değiniliyor. 11 numaralı vagonun, 1943 yılının Temmuz ayında yapılan iki günlük Adana-İstanbul yolculuğu sırasında yaşananların arasına serpiştirdiği kişisel tarihi, bize Anadolu-Bağdat demiryolu hattının da başlangıcını ve sonunu anlatıyor.

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Zaman Lekeleri, her okuyanın üstünde aynı etkiyi yaratır mı, bilemiyorum. Bende, çeşitli zamanlarda yaptığım tren seyahatlerinin anılarını canlandırdı. Değişen zaman ile birlikte, sadece trenlerin hızlanıp modernleşmediğini, tüm tren kültürünün de artık eskisi gibi olmadığını ve olamayacağını düşündürdü…

Sirkeci Garı (1890)

Ondan önce trene binip binmediğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama, benim aklıma ilk gelen, dört beş yaşlarımdayken Selanik’ten Almanya’ya yaptığımız yolculuk. Kaç günde gittiğimizi, nerelerden geçip, nerelerde durduğumuzu hiç bilmiyorum. Yalnız, iç içe iki kompartımanımız olduğunu ve vagonun kuşetli olduğunu anımsıyorum. Annem ve babamın kompartımanının içinden geçilen ikinci bir kompartımanda ağabeyimle ben kalıyorduk. Aradaki sürgülü kapı açık tutulunca, oldukça geniş bir alan oluyordu. Gece olunca, oturma yerinin sırt tarafının yukarı kaldırılıp bir yerlerden çıkan genişçe kuşaklarla yan taraftaki kancalara tutturulduğunu ve böylelikle ranza şeklinde iki yatma yerinin ortaya çıktığını hayretle izlemiştim. Üst katta benim yatmam tabii ki söz konusu olmamıştı. Orası ağabeyimindi. Ama, ben de alt tarafın kuytuluğunu çok sevmiştim. Gündüzleri ise, ağabeyim kendine ayrı bir eğlence yaratmıştı. Kuşetlerin kuşaklarını bir şekilde birbirine ekleyerek, kendine bir salıncak yapmış, annem ile babamın, “Oğlum, yapma” demelerine aldırmadan sallanmayı sürdürmüştü…

Bizler, trenlerin bir zamanlar gerçek anlamda kara tren olduğunu bilen kuşaklarız. Şimdilerde lokomotifler ve vagonlar her renk olabiliyor. Hele kuzey ülkelerinde, kapalı havaların iç sıkıcılığını kırmak için olsa gerek, sarı ya da kırmızı, capcanlı renklerde trenler görmüştüm. Bence bir zamanlar trenlere kara tren denmesinin nedeni sadece lokomotif ve vagonların renkleri değil, bir de çıkardıkları duman, is ve kurumdan dolayı olsa, yeridir. O zamanlar trenleri harekete geçiren enerji kaynağı kömür olduğu için yolculuk sırasında vagonların içine kadar giren yoğun bir kurum serpintisi olurdu. Yine çocukken Doğu Anadolu’da Aşkale ve Erzincan’a yaptığım birkaç yolculukta oturduğumuz deri koltukların ve pencere içlerinin simsiyah olduğunu anımsıyorum. Bir de tren tünele girdiği zaman tesadüfen pencere açık kalmışsa, yandınız! Bu kirlenme o kadar yoğun olurdu ki, annem aylar öncesinden, bütün bir yolculuk sırasında giyebileceğim daha eskice kıyafetleri düşünür ve saklardı. Ankara tren garına bizi uğurlamaya gelen akrabalara el sallayıp, tren iyice uzaklaştıktan sonra üstümüzü değiştirir, neredeyse 24 saat süren yolculuğun sonunda o yol kıyafetlerini çıkarıp atar ve gideceğimiz yere yine düzgün giysilerimizle inerdik.

Eskiden, belki günümüzdeki kadar çok yolculuk yapılmadığından, insanların birbirini mutlaka yolcu etme ve karşılama adetleri vardı. Örneğin çocukluğumda, yukarda bahsettiğim Doğu yolculuklarına giderken, babaannem ve dedemin, amcamın, yengemin ve kuzenimin bizi uğurlamak için Ankara garına geldiklerini, dönüşte de karşıladıklarını hatırlıyorum.

1940’larda Ankara Merkez Garı
Kaynak: donanimhaber.com

Eski garın yetmeyen kapasitesi nedeniyle yapılıp, 1937 yılında hizmete açılan Ankara Merkez Garı o zamanlar bana çok büyük görünürdü. Önündeki mermer basamakları çıkınca, içerdeki yüksek tavanlı ve mermer kaplı salonun çok görkemli olduğunu düşünürdüm. Yan taraflarda bu salona bakan bilet gişeleri ve bekleme salonları vardı. Büyük salonun içinden geçip perona çıkınca heyecanım artardı. Zaten heyecandan çoğunlukla bir gece öncesinde doğru dürüst uyuyamamış olurdum. Peronda bekleyen yolcular, uğurlamaya gelenler ve rayların üstünde ileriye atılmak için sabırsızlanan dev, simsiyah bir hayvan gibi hırıldayan lokomotif ve peşi sıra vagonlar. Ara sıra lokomotiften çıkan yoğun buhar dumanı da, bir film karesi gibi hatırladığım bu sahnenin önemli bir parçası olurdu hep. Son anda alelacele yapılan sohbetler, uğurlamaya gelenlerin yolculuğa çıkacak olanlar için (çoğunlukla kendilerinin yapıp) getirdikleri yollukların verilmesi, “mutlaka yazın” ya da “varınca bir telgraf çekin” tembihleri…

Sonra… Lokomotifin acı düdüğüne karışan görevlilerin düdükleri… Sarılıp öpüşmeler. Vedalaşmalar. Etrafta göze çarpan acıklı ayrılma sahneleri. Giden oğluna ağlayan analar. Sevgilisi, nişanlısı veya eşi için gözyaşı dökenler. Görevlilerin, öttürdükleri düdüklerine ek olarak sözlü uyarılar yapması üzerine gelen, önceden mutlaka eşyaların yerleştirildiği, vagonlara binme vakti… Lokomotiften gelen son bir feryat daha ve trenin ağır ağır harekete geçmesi. Peronda trenin ardından el sallayanları artık göremez oluncaya kadar pencereden sallanan eller, mendiller… O arada tren de artık hızlanmaya başlamıştır. Artık derin bir nefes alınır, pencereler kapatılır ve herkes yerine oturur. Bir süre trenin tıkırtısı dinlenir. Vücut vagon tekerleklerinin rayların üzerinde çıkardığı monoton sese ve sallantının ritmine alıştıktan sonra insanlar yavaş yavaş dikkatlerini kompartımandaki diğer yolculara çevirirler. Birbirlerini tartarlar. İyi yolculuklar dilenir. Denk gelirse sohbet edilir.

Annem genelde insanlara karşı hep mesafeli bir insan olduğu için, eğer kompartımanda başkaları varsa, asla kimse ile öyle uzun boylu sohbetlere girmezdi. Samimi olmaya çalışanlara karşı da kendine göre yöntemleri vardı. Yemek zamanı gelip yolluklar açılmaya başlandığı zaman kendisi bizimkilerden ikram eder ama, ısrarlara başarı ile karşı koyup, bize ikram edilenleri bir şekilde geri çevirirdi. Öyle sanıyorum ki, bu da mesafeyi koruma yöntemlerinden biriydi.

Özellikle Doğu Ekspresinde yemek vagonu, daha çok erkeklerin içki içmek için uzun saatler vakit geçirdikleri, kesif sigara dumanı olan bir yerdi. Zamanın Türkiye’sinde her yerde ve her koşulda sigara içilirdi. Trenlerin yemek vagonları da bir istisna değildi tabii ki. Bu koşullar altında, yanınızdaki yolluklarla karnınızı kompartımanınızda doyurmak en akıllıca iş olurdu. Çocukken klasik yolluklardan kuru köfteye bayılırdım. Onun dışında, haşlanmış yumurta ve çeşit çeşit böreklerin, arada atıştırmalık poğaçaların tadına doyum olmazdı.

1970’li yıllarda bir kere de annemle tren ile Diyarbakır’a gitmiştik. Daha rahat olsun diye, biletleri bir kompartımanda sadece ikimiz olacak şekilde almıştık. Aradan geçen on yıl içinde Ankara’nın doğusuna giden trenlerde pek fazla bir değişiklik olmamış görünüyordu. Aynı is, pas ve kirlilik devam ediyordu. Trende, hırpani kılıklı ve uzun saçlı bir takım adamlar vardı. Koridorda gidip gelmelerinden ve bir ara bizim kompartımanın kapısını açıp, hiçbir şey demeden bakmalarından çok tedirgin olmuştuk. Gece yatarken kapının önüne bir bavul koyduğumuzu hatırlıyorum. Sabaha karşı bir takım gürültülerle uyandık ve camdan bakınca trenin, ıssız bir istasyonda durmuş olduğunu gördük. Bağrışmalara ve koşuşturmalara hiçbir anlam veremedik. Açıkçası, epeyce korktuk. Sonra, daha önce gördüğümüz o uzun saçlı adamların birkaç kişiyi zorla trenden indirmelerini izledik. İndirilenlerin elleri kelepçeli idi. Tren ağır ağır hareket etmeye başladı. Kompartımanları gezen kondüktörden, narkotik şubeden polislerin uyuşturucu kaçakçılarına operasyon yaptığını öğrendik.

Son yıllarda Doğu Ekspresi ile Kars’a gitmek adeta moda oldu. Nihai hedef Kars’ı görmek olsa da, ben bunun günümüzün modern ama biraz da yavan yaşamından nostaljik bir kaçış arayışı olduğunu düşünüyorum. Günün birinde ben de bu yolculuğu yapmak, belleğimde kalan görüntülerle günümüzdekileri karşılaştırmak isterim. Başta trenin kendisi olmak üzere, pek çok şey farklı olacaktır tabii ki. Trenin yol boyunca su ve kömür ikmali yapması gerekmeyeceği gibi, içinden geçilen şehirler, istasyonlar, inip binen insanlar da aynı olmayacaktır. Erzincan’a varmadan önce Divriği’de, yandaki demiryolu hattında yola çıkmayı bekleyen üstü açık katarların içinde, kırmızımsı renkteki demir cevherlerini görmek mümkün müdür hala? Ya, dağ başlarında trenin yolunu gözleyen ve trenden atılan gazeteleri kapmak için bekleyen köy çocukları? Hiç sanmıyorum. Trenleri ancak eğlence olsun diye bekliyorlardır. Dünyadan haberdar olmak için artık trenden atılan gazetelere ihtiyaçları yok onların…

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Salvador Dali’nin Dünyasına Yolculuk

Kürelerin Galatea’sı, Dali (1952), Teatre-Museu Dali

İtiraf edeyim… Ben, Salvador Dali’ye çok büyük bir hayranlık duymazdım…

Benim kuşağımın şansı, aralarında Picasso, Dali, Miro gibi ressamlar, Sartre ve Aragon gibi edebiyatçılar bulunan birçok ünlünün yaşadığı döneme yetişmiş olmamız.  O nedenle, bu kişiler hakkında gazetelerde çıkan güncel haberler, zaman zaman söyleşiler oldukça olağandı bizim için. Örneğin lise yıllarımdan, Dali ile ilgili çıkan pek çok haber ve resim hatırlıyorum. Zamanın siyah beyaz baskılı gazetelerinde, kağıdı delecekmiş gibi deli deli bakan ve kocaman açılmış gözleri ile, eksantrik bir habere eşlik eden fotoğraflarını çok net hatırlıyorum. O sıralar tam olarak anlayamadığım Teatre-Museu Dali’nin (Tiyatro-Müze Dali) açılışı, daha sonra taparcasına sevdiği eşi Gala için satın aldığı şato, Gala’nın izniyle yaşadığı o zamanların tuhaf şarkıcısı Amanda Lear ile olan enteresan ilişkisi… 

Sanırım, eserlerinin renkli fotoğraflarını ilk olarak görmem daha sonralarıydı. Üniversite yıllarımda, bir arkadaş Dali’ye ait bir sanat kitabı getirmişti okula. Akan saatler, arılar, böcekler, üst gövdesi çekmecelerle dolu Venüs’ler gibi daha pek çok şeylerle dolu bu resimler bana çok tuhaf gelmişti. Epeyce de ürkütücü… 

Sonra, dünyanın çeşitli yerlerindeki sanat müzelerinde gördüğüm tek tük Dali tabloları oldu. Bir de tabii, Eylül 2008-Şubat 2009 tarihleri arasında, İstanbul Sabancı Müzesi’ndeki Dali Sergisi var. Yine benim için anlaşılmaz bir takım semboller ve keskin bir ticari zeka ile, aynı zamanda hediyelik eşyalara dönüştürülmüş objeler. Ben de çoğu insan gibi Dali’nin, sanatını paraya çevirmek konusunda epeyce hünerli olduğunu düşünmüştüm. Sonradan, bu giderek sanattan ticarete kayışın büyük ölçüde, başta eşi Gala olmak üzere, çevresinde onun sırtından geçinen bir dizi sekreter ve yardımcılarının yol açtığı  bir şey olduğunu öğrendim.

Atomik Leda (1949)-Teatre-Museu Dali
Atomik Leda (1949), Teatre-Museu Dali

Bir sanatçı olarak Salvador Dali’ye karşı duyduğum ilgi ve merak hep bu şekilde, mesafeli oldu. Ama, Mayıs ayında Barselona’ya gittiğimiz zaman, bu ünlü Katalan ressamın müzesine gitmezsek ayıp olur diye düşündüm. Gitmeden önce yaptığım ön araştırma sırasında, Barselona’da bir Dali müzesini boşu boşuna arayıp durdum. Yoktu… Tüm dünyanın yere göğe koyamadığı Dali’nin, Katalonya’nın baş şehri Barselona’da en ufak bir müzesi yoktu. Bir anlam veremediğim bu durumun sebebini daha sonra öğrenecektik. Öyle anlaşılıyordu ki, Dali’yi daha yakından tanımak için, Barselona’nın 150 kilometre kadar kuzeyinde, Pirene Dağları’nın eteklerinde ve Fransa’ya 25 kilometre kadar mesafede olan Figueres’e gitmek gerekecekti. Dali’nin “dünyanın en büyük sürrealist nesnesi” olarak tanımlayıp tasarladığı Tiyatro-Müze Dali, aynı zamanda sanatçının doğduğu şehir olan Figueres’deydi. Dali ile ilgili çevredeki diğer yerler, Pubol’de Gala için satın aldığı Casa Museu Castell Gala Dali ve Portlligat’taki evi ve stüdyosu idi. Barselona’dan günübirlik gitmeyi planladığımız için, bir seçim yapmak gerekiyordu. Üstelik, tüm bu yerlerin bağlı olduğu Girona kenti de gitmeye değecek bir yer gibi gözüküyordu. Son yıllarda insanların akın akın Girona’ya gitmesinin nedeni Game of Thrones dizisinin büyük bir kısmının burada çekilmesi olsa da, şehrin esas özelliği, buranın tarihsel olarak Yahudiler için önemli bir Orta Çağ kenti olmasından kaynaklanıyor. 

Epeyce vakit harcadıktan sonra, bir günde belirttiğim yerlerin hepsine gidemeyeceğimizi anladım. Zor bir seçimdi açıkçası. Sonunda, seçimimi Figueres ve Pubol şatosundan yana yaptım. Biraz serin ama güzel bir Mayıs sabahı, rehberimizle birlikte yola koyulduk. Akşam döndüğümüzde, Salvador Dali ile ilgili farklı bir perspektife sahiptim. Zekası ve yaratıcılığı ile delilik ve dahilik arasında gidip gelen bu sanatçının, korkuları, fobileri, iktidarsızlığı ve acıları nedeniyle insanın içini burkan ve üzen bir yanı olduğunu düşünüyorum artık.

Barselona’dan döndükten sonra, bloğumda gezimizle ilgili beş tane yazı yazdım. Figueres ve Pubol’e yaptığımız geziyi ise, bir türlü yazamadım. Araya yaz girdi. Başka yazılar girdi. Erteleyip durdum… Ta ki… 17 Ekim 2018 günü, o büyük bir mütevazilikle kendisine foto muhabiri dese de, benim için büyük bir sanatçı olan Ara Güler’in vefatını öğrenene kadar… Venedik’te iken aldığım bu üzücü haber üzerine, bu yazıyı yazmaya kesin olarak karar verdim. 

Bundan on yıl kadar önce, yurtdışına götürmek üzere bir hediye ararken, Ara Güler’in “Yeryüzünde Yedi İz” isimli kitabına rastlamıştım. Kitapta Ara Güler’in yedi tane dünyaca ünlü kişi ile yaptığı foto-röportajlar vardı. Büyük usta, hem aralarında Salvador Dali’nin de olduğu bu kişilerin inanılmaz etkileyici fotoğraflarını çekmiş hem de bu çekimleri nasıl bir süreçte çektiğini kaleme almıştı. Dali’nin dışındakiler, Bertrand Russell, Tennessee Williams, Louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall ve Pablo Picasso idi. Yapı Kredi Yayınları’ndan, büyük boy ve sert kapaklı olarak çıkmış kitabın bir de üstelik İngilizce baskısı da vardı. Doğrusu, harika bir hediye olmuştu.

Ara Güler’in 1971 Yılında Paris’teki Meurice Hotel’in 101 Numaralı Süitinde Çektiği Dali Fotoğraflarından Biri-Yeryüzünde Yedi İz, s.151

Ara Güler’in vefat ettiğini medyadan öğrenince, aklıma ilk olarak bu kitap ve kitaptaki Dali bölümü geldi. Kitaptan kendim için de alıp almadığımdan emin değildim. O zamandan beri aradan bir ayrılık ve iki taşınma geçmişti. Nitekim, dönüşte tüm aramalarıma rağmen kitabı bulamadım. Baskısı çoktan tükendiği için, kitapçılarda da yoktu. Tek seçenek sahaflarda şansımı denemek diye düşünürken, çağımızın mucizesi internet aklıma geldi. Evet, tahmin ettiğim gibi, artık sahaflar da (en azından bazıları) internetten satış yapıyorlardı. Bunların bir tanesinde, “Yeryüzünde Yedi İz” kitabının bir kopyası olduğunu sevinçle gördüm. Bir iki gün içinde elime ulaştı. Üstelik, durumu çok da kötü değildi.

Salvador Dali’nin Bu Fotoğrafını Çekmek İçin Ara Güler ve Dali Meurice Hotel’deki Süitin Perdesini Çekip İndirmişler. Korniş Sıva Parçaları İle Beraber Yere Düşmüş. Mobilyalar Çizilmiş ve Süs Eşyaları Kırılmış. Ustalar Aldırmamışlar-Yeryüzünde Yedi İz, s.172

27 Mayıs 2018 sabahı saat dokuzda, bizden istendiği gibi, Barselona’daki otelimizin lobisinde oturup beklemeye başladık. Bu kez, bazı lojistik zorlukları göz önüne alarak, araba kiralamak yerine, özel bir tura katılmayı tercih etmiştik. Birkaç dakika sonra, biraz ilerdeki koltuklardan uzun boylu,  sarışın bir adam kalktı ve bize doğru geldi. Rehberimiz olduğunu söyledi. Dışarıda park ettiği beyaz renkli arabasına bindik ve Figueres’e doğru yola çıktık.

Annesinin Alman, babasının Katalan olduğunu söyleyen rehber başta biraz itici geldi. Karşılıklı olarak birbirimize ısınmamız epeyce vakit aldı. Yüzü tamamen, sarımtırak, mantarımsı ve sivilceden daha büyük yaralarla kaplıydı. Sanıyorum, bu da beni epeyce zorladı. Ancak zamanla, verdiği bilgiler ve yaptığımız sohbet, bunları görmezden gelmemi kolaylaştırdı.

Teatre-Museu Dali, Figueres

Barselona’dan kuzeye doğru, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yaptık. Son derece kaliteli otoyolun iki yanında tarım arazileri ve ormanlar vardı. Bazı yerlerde, göz alabildiğine uzanan sarı çiçeklerin arasındaki gelincikler çok güzeldi. Rehberimiz Kurt yol boyunca, önce kendisinden, sonra Katalonya ve İspanya tarihinden, Figueres’e yaklaşırken de Dali’den söz etti. Ayrılıkçı olmayıp, politik açıdan da oldukça sağ eğilimli olduğunu anladığım Kurt en çok, Barselona’da doğup büyüdüğü, hatta askerliğini bile burada yaptığı halde, Katalanların kendisine yabancı gözüyle bakmalarından şikayetçiydi. “Almanya’ya ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?” gibi sorular belli ki onu çileden çıkarıyordu.

Figueres’e yaklaşırken rehberimizden, Dali hakkında daha önce hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Bir yandan sanatçının kişiliği ve yaşamı ile ilgili bu bilgiler, diğer yandan az sonra sanatçının yıllar boyunca kendi elleri ile düzenlediği müzesini görecek olmamız, heyecan ve merakımı artırdı. 

Öyle anlaşılıyordu ki, bir Katalan olan Dali aslında, soydaşları tarafından hiç sevilmiyordu. Daha doğrusu, İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin yanında yer almamış, hatta açıkça diktatör Franco’yu desteklemiş olması onun “aforoz” edilmesinin baş nedeniydi. Oysa, Katalan olmayan Picasso gerek eserleri gerekse söylemleri ile safını seçmiş, diktatörlüğü protesto etmiş. Tüm dünyadan bir çok aydın, edebiyatçı ve sanatçı İspanya’ya gelerek, Cumhuriyetçilerle birlikte, Franco’ya karşı savaşırken, Dali Amerika’ya gitmeyi tercih etmiş. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i de destekleyen demeçler vermiş. İşte bu nedenle, daima Katalan ayrılıkçı hareketinin simge şehri olan Barselona’da çok büyük bir Picasso müzesi olmasına karşın, bir Dali müzesi bulunmuyor. 

Dali’yi dışlayanlar sadece Katalan Özgürlük hareketi olmamış. Yine aynı politik nedenlerle, parçası olduğu Sürrealist Akım’dan da çıkarılmış. 1934 yılında gruptan aldığı ihtardan sonra, 1939 yılında, akımın hem lideri hem kurucularından, şair, aktivist ve Fransız Komünist Partisi üyesi Andre Breton tarafından kesin olarak ihraç edilmiş. Bazı yorumcular, gençliğinde daha halkçı, özgürlükçü ve demokratik olan Dali’nin giderek faşizme kaymasında eşi Gala’nın etkisinin çok olduğunu belirtiyorlar. Bir Beyaz Rus olarak Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden doğrudan zarar gören Gala’nın halk hareketlerine ve komünizme duyduğu nefretin sanatçıya da geçtiğini belirtiyorlar. Dali hakkında biraz daha bilgi sahibi olduktan sonra, ben bunu sırf Gala’yı memnun etmek için bile yapmış olabileceğini düşünüyorum.

Halusionojenik Toreador (1968-1970), Teatre-Museu Dali, Figueres

Salvador Dali, ömrünün sonuna doğru söylemini değiştirince, soydaşları ile arası da biraz yumuşamış. Bu yumuşama, Dali’nin vasiyetine bir madde ekleyerek, servetinin bir bölümünü Katalan Özerk Bölgesi’ne bırakacağını açıklaması ile daha da artmış. Ancak, ölümünden sonra açılan vasiyetinde, belirttiği servetini Katalonya yerine merkezi İspanyol devletine bıraktığı ortaya çıkmış. Artık buna, Dali’nin yine oynadığı bir oyun mu, yoksa bir tür intikam mı dersiniz bilemiyorum…

Dünyadaki en kapsamlı Dali müzesinin bulunduğu Figueres de Katalan ayrılıkçılık hareketinin kuvvetli olduğu bir yer olmasına rağmen, rehberimiz burada bir müze olmasını, bu işe ön ayak olan, zamanın “uyanık” Belediye Başkanına bağlıyor. Fazla büyük bir yer olmayan Figueres’de bir Dali müzesinin olması, açıldığından beri şehre önemli bir hareketlilik ve gelir sağlamış. 2017 yılı verilerine göre, müzeyi bir yılda bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmiş.

Gittiğimiz günün Pazar olmasının mutlaka bir etkisi vardır. Ama yine de, Figueres bana çok sessiz ve sakin bir yer olarak göründü. Sokaklarda yerli halktan çok az insan gördüm. Zaten çok büyük bir yerleşim yeri değil. Öte yandan, müzenin çevresi, kapısı ve içi insan kaynıyordu.

Teatre-Museu Dali, Figueres

Teatre-Museu Dali’nin binası, tam da sanatçının olmasını istediği gibi, kendi başına sürreal bir nesne. Kale görünümü veren yuvarlak kulesi, ana binanın tepesindeki dev cam küre, dev yumurtalar, pembe renkli dış sıvasının üstünde, bana önce uzaktan çiçekmiş gibi görünen, ekmek somunları… Hepsi, içeride sergilenen dünyanın ön habercisi…

Binanın Duvarındaki Ekmek Somunları Teatre-Museu Dali, Figueres

Dali, 1974’te açılan müzenin yapımı ve iç düzenlemesi için 15 sene harcamış. Bina, 1850’de yapılan ve 1939’da, İspanya İç Savaşı’nın sonunda yanarak büyük oranda harabe haline gelen, Figueres Belediye Tiyatrosu’nun yıkıntıları üzerine yapılmış. Tiyatrodan geriye kalan bölümler, mimarlar Joaquim de Ros i Ramis ve Alexandre Bonaterra tarafından, Dali’nin yönlendirmeleri ile, ustaca kullanılmış. Müzede, Dali’nin resim, çizim, heykel ve yerleştirmelerinin dışında, sanatçının özel resim koleksiyonu da sergileniyor. Bu koleksiyondaki eserlerin arasında El GrecoFortuny ve Duchamps’ın tabloları var. 

Müzenin Avlusunda Bu Sürrealist Dünyaya Adım Atıyorsunuz… ‘Yağmurlu Taksi’ Olarak Bilinen Cadillac’ın Üzerinde, Ernst Fuchs’a Ait Kraliçe Esther Heykeli. Tepedeki Cam Küre, Emilio Pérez Piñero’nun Tasarımı

Ana müze binasına ek olarak yapılmış ve girişi ayrı olan bir binada da, Dali-Mücevherler Müzesi bulunuyor. Burada, Dali’nin 1941-1970 yılları arasında, başta Amerikalı milyonerler olmak üzere, çeşitli kişiler için tasarlayıp malzeme seçimini yaptığı mücevherler sergileniyor. Dali Vakfı 1999 yılında, bu mücevherleri o zamanlar elinde bulunduran Japon kuruluştan satın alarak, Figueres’e getirmiş.

Yağmurlu Cadillac ve Kraliçe Esther’in Zincirlerle Çektiği Araba Lastikleri
En Tepede Gala’ya Ait Bir Tekne

Avlu Duvarları, Teatro Museu Dali, Figueres

Teatre-Museu Dali binası sanatçı için, doğumundan ölümüne kadar çeşitli dönemlerde, önemli olmuş. 11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, o zaman henüz yanmamış olan Figueres Belediye Tiyatrosu’nun karşısındaki, 10. yüzyıldan kalma, Sant Pere kilisesinde vaftiz edilmiş. 1919 yılında, henüz 15 yaşında iken, ilk sergisini bu tiyatro binasında açmış. 23 Ocak 1989’da öldüğünde, yine vaftiz edildiği Sant Pere kilisesinde yapılan ayinden sonra müzenin bodrumuna gömülmüş. Aslında, Dali’nin Teatre- Museu Dali’ye defnedilmesi sanatçının vasiyetinin tamamen ihlal edilmesi anlamına geliyor. Çünkü kendisi, Pubol Kalesinin bodrumunda Gala ve kendisi için yaptırdığı mezara gömülmek istemiş. Bu mezarı da daha sonra gördük. Söylendiğine göre, Gala’nın mezarı ile yan yana olan bu mezarın içinde, alttan onunla el ele tutuşabilmek için bir açıklık bile yaptırmış. Rehberimizin yorumuna göre, Dali’nin vasiyetine yapılan bu saygısızlık, yine Figueres’e turist çekmek isteyen belediyenin işiymiş…

Pubol Markisi Salvador Dali’nin Müzenin Bodrumundaki Mezarı
Teatre-Museu Dali, Figueres

Tiyatro-Müze Dali’yi gezmemiz iki saatten fazla sürdü. Girişteki avlu ve “sahne” kısmından başlayarak, gezilen üç kat boyunca, Dali gezenler üzerinde yaratmak istediği etkiyi fazlasıyla yaratıyor. Sanatçının, ilk yıllarından ölümüne kadar yaptığı en çok eseri barındıran bu müzede, bazı eserler özel olarak burası için yapılmış. Gezerken kendinizi, hem gerçek üstü ve yer çekimi olmayan bir dünyada uçuyormuş gibi hissediyor hem de insan ruhunun ne kadar karmaşık olabileceğini düşünüyorsunuz.

Tiyatronun Sahnesi. Dali Bu Perdeyi Zamanında Başka Bir Tiyatro İçin Yapmış. Sonra Buraya Taşıtmış.
Dali’nin ‘Akdeniz’i Seyreden Gala’ Tablosu (1976). Tablo, Yirmi Metre Uzaktan Abraham Lincoln Tablosuna Dönüşüyor.

Salvador Dali, çocukluğunda yaşadığı bazı travmaların etkisini ömrü boyunca taşımış. Hukukçu olan babasının kuralcı ve katı disiplininden kaçıp, isyankarlığını ve tuhaflığını her zaman hoş gören, onu sanatsal olarak daima destekleyen annesine sığınmış. Ancak, annesinin kol kanat germesi Dali’nin yaralarını sarmaya yetmemiş. Küçüklükten gelen endişelerini ve korkularını çeşitli sembollerle eserlerine yansıtmış. Bu sembollerin bazıları; çekmeceler (Freud’un etkisi ile hafıza, bilinçdışı ve sırları temsil ediyor), ekmek (bitmesinden korku duyulan, aynı zamanda sertlik ve fallik simge), ıstakoz (bekaret masumiyeti), yumurta (doğurganlık, yaşam döngüsü, umut ve aşk), karıncalar (ölüm, çürüme ve engin cinsel arzu), sinekler (paranoya ve ruhsal çürüme), eriyen saat (zamanın insan üstündeki tartışmasız tahakkümü) olarak sayılabilir. Benzer şekilde karşımıza çıkan daha pek çok sembol var Dali’nin eserlerinde.

Dali’nin Bir Süre Yaşadığı Torre Galatea Kulesindeki Yatak Odası Teatro-Museu Dali, Figueres
Oturma Odası, Teatro-Museu Dali, Figueres
Teatro-Museu Dali, Figueres

Sanatçı, çok genç yaşlarından itibaren Freud’un eserlerini okumaya başlamış ve 1938 yılında kendisini Londra’da ziyaret etmiş. Oldukça uzun olan bu ziyaret (ya da seans), Freud için epeyce ilginç olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü, Salvador Dali’nin cinsellikle ilgili sorunları olduğu artık sır değil. Örneğin, kadın cinsellik organından aşırı derecede korktuğu ve aslında iktidarsız olduğu biliniyor. Onun için, tutkulu bir voyeur (dikizci) tanımı kullanılıyor.

Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres

Figueres’teki iki müzeyi gezdikten sonra, Dali’nin eşi Gala için satın aldığı şatoyu görmek için, yarım saat uzaklıktaki Pubol’e gittik. Burası, Figueres’den de küçük bir yer. Orta Çağdan kalma taş evleri olan bir köy. Etrafta yine yemyeşil tarlalar uzanıyor. Çeşitli ağaçların arasında, kopkoyu yeşil renkleri ile, selviler göze çarpıyor. Köyün girişinde ve bazı evlerin pencerelerinde, Figueres’de de olduğu gibi, Katalonya bayrakları ve hapisteki bağımsızlık yanlısı siyasi mahkumları desteklemek için asılan sarı kurdeleler var. Sayılarının çokluğu dikkat çekiyor.

Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres

Castell Gala Dali de, Pubol’ün kendisi gibi, küçük sayılabilecek bir şato. Uzaktan biblo gibi görünüyor. Burası, 11. yüzyıldan kalma bir Orta Çağ şatosu. Dali şatoyu, 1969 yılında satın almış ve Gala’nın rahat edebileceği bir kaçış yeri olarak düzenlemiş. Eserleri ile dekore etmiş. Buna karşılık Gala, kendisinin yazılı daveti olmadan Dali’nin buraya asla gelmemesini şart koşmuş. Çocukluğumda gazetede bu konuyla ilgili haberi okuduğumu çok net hatırlıyorum. O zaman, çocuk aklımla, hiçbir anlam verememiştim. Eşini bir şato alabilecek kadar seven bir insanın, niye yazılı davet almadan oraya gidemeyeceğini anlayamamıştım. Oysa Gala’nın koyduğu bu şart, aynı zamanda mazoşist eğilimleri olan Dali’nin çok hoşuna gitmiş…

Castell Gala Dali (Pubol Şatosu)

Şatoyu gezmeden önce bir öğlen yemeği yedik. Epeyce acıkmıştık. Şatonun hemen dibinde, bir aile işletmesi olan Can Bosch, Pazar öğlen yemeği için gelmiş Katalanlar ve İspanyollarla doluydu. 1987 yılında açılmış restoranda, av hayvanları, balık ve et yemeklerini kapsayan, geleneksel Katalan yemekleri vardı. Rehberimizin yardımıyla seçim yapmakda zorlanmadık. Önden yediğim ananaslı domuz pastırması ve ızgara morina balığı çok lezzetli idi. Hepsi, bir bardak yerel bira ile çok iyi gitti. Yemek sırasında yine bol bol, Gala’dan ve Dali’den söz ettik.

Gala ve Dali Portlligat’ta (1930)
Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí

Elena Ivanovna Diakonova, yani Dali’nin ona taktığı ismiyle Gala, 1894 yılında Kazan’da doğmuş. O zamanlar Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Kazan, günümüzde Tataristan’ın başkenti. Doğum tarihinden de anlaşılacağı üzere, kendisi Dali’den on yaş büyük. Moskova’da büyümüş. On bir yaşındayken babasını kaybetmiş ama, annesinin ikinci evliliğini yaptığı avukat üvey babası ile çok iyi anlaşmış. Onun sayesinde çok iyi bir eğitim almış. 1912 yılında tüberküloz hastalığına yakalanınca, ailesi tarafından İsviçre’de bir sanatoryuma gönderilmiş. Kaldığı sanatoryumda, daha sonra sürrealist akımın kurucularından biri olacak, Fransız şair Paul Eluard ile tanışmış. 1914 yılında sanatoryumdan çıktıklarında Gala Rusya’ya, Eluard ise Fransa’ya dönmüş. Ancak, çok önceden birbirleriyle evlenmeye söz vermişler. 1917 yılında evlenmişler ve bir yıl sonra, kızları Cecile doğmuş. Bu arada Eluard, bir şair olarak ünlenmeye başlamış. Andre BretonPhilippe Soupault ve Louis Aragon gibi önde gelen sürrealist sanatçılarla bir araya gelip, bu akımın öncülüğünü yapmış. Toplantılarına Gala da katılırmış. 1922-1924 yıllarında Alman ressam, heykeltıraş ve şair Max Ernst ile ilişki yaşamış. Bunun dışında, evliliği devam ederken, başka bir çok sanatçı ile beraber olmuş.

Taht ve Arma Salonu-Pubol Şatosu

Salvador Dali ve Gala, 1929 yılında, sanatçının Cadaques’deki evinde tanışmışlar. Dali, birlikte film yaptığı (Un Chien Andalou) Luis Bunuel’i, ressam Rene Magritte ve eşini, Paul Eluard, eşi Gala ve kızları Cecile’i yaz tatili için davet etmiş. Dali’nin ifadesine göre, Gala ile birbirlerini görür görmez aşık olmuşlar. Bir daha hiç ayrılmamışlar.

Piyano Odası-Pubol Şatosu
Kütüphane-Pubol Şatosu

Salvador Dali’nin “ilham perim” dediği Gala oldukça esrarengiz bir kadın. Aldığı eğitim ve sezgisel gücü sayesinde insanların sanat yeteneğini ve dehayı hemen anlayabildiği söyleniyor. Dali’nin dehasını da bu şekilde hemen fark ettiği, hatta bazılarına göre, büyük paralar kazanabileceğini anladığı söyleniyor. 

Gala’nın Yatak Odası ve Banyosu-Pubol Şatosu

1958 yılında evlenen Gala ve Dali, alışık olmadığımız bir şekilde uyumlu bir çift olmuşlar. Gala’nın bir nemfoman olduğu biliniyor. O nedenle, daima sayısız aşığı olmuş. Dali ise, cinsel ilişkiden kaçan ama, gözetlemeyi seven birisi. Bazı kaynaklara göre, Dali’nin Gala’dan önce, ünlü şair Federico García Lorca ile olan ilişkisi de cinsellik içermeyen bir ilişki olmuş. Şairin 1936 yılında kurşuna dizilerek idam edilmesine kadar süren bu bağ, şiirsel ve Lorca açısından tek yönlü olarak tanımlanıyor.

Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca (1927)
Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí

Birliktelikleri ve evlilikleri sırasında, Gala’nın ileri yaşlarına kadar sürekli para yedirdiği genç aşıkları ve Dali’nin çılgınlıkları nedeniyle, çiftin sürekli daha çok para kazanmak gibi bir ihtiyaçları olmuş. Parasal işleri sıkı sıkıya takip eden, ve Dali’nin sanatsal anlaşmalarına müdahale eden Gala bir keresinde, “Dali’nin daha çok para kazanması gerek” diyerek, bu durumu açıkça ifade etmiş. Dali’nin işi giderek ticarete dökmesi, Gala’nın dışında, maaş ödemek yerine komisyon vermeyi tercih ettiği sekreterlerinin de teşviki ile olmuş. Sonunda, bir süre sonra Dali, piyasada tutan baskı eserlerinin yeniden basımları için, her biri 40 dolara boş kağıtlara imza atar olmuş. Bu işin piri olduğu söylenen yardımcısı John Peter Moore 1985 yılında, sanatçının yanında olduğu yıllar boyunca Dali’nin 350.000 kadar boş kağıda imza attığını açıklamış. Dali elden ayaktan düştükten sonra bile, bu boş kağıtlara yapılan baskıların satışı devam etmiş. Bu durum bir yandan da, piyasadaki sahte Dali imzalı eserlerin patlama yapmasına yol açmış.

Sanatçının Pubol Şatosundaki Çalışma Köşesi

Daha önce belirttiğim gibi, Pubol şatosu çok büyük değil. Bir kabul odası, yemek odası, Gala’nın yatak odası ve banyosu, kütüphane ve misafirler için yatak odaları var. Her yer, Dali’nin eserleri ve yaratıcı düzenlemeleri ile dolu. Bu anlamda, Figueres’teki müzede insanın yaşadığı gerçeküstü bir ortamda geziyormuş hissi, burada da sizinle beraber oluyor. Tavan arasında, giyimine ve modaya çok düşkün olan Gala’nın kıyafetleri sergileniyor.

Gala’nın Mezarı.
Salvador Dali’nin Kendisi İçin Yanına Yaptırdığı Mezar Boş…

Şatonun bodrumundaki mezar bölümünde, Dali’nin kendisi için Gala’nın yanında yaptırdığı mezarın boş olduğunu bilmek beni hüzünlendirdi. Demek ki, şu dünyada istediğiniz kadar varlıklı ve ünlü olun. Vasiyetiniz, çeşitli nedenlerle hiçe sayılabiliyor. Bunun hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, dünyada adalet olduğunu kim söyleyebilir ki zaten ?

Şatonun güzel bir bahçesi ve son derece doğal görünümlü bir de yüzme havuzu var. Labirent gibi düzenlenmiş ve budanmış yüksek mazılar ve Dali’nin çok sevdiği selvi ağaçlarının arasında.

Şatonun Bahçesi ve Yüzme Havuzu

10 haziran 1982 tarihinde Gala Portlligat’ta ölünce, Salvador Dali de Pubol şatosunda yaşamaya başlamış. Aynı yıl kendisine, İspanya Kralı Juan Carlos I tarafından Pubol Markisi ünvanı verilmiş. 1984 yılında şatoda çıkan yangından zor kurtarılan Dali, Figueres’teki müzesine götürülmüş. Sanatçı, 23 Ocak 1989 tarihindeki ölümüne kadar, Teatre-Museu Dali’nin kule kısmı, Torre Galatea’da yaşamış.

Pubol şatosundan ayrılırken, o duvarların arasında neler yaşandığını düşünmeden edemedim. Bunu kimse tam olarak bilemeyecek. Her insanoğlu ayrı bir sır kutusu… Salvador Dali ve Gala da sırları ile birlikte bu dünyadan ayrıldılar…

Sırtı Dönük Çıplak Gala,Teatre-Museu Dali, Figueres

——————————————————————-

Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.






Eşi Benzeri Olmayan Bir Şehir…

Dünyada romantik olarak adlandırılan şehirleri saymaya kalksanız, Venedik kesinlikle ilk üçe girer. Hiç gitmediyseniz, bunu bir pazarlama başarısı olarak görmeniz mümkün. Ama eğer giderseniz, o havayı hakkıyla solursanız bunun sadece bir turizm aldatmacası olmadığını anlarsınız.

Özellikle akşamları… Büyük gemilerle gelen veya daha hesaplı olduğu için Venedik’in içinde kalmak yerine anakaradaki Mestre‘de kalanlar ortalıktan çekilip, sokak lambaları yandığı zaman… Ay ışığında, San Marco meydanında çalan orkestraların müziğine kendinizi kaptırdığınız ya da Venedik’i oluşturan 118 küçük adayı birbirine bağlayan 400 köprüden birinin üstünde durup, gecenin sessizliğinde, kanala yansıyan sarımtırak ışıklara baktığınız zaman… Sevgilinizle el ele iken köprünün altından geçen gondoldaki bir başka aşık çifte gülümsediğiniz zaman…

Büyük Kanal’ın Girişindeki Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi

Paris’e birkaç kez gittim ve bazı gidişlerimde epeyce uzun kaldım. Shakespeare’in hazin aşk öykülerini ölümsüzleştirdiği Romeo ve Juliet’in kenti Verona’ya da aynı şekilde, birden fazla kere gittim. Ama bana göre, romantik bir havaya sahip olma konusunda hiç biri Venedik ile boy ölçüşemez. Öte yandan, son 200 yıldır hemen hemen hiçbir mimari değişiklik görmemiş bu kentte yaşamak yerli halk için hiç de kolay değil.

San Zaccaria Kilisesinin Kripti. Her Yıl Birkaç Milimetre Batan Venedik’te Çoğu Binanın Bodrumu Buna Benzer Şekilde Sular Altında

14-18 Ekim tarihleri arasında, evlilik yıldönümümüzü kutlamak için Venedik’teydik. Hava genelde ılık ve güneşli idi. Birkaç Venedikli bu hava koşullarının yılın bu dönemi için olağanüstü olduğunu söyledi. Gerçi, başta San Marco olmak üzere, tüm belli başlı meydanlarda demir ayaklı, ahşap platformlar yığılmış, hazır duruyordu. Bunlar, uç uca eklendiklerinde, kış aylarında meydanları ve sokakları deniz suyunun basması durumunda insanların yürüyebileceği yollar oluyorlardı. Ancak, biz döndükten on gün sonra basında gördüğüm fotoğraflardan öyle anlaşılıyor ki, bazı durumlarda bu platformlar bile yeterli olmuyor. Dükkanları, evlerin ve palazzo’ların alt katlarını sular basıyor. İnsanlar dizlerine, hatta bazen bellerine, kadar suların içinde yürüyor. Ekim ayı sonunda yaşanan son baskında, su seviyesi son on yılda hiç yükselmediği kadar yükselerek, bir buçuk metreye ulaşmış. Bu, tarihte yaşanan en yüksek dördüncü su seviyesi olmuş. Şansımız varmış, biz böyle bir şeye denk gelmedik…

San Marco Meydanı Sular Altında (29/10/2018)
(Fotoğraf: Manuel Silvestri, Reuters)

Venedik için ideal ziyaret etme ayları genel olarak Nisan, Mayıs, Haziran, Eylül ve Ekim olarak belirtilir. Temmuz ve Ağustos ayları şehrin en rutubetli, sıcak ve kalabalık olduğu aylar. Sıcaklarla birlikte bir de kanallardan kaynaklanan bir koku olabiliyor. 1998 yılındaki gidişimde, henüz Haziran başı olmasına karşın, hafif bir koku başlamıştı. Aşırı kalabalık dönemde Venedik’e gidenler şehirden hoşlanmayabiliyorlar. Hatta düş kırıklığına uğrayanlar bile oluyor. Haksız da sayılmazlar. Kimi sokakları sadece bir insanın geçebileceği genişlikte olan bu şehrin tadının o dönemde çıkarılabileceğini ben de düşünmüyorum. Böyle birilerine rastlarsanız, bu büyük olasılıkla doğru zamanda gitmemiş olmaları yüzündendir. Bir de tabii ki, herkesin zevkinin ve keyif aldığı şeylerin farklı olması gerçeği var. Diğer yandan, şu son su baskınlarından öyle anlaşılıyor ki, gitmek için Ekim ayı ortasını da fazla geçirmemek gerekiyor.

San Giorgio Maggiore Kilisesi

Bu benim Venedik’e üçüncü gidişimdi. İlk gidişimde sanırım dört ya da beş yaşlarımdaydım. O zamandan hatırladığım iki şey var. Birincisi, bir restoranda sebep olduğum bir olay. İkincisi ise, Il Canale Grande ’de (Büyük Kanal) yaptığımız gezi.

Hatırladığım kadarı ile, beyaz masa örtüleri olan, güzel bir restorandı. O yaşlarda, masada otururken kendimi arkaya doğru vererek, sandalyeyi iki arka ayağı üzerine kaldırıp, sallanmayı çok severdim. Bu bana, salıncaktaymışım hissi verirdi. Arada bir, ani bir şekilde arkaya doğru devrildiğim de olurdu. Hem her seferinde korkudan kalbim çarpar hem de bu oyundan vazgeçmezdim. İşte o zaman Venedik’teki restoranda da böyle sallanırken, birden yine kendimi yere uzanmış, tavana bakıyorken buldum… Yalnız bu sefer, büyük bir şangırtı da kopmuş, arkamdaki servis masası da nasibini almıştı. Çok geçmeden restoranın sahibi yanımızda belirdi ve servis masasının üstünde duran zeytinyağı ve sirke takımının gümüş altlığı benim çarpmam ile eğrildiği için söylenmeye başladı. Uzun bir tartışma oldu. Restoran sahibinin istediği zarar karşılığı oldukça astronomikti. Sonunda bir şekilde anlaşmaya varıldı. Söylemeye gerek yok sanırım. Tüm bu süreçte ben, süt dökmüş kedi misali, hiç kıpırdamadan yerimde oturdum…

Büyük Kanal

Yukarda belirttiğim gibi, Venedik’teki diğer çocukluk anım Büyük Kanal gezisi ile ilgili. Herkesin yaptığı gibi, vaporetto ile kanal boyunca gidiyor, iki kıyıda sıralanmış tarihi binalara bakıyorduk. Yan sırada, ailesi ile oturan bir çocuk vardı ve inanılmaz derecede öksürüyordu. Ciğerleri sökülürcesine ve hiç durmadan. Annemin, “Bu çocuk bir başka öksürüyor. ” dediğini anımsıyorum. Annem haklıymış… Çocuğun öksürüğü başka türlüymüş gerçekten…

Kısa bir süre sonra ben de aynı şekilde öksürmeye başladım. Şimdilerde adını bile duymadığım boğmaca hastalığına yakalanmışım. Tam bir yıl sürdü öksürük. Zaman zaman o kadar öksürüyordum ki, midem bulanıyordu ve çıkarıyordum. Bu sürede, tüm ev halkı da nasibini aldı. O sıralar Selanik’te oturuyorduk. Türkiye’den bize kalmaya gelen konuklarımız bile benden bu hastalığı kaptılar. Herkes iyileşti. Benim ise hastalığı tam anlamıyla atlatmam epeyce vakit aldı.

Venedik’e ikinci gidişim 1998 yılında idi. Bu iş için, bir öğrenci grubuyla yaptığımız bir çalışma gezisi sırasındaydı. Öğrencilerle Venedik’te gezmemize, San Marco katedraline gitmemize, hatta gondol gezisi bile yapmamıza karşın, bu gezinin tadına çok vardığımı söyleyemem. Zaten, iş için gittiğim yerlerde, genelde boş vakitlerimde gezmeye çalışsam da, hiçbir zaman tatil zamanı aldığım zevki alamamışımdır.

Müşteri Beklerken Dinlenen Gondolcular

Evet, Venedik kesinlikle çok romantik bir şehir… Bu son gidişimizde bundan emin oldum… Biz özel bir kutlama nedeniyle bu kalışımızda biraz daha pahalı bir oteli ve restoranları seçtik. Bu doğru. Ancak, Venedik’in içinde de her keseye uygun konaklama yerleri ve kiralık daireler var.

14 Ekim günü Venedik’in Marco Polo Havaalanı‘na indiğimiz zaman hava ılık ve güneşli idi. Kaldığımız dört gün boyunca da, hafif yağmurlu birkaç saatin dışında, hava şansımıza hep güzel devam etti. Havaalanının içinden, yürüyen bantlarla ulaşılan rıhtımdan bir deniz taksiye bindik. Buradan, vaporetto denilen, orta boy toplu taşıma tekneleri ile de şehre gitmek mümkün. Çok daha hesaplı olan bu yöntemi biz de tatilin bitiminde, dönerken kullandık. Yol, taksi ile 35-40 dakika, vaporetto ile ise bir buçuk saat sürüyor.

Deniz Taksi İle Havaalanının Rıhtımından Ayrıldıktan Sonra

Oldukça hızlı giden deniz taksi ile Venedik’e yaklaşmak çok güzeldi. Yaklaştıkça belirginleşen şehrin görüntüsü dekor gibiydi. Venedik’e özgü, dikdörtgen çan kuleleri ile kiliseler, eski saraylar, hepsi sonbahar güneşinin altında büyüleyici idi. Zaman zaman üzerimize sıçrayan sulardan korunmaya çalışırken bile gözlerimi manzaradan alamadım.

Kuruluş tarihi M.S. 421 olarak belirtilen Venedik, Batı Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde, kuzeyden gelen Gotlardan kaçan, İtalya’nın Veneto bölgesindeki halk tarafından kurulmuş. Barbar saldırılardan bıkan insanlar, yarı bataklık haldeki Veneto lagününde oluşmuş alüvyon adalarının üzerinde yerleşim yerleri inşa etmeye başlamışlar. Böylece, Po ırmağının denize döküldüğü yerde, Batı Roma İmparatorluğunun küllerinden yeni bir cumhuriyet doğmuş. Coğrafi konumlarını çok iyi değerlendiren Venedikliler, usta denizcilik ve ticaret becerileri sayesinde, Bizans ile sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Çağ boyunca giderek artan ticari ve politik güçleri, Venedik Cumhuriyetini tüm Doğu Akdeniz’de hakim hale getirmiş. Bu hakimiyetin doruk noktası ise, İstanbul’un 1204 yılında işgali olmuş.

Deniz Taksi İle Otel Yolunda

On altıncı yüzyıla gelindiğinde Venedik, sahip olduğu kolonileri ile, Akdeniz’de bir tekel haline gelmiş. Bu yükselen gücü durdurmak için Papa ve diğer Avrupa hükümdarları sürekli bir araya gelerek, Venedik’e karşı cepheleşmişler. O sırada güçlenmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu da Venedik için önemli bir tehlike oluşturmuş. Özellikle, Kıbrıs’ın 1570 yılında Osmanlıların eline geçmesi önemli bir darbe olmuş. Buna karşın, Venedik de Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikamını 1571 yılında Lepanto (İnebahtı) savaşı ile almış.

Rio della Pieta’da İlerlerken

Amerika’nın ve yeni deniz yollarının keşfi ile önemini yitiren İpekyolu, Venedik’in de ticari ve politik önemini azaltmış. Bundan sonra, yozlaşma ve israfın inanılmaz boyutta yaşandığı, tam bir çöküş dönemi başlamış. Yüzyıllar boyu biriken servet ve sermaye, verilen çılgın partiler ve oynanan kumarla eritilmiş. Ta ki, 1797 yılında Napolyon şehri kuşatıp, ele geçirene kadar. Napolyon bir süre sonra şehri Avusturyalılara bırakınca, 1866 yılına kadar süren otoriter bir işgal yaşanmış. Avusturya işgalinden kurtulduktan dört yıl sonra, 1870 yılında, Venediklilerin uzunca bir süredir arzuladıkları birleşik İtalya düşleri gerçek olmuş. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılışı ile Venedik şehri tekrar önem kazanmış. Doğuya yolculuk yapan zenginler için moda bir liman haline gelmiş ve tekrar zenginleşmeye başlamış. 1895 yılında başlayan Venedik Bienali ve 1932 yılından beri yapılan Venedik Film Festivali de şehrin çağdaş sanat açısından şöhretini artırmış.

Baglioni Hotel Luna’nın İskelesine Yanaşırken

Venedik günümüzde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yapılan demiryolu ve yirminci yüzyılda yapılan yol ile, kentin kuzeyinden anakaraya bağlı. Ondan önce, asırlar boyu kentin dış dünya ile tek bağlantısı deniz yolu olmuş. Kentin içinde kanallar hala sokak, gondol ve diğer deniz araçları da taşıma aracı görevini görüyor. Söz konusu durum, ambulans ve fotoğrafını çekemediğime hala üzüldüğüm DHL için de geçerli. Araç trafiği pratik olarak mümkün olmayan bu kente araba ile gelmeyi düşünürseniz, arabanızı şehir dışındaki garajlara bırakmak zorundasınız.

Tatilimiz Sırasında Acil Bir Durum İçin Otele Gelen Ambulans

Sonunda, deniz taksi ufak bir köprünün altından geçerek, çok geniş olmayan bir kanala girdi ve Baglioni Hotel Luna’nın kapısının önünde durdu… Heyecanlandım. İçeriden küçük iskeleye, karşılamak ve yardımcı olmak için hemen bir görevli çıktı. Buranın, Venedik’in en eski oteli olduğunu okumuştum. İçeri adım atar atmaz, insanı sarmalayan hava sizi başka bir çağa götürüyor. Modern yaşamın gereksinimlerini karşılamak ve konfor sağlamak için elden geçirilmiş olsa da, daha lobide buranın tarihi bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Mermer sütunlar, kumaş kaplı duvarlar, Venedik kristali avizeler, orijinal tablolar, üst katlardaki orijinal klasik eşyalar, kanala bakan odamız ve ertesi sabah göreceğimiz duvarları fresklerle kaplı kahvaltı salonu… Evet, Baglioni Hotel Luna oldukça pahalı bir oteldi. Ama, bu gezi de bizim için çok özeldi…

Lobi

Otelin Her Köşesinde Antika Eşyalar

Baglioni Hotel Luna’nın yerinde çok eski zamanlardan beri bir konaklama yeri olduğu belirtiliyor. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında, 1118 yılında sefere çıkmadan önce Tapınak Şövalyeleri burada bulunan bir handa konaklamışlar. Barselona’ya yaptığımız bir önceki gezimizde Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düştükten sonra bunun, hoş bir tesadüf olduğunu düşündüm. Venedik şehir arşivine göre, 13. yüzyılda burada bir Osteria Luna (1) bulunmaktaymış. 15.yüzyılda ise, Locanda della Luna (2) müşterilerine yemek ve konaklama sağlarmış. Günümüzdeki otel binasının belli bölümleri, 1700’lerin sonundaki Venedik Cumhuriyeti’nin düşüş döneminin öncesinden kalma imiş.

Otelin Balo ve Kahvaltı Salonu

Otelden San Marco meydanına gitmek bir dakika bile sürmüyor. Bir ucunda ünlü San Marco Bazilikası (Cattedrale Basilica di San Marco) bulunan bu dikdörtgen meydan, 12,6 dönüm ve bazilikanın bulunduğu kenar dışındaki üç tarafı, revaklı binalar ile çevrili. Otel tarafından meydana girdiğimiz zaman, bazilika tam karşımızda yer alıyor. Çevredeki sıra binalar zamanında Venedik Cumhuriyetinin devlet daireleri olarak yapılmışlar. Sol taraftaki, Rönesans stili bina dizisi 1500’lü yıllarda, sağ taraftaki 1600’lü yıllarda yapılmış. Girdiğimiz taraftaki, meydanın açık ucunu kapatarak, tam bir dikdörtgen haline getiren bina ise, işgal sırasında, Napolyon tarafından yaptırılmış. Bir zamanlar, tepedeki Roma İmparatorları kabartmalarının ortasında Napolyon da varmış ama, işgal sona erdikten sonra Fransız İmparatorunun izleri de yok edilmiş. Uzaktan bakıldığı zaman, binada sola doğru bariz bir eğiklik olduğu görülüyor. Bu, Venedik’in zaman içinde giderek suya gömüldüğünün göstergelerinden biri.

Otelden San Marco Meydanına Gitmek Bir Dakika Bile Sürmüyor

San Marco Meydanı

San Marco Bazilikası

San Marco meydanı gündüz, özellikle sabah saatlerinde, çok kalabalık. Ekim ayında böyle ise, yaz aylarını düşünemiyorum bile. Bazilikanın ve çan kulesinin önünde uzun kuyruklar oluyor. Bunun sebebi, cruise gemileri veya başka turlarla şehre gelen turistlerin, programları gereği, sabah saatlerini tercih etmeleri.

San Marco Meydanının Saat Kulesi (1499)

San Marco Bazilikası, fazla yüksek olmayan, biblo gibi şirin bir yapı. Mimari olarak Doğu’nun etkisinde olduğu, dış cephesindeki Bizans tarzı, altın (yapımlarında gerçek altın tabakalar kullanılmış) rengi parçaların bol olduğu mozaiklerden ve İslam etkisindeki kubbelerden belli. Öte yandan, bir zamanlar Avrupa’nın en zengin şehrinin merkezindeki meydanda yer alan bu yapıda, Roma tarzı kemerleri ve Gotik mimari izlerini de görmek mümkün. Kuzey Avrupalılar, Bizanslılar ve Osmanlılarla yaptıkları ticaret ile bir ağ oluşturan ve zenginleşen Venedikliler, bu geniş coğrafyadaki ülkelerden sadece mimari olarak etkilenmemiş, bir de şehre sayısız ganimet getirmişler.

13. Yüzyılda İstanbul’dan Getirilen Meşhur Atların Kopyaları

Ana Kapı

Günümüzde gördüğümüz San Marco katedrali, aynı yerde yapılmış üçüncü ibadet yeri imiş. Birincisi, İ.S. 9.yüzyılda Aziz Marco’nun (Mark) kemiklerinin Müslümanların elindeki İskenderiye’den kaçırılarak getirilmesinden sonra yapılmış. Aziz Marco, İncil’in dört yazarından birisi. Diğer yazarlar, Matta, Luka ve Yuhanna gibi o da İsa’nın yaşamına tanıklık edip, kendi yorumunu yazmış. Venedik’in koruyucu azizi olan Marco’nun kemiklerinin buraya getirilmesi (İ.S. 829), şehrin o dönemdeki yönetiminin şehirle ilgili bir efsane yaratmak istemesinden kaynaklanmış. Aziz Marco’nun yaşamı sırasında Venedik’e geldiğini iddia eden Venedikliler, onun kemiklerini de buraya getirerek, Venedik Cumhuriyetini bir arada tutacak bir mit oluşturmuşlar. Bu noktada, insanın aklına hemen tarihçi Harari’nin Sapiens kitabında sözünü ettiği, insanlığın evrimi sırasında yerleşik düzene geçen toplulukların, bir kuruluş efsanesi etrafında birleşme gereksinimi duymaları geliyor.

İskenderiye’den İki Tüccar Tarafından Kaçırılan Aziz Marco’nun Cesedinin Venedik Docuna Sunuluşu-Dış Cephe Mozaiği

Ön Cephedeki 1260 Yılından Kalma Mozaik Kilisenin Günümüze Kadar Çok Değişmediğini Gösteriyor

İlk yapılan kilise, İ.S. 976 yılında tamamen yanmış. Yerine yapılan kilise ise, günümüzün kilisesinin yapımı için 11. yüzyılda yıkılmış. Mimarı bilinmeyen bu son kilisenin yapımı 1063-1094 yılları arasında olmuş. Daha sonraki yıllarda, özellikle mozaiklere, çeşitli ilaveler yapılmış olsa da, kilise daha sonra fazla değişikliğe uğramamış. San Marco’nun, dördüncü yüzyılda İstanbul’da bulunan, ancak günümüzde var olmayan Aziz Havariler kilisesi örnek alınarak yapıldığı belirtiliyor. (Zamanında Bizans İmparatorlarının ve İmparatoriçelerinin gömüldüğü bu kilisenin bulunduğu yere daha sonra Fatih Camii yapılıyor.) Kilisenin İstanbul ile bağları bununla kalmıyor. Başta ana kapının üstüne yerleştirilen ünlü dört at olmak üzere, katedralin içinde ve dışında İstanbul’dan götürülmüş pek çok ganimet bulunuyor. Bunların büyük bir kısmı, IV. Haçlı Seferi yapılırken İstanbul’un talan edilmesi sırasında elde edilmiş. Katedralin dış yüzeyini kaplayan mermerler, oymalar, Ayasofya’dan sökülerek getirilen bronz ana kapı, ünlü Altın Altar’ın kaplamaları, içerdeki bazı ikonalar, Hazine bölümünde sergilenen Bizans objelerinin büyük bir bölümü bu şekilde Venedik’e gelmiş.

İmparator Romano’nun Kadehi (Bizans, İstanbul, M.S. 959-963)-San Marco Müzesi

Oniks Kase (Bizans, İstanbul, M.S. 10-11. yy)-San Marco Müzesi

Akik İbrik (Bizans, İstanbul, M.S. 7. yy)-San Marco Müzesi

Buhurdan (İtalyan, 12. veya 13. yy.)-San Marco Müzesi

Venediklilerin Bizans ile daima kuvvetli ilişkileri olmuş. Ticari olarak elde ettikleri imtiyazlarla İstanbul’da adeta bir koloni haline gelmişler. Onuncu yüzyılda İstanbul’da 10.000 Venedikli tüccar yaşıyormuş. Ancak, bir süre sonra Bizanslı tüccarlar dezavantajlı duruma düşünce, 1171 yılında İmparator Venediklileri İstanbul’dan kovmuş. Bu arada Bizans kilisesinin Katolik kilisesi ile de arası açılınca, şehirdeki 60.000 kadar olan Katolik nüfus katledilmiş ya da şehirden atılmış. Venedikliler bu ağır darbenin intikamını IV. Haçlı Seferi sırasında alma fırsatı bulmuşlar. 1204 yılında, Papa’nın önderliğinde toplanan 30.000 Haçlıyı Kutsal Toprak’lara Venedik gemileri ile taşımayı önermişler. Böylece, Venedik Docu Dandolo’nun komutanlığında sefer başlamış. Ancak Doc, rotayı Bizans’ın başkenti İstanbul’a çevirerek, 1204-1261 yılları arasındaki işgali başlatmış. Bu dönemde İstanbul feci şekilde talan edilmiş ve adeta taş üstünde taş bırakılmamış. Bildiğiniz gibi, İstanbul’da ölen Venedik Docu, komutan Dandolo’nun mezar taşı günümüzde İstanbul’daki Aya Sofya müzesinde bulunuyor.

Yaratılış Kubbesi, San Marco Bazilikası Atriumu. Bizans Sanatını Ve Mimarisini Öğrenmiş Venedikli Sanatçılar Tarafından Yapılmış (13. yy)

San Marco Bazilikası’nın İçi

Ana Altarın Arka Tarafında Bulunan Altın Altar’ın Üzerinde Yakutlar, Zümrütler ve İnciler Var. 13. yy.da İstanbul’dan Getirilen Parçalarla Yapılan Altar, Dini Bayramlarda, Herkesin Görmesi İçin, Kilisenin İçine Doğru Döndürülüyor

Bir Zamanlar Savaşa Giden Bizans Ordularının Önünde Taşınan Ve 13.yy.da İstanbul’dan Getirilen Nicopeia Meryemi

San Marco katedralinin içi, girişten itibaren altın rengi ağırlıklı mozaiklerle kaplı. Özellikle alt katta, hem sizi belli bir yürüyüş yolundan gitmeye mecbur ettikleri hem de kalabalıktan dolayı, etrafı çok fazla inceleyemiyorsunuz. Burada da, Ravenna’da olduğu gibi, mozaikler Bizanslı ustalar tarafından yapılmış. Ancak ben, Ravenna’daki kiliselerde gördüğümüz mozaiklerden daha çok etkilenmiştim. Bunun sebebi, o gün dışarıdaki kapalı hava nedeniyle içerisinin loş olması olabilir. Girişi ücretsiz olan San Marco’da hoş bulmadığım şey, girdikten sonra, Altın Altar, Hazine bölümü, balkon gibi yerleri görmek için sürekli 2 avro vermek zorunda kalmanız. Onun yerine girişte tek bir bilet almayı tercih ederdim.

İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilen Dört Bronz Atın (Quadriga) Orijinalleri

San Marco katedralinde en sevdiğim eser, İstanbul’dan götürülen dört tane bronz at oldu. Bunlar orijinal olarak binanın dışında, ana kapının üstünde yer almış olsalar da, günümüzde dışarda gördüğümüz atlar gerçek değil, kopyalar. Atlar, hava kirliliği ve paslanma tehlikesine karşı, 1970 yılından beri katedralin ikinci katında sergileniyor. Bizans döneminde, İstanbul’daki hipodromun girişinde, arkalarındaki bir savaş arabasını çeker halde sergilenen bu sevimli atların yapım tarihi konusunda çeşitli görüşler var. Belirtilen tarihler, M.Ö. 5. yüzyıl ile M.S. 4. yüzyıl arasında değişiyor. Yaygın bir görüşe göre, atlar Büyük İskender zamanında yapılmış. Daha sonra, Neron tarafından Roma’ya götürülmüşler. İmparator Konstantin ise onları tekrar doğuya, yeni başkenti İstanbul’a, araba yarışlarının yapıldığı hipodromu süslemeleri için getirmiş. 900 yıldan fazla İstanbul’da kalan atlar, 1204 yılında başlayan Venedik önderliğindeki Haçlı talanı sırasında Venedik’e götürülmüşler ve 1255 yılında San Marco katedralinin dış cephe balkonuna yerleştirilmişler. Ancak, o zamanlar altın rengi ve yakut taşından gözleri olan bu sevimli atların yolculukları bununla bitmemiş. Napolyon da 1797 yılında Venedik’i işgal edince atlara göz dikmiş ve onları Paris’e götürmüş. Burada bir zafer takının tepesine yerleştirilen atlar, Napolyon imparatorluğunun düşmesinden sonra tekrar Venedik’e getirilebilmişler.

Kafaları Çıkarılıp, Birbirlerine Takılabilen Bu Atların Bir Zamanlar Gözleri de Yakuttanmış

Atlar gerçekten çok sevimliler. Onlara bakarken içim cız etti. Keşke İstanbul’daki hipodrom ayakta kalabilseydi ve onlar da tüm görkemleri ile orijinal yerlerinde duruyor olsalardı… Maalesef, fotoğrafları ile yetinmek zorundayız. Atlar da dahil olmak üzere, katedralin içinde fotoğraf çekmek resmi olarak yasak. Ancak, hiçbir mantıklı açıklamaya uymayan bu uygulama belli ki, orada çalışanlar tarafından da saçma bulunuyor. Hemen hemen herkes fotoğraf çektiği halde, onlar bakmamayı ve görmemeyi başarıyorlar. Neyse ki…

San Marco’nun Çan Kulesi İlk Olarak 1173 Yılında Yapılmış. 16.yy.da Yapılan Girişi (Loggetta), Jacopo Sansovino’nun Eseri

Galileo 1609 Yılında Teleskopunu Doc Leonardo Dona’ya Bu Kulede Göstermiş

Kuleden Muhteşem Manzara. Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi

Piazzetta’nın Kuleden Görünümü.Solda Doc’un Sarayı. Sağda Kütüphane. Deniz Tarafındaki İki Yüksek Sütun İstanbul’dan Getirilmiş. Soldakinin Tepesinde, Venedik Cumhuriyetinin Sembolü Kanatlı Aslan, Sağdakinde Bir Timsah İle savaşan Aziz Teodor Var

Çan Kulesinin Tepesindeyken Çanların Çalması Kulakları Oldukça Zorluyor…

San Marco katedralinin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki çan kulesi de en az kendisi kadar popüler. Asansörle çıkılan bu kulenin de önünde uzun bir kuyruk oluyor ama, çıktığınıza değiyor. Yukardan Venedik’i panoramik olarak görebiliyorsunuz. Dört tarafından neredeyse tüm lagünü ve şehri görebildiğiniz manzara çok güzel. Görüşün açık olduğu günlerde, Alp dağlarını bile görmek mümkün oluyormuş. Kule, yapıldıktan bin yıl sonra, 1902 yılında, fırtınadan dolayı, tamamen yıkılmış ve daha sonra yeniden yapılmış. Rivayete göre, tepesinde bulunan ve daima rüzgar yönüne dönen altından yapılma Melek Gabriel heykeli, sapasağlam bir şekilde, katedralin giriş kapısının önüne fırlamış.

Çan Kulesinden San Marco Meydanının Görünümü. Sağda 1500’lü Yıllardan Kalma Binalar, Caffe Quadri ve Caffe Lavena. Solda 1600’lü Yıllardan Kalma Binalar ve Caffe Florian. Karşıda, Napolyon’un Yaptırdığı Kanat

Caffe Florian’da Tüm Gün Müzik Var

San Marco meydanının, en az tarihi eserleri kadar önemli bir özelliği, tarihi kafeleri. Bunların içinde en ünlü iki tanesi Caffe Florian ve Caffe Quadri. Sadece Venedik’in değil, Avrupa’nın en eski kafesi olduğu belirtilen Caffe Florian 1720 yılında açılmış. Casanova, Lord Byron, Charles Dickens ve Proust ünlü müdavimlerinden bazıları. Caffe Quadri 1775 yılında açılmış. Orası da, Stendhal, Alexandre Dumas, Wagner ve günümüzde Woody Allen gibi birçok ünlünün gittiği bir kafe. Bu kafelerin önünde gün boyu, gecenin ilerleyen saatlerine kadar, canlı orkestralar çalıyor. Aralarındaki centilmence bir anlayış gereği, bir kafenin orkestrası çalarken, diğeri ara veriyor. Tabii ki, meydanın dolu olduğu gündüz saatlerinden sonra, orkestraların gece yarattığı ambiyans çok farklı. Her iki kafede de, hafif bir yemek veya muhteşem tatlılardan, pastalardan yiyebilirsiniz. Eğer para harcamak istemezseniz, müziği meydanda ayakta da izlemenize kimse sesini çıkarmaz. Ancak, tamamen korunmuş ve tarihi dekorasyonları görmek için içeriye bir göz atmanızı öneririm.

Caffe Florian’da (1720) Çin Odası

Müziğe de Yakın Olmak…

Daha önce belirttiğim gibi, biz Venedik’e özel olarak, evlenme yıldönümümüzü kutlamak için gittik. Kaldığımız sürede, akşam yemekleri için ilgimizi çeken restoranlarda yer ayırtmıştık. Her restorana da, o gecenin bizim için özel olduğunu bildirdik. Böylece, her gece bizim için bir kutlama oldu…

İlk akşam için Caffe Florian’da yer ayırtmıştık. Bizim için masa ayırdıkları Çin Odası hem tarihi atmosferi hem de orkestraya yakınlığı nedeniyle çok hoştu. Planladığımız gibi, hafif bir akşam yemeği yedik. Ardından sıra, bizim için özel olarak hazırlanmış, kalp şeklinde bir Florian Sacher pastaya geldi. Pasta çok lezzetli ve hafifti. Üstündeki Türkçe yazıda ufak bir imla hatası vardı ama, varsın olsundu… Pasta ile içtiğimiz tatlı şarap Giovanni Dri Ramandolo (2011) da, yemek sırasında içtiğimiz Costasera Amarone della Valpolicella Classico (Masi-2013) da çok güzeldi.

Venedik gezimizi planlarken, gerçekçi davranıp, az vaktimiz olduğunu göz önüne almış ve sadece belli yerleri gezmeye karar vermiştik. Dört günde, baharda gittiğimiz Barselona’da gördüğümüz kadar yer gezemeyeceğimizi baştan kabul etmiştik. Aynı nedenle, Venedik Bienali’ne de hiç ilgi göstermedik. Biraz daha uzun kalsak, bir iki sergi görmek isterdim. Onun yerine, bizim için her zamankinden daha yavaş bir tempoda, şehrin keyfini çıkarmak istedik.

Az sayıda gezdiğimiz yerlerden birisi de Doc’un Sarayı idi. Venedik, tarihte kuruluşundan itibaren cumhuriyet yönetimi ile yönetilmiş bir devlet olmuş. Doc, seçimle belli bir süre için gelen ve yetkileri anayasa ile sınırlandırılmış bir devlet başkanı. Asıl güç, on kişilik bir üst konseyde ve üyeleri arasından Doc’u seçen, 2000 kişilik Büyük Konsey’de imiş. Venedik tarihinde, yetkilerini genişletip, yönetime el koymaya çalışan bazı Doclar idam edilmişler

Doc’un Sarayı. Saray İlk Olarak 9.yy.da Yapılmış. Ancak Günümüzde Gördüğümüz Hali 14.yy.dan Kalma. Her Doc Yeni İlaveler Yaptırmış

Doc’un sarayı, yüzünüzü San Marco katedraline döndüğünüz zaman, katedralin sağ tarafındaki pembeli beyazlı, büyük bina oluyor. Burası, San Marco meydanından denize doğru açılan ve Piazzetta (meydancık) olarak adlandırılan alana bakıyor. Katedralin içinde de görüldüğü gibi, Doc ve ailesinin katedrale rahatlıkla geçebilmesi için saraydan San Marco’ya bir geçiş de var. Sadece Doc’un ailesi ile yaşadığı konut değil, aynı zamanda devlet yönetiminin ve konsey salonlarının yer aldığı bu dev saray, yüzyıllar boyunca yapılan ilavelerle günümüzdeki devasa halini almış. Yapımına ilk olarak 9. yüzyılda başlanan saray, günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış. Burası, yüzyıllar boyunca Venedik’te saray olarak anılmasına izin verilen tek yapı olmuş. Diğer saraylar, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Ca’ (ev demek olan Casa’nın kısaltılmışı) olarak anılmışlar.

Sarayın Avlusu ve Su Sağlanan Kuyular

Devler Merdiveni. Yabancı Misafirleri Kabul Ederken Doc, Maiyeti İle Birlikte Bu Merdivenlerin Tepesinde Beklermiş. Gelen İmparator, Papa veya Kral da Olsa, Merdivenleri Tırmanmak Zorunda Kalırmış

Sarayın Birkaç Yerinde Bulunan Bu Posta Kutuları Vergi Kaçıranları ya da Başka Şüphelileri İhbar Etmek İçin Kullanılırmış

Altın Merdiven

Eğer Venedik’in asırlar boyunca nasıl suya battığını gözlemlemek istiyorsanız, Doc’un sarayının meydana bakan sütunlarına bakmanız yeterli. İslami mimarinin izlerini taşıyan binanın revaklı bölümündeki sütunlar özel olarak kısa yapılmış gibi görünse de, bu sütunlar bir zamanlar daha uzunlarmış. Kaideleri ve neredeyse yarıya yakın kısımları zamanla batmış.

İç Geçirme Köprüsü. Sol Taraftaki Doc’un Sarayındaki Mahkeme Salonunda Yargılanan Mahkümlar Bu Köprüden Geçirilerek Sağ Taraftaki Hapishaneye Götürülürlermiş. İdama Mahkum Olanlar Son Kez Bu Pencerelerden Gökyüzüne ve Venedik’e Bakarak İç Geçirirlermiş

San Marco Bazilikası İle Doc’un Sarayının Birleştiği Köşede Yer Alan Tetrarklar Heykeli. M.S. 4.yy.da Yapıldıkları Tahmin Ediliyor. İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilmişler

İkinci akşam için otelin restoranı Canova’da yer ayırtmış ve yine o günün evlenme yıldönümümüz olduğunu belirtmiştik. Tüm gün gezdiğimiz için yorulunca, akşamüzeri otele dönüp, biraz dinlenelim dedik. Odaya girdiğimizde, buz doldurulmuş bir kovanın içinde, bir şişe prosecco (Belstar Cuvee Extra Dry N.V.) otelin ikramı olarak bizi bekliyordu. Akşam yemeğinden önce, Canova restoranda da bize aynısından birer kadeh ikram ettiler. Gerçekten çok kaliteli bir prosecco idi. Kurabiyeleri de es geçmemeli. Venedik’e özgü bu ağızda dağılan, tereyağlı, enfes kurabiyeleri restoran ve barlarda da kahve ile getiriyorlar. İsminin Bussola Buranello olduğunu sonradan öğrendiğim bu ‘S’ şeklindeki kurabiyeler, yüzyıllar önce Burano adasında yapılmaya başlanmış. O zamanlar, sadece Paskalya için özel olarak yapılırlarmış.

Canova Restaurant

Canova Restaurant’ın hem yemekleri hem servisi dört dörtlüktü. Bizimle ilgilenen kadın şef garsona hayran kaldım. Ölçülü bir samimiyet ve nezaketle hizmet verirken işini çok iyi bildiği belliydi. Şarap konusunda da aynı şekilde bilgiliydi. Eşimin yakın gözlüklerini odada unuttuğunu öğrenince, kısa bir süre içinde elinde deri kaplı geniş bir kutu ile yanımızda belirdi. Kaç numara gözlük kullandığını sordu. Kapağını açtığı kutunun kadife kaplı içi, düzgünce dizilmiş, çeşitli numaralarda gözlüklerle doluydu…

Mevsime bağlı olarak, menüde balkabağı çok göze çarpıyordu. Önden, antipasto olarak, içinde sebze ve balkabağı ile Gran Padano peyniri kreması olan, milföy hamurundan börek tarzı bir şey yedik. Çok lezzetli idi. Ana yemek olarak, mantarlı dana eti aldık. Tatlı olarak da, aralarında yine balkabağı püresi olan, delikleri bayağı büyük bir hasır görünümündeki, ince, yuvarlak milföy katları ve yanında, üstüne fındık rendelenmiş çikolatalı dondurma. Yemekte içtiğimiz Brunello di Montalcino-Castiglion del Bosco (2012) ve tatlı ile içtiğimiz tatlı şarap da enfesti. Bu güzel akşam yemeğinden kalkarken, şef garsonumuz bana otelde yapılmış bir paket Bussola kurabiyesi hediye etmeyi de ihmal etmedi.

Büyük Kanal’ın Girişindeki Santa Maria della Salute Kilisesi (1630-1687)

Peggy Guggenheim Müzesi, 1749 Yılında Başlanıp, Hiç Bir Zaman Bitirilemeyen Palazzo Venier del Leoni Sarayında Bulunuyor

Palazzo Barbarigo

Venedik’e gelip de, vaporetto ile bir Büyük Kanal gezisi yapmadan olmaz. Tabii, bir de gondola binmek var ama, onu daha sonra yaptık. Büyük Kanal gezisi için ister Santa Lucia tren istasyonunun önündeki iskeleden, San Marco meydanının biraz ilerisindeki, San Zaccaria iskelesi yönüne doğru, isterseniz San Zaccari’dan ters yöne doğru gidebilirsiniz. Biz, otele daha yakın olduğu için, San Zaccaria’dan binmeyi tercih ettik. Yaklaşık 4 kilometre olan bu mesafe, aşağı yukarı 40 dakikada gidiliyor. Birbirine oldukça yakın olan duraklarda iskeleye yanaşmak ve kalkmak vakit alıyor. Bu noktada, vaporetto’ların fıstık gibi, makyajlı kadın çımacılarından da söz etmeliyim. Hepsi işinin ehli. Bizdekinin aksine, burada her vaporetto’nun bir çımacısı var ve o da sizinle seyahat ediyor. İskelelerde, her yanaşan taşıta hizmet veren sabit bir çımacı yok.

Accademia

San Simone Piccolo Kilisesi

Genişliği 30 ile 70 metre arasında değişen kanalda dört tane (Scalzi, Rialto, Accademia ve Constituzione) köprü var. İki kıyıda sıralanmış, San Simeone Piccolo, San Stae ve 1630 veba salgının bitimini kutlamak için yapılan Santa Maria della Salute gibi kiliseler ve Venedik’in ünlü palazzo’ları, yani sarayları var. Çoğunlukla 12. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında yapılmış bu saraylar mimari tarz olarak da Bizans, Gotik, Rönesans ve Barok dönemleri yansıtıyor. Genelde üç katlı olan Venedik sarayları, zengin ailelerin hem ticaretlerini yürüttükleri işyerleri hem de konutları olarak kullanılıyorlarmış. Depo ve ofisler alt katta, misafir kabul salonları ve ailenin yaşam alanı ise üst katlarda olurmuş. Mutfak, bazı binalarda giriş katında, bazılarında ise koku olmaması için en üst katta.

Eski Balık Pazarı

‘Mafya’ya Hayır. Venedik Kutsaldır’

Sarayların içinde bir tanesinin Türklerle ilgili olması ilgimi çekti. Günümüzde Doğa Tarihi Müzesi’ni barındıran Fondaco dei Turchi, 13. yüzyılda yapılmış, Bizans tarzı büyük bir bina. 1381 yılında Ferrara Dükü için satın alınmış ve uzun yıllar, görkemli odalarında nice davetler verilmiş. Bina, 1621 yılında Türkler tarafından satın alınmış. Türk tüccarlar burayı, hem malları için depo hem de konaklamak için han olarak kullanmışlar. Doğu ile ticaret azalınca, bina da kaderine terk edilmiş. 1850 yılında Avusturyalılar, bazı orijinal unsurları yok edildiği için kötü olarak nitelenen bir restorasyon yapmışlar. Burası 1923 yılında müze haline getirilmiş. Benzer şekilde, bir zamanlar Alman tüccarlar tarafından kullanılan, Rialto mahallesindeki, Fondaco dei Tedeschi günümüzde çok katlı bir mağazaya çevrilmiş bulunuyor.

Fondaco dei Turchi

Rialto Köprüsü

Dönüş için, vaporetto’dan inmeniz ve ters yönde giden bir başkasına binmeniz gerekiyor. Bizim bindiğimiz vaporetto, sadece Rialto köprüsünün oraya kadar gidiyordu. Bu, o çevreyi görmemiz açısından çok isabetli oldu zira, Rialto Venedik’in en eski ve kalabalık semti. Tarihi olarak ticaretin merkezi aynı zamanda. Dükkanları ve balık, taze sebze ve meyve pazarları ile hala öyle. Bu civarda kanalın kıyısı ve köprünün üstü hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Ancak, buralardaki ucuz hediyelik eşyalar konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Çoğu Çin’de yapılmış ve kalitesiz. Daha özgün, kaliteli ve el yapımı eşyalar için ara sokaklardaki butik dükkanlara bakmak gerekiyor. Zaten, usta bir göz aradaki farkı hemen anlıyor. Ara sokaklarda, el yapımı ve gerçek Murano işi cam eşyalar (San Marco’nun çevresinde de var çok güzel cam eşya satan dükkanlar), el yapımı maskeler, deri, kağıt ve kumaş üzerine ebru yapan dükkanlar var. Bunlar doğal olarak, daha pahalı. Ama, aldığınıza değiyorlar.

Bir Maske Yapım Atölyesi

San Marco Meydanı Yakınlarında İlginç Bir Dükkan

Rialto köprüsü 1588-1591 yılları arasında, daha önce burada bulunan ahşap köprünün yerine yapılmış. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu köprü, Büyük Kanal’ın bir yakasından ötekine yürüyerek geçmek için kullanılan tek köprü olmuş. Ahşap olduğu dönemlerde köprü sayısız kereler çökmüş. Bu olaylardan en meşhuru, 1444 yılında Ferrara Markizinin evlilik töreni sırasında olmuş. Töreni izlemek için köprü üstüne çıkan aşırı kalabalık, köprü ile beraber sulara gömülmüş. Burası, günümüzde de çok kalabalık. Dükkanların dış tarafındaki yürüme yolu her daim, manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek isteyenlerle dolu. Doğal olarak, yankesicilerin de sevdiği bir nokta. Tüm Venedik’te olduğu gibi, dikkatli olmak lazım.

San Polo Kilisesi

Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği Tablosu, San Polo Kilisesi

Hazır Rialto civarına gelmişken, San Polo semtindeki iki önemli kiliseyi de gezelim dedik. Bunlar, Venedik’in belli başlı kiliselerinden San Polo ve Santa Maria Gloriosa dei Frari kiliseleri. San Polo, bazı yerlerde oldukça dar sokakları olan bir semt. Buralarda son derece ilginç, zanaatın neredeyse sanata iyice yaklaştığı el işi ürünler satan dükkanlar var. Örneğin, Venedik Karnavalının vazgeçilmez aksesuarı, el yapımı maskeler. Venedik’te 11. yüzyıldan beri yapılan Karnaval sırasında, sosyal sınıf farklarının kalkması ve insanların birbirini tanımaması için değişik kostümler giyiliyor ve maskeler takılıyor. 18. yüzyılda en şaşalı dönemini yaşayan Karnaval, daha sonra önemini yitirse de, 1979’dan itibaren yine yılın gözde bir eğlence zamanı olmaya başlamış. Kelime olarak, “ete veda” anlamına gelen Karnaval, Hristiyanların Paskalya’dan önceki 40 gün boyunca tuttukları oruç döneminden (Lent) hemen önceki 10 gün boyunca yapılıyor. Yani, oruç dönemine girmeden önce yapılan 10 günlük büyük bir eğlence. Söz konusu oruç, Müslüman inanışındaki oruçtan biraz farklı. Kişi tamamen aç kalmak yerine, başta et olmak üzere, belli besinleri yemiyor. Bunlar genellikle keyif veren, herkesin alamayacağı maddeler oluyor. Çocukluğumda Yvette’in bu dönemde, etin dışında, çikolata, tatlı, dondurma gibi şeyler yemediğini ve sigara içmediğini hatırlıyorum. İçki içmek konusunda ise bir sınırlama yok.

Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Özel kağıt hamuru ile yapılan maskelerin üretim sürecini maske üreten atölyelerde izleyebilir, hatta buralarda düzenlenen kurslara katılabilirsiniz. 2019 Venedik Karnavalına dört ay gibi uzun bir süre olmasına rağmen, bazı dükkanlar maske ve kostüm siparişi almaya başlamışlardı bile. Venedik’e Karnaval için özel olarak gelenlerin, belki de hayatlarında sadece bir kere giyecekleri bu kostümleri kiralamak da mümkün.

Antonio Canova’nın Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Tiziano’nun (İngilizce Titian) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Doc Foscari’nin (1373-1457) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

San Polo kilisesi, ilk olarak 9. yüzyılda yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda yeniden inşa edilmiş. Günümüzdeki Neo-Klasik halini ise, 19. yüzyılda almış. Kilisede pek bir bütünsellik yok ama, tek tek dikkat çekici eserler var. Gotik giriş kapısı, 14. yüzyıldan kalma çan kulesinin dibindeki aslanlar bunlardan bazıları. İçerde, Tiepolo, Veronese ve Tintoretto’ya ait tablolar var. Bunlardan, Tintoretto’ya ait olan Son Akşam Yemeği, kilisenin sahip olduğu önemli bir eser. Doc’un sarayını gezerken, Venedikli bir ressam olan Tintoretto’nun (1518-1594) kapsamlı bir sergisini de gezmiştik.

Meryem ve Çocuk, Giovanni Bellini (1488), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Meryem’in Göğe Yükselişi, Tiziano (1516-1518), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Kısaca Frari olarak bilinen Santa Maria Gloriosa dei Frari kilisesi, San Polo semtinin doğu tarafında bulunan büyük bir kompleks. Buraya ilk olarak, Fransisken rahipler 1250-1338 yılları arasında bir kilise yapmışlar. Bu yapı daha sonra yıkılmış ve yerine, 15. yüzyılın ortalarında tamamlanan günümüzdeki kilise ve manastır inşa edilmiş. Çok geniş olan kilisenin içinde hem önemli eserler hem de önemli bazı kişilerin mezarları bulunuyor. Örneğin, Venedikli ünlü heykeltıraş Antonio Canova’nın (1757-1822) mezarı burada. Roma’da Galleria Borghese’ye gidenler, onun ünlü Muzaffer Venus (Venus Victrix) heykelini anımsarlar. Napolyonun kız kardeşi, Pauline Bonapart’ın modellik yaptığı bu heykeli çocukluğumdan beri severim. Frari kilisesinde Canova’nın dışında, ressam Tiziano’nun (1488-1576), opera sanatının öncüsü sayılan Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) ve iki Venedik Docunun da mezarları bulunuyor. Diğer dikkat çekici eserler arasında, ana altardaki Tiziano’ya ait Meryemin Göğe Yükselişi ve bir başka altardaki Ca’ Pesaro Meryemi tabloları, Giovanni Bellini’nin Meryem ve Çocuk tablosu, koro bölümünü ayıran mermer paravan ve koro bölümünün 1468’den kalma ahşap koltukları sayılabilir.

Üçüncü günün akşamında, artık “gerçek kutlamamızı ” yapmak için Bistro de Venise isimli restoranda yerimizi ayırtmıştık. Otelimize çok uzak olmayan bu restoran, 1993 yılında açılmış. Tarihi Venedik yemeklerinin modern pişirme teknikleri ile yorumlandığı restoranın çok zengin bir şarap kavı da var. Bizi restoranın sahiplerinden birisi karşıladı ve kibar bir şekilde, içerideki özel olarak hazırlanmış, kırmızı örtülü masamıza götürdü. Masanın üzerinde benim için bir tane kırmızı gül duruyordu. Kırmızı kumaş kaplı duvarlardaki objeler, aplikler, masalardaki şamdanlar, hepsi ince bir zevkin yansımasıydı.

Köşede Bizim İçin Hazırlanmış Masa ve Bistro de Venise’in Sıcak Ortamı

Gece boyunca bizimle ilgilenen garson ve şarap seçimi için masamıza gelen sommelier, işlerinin ehli, kibar ve güzel yüzlü kişilerdi. Unutmayacağımız bir gece geçirmemiz için her şeyi yaptılar. O akşam yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Antipasto olarak yediğim, pişirilmesi üç saat süren yumurta ise, hiç ummadığım bir tatta ve lezzette idi. Zaten ondan sonra, garsonumuzun önerilerine güvenebileceğimi anladım. Yemekte içtiğimiz, Barolo Cannubi-Giacomo Fenocchio (2012) mükemmel bir şaraptı. Gecenin sonunda, bizim için özel olarak yapılmış, kalp şeklindeki pastamız geldi. Cuor de Venexia adı verilmiş ve içinde kırmızı meyveler, meyve mousse, şekerleştirilmiş böğürtlenler ve bitter çikolata kıtırları olan pasta, inanılmaz derecede hafifti. Çevremizdeki masaların coşkulu kutlamaları ve alkışları arasında, yine enfes bir tatlı şarap olan Le Bignele Recioto della Valpolicella Classico N.V. (2017) dolu kadehlerimizi, daha nice seneler olması dileğiyle kaldırdık…

Müthiş Lezzetli ve Hafif Cour de Venexia Pastası

Venedik’in de içinde bulunduğu Veneto Lagünü’nünde birçok ada var. Bunlardan bazıları, üstlerindeki manastır, hastane ya da çeşitli fabrikalarla birlikte terk edilmişler. Az sayıda adada hala yaşam var ve buralara gitmek, Venedik’in kalabalığından biraz uzaklaşmak için iyi oluyor. Murano, Burano ve Torcello gibi belli başlı adalara ve açık deniz ile Venedik’i ayıran uzun (12 Km) bir kumsal olan Lido’ya ulaşım kolay. Ancak, diğer adalara ulaşım daha zor. Biz, zamanımız kısıtlı olduğu için, sadece cam işleri ile ünlü Murano adasına gidebildik. Dantel işleri ve rengarenk evleri ile ünlü Burano’ya ve büyük bir Bizans katedrali olan Torcello’ya gidemedik. Özellikle Torcello’nun epeyce uzakta olması nedeniyle, gitmek, gezmek ve dönmek için yeterli vaktimiz yoktu.

Şair Ezra Pound, Besteci Igor Stravinsky ve Koreograf Diaghilev Gibi Yabancı Ünlülerin de Mezarlarının Bulunduğu San Michele Adası

Murano’ya, San Marco’dan bindiğimiz vaporetto ile gittik. Yolda, “mezarlık adası” San Michele’nin ve plajları ile ünlü Lido’nun yakınından geçtik. Lido’yu görünce, uzun yıllar önce okuduğum, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabını anımsadım. Ne müthiş bir kitaptı o. Görünüşü ince ama, kendisi yoğun…

Murano da, Venedik gibi, aslında bir grup küçük adadan meydana geliyor. Burada da, adaları birbirine bağlayan köprüler var. Bilindiği üzere, Murano dünyaca ünlü cam işlerinin yapıldığı yer. Venedikli cam ustalarının atölyeleri 1291 yılından beri burada bulunuyor. Daha önce Venedik’in içinde olan cam fırınları ve imalathaneleri, yangın tehlikesi ve sebep oldukları hava kirliliği nedeniyle, o tarihte Konsey kararı ile Murano’ya taşınmışlar. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın başlıca cam üretim merkezi olan Murano, bir dönem kendi parasını bastırabilecek kadar zenginleşmiş. Adanın kendisine ait bir aristokrasisi gelişmiş. Murano’nun cam ustalarına, başkalarına tanınmayan imtiyazlar ve haklar verilmiş. Öte yandan, başka yerde iş kurmak için adadan ayrılmalarının cezası da, bazen ölüme kadar varırmış.

San Donato Kanalı-Murano

Cam ustalığı, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de babadan oğula geçen bir meslek. Adanın bazı atölye ve fabrikaları kapanmış olsa da, cam üretimi hala çok. Ancak burada da, daha önce belirttiğim gibi, kaliteyi arayıp bulmak gerekiyor. Üretim sürecinin belli bir aşamasını izleyebildiğiniz atölyelerin bazılarında çok sıradan, “turistik” şeyler üretiliyor. Bizim tesadüfen gördüğümüz, kıyıdaki ana yola çıkan dar bir çıkmaz sokağın sonundaki De Biasi gerçekten çok özel bir yer. 71 yıl önce kurulmuş şirketin el yapımı takıları ve objeleri, geleneksel üretimin modern tarz ve zevk ile usta bir birleşimi.

Cam Müzesi, Murano

Düğün Kupası, Angelo Barovier (1470-1480), Cam Müzesi, Murano

Murano’ya giderseniz, cam müzesini (Museo del Vetro) gezmenizi öneririm. Palazzo Giustinian’da bulunan müzede nefes kesen bir tarihi cam koleksiyonu var. Venedik camının üretimini tam olarak anlamak, değişik üretim tekniklerini ve tarih boyunca ünlü olmuş cam ustalarının eserlerini görmek için ideal bir müze. Müzenin en gözde parçası, cam ustası Angelo Barovier tarafından 1470-1480 yılları arasında yapılmış bir düğün kupası. Müzenin modern tarzda üretilmiş bir cam eşya koleksiyonu da var. Günümüzün İtalyan cam ustaları, eski çağlardan beri uygulanan cam tekniklerini, modern renkler ve formlarla çok yaratıcı bir şekilde harmanlamışlar.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Adanın en gözde tarihi yapısı, dışardan apsis kısmını çevreleyen zarif sütunları önündeki San Donato kanalına yansıyan, Basilica dei Santi Maria e Donato bazilikası. 12. yüzyılda yapılan bu kilise, 19. yüzyılda bir restorasyon geçirmiş. Uzmanlar bu restorasyonu çok beğenmese de, kilise güzelliğini hala koruyor. Veneto-Bizans ve Gotik tarzın güzel bir karışımı olan kilisede, apsisteki Madonna mozaiği ve yerlerdeki 1140 yılından kalma mozaikler çok hoş. Camın da kullanıldığı belirtilen bu taban mozaiklerinde çeşitli hayvanlar, bitkiler ve mitolojik yaratıklar resmedilmiş. Kilisenin, bir gemi omurgası şeklindeki tavanı da ayrıca dikkat çekici.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Venedik’teki ünlü Teatro Fenice, dar sokakların açıldığı, küçük bir meydanda bulunuyor. Birkaç basamakla çıkılan sütunlu girişinin hemen dibinde Antico Martini isimli bir restoran var. Son akşam burada yemek yedik. İçindeki tablolar, mozaikler, aynalar ve sarı ışıklarla çok sıcak bir ortamı olan restoranın geçmişi çok eskilere dayanıyor. Burada ilk olarak 1720 yılında bir kafe açılmış. Fenice tiyatrosu açılınca, müzisyenlerin, sanatseverlerin ve entelektüellerin gözde mekanı olmuş. Yüzyıllar içinde, hem bir restorana dönüşmüş hem de pek çok kez el değiştirmiş.

Teatro Fenice (1792). Fenice İtalyanca Anka Kuşu Demek. Bu Ünlü Tiyatro, Adını Aldığı Kuş Gibi, İki Kere Çok Büyük Yangın Geçirmiş ve Küllerinden Yeniden Doğmuş

1836 Yılındaki İlk Yangından Sonra Fenice, 1837 Yılında Tekrar Açılmış. İkinci Yangın 1996 Yılında Olmuş ve Tiyatro Perdelerini Ancak 2004 Yılında Tekrar Açabilmiş

Küçük meydana bakan masamızda yemek yerken, en az birkaç yüzyıldan beri hiç değişmemiş olan bu çevrede geçmişte yaşamın nasıl olduğunu düşündüm. Meydanın ortasında bir kuyu vardı. Buna benzer kuyular, hemen hemen tüm meydanlarda ve avlularda göze çarpıyor. Venedikliler uzun yüzyıllar boyunca şehre suyu anakaradan, bin bir zahmetle taşımak zorunda kalmışlar. 9. yüzyılda meydanların altına sarnıçlar yapılmaya başlanmış. Meydanlar, yağmur sularının sarnıçlarda birikebilmesi için, ortaya doğru uygun bir eğimle tasarlanmış. Akarsuyu olmayan Venedik evlerinin su ihtiyacı 1884 yılına kadar, bu kuyulardan çekilen yağmur suyu ile karşılanmış.

Devrin Yönetim Tarzına Göre Cumhurbaşkanlığı, İmparatorluk ya da Kraliyet Locası…

Bu Kubbede Yankılanan Ünlü Seslerden Biri de Maria Callas’ınki Olmuş. Leyla Gencer İçin La Scala Ne İse, Maria Callas İçin de La Fenice Odur

La Fenice’nin Balo Salonu

Antico Martini’de yediklerimiz de, içtiklerimiz de (yemekte Maculan Sauvignon Ferrata (2016), tatlı ile Maculan Breganze (2016)) gayet güzel olmasına rağmen, bir gece önce Bistro de Venise’de aldığımız hizmetle karşılaştırıldığında, sanki bir şeyler eksikti. Elle tutulur olmayan bir şey. Hizmetteki zarafet ve incelik belki…

Ristorante Antico Martini

Uçağımızın geç vakitte olması, son günümüzde bir avantaj oldu bizim için. Havanın bol güneşli olması da ayrı bir şanstı. Böylece, son derece keyifli bir gondol gezisi yaptık. Sadece gondolcunun uzun küreği ile suda çıkardığı sesin duyulduğu tenha ara kanallarda gezinmek çok güzeldi. Bir ara, Büyük Kanal’a bile çıktık. Rialto köprüsünü sağ tarafımızda görüp, aşağıya doğru döndük. Gondolculuk da, cam ustalığı gibi, babadan oğula geçen ve maharet isteyen bir meslek. İnsan, bazı dar kanallarda ince uzun gondolun nasıl olup da dönebildiğine hayret ediyor.

Venedik’te Bir Çok Noktada Gondol Durakları Var. Biz, Daha Kaliteli Olduklarını Düşündüğümüz İçin Bacino Orseolo’dakilerden Birine Bindik

Başka Kimsenin Olmadığı Sakin Kanallarda İlerlemek Çok Güzeldi…

Baş başa bir gondol gezisi için verdiğimiz paraya değdiğini düşünüyorum. Gondolcumuz da, lüzumsuz gevezelik yapmayan, kibar bir gençti. Venedik’e eğer bir daha gidersek, gece de bir gondol gezisi yapmak isterim. Kitaplarda yazdığına göre, o çok daha romantik oluyormuş.

Yarım Saatlik Gezinin Bir Noktasında Büyük Kanal’a Çıktık ve Rialto Köprüsünü Tekrar Görebildik

Büyük Kanalda Gondolla Gezmenin Zevki de Farklıymış…

Dıştan merdiveni ile 1489’dan kalma Palazzo Contarini del Bovolo’yu, Fenice tiyatrosunu ve San Moise kilisesini aceleye gerek olmadan, rahat bir şekilde gezdik. Hatta, San Marco meydanında son kez oturup, birbirleriyle adeta yarışan orkestraların çaldığı harika müzik eşliğinde, bir şeyler yemeye bile vakit bulduk.

Palazzo Contarini del Bovolo (1499). Gotik ve Rönesans Mimarisinin Hoş Bir Bileşimi Olan Bu Binanın 113 Basamaklı Merdiveni Sizi Çok Farklı Bir Venedik Manzarasına götürüyor

Palazzo’nun İsminde Bulunan Bovolo Kelimesi Venedik Lehçesinde Salyangoz Demekmiş. Dönerek Çıkan Merdiveni Nedeniyle Binaya Bu İsim Verilmiş

Hz. Musa’ya Adanmış San Moise Kilisesi. Yanlardaki İki Kapının Üzerinde (Duvarın İçinde), Kilisenin Yapımını Finanse Eden Ailenin İki Ferdinin Mezarları Var

Ana Altarda, Sina Dağında On Emiri Alan Hz. Musa Canlandırılmış.
Kilise İlk Olarak 10.yy.da Yapılmakla Beraber, Günümüzdeki Hali Daha Çok 17.yy.dan Kalma

Venedik’ten geriye yine unutamayacağım sahneler, diyaloglar ve insan manzaraları kaldı. Bir gece geç vakit yemekten dönerken, lobiye gelen müzik sesini duyup, oturduğumuz otelin barındaki garson mesela. Grappa’nın kahveyi “öldürdüğünü”, bu işini neşe ile, keyifle ve güler yüzle yapan genç adamdan öğrendik. Bir başka gün, deri üzerine ebru uygulanarak yapılmış el işi bir maske aldığımız dükkanın sahibi ile sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince nasıl da gözleri parladı. Kendisi küçük bir çocukken, annesinin ve babasının onu büyükannesine bırakıp, İstanbul’a gittiklerini, dönüşte kendisine harika bir mermer lamba getirdiklerini anlattı. O zaman bu hediyeye ne kadar çok sevindiği gözlerinden okunuyordu. Bir de, kayınpederinin yaptığı suluboya resimleri satan genç adam. Ayağında bir jean, başında hasır şapkası. Beğendiğimiz resmi güzelce paket yapıp, bana verdikten sonra elimi tam bir asilzade gibi öpmesi…

———————————————————
(1)- Osteria, şarap ve çok basit bir menü sunan İtalyan lokantasıdır.
(2)- Locanda, han demektir.
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Onlar Derler Lesvos, Biz Deriz Midilli…

Öfke göğsünü şişirdiğinde
bil geveze dilini tutmayı…
Sappho (M.Ö. 7-6.yy)

Dört arkadaş, pırıl pırıl bir eylül sabahı Ayvalık’tan Midilli’ye geçtik. Bir önceki hafta İstanbul, muson yağmurları benzeri yağmurlara boğulmuş, ortalığı sel basmıştı. Ama işte o sabah Ayvalık’ta , gökyüzü masmavi ve berraktı. Havada sonbaharın habercisi hafif bir serinlik olsa da, kesinlikle soğuk bir gün değildi. Ilık, limonata diye ifade ettikleri, tatlı bir hava vardı… Ne çok sıcak ne de soğuk…

Bundan beş sene önce, Ağustos ayında, bambaşka bir dörtlü grup olarak, gemi ile yine Yunan Adaları’na gitmiştik. Bir hafta süren yolculukta Kos, Girit, Rodos, Mikanos, Santorini adalarına ve Atina’ya gitmiş, çok da eğlenmiştik. Gezi benim için aynı zamanda, daha önce yapma fırsatı bulamadığım ve uzun zamandan beri hayalini kurduğum gemi yolculuğunun gerçekleşmesi olmuştu. Hatırladığım kadarı ile, o zaman kimileri bu gezi için yabancı gemi şirketlerini önermişler, daha iyi olduklarını söylemişlerdi. Aradaki farkı bilmediğim için bir karşılaştırma yapamayacağım ama, biz turu düzenleyen Türk şirketinin verdiği hizmetten çok memnun kalmıştık. Her limanda sunulan birden fazla seçenek ile, hem arkeolojik yerleri gezme fırsatı bulmuş hem de bol bol yüzmüştük.

Agalma Eleftherias- Mytilini (Midilli) (1930)

Bu sene planımız, uzun zamandan beri Ayvalık’ta bir evi olan ve adayı iyi bilen bir arkadaşımızın çizdiği rotayı izleyerek, dört günde Midilli’yi gezmekti. Geceleri biraz serin olsa da, güzel hava Midilli’de kaldığımız süre boyunca bize hiç ihanet etmedi. Sonbaharı ve bu mevsimde yapılan gezileri ne kadar sevdiğimi daha önce de yazmıştım. Bu kez de aynısı oldu. Midilli gezimiz, unutmayacağım sonbahar gezilerimden birisi olarak anılarımda yerini aldı…

Ayvalık’tan Midilli’ye gitmek için iki ayrı şirket seçeneğiniz var. Bunun dışında, feribot ya da katamaran ile gitmeyi tercih edebilirsiniz. Biz, daha hızlı olduğu için katamaran ile gittik. 45 dakika sonra, Midilli’de idik. Yaz aylarında hem kuzeydeki Molyvos’a (Mithymna) hem de adanın en büyük şehri Midilli’ye (Mytilini) yapılan seferler, sonbahar ile birlikte tek seçeneğe indirilmişti. Eğer yaz aylarında gidilirse, bir limanı gidiş, diğerini de dönüş için kullanmak elverişli olabilir.

Mytilini’ye Ayak Basma Noktamız. Liman

Midilli adası, yüz ölçümü olarak (1630 km2) Yunan Adaları içinde, Girit ve Eğriboz’dan (Euboia) sonra, üçüncü sırada yer alıyor. Rodos ve Sakız adaları ondan sonra geliyorlar. Adanın en hoşuma giden yönü, coğrafi çeşitliliği oldu diyebilirim. Masmavi deniz ve bakir kumsallar dışında, dağların, vadilerin; makilik arazilerin yanında, çam ormanlarının ve tabii ki asırlık ağaçları ile zeytinliklerin olduğu bir ada burası. Yapabileceğiniz şeyler açısından da seçenekler çok. İster kendinizi deniz ve güneşe bırakın, isterseniz arkeolojik ve tarihi yerleri, manastırları, kiliseleri ziyaret edin. Ayakta kalanların çok bakımlı oldukları söylenemese de, Osmanlı dönemine ait eserlerin peşine de düşebilirsiniz, eğer isterseniz. Bunların dışında, bir de meraklıları için, çeşitli yerleşim yerlerinde, bolca bar, kulüp, restoran var.

Restoran demişken, Midilli’de, en ücra köy lokantasında yediklerimizden, büyük yerleşim yerlerinin daha kerli ferli mekanlarında yediğimiz yemeklere kadar her şey, lezzetli idi. Karides, ahtapot, sardalye, kelime olarak tavada kızartma demek olan her türlü saganaki (ama benim için, ille de peynir saganaki!), musakka (bizimkinden epeyce farklı), köfte, cacıki… Bunların dışında da, leziz pek çok seçenek arasından oluşturacağınız bir menüyü yerel reçineli şarap veya uzo (yanılmıyorsam en ünlüsü Barbayanni) eşliğinde afiyetle yiyebilirsiniz. Midilli, son birkaç aydan beri yaşadığımız Türk lirasının değerindeki hızlı düşüşe rağmen, Türkiye ile karşılaştırıldığında hala ucuz. Zira, burası euro bazında ucuz. Gezimiz boyunca, belirttiğim türde öğünler için, adam başına en fazla 16 euro ödedik. Eğer içki içmezseniz, ortalama 10 euro.

Mytilini’nin Güzel Binalarından Biri

Ayvalık’tan sabah saat 9’da kalkan katamaran, saat 10’a çeyrek kala Midilli’ye yanaştı. Yaz aylarında daha çok olmak üzere, günde karşılıklı birkaç sefer var. Adaya giden Türkler kadar, buradan da Ayvalık’a çarşı, pazar ya da gezmek için giden Midillililer oluyormuş. Karşılıklı böyle bir gidiş gelişin olması çok hoş bence. Ne de olsa, inkar edilemez ortak bir geçmiş, ortak bir tarih var. İki yakada da, yerinden yurdundan ayrılmış, kökleri karşı kıyıda olan insanlar var. Bu büyük bir zenginlik aynı zamanda. Yıllar boyunca, İsmail Cem, Yorgo Papandreu, Mikis Theodorakis, Zülfü Livaneli gibi birçok politikacı, sanatçı ve aydının savunduğu bu zenginlik ve yeşertmeye çalıştığı dostluk, temelde ekonomik nedenlerle de olsa, epeyce yol almış görünüyor.

Midilli adasını gezmenin en iyi yolu bir araba kiralamak. Biz de öyle yaptık. Burada araba kiralama ücretleri de son derece makul. Adanın dört bir yanını, karış karış olmasa da, görmek için üç gece konaklamak ve dördüncü gün akşamüzeri dönmek uygun oluyor. Görmeye fırsat bulamadığınız ya da daha uzun kalmayı arzu edeceğiniz yerler tabii ki oluyor. Bizim de, örneğin, uzonun memleketi olarak bilinen Plomari ya da M.S. 2. yüzyılın sonları ile 3. yüzyılın başları arasında İmparator Adrianos tarafından, Midilli şehrine su getirmek için yaptırılmış olan, Moria’daki Roma Su Kemerleri gibi, bir başka sefere bıraktığımız yerler oldu.

Skala Sykamineas (Skala Kaminias)

1935 yılında Thermi’de, İngiliz arkeolog W. Lamb tarafından yapılan kazılardan, Midilli adasında en az Neolitik (M.Ö. 8000-5500) dönemden beri yaşam olduğu anlaşılmış. Altı kat olduğu tespit edilen yerleşim yerinde, Tunç Çağında (M.Ö. 3000-1200) ileri bir medeniyet seviyesine ulaşıldığı ortaya çıkmış. Bu kazılardan elde edilen arkeolojik eserler şu anda, Midilli Eski Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar.

Adanın tarihine kısaca bakıldığında, birçok uygarlığın buradan gelip, geçtiği görülüyor. Midilli, çeşitli Yunan kabilelerinin istilalarından sonra, M.Ö. 1100-1000 yılları arasında, Anadolu’da Çanakkale ve İzmir arasında da koloniler kurmuş olan Aeol’lerin hakimiyetine geçiyor. Daha sonra Persler, Atinalılar, Spartalılar burada hüküm sürüyorlar. Büyük İskender zamanında Helen İmparatorluğu’nun bir parçası oluyor. İskender’in ölümünden sonra Mısırlı Ptolemi hanedanının, M.Ö. 88 yılında ise Romalıların eline geçiyor. Roma İmparatorluğunun M.S. 476 yılında ikiye bölünmesi sonucunda ada, Bizans İmparatorluğuna kalıyor. Bu arada, M.S. 52 yılında Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul de Midilli’ye geliyor.

Bizanslılar Midilli’yi, Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, bir sürgün yeri olarak kullanıyorlar. Adaya çeşitli zamanlarda Slav, Rus, Venedik ve Haçlı saldırıları oluyor. Korsanlar tarafından talan ediliyor. 1354 yılında İmparator Palaiologos Midilli’yi, drahoma (1) olarak, damadı Cenovalı asilzade Francesco Gattilusio’ya veriyor. Böylece adada,  Gattilusio dönemi başlıyor. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet Midilli adasını zapt ediyor. Osmanlı hakimiyeti, 1912 Balkan Savaşı’nın sonuna kadar, 450 yıl sürüyor. 1941 yılında Almanlar adayı istila ediyor ve 1944 yılına kadar burada kalıyorlar.

Daha önce belirttiğim gibi, Midilli’de keyfinize ve ilgi alanınıza göre bir tatil yapabilirsiniz. Ancak benim önerim, nasıl bir tatil tercih ederseniz edin, adada bir yerde takılıp, kalmak yerine değişik köşelerine gitmeye çalışmanız. Zira, Midilli’nin dağ köyleri ayrı, bakir kumsalları ayrı güzel. Dik bir yamaçta kurulu bir köyde, kilisenin gölgesindeki tahta masalarda kahve içmek de, deniz kenarında araba ile giderken, beğendiğiniz bir kumsalda arabayı durdurup, denize girmek de çok keyifli.

Sarlıca Palas Kaplıca Oteli-Loutropoli Thermis. 1909 Yılında Adanın Osmanlı Yöneticisi Hasan Paşa Tarafından Yaptırılmış. 1980’lere Kadar Tüm Dünyadan Gelen Asil ve Zenginlerin Kaldığı Muhteşem Bir Otelmiş

Zamanınıza ve bütçenize bağlı olarak, farklı rotalar mümkün Midilli’de. Biz ilk gün Midilli (Mytilini) şehrinden, önce sahil boyunca kuzeye yöneldik. Skala Pamfilion, Termi Pigri, Skala Nees Kidonion üzerinden daha içerdeki Mandamados’a, oradan kuzeydeki şirin köy Skala Kaminias’a ve sonra da, gece konakladığımız Molyvos ’a (Mithymna) gittik.

Yeni Arkeoloji Müzesi

Midilli’ye ayak basıp, araba kiralama ve benzeri işlerimizi hal ettikten sonra, ayağımızın tozuyla, Yeni Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Burada, Helenistik ve Roma dönemi eserleri sergileniyor. Eski müzeye gidemediğimiz için tarih öncesi döneme ait eserleri görme fırsatımız olmadı. Ancak, çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş yeni müzede sergilenen eşyalar, duvar resimleri ve özellikle döneme ait üç evden çıkarılmış mozaiklerle, M.Ö. 2. ve M.S. 3. yüzyıllarda adadaki yaşam hakkında bir fikrimiz oldu.

Menander ve İlham Perisi Thaleia-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)

Lir Çalan Orfeus-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)

Oyuncu Maskı-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)

Mozaikler arasında özellikle, Menander’in Evi olarak adlandırılmış evden çıkarılmış mozaikler çok güzeldi. Menander (M.Ö. 342-291), antik çağda yaşamış, zamanının önemli bir şair ve oyun yazarı imiş. Bir atrium etrafına dizilmiş, önleri revaklı salon ve odalardan oluştuğu belirtilen bu evin, bir tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğu düşünülüyor. Yapım tarihi, tahmini olarak M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısı. Mozaiklerden birinin ortasında Menander ve ilham perisi Thaleia, onların çevresinde de yazarın oyunlarından sahneler görülüyor. Bir başkasında mitolojide Midilli adası ile bağı olan Orfeus (2), çaldığı lir ile çevresindeki hayvanları büyülerken resmedilmiş. Menander Evi’nin tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğunu öğrenince aklıma, geçen sene Sığacık’ta kaldığımız zaman gezdiğimiz Teos antik kenti geldi. Tarihte ilk olarak, M.Ö. 3. yüzyılın sonunda, Teos’da bir tiyatro oyuncuları birliği kurulmuş.

Telephus Evi (M.S. 1.-2.yy)

Euripus Evi (M.S.2.-3.yy)

Mandamados, iki katlı taş evleri olan şirin bir köy. Kıyılardaki korsan saldırılarından bıkan bir grup insanın bir araya gelmesi ile kurulmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren günümüzdeki halini almaya başlamış. Okuduğum gezi kitabında, buranın halkının Midilli toplumu içinde, farklı karakteri ve kültürü olan, özel bir ırk olduğu belirtilmiş. Yeşillikler içindeki köyün bir özelliği de, seramikleri ile ünlü olması. Biz de, köyün girişindeki bir seramik atölyesinden ufak tefek şeyler aldık. Atölyenin sahibi, bir kenarda duran masada oturmuş, pişmiş seramikleri boyuyordu. Raflardaki tabaklar, sürahiler, tuzluklar, kumbaralar ve daha başka bir çok eşya canlı renkleri ile insana göz kırpıyordu. Taşıma derdi olmasa, aldığım sürahiden başka bir sürü şey alabilirdim doğrusu.

Taksiyarhis Manastırı

Mandamados’tan yukarı, Skaminia yönüne giderken, Midilli adasının koruyucusu olarak kabul edilen Başmelek Mihail’e adanmış Taksiyarhis Manastırı’nı gezebilirsiniz. İnanışa göre, 11. yüzyılda burada bulunan manastıra korsanlar saldırmışlar ve tüm rahipleri öldürmüşler. Sadece genç bir rahip kaçmış ve manastırın damına çıkmış. Dua etmeye başlamış. Derken, Başmelek Mihail belirmiş ve tüm korsanları yok etmiş. Genç rahip hemen, ölen rahiplerin kanını toprak ile karıştırarak, Başmelek’i hafızasında kaldığı şekliyle yapmış. Şimdi bu canlandırma, bir ikonanın parçası olarak, manastırın kilisesinde bulunuyor.

Korsanları Yok Eden Başmelek Mihail-Taksiyarhis Manastırı

Gitmeden fotoğrafını görmüştüm. Ne o zaman ne de gittiğimiz vakit, Taksiyarhis Manastırı’nın girişindeki kocaman uçağa hiçbir anlam veremedim. Ayrıca, manastırın kilisesinin içinde de küçük bir uçak asılıydı. Ertesi gün, Agiasos’ta gezdiğimiz Panagia kilisesinde de, Başmelek Mihail’in ikonasının altında asker ve subay üniformaları asılıydı. Ben böyle bir şeyi başka hiçbir manastır ya da kilisede görmemiştim. Sonradan öğrendiğime göre bunun sebebi, Başmelek Mihail’in tüm savaşanların koruyucusu olarak kabul edilmesiymiş.

Taksiyarhis Manastırı

Taksiyarhis Manastırı’na gidenlere, orada mutlaka lokma yemeleri tavsiye ediliyordu. Biz de, manastırı gezdikten sonra, dışarıdaki kafenin ağaçların altındaki masalarına oturup, nefis loukoumades yedik. Hafif tarçınlı tadı çok lezzetliydi…

Taksiyarhis Manastırı

Akşama doğru Molyvos’a vardığımızda biraz yorulmuştuk. Lepetimnos dağının etrafından dolanarak izlediğimiz virajlı yol çoğunlukla kıraç yerlerden geçirmişti bizi. Kıyıya yaklaştıkça, ormanlar başlamıştı. Molyvos, Ortaçağdan kalma kalesi ile ilk anda insanı etkiliyor. Yamaca tutunmuş gibi duran, kendine özgü ve cumbalı evleri ile görsel olarak çok güzel bir yer. Şehir, Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmasından sonra gelişmiş ve serpilen burjuva sınıfı sayesinde yoğun bir ticari merkez haline gelmiş. Bakır Çağı’nın (M.Ö. 5000-3000) sonlarında kurulan Molyvos, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren çok kalkınmış ve Ege sahillerinde koloniler kurmuş. Şehir, daima Midilli kentinin rakibi olmuş ve sanırım olmaya da devam ediyor.

Molyvos Hotel

Kaldığımız Molyvos Hotel (I) iyi bir oteldi. Sade ve temiz odaları olan iki katlı binanın önündeki taş terasta sabahları, palmiye ağaçlarının gölgesi ve Ege’nin hafif esintisi eşliğinde güzel bir kahvaltı yapabiliyorsunuz. Terastan birkaç basamakla inilen kumsal ise, zeytin ağaçlarının altında. Deniz, şahane…

Otelimizden Gün Batımı

Molyvos, güzel restoranları, barları ve butikleri olan bir yer. Limana inen yolda, bazı barların yamaca asılı gibi duran küçük terasları var. Yaz aylarında buraların tıklım tıklım dolu olduklarını tahmin edebiliyor insan. Limanda yemek için tercih edebileceğiniz farklı yerler var. Biz, yemek yediğimiz The Octopus Restaurant’tan çok memnun kaldık.

Ertesi sabah yola çıkmadan önce, kaleyi gezdik. Molyvos’un kalesi, Midilli adasındaki ikinci büyük kale. En büyük kale, gezme fırsatı bulamadığımız, Mytilini’deki. Molyvos kalesi, Bizans döneminde Frenk ve Türk saldırılarına karşı korunmak için yapılmış. Ancak, kalenin o dönemden kalan kısımları çok az. Hatırladığım kadarı ile, sadece bir sarnıç var. Midilli, Cenovalı Gattilusio ailesine geçtiği zaman kale çoktan bir harabeye dönmüş. Gattilusio’lar ve daha sonra 1462’den itibaren Osmanlılar, kaleyi yeniden inşa etmişler. On altıncı yüzyılın ilk yarısından itibaren top kullanımı için uygun hale getirilmiş ve bir sıra sur daha eklenmiş. 1867’deki depremde ağır hasar alan kale, bundan sonra tamamen terk edilmiş.

Molyvos’da Gece. Tepede Molyvos Kalesi

Molyvos Kalesinde Osmanlı İzleri. Kapı Üstünde Eski Türkçe Yazı.

Molyvos kalesinden çok güzel bir Türkiye manzarası var. Buradan Behramkale ’yi ve Babakale’ye doğru tüm sahili açık seçik bir şekilde görebiliyorsunuz. Sanırım bu kez, hazırlıklıydım. Birkaç yıl önce, Kos’tan Türkiye sahillerini gördüğüm zaman hissettiklerimi bu kez yaşamadım. O, değişik bir deneyim olmuştu benim için.

Molyvos Kalesinden Manzara

Molyvos’tan Türkiye Manzarası…

Gezimiz sırasında bizim, özel bir nedenden ötürü, ikinci gün Mytilini’ye dönmemiz gerekti. O nedenle Molyvos’tan, batıya doğru gitmek yerine, güneye doğru indik. Rotamız, Petra, Kalloni üzerinden, Messa Tapınak Kalıntıları, Agiasos, Gera Körfezi’nin batı kıyılarından aşağı inerek, Skala Loutron ve Mytilini, yani Midilli şehri şeklinde oldu. Sizler Midilli’ye gidip, tüm adada tam bir tur yapmak isterseniz, batı ve güneybatı yönünde giderek, güneyde Vatera ve Plomari gibi yerleri de gezerek, Mytilini’ye dönebilirsiniz.

Petra’da Bir Osmanlı Köşkü. Vareltzidaina Köşkü (1790)

Messa Tapınağı’nın konumu, Agia Paraskevi’nin kırsal bölgesi olarak tanımlanıyor. Çam ormanları ve zeytinliklerle kaplı, yemyeşil bir vadideki bu tapınak, “Midilli Üçlüsü” olarak adlandırılan Hera, Zeus ve Dionysus’a adanmış. Yapım tarihi, M.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor. Burada kazılara 1885-1886 yıllarında başlanmış ve 2006 yılına kadar aralıklarla devam edilmiş. Ancak, antik çağda sahip olduğu belirtilen önemine karşın, ortaya çıkarılmış eserler çok fazla görünmüyor. Hele bizim gibi, Türkiye’de ortaya çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış görkemli arkeolojik ören yerlerine alışkın insanlar için hayal kırıklığı bile olabilir. Ben yine de gördüğüme memnun olduğumu belirtmeliyim.

Messa Tapınağı (M.Ö. 6.yy)

İyon stilinde yapılmış olduğu belirtilen dikdörtgen tapınağın yuvarlak bir sunak altarı bulunuyor. Kısa kenarlarda 8, uzun kenarlarda 14 sütun üzerinde yükselen tapınakta beyaz volkanik taş kullanılmış, mermer kullanımı az tutulmuş. Tapınak, M.S. 3.-4. yüzyıllarda deprem nedeniyle yıkılmış. Bu tür tapınaklarda çoğunlukla görüldüğü gibi, daha sonra, buraya (M.S. 5.yy) bir kilise yapılmış.

Messa Tapınağında Kilise (M.S. 5.yy)

Antik kaynaklar, Messa’da yapılan dini törenlere Midilli’li ünlü kadın şair Sappho’nun da şiirleri ve liri ile katıldığını ortaya koymuş. Midilli üzerine yazı yazıp da, Sappho’dan söz etmemek olmaz elbette. Aristokrat bir aileden gelen Sappho, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Midilli’de yaşamış. Bir dönem zengin bir adamla evlenmiş olsa da, onun genç kızlara duyduğu özel ilgi, şiirlerinden de bilinen bir gerçek. Plato tarafından Onuncu İlham Perisi olarak adlandırılmış olan Saphho’nun şiirlerinden günümüze sadece iki uzun ve eksiksiz şiir ve çok sayıda kırık dökük dizeler kalmış. Bunların bazıları öylesine dokunaklı ki, bir kadın için yazılmış olmaları hiç fark etmiyor. Bir kadına ya da erkeğe duyulmuş olsun, ne önemi var. Aşk, aşktır sonuçta…

… ne yalan söyleyeyim ölmek istedim.
Yanımdan ayrılırken iki göz iki çeşme

ağlıyor ve şöyle diyordu bana:
“Ah Sappho, nasıl üzgünüm bilsen!
İnan, istemeden ayrılıyorum senden! ”

Bense şöyle yanıtladım onu: “Güle güle
git, ” dedim, ve beni unutma; biliyorsun
çünkü seni ne çok sevdiğimizi.

Ya da bırak, ben anımsatayım sana
…, …
birlikte geçirdiğimiz o güzel günleri

Kaç kez menekşelerden, güllerden
Ve (güzçiğdemlerinden) örülmüş taçlar
yerleştirdin başına yanı başımda!

Kaç kez, nice güzel çiçeklerden
örülmüş gerdanlıklar doladın,
o incecik boynuna!

Ya bütün o güzel kokular,
bir kraliçe benzeri bedenine sürdüğün
o değerli yağlar!..

Sonra da yumuşak döşeklerde

gideriyordun susuzluğunu.

Sappho’nun Midilli’li olması nedeniyle, Kraliçe Viktorya döneminde, kadınlara ilgi duyan kadınları tanımlamak için, İngilizce adı Lesbos olan adanın isminden lesbian kelimesi türetilmiş (3). Günümüze kadar gelen bu ifadenin kökeni nedeniyle ada hala, lezbiyenler için önemli bir yer. Sappho’nun doğum yeri olan Eresos onlar için sadece gözde bir tatil mekanı olmakla kalmıyor, her yıl burada, tüm dünyadan gelen lezbiyenlerin buluştuğu bir festival yapılıyor.

Agiasos

Agiasos’a vardığımızda öğlen vaktiydi. Önce köyün girişindeki bir lokantada yemek yedik. Önünde geniş bir teras olan lokanta, yukarıya giden yolun ağzında, köşede idi. Yediğimiz köfte porsiyonları iki kişiyi rahatlıkla doyuracak büyüklükte idi. Cacıki ile iyi gitti.

Agiasos, Olimpos dağının eteklerinde kurulmuş, yeşillikler içinde bir köy. Denizden yüksekliği 475 metre. Çevresindeki ormanlarda zeytin, kestane, elma, ceviz ve çam ağaçları olduğu belirtiliyor. Son derece zengin olarak nitelenen florası ve faunasında sadece burada görülen hayvanlar (örneğin, Sciurus Anomalous sincabı) ve bitkiler (30-35 çeşit vahşi orkide) varmış. Köyün rengarenk, ahşap cumbalı evleri çok sevimli. İki, üç katlı bu evler, yamaca yaslanarak yukarı doğru yayılmışlar.

Panagia Kilisesi (1170)-Agiasos

Agiasos, aynı zamanda Ortodoks dünyası için önemli bir ibadet ve hac mekanı. Köydeki Panagia kilisesi 1170 yılında kurulmuş. Köy daha sonra, kilisenin etrafında gelişmiş. Her yıl on beş ağustosta, bütün Ortodoks dünyası ve Yunanistan’dan gelen insanlar, köye gelen yolun büyük kısmını yürüyerek, kiliseye gelmekte ve Meryem Ana gününü kutlamaktaymışlar. Çarşı içinde, dükkanların arasındaki bir kapıdan girilen, avlu içindeki kilisede, M.S. 800 yılında Efesli rahip Agathon’un adaya getirdiği belirtilen, 4. yüzyıldan kalma bir ikona bulunuyor.

Köyün içindeki çarşı, seramikçiler ve tahta oymacıları ile dolu. Ayrıca, bizim birer kahve içtiğimiz Taş Kahve gibi, şirin kahvehaneler ve yemek yerleri var. Sokakların üstünün sarmaşıklar ile kaplanmış olması insanları hem güneşten koruyor hem de hoş bir serinlik veriyor.

Taş Kahve-Agiasos

İkinci gün Mytilini’ye akşama doğru vardık. Geceyi geçirdiğimiz Zoumboulis Rooms’a yerleşip, dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere idi. O nedenle, Osmanlılardan kalan Yeni Cami ve Çarşı Hamamı gibi eserleri karanlıkta görebildik. Buna rağmen, her iki binanın da iyi bir restorasyona ihtiyacı olduğu açıkça fark ediliyordu. Bu kadar çok Türk turistin gittiği Midilli’deki Osmanlı dönemi eserleri dilerim, kısa zamanda elden geçirilirler. Komşularımız, kendilerine göre haklı nedenlerle, kabullenmekte zorlansalar da, adanın 450 yıllık inkar edilemeyecek bir ortak geçmişi var.

Mytilini Kalesi

Aghi Theodori Kilisesi (1795)

Bu gezimizde, Mytilini’yi hak ettiği ölçüde gezemediğimizi düşünüyorum. Bir daha gidersem, kalesi de dahil olmak üzere, kitaplarda yer alan yerlerini gezmek isterim. Okuduğuma göre, başka amaçlarla kullanılan, daha pek çok Osmanlı eseri, Türk evleri ve kiliseler bulunuyor bu şehirde. Ayrıca, Eski Arkeoloji Müzesi, Sultan Beyazıt’ın eski bir Bizans kalesinin bir kısmını tamir ettirerek inşa ettirdiği aşağı Kale ve içindeki az sayıda Türk evi de ilgi çekici olmalı. Şehirde, bizim kısaca gördüğümüz, Antik Çağlar’dan kalma kalıntılar da bulunuyor. O zamanlar şehir, günümüzde kalenin bulunduğu bölge olan, küçük bir adada kurulu imiş. Kuzey ve güneyde bulunan iki limanı birbirine bağlayan bu kanal (Evripos Kanalı), M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren önemli bir merkez olmuş. Sonraki çağlarda bu kanal doldurularak kapatılmış.

Yeni Cami

Çarşı Hamamı

Agios Athanasios Kilisesi

Mytilini şehrinde, bilmediğimiz bir nedenden ötürü tüm oteller doluydu. Bunun nedeni, yılın bu zamanına denk gelen özel bir toplantı olabilir. Kaldığımız yeri bulduğumuza şükrettik. Zoumboulis Rooms, beklentinizi çok yüksek tutmamanız gereken, asgari koşulları sağlayan bir işletme. Öte yandan, akşam yemeği yediğimiz, aile işletmesi Ouzeri Kalderimi, gerçekten leziz bir akşam yemeği yiyebileceğiniz bir yer. Yediğimiz çeşitli meze ve deniz ürünlerinin dışında bu işletmeden aklımda kalan şey, sahibinin gelini olduğunu öğrendiğim kadın oldu. 30-35 yaşlarında, tam bir Yunan güzeliydi ve bana eskilerden ünlü aktris Irene Papas’ı hatırlattı. Yemek üstüne gittiğimiz Cafe Panellinion taş bir binada idi. Duvarlarda, Büyük Mübadele ile Anadolu’dan Midilli’ye gelen göçmenlerin adaya ayak basmalarını gösteren, büyük boy fotoğraflar vardı.

Vatousa

Vatousa Evleri ve Kötü Ruhları Kovmak İçin Çatılarına Konan Seramik Objeler

Üçüncü günümüzde rotamız, Kalloni üzerinden, Vatousa, Andisa, Sigri ve Skala Eresou oldu. Böylece, bir günde adanın güneydoğusundan, önce kuzeybatı yönünde gidip, sonra batıda Sigri’ye ve son olarak, geceyi geçirdiğimiz güneybatıdaki Skala Eresou’ya ulaşmış olduk. Bu arada bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğim. Midilli’de pek çok yerleşim yerinin hem daha iç kısımlarda hem de deniz kıyısında aynı isimle yer aldığını görüyorsunuz. Örneğin, Eresos ve Skala Eresou ya da Loutra ve Skala Loutron gibi. İskele anlamına gelen Skala, burada yerleşim yerinin deniz kıyısında olduğu anlamına geliyor. İtalya’nın belli bölgelerini gezenler bilir. Benzer bir şey İtalya’da da vardır. Orada, Skala yerine Al Mare (deniz kenarında) kullanılır.

Limonos Manastırı(1526)

Kalloni’nin dışındaki Limonos veya Agios İgnatios Manastırı, Midilli’nin en büyük manastırı olarak tanımlanıyor. 1526 yılında kurulmuş olan manastırda her yıl, 14 Ekim tarihinde, kurucusu Aziz Ignatios için kutlama yapılıyormuş. Virajlı bir yoldan inerken aşağıdaki düzlükte karşınıza çıkan manastırın görünümü oldukça etkileyici. Düzlükte, yüksek duvarların ardındaki manastırın dışında, çok sayıda küçük, kilise benzeri yapılar var. Bunlardan, içini gördüğümüz iki tanesi boştu. O nedenle, belki manastırı ziyaret edenlerce farklı amaçlarla kullanılmak üzere, hayır için yaptırılmış olabileceklerini düşündük.

Manastırın Avlusu

Manastırın Mutfağı

Zeytinyağı Kileri

Manastırın ana kilisesini, kadınların girmesi yasak olduğu için, göremedik. Okuduğuma göre burası, “Osmanlı barok tarzındaki tahta oyma ve altın kaplama ibadet yeri ile şahane aziz ikonaları” olan bir kilise imiş. Gezme fırsatı bulduğumuz müze kısmında, çok sayıda ikona, el yazması İncil ve dini kitaplar, rahip kıyafetleri ve çeşitli eşyalar vardı. Bunların dışında, çeşitli Osmanlı padişahlarına ait, çok sayıda ferman vardı. 1734 tarihli, Sultan I. Mahmut’a ait olması gereken bir fermanda, padişahın izni olmadan hiç kimsenin Limonos Manastırı ile ilgili karar alamayacağı ve yaptırım uygulayamayacağı yazıyordu. Padişah fermanı ile korunan manastır, Osmanlı dönemi boyunca önemli bir eğitim ve kültür merkezi olmuş.

Agios İgnatios’un Hücresi

Limonos Manastırının Kurucusu Aziz İgnatios’un Kilisesi

Adanın batısında bulunan Sigri, çok güzel denizi ve plajı olan bir yer. Sigri kalesi ise, Osmanlıların adada tamamen kendilerinin yaptıkları tek kale. Mytilini ve Molyvos’ta var olan kaleler sağlamlaştırılıp, elden geçirilmişken burada yepyeni bir kale yapılmış. Kare şeklinde, fazla büyük olmayan bu şirin kale, 1757 yılında, Sigri limanını korsanlardan korumak için yapılmış. Dört köşesinde kuleleri var. Biz gittiğimizde, kapıdaki demir parmaklıklı kapıda içeriye girmenin tehlikeli olduğu yazıyordu. Ancak biz, kapının aralık durmasından cesaret alarak girdik. Avlu, sararmış otlarla kaplıydı. İlk anda, pek görülecek bir şey varmış gibi gelmedi. Ama yukarıdan, duvarların tepesinden görünen manzara harikaydı…

Sigri Osmanlı Kalesi

O güzelim denize girmeden olmazdı. Deniz keyfi ve yine bol deniz ürünleri olan bir yemekten sonra, geceyi geçireceğimiz Skala Eresou’ya doğru yola çıktık. Ancak yol üstünde, hakkında okuduklarıma dayanarak, görmeyi çok istediğimiz bir yer vardı.

Plaj ve Sigri Kalesi

Günümüzden 20 milyon yıl önce, Kuzey Ege’de ve Midilli’de yoğun bir volkanik faaliyet olmuş. Bu sırada adadaki volkanik dağlardan püsküren volkanik çamur ve kül çok geniş bir alana yayılarak, adanın batısındaki tüm bitki örtüsünü ve ormanları kaplamış. Bunun sonuncunda, Taşlaşmış Orman oluşmuş. Taşlaşmış ağaç gövdelerinin yanı sıra kök, meyve, yaprak ve tohum fosillerinin bulunduğu ve koruma altında olan bu alan Sigri, Andisa ve Eresos köylerini ve Sigri’den kayık ile geçilebilen Nisiopi adacığının etrafını kapsıyor. Biz bu doğa harikası ile ilgili sadece, Sigri çıkışındaki Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi’ni ve bahçesindeki taşlaşmış ağaçları görebildik. Son derece iyi düzenlenmiş ve modern müzede sadece Midilli’ye ait değil, dünyanın hemen her köşesinden getirilmiş fosiller ve volkanik oluşumlar var. Sanıyorum bir köşesinden, hala ayakta duran ormanı ve 13,7 metre çevresi olduğu belirtilen dünyanın en geniş fosil ağacını görmek daha da heyecan verici olurdu.

Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi

Skala Eresou’ya günbatımından önce vardık. Şansımıza, Kadın Festivali için gelenlerin çoğu bir gün önce ayrıldığı için, kumsalın hemen üstündeki Sappho Hotel’de yer bulduk. Burada, yan yana dizili otel ve restoranların önünde, boylu boyunca giden deck insana Bozburun’u anımsatsa da, oradan farklı olarak, Skala Eresou’da aşağı inebileceğiniz bir kumsal var. Akşam, bu deck’in üzerinde, en sonda bulunan Blue Sardine’de çok güzel bir akşam yemeği yedik.

Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi

Skala Eresou’da kalmak, burada kendilerini son derece özgür hisseden lezbiyenlerle birlikte olmak açısından değişik bir deneyim. Laf atan, sizi içki içmeye davet eden ama, kesinlikle rahatsız etmeyen kadınlara hazırlıklı olmalısınız. Başta köy halkı olmak üzere, burada heteroseksüel çiftler de kalıyor olmasına rağmen, gelen yabancıların çoğunluğu kadın çiftler. Bu anlamda, azınlıkta olmanın ne anlama geldiğini de algılıyor insan. Benzer bir deneyimi otuz yıl önce, o zamanlar gay çiftlerin gözde kaçamak yeri olan, Amerika’daki Province Town’da yaşamıştım.

Skala Eresou

Skala Eresou’da Gün Batımı

Dionysos Restaurant- Skala Kallonis

Son günümüzde, akşamüzeri saat 18’de Mytilini’den kalkacak katamarana yetişmemiz gerekiyordu. Buna karşın, sabah kahvaltısı sonrasında Skala Eresou’nun serin mavi sularında yüzecek vaktimiz oldu. Dönüş yolunda, Agra’dan geçerek, Kalonis Körfezi’ne ulaştık. sahil boyunca, Parakila üzerinden kuzeye yöneldik. Skala Kallonis’de kumsaldaki Dionysos Restaurant’da güzel bir öğlen yemeği yedik. Adadan ayrılmadan önce görmek istediğimiz son bir yer daha vardı.

Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi

Daha önce de geçtiğimiz, Agia Paraskevi mevkiinde bulunan Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi görülmeye değer bir yer. Piraeus Bank Vakfının katkıları ile düzenlenen müze, eski bir zeytinyağı imalathanesi. Burası zamanında kasabanın ortak üretim merkezi olması açısından da ilginç. Zeytinyağı üretiminin, kullanılan makinalarla birlikte, ayrıntılı olarak anlatıldığı daimi serginin dışında, iki tane de süreli sergi vardı. Bunlardan, 1910 İzmir doğumlu, Yunanlı agronomist Emmanouil Vathis’in bitki çizimlerinden oluşan sergi özellikle çok ilgimi çekti.

Emmanouil Vathis’in Çizimleri

Böylece, Midilli gezimizin sonuna geldik. Az zamanda çok yer gördük. Aklımızın kaldığı, gidemediğimiz çok yer oldu ama, adanın genel bir tadına vardık ve ben bu tadı çok sevdim doğrusu.

____________________________________________________

(1)- Bazı Hristiyan mezheplerinde ve Musevilerde gelin tarafının evlenirken damada verdiği para veya mal.
(2)- Orfeus, ölüler dünyası tanrısı Hades’in sözünü dinlemeyip, eşi Eurydike’yi kurtarırken ardına baktığı için, eşinin sonsuza kadar ölüler dünyasında kalmasına sebep olur. Buna sinirlenen Trakyalı Maenadlar tarafından parçalanır. Kafası ve liri nehre atılır. Ege denizine ulaşan Orfeus’un kafası ve liri, Midilli adasında sahile vurur. Bu şekilde, lirik şiir geleneği de Midilli’ye gelmiş olur. Orfeus efsanesinin tamamı için mitoloji kaynaklarına bakabilirsiniz.
(3)- Lesbian kelimesi aynı zamanda Lesbos’lu, yani Midilli’li demek oluyor.

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.