Günümüzün Orta Doğu Cehennemine Işık Tutacak İki Kitap

Aslında her iki kitap da uzun zamandan beri kütüphanemde duruyordu. İkisi de ciddiye alınması ve ciddi bir şekilde, üzerinde düşünerek, not alarak okunması gereken kitaplar oldukları için kendimce uygun bir zaman bekleyerek, okumayı ertelemiştim. Ancak, 7 Ekim 2023 tarihinden sonra Gazze‘de gelişen ve halen süren olaylar benim açımdan, yaşananların tarihsel kökenini tam olarak öğrenmeyi bir tür zorunluluk haline getirdi. Elbette, hiçbir fikrim yok değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu‘nun parçalanması, Batılı emperyalist ülkelerin bölgeyi kendi aralarında paylaşmaları, ünlü Sykes–Picot Anlaşması ile bölgenin bir tepsi böreğin dilimlenmesi gibi bölüştürülmesi, İsrail‘in kurulması ve benzeri konularda benim de herkes kadar bilgim vardı. Şimdi geriye bakınca, bazı medya programlarında, dost sohbetlerinde ya da sosyal medya gruplarında zaman zaman ne kadar yüzeysel ve biraz da basma kalıp yorumlarda bulunduğumuzu düşünüyorum. “Akılsız Araplar para için topraklarını Yahudilere sattılar, şimdi bu duruma düştüler” ya da “Araplar İngilizlerle birlik oldu, Osmanlılara karşı savaştı” ve benzeri ifadelere hepimiz aşinayız. Ancak, bölgedeki Arapların nasıl topraklarını satma noktasına getirildiklerini veya bazı Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmayı reddettiklerini, hatta İngilizlerin bazen bu konuda epeyce çaba sarf etmeleri gerektiğini bilmeyince, olayları sadece birkaç kesit çerçevesinde yorumlayıp, peşin yargılara varıyoruz.

Sözünü edeceğim kitaplar, sırasıyla okuduğum A Peace to End All Peace ve A Line in the Sand. Her ikisi de Türkçeye çevrilmişler. David Fromkin‘nin yazdığı ilk kitap,  Barışa Son Veren Barış adı altında Epsilon Yayınevi‘nden, James Barr‘ın yazdığı ikicisi ise, Kırmızı Çizgi başlığıyla Pegasus Yayınları‘ndan çıkmış. Ben orijinal dillerinde okuduğum için Türkçe çeviri kaliteleri konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. İki kitap da titizlikle, çok sayıda kaynak kullanılarak ve özellikle gizlilik niteliği artık kalkmış olan resmi belgelere dayanılarak yazılmışlar. İlgilenenlere, araya başka kitap sokmadan, art arda okunmalarını özellikle öneririm çünkü ilki 1912’den başlayarak 1922 yılına kadar yaşananları konu ederken, ikinci kitap 1958 yılına kadar uzanıyor. Böylelikle, sadece Orta Doğu‘nun 20. yüzyıl başında şekillendirilmesini değil, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişen olayları da öğrenmiş oluyorsunuz.

Ne tarihçi ne de dış ilişkiler uzmanı olmadığım için yazımda sadece benim bu kitaplarda dikkatimi çeken, daha önce bilmediğim ve ilginç bulduğum noktaları sıralamakla yetineceğim. Eminim, farklı formasyon ve konu hakkında benden daha donanımlı okurlar daha başka konuları ilginç bulacaklardır. Amacım, bu konulara genel geçer bilgilerin dışında ilgi duyanlar için tadımlık bir farkındalık yaratmak.

İki kitap da Türkçeye çevrilmiş

Öncelikle, süre olarak birkaç ayımı alan okumalarım sırasında beni en başta şaşırtan olgu, söz konusu tarihsel dönemde aynı tarafta olduğunu bildiğimiz ya da düşündüğümüz güçlerin bir yandan da hiç durmamacasına ve gizliden gizliye birbirlerinin altını oymaya çalışmaları, sokak ağzıyla söyleyecek olursak, birbirlerine kazık atmaya çalışmaları oldu. Sadece müttefik olarak aynı tarafta yer alan (başta İngiltere ve Fransa olmak üzere) ülkeler arasında değil, belli bir ülkenin farklı karar alma mercileri arasında da çok şiddetli çekişmeler ve entrikalar yaşanmış. Özellikle o dönem Orta Doğu’da baş rolü oynamış görünen İngiltere İmparatorluğu’nun farklı yönetim birimleri arasındaki, zaman zaman yanlış bilgi vermeye kadar uzanan aldatmacalar, dışarıdan bakanların kusursuz bir plan olduğunu düşündükleri tarihsel gelişmelerin aslında umulmadık nedenlerin ve rastlantıların da sonucu olduklarını gösteriyor. Bu bağlamda, dönemin İngiltere Dış İşleri ve Savaş Ofisi (1964’ten itibaren Savunma Bakanlığı oldu) ile Kahire Ofisi ve Britanya Hindistan İmparatorluğu arasındaki çekişmeler dikkat çekici.  [Britanya Hindistan İmparatorluğu (Britanya Rajı olarak da anılır), Hindistan’da 1858 yılından 1947 yılına kadar süren Britanya yönetimine verilen isimdir. 1600 yılından 1858 yılına kadar bölge İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) tarafından yönetilmiş. Kendi ordusu bulunan şirketin bir dönem 260.000 askeri varmış ve bu sayı o dönem Britanya ordusunun iki katı imiş. 1857 yılında Hindistan’da çıkan isyandan sonra bölgenin yönetimi resmi olarak Britanya yönetimine devredilmiş. 1877 yılında Kraliçe Victoria‘nın Hindistan İmparatoriçesi olarak taç giymesinden sonra Britanya, yönetimsel olarak Britanya İmparatorluğu ve Britanya Hindistan İmparatorluğu olarak ikiye ayrılmış].

Biraz geriye gidersek, İngilizlerin Büyük Oyun (Great Game) olarak adlandırdıkları strateji çerçevesinde Britanya neredeyse tüm 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu ile dost olmayı tercih etmiş. Büyük Oyun’u kısaca, 19. yüzyılda İngiltere ve Rusya arasında, başta Afganistan, İran ve Tibet olmak üzere, Orta Asya‘da yaşanan güç mücadelesi olarak tanımlayabiliriz. Bu çerçevede İngilizlerin tüm çabası, hem kendileri için büyük önemi olan Hindistan‘a Rusların yukarıdan erişmelerini hem de Boğazlar yoluyla Akdeniz’e ulaşarak Hindistan ile Britanya arasındaki ticari ve askeri ulaşımı sekteye uğratmalarını engellemek olmuş. Osmanlı ile iyi ilişkiler içinde olmaları da yine Ruslara karşı dost bir tampon bölge oluşturmak istemelerinden kaynaklanmış. 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti ve İngiltere (Fransa ve Sardinia-Piemonte Krallığı ile birlikte) arasındaki ittifak Büyük Oyun’un askeri yanını yansıtırken, Osmanlı topraklarında 19. yüzyılda artan ekonomik iş birlikleri ve yatırımlar da ekonomik yönüne işaret ediyor.

Büyük Oyun dönemi sırasında petrol kaynakları Britanya’nın Orta Doğu politikasında önemli bir unsur olmamış. Henüz bölgede günümüzde bilinen düzeyde zengin bir petrol rezervi olduğu bilinmiyormuş. Birinci Dünya Savaşı’na gelindiği dönemde, Rusya dışında, bölgede  bir tek İran’da petrol çıkarılıyormuş. İran’daki üretim de, Britanya’nın petrol ihtiyacının % 80’den fazlasını karşıladığı ABD’nin üretimine göre çok az bir düzeyde imiş. O dönem, ABD’nin petrol üretimi İran’da çıkarılan petrolün 140 katı olarak ifade ediliyor. Bir diğer etken de, dönemin İngiliz politikacılarının petrol konusunda öngörü sahibi olmamaları. (Bu noktada, Winston Churchill‘i özel bir yere koymak gerekiyor. Kendisi daha 1913’te,İngiliz donanmasında kömür kullanımından petrol kullanımına geçilmesi gerektiğine inananarak, Donanma Bakanı olarak “petrol aranması ve bulunması” için bir komisyon kurmuş).

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında bölgede yapılan araştırmalar doğal kaynak zenginliğini ortaya koyunca Britanya’nın dış politikasında önemli bir değişiklik olmuş. O zamana kadar, başta Churchill olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına karşı çıkan, onun yerine bölmeden ekonomik imtiyazlar elde etmenin daha uygun olacağını düşünen politikacılar fikir değiştirmişler. Başta Mezopotamya (günümüzde Irak) olmak üzere, Orta Doğu’nun keşfedilen petrol kaynakları, enerji konusunda Amerika’ya bağımlılıktan kurtulmak isteyen İngiltere için önemli bir fırsat olarak değerlendirilmiş. Savaş sonrasındaki barış görüşmeleri sırasında İngiltere’nin gerek karşı tarafa gerekse müttefiklerine karşı oynadığı stratejik oyunları şekillendiren ana unsur bu olmuş.

A Peace to End All Peace kitabı, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ortam konusunda çok ilginç bulduğum bilgilerle dolu. Olayların bazıları insana günümüzü çağrıştırmıyor değil. Bunlardan biri, parası ödendiği halde İngilizler tarafından Osmanlı’ya teslim edilmeyen iki savaş gemisi. İttihat ve Terakki’nin büyük ölçüde bir kampanya ile halktan topladığı paralarla satın aldığı Reşadiye ve Sultan I. Osman gemilerinin zamanın en güçlü savaş gemileri olduğu belirtiliyor. Aslında 1913 yılında biten Reşadiye gemisi, Osmanlı topraklarında o büyüklükte bir geminin yanaşabileceği bir rıhtım olmadığı için teslim edilememiş. İngilizler Osmanlılarla geminin, Ağustos 1914’te teslim edilecek olan Sultan I. Osman gemisi ile birlikte teslim edilmesi ve o arada, iki İngiliz inşaat şirketinin bu iki gemi için rıhtım inşa etmeleri konusunda anlaşmışlar. O dönem askeri konularda Kara Kuvvetleri Almanlar ile yakın iş birliği içinde iken, Osmanlı Donanması da İngilizlerden danışmanlık alıyormuş. I. Dünya Savaşı’nın kesinleşmesi ile birlikte, Asquith kabinesinin en Türk yanlısı üyesi olmasına rağmen, Churchill gemilere el koymuş. Günümüzde ortaya çıkarılan belgeler, Enver Paşa‘nın bu el koyma hakkında İngilizler tarafından resmi bildirim yapılmadan çok önce haberdar olduğunu ama, sesini çıkarmadığını ortaya koymuş. Savaşın yaklaştığını gören İttihatçı yönetim bir ittifakta yer almanın zorunluluğunu kavrayarak, önce İngiltere ve Fransa’nın kapısını çalmışlar ama, geri çevrilmişler. Almanlar da başta, savaşta maddi bir katkı sağlayabileceğinden şüphe duydukları Osmanlı Devleti ile birlikte olmak konusunda çok istekli olmamışlar. Enver Paşa, teslim edilmeyeceklerini bildiği gemileri teminat olarak göstererek, Almanları bu konuda ikna etmeyi başarmış.

Kitapta elbette Milli Mücadele ve Mustafa Kemal Paşa hakkında da bölümler var. Ancak, önsözde belirtildiği üzere, kitabın odak noktası Orta Doğu’nun şekillendirilmesi olduğu için bu konulara gerektiği noktalarda gerektiği kadar değinilmekle yetinilmiş. Öte yandan, İttihatçı yöneticilerden Enver Paşa ve Cemal Paşa hakkında ilginç bilgiler ve iddialar var.

İngilizler, Sarıkamış Harekatı (22 Aralık 1914- 17 Ocak 1915) sırasında yaşanan büyük hezimetten sonra Enver Paşa’nın askeri kapasitesinin çok da parlak olmadığına karar vermiş olsalar da, birkaç ay sonra kendi başlattıkları Çanakkale Savaşları‘nda yaşadıkları yenilgi ile Osmanlı’nın kolay lokma olmayacağını anlamışlar. Başlarda, Gelibolu’ya çıktıkları zaman Türk Ordusu’nun savaşmadan kaçacağı inancını taşırken, moral bozukluğu ve askeri başarısızlıklarla geçen aylar gerek askeri gerekse politik olarak bir kabus haline gelmiş. Bu nedenle, daha önce H.H. Asquith’in Başbakanlığı altında değişik bakanlık pozisyonlarında yer almış olan Lloyd George, Aralık 1916’da kendisi Başbakan olur olmaz, Osmanlı’nın savaştan çekilmesinin yollarını aramaya başlamış. Bunun için, aracılar kullanarak, Enver Paşa’ya yüklü bir miktar rüşvet teklif etmiş. Ancak, teklif savaştan çekilmenin İngiltere’nin lehine olmasını şart koşuyormuş. İstenilenler özetle: Arabistan‘ın bağımsızlığı, Ermenistan ve Suriye‘nin Osmanlı İmparatorluğu içerisinde özerk olmaları, Filistin ve Mezopotamya’nın savaş öncesinde Mısır’ın olduğu gibi Britanya’nın himayesine geçmesi ve Boğazlardan serbest geçiş garantisi imiş. Enver Paşa bu teklifi red etmiş.

Kitapta Cemal Paşa ile ilgili olarak İngiliz gizli belgelerine dayanılarak yapılan iddia ise, kendisinin  başına geçmesi karşılığında, İngilizlere başkenti Şam olacak bir Suriye Krallığı teklif ettiği yönünde. İngilizlerin kabul etmedikleri belirtilen bu teklif hakkında gördüğüm bazı Türk kaynaklar bunun bir uydurma olduğunu iddia ediyor. Bu konuda araştırma yapacak olanlar elbette tarihçiler.

Çanakkale Savaşları da, öncesi ve sonrası ile ilginç bir süreç. Her ne kadar biz topraklarımıza yapılan bu saldırının ilk mimarının Churchill olduğunu düşünsek de, kendisinin başta çeşitli nedenlerle bu harekata karşı olduğu anlaşılıyor. Hatta, Almanları durdurmak için yeni bir cephe açılacaksa bunun Baltık Denizi yönünden olması gerektiğini düşünüyor. Ancak, daha sonra  çeşitli etkenlerle bu fikrinden vaz geçip, Gelibolu taaruzunun savunucusu oluyor. Bu etkenlerden birisi de Enver Paşa’nın Doğu Cephesi harekatından korkan Rusların İngilizlerden yardım istemesi oluyor. Bildiğiniz gibi, tüm 19. yüzyıl boyunca (Büyük Oyun dönemi) İngilizlerin en büyük düşmanı olan Ruslar, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle müttefik oluyorlar. Henüz Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta uğrayacağı büyük hezimeti öngörmeyen Ruslar, İngilizlerden Osmanlı’nın dikkatinin başka tarafa çekilmesini istiyorlar. İngilizler de, Rusların olası bir yenilgisi sonrası savaştan kopma noktasına gelmelerinin Britanya ve Fransa için çok kötü olacağını düşünmeleri sonucu, Boğazları geçerek, o zamanki adıyla Konstantinopolis‘i almaya karar veriyorlar. İşin ilginç tarafı, Sarıkamış faciasından sonra buna gerek kalmamasına rağmen İngilizlerin bu planda ısrar etmeleri.

Churchill konusunda ülkemizde yaygın olarak tekrar edilen ve doğru olmayan bir gerçek de Gelibolu yenilgisinin, İkinci Dünya Savaşı’na kadar onun siyasi kariyerini bitirdiği yönünde. Oysa, gerçek bu şekilde değil. Gelibolu’dan sonra, Başbakan Asquith parlementodaki baskılar sonucu tüm partilerin yer aldığı bir koalisyon hükümeti kurulmasına razı oluyor. Ancak, Muhafazakar Parti ön şart olarak Churchill’in kabineden ayrılmasını şart koşuyor. Bunun üzerine istifa etmek zorunda kalan Churchill Belçika cephesinde subay olarak savaşmaya gidiyor. Bu durum çok uzun sürmüyor.   Churchill, Kasım 1916’da Başbakan olan Llyod George kabinesine tekrar bakan olarak geri dönüyor ve 1929 yılına kadar önemli çeşitli bakanlıkların başında görev yapıyor. En son 1924-1929 yılları arasında, partisi seçimi kaybedene kadar, Maliye Bakanlığı yapıyor.

Bilindiği gibi, 1917 Bolşevik Devrimi yapıldıktan sonra Rusya savaştan çekildi. Savaşa devam etmek Lenin‘in, ideolojik olarak karşı olduğu emperyalistlerle beraber bir savaşta olması bir yana, Rusya’nın ekonomik ve askeri durumu açısından da mümkün değildi. Benim bilmediğim ve ilgimi çeken nokta, Almanların Rus Devrimi’ni bizzat finanse etmeleri. Rusya’da yapılacak bir devrimin ve sonuçlarının İngiliz ve Fransızları zora sokacağını bilen Almanlar, o sırada ülkelerinde bulunan Lenin’e hem özel tren hem de para sağlayarak devrim sürecini hızlandırıyorlar.

Savaş sırasında gelişen olaylar bütünüyle bir satranç oyununu andırıyor. Ancak, kanımca çok daha çetrefilli bir oyun bu çünkü, söz konusu oyun sadece iki büyük ittifak arasında değil, aynı zamanda müttefikler arasında oynanıyor. İngiliz ve Fransızların Orta Doğu’da kendi aralarındaki entrikaların benzeri Almanlar ve Osmanlılar arasında da oluyor. Bildiğimiz ama nedenini tam olarak kavrayamadığımız bazı olaylar vardır. Örneğin ben, Enver Paşa’nın Pan-Turancı bir saik ile Orta Asya’ya gitmesine öteden beri bir anlam verememişimdir.

Rusya İmaparatorluğu devrim sonucunda dağılınca Almanlar Mart 1918’de Rusya ile bir ateşkes anlaşması imzalıyor. Bu durum, eski Çarlık topraklarının (özellikle Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) paylaşımı konusunda Almanya ve Osmanlı’yı karşı karşıya getiriyor. Petrolün herkesin ihtiyacı olan bir enerji kaynağı olmasının yanında, İttihatçı liderler İran ile olan ticaret yolunu geliştirmek ve bir zamanlar olduğu gibi Karadeniz ve Kırım ile olan ticareti canlandırmak istiyorlar. Tarihçi David Fromkin’e göre, Enver Paşa’nın bir başka amacı daha var. Orta Doğu’da Osmanlı açısından işlerin sarpa sardığını gören Enver Paşa bu bölgeyi tamamen gözden çıkarıyor ve doğuya yönelerek, savaş sonrası için yeni topraklar fethetmeye çalışıyor. Fromkin, bu anlamda Enver Paşa ile Llyod George arasında bir benzerlik kuruyor ve çevrelerinin sözünü dinlememeleri açısından diktatör olarak tanımladığı her ikisinin de, savaş sonrasında kimse ile paylaşmak istemedikleri toprak kazançları düşüncesi ile motive olduklarını belirtiyor. Llyod George için bu topraklar Orta Doğu, Enver Paşa için  Kafkasya oluyor. Enver Paşa bu amaçla bazı Osmanlı birlikleri ve Azerbaycanlı Tatarlar ile kurduğu bir ordu ile bölgeye gidiyor. Kitapta, kendisinin bölgedeki faaliyetleri, Sovyet Rusların önce onu desteklerken hem huylandıkları hem de giderek Mustafa  Kemal’in başarılı olacağına inanmaları nedeniyle desteklerini çekmeleri, Türkistan‘daki faaliyetleri ve öldürülmesi ile ilgili bilgiler bulabilirsiniz. Enver Paşa hayalini kurduğu toprakları kazanamıyor. Lloyd George ise Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Britanya İmparatorluğu’na 1 milyon mil kare toprak kazandırmış olsa da, 20-30 yıl içerisinde buralar elden çıkıyor.

Günümüzde Orta Doğu’nun yönetimsel sorunlarının kökeninde 100 yıl önce Avrupalı güçlerin bölgedeki Osmanlı hakimiyetini parçalayarak yerine kendilerine bağlı çeşitli formatlarda devletçikler kurmalarından kaynaklandığını biliyoruz. Planlarının umdukları gibi yürümemiş olması birkaç nedene dayanıyor. Bunların başında bölge halkını, dinini ve kültürünü iyi tanımamaları geliyor. T. E. Lawrence gibi bölgede faaliyet gösteren ajanları çok iyi Arapça konuşuyor olsalar da, mezhepler ve kabileler arası rekabet ve husumetleri çok iyi anladıkları söylenemez. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı topyekûn bir başkaldırı düzenlemekte de epeyce zorlanıyorlar. Ayrıca, bölgeden Londra’ya yaptıkları resmi bildirimlerde Arapların hiçbir zaman Osmanlılar gibi düzenli bir idari ve askeri yönetim kapasitelerinin olamayacağını da bildiriyorlar. Bunu, bölgede kendilerine bağlı kukla devletçikler (manda yönetimleri) kurulmasının gerekliliğinin bir nedeni olarak da belirtiyorlar.

Bilindiği gibi, Orta Doğu’nun günümüzdeki manzarasının baş mimarı olarak, İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız François Georges-Picot tarafından şekillendirildiği için onların isimleri ile anılan, Sykes–Picot Antlaşması gösterilir. Kasım 1915’te ikilinin başlattığı çalışmaların sonucunda, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa bu gizli anlaşmayı imzalamışlardır. Anlaşmanın uzantısı olarak Çarlık Rusya ve İtalya ile yapılan anlaşmalarla onların da onayı alınmış oldu. Kısaca tanımlamak gerekirse, Sykes–Picot Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’da Arap Yarımadası dışında kalan topraklarını Britanya ve Fransa arasında bölüştürüyordu. Anlaşmaya göre Britanya günümüzün güney İsrail bölgesi ile kuzey İsrail’de Hayfa ve Akka’yı, Filistin, Ürdün, ve güney Irak‘ı, Fransa da Türkiye‘nin bir bölümünü (güney ve güneydoğu), günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi‘nin bulunduğu bölgeyi, Suriye ve Lübnan‘ı almıştı. Daha önce belirttiğim gibi, İngilizler Hindistan’dan Akdeniz’e doğru uzanan hattın kendi ellerinde olmasına özellikle önem veriyorlardı. Bu amaçla 1907 yılında İran’ı paylaşmak üzere Rusya ile anlaşma da yapmışlar, İran’ın güney kısmını nüfuzları altına almışlardı. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan bölge o nedenle kendileri için çok önemli idi. Zaten bu çerçevede Kıbrıs 1878 yılında, ondan dört yıl sonra da Süveş Kanalı ve Mısır Osmanlı’dan İngilizlere geçmişti.

Sykes–Picot, neredeyse imzalandığı andan itibaren İngiliz ve Fransızların sonrasında birbirlerine karşı çeşitli entrikalara giriştiği, bir anlamda kadük bir anlaşma haline geliyor. İngilizler Fransızların Suriye’yi almasından, karşı taraf da İngilizlerin Filistin’de olmasından hiç memnun olmuyorlar. Burada bu entrikaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama, meraklısı için  heyecan içinde okunacak gelişmeler olduğunu söyleyebilirim. Bölge üzerine bu karşılıklı oynanan oyunlar, yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bile sürüyor. Örneğin, 2007 yılında ortaya çıkan bir MI5 gizli ajanının 1945 tarihli raporundan anlaşılıyor ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında, iki ülke sözde büyük müttefik oldukları zaman bile Fransa, Filistin’deki Yahudilerin İngiliz yönetimine karşı isyan etmeleri için para ve silah sağlıyor. 15 Nisan 1947 tarihinde Londra’da, Whitehall‘daki Koloniyal Ofisi’in binasına Yahudi teröristler tarafından konan ama, bir arıza nedeniyle patlamayan saatli bombada da Fransız desteği olduğu belirleniyor.

Günümüzde çok adları geçmese de, Filistin-İsrail sorununun kökeninin Britanya’nın 100 küsur yıl önceki politika ve uygulamalarının eseri olduğu çok açık. İngilizler bu duruma birkaç şekilde yol açıyorlar. Bunlardan bazılarına bakalım. Bölgede Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmaları İngilizler için başlarda bir sorun oluşturuyor. Her şeyden önce, Müslüman halk Müslüman bir hükümdara karşı, üstelik Hristiyan yabancılarla birlikte savaşmak istemiyor. Başlarda önemli bir sorun olan bu durum Arap iş birlikçi, sözde liderler yaratılarak aşılıyor. Bir de İngilizler, Hindistan’da yönettikleri, İstanbul’daki Halife’yi sayan milyonlarca Müslümanın tepkisinden ve kargaşa çıkarmalarından ciddi şekilde çekiniyorlar. Savaş sırasında çok geniş bir coğrafyada savaştıkları için İngilizlerin kendi askeri güçleri yeterli değil. Çözüm olarak önce, Çarlık Rusya’sında ciddi eziyet gören Yahudileri askeri güç olarak kullanıyorlar. Sonradan onlara Doğu Avrupa’dan gelen Yahudiler de ekleniyor. 1917 yılına gelindiğinde İngilizler, bölgedeki stratejileri için o sırada dünyada giderek güçlenen Siyonizme destek vermenin ve Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının çok yararlı olacağı sonucuna varıyorlar. Bunun bir başka yararının da, Amerika’da çok güçlü olan Siyonistler sayesinde ABD’nin de savaşa katılması olacağını düşünüyorlar. İngiltere’nin bir Yahudi devletini desteklemesi konusunda önemli olan Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ve Siyonist hareketin geçmişi ve sonradan gelişimi konularına burada girmiyorum. Yalnız, Amerika’da hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Parti‘nin içinde örgütlenen Yahudilerin, Marlon Brando da dahil olmak üzere, Hollywood ve sanat dünyasını, daha sonra da İsrail devleti 1948 yılında resmi olarak kurulmadan önce Jean Paul Sartre gibi Fransız solcu aydınları bu amaç doğrultusunda misyoner gibi kullanmalarının etkileyici olduğunu söylemekle yetineceğim.

Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na  geç girdiğini biliyoruz. Benim bu konuda daha önce bilmediğim ve ilgimi çeken konu, Amerika’nın savaşa girmesine ve tek tek Almanya ve Avusturya-Macaristan’a savaş açmasına rağmen hiçbir zaman Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmamış olması. Resmi belgelere göre bunun nedeni Amerika’nın, İstanbul’daki Robert Kolej‘e ve Suriye’deki Protestan Koleji‘ne bozulan ilişkiler nedeniyle bir zarar gelmesini istememeleri. Milyonlarca dolar harcadıklarını belirttikleri bu iki kurum onlar için resmi belgelere girecek kadar önemli görünüyor.

Başlangıçta Filistin’de hem Arapların hem de Yahudilerin bir arada ve İngiliz mandası altında yaşayabilecekleri düşünülüyor. Ancak, resmi gizli belgelerde de görüldüğü üzere, Yahudiler başından itibaren bölgeyi Araplardan temizlemeye kararlı görünüyorlar. Arapların mal ve can güvenlikleri kalmıyor. O kadar ki, bölgedeki İngiliz askeri yöneticiler Yahudilerin saldırganlıklarından ve terör eylemlerinden dolayı Londra’ya şikayetlerini bildiriyorlar. Aynı yöneticiler, Siyonizmin artık desteklenmemesi ve Filistin’e Yahudi göçüne bir son verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini de paylaşıyorlar. 1920’lerde Kudüs‘teki Ağlama Duvarı‘nın çevresi bir Müslüman mahallesi iken, kısa zamanda buraların yapısı değişiyor. Bir süre sonra Siyonistler terör eylemlerini İngiliz birliklerine de yöneltiyorlar. Bunların arasında, 22 Temmuz 1946 yılında Kudüs’te İngiliz Filisitin Manda yönetim karargahı olan King David Oteli‘ne yapılan ve 91 kişinin öldüğü, 46 kişinin yaralandığı saldırı da var. Yıllar öncesinden İsrail devleti’nin yöneticileri olarak bildiğimiz, Başbakanlar Menachem Begin ve Golda Meir gibi politikacıların bir dönem aşırı sağcı Siyonist eylemciler oldukları belirtiliyor. Aslında, İngiliz uzmanlar belgelerinde daha 100 sene öncesinden Filistin’deki Arapların bir gün yok olacaklarını öngörüyorlar.

Filistin konusunda eklemek istediğim son birkaç nokta var. Bunlardan ilki, bizim yaygın olarak sandığımızın aksine Filistinli Arapların hem 1948’de sona eren İngiliz Mandası’na hem de Yahudi yerleşimcilere karşı bir mücadele vermiş olmaları. Hatta, 1936 yılında Arapların ayaklanması nedeniyle İngilizler Filistin’de iki ayrı devlet olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. Ancak, çok boyutlu olarak gelişen tarihsel olaylar Filistinlilerin başarılı olmasını engelliyor. Bunlardan bir tanesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yerinden yurdundan olan, bir kısmı toplama kamplarından kurtulabilmiş, önemli sayıdaki Yahudi nüfusun bir yerlere yerleştirilme sorunu. Önemli bir kısmı, Sovyet işgali altında olan eski topraklarına dönemiyorlar ya da dönmek istemiyorlar. Kendi uğradıkları ekonomik yıkımla uğraşan galip ülkelerin hiçbiri de Yahudileri kitleler halinde topraklarına kabul etmeye yanaşmıyor. Bu durumda, Vadedilmiş Topraklar en iyi çözüm olarak görülüyor. Filistinli Arapların gücü ise, bölgeye neredeyse ayak basar basmaz saldırıya geçen Yahudi yerleşimcilerle mücadele etmeye yetmiyor. Diğer Arapların birleşip, destek olmamaları ise günümüzde bile merak ettiğim bir konu idi. Çeşitli mezhep ve çıkar ilişkilerinin yanında bazı Arapların Filistinlileri gerçek Arap değil, sadece Arapça konuşan bir halk olarak gördüklerini okumak ilginçti.

İsrail’in kurulmasına giden yolda Filistinlilerin toprak satması konusu da öyle basma kalıp bir şekilde değerlendirilecek bir konu değilmiş meğer. Gerçekte Sykes–Picot Anlaşması ile bölünen Orta Doğu’da, Filistin’deki büyük toprak sahiplerinin Lübnan’da ve Suriye’de kalması ve başında bulunamadıkları topraklarının Yahudi işgalciler tarafından istila edilmesi, Filistinli fakir çiftçilerin sabote edilen sulama yolları ya da sularının kesilmesi ile açlık sınırına gelip dayanmaları, Irak’tan getirilen petrol boru hattının Filistin topraklarından geçirilerek, Akdeniz’e ulaştırılması için yapılan sözde istimlakler gibi pek çok etmen varmış. Belgeler, zamanında yapılan konuşmalar ve görüşmeler günümüzde yaşananların neredeyse 100 yıl öncesinden planlandığını açıkça ortaya koyuyor. Filistin’e Yahudilerin göç etmesinde ve İsrail’in kurulmasında büyük rol oynayan Jewish Agency‘nin yöneticisi ve daha sonra İsrail’in ilk Başbakanı olan David Ben Gurion‘un 1937 yılında yaptığı bir konuşmanın şu bölümü buna bir örnek: “Filistin’de çoğunluk oluşturmak için oraya göç edeceğiz. Gerekirse zor kullanacağız. Ülke küçük gelirse, sınırlarımızı genişleteceğiz”.

Orta Doğu’da bugün var olan ülkeler ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinin anahtarı da yine 100 küsur yıl önceye kadar gidiyor. İngilizlerin Osmanlı’ya karşı bir unsur olarak kullanmak istedikleri kişilerin başında Mekke Emiri Şerif Hüseyin geliyor. Başta, 1852 yılında İstanbul’da doğan Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından Orta Doğu’daki Müslümanları kendileri adına toparlayacak bir dini lider adayı olarak görülüyor. Sultan II. Abdülhamit tarafından atanmış olan Şerif Hüseyin aslında önceleri Osmanlı’ya karşı olmayı hiç istemiyor. Ancak, Abdülhamit’i tahtan indiren İttihatçıların kendisini de derdest edeceklerini öğrenince, bu sefer İngilizlerle iş birliğine razı oluyor. Yalnız, karşılığında Hicaz Kralı yapılmasını şart koşuyor. Aslında, dini liderlik yanında siyasi bir liderlik de içeren bu talebi ne İngilizler ne de Fransızlar yerine getirmeye niyetli oluyorlar. Sykes–Picot anlaşması çerçevesinde verilen sözün daha en başından tutulmayacağı belli oluyor. Hüseyin 1916-1924 arasında Hicaz Kralı ünvanını alsa da, Ankara Hükümeti‘nin Halifeliği kaldırmasından sonra kendisini Halife ilan etmesi üzerine, Suudilerin itirazları sonucu İngilizler tarafından Kıbrıs‘a sürgüne gönderiliyor. 1931 yılında Ürdün’de oğlunun yanında ölüyor.

Şerif Hüseyin kendisi hayal ettiği gibi nüfuzlu bir kral olamıyor ama iki oğlu Orta Doğu’da yapay olarak yaratılan iki ülkenin kralı oluyorlar. Bunlardan birisi, Şerif Hüseyin’in yanında öldüğü Ürdün Kralı I. Abdullah diğeri ise, Irak Kralı Faysal. Irak’ta artık krallık yok ama Ürdün Krallığı aynı soydan hala devam ediyor. İlk krallarından başlamak üzere İngilizlerle iyi ilişkiler içinde olan Ürdün bugün de, bölgenin patronluğunu İngilizlerden devralan Amerikalılarla iyi ilişkiler içerisinde. Kral I. Abdullah İsrail resmen kurulmadan önce Golda Meir ile yaptığı gizli görüşmede nasıl Filistin topraklarını kendi aralarında bölüşmek üzere sözleştiyse, Ürdün devlet olarak bugün de Filistinlilerin acılarına oldukça mesafeli görünüyor. [Esasen, Kral I. Abdullah’ın Büyük Suriye Planı adını verdiği bir hayali vardı. İngiltere Filistin’den çekildikten sonra, Haşimi hanedanından, yani Peygamber sülalesinden bir kral sıfatı ile başkenti Şam olan ve Ürdün (o zaman Transjordan olarak geçiyordu), Suriye, Lübnan ve Filistin’i kapsayan toprakları yönetmek istiyordu. Bu nedenle, diğer Arap devletleri kendisine hiçbir zaman güvenmediler].

Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Faysal’ın Irak Kralı olması ise daha dolambaçlı bir yoldan oluyor. Başta İngilizler Hicaz Kralı Hüseyin’in oğullarından Faysal’ı daha yetenekli ve Araplara liderlik edebilecek kapasitede görüyorlar. Önceleri babası ile İngilizler arasında arabuluculuk görevi yapan Faysal daha sonra İngiliz istihbaratı ve özellikle Lawrence tarafından türlü oyun ve aldatmacalarla Arap ayaklanmasının mimarı olarak lanse ediliyor. Fransızların Sykes–Picot Anlaşması uyarınca Suriye’ye sahip olmasına hiçbir zaman gönüllü olmayan İngiltere buna engel olmak için, Suriye’nin Osmanlılardan alınmasını Faysal liderliğinde büyük bir Arap ayaklanmasıymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Buradaki amaç, o sıralar ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından çokça üzerinde durulan “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nı ileri sürerek, Suriye’de Fransız hakimiyetini önlemek ve kendilerine bağlı Faysal’ı Kral yapmak. Şam’a en önce giren ve şehri ele geçiren aslında İngiliz Mareşal Allenby olduğu halde, zaferi Faysal ve adamları kazanmış gibi göstermek için birkaç gün bekleniyor. Faysal ve adamları çoktan alınmış şehre şaşalı bir törenle giriyorlar. Bu planın baş mimarlarından Lawrence’ın tüm bu süreç boyunca Faysal’ın yanında olduğunu tahmin edebilirsiniz. Faysal’dan bir Arap milli kahramanı yaratmaya çalışan İngilizler hem gerçekte 3500 kişi olan yanındaki Arap kuvvetini 100.000 kişi olarak gösteriyorlar hem de sözde Suriye’nin kurtuluşundaki payını abartıyorlar. Gerçekte Suriyeliler tarafından hiçbir zaman benimsenmeyen Faysal 7 Mart 1920’de Suriye Kralı ilan edilse de, Nisan 1920’de yapılan Sanremo Konferansı ile Suriye ve Lübnan’da manda yönetimi haklarını pekiştiren Fransızlar Temmuz 1920’de onu Suriye’den atıyorlar. Faysal için her şey bitti diye düşünülürken, 13 Mart 1921 tarihinde yapılan Kahire Konferansı‘nda o güne kadar Mezopotamya olarak geçen bölgede Irak adı altında bir devlet kurulmasına ve başına kral olarak atanmasına karar veriliyor. Beklendiği üzere, Irak Krallığı İngiltere’nin ‘koruması altında’ olacak şekilde tasarlanıyor. Bölgedeki Şiiler zor ikna ediliyor. Sonucu sözde % 96 kabul olan göstermelik bir plesibit ile Faysal Ağustos 1921 tarihinde tahta çıkıyor. Doğrusu bu tören de Faysal’ın 1918’de Şam’a girişi gibi bir okul müsameresini andırıyor. İngilizler Irak için bir bayrak tasarlıyorlar. Ülkenin milli marşı olmadığı için törende İngiliz milli marşı (God Save the King) çalınıyor.

Burada sadece bir bölümünden söz ettiğim olayların dışında bir de Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru çıkan ve hâlâ dünya tarihinin en ölümcül pandemilerinden biri olarak kabul edilen İspanyol Gribi olayı var. Pandeminin bir bölümünün savaşa denk gelmesi nedeniyle hükümetler doğru bilgileri açıklamadıkları için bulaş ve ölüm rakamları konusunda kesin bir sayı verilemiyor. Bu nedenle, 1918-1920 yılları arasında 17 ila 50 milyon kişi arasında insan öldüğü tahmin ediliyor. İnsanlığın yakın zamanda yaşadığı COVID pandemisinden 100 yıl önce dünyayı saran İspanyol Gribi için ülkelerin birbirlerini suçlamaları da bir hayli ilginç. O dönem pandemiden dolayı Fransa İspanya’yı, İspanya Fransa’yı, ABD Avrupa’yı, Avrupa ABD’yi, İngiltere, karşılıklı savaşırken temas halinde olmaları nedeniyle Mareşal Allenby’nin bu yöndeki raporlarına dayanarak, Türkleri suçluyor.

Konu konuyu açtı ve yazı epeyce uzadı. Söz konusu iki kitap daha pek çok bilgi ve belge ile dolu. Konuya ilgi duyanların zevk ve zaman zaman hayretle okuyacaklarını düşünüyorum. İngiltere eğer, o zamanlar genç bir stratejist olan T. E. Lawrence’ın savunduğu gibi, Gelibolu’ya saldırmak yerine İskenderun‘a çıksaydı ne olurdu? Ya da, Churchill’in anılarında söz ettiği gibi, eğer Yunan Kralını sarayının bahçesinde bir maymun ısırıp ölümüne yol açmasaydı Llyod Gerorge hükümetinin sonunu getiren Anadolu’daki Kurtuluş savaşı nereye doğru evrilirdi? Sykes–Picot anlaşması ile somutlaşan, yüz yıl önce İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’yu paylaşma kavgaları aslında baştan ölü çabalar değil miydi? Nasıl olmuştu da daha önce Afrika‘yı aralarında cetvelle pay ettikleri emperyalist dönemin artık geçtiğini, dünyada ulusal aidiyet duygularının güçlendiğini kavrayamamışlardı?

Yazımı Barışa Son Veren Barış kitabından (s.565) David Fromkin’in çok beğendiğim bir yorumu ile kapatıyorum: Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’nın sosyal, politik ve kültürel olarak kendine gelmesi 1500 yıl sürdü. Koca bir imparatorluğun yıkılmasının yarattığı vakum Avrupa’da kanlı mezhep ve ulusal kimlik mücadelelerine sahne oldu. Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak Orta Doğu’da yaratılan boşluğun neden olduğu kargaşanın da sona ermesi ve bölgeye huzur gelebilmesi için daha çok vakit geçmesi gerekiyor…

Ulysses

Sizin de benzer bir listeniz var mı bilemiyorum ama, benim var. Aklım başımda olduğu süre içerisinde okumak istediğim kitapların bir listesi var. Bunlar edebiyat, tarih ve sanat alanlarında bazı köşebaşı sayılabilecek kitaplar genelde. Daha güncel kitapların yanında her sene bu listeden de bazı kitapları okumaya çalışırım. Pandemi döneminin benim için olumlu yanlarından biri söz konusu listeden hatırı sayılır sayıda kitap okuyabilmem oldu. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönem benim için bu açıdan çok verimli geçti. Okuduğum kitaplardan birisi, yıllar önce alıp bir kenara koyduğum, birkaç kere okumayı düşünüp elime aldığım ama, türlü bahanelerle erteleyerek, daima etrafından dolandığım Ulysses idi.

Okumamış olanlar bile bilirler. Ulysses İngilizce yazılmış, gelmiş geçmiş en zor kitaplardan birisidir. Kimilerine göre en zorudur. Bazıları için tapılası bir baş yapıt, diğerleri için gereksiz yere, biraz da zorlama bir şekilde, okuyucuyu sıkıntıya sokan, yoran bir eserdir. Ulysses, kitap olarak ilk basıldığı 1922 yılında olduğu gibi, günümüzde de çokça tartışılıyor. Aralarında ünlü yazarların da bulunduğu bir kesime göre Ulysses’in şöhreti, hak ettiği seviyenin çok ötesine geçmiş. Buna karşın başkaları, kitabın İngiliz dili ve edebiyatının en devrimci ve önemli eseri olduğu görüşündeler. Öyle ki, H.G. Wells (1866-1946) Ulysses’i bitirdikten sonra kendisini “bir devrimi bastırmış gibi” hissetmiş. Benzer duygularla, zamanın bir eleştirmeni kitabı “edebi Bolşevizm” olarak tanımlamış. Öte yandan, bazı yazarlar da kitabı son derece zorlama, yapmacık ve sıkıcı bulmuşlar. Bunların arasında Virginia Woolf‘un da (1882-1941) olması oldukça ilginç çünkü kendisi de James Joyce (1882-1941) gibi bilinç akışı olarak adlandırılan yazım tekniğini kullanan bir yazar. Yazım tarzları teknik olarak benzer diyebiliriz ama, ayrıştıkları yönler de var. Bir edebiyat eleştirmeni ya da uzmanı değilim. Ama sade bir okuyucu olarak, Woolf’un bilinç akışını kullanmasını çok daha gerçekçi bulduğumu söyleyebilirim. Joyce’un ise bu konuda abartılı olduğunu düşünüyorum. Okurken, “Artık bu kadarı da olmaz. Bir insan yolda yürürken aynı anda bu kadar şeyi aklından geçiremez”, diye düşündüm sık sık. Kendi ifadesine göre, Virginia Woolf Ulysses’in ilk 2 ya da 3 bölümünü eğlenceli ve uyarıcı bulmuş, ilgiyle okumuş. Kendisine katılıyorum. Ancak, sonrasının sıkıcı, rahatsız edici ve hayal kırıklığına uğratan bir nitelikte olduğunu belirtmiş. Öyle ki, 200. sayfada uzun süren bir ara verdikten sonra, kitabı zorlukla tekrar eline alıp, okumuş. Ben Virginia Woolf gibi ara vermedim ama, bu noktada da kendisi ile aynı fikirdeyim.

Şimdi, “Madem bu kadar ızdırap veriyor, bu kitabı niye okumalıyız?” diye sorabilirsiniz tabii. Haklısınız. Bu soruyu ben de kendime Ulysses’i okuduğum 6 ay boyunca defalarca sordum. Belki, kitapları yarım bırakmamak gibi bir prensipten dolayı ya da karşıma çıkabilecek iyi bir şeyleri kaçırmamak düşüncesi ile olabilir. Kitabı bitireli neredeyse 5 ay olacak. Bu kez yine arada sırada, “Gerekli miydi?” diye soruyorum kendime. Haksızlık etmeyeyim. Çok eğlenceli bölümleri de var. Üstelik sadece o ünlü tuvalet sahnesi de değil. Evet, nedense hemen hemen herkes kitabın eğlenceli bölümlerine örnek olarak o tuvalet sahnesini veriyor. Hani o kitabın kahramanı Leopold Bloom‘un bahçedeki tuvalette, kendi ürettiği kokuların tepesinde, gazete okuma sahnesi. (Edinburgh‘da 1968 yılına kadar ev ve apartmanların tuvaletlerinin bahçede olduğunu öğrendikten sonra, Ulysses’in geçtiği 1904 yılında Dublin‘de tuvaletin dışarıda olması doğrusu beni hiç şaşırtmadı!) Oysa, kitaptaki tek eğlenceli bölüm bu değil. Başka bölümler de var. Ama işte, o birkaç bölüm için onca acıya değiyor mu, emin değilim. Benim Ulysses’i okurken sık sık kapıldığım duygu, James Joyce’un bu kitap ile edebiyat çevrelerinden, okuyuculardan, belki eleştirmenlerden, bir tür intikam aldığı oldu. Kendisinin de temenni ettiği gibi Ulysses, yazar öldükten çok sonra bile, edebiyatçıların ve eleştirmenlerin uzun yıllar çözmek için uğraştıkları bir kitap. Hala da uğraşmaktalar…

James Joyce çocukken (1888)
Kaynak: www.commons.wikimedia.org

James Joyce, 2 Şubat 1882 günü Dublin’de dünyaya gelmiş. Doğduğu dönemde, bir zamanlar varlıklı olan ailesinin serveti çoktan yoksulluğa doğru yavaş yavaş erimeye başlamış. 1898 yılında Kraliyet Üniversitesi’ne girmiş ancak 4 yıl sonra, tıp okumak üzere Paris’e gitmiş. Tıp yerine edebiyat ve yazarlığa ilgi duyması nedeniyle bu alanda eğitimini tamamlamamış. Paris’e gittikten bir yıl sonra, 1903 yılında, annesinin hastalığı nedeniyle Dublin’e geri dönmüş. 16 Haziran 1904 günü, daha sonra evleneceği, Nora Barnacle ile ilk olarak çıkmış. İkili aynı yılın ekim ayında Kıta Avrupası‘na taşınmışlar. 1912 yılına kadar olan süre zarfında sadece 3 kere İrlanda’ya gelmişler. Ondan sonra ise, bir daha ülkelerine hiç ayak basmamışlar. Joyce hayatının geri kalan kısmını İtalya, İsviçre ve Fransa‘da geçirmiş. Joyce ailesi 1915 yılına kadar Trieste‘de kalmış. Bu geçen 11 yıl içerisinde James Joyce bir yandan sağlık, bir yandan da parasal sorunlarla boğuşmuş. İki çocuktan sonra geçim sıkıntısı önemli bir problem olurken, gözlerinden de ciddi şekilde rahatsızlanmış. Yine de bu dönemde, Oda Müziği (Chamber Music-1907) başlığı altında topladığı şiirlerini ve Dublinliler (Dubliners-1914) ile Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (A Portrait of the Artist as a Young Man-1916) isimli eserlerini yazmayı başarmış. Ayrıca, Temmuz 1915’te Zürih’e taşındığı zaman, Ulysses üzerinde çalışmaya da başlamış. Bundan sonraki 7 yıl boyunca Ulysses üzerine, önce Zürih’te sonra Paris’te, çalışmaya devam etmiş. 1917-1918 yıllarında eserin bir bölümü Little Review dergisinde tefrika halinde yayınlanmaya başlanmış ama, fazla müstehcen bulunduğu için, yasaklanmış ve ilgili sayılar toplatılmış. Bunun üzerine, Paris’teki Shakespeare and Company kitapevinin sahibi Sylvia Beach Ulysses’in tamamını basmayı teklif etmiş. Kitabın ilk kopyaları Joyce’un eline, 2 Şubat 1922 günü, 40. doğum gününde ulaşmış.

James Joyce ve Nora Barnacle, 27 yıl birlikte yaşadıktan sonra,
4 Temmuz 1931 yılında Londra‘da evlenmişler
Kaynak: www.commons.wikimedia.org

Ulysses’in, İngilizcenin ana dil olduğu bir ülke yerine, Paris’te basılmış olması, yasaklama ve toplatılma gibi engelleri ortadan kaldırsa da, eser üzerine tartışmalar hiç dinmemiş. Bu arada yazarı da, daha sonra edebiyatta Modernizm olarak isimlendirilecek olan yeni bir akımın lideri olarak görülmeye başlanmış. Joyce ise, bunlara hiç kulak asmadan, edebiyatın sınırlarını zorlamaya devam etmiş. Sonraki 16 senesini Finnegans Wake kitabının yazımına adamış. Zorluk açısından Ulysses’ten geri kalmadığı söylenen bu kitap 1939 yılında basıldığında, savaş korkusu tüm Avrupa’yı sarmış. Almanlar Fransa’yı işgal etmeye başladığında Joyce ailesi ile birlikte Paris’i terk etmiş. Önce Vichy’e, sonra da Zürih’e gitmiş. 13 Ocak 1941’de, geçirdiği bir mide ameliyatının ardından, hayatını kaybetmiş. Fluntern Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş.

Joyce ve Sylvia Beach 1920’de Paris’teki
Shakespeare and Company kitapevinin önünde
Kaynak: The New Yorker, 5/3/2010

James Joyce’un Ulysses kitabını okumadan önce üç kitabın okunması gerektiği söylenir. Bunların başında tabii ki Homer‘in Odysseia destanı gelir. Zaten Ulysses, Odysseia destanının kahramanı, Ithaka kralı Odysseus’un Latince adıdır. Joyce da kitabını, Homer’in destanının olaylar örgüsü üzerine kurmuştur. Nasıl ki Odysseia destanında Troia Savaşı‘ndan sonra Odysseus’un on yıl süren eve dönüş maceraları anlatılır, Ulysses’de de Leopold Bloom’un, bir gün boyunca Dublin’de çeşitli yerlere gittikten sonra, eve dönüşüne tanık oluruz. İkinci kitap, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, üçüncüsü ise William Shakespeare‘ın (?- 1616) Hamlet oyunudur. Ulysses, bütünüyle olmasa da, bazı yönlerden “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nin devamıdır. Shakespeare ve Hamlet’e ise, sayısız gönderme var. Ne var ki, benim durumumda da olduğu gibi, bu üç eseri okumuş olmak, işinizi hiç de öyle çok kolaylaştırmıyor…

Ben Ulysses’i, Oxford University Press yayınları tarafından basılmış olan, 1922 yılındaki metninin tıpkıbasımından okudum. Eserin kendisi 732 sayfa. Arkadaki açıklamalar 246 (ki fazlasıyla ihtiyaç duyuluyor), ön tarafta yayıncı tarafından hazırlanmış tanıtım bölümü 69 sayfa. Hepsi toplam 1047 sayfa. Ancak, gözünüzü korkutması gereken sayfa sayısı değil. Kitapseverler için sayfa sayısının önemi yoktur. Mesele metni çözebilmekte… Kitabın Türkçe çevirisini incelemedim. O nedenle arkadaki açıklamaların çevirilip çevrilmediğini ya da ne kadar çevirildiklerini bilemiyorum. Kitapta İrlanda tarihine, o günlerin güncel politik olaylarına, başta edebi eserler olmak üzere farklı sanat eserlerine o kadar çok gönderme var ki, arkadaki bu açıklamaları okumadan bir şey anlaşılması çoğu kez mümkün olmuyor. Öyle ki, zaman zaman kitabın kendisini bırakıp bu notlara dalmanız gerekebiliyor. Bunun dışında, Ulysses’i okumak için internette yararlanabileceğiniz birçok web sitesi de var. Arada onları da okumak zorunda kaldığım oldu.

James Joyce’un 1915 yılında Zürih’te fotoğrafçı
Alex Ehrenzweig tarafından çekilmiş fotoğrafı
Kaynak: www.commons.wikimedia.org

Türkçe çevirilerde olup olmadığını bilmiyorum ama, kitabın arkasında okurken izlenmesi gereken iki tane de şema var. Bunlar, Gilbert ve Linati Şemaları olarak adlandırılıyor. James Joyce, henüz eserini tamamlamadan okuyucuların çok zorlanacaklarını anlamış olsa gerek ki, kitabının ön okumasını yapan tanıdıkları için açıklayıcı şemalar hazırlamış. Örneğin, Linati şemasını arkadaşı Carlo Linati için, Gilbert şemasını da Stuart Gilbert için hazırlamış. İki şema arasında bazı farklar da var. Okuma sırasında bu şemalara da bakmak gerekiyor. En azından, hangi bölümün günün hangi saatinde geçtiğini veya Joyce’un özenle kamufle ettiği kimi çağrışımları anlamak açısından yararlı oluyor.

James Joyce’un 1918 yılında Zürih’te fotoğrafçı
Conrad Ruf tarafından çekilmiş fotoğrafı
Kaynak: www.commons.wikimedia.org

Yukarıda Ulysses’in bir gün içinde geçen olaylardan bahsettiğini belirtmiştim. O günün tarihi tam olarak 16 Haziran 1904. Hatırladınız mı, bilmem. Bu, James Joyce’un eşi Nora Barnacle ile ilk olarak çıktığı tarih. Kitapta geçen olayları bu tarihe koyarak yazar kendi özel yaşamına da bir göndermede bulunmuş. (Üstelik, tek gönderme de bu değil. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” kitabının kahramanı ve aynı zamanda Ulysses’in de karakterlerinden biri olan Stephen Dedalus ile Joyce’un yaşamı arasında da birçok paralellik var). Söz konusu tarihin ölümsüzleşmesi bu kadarla kalsa iyi. Bir yandan Ulysses ve James Joyce hayranlarının olası etkisi, ama belki daha da önemlisi, turizmcilerin akıllıca pazarlama taktikleri sonucu, 16 Haziran her yıl çeşitli aktivitelerle Dublin’de kutlanan bir anma günü haline gelmiş. James Joyce ve Ulysses üzerine bilimsel toplantılar, anma törenleri ve okuma seansları bir yana, sonraki yıllarda Bloomsday olarak adlandırılacak olan söz konusu tarih, günümüzde Dublin için büyük bir turizm faaliyeti haline gelmiş durumda. Ulysses’i okumuş ya da okumamış olsunlar, insanlar o gün Leopold Bloom’un Dublin’de izlediği rotayı izliyor, gittiği yerlere gidiyor ve hatta kitapta sözü edilen yemekleri (bolca sakatat olmak üzere) yiyorlar. Mekanlar ve Bloom’un izlediği yol hakkında Joyce çok titiz davranmış. Kitabın önündeki (ve ancak bir büyüteç aracılığı ile görülebilen) harita ile siz okurken de bu rotayı takip edebiliyorsunuz. Gün boyunca Leopold Bloom bir cenaze için mezarlığa, ilan bölümü için çalıştığı gazeteye, Türk hamamına, kütüphaneye, geneleve ve benzeri birkaç yere gider. Son olarak gideceği yer, Eccles Sokak 7 numaradaki evidir. Burada, soprano olan eşi Molly Bloom kendisini aldatmaktadır ve o bunun farkındadır.

Okumayı planlayanların zevkini bozmamak için Ulysses’in olaylar örgüsü hakkında daha fazla bilgi vermeyeceğim. Sadece kitabın kahramanı olan Leopold Bloom hakkında kısa bilgi vermekle yetineyim. Zira ben çeşitli bölüm ve sayfalara gizlenmiş bu bilgileri bir araya getirmek için epeyce zaman harcadım. Ulysses’in baş kahramanı Leopold Bloom 38 yaşında. Aslen bir Macar Yahudisi olan babası (Rudolf Virag), 27 Haziran 1886’da, Leopold Bloom 20 yaşında iken intihar etmiş. Annesi ise Katolik bir İrlandalı. Leopold da, eşi Molly ile evlenebilmek için Katolikliği seçmiş. Çiftin iki çocuğu olmuş. Kızları Milly bir gün önce (15 Haziran 1904 günü) 15 yaşına girmiş. Oğulları Rudy ise 10 yıl önce, henüz bebekken ölmüş. O zamandan beri eşi ile cinsel ilişkisi olmayan Leopold Bloom’un gündelik hayatta kaçamakları ve değişik fantezileri olmuş hep. Kendisi ilan işinden fazla para kazanmamaktadır. Zaman zaman eşine konserlerinde yardım eder. Bir subay kızı olan 33 yaşındaki eşi Molly, babasının görevi nedeniyle Cebelitarık’ta doğmuş ve büyümüş bir sopranodur. Leopold’u değişik erkeklerle aldatmaktadır. O gün de akşam üzeri, menajeri Blazes Boylan ile kendi evinde buluşacaktır. Bloom bunu bilir ve gün boyunca bunun üzerine düşünür.

Joyce, Ulysses’da her türlü edebi anlatım şeklini kullanmış. Kitap kimi zaman şiir, kimi zaman nesir veya tiyatro senaryosu formunda ilerliyor. Virginia Woolf’a göre Joyce, 19. yüzyıl İngiliz edebiyatının tüm anlatım tekniklerini yok ederek, kendince bunların gereksizliğini ortaya koymak istemiş. Woolf’un eleştirdiği bu durum, T.S. Eliot (1888-1965) için, İngilizcenin sadeleşmesi bağlamında, övülesi bir şey. Kitap boyunca, her bölümde tuhaflıklar devam ediyor. Bazı bölümlerde eşyalar konuşuyor. Hayal ile gerçek birbirine karışıyor. Bu bir şey değil. Daha da uçuk denemeleri var Joyce’un. Örneğin, (Joyce’un kendi ifadesine göre), yazar kitabın “Oxen of the Sun” başlıklı bölümünde, anne rahmindeki bir fetusun gelişimine paralel bir biçemsel gelişim izlemiş. Doğrusu, yazarın amacı bu olmuş olabilir ama, ben uzaktan yakından bir paralellik göremedim. Bazı bölümler bir fen kitabı kuruluğunda iken, sondan bir önceki bölüm soru cevap üzerine ilerliyor. Son bölüm, Penelope ise, sadece konunun değil, denemelerin de doruk noktası. Koca bölümde toplam 8 cümle var. Sadece birinci cümlede 2500 kelime var ve bu bölümde hiç bir noktalama işareti yok!

Tüm bu insana zaman zaman aşırı zorlama gibi gelen denemeler, Ulysses’i çoklukla kuru bir metin haline getiriyor. Öte yandan, bu konuda yazarın dürüst olduğu söylenebilir. Zira, Joyce’a göre aslında yaşam romantik değildir. Ona romantik bir tat katmaya çalışan ve sonunda da hayal kırıklığına uğrayan bizleriz.

Ulysses kitabının ufkumu hiç genişletmediğini de söylemek istemem. Bu haksızlık olur. Yazıyı bitirirken ilginç bulduğum birkaç noktadan da söz etmek isterim. Kitabın görünür metninde biz yabancı okuyucular için açık seçik olmasa da, açıklama ve notlardan anlıyoruz ki Ulysses’de İrlanda’nın uzun süren bağımsızlık mücadelesi sürecine çok fazla gönderme var. Bu konu üzerinde zaman harcarken, İrlanda Bağımsızlık Savaşı‘nın 21 Ocak 1919-11 Temmuz 1921 tarihleri arasında verildiğini öğrendim. Yani James Joyce Ulysses’i yazarken, bir yandan da ülkesinde İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı veriliyordu. Üstelik bu mücadele savaştan çok önce başlamıştı. O sıralarda Anadolu‘da da destansı bir mücadele vardı. Kim bilir, belki İngilizlerin Anadolu’ya askeri olarak daha fazla yüklenmeyip, Yunanlıları savaşa sürmelerinin nedeni, o sırada İrlanda sorunu ile uğraşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Benim için Ulysses’deki hoş sürpriz, beklemediğim kadar çok Türkiye’ye gönderme ve Türkçe kökenli kelime olması oldu. Kitapta yazıldıkları şekilde, yashmak (yaşmak), kismet (kısmet), odalisque (odalık) bunlardan bazıları. Leopold’un Türk hamamına gittiğinden zaten söz etmiştim. “Türk mezarlıklarındaki orospular” ifadesine Ulysses dışında bazı başka yabancı kitaplarda da rastlamıştım. O dönemlere özgü yaygın ve bilinen bir durum olsa gerek. Hazreti Muhammed’in kedisini uyandırmamak için cüppesinin bir kısmını kesmesi olayı da hoş bir şekilde kitapta yerini almış.

James Joyce’un Fluntern Mezarlığı‘ındaki anıtsal mezarı

Günümüzde çokça kullanılan bir ifade var: “Ignorance is bliss“. Kişiler ve belli durumlar için kinayeli olarak kullanılır: “Cehalet mutluluktur”. Ulysses sayesinde bu deyişin aslında, çokça kısaltılmış olarak, bir şiirden alındığını öğrendim. İngiliz şair ve akademisyen Thomas Gray‘in 1742 yılında yazdığı “Ode on a Distant Prospect of Eton College” (Eton Koleji’nin Uzak Geleceği İçin Kaside) isimli şiirinden alıntılanmış bu ifadenin aslı, “Where ignorance is bliss, ’tis folly to be wise” (Cehaletin mutluluk olduğu yerde, bilge olmak deliliktir).

Değişik yönlerden, benzersiz bir deneyim olan Ulysses’i okuma serüvenimden yazmak istediklerim bu kadar. Daha pek çok not almışım okurken ama, sanırım bu kadarı yeterli. Her okuma gibi, benimki de çok kişisel bir serüven oldu. Eminim ki, farklı birikim ve ilgi alanları olan okuyucuların izlenimleri ve görüşleri farklı olacaktır. Doğrusu, onları da merak ediyorum…

Usta ve Margarita

Sizin de hiç aklınızdan geçer mi, bilmiyorum. Okumak istediğiniz kitaplara yetişemeyeceğiniz duygusuna kapılınca, “Yine öyle bir şey olsa ki, evden çıkamasak ve saatlerce, doya doya kitap okusak” der misiniz hiç? Askeri darbeler sonrası yaşadığımız sokağa çıkma yasakları değil tabii kast ettiğim. Benim aklım daha çok, epeydir yaşamadığımız, aşırı kar yağışı nedeniyle eve kapandığımız dönemlere gider. O günleri özlerim. Halen içinde yaşadığımız COVID-19 pandemi süreci bu anlamda, özellikle tamamen eve kapandığım dönemde, büyük bir fırsat oldu benim için. Yıllardır, yaşam şartlarının dayattığı koşuşturma nedeniyle, başlamaya cesaret edemediğim (eskilerin tabiri ile) kallavi kitapları da, bir o kadar yoğun ama daha ince olanları da, aynı merak ve istekle okuma fırsatım oldu. Tüm o, evin temel ihtiyaçları için sanal alışveriş sitelerinde harcadığım zamana, ev işlerine yetişme çabama ve kimi zaman bozulan sinirlerime rağmen, çok verimli bir okuma dönemi oldu bu süreç benim için. Klasikleri de çağdaş kitapları da keyifle okudum. Bazılarını ilk okuyuşumdu. Bazılarını ise tekrar okudum. Kimi kitapları, farklı yaşlarda farklı algılar insan. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamız, belli bir yaştan sonra, insanın arada bazı kitapları tekrar okuması gerektiğini söylerdi. Çok haklıymış. İşte, Usta ve Margarita böyle okuduğum kitaplardan biriydi.

Ben, Usta ve Margarita’yı (The Master and Margarita) İngilizce çevirisinden okudum. Umarım ukalalık olarak algılanmaz ama, kimi gerçekten çok kötü çeviriler nedeniyle, yabancı dilde yazılmış kitapları mümkünse orijinal dilinde, bu mümkün değilse, saygın bir yayınevinin İngilizce çevirisinden okumaya çalışıyorum. Geçenlerde okuduğum orijinali Almanca olan bir eserin Türkçe çevirisinde öyle hatalar vardı ki, keyfim kaçtı. Örneğin, sanki at ya da eşekten söz ediyormuş gibi, bisikletin selesine çevirmen semer demeyi uygun görmüş ve kitap herhangi bir denetimden geçmemiş olmalı ki, o haliyle okuyucunun karşına çıkarılmış. Eminim siz de, bu tür hatalarla sıklıkla karşılaşıyorsunuzdur. Ancak, bazı kitapları ben de Türkçe çevirilerinden okumak zorunda kalabiliyorum. Bu durumda, yayınevi ve çevirmen adı bir kılavuz olabiliyor. Usta ve Margarita kitabının Türkçesi de ülkemizde, farklı çevirmenlerin çevirileri ile, birkaç yayınevi tarafından yayınlanmış bugüne kadar.

Mikhail Afanasyevich Bulgakov
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Rus yazar Mikhail Afanasyevich Bulgakov’un eseri olan Usta ve Margarita, yazarın gerek kişisel yaşamıyla gerekse bir yazar olarak yaşadığı Stalin dönemi Rusya’sı ile ilintili pek çok gönderme ve şifre barındırıyor. Bulgakov 1891 yılında Kiev’de, Rus bir ailenin yedi çocuğundan birisi olarak doğmuş. Ailenin, 1906-1919 yılları arasında Kiev’de yaşadığı bina günümüzde müzeye dönüştürülmüş. Andriyivsky Yokuşu No: 13 adresinde bulunan müzeyi Kiev’e gidişlerimden birinde ziyaret etmiştim. Bulgakov ailesi binanın ikinci katındaki 7 odalı dairede yaşamış. Müzenin koleksiyonundaki 4000 parçadan 500’ünün aileye ait özel kitap, orijinal fotoğraf ve defterlerden oluştuğu belirtiliyor. Bulgakov daha sonra Moskova’ya taşınmış olsa da, bu evi unutmamış ve Beyaz Muhafız kitabında kahramanlarının mekanı olarak kullanmış.

Kiev’deki Bulgakov Müzesi
Yazarın 1906-1919 yılları arasında yaşadığı bu bina
1888 yılında, mimar N. Gardenin tarafından yapılmış

Bulgakov’un daha sonra taşındığı Moskova’daki evi de müzeye dönüştürülmüş. Burası, yazarın tüm dünyadan gelen, Kiev’deki müzeye göre daha çok sayıdaki hayranları tarafından ziyaret ediliyor. Ben, Moskova’da geçirdiğim kısıtlı boş zamanda tercihimi Puşkin Müzesi’nde sergilenen, Schliemann’ın ülkemizden kaçırdığı, Truva Hazinesi’ni görmekten yana kullanmıştım. Bir daha Moskova’ya gidersem, Bulgakov’un evine mutlaka gitmek isterim.

2007 yılında Kiev’deki müzenin bahçesine yerleştirilen Bulgakov’un heykeli

Peki, Bulgakov’un 1940’daki ölümünden çok sonra, 1966 ve 1967 yıllarında, aylık Moskva dergisinde çok katı bir şekilde sansürlenmiş olarak yayınlanabilmiş olan Usta ve Margarita’nın konusu nedir? Nedir bu kitabı bu kadar ünlü yapan? Kanımca bunun önemli nedenlerinden biri, kitabın edebi değerinin yanında, Sovyetler Birliği’ni ve özellikle Stalin yönetimini çok ustaca, hiciv yoluyla eleştiriyor olması. Tek neden bu olmamakla birlikte, Batı dünyasında o dönem bir kült kitap haline gelmesinde bunun da büyük payı olduğunu düşünüyorum. Gerçeküstü bir kurgusu olan bu politik taşlama, o dönem dışa kapalı bir kutu olan Sovyetler Birliği hakkında pek çok ipucu ile dolu. Yurtiçinde resmi olarak sansürlenerek yayınlanmasına karşın, Usta ve Margarita’nın tam metni gizlice yurtdışına çıkarılmış. Sovyetler Birliği’nde ise, kimi zaman el yazısı ile çoğaltılarak, yıllarca gizlice elden ele dolaşmış. Kitabı birkaç cümle ile özetlemeden önce, Usta ve Margarita’nın benim gibi Rus Klasik Edebiyatına meraklı kişiler için alışılmamış bir tarzı ve konusu olduğunu belirtmek isterim. Bazı okurseverler bu nedenle kitabı sevmeyebiliyorlar.

Usta ve Margarita’da, farklı zamanlarda ve farklı koldan yürüyen iki ayrı tema var. Buna, üçüncü tema olarak, Usta ve Margarita’nın aşkını da eklemeniz mümkün. Söz konusu temalar, kitabın sonunda ilginç bir şekilde birleşiyorlar. Birincisi, 1930’ların Moskova’sında geçiyor. Kitap, sıcak bir bahar gününün gün batımı saatlerinde, Moskova’da başlıyor. Moskova’nın en büyük edebiyat kulübü MASSOLIT’in başkanı Mikhail Alexandrovich Berlioz ve şair Ivan Nikolayich Poniryov (Bezdomny) şehrin ünlü Patrik Göletleri’nin bulunduğu parkta, Hz. İsa’nın gerçekte var olup olmadığı üzerine konuşurlarken yanlarına, iyi giyimli, yabancı görünümlü bir beyefendi suretine bürünmüş Şeytan yaklaşıyor ve kendisini Profesör Woland olarak tanıtıyor. Kendi ifadesine göre Woland, bir kara büyü uzmanıdır. Aralarında geçen tuhaf konuşmada, Berlioz’un az sonra kafası koparak öleceğini, Bezdomny’nin ise kendini akıl hastanesinde bulacağını söylüyor. Birkaç saat içinde her dediği gerçekleşiyor. Bundan sonra Woland, aralarında dev bir kara kedi de olan maiyeti ile birlikte, Moskova’da bir dizi esrarengiz olaya sebep oluyor. İkinci tema ise, M.S. 30-33 yılları arasında geçiyor. Burada, dönemin Romalı valisi Pontius Pilate, huzuruna çıkarılan Yeshua Ha-Nostri’yi (Nazaretli İsa) sorguya çekiyor ve onunla bir gönül bağı kurmasına rağmen, istemeye istemeye de olsa, Kutsal Tapınak yönetiminin baskısına boyun eğerek, onun çarmıha gerilerek idam edilmesine hükmediyor. Hristiyan geleneğinde İsa’nın çarmıha gerilmesi olayı ile ilintili olarak yer alan Pilate’ye karşı sonraki yüzyıllarda daha yumuşak bir bakış açısı geliştirilmiş. Hatta bazı mezhepler tarafından Aziz ilan edilmiş. Ancak, tarihi kayıtlara göre, silahsız protestocuları katletmekten çekinmeyen zalim ve zorba bir yönetici imiş kendisi.

Usta ve Margarita, Stalin döneminin karanlık günlerinde Sovyetler Birliği’ndeki düzenin hiciv, alegori ve gerçeküstü anlatım kullanılarak yapılmış bir eleştirisi aslında. Kitap üzerine yazılan inceleme yazılarının bazılarında, insanları öldürerek ortadan kaldırması veya Rusya’nın başka yerlerine göndermesi nedeniyle, Woland Stalin’e benzetilmektedir. Ancak, gerek kitabın gerekse Woland’ın çok katmanlı karmaşık yapısı nedeniyle, ben böylesi birebir bir benzetmeye çok sıcak bakmadım.

Kitap, birçok sembol ve göndermelerle dolu. Bunları bilmek eseri daha anlamlı kılıyor. Öncelikle, Bulgakov’un kişisel hayatı ile Usta ve Margarita’daki kişiler ve olaylar arasında büyük bir benzerlik söz konusu. Bulgakov 1916 yılında, doğum yeri olan Kiev’de, tıp fakültesinden mezun olarak doktor olmuş. Ancak, 1920 yılında doktorluğu bırakarak kendisini tamamen edebiyata vermiş. 1924 yılında, bir bürokrasi yergisi olan, Şeytanname isimli öykü kitabı yayınlanmış olsa da, bundan sonraki eserleri ya çok acımasızca eleştirilmiş ya da ağır sansüre uğramış. Bazıları yasaklanmış. Tıpkı, kitaptaki Usta gibi. Bir süre sonra Bulgakov bu durum nedeniyle öyle büyük bir bunalıma girmiş ki, bizzat Stalin’e mektup yazarak, şayet bir yazar olmasına izin verilmeyecekse, Sovyetler Birliği’nden göç edebilmesi için izin verilmesini istemiş. Stalin, Bulgakov’un Beyaz Muhafız isimli romanından oyunlaştırdığı ancak daha sonra yasaklanmış olan Turbin Günleri oyununa özel bir sevgi duyduğu için, kendisini bizzat telefon ile arayarak, hem oyunun yeniden sahneye konmasını sağlamış hem de kendisine Moskova Sanat Tiyatrosu’nda iş teklif etmiş. Buna karşın, Bulgakov’un düzeni eleştirmeye devam etmesi nedeniyle, edebiyat çevrelerinden giderek dışlanmış ve 1930 yılından sonra eserleri fiilen yasaklanmış.

Bulgakov da, roman kahramanı Usta gibi eserlerini yazarken
başına işlemeli bir takke takarmış
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Bulgakov’un bir yazar olarak yaşadıklarının izlerini kitapta bizzat Usta’nın yaşadıklarında ve edebiyat çevrelerine, sansür kurullarına dair yaptığı eleştirilerde görmek mümkün. Bu anlamda, kitaptaki yazar kahramanın (Usta) prototipinin Bulgakov’un kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Usta gibi Bulgakov da bir yazar olarak çok zor günler geçirmiş. Eserde, eleştirmen Lavroviç’in bir gazete makalesinde “Pilatizme darbe vurmayı” teklif etmesi gibi, Bulgakov da zamanında kendisi ile ilgili bir yazı başlığında “Bulgakovizmi Yok Edeceğiz” ibaresi ile karşı karşıya kalmış.

Romanın diğer kahramanı olan Margarita ise, yazarın üçüncü eşi olan Elena Sergeyevna Shilovskaya’dır. Bir tuğgeneralin eşi olan Shilovskaya da tıpkı Margarita gibi, herkesin gıpta ettiği ve mutlu olarak tanımladığı evliliğini geride bırakarak, Bulgakov ile beraber olmuş. Üstelik, onun önceki evliliğinden iki de oğlu varmış. Bulgakov’un ölümünden sonra Usta ve Margarita ile Beyaz Muhafız kitaplarının tam metin olarak edebiyatseverlere ulaşması Shilovskaya’nın inançlı çabaları sayesinde gerçekleşmiş.

Bulgakov üçüncü eşi Elena Sergeyevna Shilovskaya ile birlikte
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Kitapta, Usta ile ilk karşılaşmamız on üçüncü bölümde oluyor ve kendisinin aşağı yukarı 38 yaşında olduğu belirtiliyor. Bu aynı zamanda, Bulgakov’un kitabı yazmaya başladığı 1929 yılındaki yaşı. Yazar, 1930 yılında yazdıklarını yakmış. Bu noktada, Bulgakov ile hem hayranı olduğu yazar Nikolay Gogol (1809-1852) hem de kitabının kahramanı olan Usta arasında bir benzerlik bulunuyor. Bilindiği gibi, Gogol Ölü Canlar kitabının ikinci bölümünü yakmıştı. Bulgakov’un ilk taslağını yaktığı kitabının kahramanı Usta da, Pilate üzerine yazdığı kitabını yakıyor. Bulgakov, 1931 yılında kitabını yeniden yazmaya başlamış. 1936 yılında metni bitirmesine rağmen, dört farklı versiyon daha yazmış ve kitabına son şeklini ancak ölümünden dört hafta önce verebilmiş.

Bulgakov’un, Usta ve Margarita kitabını yazarken Goethe’nin Faust isimli eserinden etkilendiği ve kitabında bu eserle ilgili pek çok gönderme olduğu biliniyor. Zaten kitabın hemen başında, Goethe’nin eserinden, Faust’un şeytan Mefisto’ya, “Söyle, sonuç olarak sen kimsin?” sorusu ile ve Mefisto’nun yanıtı ile karşılaşıyoruz. Mefisto, “Benim hizmet ettiğim güç, sonsuza dek kötülüğü isteyen ama sonsuza dek iyilik yapandır” oluyor. Şeytan Moskova’ya gelmiş ve pek çok kötülük yapmıştır. Öte yandan, düzenin iki yüzlülüğünü, avantacılarını, insanların haris duygularını açığa çıkararak da iyilik yapmıştır aynı zamanda.

Mikhail Bulgakov
Kaynak: https://beautifulrus.com

Usta ve Margarita kitabındaki Goethe’nin Faust eserine göndermeler bununla da sınırlı değil. Bu konuda yapılan incelemelerde, Woland isminin Almanca’daki Voland’a karşılık geldiği ve Faust’ta da geçtiği belirtiliyor. Usta ve Margarita’nın on yedinci bölümünde, Vasily Stepanoviç kendisini sorguya çeken müfettişlere bir önceki gece sahneye çıkan sanatçının adının Woland ya da Foland olabileceğini söyler. (Almanca’da Voland ismi Foland olarak okunur). Margarita isminin kısaltılmış halinin Gretchen olduğu ve bunun da Goethe’nin eserinde Faust’un kandırdığı kız olduğu da dikkat çekilen noktalardan bir diğeri. Yirmi üçüncü bölümde, Margarita üstünde bir kaniş resmi olan bir kolye takmak zorundadır. Ayağını koyduğu yastığın üstünde de bir kaniş şekli vardır. Faust’ta da şeytan Mefisto, Faust’a bir kaniş köpek olarak görünür. Kitapta, Goethe’nin Faust’u ile dolaylı bir ilişki de tramvay raylarına ayağı kayarak düşen ve kafası kopan Mikhail Alexandrovich Berlioz üzerinden var. Bu karakterin adaşı, Fransız besteci Hector Berlioz’un (1803-1869) eserleri arasında, 1846 yılında bestelediği Faust’un Lanetlenmesi isimli bir opera eseri bunuyor.

Kanımca, Usta ve Margarita’daki iki ifade belki de kitabı okuduktan yıllar sonra bile insanın unutmayacağı nitelikteler. Bunların ilki, “Müsveddeler Yanmaz” cümlesi. Bunalım geçiren Usta, tıpkı Bulgakov’un kendisi gibi, el yazısı müsveddelerini ateşe atar. Ancak, kitabın sonunda Woland bu cümleyi söyleyerek eseri kendisine iade eder. Gerçek hayattaki Bulgakov’un durumunda ise, onun kitabı yeniden yazmaya koyulması sonucu, eser geri kazanılmış olur. Ne yazık ki, aynı şey Bulgakov’un ustalarından saydığı Gogol’ün Ölü Canlar kitabı için söz konusu olamamıştır. O nedenle, günümüzde biz Gogol’ün bu müthiş eserinin ancak bir bölümünü okuyabiliyoruz.

Akıllarda yer edecek ikinci cümle, kitapta birkaç kere karşımıza çıkan, “Korkaklık, en büyük kusurdur” ifadesi. Buna göre, Yahudi baskısına karşı gelemeyerek İsa’yı idam ettiren Pontius Pilate, Yazarlar Birliği’nin karşısında ezilen Usta ve Stalin yönetimine boyun eğdiği için kendisini hiçbir zaman affetmeyen Bulgakov korkak ve kusurludurlar…

Tıpkı Goethe’nin eseri gibi, Bulgakov’un Usta ve Margarita kitabı da çeşitli sanat dallarındaki eserlere esin kaynağı olmuş. Tiyatro, opera, bale, film, çizgi film dallarının yanında, klasik müzikten çağdaş müziğe, pop’tan rock’a kadar her dalda etkisini göstermiş. Örneğin Mick Jagger, 1968 yılında çıkan Beggars Banquet albümünde yer alan ve Keith Richards ile birlikte yazdıkları Sympathy for the Devil şarkısının esin kaynağının Usta ve Margarita olduğunu kendisi ile yapılan söyleşilerde belirtmiş. O zamanlar kız arkadaşı olan Marianne Faithfull da bu bilgiyi doğrulamış.

1973 yılında Almanya’da yayınlanan
Sympathy For The Devil 45’liğinin kapağı

Usta ve Margarita kitabını okurken klavuz olarak kullanılabilecek, İngilizce ve Türkçe, birçok kaynak var. Bunlar, özel web sitelerinden doktora tezlerine kadar geniş bir yelpazeyi oluşturuyorlar. Benim bu yazıyı hazırlamak için kullandıklarımın dışında, çok daha ayrıntılı ve zengin kaynaklara ulaşabilirsiniz. İşin sonunda, her edebi eser için olduğu gibi, Usta ve Margarita’dan sizin çıkarsayacaklarınızı da, sizin kişisel bilgi birikiminiz, dünya görüşünüz ve okuma zevkiniz belirleyecektir. Bana göre her okuma, kişisel bir serüvendir aynı zamanda. Sizinkinin de, benimki kadar heyecan dolu ve keyifli olmasını dilerim…

Bir Kitabın Hatırlattıkları…

İngilizce yazdığım, İstanbul’a dair  www.mybeautifulistanbul.com blogunu başlatmak bir hayli vaktimi alınca, buraya yazmam aksadı. Bundan sonra, iki blogu belli bir tempoda yürütmeye çalışacağım.

Çevremden önerilen kitapları okumak konusunda oldukça ağırdan alan bir yapım vardır. Bu, öneren kişilerin zevklerine güvenmediğimden değildir. Çocukluğumdan beri, kendi kafamda oluşturduğum bir kitap listesi vardır. Bir kitabın bende uyandırdığı bir merak ya da sadece bir his, daha sonra hangi kitaplara yöneleceğimi büyük ölçüde belirler. Bazen de gittiğim bir yer ya da içinde bulunduğumuz mevsim seçimlerimi etkiler. Örneğin, Rus klasiklerini sonbahar ve kış aylarında, Latin Amerika edebiyatını yaz aylarında okumaktan hoşlanırım. Arada tabii ki, bir şekilde bana önerilmiş veya yeni çıkmış bir kitabın cazibesine kapıldığım da olur. Geçtiğimiz aylarda yakın bir arkadaşımın önerdiği bir kitap da bu şekilde aradan sıyrıldı ve Ömer F. Oyal’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Zaman Lekeleri’ni okudum.

Zaman Lekeleri, bir tren vagonunun ağzından anlatılan ve okuyucuyu 1900’lerin başındaki Osmanlı İmparatorluğu dönemi ile 1943 yılının Türkiye Cumhuriyeti arasında götürüp getiren bir roman. Yazarın bugüne kadar iki kitabını okudum. Her ikisinde de iki zaman dilimi arasında ustalıkla gidip geliyordu. Bu tekniği bu kez bir tren vagonu aracılığıyla kullanması çok hoşuma gitti. Kullanımda olduğu süre boyunca fonda yaşanan siyasal ve sosyal gelişmelere, tarihi olaylara paralel olarak değişen insan ilişkilerini ve insanlık hallerini bundan daha iyi anlatacak bir mekan olamazdı bence.

Çukurova Ekspresinin bir parçası olan 11 numaralı vagon, 25 Temmuz 1943 günü Adana-İstanbul seferi için yola çıkar. Vagonun değişik kompartımanlarında farklı sosyal sınıflardan, mesleklerden, farklı yaşlarda insanlar vardır. Çocuklar, yaşlılar, yasak aşk veya namus meselesi yüzünden kaçanlar, kovalayanlar, müzisyenler, askerler, memurlar, jandarma eşliğinde nakledilen bir mahkum, Cumhuriyet rejimine yirmi yıldan beri ayak uyduramamışlar, bu yeni idarenin sağladığı haklarla kazandığı özgüveni sergilemekten çekinmeyen eğitimli kadınlar ve onların yanında hala feodal baskının pençesindeki kadınlar… Hepsi, iki gün için bu vagonun misafirleri…

Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılan Sirkeci Garı (1890)

11 numaralı vagonun anavatanı bu topraklar değildir aslında. O, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Almanya’da yapılmış ve çok sevdiği ormanları ardında bırakarak, Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’a getirilmiştir. Kadife kaplı koltukları, pırıl pırıl cilalanmış ahşap işleri ve üstlerinde hem Latin alfabesiyle yabancı dilde hem de Arap harfleriyle Türkçe yazılı pirinç uyarı levhaları ve koltuk numaraları olan şık bir vagondur. Hiçbir zaman tam olarak tamamlanamamış olan İstanbul-Bağdat demiryolu hattında, 1900’lerin başında göreve başlamış ve koca bir İmparatorluğun önce geçirdiği savaşlara, sonrasında yıkılmasına ve yeni bir devletin kurulmasına tanıklık etmiştir. Zaman geçip devran döndükçe, kendi görüntüsü kadar, taşıdığı insanların da görüntüsü ve giyim kuşamı değişmiştir. Eskimiş, yıpranmış, her tarafından sesler gelir olmuştur…

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı
Yasaklar…
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Osmanlı döneminde demiryolu inşaatları önemli bir atılım yapma  ve çağı yakalama çabasının işaretleri. Ne var ki, sermaye kaynağının eksikliği nedeniyle, demiryolu yapımlarının ülkeye maliyeti parasal borçlanmanın dışında da çok ağır olmuş. Osmanlı topraklarındaki ilk demiryolunun yapımına 1851 yılında İskenderiye-Kahire hattı ile başlanmış. Anadolu’da ise ilk demiryolu hattı, 1860’da hizmete açılan İzmir-Aydın demiryolu olmuş. Her ikisini de İngilizler yapmışlar.

Paris’ten İstanbul’a ilk seferine 4 Ekim 1883 günü çıkan ve ‘Yürüyen Saray’ olarak da anılan Orient Ekspres’in gümüş yemek ve çay takımları. Tren, 3186 kilometreyi 80 saatte katetmiş
19. ve 20. yüzyılda yemekli vagonlarda kullanılan porselen ve gümüş servis takımları
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Zaman Lekeleri’ni okurken, aklıma yıllar önce okuduğum bir başka kitap geldi. Orhan Kurmuş’un Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi kitabı, içerdiği istatistiksel ve tarihi bilgilerin yanında, en çok İzmir-Aydın demiryolunun yapımı ile ilgili verdiği bilgilerle zihnimde yer etmiş. O zamanlar İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi olan Lord  Stratford’un Alsancak tren istasyonunun temel atma töreninde (16 Kasım 1858) yaptığı konuşmada belirttiği gibi, İzmir-Aydın demiryolu hattının İngiliz sanayi ürünlerinin ve sermayesinin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracağı belliymiş. Bu, İngilizler açısından tahmin edilebilecek bir fayda. Beni asıl hayrete düşüren, verilen diğer imtiyazlar olmuştu. Anlaşmaya göre, demiryolunun yapılması, işletilmesi ve yenilenmesi için gerekli tüm mallar gümrük vergisi ödemeden Türkiye’ye sokuluyordu. Ayrıca, demiryolunun inşaatı sırasında İngiliz şirket Osmanlı Devletine ait olan toprakları, madenleri ve ormanları bedava kullanabiliyordu. Demiryolu kullanıma açıldıktan sonra, şirket hattın 45 kilometre çevresinde bulunan madenleri az bir vergi ödeyerek işletme hakkına da sahipti. Bunu okuyunca ilk aklıma gelen, böylesi bir hakkın, o bölgede bulunan arkeolojik eserlerin yurtdışına götürülmesini de ne kadar kolaylaştıracağı olmuştu. Yurtdışında, Londra’daki British Museum ve Berlin’deki Pergamon (Bergama) Museum gibi müzelerde gördüğümüz Anadolu’dan götürülmüş (ya da kaçırılmış)  arkeoloji şaheserlerinin açıklayıcı tabelalarında yazılı olan “Osmanlı Padişahının izniyle getirilmiştir” ibareleri, verilmiş bu ve benzeri imtiyazlara dayandırılıyor olsa gerek.

Osmanlı Hükümeti şirketin yönetimine hiçbir şekilde karışmamayı taahhüt ettiği gibi, rakip bir şirket kurulmasına da izin vermeyecekti. Anlaşmada bir de, günümüzde Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi köprülerini inşa eden ve işleten şirketlerle yapılan anlaşmaları anımsatan maddeler bulunuyormuş. Buna göre, Osmanlı Hükümeti demiryolunun ilk kısmı devreye girdikten sonra  elli yıl süre ile her yıl, şirket sermayesinin %6’sı oranında bir karı garanti ediyor ve kar bu oranın altına düşerse üstünü tamamlamayı yükleniyordu.

Şark Demiryollarına ait projeler, haritalar ve vaziyet planları (1888-1900)
TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Yapımına, Sultan II. Abdülhamit’in iradesi ile, 1888 yılında başlanan Anadolu-Bağdat demiryolu hattı için de, bu kez Almanlara çok benzer imtiyazlar tanınmış. Anadolu’yu Irak’a bağlarken hem bölgenin ekonomik ve ticari gelişimini hızlandırmak hem de bölgede asayişi sağlamak hedeflenmiş. Bir yandan da, zaman içinde Berlin’den Irak’a kadar bir koridor oluşturmak fikri, Almanlara stratejik açıdan çok cazip gelmiş. Ancak, Bağdat’tan sonra Basra’ya da uzanması düşünülen bu hat hiç bir zaman tamamlanamamış. 1888-1895 yılları arasında İzmit-Ankara-Konya hattı bitirilmiş. Irak’ta ise, Bağdat-Samarra hattı döşenmiş ama Anadolu ağı ile birleştirilememiş. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile, Anadolu’daki hat 1918 yılında ancak Mardin Nusaybin’e kadar gelebilmiş. Nusaybin’den İstanbul’a giden ilk ve son tren, 9 Ekim 1918 günü, Bağdat demiryolunda çalışan Almanları, ailelerini ve Alman askeri yetkililerini bölgeden kaçırmak için kullanılmış.

Bağdat demiryolu ile taşınan Alman askerleri (1918)
Kaynak: dunyabulteni.net

Kitapta, yukarda özetlediğim tarihsel gelişmelere olay örgüsü içinde çok güzel bir şekilde değiniliyor. 11 numaralı vagonun, 1943 yılının Temmuz ayında yapılan iki günlük Adana-İstanbul yolculuğu sırasında yaşananların arasına serpiştirdiği kişisel tarihi, bize Anadolu-Bağdat demiryolu hattının da başlangıcını ve sonunu anlatıyor.

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Zaman Lekeleri, her okuyanın üstünde aynı etkiyi yaratır mı, bilemiyorum. Bende, çeşitli zamanlarda yaptığım tren seyahatlerinin anılarını canlandırdı. Değişen zaman ile birlikte, sadece trenlerin hızlanıp modernleşmediğini, tüm tren kültürünün de artık eskisi gibi olmadığını ve olamayacağını düşündürdü…

Sirkeci Garı (1890)

Ondan önce trene binip binmediğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama, benim aklıma ilk gelen, dört beş yaşlarımdayken Selanik’ten Almanya’ya yaptığımız yolculuk. Kaç günde gittiğimizi, nerelerden geçip, nerelerde durduğumuzu hiç bilmiyorum. Yalnız, iç içe iki kompartımanımız olduğunu ve vagonun kuşetli olduğunu anımsıyorum. Annem ve babamın kompartımanının içinden geçilen ikinci bir kompartımanda ağabeyimle ben kalıyorduk. Aradaki sürgülü kapı açık tutulunca, oldukça geniş bir alan oluyordu. Gece olunca, oturma yerinin sırt tarafının yukarı kaldırılıp bir yerlerden çıkan genişçe kuşaklarla yan taraftaki kancalara tutturulduğunu ve böylelikle ranza şeklinde iki yatma yerinin ortaya çıktığını hayretle izlemiştim. Üst katta benim yatmam tabii ki söz konusu olmamıştı. Orası ağabeyimindi. Ama, ben de alt tarafın kuytuluğunu çok sevmiştim. Gündüzleri ise, ağabeyim kendine ayrı bir eğlence yaratmıştı. Kuşetlerin kuşaklarını bir şekilde birbirine ekleyerek, kendine bir salıncak yapmış, annem ile babamın, “Oğlum, yapma” demelerine aldırmadan sallanmayı sürdürmüştü…

Bizler, trenlerin bir zamanlar gerçek anlamda kara tren olduğunu bilen kuşaklarız. Şimdilerde lokomotifler ve vagonlar her renk olabiliyor. Hele kuzey ülkelerinde, kapalı havaların iç sıkıcılığını kırmak için olsa gerek, sarı ya da kırmızı, capcanlı renklerde trenler görmüştüm. Bence bir zamanlar trenlere kara tren denmesinin nedeni sadece lokomotif ve vagonların renkleri değil, bir de çıkardıkları duman, is ve kurumdan dolayı olsa, yeridir. O zamanlar trenleri harekete geçiren enerji kaynağı kömür olduğu için yolculuk sırasında vagonların içine kadar giren yoğun bir kurum serpintisi olurdu. Yine çocukken Doğu Anadolu’da Aşkale ve Erzincan’a yaptığım birkaç yolculukta oturduğumuz deri koltukların ve pencere içlerinin simsiyah olduğunu anımsıyorum. Bir de tren tünele girdiği zaman tesadüfen pencere açık kalmışsa, yandınız! Bu kirlenme o kadar yoğun olurdu ki, annem aylar öncesinden, bütün bir yolculuk sırasında giyebileceğim daha eskice kıyafetleri düşünür ve saklardı. Ankara tren garına bizi uğurlamaya gelen akrabalara el sallayıp, tren iyice uzaklaştıktan sonra üstümüzü değiştirir, neredeyse 24 saat süren yolculuğun sonunda o yol kıyafetlerini çıkarıp atar ve gideceğimiz yere yine düzgün giysilerimizle inerdik.

Eskiden, belki günümüzdeki kadar çok yolculuk yapılmadığından, insanların birbirini mutlaka yolcu etme ve karşılama adetleri vardı. Örneğin çocukluğumda, yukarda bahsettiğim Doğu yolculuklarına giderken, babaannem ve dedemin, amcamın, yengemin ve kuzenimin bizi uğurlamak için Ankara garına geldiklerini, dönüşte de karşıladıklarını hatırlıyorum.

1940’larda Ankara Merkez Garı
Kaynak: donanimhaber.com

Eski garın yetmeyen kapasitesi nedeniyle yapılıp, 1937 yılında hizmete açılan Ankara Merkez Garı o zamanlar bana çok büyük görünürdü. Önündeki mermer basamakları çıkınca, içerdeki yüksek tavanlı ve mermer kaplı salonun çok görkemli olduğunu düşünürdüm. Yan taraflarda bu salona bakan bilet gişeleri ve bekleme salonları vardı. Büyük salonun içinden geçip perona çıkınca heyecanım artardı. Zaten heyecandan çoğunlukla bir gece öncesinde doğru dürüst uyuyamamış olurdum. Peronda bekleyen yolcular, uğurlamaya gelenler ve rayların üstünde ileriye atılmak için sabırsızlanan dev, simsiyah bir hayvan gibi hırıldayan lokomotif ve peşi sıra vagonlar. Ara sıra lokomotiften çıkan yoğun buhar dumanı da, bir film karesi gibi hatırladığım bu sahnenin önemli bir parçası olurdu hep. Son anda alelacele yapılan sohbetler, uğurlamaya gelenlerin yolculuğa çıkacak olanlar için (çoğunlukla kendilerinin yapıp) getirdikleri yollukların verilmesi, “mutlaka yazın” ya da “varınca bir telgraf çekin” tembihleri…

Sonra… Lokomotifin acı düdüğüne karışan görevlilerin düdükleri… Sarılıp öpüşmeler. Vedalaşmalar. Etrafta göze çarpan acıklı ayrılma sahneleri. Giden oğluna ağlayan analar. Sevgilisi, nişanlısı veya eşi için gözyaşı dökenler. Görevlilerin, öttürdükleri düdüklerine ek olarak sözlü uyarılar yapması üzerine gelen, önceden mutlaka eşyaların yerleştirildiği, vagonlara binme vakti… Lokomotiften gelen son bir feryat daha ve trenin ağır ağır harekete geçmesi. Peronda trenin ardından el sallayanları artık göremez oluncaya kadar pencereden sallanan eller, mendiller… O arada tren de artık hızlanmaya başlamıştır. Artık derin bir nefes alınır, pencereler kapatılır ve herkes yerine oturur. Bir süre trenin tıkırtısı dinlenir. Vücut vagon tekerleklerinin rayların üzerinde çıkardığı monoton sese ve sallantının ritmine alıştıktan sonra insanlar yavaş yavaş dikkatlerini kompartımandaki diğer yolculara çevirirler. Birbirlerini tartarlar. İyi yolculuklar dilenir. Denk gelirse sohbet edilir.

Annem genelde insanlara karşı hep mesafeli bir insan olduğu için, eğer kompartımanda başkaları varsa, asla kimse ile öyle uzun boylu sohbetlere girmezdi. Samimi olmaya çalışanlara karşı da kendine göre yöntemleri vardı. Yemek zamanı gelip yolluklar açılmaya başlandığı zaman kendisi bizimkilerden ikram eder ama, ısrarlara başarı ile karşı koyup, bize ikram edilenleri bir şekilde geri çevirirdi. Öyle sanıyorum ki, bu da mesafeyi koruma yöntemlerinden biriydi.

Özellikle Doğu Ekspresinde yemek vagonu, daha çok erkeklerin içki içmek için uzun saatler vakit geçirdikleri, kesif sigara dumanı olan bir yerdi. Zamanın Türkiye’sinde her yerde ve her koşulda sigara içilirdi. Trenlerin yemek vagonları da bir istisna değildi tabii ki. Bu koşullar altında, yanınızdaki yolluklarla karnınızı kompartımanınızda doyurmak en akıllıca iş olurdu. Çocukken klasik yolluklardan kuru köfteye bayılırdım. Onun dışında, haşlanmış yumurta ve çeşit çeşit böreklerin, arada atıştırmalık poğaçaların tadına doyum olmazdı.

1970’li yıllarda bir kere de annemle tren ile Diyarbakır’a gitmiştik. Daha rahat olsun diye, biletleri bir kompartımanda sadece ikimiz olacak şekilde almıştık. Aradan geçen on yıl içinde Ankara’nın doğusuna giden trenlerde pek fazla bir değişiklik olmamış görünüyordu. Aynı is, pas ve kirlilik devam ediyordu. Trende, hırpani kılıklı ve uzun saçlı bir takım adamlar vardı. Koridorda gidip gelmelerinden ve bir ara bizim kompartımanın kapısını açıp, hiçbir şey demeden bakmalarından çok tedirgin olmuştuk. Gece yatarken kapının önüne bir bavul koyduğumuzu hatırlıyorum. Sabaha karşı bir takım gürültülerle uyandık ve camdan bakınca trenin, ıssız bir istasyonda durmuş olduğunu gördük. Bağrışmalara ve koşuşturmalara hiçbir anlam veremedik. Açıkçası, epeyce korktuk. Sonra, daha önce gördüğümüz o uzun saçlı adamların birkaç kişiyi zorla trenden indirmelerini izledik. İndirilenlerin elleri kelepçeli idi. Tren ağır ağır hareket etmeye başladı. Kompartımanları gezen kondüktörden, narkotik şubeden polislerin uyuşturucu kaçakçılarına operasyon yaptığını öğrendik.

Son yıllarda Doğu Ekspresi ile Kars’a gitmek adeta moda oldu. Nihai hedef Kars’ı görmek olsa da, ben bunun günümüzün modern ama biraz da yavan yaşamından nostaljik bir kaçış arayışı olduğunu düşünüyorum. Günün birinde ben de bu yolculuğu yapmak, belleğimde kalan görüntülerle günümüzdekileri karşılaştırmak isterim. Başta trenin kendisi olmak üzere, pek çok şey farklı olacaktır tabii ki. Trenin yol boyunca su ve kömür ikmali yapması gerekmeyeceği gibi, içinden geçilen şehirler, istasyonlar, inip binen insanlar da aynı olmayacaktır. Erzincan’a varmadan önce Divriği’de, yandaki demiryolu hattında yola çıkmayı bekleyen üstü açık katarların içinde, kırmızımsı renkteki demir cevherlerini görmek mümkün müdür hala? Ya, dağ başlarında trenin yolunu gözleyen ve trenden atılan gazeteleri kapmak için bekleyen köy çocukları? Hiç sanmıyorum. Trenleri ancak eğlence olsun diye bekliyorlardır. Dünyadan haberdar olmak için artık trenden atılan gazetelere ihtiyaçları yok onların…

TCDD Demiryolu Müzesi, Sirkeci Garı

Tarihte Adı Geçmeyenler

“Çoğu tarih kitabı, büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların kahramanlıklarına, azizlerin hayırseverliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların oluşumu ve çözülüşü, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü, yeni teknolojilerin keşfi ve yayılması hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Ancak, tüm bunların bireylerin mutluluklarını ve acılarını nasıl etkiledikleri konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur. Tarih anlayışımızdaki en büyük boşluk budur. Bunu doldurmaya başlasak iyi olur.” Böyle söylüyor Harari, Sapiens kitabının sonuna doğru. (Sapiens, Yuval Noah Harari, s. 444). Gerçekten de, gerek aldığımız örgün eğitim sırasında, gerekse, (eğer meraklısı isek) tarih üstüne yaptığımız kişisel okumalarımızda, büyük tarihsel olayların içinde oradan oraya savrulan, etkilenen bireyler hiç aklımıza gelmez. Büyük devrimler, savaşlar sırasında insanlar günlük hayatlarında nelerle mücadele etmişler, neler yaşamışlar? Bunun üzerine çok fazla kafa yormayız.

Avrupa’da eğitim görmüş kimi tarihçiler, 30-40 yıl önce başlattıkları bir akım ile Harari’nin sözünü ettiği bu boşluğu doldurmayı hedeflemişler. Mikrotarih diye adlandırdıkları bu yaklaşımı kullanan tarihçiler, ekonomik faktörler yerine sosyal faktörlere odaklanmaya başlayınca, kimi politik olayların ve toplumsal gerçeklerin sadece “Makrotarih” bakış açısı ile yeteri kadar açıklanamadığını fark etmişler. Özetle, “klasik tarih” yaklaşımının toplumu ve kültürü oluşturan bireylerin deneyimlerini yansıtamadığı ve bu nedenle eksik olduğu sonucuna varmışlar. Buradan hareketle, insanları bir grup olarak değil, birer birey olarak ele almak gerektiğini vurgulamışlar.

Konunun uzmanı olmadığım için, bu konuda tarihçiler arasında yapılan tartışmalara taraf olmak gibi bir durumum söz konusu değil. Ancak ben de, önemli tarihsel olayların sosyolojik ve kültürel etkilerini anlayabilmek için, tarihin belli dönemleri ile ilgili “küçük ölçekte”, bireye odaklanan kaynakların olayları daha iyi kavramamızı sağladığına inanıyorum. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’imizin ilk yılları ile ilgili okuduğum biyografiler, anılar ve kimi biyografik romanlar, bu dönemlerle ilgili temel bilgilerimin daha gerçekçi olmasını, kafamda oturmasını sağlamıştır. Tarih kitaplarında, bazen şatafatlı anlatımlarla geçiştirilen süreçlerin insanların yaşamlarında ne gibi yokluk, zorluk ve bunalımlara yol açtığını öğrenmek aslında, kazanılan zaferlerin ve başarıların değerini artırmıştır gözümde. Bu yaz okuduğum, İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” kitabı da bu bağlamda çok değerli ve iyi bir kitap kanımca.

Bir Türk Ailesinin Öyküsü” uzun zamandır varlığından haberdar olduğum, hatta yıllar önce aldığım bir kitaptı. Bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Orijinal olarak İngilizce yazılmış ve daha sonra Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, 1950 yılında önce İngiltere’de, sonra Amerika’da piyasaya çıktığı zaman çok beğenilmiş ve olumlu eleştiriler almış. Örneğin, New York Herald Tribune gazetesi kitabı, “1950 yılının en başarılı kitaplarından biri” olarak tanımlamış. Türkçeye 1994 yılında çevrilmiş. Benim elimdeki, 1999 yılı basımı. Sonraki yıllarda da yeniden basımları yapılmış ve halen kitapçılarda bulmak mümkün. Ayrıca, kitabın İngilizcesi (Portrait of a Turkish Family) Amazon’da hem kağıt, hem de Kindle ortamında var.

1908 yılı doğumlu olan İrfan Orga kitabında, ailesinin ve kendisinin Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgal yılları ve Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşadıklarını anlatıyor. Yirminci yüzyılın başında, çok varlıklı bir ailede dünyaya gelip, Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı sırasında hem amcasını, hem babasını kaybedişini, sonrasında yaşanan yokluk ve açlık dönemlerini, hepsi yarım kalan Mahalle okulu, Fransız ve Alman okulları derken, Kuleli’ye girişini ve pilot oluşunu… Yazarın piyanist, müzik eleştirmeni, yazar ve yapımcı oğlu Ateş Orga’nın kitabın sonundaki notundan, İrfan Orga’nın daha sonra, İngiliz olan eşi ile evlendiği için Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığını ve sürgün yaşadığı İngiltere’de, vatan hasreti içinde öldüğünü öğreniyoruz.

İrfan Orga, ailesinin öyküsünü 1914 yılının Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki döneminden itibaren anlatmaya başlıyor. Sultan Ahmet Camii’nin arka tarafında, denizi gören, kocaman bir bahçenin içinde, yeşil panjurlu, beyaz bir köşkte, dadı, kalfa, aşçı ve özel arabacı ile yaşanan, refah içinde, mutlu bir hayat… O zamanlar sessiz ve yeşillikler içinde olan bu bölgede, denizin şıpırtısı ve kuş seslerinin verdiği huzur ve mutluluk duygusunu yazar tüm ömrü boyunca özlemle anıyor.

Savaş öncesi dönemde geçen hamam sefası ve sünnet gibi olaylarla ile ilgili bölümler, Sarıyer’deki tatil ve ev yaşantısı anlatımları, hem o dönemde belli bir sosyal sınıfta yer alan ailenin yaşantısını, hem de İstanbul’un şehir olarak, yüz senede nereden nereye geldiğini anlamamızı sağlıyor. Dini vecibelerin yerine getirildiği ama, bayramlarda likör ikram edilen bir ortam. Sokağa çıkarken ferace giyip, peçe takan, öte yandan evin erkekleri ile şarap ve konyak içen büyükanne ve anne… Yeşillikler içinde, masmavi suları ile Marmara Denizi ve Boğaz… Müthiş çiçek tarhları ve bahçeleri ile Sarıyer köşkleri ve tepelerdeki çiftlikler…

Kitap benim için, Birinci Dünya Savaşı, daha sonraki işgal dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İstanbul ile ilgili, ana akım tarih kitaplarımızdan öğrenmediğim ayrıntılar ve olaylarla doluydu. Örneğin, 1918’de İngiliz uçaklarının İstanbul’da Mahmutpaşa’yı bombalaması, işgal sırasında koca mahallelerin casuslar tarafından kundaklanarak ateşe verilmesi ve bunun sonucunda, Orga ailesine olduğu gibi, pek çok varlıklı ailenin peş parasız sokakta kalmaları. Daha sonra, 1925 yılında çıkan şapka kanununa İstanbul’da bile, belli semtlerde direnç gösterilmesi. Açıkçası, bombalama ve yangınlar konusunu hiç bilmiyordum. Şapka kanununa direncin ise sadece Anadolu’nun bazı şehirlerinde olduğu öğretilmişti bize.

Savaş ve işgal döneminde yaşanan korkunç açlık, insanların bir avuç mercimek, pirinç ve küflü ekmek için saatlerce kuyruklarda bekleyip, evlerine elleri boş dönmeleri, aç okul çocuklarının öğretmenleri tarafından yiyecek bulmak için kırlara götürülmeleri… Fenerbahçe’deki sakız ağaçlarında sakız, Fikirtepe’de kuzukulağı, Kalamış’ta bayır turpu bulunca bayram etmeleri. Öte yandan, içten içe yaşanan toplumsal değişimler… Örneğin, 1918 yılında İrfan Orga’nın annesinin peçe takmamaya başlaması yüzünden kayınvalidesi tarafından şiddetle eleştirilmekle kalmayıp (oysa kendisi şarap içmekte bir beis görmemektedir), oturdukları mahallede taşlanması. Tüm bunlar, bizim ancak kişisel tanıklıklardan, belge ve anılardan öğrenip, kavrayabileceğimiz gerçeklikler.

Kanımca, tarihte bir benzeri olmayan Kurtuluş Savaşı’mız ve Cumhuriyet’imizin kuruluş yılları sırasında yaşanan zorlukların, yapılan fedakarlıkların ve ödenen bedellerin bilinmesi elde edilen başarının büyüklüğünün daha çok anlaşılmasını sağlayacaktır. Toplumun bilinçlenerek, kazanımlara sahip çıkması ve geçmiş kuşaklara saygı duyması, hamasi nutuklar veya basma kalıp tarih bilgileri yerine, bu tür paylaşımlarla daha mümkün görünüyor bana. Çevremde, dedesi, büyükannesi, annesi, babası veya başka akrabaları bu dönemlerde yaşamış, bazısı önemli tarihi şahsiyetler olan insanlar var. Sıradan bir yurttaş olup, anılarını anlatmış ya da günlüklerine yazmış olanlar var. Bence bu bilgilerin, yakın çevreden başlayarak, mümkün olan en geniş paylaşımını yapmak önemli ve gerekli.

Aşağıda, babamın anılarından paylaştığım bölüm de Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili. Bu kısacık metin beni çok derinden etkiledi. Babam 1926 doğumlu idi. Alıntı yaptığım bu bölümü, babasının vefatı nedeniyle yazmış.

Rahmetli babam 23 Şubat 1898 tarihinde dünyaya gelmişti. Bu tarihi doğru olarak nasıl saptamıştı bilmiyorum. Fakat doğum gününe çok önem verir, her yıl 23 Şubatta bir tepsi baklava alır, o akşam eve gelen eş ve dostlarla beraber yenirdi.
————-
Babamın vefatına günlerce ve aylarca alışamadım. İçimde sanki bir yere gitmiş te dönecekmiş gibi bir duygu vardı. İçimde büyük bir boşluk hissediyordum. Deneyimleri ve bildikleri bizim için bir destekti. Çok iyi bir insandı, herkesin yardımına koşar, kimsenin kötü olmasını istemezdi. Bizleri de öyle yetiştirmişti. Herkesin birkaç kuruşluk menfaat için, birbirine düşman olduğu bir dünyada bu kadar iyi olmak bazılarınca belki bir zaaf olarak görülebilir, fakat gerçekte bir meziyet ve fazilettir.

Namuslu bir devlet memuru idi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş kuşağın mütevazi bir üyesi idi. Genç yaşta Kurtuluş Savaşı’na katılmış, yirmi dört yaşında on üç yerinden yara almış olmanın gururu ile İstiklal Madalyasını taşırdı. Cumhuriyeti kuran kuşağın ideallerine sahipti.

O’nun meziyet ve faziletini gösteren pek çok olaylar yaşadık. 1935 veya 1936 yıllarından birinde idi. Çorum’daydık. Bir pazar günü babam çalışmak için bankaya gidiyordu. Nevzat ile ikimiz de babama arkadaşlık ederek yolun yarısına kadar yürüdük. Yolun kenarında bir simitçi duruyordu. Nevzat ile ‘’Baba bize simit al’’ dedik. Babam ‘’oğlum bugün ayın sonu, yarın maaş alacağım cebimde o kadar para yok’’ dedi. O zaman bir simitin fiyatı iki buçuk kuruş idi. Biz biraz daha mızıldanınca, babam simitçiye ‘’oğlum simidi damga pulu ile verir misin?’’ dedi ve cebinden damga pullarını çıkardı. Simitçi ‘’amca ben damga pulunu ne yapayım, bana para lazım’’ dedi. Bu olayın anlamını uzun yıllar sonra daha çok takdir ettim. Ayın son günü cebinde bir simit parası bile bulunmayan babamız her zaman başı dik yürürdü. Her devlet memuru gibi ihtiyaç maddelerini bakkaldan, kasaptan, fırıncıdan veresiye alırdık. Ayın ilk günü maaşı alır almaz babamız ilk iş olarak borçlarını dağıtırdı. Bir devlet memuruna yakışır şekilde giyinirdi. Rahmetli annemiz onu kolasız gömlek ve ütüsüz elbise ile gezdirmezdi. Kendisi de arkadaşları da kendilerini devlete adamış örnek devlet memurları idiler. Hepsine Allah rahmet etsin.

Babam, annesi, babası ve kardeşleri ile birlikte (1935-1936)