Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (4): Sintra

Portekiz’de kalacağımız süre içerisinde en yorucu olacağını tahmin ettiğimiz gün, mecburen en sonuncusu oldu. Görmek istediğimiz müzelerin kapalı oldukları günler, akşam programlarımız ve benzeri nedenlerle, Sintra’ya gidişimizi İstanbul’a dönmeden bir gün öncesine koymuştuk. Üstelik, bir gece öncesinde de evlenme yıldönümümüzü kutlamak için fado dinlemeye gideceğimiz Café Luso’dan geç döneceğimizi de biliyorduk. Ama başka çare yoktu.

Lizbon’un merkezinden yaklaşık 30-35 kilometre uzaklıktaki Sintra, Lizbon’a ya da Portekiz’e yolculuk yapan hemen hemen herkesin gittiği bir yer. Kimi renk renk ve eklektik, kimi gotik ve eksantrik sarayların fotoğraflarına sosyal medya paylaşımlarında sık sık rastlarsınız. Ekim ortasında bile turistlerle dolup taşıyordu. Yazın nasıl olduğunu hayal bile edemiyorum.

Lizbon gezimizi önceden planlarken beni en çok uğraştıran ve vaktimi alan kısmın Sintra olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta şu karara vardım. Gidenlerin çoğu ya her şeyin sizin için planlandığı turlarla gidiyor ya da bizim gibi kendi gitse bile, sarayların pek azının (belki de hiçbirinin) içini geziyor. Sintra konusunda kritik konular hem oraya olan ulaşımı hem de Sintra’nın içinde değişik ören yerleri arasındaki ulaşımı planlamak. Saraylara girişler genel olarak randevulu bilet ile. Yani belli bir saatte kapıda olamazsanız, biletiniz yanıyor. İçeri giremiyorsunuz. Bu arada, önceden biletleri alırken, hem Sintra merkezden gezmeyi seçtiğiniz ilk yere olan hem de diğer yerler arasındaki ulaşım süresini ve otobüsün zamanında gelip gelmeyeceği konusunu da dikkate almak şart. Bu konuda navigasyonun gösterdiği yürüyüş sürelerine aldanmamanızı özellikle belirtmek isterim. 15-20 dakikalık yürüyüş olarak belirtilen rotalar dik yokuşları ve döne döne kıvrılan yolları kapsıyor. Özellikle sıcakta hiç hoş olmayabilir.

Lizbon’da Rossio Tren İstasyonu

Lizbon’dan Sintra’ya gitmek için önce araba kiralamayı düşünsek de, birkaç kitap ve bloga baktıktan sonra, tren ile gitmenin daha iyi olacağına karar verdim. Genel olarak, virajlı yolun dışında, yaz aylarında zaman zaman görülen yoğun trafik araba ile gidişleri caydırıcı en çok sözü edilen nokta. Lizbon’dan Sintra trenine Rossio İstasyonu’ndan binebilirsiniz. Bu tarihi tren istasyonundan Portekiz serisindeki ilk yazımda ayrıntılı olarak söz etmiştim. Gün boyunca Lizbon ve Sintra arasında karşılıklı seferler var. Biz önce, sabah 09:11 trenine binmeyi düşünmüştük ama sonra, baktık ki yetişiyoruz, bir önceki 08:41 trenine binmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız. Erken saatteki o tren bile doluydu. Trene binmeden önce istasyonun girişindeki Starbucks’da kahvaltı yapalım demiştik. Bol vaktimiz var gibiyken, inanılmaz yavaş servis yüzünden trene neredeyse ucu ucuna yetiştik. Her şey boğazımıza dizildi. Üstelik yiyeceklerin kalitesi de berbattı.

Trenle Lizbon’dan Sintra’ya gitmek yaklaşık 40 dakika sürüyor. Yanlış hatırlamıyorsam, yolda birkaç durakta duruyor. Bu arada, yol üzerinde bazı iç kapayıcı ve zevksiz bölgelerden de geçiliyor. Sosyal konut tarzı zevksiz yapılar, çirkin duvar yazıları ve resimlerle dolu duvarlar… Tren yolculuğundan aklımda kalan bir şey, Portekiz’de bulunduğumuz o birkaç gün sırasında ilk olarak bir iki tane güzel sayılabilecek Portekizli kızı görmüş olmamız oldu. Hiç kimseyi, hiçbir zaman görünüşlerine göre yargılamam ya da değerlendirmem. Beni tanıyanlar bilirler. Ancak, Portekizlileri ırk olarak güzel bulduğumu söyleyemeyeceğim. Konu sadece güzellik de değil.  Bir sağlıklı görünme, belli bir alım ve bir duruş hali sözünü ettiğim. Doğrusu, şöyle genel olarak bakınca, Portekizlilerde bu özelliklerin hiçbirini göremedim.

Sintra Sıradağları’nın kuzey yamacında kurulmuş olan Sintra, iklimi nedeniyle Portekiz krallarının gözde bir yazlık yerleşim yeri olmuş. Sıcak yaz aylarında krallar ve asiller burada yaptırdıkları yazlık saraylara çekilerek, Lizbon’un kavurucu sıcağından kaçmayı tercih etmişler. Portekiz’in batısında, Sintra’dan Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki Cabo da Roca’ya (Roca Burnu), 16 kilometre boyunca uzanan Sintra Sıradağları, zengin bitki örtüsü ve barındırdığı yabani hayvan çeşitliliği ile sadece turist ya da tarihi eser görme meraklılarının değil, doğaseverlerin de gitmekten hoşlandıkları bir bölge. Dağların en yüksek noktası (529 metre), Sintra yerleşim yerinin yakınlarında.

Sintra, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ve özellikle 19. yüzyıl boyunca Romantizm akımının simge yerlerinden birisi olarak sivrilmişse de, aslında tarihi çok eskilere giden bir yer. Paleolitik ve Neolitik çağlardan beri yerleşim olduğu tespit edilen bölge daha sonra Kelt, Roma ve Arap işgalleri yaşamış. Kral Alfonso Henriques’nin Arapları yenmesi üzerine Sintra Portekiz Krallığı’nın bir parçası olmuş. 1755 yılında yaşanan büyük depremden etkilenmeyince, 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyıl boyunca bölge altın çağını yaşamış. Ünlü yabancı gezgin ve edebiyatçılar egzotik buldukları bölgenin hayranı olmuşlar. Kimisi eserlerinde Sintra’dan esinlenmişler. Bu kişilerin arasında en tanınmışı Lord Byron.

Palácio Nacional da Pena

Bu arada, Portekiz aristokrasisi de bölgede yazlık saraylar ve köşkler yaptırmaya başlamışlar. Söz konusu saray yaptırma merakının doruk noktası hiç şüphesiz ünlü Palácio Nacional da Pena (Pena Sarayı) olmuş. Bu saray, çevresindeki park ile birlikte Sintra’nın en çok ziyaret edilen tarihi yeri. Söylendiğine göre sadece bahar ve yaz aylarında değil, tüm yıl boyunca ziyaretçileri ağırlıyor. Belki çetin kış aylarında o kadar kalabalık olmasa da, ekim ayında sarayın içinde adım adım ilerleyebildikten sonra, yılın büyük bir bölümünde belirtildiği gibi olduğuna inanabiliyorum.

Sintra‘nın tarihi merkezinden bir kesit

Sintra, 1995 yılında bir yerleşim yeri olarak tümüyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Yukarıda belirttiğim gibi, gezilebilecek çok yer var. Ancak, bunların hepsini bir güne sığdırmak mümkün değil. İster istemez bir seçim yapmak zorundasınız. Sintra istasyonunda inince, hemen karşıdan kalkan 434 (veya biraz farklı bir rota izleyen 435) numaralı otobüsle çoğunlukla gezilen bütün yerlere gitmeniz mümkün. Aldığınız bilet 24 saat geçerli. Biz kolaylıkla bilet alıp, 434 numaralı otobüse bindik. Anladığım kadarı ile, bahar ve yaz aylarında bilet almak, ardından kuyruğa girip otobüse binebilmek büyük sorun olabiliyormuş. Ayrıca, otobüslerin ring seferi yaptıkları yollar aşırı trafikten tıkandığı için randevulu giriş biletleri olanlar bazı saraylara giriş saatlerini kaçırabiliyorlarmış.

Sintra tren istasyonunun önünden bineceğiniz otobüslerle gidebileceğiniz yerler: Sintra tarihi merkezi, Sintra Ulusal Sarayı, Regaleira Sarayı, Seteais Sarayı, Monserrate Sarayı, Pena Sarayı, Arap Kalesi ve Biesten Sarayı. Ayrıca yakınlarda bir Kapuçin Manastırı ve başka saraylar ile köşkler de var. Kendini bölgenin doğasına bırakan, mantar, meşe ve çam ağaçlarının arasındaki yürüyüş yollarını keşfe çıkanlar ya da Okyanus kıyısındaki Roca Burnu’na gidenler de oluyor. Ancak, eğer Sintra’da kalmıyorsanız, tüm bunları bir günde yapmanız çok zor. Çoğu ziyaretçi için tipik bir Sintra gezisi iki yeri, Pena ve Regaleira saraylarını içeriyor. Biz, biraz zorlanarak da olsa ve ulaşım yoğunluğu izin verdiği için üç yeri gezmeyi başardık ama, epeyce yorucu oldu.

Castelo dos Mouros (Arap Kalesi)

Otobüs önce Arap Kalesi’nde (Castelo dos Mouros) durdu. Biz kaleye uzaktan ve ağaçların arasından bakmakla yetindik çünkü aksi takdirde Pena Sarayı’ndaki giriş için saat 11:30 randevumuza yetişmemiz mümkün olmayacaktı. Kale, 10. yüzyılda Araplar tarafından yapılmış. 1147 yılında Alfonso Henriques tarafından fethedilmiş. 19. yüzyılda onarılmış. Yukarıdan çok güzel bir manzara olduğu söyleniyor.

Palácio Nacional da Pena
Masalsı bir yapı

İlk gezeceğimiz yer olan Palácio Nacional da Pena’yı, yani Pena Sarayı’nı, çevreleyen muazzam parkın kapısında otobüsten indik. 2000 dönümden fazla büyüklükte bir araziyi kaplayan parkın girişinden sarayın kapısına ulaşmak için yaklaşık yarım saat yürümek gerektiğini okumuştum. O nedenle sadece parkı gezmekle yetinmeyip, sarayın içini de gezmek istiyorsanız, alacağınız giriş biletinin saatini seçerken bu noktaya dikkat etmelisiniz. Biz, saraya giriş bileti alırken, bir de Pena Parkı’nın girişi ile sarayın kapısı arasında gidip gelen otobüse de çift yönlü bilet almıştık. Bu biletlerin saati yok. Kuyruğa girip, biniyorsunuz. Bu şekilde, koşturmak zorunda kalmadan, 3 dakikada rahatça yukarı çıktık. Giriş saatine kadar kafede oturmaya bile vaktimiz oldu. Bu arada etrafı izledim. Her yer insan kaynıyordu. Ancak bu insanların bir bölümü, sarayın içine girmek yerine, önünde kendilerini ya da binayı fotoğraflıyorlardı. Doğrusu, Pena sarayı eklektik ve biraz tuhaf mimarisi ile peri masallarından çıkmış gibi görünüyor. Ayrıca, farklı bölümlerinin değişik renklere boyanmış olması onu çok sevimli kılıyor. Biraz kirli ve boyaya ihtiyacı varmış gibi göründü gözüme. Aslında bu kadar ziyaretçi akını olan bir yer için bütçe açısından bir sorun olmamalı diye düşünüyorum.

Sarayı yaptıran, Kraliçe II. Maria’nın eşi ve aslında Saxe-Coburg-Gotha hanedanından bir Alman prensi olan
Kral (Dom) II. Ferdinand
Sintra’daki sarayların içinde en bilineni olan Pena Sarayı ekim
ayında bile ziyaretçilerin akınına uğramıştı

Sintra Dağları’nın ikinci en yüksek tepesinde inşa edilmiş olan Palácio Nacional da Pena, Kraliçe II. Maria’nın eşi, Saxe-Coburg-Gotha hanedanından Alman prensi Ferdinand tarafından, kraliçe için yaptırılmış. Ferdinand, eş durumundan kral olmuş ve Portekiz tarihine Kral (Dom) II. Ferdinand olarak geçmiş. Kendisi, Sintra denince ilk akla gelen bu saray ile Bavyera kralı II. Ludwig’in meşhur Neuchwanstein şatosunda yarattığı masalsı ve romantik havayı yaratmak istemiş. (Görmüş olanlar bilir. Neuchwanstein gerçekten çocukken masallarda olduğunu hayal ettiğimiz şatolar gibidir. 1960’ların başında, henüz küçükken babamın götürdüğü o şatoyu hala hatırlarım). Ancak, Neuchwanstein’dan farklı olarak, kullanılan canlı renkler ve mimari özelliklerle, Pena Sarayı’na aynı zamanda bir Akdeniz havası da verilmiş. Bir doğa düşkünü olarak II. Ferdinand yaptırdığı sarayın çevresine de önem vermiş. Binlerce meşe, mantar, çam, Meksika selvisi, Avusturalya akasyası ile başka birçok ağaç diktirmiş. Böylece, sarayın gerçeküstü havasına fazladan başka bir hava katan çevresindeki o muhteşem park ortaya çıkmış.

Sarayın masalsı mimarisinde sık sık gerçeküstü
yaratık figürleri göze çarpıyor

II. Ferdinand, İngiltere Kraliçesi Victoria ile evlenen kuzeni Prens Albert gibi, sanata, doğaya ve zamanın teknolojik yeniliklerine meraklı birisi imiş. Sarayın yapımı için önce, 15. yüzyıldan beri burada bulunan Pena Manastırı’nı satın almış. Sarayın yapımında manastırın belli bölümleri yeni yapıya katılmış. Gezerken, manastırın revaklı avlusunu, odaya çevrilmiş keşiş odalarını görmeniz mümkün. 1840 yılında yapımına başlanan sarayın mimarı Alman Baron Von Eschwege. İnşaat 45 yıl sürmüş. O zamana kadar Kraliçe II. Maria çoktan ölmüş. Prens ise, sarayın tadını çıkaramadan, inşaatın bittiği 1885 yılında ölmüş.

Saray inşa edilirken, burada bulunan 15. yüzyılda yapılmış Pena Manastırı‘nın belli bölümleri korunmuş. Etrafında keşiş odalarının bulunduğu bu revaklı avlu da o bölümlerden biri.
Avludan saat kulesine bakış
Manastırdan kalma orijinal niş. Küçük taşlar, deniz kabukları ve porselen parçaları ile yapılmış. Rafta, Aziz Jerom’un kilden yapılmış bir heykeli dururmuş. Sonradan
burası depo olarak kullanılmış.

Kraliçe II. Maria öldükten 16 yıl sonra, II. Ferdinand opera sanatçısı Elise Hensler’e aşık olmuş. İsviçre’de doğup, Amerika’da büyümüş ve sonra Paris’te eğitim almış olan Hensler ile Ferdinand 1869 yılında evlenmişler. Sadece konsort kral (yani eşi nedeniyle) ünvanı olduğu için Portekiz’i yönetme durumu olmayan Ferdinand, yeni eşi ile birlikte özel mülkü olan Pena’ya yerleşmiş. Zaten Kraliçe II. Maria’nın ölümünden sonra taht çoktan, önce büyük oğullarına, sonra küçük oğullarına geçmiş. Pena Sarayı arazisinin içinde, evlenmeden önce Edla Kontesi ünvanını alan Elise Hensler’in II. Ferdinand ile birlikte yaptırdıkları ve Kontes Edla Şalesi olarak adlandırılan bir köşk ve bahçesi de var. Vaktiniz varsa, orayı da gezebilirsiniz. Biz, diğer saraylara olan bilet saatlerimizi kaçırmamak için orayı gezmedik.

Yemek odası
Geyikli Salon
Adını duvarlardaki geyik başlarından alan ve resmi davetler
için kullanılan yuvarlak salon
Sarayın mutfağı
Sarayın kilisesinden bir vitray

Ferdinand 1885 yılında ölünce, vasiyeti üzerine, özel mülkü olan Arap Kalesi ve Pena Sarayı ile Parkı Edla Kontesi’ne bırakmış. Portekiz kültürel mirası olarak söz konusu mülklerin Portekiz kraliyetine ait olması gerektiği gerekçesi ile açılan ve uzun süren davaların sonunda, Elise Hensler Arap Kalesi ve Pena Sarayı ve Parkı’nı devlete satmış. Buna karşılık 1904 yılına kadar şaleyi ve bahçesini kullanmış. Pena Sarayı ve Parkı, 1910 yılında Portekiz’de Cumhuriyet ilan edilince müzeye dönüştürülmüş ve koruma altına alınmış.

Sarayın bir restorasyona ihtiyacı var gibiydi

Pena Sarayı’na belli saat aralıklarında, gruplar halinde girildiği için, gezerken kendinizi bir akıntının ortasında buluyorsunuz. Özellikle ilk girişteki, manastırdan kalma bölümlerde fiziksel olarak da bir darlık söz konusu olduğu için kendinizi bir odadan diğerine sürükleniyor gibi hissediyorsunuz. Çoğu yerde, şöyle bir durup etrafı incelemek için vakit olmuyor. İncelemeye gerek var mı diye de sorabilirsiniz tabii. Eminim, siz de benim gibi, içi çok daha şaşalı olan saraylar görmüşsünüzdür. Yine de, zaman zaman bu yarış havasında gezme olayı insanı boğabiliyor. Düşününce, bu kadar çok ziyaretçisi olan bir yerde, yönetimin yöntem olarak başka da seçeneği olmayabilir.

İçeri girmek için bilet saatini bekleyen kalabalıklar…

Gitmeyi planladığımız ikinci saray Palácio Nacional de Sintra, yani Sintra Ulusal Sarayı idi. (Bazı kaynaklarda Sintra Sarayı ya da Kent Sarayı olarak da adı geçebiliyor). Çok yüksek konik bacaları ile son derece sevimli görünen bu saray, Sintra’nın eski bölgesinin tam kalbinde yer alıyor. Aslında istasyona da çok uzak değil. Ancak biz, uzak noktadan başlamanın daha iyi olacağını düşünerek, önce burayı gezmeyi tercih etmemiştik. Pena Sarayı’nı gezip, gelenekselleşmiş malum noktalarında bolca fotoğraf çektikten sonra, yine servis arabası ile parkın kapısında indik. Bu sırada yağmur da indirdi. Oysa o gün, hava tahminlerine göre güneşli olacaktı. 435 numaralı otobüse binerek Ulusal Saray’a geldik. Burası, randevulu bilet ile girilen bir saray değil ama, biz planımızı saat 2’de orada olacak şekilde yapmıştık. Saat 2’den epeyce önce orada olduk.

Palácio Nacional de Sintra
Sarayın üzerinde bulunduğu inişli çıkışlı arazinin topoğrafyası
maketten daha iyi anlaşılıyor. Saray, farklı dönemlerde yapılan
eklemelerle, yüzyıllar boyunca genişletilmiş.

Palácio Nacional de Sintra, bizim Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi, değişik dönemlerde, farklı hükümdarların eklemeler yaptırarak büyüttüğü bir saray. Bu nedenle, tarz olarak da kaçınılmaz bir şekilde, eklektik bir yapı. Gotik bir ön yüzü olan sarayın ana kısmı 14. yüzyılda Kral I. João tarafından, burada 8. yüzyılda Araplar tarafından inşa edilmiş başka bir yapının yerine yaptırılmış. Saray kısa zamanda kraliyet ailesinin gözde bir yazlık sarayı olmuş ve 1910 yılına kadar bu amaçla kullanılmış. 16. yüzyılda, Kral I. Manuel döneminde saraya Manuelin ve Arap tarzını çağrıştıran eklemeler yapılmış. Saray, topoğrafyaya uygun bir şekilde, farklı kademeler üzerine oturtulmuş.

Manuelin Salon
16. yüzyılda, Kral I. Manuel zamanında sarayın Büyük Salon‘u olarak yapılmış. Sonraki yüzyıllarda küçük dairelere bölünmüş. Diktatörlük döneminde eski haline getirilmiş. Tavana Portekiz’in 15. ve 16. yüzyıllarda denizlerdeki başarılarının resmedilmesi düşünülse de, bu yapılamamış.
Sarayın birçok yerinde olduğu gibi,bu salonun da duvarları
çok güzel fayanslarla (Azulejo) ile kaplı

Pena Sarayı’nın aksine, Palácio Nacional de Sintra oldukça tenha idi. O nedenle rahat rahat ve keyifle gezebildik. Pena Sarayı’nı istila eden kalabalık burada yoktu. Aslına bakarsanız, Sintra Ulusal Sarayı bana göre çok daha tarihi ve ince detaylarla dolu bir yer. Gelin görün ki anlaşılan, sosyal medyanın da katkıları ile, renkli ve türlü türlü kuleleri olan Pena Sarayı insanların daha çok ilgisini çekiyor. Ben, Sintra’ya giden ve vakti olanlara Palácio Nacional de Sintra’ya da gitmelerini öneririm.

Kuğular Salonu
Tavandaki kuğular Kral I. João‘nun eşi Kraliçe Philippa‘ya
bir jest olarak yapılmışlar

Sarayın aklımda kalacağını düşündüğüm ve beğendiğim birkaç köşesinden kısaca bahsedeyim. Kuğular Salonu olarak adlandırılan sarayın Büyük Salonu 14. yüzyılda, Kral I. João ve eşi, Kraliçe Philippa zamanında yapılmış. Burası 19. yüzyıla kadar kralın divanı ve yemek davetleri, konserler, dini törenler ve resmi kabuller için kullanılmış. Abisi, İngiltere Kralı IV. Henry’nin amblem olarak kullandığı ve salona adını veren tavandaki kuğular, Lancaster’den gelin gelen Kraliçe Philippa’ya bir jest olarak yapılmışlar. Kraliçe Philippa aynı zamanda, önceki Portekiz yazılarımda adı geçen Gemici Prens Henrique’nin de annesi. Bundan dolayı, Belém’de gördüğümüz Padrão Dos Descobrimentos’daki (Keşifler Anıtı) heykeller arasında tek kadın heykeli Kraliçe Philippa’nınki idi.

Saksağanlı Salon
Bu salonun tavan süslemelerindeki saksağanların pençelerinde tuttukları güllerin de Kraliçe Philippa’nın üyesi olduğu İngiltere’nin Lancaster Hanedanı’na bir gönderme olduğu düşünülüyor. Saksağanların gagaları ile tuttukları Por Bem (İsteyerek) yazıları ise, kraliçenin eşi
Kral I. João’nun kendine seçtiği sloganmış.

Bir diğer salon olan Saksağanlı Salon’un tavan süslemelerinde de yine Kraliçe Philippa’ya bir gönderme yapıldığı düşünülüyor. Saraydaki en eski süsleme olduğu belirtilen tavana neden 136 tane saksağan yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Bu konuda çeşitli söylentiler var ama, hiçbiri kayıtlı bilgi değil. Buna karşın, saksağanların pençelerinde tuttukları güllerin büyük olasılıkla, Kraliçe Philippa’nın üyesi olduğu İngiltere’nin Lancaster Hanedanı’na bir gönderme olduğu belirtiliyor.

Hanedan Salonu
Salonun görkemli tavanı
Salona duvar fayansları 18. yüzyılda eklenmiş

Hanedan Salonu (Sala dos Brasões) olarak bilinen büyük mekân 16. yüzyılda, Kral I. Manuel tarafından yaptırılan görkemli kulede bulunuyor. Bütün bir katı kaplayan salonun sekizgen bir kubbesi var. Burada kral en tepeye Portekiz kraliyet armasını koydurmuş. Bu, hiyerarşik ama aynı zamanda birbirine bağımlı bir toplumsal yapıda kendisinin en tepede olduğunu simgeliyor. Öte yandan, sahip olduğu güç, altındaki aristokrasiye dayanıyor. Alt tarafta, armaları ile temsil edilen Portekiz’in en soylu ve önemli 72 aristokrat ailesi de sosyal statülerine kral sayesinde sahip olabiliyorlar. I. Manuel, kendi devam edecek soyunu da tavan süslemelerine 8 evladının armalarını koydurarak ifade etmiş. Kız evlatların armaları evlenene kadar boş tutulmuş. Hanedan Salonu’nun duvarlarının alt tarafları 18. yüzyılda Delft tarzı fayanslarla (Azulejo) süslenmiş.

Avludan sarayın sevimli mutfak bacalarını görmenk mümkün

Palácio Nacional de Sintra’yı iki saatten kısa bir sürede bitirince, kafesinde bir şeyler yemek ve kahve içmek için bol vaktimiz kaldı. Sintra’nın aynı zamanda tatlıları ile meşhur bir yer olduğunu okumuştum. Onun için fırsatı kaçırmadık ve müzenin kafesindeki Sintra’ya özgü 2 tatlıdan yedik. İkisini de lezzetli buldum. Queijadas de Sintra, 13. yüzyıla dayanan tarifi nedeniyle Sintra’nın en eski tatlısı imiş aynı zamanda. 18. yüzyılın ortasına kadar sadece evlerde yapılıyormuş. Daha sonra özel Queijadas imalathanelerinde üretilmeye başlanmışlar. Tatlı, un ve tuz ile yapılan küçük hamurların içine peynir, şeker, yumurta sarısı, tarçın ve un kullanılarak hazırlanan dolguların konması ile yapılıyormuş. Tat olarak, küçük cheesecake’leri andırıyor. İkinci tatlı, Travesseiros de Sintra, ağızda dağılan, pofuduk hamurlu bir tatlı. O da Sintra’nın en sevilen tatlılarından birisi imiş. İçinde yumurta sarısı, badem ve şeker var.

Avlunun ortasındaki burgu şeklinde su fıskiyesi
16. yüzyılda yapılmış
Avlunun bir köşesinde Su Mağarası olarak adlandırılan bir girinti var. Güneşten ve sıcaktan korunmak için yapılmış. Bir zamanlar, duvarlardaki fıskiyelerden su püskürtülüyormuş. 15. yüzyılın sonu ya da 16. yüzyılın başında yapılmış. Tavandaki stucco, sanatçı Giovanni Grossi‘ye atfediliyor. Ortada dünya, çevresinde dört mevsim ve mitolojik temalar canlandırılmış. (Stucco sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir,
yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve
bununla yapılan kabartma eserlere verilen isim)

Bir yandan kahvelerimizi içerken ve tatlılarımızı keyifle yerken bir yandan da biraz dinlendik. Epeyce yorulmuştuk. Tezgâhtaki görevli kızlar neşe ile birbirleriyle konuşuyorlardı. İkisinin de ataları Portekiz’in eski sömürgelerinden olmalıydı. Tiplerinden öyle anlaşılıyordu.

Sintra’ya özgü tatlılar

Palácio Nacional de Sintra’nın kafesinde dinlendikten sonra, 435 numaralı otobüse bindik ve vaktinden biraz da önce Quinta da Regaleira’nın kapısında olduk. Biletimiz saat 16:30 içindi. Burası da sabah gezdiğimiz Pena Sarayı gibi çok popüler olduğu için inanılmaz bir kalabalık vardı. Herkes, Romantik mimari tarzındaki sarayı, kiliseyi, ama en çok da şifreler, gizemli köşeler, gizli geçitler ve yapay göletlerle dolu parkını görmeye gelmişti. Söz konusu şifrelerin, simya, Masonluk, Tapınak Şövalyeleri ve Gül-haçlılar (Rozikrusyenler) ile ilişkilendirilmesi bu konulara az çok ilgi duyanları doğal olarak çekiyor. Duymayanlar için ise, Regaleira malikanesi neredeyse Disneyland tarzı bir keyif sunuyor.

Quinta da Regaleira Sarayı
Aşağı girişe yukarıdan bakış

Günümüzde Quinta da Regaleira olarak bilinen arazi aslen, adını aldığı, Vikontes Regaleira’nınmış. Kendisi 1892 yılında mülkünü Augusto Carvalho Monteiro’ya satmış. Monteiro, İtalyan mimar Luigi Manini ile birlikte, bu 40 dönümlük arazide kendi ilgi alanlarını ve inandığı ideolojileri yansıtan gerçeküstü bir ortam yaratmış. Kendisinin de Mason olduğu tahmin edilen Manini için bunun eğlenceli bir proje olduğunu tahmin ediyorum. İnşaat 1904 yılında başlamış ve 1910 yılında tamamlanmış. Malikhane 1942 yılında Waldemar d’Orey isimli şahsa, 1987 yılında da Japon şirket Aoki’ye satılmış. Şirket, on yıl boyunca araziye girişi yasaklayarak tamamen halka kapatmış. 1997 yılında, Sintra Belediyesi Quinta da Regaleira’yı satın almış ve kültürel etkinliklerin de yapıldığı bir müze haline getirmiş. Saray ve parkı aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.

Bahçede seyir kulesi
Bolluk Çeşmesi
Parkın içinde birbirinden farklı banklar var

Quinta da Regaleira Sarayı sekizgen kulesi, Gotik sivrilikleri, ön cephesindeki canavarımsı gargoylları ve sütunları ile etkileyici, biraz da ürkütücü bir yapı. Roma, Gotik, Rönesans ve Manuelin mimari özellikleri harmanlanmış. Devasa yapının kendisi (bodrum ile beraber) beş katlı. Sarayın ana cephesinin önündeki Regaleira Kilisesi’nin mimarisi de saray ile uyumlu. Kilise, tahmin edileceği üzere, bir Roma Katolik kilisesi.

Regaleira Kilisesi
Kilisenin içi

Ana yapılar bir yana, kalabalıkların esas görmek için oradan oraya gittiği noktalar, yukarıda belirttiğim gibi, parkın çeşitli yerlerindeki gizli mesaj ve şifrelerle dolu çeşmeler, insan yapımı mağaralar, geçitler, banklar ve benzeri. Aslında sarayın içinden çok, insanlar buralara ilgi gösteriyorlar. Tabelalar ve haritalara karşın bazılarını bulmak biraz vakit alabiliyor. Kalabalığa takılıp, bazı yerleri atlamanız da mümkün. O nedenle, elinizde bir görülecek noktalar listesi olsa iyi olur.

Ibis (Aynak Kuşu) Çeşmesi
Taştan çardak

Saray parkının içinde en çok ilgi çeken hiç şüphesiz, ters kuleler olarak da tanımlanan, iki kuyu. Tekris Kuyuları (Initiation Wells) denen bu yapılar, birçok insan için Quinta da Regaleira’ya gelmelerinin tek nedeni olabilir. Internette buranın pek çok fotoğrafına rastlamışsınızdır. Aşağı doğru döne döne inen merdivenleri var. Bu merdivenlerden aşağı iniyorsunuz. Kuyular hiçbir zaman su kaynağına ulaşmak için kullanılmamış. Adı üzerinde, tören için yapılmışlar. Kuyulardan büyük olanı 27 metre derinliğinde ve merdivenlerin kenarlarında toplam 23 tane pencere var. Kuyunun dokuz katlı olması, Tapınak Şövalyeleri’nin dokuz kurucusuna bir gönderme şeklinde değerlendiriliyor. Öte yandan, bazıları da bunun Dante’nin (İlahi Komedya’daki) Cehenneminin dokuz bölümünü temsil ettiğine inanıyorlar. Kuyunun dibinde, yerde Tapınak Şövalyeleri’nin haçının da resmedildiği bir pusula var.

Büyük Tekris Kuyusu (Initiation Well)
En altta, ortasında Tapınak Şövalyelerinin haçı olan pusula
Aşağı inerken yukarı bakmayı da ihmal etmedim
Gökyüzüne bakış…

Bir Tapınak Şövalyesi ya da yüzyıllar sonra onların ritüellerini yeniden canlandıran Masonların bir üyesi olduğu tahmin edilen Monteiro’nun bu kuyuları tekris törenleri için yaptırdığı tahmin ediliyor. Aydınlanma ya da İnisiasyon Töreni olarak da adlandırılan bu Masonluğa kabul töreninin Quinta da Regaleira’nın ünlü kuyularında yapılan şeklinde, gözleri bağlanan adayların, kalplerine yakın tuttukları bir bıçak ile bu dokuz kat merdiveni indiklerine, aşağı varınca bir labirentle kiliseyi bulmaya çalıştıklarına ve orada, yapılan tören ile kabul edildiklerine inanılıyor.

Tekris Kuyuları’ndan mağaralara açılan yeraltı dehlizi

Bitmemiş Kuyu olarak adlandırılan ikinci kuyu, bir tünelle ana kuyuya bağlanıyor. Ben bir kuyudan inip, öbüründen yukarı çıkacağız sanmıştım ama, güvenlik sebebiyle oraya giriş kapatılmıştı. Okuduğuma göre, bu daha küçük bir kuyuymuş.

Her ne kadar ziyaretçiler park kadar ilgi göstermiyorlarsa da,
Quinta da Regaleira Sarayı’nın içinde zarif ayrıntılar var

Yazının başında da belirttiğim gibi, bir güne üç sarayı sığdırmaya çalışınca epeyce yorulduk. Quinta da Regaleira’dan Sintra merkezine inmek için otobüsü beklemek yerine, oradaki bir taksiye bindik. Esasen niyetimiz, akşam yemeğini Sintra’da yedikten sonra, 22:50 ya da 23:50 treniyle Lizbon’da dönmekti. Ancak, girdiğimiz birkaç restoranda yer bulamayınca, Lizbon’a daha erken dönmeye karar verdik. Bir restoranda yer ayırtmak iyi olurmuş ama, saatler konusundaki belirsizlik nedeniyle onu yapmamıştım. Açıkçası, her yerin o kadar dolu olacağını da hiç tahmin etmemiştim.

Uzun bir günün ardından Lizbon’a döndükten sonra,
Rossio İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz
Café Beira Gare‘da yemek yedik

Lizbon’da trenden inince, fazla yer aramadan bir şeyler yemeğe karar verdik. Bu kadar yorgunluğun üzerine, daha ertesi gün İstanbul’a dönüş için toplanmamız gerekiyordu. Rossio  İstasyonu’ndan çıkınca, karşıda, sağ tarafta Café Beira Gare gözümüze çarptı. Ben, bira ile (Portekiz biraları güzel) balık çorbası ve ardından sardalya balığı yedim. Portekiz’deki sardalyalar bizimkilere göre epeyce büyükler. Ancak, önemli nokta, Portekiz’de sardalyayı temizlemeden pişirip, servis ediyorlar. Bunu gitmeden öğrenmiştim ama, yine de daldırıp, ufak çaplı bir kazaya uğradım!

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (3): Fernando Pessoa, Calouste Gulbenkian ve Fado Durumları

Fernando Pessoa (1888-1935) ile tanışmam, kendisi Portekizli olmayan ama Pessoa’nın eserlerini İtalyancaya çeviren, İtalyan yazar ve akademisyen Antonio Tabucchi (1943-2012) aracılığı ile olmuştu. Eğer edebiyat ile gönülden ilgili iseniz, bu olağan bir durumdur. Bir yazar bir başkasına, bir kitap diğerine kapı aralar ve o harika serüven devam eder. Tabucchi, belki de Portekizli eşi nedeniyle daha yakından tanıdığı Portekiz’in ve özellikle Pessoa’nın bir tutkunu olmuş ve Pisa’da başlayan yaşamı da Lizbon’da sona ermiş. Elimdeki yaprakları sararmış ve 1980’lerde basılmış kitapları da onun bu tutkusunun birer göstergesi. Tabucchi, Requiem adlı kitabında 12 saatlik bir zaman diliminde Pessoa’yı çok andıran bir şairi ve yaptıklarını anlatır. Bu kitapta arka planda hep hissedilen Lizbon’un temmuz sıcağını hâlâ hatırlarım. Lizbon’da gezerken ekim ayında yaşadığımız beklenmedik sıcak hava o nedenle bana hep temmuzda bu şehirde nasıl bir cehennem sıcağı olabileceğini düşündürdü. İkinci kitap, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü, Portekiz edebiyatının köşe taşlarından Pessoa’yı ölüm döşeğinde yaşamı boyunca kullandığı takma adları ile söyleşir ve anılarını gözden geçirirken anlatır. Şair, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı olan Pessoa kariyeri boyunca 80’e yakın takma isim kullanmakla kalmamış, bunlar için farklı ve detaylı yaşam öyküleri, zevk, inanış ve dünya görüşleri de oluşturarak bir anlamda kendi benliğinden farklı benliklere (alter ego) bürünmüş. Tüm bu ilginç yönlerine ve yaratıcı eserlerine karşın Pessoa ancak öldükten sonra ünlenmiş.

Bir gün önce Belém’deki Jerónimos Manastırı’nın avlusunda Pessoa’nın mezarını görmüştük. Aslında, öldüğü zaman başka bir mezarlıkta gömülmüş, giderek tanınırlığı ve şöhreti artınca buraya nakledilmiş. Lizbon’daki üçüncü günümüze Pessoa’nın yazı yazarak saatler geçirdiği bir yerde, Café Martinho da Arcada’da başlamaya karar verdik. Praça do Comércio No:3 adresindeki Café Martinho, Lizbon’un en eski kafesi kabul ediliyor. Resmi web sitesine göre 1782 yılında açılmış.Tagus nehrinin kıyısındaki Praça do Comércio meydanından birinci yazımda söz etmiştim. Burası, 1755 yılındaki büyük depremden sonra Lizbon’u şehir olarak adeta yeniden yaratan Marquês de Pombal’ın şehre kazandırdığı üç önemli meydandan birisi. Marki burayı Portekiz’in dünya ile ticaretinin merkezi olarak tasarlamış. Aslında meydanın tarihi çok daha eskilere gidiyor. Yerli halk tarafından Terreira da Paça (Saray Meydanı) olarak anılan meydan 400 yıl kraliyet sarayına ev sahipliği yapmış. 1511 yılında, o zamana kadar São Jorge Kalesi’inde bulunan kraliyet sarayı Kral I. Manuel tarafından burada inşa edilen  bir saraya taşınmış. 1755 yılında saray ağır hasar alınca, Pombal Markisi hem sarayı hem de meydanı yeniden düzenlemiş. Meydanı üç taraftan çevreleyen saray yapılarının altına revak (portico), nehir tarafına da kıyıya kadar inen merdivenler yaptırmış. Meydanın ortasındaki dev heykel, Kral I. José’nin heykeli. Meydanın kuzey tarafında, heykelin arka tarafındaki etkileyici tak Lizbon’a gelen turistlerin çekim noktalarından birisi olan ünlü Arco da Rua Augusta. 1755 yılındaki büyük yıkımdan sonra şehrin yeniden ayağa kaldırılmasını kutlamak amacıyla yapılmaya başlanmış. Şimdi gördüğümüz halini 1873 yılında almış. Günümüzde tepesine çıkılabildiği söyleniyor ama, biz çıkmadık. Lizbon’un en canlı caddelerinden Rua Augusta ile Baixa semtini ve nehri yukarıdan görmek için iyi bir nokta olsa gerek. Takın en tepesinde görkemi temsil eden heykel ve onun ödüllendirdiği dahilik ve kahramanlığı temsil eden heykeller Fransız heykeltıraş Célestin Anatole Calmels (1822-1906) tarafından yapılmışlar. Daha aşağıda, sütunların üstündeki kısımda bulunan dört heykeli Portekizli heykeltıraş Vitor Bastos (1830-1894) yapmış. Dördü de Portekiz tarihi açısından önemli kişilere ait olan bu heykellerden birisi Pombal Markisini, biri de Vasco da Gama’yı canlandırıyor. Uzanmış pozisyondaki iki heykel ise, Tagus ve Duoro nehirlerini temsil ediyor. Tam ortada Portekiz kraliyet arması yer alıyor.

Praça do Comércio meydanında Arco da Rua Augusta takı (arkada) ve Kral I. José’nin heykeli

Praça do Comércio meydanı Portekiz tarihinde önemli olaylara da sahne olmuş. 1 Şubat 1908 tarihinde Kral Carlos ve veliahtı olan oğlu Luis Filipe meydandan geçerken yapılan bir suikast ile öldürülmüşler. Ardından gelişen olaylar, Portekiz’de monarşinin lağvedilerek cumhuriyetin ilan edilmesine kadar uzanmış. 1974 yılında Caetano’nun devrilmesini sağlayan kansız Karanfil Devrimi’nin ilk kıvılcımı da burada parlamış.

Meydanın üç kenarı boyunca uzanan portico (revak)

Praça do Comércio meydanını bir gün önce, Belém’e gitmek için Cais do Sodré metro istasyonunda indikten sonra, yukarı kattaki tren istasyonuna çıkarken şöyle bir görmüştük. Bu sefer daha çok gezme ve fotoğraf çekme fırsatımız oldu. Hatta, Café Martinho’yu bulmak için fazladan meydanı neredeyse çepeçevre yürüdük. Hava epeyce sıcak ve güneşli idi. Bu açıdan, revakın gölgesi altında yürümek iyi oldu. Aslında, kafe oldukça kolay bulunabilecek bir konumda. Sırtınızı nehre, yüzünüzü Arco da Rua Augusta’ya döndüğünüz zaman, takın Rua Augusta’nın başındaki (size göre sağ tarafındaki) köşesinde yer alıyor.

Café Martinho da Arcada Arco da Rua Augusta takının
altında, köşede bulunuyor

Café Martinho’da Portekiz’de gittiğimiz hiçbir yeme içme yerinde karşılanmadığımız kadar sıcak bir şekilde karşılandık. Masaların çoğu yabancılarla doluydu. Eğer akşam gidilecekse, rezervasyon yaptırmak daha iyi olabilir. Oturduğumuz süre boyunca da birkaç kez büyük turist grupları oturup kalktılar. Buna karşın, garsonlardan sadece bir tanesi doğru dürüst İngilizce konuşuyordu. Bir yandan siparişleri alırken bir yandan da Pessoa’nın kafenin müdavimi olduğunu, en önemli eserlerini burada yazdığını anlatmaya çalışıyordu. Kahvaltı için birer limonata, tost ve kahve söyledik. Martinho’ya ya da Portekiz’e özgü, başka enteresan bir şeyler var mıdır diye kalkıp içeri girdim. Bana eşlik eden garson, kasadaki görevlinin de onayını alarak, sonradan adının Rabanadas olduğunu öğrendiğim bir tatlı önerdi. Özellikle Noel zamanı çok tüketildiği belirtilen Rabanadas süt, yumurta, şeker, limon kabuğu, vanilya ve arzuya göre konacak baharat karışımında iyice ıslatılan ekmek dilimleri (bir gün önceden kalan ekmek olursa, daha iyi olduğu söyleniyor) zeytinyağında kızartılarak yapılıyormuş. Üzerine, tercihe bağlı olarak, bal veya şarap da serpiştirilebiliyormuş. Biz kahvaltı sırasında ve üzerine bir şey eklemeden yedik ama, aslında bu Portekizliler için yemek sonrasında ya da aralarda tükettikleri bir tatlı çeşidi imiş.

Bu fotoğrafı kafenin boş olduğu nadir anlardan birinde çektim
Kahvaltı için birer limonata, tost, kahve ve Rabanadas söyledik

Kafenin içerideki restoran bölümünde, hepsi müşteri ağırlamaya hazır, beyaz örtülü masalar vardı. İçlerinden, pencere önündeki bir tanesinde Reservado yazıyordu. Pessoa’nın oturmayı sevdiği o masa, kimselere verilmiyor. Duvarlar Pessoa ile ilgili yazı ve fotoğraflarla dolu. Café Martinho’nun müdavimi olan başka Portekizli edebiyatçıların da fotoğrafları asılmıştı. Bu sırada, ortada hazırlanmış, yine beyaz örtülü uzun bir masada kafenin personeli yemek yiyordu. Saygı gereği fotoğraflarını çekmedim ama, mutfak kısmından çalışanların da olduğu anlaşılan masadakilerin kafenin içinde öyle yemek yiyor olmaları çok hoşuma gitti.

Café Martinho’nun içi
Pessoa’nın sürekli oturduğu o masada Reservado yazıyor
ve kimseye verilmiyor

Café Martinho konum olarak Lizbon Katedrali’ne oldukça yakın. Yürüyerek 6-7 dakikalık uzaklıkta. Ulaşmak için biraz yokuş çıkmak gerekiyor. Hemen önünde, turist yoğunluğundan anlayacağınız, Lizbonluların en sevdiği aziz olan Santo Antonio’ya  ithaf edilmiş bir kilise (Santo Antonio da Sé) daha var. Resmi adı Santa Maria Maior de Lisboa olan ama kısaca  olarak da adlandırılan Lizbon Katedrali şehrin en eski Katolik ibadethanesi kabul ediliyor. Yapımına 1147 yılında, Kral Alfonso Henrique Lizbon’u Arapların elinden aldıktan sonra başlanmış. Daha önce burada bulunan caminin üstüne yapılan bina aynı zamanda, Lizbon’un ilk piskoposu olan İngiliz Haçlısı Gilbert of Hastings’in makamı olarak inşa edildiği için katedral statüsü almış. Önceki yazılarımdan birinde sözünü ettiğim gibi, bir Hristiyan mabedinin katedral sayılması için, büyüklüğüne bakılmaksızın, başında Papa tarafından tayin edilmiş bir piskopos olması gerekli. Lizbon Katedrali’nin kısaca Sé olarak anılması da Sede Episcopal (piskoposluk makamı) ifadesinden geliyor.

Lizbon katedrali Santa Maria Maior de Lisboa
ya da kısaca
Katedralin içi oldukça sade

Katedral, 1755 yılındaki büyük depremin öncesinde, 14. Yüzyılda üç tane deprem daha geçirmiş ve her seferinde büyük hasarlar almış. Buna bağlı olarak, yüzyıllar boyunca yapılan yenileme ve yeniden inşalar sonucunda günümüzde oldukça eklektik bir mimarisi var. Son yıllarda, günümüzde çalışmalar nedeniyle kapalı olan, manastır bölümünde yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Demir Çağı’ndan başlamak üzere, çeşitli dönemlere ait buluntular elde edilmiş. M.Ö. 7, yüzyıla ait seramik malzemeler bu dönemde Fenikeliler ile yapılan ticareti açıkça ortaya koymuş. Roma dönemine ait en eski kalıntılar M.Ö. 2. ve 1. yüzyıllara tarihlenmiş. Ayrıca yine Roma döneminden (M.S. 1. yy.), iki yanında sıralı dükkanlar olan, taş döşenmiş bir yol da bulunmuş. 1990 yılında manastır kısmının bahçesindeki bir çökme sonucu başlayan bu arkeolojik kazılar, İslami döneme ait cami kalıntılarını da ortaya çıkarmış.

Katedralin hazine bölümünden eşyalar

Katedralin içi oldukça sade. Vitraylarda ince bir işçilik göze çarpıyor. Kral IV. Afonso ve eşinin mezarları da burada. Hazine bölümünde, çeşitli değerli parçaların dışında, Lizbon’un koruyucu azizi olan Aziz Vincent’e ait kutsal eşyalar var. Gitmeden okuduğum bir kaynakta özellikle sütun başlıklarına dikkat çekilmişti. Bazıları gerçekten çok ilginç. Katedralin ana kapısının hemen dışında, sol baştaki sütun başlığının özel bir anlamı da var. Burada, birisi bir boğanın, diğeri bir aslanın üzerinde savaşan iki şövalye görülüyor. Boğanın üzerindeki savaşçı sakalsız. Aslanın üzerindeki sakallı. Boğanın hilal şeklindeki boynuzu İslamiyet’i ve Hz. Muhammet’i temsil ediyor. Diğer savaşçı Hristiyanlığı ve Hz. İsa’yı simgelerken, ikisinin arasındaki mücadele de Müslümanların ve Hristiyanların savaşmasını anlatıyor.

Katedralin içinden bir sütun başlığı örneği
Giriş kapısının dışında, sol taraftaki sütun başlıklarından
en sağdakinin özel bir anlamı var
Kabartma Müslümanlar ile Hristiyanların
savaşmasını simgeliyor

Lizbon Katedrali’nden sonra gideceğimiz yeri çok önceden planlamıştık. Oranın, Lizbon’a gitmek istemem konusunda başlıca etmen olduğunu bile söyleyebilirim. Söz konusu yer, eşsiz koleksiyonunu yıllardan beri bildiğim, bazı değerli Osmanlı parçalarını 2006 yılında Sabancı Müzesi’ndeki sergide gördüğüm Calouste Gulbenkian Müzesi idi. (Türkçede Kalust Sarkis Gülbenkyan).

Lizbon’daki dünyaca ünlü Calouste Gulbenkian Müzesi
Müzenin bahçesi Kalust Sarkis Gülbenkyan‘ın
doğaya olan büyük sevgisini yansıtıyor

Gülbenkyan Müzesi’ne gitmek zor değil. Buraya metro ile mavi hattaki Praça de Espanha veya bulunduğunuz yere göre mavi ya da kırmızı hat ile ulaşabileceğiniz São Sebastião istasyonlarında inerek ulaşabilirsiniz. Her iki istasyona da yürüyerek uzaklık yaklaşık 3-4 dakika. Biz daha önce olan São Sebastião’da indik. Belki yanlış kapıdan çıktığımız için, bizim müzeye yürüyüşümüz biraz daha uzun sürdü ama sorun olmadı.

Bahçenin bir bölümünde bir bambu korusu da var
Gülbenkyan Vakfı’nın sanat eseri alımları devam ediyor. Antonio Duarte‘nin (1912-1998) eseri olan bu heykel 1960 yılında yapılmış ve müzenin modern koleksiyonuna katılmış.

Avenida de Berna 45A adresinde bulunan Gülbenkyan Müzesi, gerçekte yedi hektarlık bir alanı kaplayan dev bir bahçenin içinde. Burası aynı zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde ofisleri olan Gülbenkyan Vakfı’nın da merkezi. Kompleks, müzenin dışında, 1983 yılında açılan bir Modern Sanat Merkezi’ne, 1200 kişilik bir oditoryuma, konferans salonlarına, süreli sergiler için iki büyük galeriye, bir açık hava amfisine ve Gülbenkyan’ın kişisel kütüphanesinden yararlanılarak oluşturulmuş, içinde 190.000’den fazla kitap barındıran bir kütüphaneye de ev sahipliği yapıyor. Vakfın bir de klasik müzik orkestrası ve korosu var. Kompleksin halka açık bahçesi, içindeki çeşit çeşit ağaçlar, su yolları ve hayvan türleri ile birlikte, aynı zamanda bir doğasever olan ve “Bilim adamı olmak ve kendi tarzımda bir bahçe içinde hayal kurmak; bunlar, hayatımın iki büyük amacı, ulaşamadığım iki şeydir”, dediği bilinen Kalust Gülbenkyan’ın anısına bir başka açıdan saygı addediliyor.

Müzeden aldığım Türkçe kitap
1890’larda Kalust Gülbenkyan

Vakıf, Kalust Sarkis Gülbenkyan 1956 yılında öldükten sonra, kendisinin vasiyeti doğrultusunda kurulmuş. Eğitim, sanat, bilim ve hayır faaliyetleri alanında çalışmalar yapan vakfın Avrupa’nın en büyük vakıflarından birisi olduğu belirtiliyor. Müzeden aldığım Türkçe yayınlanmış kitapta belirtildiğine göre, vakfın 2009 yılındaki varlığı 2,8 milyar Euro. Aynı yıl için bütçesi 109 milyon Euro. Vakıf varlığının dörtte bir kadarı Orta Doğu’da, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Gülbenkyan’a ait petrol imtiyazlarının gelirinden geliyor. Gülbenkyan’ın Irak ve Katar’da sahibi olduğu petrol hisseleri ise ilgili devletler tarafından kamulaştırılmış. Belirtilenlerin dışında, Kazakistan, Angola, Brezilya ve Cezayir’deki ortaklıklardan ve çeşitli uluslararası yatırım portföylerindeki hisse senedi ve tahvillerden de gelir sağlanıyor. Vakıf, başta Orta Doğu olmak üzere, çeşitli ülkelerdeki gelir düzeyi düşük öğrenciler için eğitim bursları veriyor, kütüphane ve hastane yapımı için bağışlar yapıyor. Gülbenkyan Vakfı hakkında verdiğim bilgiler ve aşağıda okuyacağınız Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın yaşam öyküsü için yukarıda belirttiğim ve müze dükkanından aldığım vakfın 2014 basımı resmi yayınından yararlandım. Kitap İngilizce, Fransızca, Portekizce ve Türkçe olarak satılıyordu. Böyle bir müzede Türkçe yayın satılması ilgimi çektiği için Türkçesini aldım. Özenle ve güzel bir Türkçe ile hazırlanmış, bilgi dolu bir kitap.

Kral III. Senwosret’in obsidiyenden başı
(M.Ö. 1860 civarı)
Romalılara ait cam eşyalar (M.S. 1.-6. yy. arası)

Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın özetlemeye çalışacağım çok ilginç bir yaşam öyküsü var. Kendisi 1869 yılında, bir Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olarak, İstanbul’un Üsküdar semtinde doğmuş. Bir Ermeni aile olarak, soyunun Anadolu topraklarında köklü bir geçmişi var. Ataları, IV. yüzyılda Van Gölü’nün güneyinde geniş arazilere sahip derebeyleri imiş. XI. yüzyılda Kayseri’ye (Talas) göç etmişler. Ailenin Talas’taki konağının günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin mülkiyetinde olduğu belirtiliyor. Burada, Bizans’da bir asalet unvanı sayılan Vart Badrig soyadını almışlar. Bu soyadı XVII. yüzyılda Türkçeleştirilerek Gülbenkyan olarak değiştirilmiş. Osmanlı döneminde Ermeniler ticaret, kuyumculuk, bankerlik ve daha sonra sanayi alanında toplumun itici gücü olmuşlar. Saray ile sıkı ve iyi ilişkiler geliştirmiş ve hanedan tarafından sadık tebaa olarak görülmüşler. Bu sayede sadece devlet katında kendilerine üst düzey pozisyonlar edinmekle kalmamış, hanedan ile kişisel dostluklar da kurabilmişler.

1902 yılında Mısır’da (Abukir) bulunan hazinenin bir parçası olan madalyonlardan bir tanesi. Toplam 20 tane olan bu madalyonların 11 tanesini Gülbenkyan satın almış. M.S. 3. yy.ın başlarında, Roma döneminde, yapılan madalyonların
çoğunda Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323)
portresi bulunuyor.
Mihrap (1311, İlhanlı Dönemi)
Kashan, İran

Gülbenkyan’ın soyağacını incelerken karşıma bu bağlamda bildiğim ilginç bir örnek çıktı. Daha önce öğrendiğim bir bilgi ile daha sonra ve hiç beklemediğim bir şekilde bir bağlantının karşıma çıkması beni daima çok heyecanlandırmıştır. Fark ettiğim bu tür ilişkiler çok hoşuma gider. Gülbenkyan’ın soyağacında görüldüğü üzere, Kalust Gülbenkyan’ın damadının anne tarafından dedesi ünlü Abraham Paşa. Söz konusu Abraham Paşa, günümüzde Beykoz’da halka açık olan muhteşem korunun sahibi. Buradaki, artık var olmayan, malikâne o dönemde dillere destanmış. Bu malikâneden geriye sadece ahır kısmı kalmış durumda ve orada da günümüzde Milli Saraylar’a bağlı, birbirinden değerli eserlerle dolu, Beykoz Cam ve Billur Müzesi bulunuyor. Mükemmel şekilde restore edilen ahırların büyüklüğü insana, artık yerinde yeller esen eski malikânenin görkemi hakkında bir fikir veriyor. Ermeni Karakehya ailesinden olan Abraham Paşa sadece vezirliğe kadar yükselmekle kalmamış, Sultan Abdülaziz ile sık sık kağıt oynayacak kadar da yakın dost olmuş.

İpek kadife (16.yy.)
Bursa, Osmanlı
İpek kadife yastık (17. yy.)
İstanbul, Osmanlı

Nüfuzlu ve saray ile iyi ilişkileri olan Ermeni aileleri arasında yapılan evlilikler, Ermenilerin devlet katıyla ilişkileri geliştirmelerine, bu yolla da bazı imtiyazlar ve yetkiler elde etmelerine yardımcı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın en hatırı sayılır 18 bankerinin 16’sının Ermeni olması ve sanayi üretiminin yüzde 45’inin onlar tarafından gerçekleştirilmesi Ermenilerin ülke ekonomisindeki önemli katkılarını destekleyici veriler.

İpek kadife (16. yy.)
Bursa, Osmanlı
İpek kadife (16. yy.)
Bursa, Osmanlı
Kumkapı Halısı (19.-20. yy.)
Hagop Kapoudjian

İşte bu ortamda Gülbenkyanlar da tüccar ve banker bir aile olarak zenginleşmişler. Tıp ve tarım alanında zamanın ileri teknolojisini ülkeye getirmişler. 1800’lü yılların ortasında İstanbul’a taşınmışlar. Henüz Kalust Gülbenkyan doğmadan önce, babası Sarkis’in Güney Kafkasya ve Bakü’de petrol arazileri varmış. Aynı zamanda, Ermeni asıllı Rus petrol kralı Alexander Mantashev’in uluslararası şirketinin Osmanlı İmparatorluğu’nda temsilcisi imiş. 1869 yılında doğan Kalust Gülbenkyan ilkokulu Kadıköy’deki Ermeni Aramyan-Uncuyan İlkokulu’nda, daha sonra Saint Joseph’de ve Robert Kolej’de okumuş. Arada, Fransızcasını geliştirmek için Marsilya’ya da gitmiş. 1887 yılında Londra’daki King’s College’dan mühendislik ve uygulamalı bilimler dalında diploma alarak, 18 yaşında mezun olmuş. Kendisi fizik alanında bir bilim adamı olmayı arzu etmiş ama, babası karşı çıktığı için, yaşamı petrol sektöründe bambaşka bir yola evrilmiş. 1889 yılında Güney Kafkasya’daki petrol yatakları üzerine yazdığı makalelerle Osmanlı Hükümetinin Maden Bakanının dikkatini çekmiş ve kendisine günümüzde Irak olan Mezopotamya bölgesindeki petrol rezervleri konusunda bir rapor hazırlatılmış. 1896 yılında, ilk Ermeni karşıtı olayların başlaması üzerine, ailesi ile birlikte Mısır’a, oradan da Avrupa’ya taşınmış ancak, Osmanlı Devleti adına çalışmaya ve çeşitli zamanlarda devleti temsilen müzakerelerde bulunmaya devam etmiş. Bu çerçevede, 1898 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra ve Paris Büyükelçiliklerine ekonomi ve maliye konularında danışman olmuş. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce Sultan II. Abdülhamit’ten Mezopotamya’nın her yerinde petrol arama yetkisi de almış.

16. ve 17. yy. İznik çinileri
Sol baştaki objeye gümüş eklemeler İngiltere’de yapılmış
16. yy. İznik çinileri

1902 yılında İngiliz vatandaşlığı da alan Gülbenkyan’ın ilginç bir yaşam öyküsü var. 1897-1920 yılları arasında Londra’da, 1920-1940 yılları arasında Paris’te yaşamış. 1955 yılında ölmeden önce, ömrünün son 13 yılını Lizbon’da geçirmiş. 86 yaşında burada ölmüş. Hiçbir zaman Portekizce öğrenmemiş, Portekizlilerle de, avukatı dışında, pek ilişkisi olmamış. Vakfın kitabında neden Portekiz’de yaşamayı seçtiği konusunda tek bir neden olmadığı belirtiliyor. Sıralanan olası nedenler arasında II. Dünya Savaşı sırasında Paris’in Almanlar tarafından istila edilmesi ve Portekiz’in savaşta tarafsız bir ülke olması var. Bir diğer neden olarak da Gülbenkyan’ın, Tagus (Tejo) nehrini ve kıyısındaki Lizbon’u Boğaz’a ve İstanbul’a benzetmesi belirtiliyor.

16.yy. İznik çinileri

Gülbenkyan Ermeni köklerini hiçbir zaman unutmamış ve zor zamanlarda ülkemizdeki ve Orta Doğu’nun çeşitli ülkeleri ile tüm dünyaya yayılmış Ermeni toplumlarına daima büyük yardımlar yapmış. Bugün de Gülbenkyan Vakfı onun üstlendiği bu misyonu gerek Ermenistan’da gerekse çeşitli ülkelerde sürdürüyor. Tüm bunlara karşın, Kalust Gülbenkyan’ı bir dünya vatandaşı olarak görmek daha doğru olur. Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmuş, Fransa ve İngiltere’de yetişmiş ve yaşamış, siyaseten Osmanlı İmparatorluğu, İran, Ermenistan, Fransa ve İngiltere’ye hizmet vermiş. Yeri geldiğinde, belli zamanlarda, Orta Doğu’nun petrol kaynakları konusunda Türk, Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Amerikalı, İranlı ve Iraklı taraflar arasındaki süreçleri yönetmiş ve diplomasi yeteneği tüm taraflarca takdir edilmiş.

Tavus kuşu (solda) ve sülün (sağda) desenli İznik tabakları (16.yy.)
Çeşitli hayvan desenli İznik tabağı (16.yy.)
Ermeni feneri, Kütahya (18.yy.)

Kalust Gülbenkyan’ın 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Orta Doğu’da şirketi adına yaptıklarına bu yazıda ayrıntıları ile girmeyeceğim. (Orta Doğu tarihi açısından çok karışık olan bu dönemle ilgili, Günümüzün Orta Doğu Cehennemine Işık Tutacak İki Kitap başlıklı yazımda önerdiğim kitaplar, konuya ilgi duyanlar için faydalı olabilir). Özellikle günümüzde Orta Doğu’da yaşananlar ile ilgili birçok ipucu taşıyan rolü, tamamı İngiliz sermayesinden oluşan Türk Milli Bankası’na verdiği danışmanlık, Almanlarla Osmanlılar adına yaptığı madencilik ve petrol müzakereleri, Turkish Petroleum Company’i (TPC) kurması bunlardan bazıları. 1912’de kurulan ve ismindeki Türk ibaresi dışında Türklükle alakası olmayan TPC’de %25 Shell’in, %35 Türk Milli Bankası’nın (dolayısı ile İngilizlerin), %25 Deutsche Bank’ın ve %15 Kalust Gülbenkyan’ın hissesi bulunuyormuş. 1922 yılında Amerikalıların çeşitli politik oyun ve baskılarla katıldığı TPC’deki hisse dağılımının değişmesi ve kendi hisselerinin %5’e düşmesi sonucu Kalust Gülbenkyan tarihe Bay Yüzde Beş olarak geçmiş.

16. ve 17. yy. İznik çinileri
16. yy. İznik çinileri
Çini kase (18. yy.), Kütahya

Gülbenkyan çok genç yaşlardan itibaren sanata ve koleksiyonerliğe ilgi duymuş. İnce zevki ile merak ve bilgisini, iş yaşamında başarı ile kullandığı müzakere yeteneği ile harmanlayarak, zaman içinde eşsiz bir koleksiyona sahip olmuş. Kararlı ve sıkı bir pazarlık ustası olarak çoğu eseri henüz müzayedeye konmadan satın almış. İlk önce, babasının karşı çıkmasına rağmen, eski para biriktirerek bu işe başladığı biliniyor. Ancak, belgelenmiş ilk sanat eseri alımlarını 19. yüzyılın sonlarına doğru yapmış ve 1953 yılına kadar bunu sürdürmüş. Konularının uzmanı danışmanlar, antikacılar ve müzayede evleri ile daima sıkı ilişkileri varmış ama, kendi estetik zevki ve sezgileri en önemli yol göstericisi olmuş.

Çini duvar panosu (1550 civarı), İznik
Selvi ağaçlı ve asmalı duvar panosu (1610-1620), İznik
Ay ışığı altında kiraz ağaçları (1580), İznik
Çini davlumbaz (17.yy.), İznik

Gülbenkyan ömrü boyunca 6440 eser satın almış. Müze broşüründe bunlardan sadece 1000 parçanın sergilendiği yazılmış. Antik Çağ arkeolojik eserlerinden erken 20. yüzyıla uzanan değerli bir koleksiyonu görebilirsiniz burada. 11 bölüme ayrılmış müzede Mısır, Grek, Roma ve Mezopotamya dönemi buluntuları ile İslam Sanatı, Ermeni Sanatı, Çin ve Japonya, 12-17.yy. arası Avrupa, 15-17.yy. Avrupa, 18.yy. Avrupa, 18-19.yy. Avrupa ve Gülbenkyan’ın yakın arkadaşı ve kuyumcu René Lalique’in eşsiz mücevherlerine ayrılmış salonlar var. Ayrıca, Gülbenkyan’ın en sevdiği sanatçılardan biri olan Venedikli ressam Francesco Guardi için özel bir salon da ayrılmış.

Üzümlü ve çiçekli duvar panosu (16. yy. sonu-17. yy. başı)
Şam, Suriye (Osmanlı dönemi)
Yarı değerli taşlardan kaplar (18.-19.yy.), Çin

Kalust Gülbenkyan’ın 1928-1930 yılları arasında Sovyetler Birliği ile yaptığı sıkı pazarlıklar sonucu Hermitage Müzesi’nin koleksiyonundan satın aldığı eserler de var. O dönemde Sovyetler Birliği hükümeti, yıllardır yaşanan feci bir kıtlık ve nakit para yokluğu nedeniyle elindeki bazı değerli eserleri el altından dünya sanat piyasasında satmakta imiş. Zamanının ünlü ve Ermeni bir koleksiyoneri olan Gülbenkyan Sovyet yetkililer için kötünün iyisi ve güvenilir olarak değerlendirilmiş. Gülbenkyan Sovyetler Birliği Merkez Bankası guvernörüne yazdığı mektupta şöyle demiş, “Bana da, başka hiç kimseye de satmamanız gerekir… Bu parçaları müzelerinizden çıkarmasınlar diye temsilcilerinizi uyarmaya devam ediyorum. Ama eğer her şeye rağmen satmak zorundaysanız, tercihinizi eşit fiyat koşullarında benden yana kullanmanız için ısrar ediyor ve satmayı arzuladığınız fiyatlar konusunda beni geciktirmeden bilgilendirmenizi istiyorum”. Müzede göreceğiniz heykeltıraş Jean-Antoine Houdon’un (1741-1828) Diana heykeli ve Rembrandt’ın (1606-1669) İhtiyar Adam portresi Hermitage’dan satın alınan eserlerden iki tanesi.

Gülbenkyan’ın Sovyetler Birliği’nden satın aldığı
Diana heykeli
Jean-Antoine Houdon (1741-1828)
İhtiyar Adam
Rembrandt (1606-1669)
Hermitage Müzesi koleksiyonundan alınmış bir diğer eser

Müzede sergilenen Osmanlı ipek ve yün halılarının ve özellikle İznik çinilerinin olağanüstü güzellikleriyle beni büyülediklerini söylemeliyim. Böylesi çinileri ben yakın zamanda gezdiğim İstanbul’daki Çinili Köşk Müzesi’nde de, başka yerde de görmedim. Yıllar önce British Museum’da gördüğüm İznik çini tabakları da beni etkilemişlerdi ama Gülbenkyan koleksiyonunun sahip olduğu çinilerimiz hem bir başka güzeller hem de sayıca çok daha fazlalar.

Tekneler (1868)
Claude Monet (1840-1926)
Buzların Çözülüşü (1880)
Claude Monet (1840-1926)
Victor Hugo (1886-1888)
Auguste Rodin (1840-1917)

Koleksiyonda ayrıca İran, Suriye, Kafkasya ve Hindistan’dan da çiniler, el yazmaları, vazolar, kandiller ve dokumalar var. Kendisi Ermeni olduğu için, müzeyi gezerken Gülbenkyan’ın koleksiyonuna daha çok sayıda Ermeni eserleri katacağını düşünmüş, eser sayısının az olmasına şaşırmıştım. Sonradan öğrendiğime göre bunun nedeni, Ermenilere ait eserlerin büyük bölümünün Gülbenkyan tarafından Kudüs Patrikliği’ne bağışlanmış olması imiş.

Gülbenkyan koleksiyonunda 18. ve 19. yüzyılda yapılmış çok
sayıda değerli mobilya da var

1920’lerin başına gelindiğinde Gülbenkyan’ın koleksiyonu oturduğu çeşitli konutlara artık sığmaz hale gelmiş. Bunun üzerine, Paris’teki Avenue d’Iéna caddesinde büyük bir konut almış ve II. Dünya savaşı çıkana kadar burayı hem eserlerini tutabileceği bir mekan hem de konut olarak kullanmış. Savaş çıkınca, güvenlik nedeniyle Mısır koleksiyonunu Londra’daki British Museum’a, değerli tablolarını da National Gallery’e emanet olarak göndermiş. Ancak, savaştan sonra İngilizler bu eserleri geri vermek istemeyince, 1948 ve 1950 yılları arasında büyük tartışmalar olmuş. Sonunda, eserlerin  Washington’daki National Gallery of Art’a emaneten verilmesi kararlaştırılmış. Birkaç yıl sonra eserlerin tamamı Gülbenkyan Vakfı’na teslim edilmek üzere Portekiz’e gönderilmişler.

Giovanni Boccaccio‘nun (1313-1375) ünlü
Dekameron kitabının 1757-1761 baskısı
Semaver ve çay servisi seti (1817)
Martin-Guillaume Biennais (1764-1843)
Jasper taşından ibrik (14. yy) Üstündeki altın süslemeler
Juste-Aurele Meissonier (1695-1750) tarafından yapılmış

Gülbenkyan’ın koleksiyonunu Türkiye’ye bağışlamak istediği ancak dönemin hükümetinin bunu kabul etmediği yönündeki söylenti ya da iddiaları duymuş olabilirsiniz. Açık bazı kaynaklardan okuduğuma göre, Ermenistan da benzer iddialarda bulunuyormuş. Ancak, elde bu konularla ilgili hiçbir yazılı belge, yazışma v.b. olmaması nedeniyle kanıtlanamayan bu iddialar maalesef iddiadan öteye geçemiyor. Vakıfın resmi ifadesiyle, Kalust Gülbenkyan 18 Haziran 1953’te imzaladığı son vasiyetine göre, aile bireyleri ve belirlemiş olduğu bazı özel mirasçıları dışında, tüm servetini ve koleksiyonunu vakfa bırakmış. Müzenin girişindeki yazıya göre kendi ifadesi şu şekilde:

Aynı zamanda Kalust Gülbenkyan’ın
dostu olan René Lalique‘in (1860-1945) eşsiz
mücevherlerinden bazıları

Sanat eserlerimin geleceği ile ilgili kararım son derece bilinçli bir şekilde verilmiştir. Hiç abartmadan onları “çocuklarım” bildiğimi ve bakımlarının başlıca kaygılarımdan biri olduğunu söyleyebilirim. Kimi zaman birçok zorluklar pahasına, ama her zaman sadece kişisel beğenilerimin rehberliğinde biriktirdiğim bu eserler hayatımın elli ya da altmış yılını temsil etmekteler. Elbette bütün koleksiyoncular gibi ben de uzmanlara danıştım. Ama bu eserlerin ruhumun ve yüreğimin gerçekten ayrılmaz birer parçası olduğunu biliyorum. (Lizbon, 10 Şubat 1953)

Biz müzede uzun saatler kaldık. Bazı eserleri dönüp tekrar incelediğimiz oldu. Bu kadar güzel ve kapsamlı olacağını hiç tahmin etmediğim Gülbenkyan koleksiyonu bende büyük bir hayranlık uyandırdı. Bir özel müze olarak böyle bir şey beklemiyordum. Sergilenenler, yukarıda belirttiğim gibi, koleksiyonun çok az bir bölümü. Diğer eserlerin arasında kim bilir neler var… Biz müzeyi gezerken yağmur yağmaya başladığı için bahçeyi iyi göremedik ama, çiseleyen yağmurun altında görebildiğimiz kadarı ile, çok huzur verici bir yer. Hem bakımlı hem de mümkün olduğu kadar doğal haline bırakılmış bir bahçe. Müze dükkanında ve kafesinde de biraz vakit geçirdikten sonra, ruhumuzu saran hoş bir havada otelimize döndük.

René Lalique‘in (1860-1945) mücevherlerinden bir seçki

O gün evlenme yıl dönümümüzdü. Müzik tarzı olarak özel bir düşkünlüğüm olmasa da, Portekiz’e gidip de izlememek olmaz diye düşünerek, o akşam için yemek eşliğinde fado dinleyebileceğimiz bir yere gitmeye karar vermiştik. Gerçi fado bir kutlama müziği olmaktan çok bir ağıt ve hüzün ifadesi. Aynen Blues gibi. Bunu biliyorduk. Ama yine de o akşam için bunun değişik ve unutmayacağımız bir anı olacağı konusunda fikir birliğine vardık. Yerimizi Lizbon’a gelmeden birkaç hafta önce ayırttık.

Kelime anlamı kader olan fado 150 yıl kadar önce, kabaca şehrin kalesi, katedrali ve sahil arasındaki bölgeyi kapsadığını söyleyebileceğimiz Alfame semtinde doğmuş bir müzik türü. Aslen bir balıkçı köyü olan bu bölgenin dar ve tehlikeli sokaklarında gemicilerin ve sokak kadınlarının içli ve yanık müzikal yakarışları onların bitmeyen özlemlerini, hüzünlerini ve acılarını ifade etme yolları olmuş. Çıkış noktası ve felsefe olarak Arjantin’in tangoları ile benzerlik taşısa da, fado dans içermiyor. Ancak, özellikle kadın şarkıcıların fado söylerken bazı tipik çok sert hareketleri ve yüz ifadeleri var. Fado müziği Portekizlilerin saudade diye ifade ettikleri bir kavrama dayanıyor. Bu, gerek bir zamanlar sahip olunan ama kaybedilen gerekse hiçbir zaman elde edilememiş bir şeye duyulan özleme karşılık geliyor.

Fado için gideceğimiz yer konusunda epeyce bir araştırma yaptım. Bildiğim kadarı ile tarz olarak biraz fazla “yanık” ve abartılı bulduğum için aradığım mekanın fazla otantik olmasını istemiyordum. İnternette, sadece Portekizlilerin gittiği ve saatlerce fado ile kendilerinden geçtikleri mekanlar buldum ama o kadarını kaldırabileceğimizden emin değildim. Öte yandan, uyduruktan bir programı olan bir turist tuzağına gitmek de hoş olmaz diye düşünüyordum. Sonunda, 90 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen Café Luso’da karar kıldım ve Lizbon’a gitmeden önce yerimizi ayırttım.

Café Luso, hem bir fado mekanı hem de bir restoran. (Tüm fado mekanlarında yemek yenmiyor). Adresi, Travessa da Queimada, No: 10. Fado dinlemek için genellikle bu müziğin doğduğu yer olan Alfame öneriliyor ama, Café Luso Bairro Alto semtinde. Bulunduğu bol kemerli yer bir zamanların, 1755 büyük depremini hasar görmeden atlatan, Brito Freire sarayının mahzen ve ahır kısmı imiş. Yapının doğal mimarisinin bir parçası olan kalın mermer sütunlar ve kubbeli tavanlar buraya hoş bir hava veriyor. Müzik saat 8’de başlıyor ve saat sabah 2’ye kadar aralıklarla devam ediyor. Ara verildiği zaman yemek servisi yapılıyor ve yemeğinizi yerken sohbet etmeniz için biraz süre tanınıyor. Müzik başladığı zaman servis duruyor, gürültü yapılmaması ve özellikle fotoğraf ya da film çekilmemesi isteniyor. Fotoğraf için biraz daha toleranslılar ama, film konusunda epeyce hassaslar. Her yeni seansta  şarkıcılar değişiyor.

Café Luso fado dinlemek için iyi bir mekan

Fado için müzik aleti olarak guitarra (10 ya da 12 telli gitar), viola (bizim klasik müzik aleti olarak bildiğimiz viola ile hiçbir benzerliği olmayan, 6 telli bir gitar türü) ve bazen viola baixo (8 telli bir bas viola) kullanılıyor. Şarkıcılar kadın ya da erkek olabiliyor. Fado müziği ile dolu bir gece geçirdikten ve daha sonra dijital platformlarda bir süre bu müziği dinledikten sonra kesin olarak erkek şarkıcıları daha çok sevdiğime karar verdim. Kadınların aşırı bulduğum şarkı söyleme tarzlarını ve hareketlerini çok sevdiğimi söyleyemem. Sakin halleri ve kadifemsi sesleri ile erkek şarkıcılar bana daha çok hitap ettiler. O akşam, özellikle erkek şarkıcılardan birisini çok beğendim. Söyleyiş tarzı, kadın fado sanatçılarının aksine, çok içli ve melodikti. Gitarcılardan bir tanesi de çok başarılı idi.

Otelden Café Luso’ya gitmek için Avenida da Liberdade’den karşıya geçtik. Navigasyon 15 dakikalık bir yürüyüş gösteriyordu. Bizim gibi, bunun fazla uzun bir yürüyüş olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak önerilen rota, son derece dik olan Calçada da Glória yokuşunu kullanıyor. Burası, Lizbon’un meşhur yokuşlarından birisi. Aslında yukarı çıkan bir füniküler var. Elevador da Glória Lizbon şehrindeki üç fünikülerden birisi. 1885 yılında kullanıma girmiş. 1915 yılından itibaren elektrikli hale getirilmiş. Biz yokuşun dibine vardığımızda füniküler orada bekliyordu ama kapıları kapalıydı ve kısa zamanda kalkacak gibi görünmüyordu. Karanlık havada önümüzdeki yokuşun ne kadar dik olduğunu tam olarak kestirememiş olmalıyız ki, yürüyerek çıkmaya karar verdik. İleride bir yerlerde, yürüyen tek tük başkaları da vardı. Ne büyük hataymış! Yokuşu çıktık ama, kolay olmadı. Eğer giderseniz, siz aynı hataya düşmeyin.

Café Luso’ya saat 8’de varmayı başardık ama girişte, sanki bizi görmüyormuş gibi, orada bulunan bir kadın ile sohbetini sürdüren görevli bizi yerimize oturtsun diye neredeyse 10 dakika bekledik. Sonunda yerimize oturduk. Masaların çoğu doluydu. Birkaç boş masa da daha sonraki arada doldu. Oturur oturmaz, hemen yanımızdaki masada Türkçe konuşulduğunu duydum. Uzun bir masada bir erkek grubu oturuyordu. Sonra, tanıdım onları. Bu, bizim bir gün önce Belém’de, aşırı yağmur altında Keşifler Anıtı’nın (Padrão dos Descobrimentos) altında rastladığımız gruptu. Bir süre sonra bizim de Türkçe konuşmalarımız kulaklarına çalınmış olmalı ki, içlerinden benim yanımda oturan genç adam bizimle konuşmaya başladı. Onları bir gün öncesinden tanıdığımı söyledim. Rehberleri de çaprazımda oturuyordu. Türkiye’de bir Portekiz şirketinde çalışıyorlarmış. Bir süre sohbet ettik.

Karidesli morina balığı lezzetli idi
Portakallı crème brûlée‘yi çok
beğendiğimi söyleyemeyeceğim

Yemekte başlangıç için Akdeniz salata aldık. Ardından karidesli morina balığı yedik. Yemekler beklediğimden daha iyiydi. Şarap olarak, yine daha önce içtiğimiz ve çok beğendiğimiz Palácio da Brejoeria – Alvarinho 2023 beyaz şarabını tercih ettik. Tatlı olarak, portakallı crème brûlée çok başarılı değildi. Biraz kuru geldi.

Önceki senelerde yaptığımız İtalya gezilerinde olduğu gibi, iyi bir masa ayırmaları için, o günün özel bir gün olduğunu rezervasyonda belirtmiştim. İtalya’da genellikle böyle yapınca bize hoş sürprizler yapar ya da hediyeler verirler. Burada da garson gecenin sonunda bize bir jest yapmak istedi ancak, bunun için bizi epeyce bekletti. Bir şeyler ayarlamaya çalıştığı belliydi. Bir yandan da, “Sakın erken kalkmayın” deyip, duruyordu. Bazı masalar kalkmaya başlamıştı. Biz de epeyce yorgunduk. Sonunda, uzun bir bekleyişten sonra, orkestra ve fado şarkıcılarının çalıp söyledikleri şarkı eşliğinde, üzerinde yanan mum olan bir peynir pudingi («Serra» Cheese Pudding) getirdiler. Söyledikleri doğum günü şarkısıydı ama önemli değil. Ya garson yanlış anladı ya da evlilik yıl dönümü için söylenecek bir şarkı olmadığı için onu söylediler…

Café Luso’dan ufak bir jest: «Serra» Peynir Pudingi

Gece karanlığında dar ve ıssız sokaklarda bir süre kaybolup, büyük olasılıkla yolu da epeyce uzatarak, otelimize döndük. Ertesi gün yine yorucu bir gün olacaktı.

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (2): Belém

Bir gün önce o kadar yorulmuşum ki, o sabah uyandığımda kemiklerim hala sızlıyordu. İkinci gün için planımız, Lizbon şehir merkezinin birkaç kilometre batısında, Tagus (Portekizliler Tejo diyor) nehrinin kıyısındaki Belém’e gitmekti. İstanbul’da en az 10 günden beri izlediğim tahminler maalesef bizi şaşırtmadı. Hava epeyce kapalıydı. Ne yapalım? Gezginlikte bu da vardır. Yılacak değildik ama, şöyle bir gün önce olduğu gibi günlük güneşlik bir hava olsa hiç fena olmazdı…

Belém’e gitme konusunda internette tramvay ya da otobüs yoluyla gitmek için çeşitli önerilerle karşılaşmıştım. Sonra birden Yeşil Metro Hattı’nın son durağı olan Cais do Sodré’den Belém’e her 20 dakikada bir tren kalktığı bilgisine ulaştım. Oradan yolculuk 7 dakika sürüyor. Otobüslerin trafik sıkışıklığını aşma sorunu ile tramvayların ancak belli bir hızda gidebildiği düşünülünce, benim de Belém’e gitmek için size önereceğim en iyi ulaşım yöntemi bu olacak. Otelin yakınındaki, Mavi Hat istasyonlarından Restauradores’ten metroya bindik. (Avenida istasyonu da otele 5 dakika uzaklıkta idi ama, onun için geriye doğru yokuş yukarı yürümek gerektiği için orayı genelde otele dönüşlerde kullandık). Bir durak sonra, Baixa-Chiado’da indik ve Yeşil Hatta geçtik. Cais do Sodré bir durak sonra. Burası zaten hattın da son durağı. Cais do Sodré, üç tarafı revaklı yapılarla çevrili ünlü Praça do Comércio meydanının Tagus nehri kıyısına bakan sahilinde yer alıyor. Bu meydan hakkında bir sonraki yazımda bilgi vereceğim. Cais do Sodré aynı zamanda hem arzu ederseniz nehrin karşı kıyısına (Cacilhas) geçmeniz için bir rıhtım hem de bir tren istasyonu. Yakında otobüs ve tramvay durakları da var. Metrodan trene geçmek için üst kata çıkılıyor.

Makinalardan bilet alıp, trene binmek sorun olmadı. Oturacak yer bulduk ama, oldukça hareketli, ineni bineni bol bir trendi. Yerel halkı izlemek için iyi bir fırsat oldu. Yine çok fazla gülmeyen, insana dünyadan kopuklarmış gibi gelen, çeşitli ırk ve renkten insanlar vardı. Yolculuk sırasında geçtiğimiz bazı bölgeler çirkin toplu konutlar ve neredeyse aralıksız duvar yazıları yüzünden çok da hoş değildi. Yol üstünde altından geçilen köprü, Tagus ırmağının iki kıyısını birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü. 1966 yılında yapıldığı zaman adı Salazar Köprüsü imiş. Diktatörlüğü yıkan Karanfil Devrimi’nden (1974) sonra adı o tarihi günü anmak üzere değiştirilmiş.

Belém’e indiğimizde hava iyice kapamış, hafiften bir yağmur da başlamıştı. Trenden indikten sonra, geniş ana yolu geçmek için kullanılan üst geçitte rüzgâr şemsiyeleri ters çevirecek kadar kuvvetliydi. Trenden bizimle birlikte, neredeyse tamamı turist, epeyce insan inmişti. Hep birlikte, hızlı adımlarla üst geçitten kendimizi Belém’in merkezine atmaya çalıştık.

Antiga Confeitaria de Belém

Lizbon’un en çok turist çeken noktalarından Belém, Portekiz’in Keşifler Çağı için son derece önemli bir yer. Burası dönemin, bilinmez ülkelere doğru yelken açan, inanılmaz bir zenginlik ve kölelerle dönen gemilerinin okyanusa açıldığı tarihi nokta. Tagus (ya da Tejo) nehrinin ağzındaki Belém bu nedenle Portekiz tarihi açısından ayrı bir yere sahip. (Kısa bir Portekiz tarihi özeti için Portekiz ile ilgili ilk yazıma bakabilirsiniz). Bunun karşılığında, Belém’de keşiflerin sağladığı zenginliğin ürünü, eşsiz güzellikte eserler yapılmış. Kral I. Manuel’in (1495-1521) dönemine ait, özellikle Manuelin tarzda yapılmış pek çok eser 1755 yılındaki deprem sırasında Lizbon’un merkezinde yerle bir olurken, burada ayakta kalabilmiş çok güzel örnekler var.

Tarihi pastanenin duvar fayansları (azulejos) pek güzeller

1755 yılındaki büyük deprem felaketinden sonra Kral I. José (1750-1777) saray maiyetini, önce çadırlarda ikamet etmek üzere, Belém tepelerine taşımış. Kraliyet ailesinin yaklaşık 30 yıl burada ikamet etmesi Belém’de ticaretin gelişmesini ve zenginliğin artmasını sağlamış.

Üretim sürecinin gizli olmayan kısmını buradan izleyebilirsiniz
Bizim gibi oturmayı tercih edenlerin yanında pastanenin
ürünlerinden alıp gidenler de çok
Çeşit çeşit lezzetler…

İlk olarak, ünlü Pasteis de Belém tatlısının yapıldığı Antiga Confeitaria de Belém pastanesine (bazı kaynaklarda Fábrica dos Pastéis de Belém olarak da geçebiliyor) gitmeye karar vermiştik. Genelde açlığa çok dayanamasam da alacağımız kalorileri düşünerek kahvaltı yapmamıştım. Burası, Portekiz’in en önemli tatlarından sayılan tatlının patentli olarak yapıldığı yer. Bir önceki gün Lizbon’un merkezindeki Fábrica da Nata‘da Pastéis de Nata yemiştik. İlk yazımı okumamış olanlar için kısaca belirteyim; aslında altı hafif tuzlu ve çıtır bir hamur, üstü yumurta sarısı, şeker ve limon kabuğu rendesi ile yapılmış krema olan bu iki tatlı temel olarak aynı. Tatlının sadece Belém’deki bu pastanede yapılanına Pasteis de Belém deniyor. Bu konuda çeşitli tartışmalar var. Kimileri, burada uzun kuyruk beklemeye gerek olmadığını, başka yerlerde de aynı şeyin yenebileceğini savunuyor. Ben ikisini de karşılaştırma olanağı buldum. Aslında, öyle ya da böyle, tüm üreticiler, Portekiz’in bu tatlısının dünyaya tanıtımı konusunda Antiga Confeitaria de Belém’in katkısını kabul ediyorlar.

Antiga Confeitaria de Belém’de başta içki olmak
üzere başka birçok ürün satılıyor
İşte menüden seçtiklerimiz. Ortadaki tabakta tabii ki Pasteis de Belém var. Pasteis Portekizce hamur işleri için kullanılıyor. Pastel, kelimenin tekil hali. İki türlü de duymanız mümkün.

Bizimle birlikte trenden inen büyük yabancı grubunun yöneldiği yerin Antiga Confeitaria de Belém olduğu kısa zamanda belli oldu. Beklediğimiz gibi, pastanenin önünde uzun bir kuyruk vardı. Bazı kaynaklarda, daha çok küçük pastaları eline alıp gitmek isteyenlerin oluşturduğu kuyruktan ürkmek yerine, 250 kişilik salonda oturmak üzere kapıya yönelmenin akıllıca olacağı yazılıydı. Biz de öyle yaptık ama, oturmak isteyenlerin kuyruğu da epeyce uzundu. Biraz bekledik. Pastanenin içinde de inanılmaz bir hareket vardı. Oturma yerlerine yönlendiren görevliler, ağır tepsilerle oradan oraya koşturan garsonlar. Oturanlar, kalkanlar, büyük gruplar, aileler. Kuyruk beklerken tarihi pastanenin duvar fayanslarını (azulejos) inceleme fırsatım oldu. Bazıları çok güzeldi. Dükkânın iç içe geçen bölümlerinin bir tanesinde üretim sürecinin bir bölümünü de görmeniz mümkün.

Pasteis de Belém’in çıkış yeri olduğu kabul edilen Mosteiro dos Jerónimos manastırı ve kilisesinin önünde sabahın erken saatlerinden
itibaren uzun bir kuyruk vardı
Manastırın kilisesi Igreja de Santa Maria de Belém

19. yüzyılın başlarında, daha sonra gezeceğimiz Mosteiro dos Jerónimos manastırının yakınındaki bu yerde bir şeker kamışı işleme tesisi ve ona bağlı bir dükkân varmış. 1820’ler boyunca süren iç savaşta liberal monarşistlerin galip gelmesi sonucu 1834 yılında bütün tarikatlar yasaklanıp manastırlar kapatılınca, birçok rahip, rahibe ve buralarda çalışan insan ortada kalmış. Bu sırada yaşanan hayatta kalma mücadelesi sırasında manastırın eski üyelerinden birisi bu dükkânda satılmak üzere kendi yaptığı, daha sonra Pastéis de Belém olarak tanınacak, tatlılardan getirmiş. 1837 yılında, manastırın gizli ve özel olduğu söylenen tarifi ile pastanede üretime başlanmış. O dönem Lizbon’dan uzak sayılan ve sadece gemi ile gelinebilen Belém’in bu tatlılarının şöhreti kısa sürede yayılmış. Pastanenin sahipleri tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan bu tarif ile günümüzde günde ortalama 20.000, yazın bazı günlerde 40.000 Pastéis de Belém üretildiği söyleniyor. Tarif hala gizli tutuluyor ve söylendiğine göre, lezzet için en önemli dokunuşlar, baş pastacılar tarafından herkesin giremediği bir “sır odası”nda yapılıyor. Okuduğum, ailenin temsilcisi Miguel Clarinha’nın ifadesine göre (@culinarybackstreets.com), Pastéis de Belém’in tarifinin tamamını, babası, kendisi, kuzeni ve dört şef olmak üzere, sadece yedi kişi biliyormuş.

Kilisenin ana kapısı Manuelin tarzda ayrıntılarla dolu

Sonunda oturduk. Aslında, iç içe salonlardan meydana gelen pastanenin oturma bölümü epeyce büyük ama talep o kadar çok ki, yetmiyor. Belki de bu kadar çok birbirinin içinden geçilen salon olmasının nedeni de yıllar içinde artan talep yüzünden. Yanlış hatırlamıyorsam, bir görevli üst katta da oturulabileceğini söyledi. Biz 2 tane Pastéis de Belém, 2 tane kek (Queque), 2 portakal suyu, 2 kahve ve eve, İstanbul’a götürmek üzere ayrıca 6’lı bir paket Pastéis de Belém aldık. Hepsine 24,95 Euro verdik. Fiyatlar konusunda yangın yerine dönen ülkemiz ile karşılaştırma yapabilmeniz için bu bilgiyi de paylaşıyorum.

Kilisenin apsis kısmı
1501 yılında verdiği talimatla kilise ve manastırın yapımını başlatan Kral I. Manuel ve eşi Aragon
Kraliçesi Maria‘nın mezarı

Şimdi gelelim, Pastéis de Belém hakkında düşündüklerime. İki gün üst üste tatma fırsatı bulduktan sonra, ben Pastéis de Belém’i daha çok beğendiğimi söyleyeceğim. Bu açıdan kuyrukta beklediğimize değdi kanımca. Sanırım işin sırrı gerçekte kullanılan malzemede. Belki yapım sırasında bir iki küçük püf noktası da vardır. Bana Belém’inki daha farklı, daha lezzetli geldi. Belki psikolojiktir diyebilirsiniz. En iyisi, sizin de mümkünse ikisini de tatmanız ve kendiniz karar vermeniz. Yalnız önerim, bu tatlıdan bizim gibi sonra da yemek üzere alırsanız, kısa zamanda tüketmeniz çünkü, durdukça, tadı bozulmasa da alt kısmının çıtırlığı kayboluyor. Pastéis de Belém’in en hoşuma giden özelliği elinizle yedikten sonra ellerinizde yağ veya şekerden dolayı yapışkanlık hissetmemeniz. Son olarak, bu küçük tatlılar hakkında okuduğum ilginç bir bilgiyi daha ekliyeyim. Söylendiğine göre, aslen manastırda yapıldığı zamanlarda, yumurtaların sarıları tatlının kremasında kullanılırken, beyazları da papaz ve rahibeler tarafından kıyafetleri için kola olarak kullanılırmış.

Tavan detayları

Daima işin kaynağına, özüne gitmeyi seven bir insan olarak, Belém tatlılarımızı yedikten sonra Jerónimos Manastırı’na gitmesek olmazdı. Şaka bir yana, Belém’e kadar gelip de Manuelin tarzı mimarinin incisi kabul edilen tarihi yapıya gitmemek çok yazık olur. Pastaneye çok yakın olan manastırın ve bitişiğindeki kilisesinin (Igreja de Santa Maria de Belém) önünde daha sabahtan çok uzun kuyruklar vardı. Ne yalan söyleyeyim, ekim ayında bu kadar uzun bir kuyruk beklemiyordum. O nedenle, önceden internetten bilet almamıştım. Bilet almak için karşıdaki parkın içindeki bilet satış yerine gittik. Açıkçası, görevli çok umut verici konuşmadı. Sıradaki herkesi bilet satmadan önce, en az iki saat bekleyecekleri konusunda uyarıyordu.  Yine de bilet aldık. Kilise bölümü ücretsiz ama onun da önünde uzun bir kuyruk vardı çünkü, içeride aynı anda belli bir sayının üzerinde ziyaretçi olmasını istemiyorlar.

Ölümü halk arasında bir efsanenin yayılmasına neden
olan Kral I. Sebastião‘nun mezarı
Vasco de Gama‘nın mezarı

Portekiz Keşifler Çağı’nın ve dönemin zenginliğinin en önemli sembollerinden birisi olan Jerónimos Manastırı 1983 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Portekiz Geç Gotik mimarisinin en güzel örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor. Manastırın yapımına 1501 yılında, zamanın hükümdarı Kral I. Manuel’in talimatıyla başlanmış. İnşa süreci neredeyse 16. yüzyıl boyunca çeşitli mimarların katkıları ile devam etmiş. 1850 yılında manastıra Neo-Manuelin mimari tarzında bir ekleme de yapılmış. Günümüzde manastırın bu kanadında bir arkeoloji müzesi (Museu Nacional de Arqueologia) var.

Jerónimos Manastırı ve kilisesine deniz kıyısından bakış
Manastır avlusunu çevreleyen revak
Büyük Portekiz şair ve yazarı Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı

Jerónimos Manastırı’nın bulunduğu yerde daha önce Gemici Prens Henrique’nin yaptırdığı ve yeni ülkeleri keşfetmek üzere yola çıkan gemicilerin dua ettiği bir kilise varmış. Bu kilisenin yerine yapılan Jerónimos Manastırı ve Santa Maria de Belém Kilisesi, o dönemde dünyanın en zengin ülkesi sayılan Portekiz’in sömürgelerinden elde ettiği varlığı fazlasıyla yansıtıyor. İnşaat parasal olarak, ülkeye getirilen baharat, değerli taşlar ve altından alınan vergilerle finanse edilmiş. Başlangıçta, Portekiz Kraliyet ailesinin gömülmesi için tasarlanan kilise, daha sonra aynı zamanda asil olmayıp, ülke için önemli olan başka kişilerin de gömüldüğü bir yer olmuş. Vasco de Gama bunlardan birisi. Buradaki önemli mezarlardan birisi de boş bir mezar. Bir önceki yazımda Kral I. Sebastião‘nun 1578 yılında Fas’a yaptığı ve Portekiz’in genişleme döneminin sonunu getiren seferden söz etmiş ve kralın Alcácer Quibir Savaşı’ında “kesin olarak öldüğü” ifadesini kullanmıştım. Bu ifademin özel bir nedeni vardı zira, halk arasında Kral I. Sebastião’nun aslında ölmediği ve bir gün çıkıp geleceği inancı o kadar kuvvetle yayılmış ki, sonunda kemiklerinin bulunduğu iddia edilerek bu mezar yapılmış. Kilisenin sütunları ve yukarıda, tavandaki desenlerle birleşirken verdikleri palmiye ağacı izlenimi bana bir anda Gaudi’nin hala bitmeyen eseri Sagrada Familia’nın içerisinde sütunlarla yarattığı o eşsiz havayı anımsattı.

Avlunun yukarıdan görünüşü

Kiliseyi gezdikten sonra bitişik olan manastırın giriş kapısındaki uzun kuyruğun sonuna gittik. Bu arada hava gittikçe kapamaya başladı. İki saat beklemedik ama yine de içeri girmemiz 30 ile 45 dakika arasında sürdü. Manastırın içinde, avluyu çevreleyen revaklı bölümü (cloister) ve yemekhane (refectory) salonunu gezebiliyorsunuz. İki katlı avlunun mimarisi gerçekten çok güzel. Burada, Portekiz’in Gotik mimarisi ile fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu ülkelerinin mimari ve estetik özelliklerinin, Manuelin tarzı tanımlamak için ifade edilen şekilde, ne kadar güzel harmanlandığını görmek mümkün. Avluyu çepeçevre dolaşırken bir bakıyorsunuz kendinizi Kuzey Afrika Arap mimarisi, bir bakıyorsunuz Uzak Doğu havası ile sarmalanmış hissediyorsunuz. Portekizli büyük şair ve yazar Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı da bu avluda. Yaşamı sırasında hak ettiği gibi kabul görmeyen ve öldüğü zaman çok mütevazi bir mezarlığa gömülen Pessoa, ölümünden sonra ünlenince, buraya nakledilmiş.

Manuelin mimari tarzının ince detayları her yerde göze çarpıyor

Manastırın yemekhanesi epeyce büyük. Bu bölüm, 16. yüzyılda, yapının banisi Kral I. Manuel’in hükümdarlığı sırasında tamamlanmış. Yapımda, Portekizli mimar Leonardo Vaz ve yönetimindeki 10 usta çalışmışlar. Gerek mekânsal büyüklük gerekse mimari olarak etkileyici. Bir zamanlar pencerelerin karşısındaki duvarda yemek sırasında İncil okunması için tahtadan bir minber varmış. 1780-1785 yılları arasında duvarlar kısmen İncil’den dini sahnelerin resmedildiği azulejo’larla (fayans kareler) kaplanmış.

Manastırın ünlü yemekhanesi ve bir duvar detayı
El yıkamak için lavabo

Jerónimos’tan çıktığımız zaman hava iyice bozmuş, yağmur artmıştı. Manastırın karşısındaki parkın içinden geçip, alt geçidi kullanarak sahildeki geniş ana caddenin karşı tarafına geçtik. Padrão Dos Descobrimentos (Keşifler Anıtı) heybetli bir şekilde önümüzde yükseliyordu. Niyetimiz, en tepedeki seyir terasına çıkıp, manzarayı seyretmek ve birkaç fotoğraf çekmekti.  Bilet almak için içeri girerken kapıdaki görevli genç kadın seyir terasının üstünün açık olduğunu ve şiddetli rüzgâr ve yağmur olduğunu söyledi. İsteyenlere yine de bilet satıyorlardı. Kısa bir duraklamadan sonra yukarı çıkmaktan vaz geçtik. Dışarı çıkıp anıtın fotoğraflarını çekmeye karar verdik.

Keşiflere ithaf edilmiş Padrão Dos Descobrimentos anıtı

Padrão Dos Descobrimentos anıtı, 15. yüzyılda Portekiz’in Keşifler Çağı olarak adlandırılan dönemine ithaf edilmiş bir eser. İlk olarak, 1940 yılında Lizbon’da yapılan Dünya Fuarı için tahta ve alçı kullanılarak yapılmış. Fuarın bitiminde sökülmüş. 1960’larda, diktatörlük döneminde esen geçmişin ihtişamlı havasını canlandırma eğilimi kapsamında, Gemici Prens Henrique’nin ölümünün 500. yılını anmak için tekrar yapılmış. Kalıcı olması planlanan anıt bu kez kireç taşı, beton ve çelik kullanılarak yeniden inşa edilmiş. 52 metre olan anıt Belém’in sahilinde, Tagus Dalyanı’nın kıyısında görkemli bir şekilde yükseliyor. Burası tam da 15. yüzyılda dünyayı keşfe çıkan üçgen yelkenli karavelaların (Portekizce’de caravela) yola çıktığı nokta. Karavela, keşifler için ideal olan orta büyüklükte, hızlı, manevra kabiliyeti yüksek ve yelken açmak için yalnızca küçük bir mürettebata ihtiyaç duyan bir gemi türü.

Kendisi de bir karavela formunda yapılmış olan Padrão Dos Descobrimentos’un en uç noktasında, bizzat seferlere hiç çıkmamış olsa da keşifler açısından Portekiz’in en önemli tarihi şahsiyeti kabul edilen Gemici Prens Henrique’nin heykeli var. O da elinde küçük bir karavela gemi tutuyor. Gemici Henrique’den geriye doğru, iki yanda Keşifler Çağı açısından önemli çeşitli kişilerin heykelleri sıralanmış. Sağ tarafta, kendisi de kâşif ve diplomat olan Pêro da Covilhã’nın elinde tuttuğu Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı (Portekiz’de, kralın izniyle, İsa’nın Tarikatı adı altında varlıklarını sürdürmüşler) bu tarikatın keşifleri maddi olarak finanse etmiş olmasını simgeliyor. Anıttaki tek kadın heykeli de bu tarafta. Lancaster’den gelin gelerek Portekiz kraliçesi olan Kraliçe Philippa Gemici Henrique’nin annesi. Anıtın diğer tarafında, Prens Henrique’nin hemen arkasında Kral V. Alfonso, onun arkasında sırasıyla Vasco da Gama, Brezilya’yı keşfeden Pedro Álvares Cabral ve dünyanın çevresini dolaşan ilk gemici ve kâşif Ferdinand Magellan var. Daha arkaya doğru sıralananlar arasında dönemin ünlü diğer gemicileri ile haritacı, vakanüvis (zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi), yönetici ve benzeri kişileri bulunuyor. Yine bu yüzde Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão’nun birer Padrão ile adeta boğuştukları görülüyor. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar. Eskiden Portekiz sömürgesi olan dünyanın çeşitli yerlerinde bunlara hala rastlamak mümkünmüş.

En önde elinde bir karavela tipi gemi modeli tutan Gemici Prens Henrique. Arkasında sıralanmış tarihi kişilerin arasında bulunan kâşif ve diplomat Pêro da Covilhã’nın elinde Portekiz’e sığınmış olan
Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı görülüyor.

Padrão Dos Descobrimentos anıtında Portekiz’in Keşifler Çağı’nın karanlık yüzü elbette yansıtılmıyor. Hristiyanlık adına yapılan tüm bu keşifler yerli halkların inanılmaz bir şiddetle yok ya da esir edilmesine herhangi bir gönderme barındırmıyor. Ya da ezilen ve yok edilenlerin açısından yansıtmıyor demek daha doğru olur çünkü, anıta uzaktan ve arkadan baktığınızda, karavel geminin ana yelken direği bir Latin haçını anımsatıyor. Biraz yaklaşınca, bunun aynı zamanda ucu aşağı doğru uzanan dev bir kılıç olduğunu görüyorsunuz. Bu, keşifler sırasında Hristiyanlığın kılıç zoruyla uzak diyarlarda kabul ettirilmesi gerçeğinin simgesel olarak anlamlı bir ifadesi.

Sol tarafta Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão birer Padrão dikmeye uğraşıyorlar. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar.

Burada paylaştığım fotoğraflarda havanın kapalı olduğu belli olmakla beraber, Okyanus’tan karaya doğru esen güçlü rüzgarı ve şiddetli yağmuru anlamak mümkün değil. Bugüne kadar hiç görmediğim şekilde patlayan fırtına sanki bir zamanlar okyanuslara açılan gemicilerin ne tür koşulları göğüslemeleri gerektiğini anlamamız için kurgulanmıştı. O rüzgârda şemsiye açmak da mümkün olmadı. Mecburen sahilde, biraz ilerimizde görünen bir başka Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki anıta gitmekten vaz geçmek zorunda kaldık. Doğrusu, Manuelin mimarinin ayakta kalabilmiş nadir güzelliklerinden Torre de Belém’e (Belém Kulesi) gidemediğimiz için üzüldüm. Ama, gitmeye çalışmak da pek gerçekçi olmayacaktı. Arap mimarisinden esinlenilmiş kuleleri, halat şeklinde süslemeleri ve balkonları görebilmek için daha çok dışarıda olmak gerekecekti. Belém Kulesi, Kral I. Manuel’in isteği üzerine, 1514-1520 yılları arasında yapılmış. Anıt, Portekiz’in şaşaalı döneminin en önemli simgelerinden biri olarak kabul ediliyor.

Fırtına yüzünden gidemediğimiz Torre de Belém
Kaynak: visitlisboa.com

Yağmurun altında elimden geldiği kadar fotoğraf çektim. Bu arada yakınımızda Türkçe konuşmalar duydum. 9-10 kişilik bir erkek grubu idi. Onlar da zorlukla fotoğraf çekmeye ya da birbirlerini anıtın önünde çekmeye çalışıyorlardı. İçlerinden bir tanesi rehberleriydi. O hava koşullarında Türkçe olarak anıt hakkında bilgi vermeye çalışıyordu. Derken, yağmur iyice şiddetlendi. Artık hava koşullarına direnmeye çalışmanın bir anlamı da kalmamıştı. Vakit geçirmeden otele dönmeye karar verdik ama, yağmurun altında tren istasyonuna o yolu nasıl geri gidecek, en önemlisi, sabah geçtiğimiz o üst geçitten nasıl geçecektik?

Çaresiz koşmaya başladık. Anıtın giriş kapısının önünde, 1960 yılında Güney Afrika’nın Gemici Prens Henrique’nin 500. ölüm yıl dönümü için Portekiz’e hediye ettiği, çeşitli renklerde mermerlerden mozaik şeklinde yapılmış dev pusulayı, fazla inceleyemeden, şöyle bir görebildik. 50 metre çapı olan pusulanın ortasındaki haritada, Portekiz’in 16. yüzyılda fethettiği tüm toprakları görmek mümkün.

Ana yola doğru koşarken, uzakta, yol kenarında park etmiş bir taksi gördük. Şoför dışarıda, açtığı arabanın bagaj kapağının altında sakin sakin sigara içiyordu. Bizi hemen arabasına buyur etti. Nereye gideceğimizi sordu. İngilizce konuşabilen, kibar bir adamdı. Hava kötüydü ama, İstanbul’da yağmur yağdığı zaman bir felakete dönüşen trafik gibi bir sıkışıklık yoktu. Araba kullanma şekli bir yana, ne de olsa Lisbon’un nüfusu 545 bin civarındaydı. Sonunda, taksi şoförü bizi, otelin yakınındaki Avenida da Liberdade üzerinde bıraktı. Akşam yemeğine gidene kadar mecburen dinlenecektik çünkü Lizbon’un merkezinde de hava berbattı.

Yemek için, Lizbon’a gelmeden Cervejaria Ramiro’da yer ayırtmıştım. Burayı, hem Lizbon’da beş yıl çalışıp, yaşamış genç bir tanıdığım önermiş hem de kaldığımız Hapimag Lisbon’un şehirde önerdiği restoranlar arasında görmüştüm. Ayrıca, çeşitli sitelerde Lizbon’da deniz ürünleri yenebilecek en iyi yerlerden birisi olarak söz ediliyordu.

Ortada Queijo Monte da Vinha ve çevresinde
Manchego peynirleri

Avenida Almirante Reis 1 adresindeki Cervejaria Ramiro’ya metro ile gittik. Yeşil metro hattındaki Intendente durağında inip, kısa bir yürüyüşten sonra kolayca bulduk. İki kata yayılmış, fena sayılmayacak bir oturma kapasitesi vardı. Buna karşın tıklım tıklım doluydu. Bizim gibi, her milletten yabancının dışında, onlardan daha fazla Portekizli göze çarpıyordu. Bu da buranın sadece turistik bir yer olmadığını gösteriyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk bakışta bana daha çok bir esnaf lokantası gibi geldi. Elbette değildi ama, biraz fazla kokulu, kalabalık, gürültülü ve hengâme havası olan bir yerdi. Bu ambiyansa, çeşitli masalarda süren yengeç kırma çabaları ve o nedenle çıkan sesler de ayrı bir hava katıyordu. Yanımızdaki masada üç Portekizli kadın vardı. İçlerinden biri, arkadaşının bu konuda başarısız olduğunu görünce çekici eline aldı ve kare bir mermerin üzerinde duran yengece okkalı bir vuruş yaptı. Yengecin kabuğunu kırmayı başardı. Ancak, yengecin kabuğu masada kalırken, içinden kocaman bir et parçası yere fırladı. Üçünü birden bir gülme krizi tuttu. Aman ne güldüler ne güldüler! Portekiz’de gördüğüm en neşeli tiplerdi. Bu hallerine bayıldım.

İnsan her gezide yeni şeyler öğreniyor. Deve dikeninin peynir
yapımında kullanıldığını hiç bilmiyordum.

Yemekler çok lezzetli, servis hızlıydı. Başlangıç olarak iki peynir aldık. Bunlardan birisi, bildiğimiz bir peynir, Manchego idi. Asıl şaşırtıcı olan Queijo Monte da Vinha idi. Kaşıkla servis yapılması gereken, krem peynir kıvamındaki Monte da Vinha çok hoşumuza gitti. Marketlerde arayıp, eve götürmek için satın almaya karar verdik. Ertesi gün, gittiğimiz büyük bir markette aradık. Reyonlardaki yüzlerce peynir arasında bulamayınca, sorduk. İçeriden getirdiler. Ben bunun, Monte da Vinha peynirinin farklı saklama koşulları gerektirdiği için olduğunu düşünüyorum. Monte da Vinha peynirinin internet sitesinden öğrendiğime göre bu peynir, tamamen elle ve hiçbir katkı maddesi kulanılmadan üretilen, artisanal bir peynirmiş. Üretimde sadece çiğ koyun sütü, tuz ve bitkisel pıhtılaştırıcı olarak (coagulant) deve dikeni kullanılıyormuş. 2019 yılında İtalya’nın Bergamo kentinde yapılan Dünya Peynir Yarışması’nda, 6 kıta ve 42 ülkeden katılan 3804 peynir arasından altın madalyaya layık bulunmuş.

Sahanda karidesler çok lezzetli idi

Peynirlerin ardından, sahanda iri karidesler yedik. Sarımsaklı sosu ekmek batırıp yenecek kadar lezizdi. O kadar söyleyeyim. Şarap olarak Kuzey Portekiz’in Vinho Verde vadisi alt bölgesi Monção e Melgaço’da bulunan 50 yıllık, ilk Soalheiro bağından elde edilen Alvarinho çeşidi üzümlerden yapılan Soalheiro Primeiras Vinhas Alvarinho DOC 2023 beyaz şarabını içtik.

Morgado do Bussaco tatlısı

Ben, bir gece önce içtiğimiz Alvarinho kadar beğenmedim ama, havalandıkça daha bir iyiye gidiş oldu. Tatlıyı bir tane alıp, paylaşsak daha iyi olurdu aslında. Epeyce doymuştuk ama, yolculuklarda kendimi kısıtlamam genelde. Biraz aç gözlülük yaptık, doğru, ama Morgado do Bussaco denilen tatlı pek güzeldi. Bol cevizli ve ballı. Menüde öyle demiyordu ama, ben incir tadı da aldım. Yanında Duoro Vadisi bağlarının Tempranillo, Touriga Franca, Touriga Nacional, Tinta Barroca üzümlerinden yapılan, ve 10 yıl meşe fıçılarda yaşlandırıldığı için kırmızımsı kehribar rengini alan W&J Graham’s 10 Tawny Port içmeyi ihmal etmedik elbet…

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (1)

Birkaç gün için gittiğimiz Portekiz‘den yeni döndük. Yine yeni pek çok bilgi, gözlem ve hoş anılar biriktirdik. Güzel bir gezi oldu. Henüz gitmediğimiz her ülke, insana oraya özgü olduğunu düşündüğü belli şeyler çağrıştırır. Öteden beri, Portekiz denince benim de aklıma gelen birkaç şey vardı.

Bunlardan bir tanesi, klasik ekonomi okulunun en önemli teorisyenlerinden David Ricardo (1772-1823) ve onun uluslararası ticaretin temel kuralı kabul edilen Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi idi. Burada bu teorinin ayrıntılarına girerek sizi sıkmayacağım. Ülkeler arası serbest ticaret ve uzmanlaşmayı destekleyen bu teori özetle, ülkelerin her şeyi üretmeye çalışmak yerine, fırsat maliyeti açısından üstün oldukları malları üretip, bunu başaramadıkları ürünleri ithal etmelerinin her ülkenin yararına olacağını belirtir. Ricardo bu teorisi için İngiltere ve Portekiz’i örnek olarak kullanır ve yaptığı maliyet karşılaştırması ile iki ülkenin hem şarap hem de kumaş üretmek yerine, maliyet açısından avantajlı oldukları ürünü üretip, diğerini ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağını ortaya koyar. Buna göre, İngiltere avantajlı olduğu kumaşı üretip Portekiz’den şarap ithal etmeli, Portekiz de şarap üretip kumaşı İngiltere’den ithal etmelidir. Nedense, Portekiz denince aklıma hep üniversitede okuduğumuz bu örnek gelirdi.

Bir de babamın 1960’ların sonlarında bir iş gezisi için Portekiz’e gidişi ve grup olarak Padrão dos Descobrimentos, yani Keşifler Anıtı‘nın önündeki fotoğrafı vardır. Sözünü ettiğim yıllarda Portekiz günümüzde olduğu kadar gidilip gelinen bir ülke olmadığı için babamın bu gezisi çok heyecan verici gelmişti bana. Sonraki yıllarda tek tük akraba ya da tanıdıklarım gitmeye başladı Portekiz’e. Genelde söylenen, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça geri olduğu ve eğer insan ilk olarak yurt dışına çıkıyorsa, gidilecek ülkenin Portekiz olmaması gerektiği yönündeydi. Hatırlarsınız, Avrupa Birliği‘ne girişinde de (1986) ekonomik olarak aslında topluluk üyesi olmayı hiç hak etmediği ve İspanya‘nın kanatları altında girdiği çok konuşulmuştu.

Bir ülkeye birkaç gün için gitmek bizi elbette o ülkenin uzmanı yapmaz. Kaldığımız sürenin sonunda olsa olsa o ülke hakkında yüzeysel bir fikir edinebiliriz. Bir dizi gözlemden oluşan tadımlık bir deneyimdir bu. Esasen, aynı şey insanın kalış süresi birkaç haftaya yayılsa bile geçerlidir çünkü, bir ülkeye gezgin olarak gitmekle orada yaşamak, günlük hayatı deneyimlemek çok farklı şeyler. Ben de bu yazımda size, gezip görebildiğimiz yerleri mümkün olduğunca gözlemlerimi de katarak, anlatacağım.

Lizbon’a uçağımız epeyce erken bir saatte idi. İstanbul Havaalanı’na gitmek için sabah 03’te kalkmamız gerekti. Gidenler bilirler, İstanbul’dan Lizbon’a uçuş epeyce uzun sürüyor. 4 saat 35 dakika uçtuk. İndiğimizde yerel saat 10’a geliyordu. Kolayca taksi bulduk. Lizbon’un en iyi yanlarından biri, havaalanının şehir merkezine çok yakın, 15-20 dakika uzaklıkta olması. Kalacağımız Hapimag Lisbon‘un yakınına kısa sürede geldik ama, otelin bulunduğu Rua São José sokağında çalışma olduğu için taksi epeyce dolanmak zorunda kaldı. Sonunda, mümkün olan en yakın noktada inmemiz ve biraz yürümemiz gerekti. Oda girişleri saat 16’da olduğu için bavullarımızı bıraktık ve hemen Lizbon’u keşfe çıktık.

Praça dos Restauradores
Meydanın ortasındaki anıt Portekiz’in 1640 yılında İspanyol
hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor.

Otelimizin konumu hem çoğu gidilecek yere hem de başta metro olmak üzere toplu taşıma olanaklarına oldukça yakın olması açısından mükemmeldi. Meraklısı için, ünlü markaların sıralı olduğu ve 1879-1882 yılları arasında yapıldığı zaman Paris‘in ünlü Champs-Élysées caddesine benzetilmeye çalışılan Avenida da Liberdade birkaç saniyelik, Avenida metro istasyonu 5 dakikalık yürüme uzaklığında. Liberdade caddesi, kuzeyde Praça Marquês de Pombal meydanından başlayıp güneyde Praça dos Restauradores meydanında son buluyor. Marquês de Pombal (1699-1782) Lizbon şehircilik tarihi açısından önemli bir isim. Marki Pombal, 1750-1777 yılları arasında Kral I. José‘nin (1714 –1777) bakanı ve başbakanı olarak çok etkin bir şekilde görev yapmasının yanında, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan 9 Richter şiddetindeki deprem faciası sonrası Lizbon’un yeniden inşası konusunda da ünlenmiş. O nedenle, şehircilik açısından Paris için Baron Haussmann ne anlam ifade ediyorsa, Lizbon için de Marki Pombal onu ifade ediyor diyebiliriz. Bu arada, yaşanan depremin ve sonrasındaki tsunaminin yol açtığı yıkımın Lizbon’u gezerken tarihsel olarak insanın sık sık karşısına çıktığını belirteyim. Sicilya‘yı gezerken 1699 Etna patlaması nasıl sürekli karşımıza çıkıyorsa, aynı şey 1755 Lizbon depremi için de geçerli.

Praça dos Restauradores meydanında Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerini (calçada Portuguesa) yapan ustalara saygı olarak yapılmış anıt. Heykeltıraş Sergio Stichini‘nin eseri (2017)

Gezdiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce Portekiz tarihinden kısaca söz etmek istiyorum. Kimileri bunu gereksiz buluyor. Hatta bu şekilde yazılarımı uzattığımı düşünenler de var.  Onlar da sağ olsunlar ama ben nasıl ki, yurt içinde olsun yurt dışında olsun, gezdiğim şehir ya da ülkelerin geçmişini, nereden gelip nereye vardıklarını bilmek istiyorsam, yazılarımı da o şekilde yazıyorum. Sadece gezilebilecek yerler, gidilebilecek restoranlar ve benzeri konularında daha yüzeysel bilgiler veren bir sürü site zaten mevcut. Beni tatmin etmeyen bu sitelerin arasına bir benzerini de eklemek bana ters geliyor açıkçası.

Lizbon sokaklarından
Çeşitli içkiler satan bir dükkan

Portekiz, sonraki dönemlerde sadece işgaller, devrimler, darbeler ve ekonomik krizlerle anılan bir ülke olsa da aslında Avrupa’nın en eski ulus devletlerinden birisi olarak tanımlanıyor. Tarihsel gelişimine bakıldığında, ülkede Taş Devri dönemi insan topluluklarının M.Ö. 2000 yılından itibaren güney ve doğu İberya‘dan gelen İber kabilelerinin saldırısına uğradıkları ve  topraklarının istila edildiği görülüyor. M. Ö. 700’lerde Keltler de Portekiz topraklarını istila ediyorlar. M.Ö. 218 yılında bölgeye ulaşan Romalılar tüm bu yerleşik kabilelerin ve özellikle Lusitenya kabilesinin çok şiddetli bir şekilde karşı koyması ile karşılaşıyorlar. Romalılar bu topraklara yerleşme konusunda o kadar zorlanıyorlar ki, bunu ancak bir casusun M.Ö. 139 yılında Lusitenlerin lideri Viriato‘yu zehirleyerek öldürmesi sonucunda başarıyorlar. Romalılar, aynı zamanda saygı duydukları Lusitenya kabilesine ithafen bu yeni eyaletlerinin adını Lusitenya koyuyorlar. Romalıların altında bu topraklarda huzurlu bir ortam yaşanıyor. Bu arada Hristiyanlık da günümüz Portekiz topraklarında M.S. 200’lü yıllarda yayılmaya başlıyor. Ancak, Batı Roma İmparatorluğu‘nun çöküşü sırasında tüm Batı Roma topraklarında yaşanan Cermen barbar kabilelerinin istilası buraya da uzanıyor. 409 yılında başta Vandallar olmak üzere barbar kabileler buraları istila ediyor. Kısa bir süre sonra, M.S. 415 yılında, Vizigotlar‘ın istilası başlıyor ve diğer Cermen kabileleri yenerek buralardan sürüyorlar. Zaman içinde Vizigot kabileleri arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi başlıyor. 711 yılında bu kabilelerden birisi Kuzey Afrika‘dan Arapları yardıma çağırınca Portekiz için yeni bir dönem başlıyor. Araplar kısa zamanda İber yarımadasının güneyini istila ederek, 756 yılında Abd-al- Rahman önderliğinde bağımsız Al-Andalus krallığını kuruyorlar. Günümüzde Portekiz’in en güney bölgesi olan Algarve bölgesine Araplar, batı anlamına gelen Al-Garb adını veriyorlar.

Birkaç yüzyıl boyunca güneyde Arapların yönetiminde oturmuş ve sakin bir ortam hüküm sürerken kuzeydeki bazı ufak Hristiyan krallıklar kuvvetlenmeye başlıyorlar. Bu krallıklar 11. yüzyılda, yeniden fetih anlamına gelen Reconquista hareketini başlatarak, Araplara saldırmaya başlıyorlar. Bu harekatlar sırasında, Leon Krallığı‘nın bir parçası olan Portucale bölgesi özellikle öne çıkıyor. 1139 yılında liderleri Alfonso Henriques, Ourique‘de kazandığı zaferden sonra kendisini Portekiz Kralı ilan ediyor. Buna karşın, Algarve bölgesi 1249 yılına, III. Alfonso burayı yeniden fethedene kadar, Arapların elinde kalmaya devam ediyor. Bundan sonra tarihte Portekiz’in sınırlarında önemli bir değişiklik olmuyor.

Portekiz Sardalyasının Fantastik Dünyası
Ülkemizde yediklerimizden epeyce büyük olan Portekiz’deki sardalyalar hem halkın temel bir besini hem de özellikle konserve tesisileri ile bir endüstri olarak önemli bir geçim kaynağı. Rossio Meydanı’ndaki bu dükkanda yaratılan Disneyland havası sardalyanın turistlere tanıtımını ve satışını
çok eğlenceli bir hale getirmiş.

Portekiz’in keşifler ve emperyalist yayılmacı döneminin başlangıcı olarak Kral I. João zamanında Kuzey Afrika’daki Ceuta şehrinin ele geçirilmesi (1415) gösteriliyor. Kralın üçüncü oğlu Prens Henrique 1418 yılında babası tarafından Algarve valisi yapıldıktan sonra Batı Afrika’nın keşfine öncülük ediyor. Aslında kendisi bu keşif seferlerinin hiçbirisine katılmıyor ama Keşifler Çağı‘nın öncüsü kabul edildiği için kendisine Gemici lakabı takılıyor. Portekiz bu dönemde Gine Körfezi‘ne yapılan seferlerden elde ettiği altın ve kölelerden büyük karlar ediniyor. Ardından, I. Manuel zamanında Vasco da Gama‘nın 1498 yılında Hindistan‘a, Pedro Alvares Cabral‘ın 1500 yılında Brezilya‘ya ulaşması ile ülkenin zenginliğine zenginlik katılıyor.

Keşifler ve genişleme döneminin sonu olarak 1578 yılında Kral I. Sebastião‘nun Fas‘a yaptığı başarısız sefer kabul ediliyor. Kimilerine göre, inatçı ve dediğim dedik olan kral yüzyıllar sonra Müslümanlara karşı Yeniden Fetih ruhunu abartarak, gereksiz bir saldırıda bulunuyor. Alcácer Quibir Savaşı‘nda kesin olarak öldüğü belirtilen I. Sebastião’nun ardından büyük amcası Kardinal Kral Henrique tahta çıkıyor ancak, Katolik bir Kardinal olarak bekar olması gerektiği için, 1580 yılında öldüğü zaman varis bırakamıyor. Bunun üzerine, İspanya Kralı II. Felipe anne tarafından Portekiz tahtında hak iddia edince, Portekiz 60 yıl boyunca İspanyol Habsburg yönetimi altında kalıyor.  İspanyolların altında iken ülkede Portekizli asillerin yönetim pozisyonlarında olmalarına karşın, izlenen ortak dış politika sonucu Portekiz kolonilerinin pek çoğu Hollandalıların eline geçiyor.

Esasen halk için Lizbon’un dik yokuşlarına çare olarak yapılmış olan asansör ve fünikülerler, turistler için de ulaşım, şehri yukarıdan görmek ve daha iyi
tanımak için önemli toplu taşıma araçları

Portekizlilerin İspanyol yönetiminden kurtulma süreci, 1640 yılında bir ayaklanma ve Bragança Dükü’nün Kral IV. João olarak taç giymesi ile başlıyor. İspanyollar karşı çıkıyorlar ancak, bir dizi savaş sonrası, 1668 yılında resmen Portekiz’in bağımsızlığını tanımak zorunda kalıyorlar. Yukarıda belirttiğim İspanyol dönemindeki koloni kayıplarına rağmen, Portekiz Brezilya’dan gelen altın ve elmaslarla çok büyük gelirler kazanmaya devam ediyor. Bu bilginin ışığında insan Portekiz’in bu zenginliği neden İngiltere ya da onun kadar olmasa da İspanya gibi başarılı bir sanayi devrimi için gerekli sermaye birikimine çeviremediğini merak ediyor. Benim anladığım kadarıyla, bu konuda kritik bir dönem olan 18. ve 19. yüzyıllarda Portekiz birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Bunların bir tanesi, onca gelire karşın, Kral V. João‘nun yaptığı savurganlıklar ve lüks düşkünlüğü nedeniyle ülkeyi iflas noktasına getirmesi. 1755 depremi de ülke için büyük bir yıkım oluyor. Lizbon neredeyse tamamen yerle bir olurken, nüfusunun yüzde 10’u ölüyor. Ardından, tüm kıta Avrupa’sı ile birlikte, Napolyon‘un işgali yaşanıyor. Kraliyet ailesi Brezilya’ya kaçıyor ve geçici bir dönem için imparatorluğun başkenti Rio da Janeiro oluyor. 1811 yılında, daha sonra Wellington Dükü yapılacak olan General Arthur Wellesley ve General William Beresford yönetimindeki Britanya ve Portekiz birlikleri Napolyon’u yenerek ülkeyi kurtarsalar da aile 1821 yılına kadar Portekiz’e dönmüyor. Bu kez de 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığını kazanması ile büyük bir gelir kaybı yaşanıyor. Ardından, iki kardeş arasında yaşanan bir on yıllık taht kavgası ve iç savaş dönemi oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir ekonomik toparlanma dönemi yaşanmaya başlansa da endüstriyel üretimin neden olduğu kitlesel işsizlikler ülkede büyük bir hoşnutsuzluk yaratarak cumhuriyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor. 1908 yılında ünlü Praça do Comércio meydanında hem Kral Carlos hem de veliaht prens öldürüldükten iki yıl sonra, 1910 yılında cumhuriyet ilan ediliyor.

Rossio Tren İstasyonu

Ne yazık ki, cumhuriyetin ilanı Portekiz’e hemen refah ve mutluluk getirmiyor. Yaşanan politik istikrarsızlık ve ekonomik krizlere 1926 yılında askeri bir darbe ile çare aranıyor. Bu ise, 1932 yılında Başbakan olan ve ülkeyi 36 yıl boyunca çok sert bir şekilde yöneten António de Oliveira Salazar‘ın  (1889-1970) diktatörlüğüne uzanan yolun başlangıcı oluyor. Ülkedeki diktatörlüğün son bulması tam olarak ancak 25 Nisan 1974 günü yapılan barışçıl bir askeri darbe ile mümkün oluyor. Benim yaş grubumda olanlar, kan dökülmeden yapılan ve askerlerin tankların ve silahlarının namlularına taktıkları karanfiller nedeniyle Karanfil Devrimi olarak anılan bu darbeyi anımsarlar. Ülkenin tam olarak demokrasiye geçmesi ise, iki yıllık bir geçiş ve değişim döneminden sonra mümkün olabiliyor. Tüm bu kaos ve keşmekeş dolu tarih içerisinde benim dikkatimi çeken nokta, Portekiz’de 1834 yılı gibi erken bir tarihte tüm tarikatların yasaklanarak, manastırların kapatılması oldu. 100 yıldan beri dini tarikatlar konusuna kesin bir çözüm bulamamış ya da içtenlikle bulmak istememiş bir ülkenin vatandaşı olarak bu konuyu neredeyse 200 yıl önce çözen Portekiz’i çok takdir ettim.

19. yüzyılda Neo-Manuelin tarzda yapılmış olan Rossio İstasyonu
gece ışıklandırması ile bir bibloya benziyor

Gitmeden önce yaptığım araştırmalardan kendimce Lizbon’u gezmeye Rossio ve Figueira meydanlarından başlamanın iyi olacağına karar vermiştim. Ayrıca, bu bölgede arayıp bulmak istediğim özel bir şey de vardı. Yüzyıllar boyunca Lizbon’da ticaretin merkezi olan bu iki meydan, Avenida da Liberdade’nin son bulduğu Praça dos Restauradores meydanına da çok yakın. Geçerken meydanın ortasında göreceğiniz anıt, 1640 yılında Portekiz’in İspanyol hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor. 1886 yılında açılan anıtın iki bronz heykeli ellerinde tuttukları taç ve palmiye dalıyla Zafer ve Özgürlüğü simgeliyorlar.

Rossio İstasyonu’nun at nalı şeklindeki kapıları

Praça dos Restauradores’den yolumuza devam ederken, bir Starbucks gördük. Amerika dışında gittiğim ülkelerde hiç Starbucks meraklısı değilimdir. Hele sonradan içtiğimiz kahvelerden anladığımız üzere, Portekiz gibi kahvenin iyi olduğu bir ülkede bence Starbucks’a gitmeye hiç gerek yok. Onun yerine yerel bir kafede oturup kahve içmek, varsa yerel bir şeyler yemek çok daha güzel. Yine de, sabah çok erken kalktığımız ve uzun bir yolculuk yaptığımız için en azından kahvesini bildiğimiz standart bir yerde soluklanma ihtiyacı hissettik. Lafı hiç uzatmadan belirteyim. Kahve inanılmaz kötüydü. Birkaç gün sonra, Sintra‘ya giderken kahvaltı niyetine aldığımız yiyecekler de felaketti. Mecbur kalmazsanız Lizbon’da Starbucks’a gitmeyin derim. Öte yandan, bu kötü deneyim de bir işe yaradı sonuçta. Dinlendikten sonra kalkınca Starbucks’ın altında bulunduğu binanın kendisi ve giriş kapısı dikkatimi çekti. Ana kapıdan girince ışıklı göstergelerden buranın bir tren istasyonu, dahası birkaç gün sonra Sintra trenine binmek için gelmemiz gereken Rossio Tren İstasyonu olduğunu fark ettim. Sintra’ya gidiş konusunu bir başka yazımda ayrıntıları ile anlatacağım.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı
En arkada, Lizbon’un en prestijli tiyatro binası,
Teatro Nacional Dona Maria II görünüyor.

İki tane at nalı şeklinde çok güzel kapısı olan Rossio Tren İstasyonu 1886 yılında mimar José Luis Monteiro (1848-1942) tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında halka açılmış. O dönemde Avrupa’da inşa edilmiş belli başlı tren garlarının yakınında görmeye alışkın olduğumuz görkemli otellere benzeyen Avenida Palace Hotel de yine aynı mimarın eseri. İstasyonun mimarisi, Portekiz’de 19. yüzyılda yapılmış yapılarda sıkça karşımıza çıkan Neo-Manuelin (Yeni-Manuelin) tarz olarak tanımlanıyor. Adından anlaşılacağı üzere bu aslında 16. yüzyılda, Kral I. Manuel‘in (1495-1521) dönemine denk gelen bir mimari geleneğin yeniden yorumlanması. Portekiz’e özgü bir mimari olan ve bazen Portekiz Geç Gotik Mimarisi olarak da anılan Manuelin tarzı Portekiz’in Rönesans ve Keşifler döneminden beslenerek ortaya çıkmış. Bunun en güzel örneği, Belém‘e gittiğimizde gezdiğimiz Jerónimos Manastırı. Bu manastırda Gotik mimari ile, fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu gibi uzak diyarların mimari özelliklerinin ne kadar güzel bir ahenk ile yan yana getirildiğini görmek mümkün. 1755 depremi maalesef Lizbon’da I. Manuel tarafından bu tarzda yaptırılan eserlerin neredeyse tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak akım, imparatorluğun Azor Adaları ve Madeira gibi yakın ve Kuzey Afrika, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi uzak noktalarına kadar yayılmış. Neo-Manuelin akımı 19. yüzyılda bu akımın yeniden yorumlanması ile ortaya çıkmış.

Meydanın ortasında yükselen sütunun üstündeki heykel hem bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru hem de daha sonra Portekiz kralı olan IV. Pedro. 19. yüzyılda yapılan dalga desenli mozaikler yürürken insanda tuhaf bir duygu yaratıyor.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı, tren istasyonunun karşısında, iki dakikalık yürüme mesafesinde. Söz konusu meydan, altı yüzyıl boyunca Lizbon’un can damarı olmuş. Boğa güreşleri, askeri ve dini geçitler, festivaller hep burada yapılmış. Meydanın ortasında, aynı zamanda bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru olan IV. Pedro‘nun heykeli yükseliyor. Dom Pedro IV, yukarıda sözünü ettiğim iki kardeş arasında yaşanan iç savaşın taraflarından birisi. Kardeşi Miguel, ülkenin muhafazakarları ile birlik olup, mutlak monarşiyi savunurken kendisi, bir liberal olarak, İngiltere’de olduğu gibi anayasal monarşiyi savunmuş ve 1822’de bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun birinci hükümdarı iken, tahtı kızına bırakarak Portekiz’e gelmiş ve kardeşini yenmiş. Meydan 19. yüzyılın ortasında dalga desenli mozaik ile kaplanmış. Uzaktan bakınca ve üstünde yürürken insanda değişik bir duygu yaratıyor. Meydanın çevresindeki binalar, Marki Pombal tarafından 1755 depreminde yıkılan binaların yerine yaptırılmış. Günümüzde bu binaların altında kafe ve dükkanlar var. Meydanın kuzey yanında Lizbon’un en prestijli tiyatro binası, Teatro Nacional Dona Maria II var. Daha önce burada bulunan Estaus Sarayı 1450 yılında, Lizbon’u ziyaret eden üst düzey yabancıları misafir etmek için yapılmış. Daha sonra, 16. yüzyılda, Engizisyon Mahkemesi olarak kullanılan saray 1755 depreminde yıkılmış. Günümüzde gördüğümüz Neo-Klasik bina, İtalyan mimar Fortunato Lodi tarafından tasarlanmış ve 1842-1846 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın tepesindeki alınlıkta yer alan heykel, Portekiz tiyatrosunun kurucusu sayılan Gil Vincente‘nin (1465-1536) heykeli.

Figueira Meydanı

Rossio Meydanı’nın yanındaki Praça da Figueira (figueira incir ağacı demekmiş) meydanında depremden önce Hospital Real de Todos-os-Santos hastanesi varmış. 1750’de yangın geçiren hastane beş yıl sonraki depremde tamamen yıkılmış. Pombal Markisi Baixa semtini yeniden tasarlarken buranın şehrin merkezi pazar yeri olmasına karar vermiş. 1885’te, Barselona’daki pazarlar gibi, üstü kapatılmış ama, 1950’de pazarın üstü tekrar açılmış. Meydandaki bronz Kral I. João‘nın heykeli heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından yapılmış ve 1971 yılında açılmış. Rossio meydanında olduğu gibi bu meydanı da günümüzde otel ve kafeler çevreliyor. 1829’da açılan ve aynı ailenin 6. kuşağı tarafından işletilen, bir zamanlar kraliyet ailesinin şekerlemecisi olan Confeitaria Nacional da Figueira meydanında. Biz burada oturmaya fırsat bulamadık ama, siz bir kahve ve pastanenin ünlü tatlıları ile bir mola verebilirsiniz. Okuduğuma göre buranın kahvaltısı da güzelmiş.

Praça da Figueira meydanının ortasında görülen ve 1971 yılında yapılan
Kral I. João‘nun heykeli Leopoldo de Almeida‘nın eseri.

Kafe ve restoranlar gittiğimiz ülkelerin yerli vatandaşlarını gözlemlemek için en uygun yerler. Eğer dışarıda oturuyorsanız, buna gelen geçenleri de ekleyebilirsiniz. Toplu taşıma araçları da bu açıdan çok zengin bir fırsat sunuyorlar. Eğer bir yerde yaşamayıp, kısa süreli kalıyorsak gözlemlerimizin yüzeysel olma olasılığı elbette yüksektir. Buna karşın Portekizliler hakkında size yine de birkaç satır yazmak istiyorum. Ben Portekizlileri oldukça mesafeli ve ciddi buldum. Fazla güler yüzlü oldukları söylenemez. Bu yönden Katalanlara benzettim. Gittiğiniz yerlerde öyle İtalya’da olduğu gibi sohbet ya da şaka, espri beklemeyin. İstisnalar elbette olabilir ama, ben rastlamadım. Ama yine de genel olarak Portekizce bir obrigado (teşekkür ederim) ya da por favor (lütfen) diyerek kimilerinden bir gülümseme koparmanız mümkün. Aslında bu yaz Yunanistan’da edindiğim deneyim de gittiğiniz ülkenin dilinde, özellikle nezaket içeren birkaç kelimenin çok olumlu karşılandığı yönünde. Portekiz’de çok sayıda eski sömürgelerinden gelen insan da yaşıyor. Çeşitli işlerde çalışan Brezilyalılar, Hintliler, Uzak Doğulular ve Endonezyalılar var. Ancak, bu farklı etnik kökenli insanlar beyaz Portekizlilerle pek fazla karışmışlar gibi gelmedi bana. Hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Portekizlilerde gözlemlediğim bir başka özellik ise çevrelerinden, dünyadan oldukça kopuk görünmeleri. Belki sadece dışarıdan öyle görünüyorlar, bilemiyorum.

Masonların kendilerine özgü, özel el sıkma hareketlerini
gösteren kabartmayı insanlar fark etmeden geçiyorlar

Figueira Meydanı tarafında bulmak istediğim özel bir şey olduğunu yukarıda yazmıştım. Farklı şehirlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bazen bir kenti belli bir tema doğrultusunda, bir şeylerin peşine düşerek gezmeyi sevdiğimi bilirler. Aradığım şey, Figueira Meydanı ile Rua do Amparo‘nun köşesindeydi. Bu, çoğu insanın fark etmeden yanından geçip gittiği bir Mason simgesi idi. Sokağı ve meydanı birleştiren köşedeki mermerden büyük madalyonun üzerinde bariz bir şekilde, Masonlara özgü el sıkışmasının yer aldığı bir kabartma var. Lizbon’da, daha önce Barselona’da yaptığım gibi detaylı olarak Mason simgelerinin peşine düşecek zamanım olmadı. Barselona’da bu konuya epeyce zaman ayırmış ve ayrı bir yazı yazmıştım. Burada o kadar vaktimin olmayacağını önceden biliyordum. O nedenle, sadece bu mermer plakayı ve daha sonra gideceğimiz bir restorandaki simgeleri görmeye karar vermiştim. Söz konusu restorandan bu yazımın sonunda bahsedeceğim.

Rua do Amparo, Figueira Meydanını Rossio Meydanına bağlıyor. Sokağın başındaki Masonik el sıkma kabartmasının iki meydanın birbirlerine desteğini simgelediği düşünülüyor.

Masonik röliyefin büyük olasılıkla, Rossio Meydanı’nı yeniden düzenleyerek buradaki pazarı komşu Figueira Meydanı’na taşıyan mimar Carlos Mardel tarafından tasarlandığı belirtiliyor. Kendisi de Mason olan Mardel, yeni bir işlev ve önem kazandırdığı Rossio ile Figueira arasındaki karşılıklı desteği tipik bir Mason el sıkma hareketi ile simgelemiş. 18. yüzyılda şehirde yapılan bu düzenlemeler sonucunda Lizbon’da, üç meydan çevresinde, farklı alanlarda önemi olan üç merkez yaratılmış. Rossio, dükkanlar ve iş yerleri ile kentsel, Figueira büyük pazar yeri ile kırsalla bağlantılı bir merkez haline getirilmiş. Mardel, Masonik el sıkma kabartması ile hem kendi ait olduğu topluluğun bir izini bırakmış hem de Lizbon’un iki farklı yüzü olan kentsel ve kırsal odakların dayanışmasını ifade etmiş. Lizbon için önemli olan diğer meydan daha önce sözünü ettiğim Praça do Comércio. Adı üstünde, nehir kıyısındaki konumu ile bu meydan, özellikle dünya ile ticaretin merkezi olarak tasarlanmış.

İki meydanı birleştiten sokaklardan Rua da Betesga‘dan
Lizbon’un kalesi Castelo de São Jorge manzarası. Kalenin bulunduğu tepe Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar tarafından da savunma amaçlı kullanılmış. Arapların 8. yüzyılda yaptıkları kale, 1147 yılındaki kuşatma ile Portekizlilerin eline geçmiş. Orta Çağ boyunca yapıda birçok değişiklik yapılmış. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda kraliyet konutu olarak kullanılmış.

Masonluk, İspanya’ya olduğu gibi, Portekiz’e resmi olarak yüzyıllar sonra girmiş olsa da her iki ülkenin de Tapınak Şövalyeleri ile kuvvetli tarihsel bağlarının olması, Masonluğun bu ülkelerde yaygın ve kuvvetli olmasının bir nedeni olarak gösteriliyor. Tüm localar olmasa da kendisini Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olarak gören localar olduğu çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Engizisyon mahkemesi kayıtlarına dayanılarak, Portekiz’de ilk Mason oluşum 1727 ya da 1728 olarak kabul ediliyor. Web sitemdeki “Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…” başlıklı yazımda Tapınak Şövalyeleri’nin tarihte ortaya çıkışlarından ve yaklaşık iki yüz sene sonra kafir ilan edilerek, yöneticilerinin 1314’te yakılarak yok edilmesinden söz etmiştim. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için linki kullanarak, söz konusu yazımı okuyabilirsiniz. 1096 yılında, Birinci Haçlı Seferi‘nden sonra kurulan ve 1128 yılında Papa II. Honorius tarafından resmi olarak tanınan Tapınak Şövalyeleri’nin başlangıç amacı Kutsal Topraklara hacca giden Hristiyanları korumaktı. Zamanla, aldıkları bağışlar ve yaptıkları yatırımlarla Avrupa’nın en büyük finansal gücü haline gelmişlerdi. Öyle ki, tarikat Avrupa’nın monarklarına borç verebilecek güce kavuşmuştu. Onların sonunu getiren de bu güç oldu. Günümüzde, Tapınak Şövalyeleri’nin 1312 yılında Papa V. Clement tarafından din düşmanı ve kafir ilan edilerek yok edilmesinin arkasında, şövalyelere ödeyemeyeceği kadar büyük borcu olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in yaptığı baskı olduğu biliniyor. Bu süreçte, Fransa’da büyük ölçüde katledilen tarikat üyelerine İspanya ve Portekiz hükümdarları kucak açıyor. Dönemin Portekiz hükümdarı Kral Dinis, Tapınak Şövalyeleri’nin, başta İsa’nın Şövalyeleri olmak üzere, başka tarikatlar içinde varlıklarını sürdürmelerine izin veriyor. İşte Masonluğun Lizbon’da kuvvetli olması bir yanıyla bu tarihsel gerçeklere dayandırılıyor.

Rua da Betesga’nın köşesindeki São Jorge yani Aziz George kabartması. Aziz George, aralarında İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Gürcistan bulunan birçok ülkenin olduğu gibi, Portekiz’in de koruyucu Azizi kabul ediliyor.

Rossio ve Figueira civarındaki ilginç yerlerden birisi de Ulusal Anıt staüsünde olan, Igreja de São Domingos, yani Aziz Dominik Kilisesi. Küçük bir meydana (São Domingos Meydanı) açılan kilisenin, dışarıdan belli olmasa da içerisinde oldukça ürkütücü bir atmosfer var. Bunun sebebi, en son 1959 yılında geçirdiği büyük bir yangının izlerini taşıyor olması. Açıkçası, kilise hakkında bilgi sahibi değildim. Sadece, yola çıkmadan birkaç gün önce bir Portekizlinin görülmesi gereken bir yer olduğu yönündeki ipucuna dayanarak görmeye karar vermiştim. Kilisenin tarihi konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeri girer girmez bir tuhaflık sezdim ve buranın yangın geçirmiş olduğunu hemen fark ettim. Psikolojik olsa gerek. Sanki kararmış duvarlardan insanın burnuna bir yanık kokusu yayılıyordu. Kilise, 13. yüzyılda, Kral II. Sancho zamanında yapılmış. Ancak, 1531 ve 1755 yıllarının depremleri ile geçirdiği birkaç yangından sonra yapılan iyileştirmeler orijinal Orta Çağ kilisesinin izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Oysa ilk yapıldığı dönemde burası Lizbon’da Kraliyet vaftiz, düğün ve cenaze törenlerinin yapıldığı kilise imiş. Yangından kararmış orijinal sütunların arasındaki turuncu tonlarında boyanmış daha yeni duvarlar ilginç bir tezat oluşturuyor.

Igreja de São Domingos

İçeri girdikten kısa bir süre sonra hem biraz soluklanmak hem de etrafı incelemek için sıralardan birine oturalım dedik. Bu, birçok gezgin gibi, gittiğimiz hemen hemen her ülkede yaptığımız bir şey. Ama bu kez oturur oturmaz, son derece asık yüzlü ve kaba bir görevli tarafından, ayin olacağı belirtilerek, kaldırıldık. Adam suratsız olmanın dışında bir de düpedüz bağırıyordu. Aklıma birkaç yıl önce, Noel zamanı, Beyoğlu’ndaki Santa Maria Draperis Kilisesi‘ndeki sevimsiz bir siyahi görevli geldi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak ve bir afra tafra ile ziyaretçileri sözde düzene sokuyordu. İki olay da aklımda, kompleksli insanların verilen en basit görevi abartarak, “Ali kıran baş kesen” haline gelmelerine güzel bir örnek olarak kalacak.

São Domingos Kilisesi’nin içi
Aziz Domingos Kilisesi’nin içi geçirdiği
yangınların izleri ile dolu

Kilisenin önündeki meydanda büyük bir Afrikalı grup vardı. Meğer bu bir rastlantı değilmiş.  São Domingos Kilisesi’nin cemaatinin neredeyse tamamının, kökleri Portekiz’in eski Afrika sömürgelerinden gelenlerden oluştuğunu okudum. Burası, Lizbon’un özel olarak Afrikalılara kucak açan ve onları kollayan bir kilisesi imiş. Kilisenin Afrikalılar ile bağı 1400’lü yıllara kadar dayanıyor. Bu yıllarda Afrika’dan gelen köleler eğer Afrika’da veya getirildikleri gemilerde vaftiz edilmemişlerse, São Domingos Kilisesi ve çevredeki birkaç kilisede vaftiz edilirlermiş. Daha sonra, civardaki köle pazarlarında madenlerde, gemilerde, dükkanlarda, tarlalarda ve dökümhanelerde çalışmak üzere satılırlarmış.

Santa Justa Asansörü

Rua de Santa Justa‘daki Santa Justa Asansörü Rossio Meydanı’ndan kolaylıkla görülebiliyor. Göğe doğru yükselen bu dev asansör genel olarak Lizbon’a gidenlerin görmeyi ihmal etmedikleri bir yer. Günümüzde daha çok bir turist çekim merkezi olsa da Portekizce adıyla Elevador de Santa Justa aslında zamanında Lizbon’un toplu taşıma sisteminin bir parçası olarak inşa edilmiş. İçi ahşap, 25’er kişilik iki kabini olan asansör şehrin Baixa semti ile yukarıdaki Bairro Alto‘yu birbirine bağlıyor. Tepenin ne kadar dik olduğunu görünce insan, bu asansörün yapıldığı zaman Lizbonlular için ne büyük bir kolaylık sağladığını anlıyor. Demirden ve kimi kaynaklara göre 32, kimine göre 45 metre yüksekliği olan (sanırım nereden ölçüldüğü ile ilgili) asansör 1902 yılında hizmete açılmış. Mimarı, Alexandre Gustave Eiffel‘in öğrencisi olan Fransız mimar Raoul Mesnier du Ponsard. Başta buharla çalışan asansörde 1907 yılından itibaren elektrik kullanılmaya başlanmış. Yapının demir iskeleti Neo-Gotik süslemeler ve detaylarla dolu. O nedenle insana sadece bir demir yığını değil, bir sanat eseri izlenimi veriyor.

Santa Justa Asansörü’nden kale manzarası

Talebin çok, kabin kapasitesinin ise sınırlı olması nedeniyle uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Belki sabah çok erken ya da geç bir saatte daha az yoğun olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi, asansör şehrin toplu taşıma sisteminin bir parçası olduğu için Lizbon için almanızı önerdiğim toplu taşıma kartınızı burada da kullanabilirsiniz.

Uzakta görünen Tagus nehri

Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi. İçi ahşap kaplı, tertemiz kabine bindik. Bizim İstanbul’daki Tünel’in sistemi gibi, Santa Justa Asansörü’nün de kabinlerinden birisi inerken diğeri yukarı çıkıyor. Gittiğim şehirlere yukarıdan bakmayı hem manzara açısından severim hem de şehirde ne nerede diye kafamda yerli yerine oturtmak için çok yararlı bulurum. Lisbon’da şehri yukarıdan görebileceğiniz dokuz, on tane böylesi manzara noktası (Mirador) var. Santa Justa Asansörü de bunlardan birisi. Yukarı çıkınca, tepeden Rossio Meydanı’nı, karşıdaki kaleyi (Castelo de São Jorge), katedrali (Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca Sé de Lisboa) ve İber Yarımadası‘nın en uzun (1007 kilometre) nehri olan ve Lisbon’dan Atlantik Okyanusu‘na dökülen Tagus‘u görebilirsiniz.

Santa Justa Asansörü’nü yukarıdan Bairro Alto semtine bağlayan koridor

Santa Justa Asansörü yukarıda Bairro Alto semtine iki yanı açık, koridor şeklinde bir yürüyüş yoluyla bağlanıyor. Bu yolu izlediğinizde, kendinizi bana göre Lizbon’un en ilginç tarihi eserlerinden birinin dibinde bulacaksınız. Aşağıda Rossio Meydanı’ndan da görülebilen bu çatısız tarihi yapı Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) ve Carmo Manastırı. Aslen Karmelit tarikatına ait olan kompleksin girişi, önündeki sevimli ve sakin Largo do Carmo meydanında. Günümüzde, ağaçların altındaki sakin kafeleri ile çok huzurlu görünen bu meydan Portekiz yakın tarihinde önemli olaylara sahne olmuş. Meydanın ortasındaki çeşme ve çevresindeki binalar, depremin ardından Pombal Markisi’nin Lizbon’da başlattığı yeniden inşa döneminde yapılmışlar. Ancak, günümüz Portekizlileri için meydanın tarihsel önemi bundan çok daha fazla. 1974 yılındaki Karanfil Devrimi’nin en önemli olayları burada yaşanmış. 25 Nisan 1974 günü, 48 yıldan beri süren diktatörlük rejiminin başbakanı olan Marcello Caetano, başlayan ayaklanmalar üzerine, o sıralar Carmo Manastırı’nın bir bölümünü karargâh olarak kullanan Cumhuriyet Muhafızları Birliği’ne sığınmış. Ayaklanan diğer askeri birlikler ve halk bu meydanda toplanmışlar ve sonunda karargâhı ele geçirmişler.

Carmo Kilisesi ve Carmo Manastırı‘na Santa Justa Asansörü’nden bakış
Kilise ve manastırın Rossio Meydanı’ndan görünüşü

Carmo Kilisesi ve Manastırı 14. yüzyılda, önce asker olup, daha sonra Karmelit tarikatına giren General Nuno Álvares Pereira tarafından yaptırılmış. Kendisi 2009 yılında Papa tarafından resmen Aziz ilan edilmiş. Lizbon kalesinin karşısındaki tepede, bir zamanlar şehrin en görkemli kiliselerinden birisi olan yapı, 1755 depremi ve ardından yaşanan yangında ağır hasar görmüş. Çatı tamamen çökmüş. 1756 yılında Neo-Gotik tarzda bir yeniden inşa süreci başlatılsa da bu çalışmalar 1834 yılında Portekiz’de dini tarikatların yasaklanması nedeniyle tamamen durmuş. Günümüzde ayakta gördüğümüz kalıntılardan 14. ve 15. yüzyıllardan kalma orijinal kısımların güney ve batı kapıları ile apsis önündeki hol benzeri açıklık olduğu belirtiliyor. Kilisenin çatısı hiçbir zaman tekrar kapatılmamış. 1864 yılında burada bir arkeoloji müzesi oluşturulmaya karar verilmiş. Ülkenin ilk sanat ve arkeoloji müzesi olarak burada, hem tarikatların lav edilmesi ile terk edilen dini mekanlardaki sanat eserleri hem de Fransız işgali ve iç savaşlar sırasında tahrip olan eserler korumaya alınmış.

Carmo’nun ana giriş kapısı
19. yüzyılda müzeye dönüştürülen Carmo’nun
etkileyici bir havası var.
Manuelin Tarzda yapılmış pencere (16. yy.)
Santa Maria de Belém Manastırı‘ndan getirilmiş.
Altta Portekiz arması (14.yy.)

Bilet aldık ve içeri girdik. Kilisenin çatısının olmadığını fotoğraflardan zaten biliyordum ama yine de içeri girince etkilendim. Bir kısmı Neo-Gotik yeniden inşa döneminden kalan kirişlerin arasından gökyüzünü ve bulutları görmek elbette hoştu. Ben burayı esas, sergilenen arkeolojik ve eski eserlerle bütünleştirilmiş olmasından dolayı etkileyici buldum. Portekiz’in dört bir tarafından getirilen Roma ve Arap dönemi ile çeşitli manastır ve kiliselerden getirilen Orta Çağ’dan kalmış eserler ortamın ambiyansına ayrı bir değer katıyor kanımca. Yapının manastır bölümü de küçük ama güzel düzenlenmiş bir müze. Burada da Portekiz’in Erken ve Orta Paleolitik, Neolitik, Bronz ve Demir Çağlarına giden geçmişine ait buluntular, Orta ve Güney Amerika’dan getirilen eserler ve çoğunluğu yine dini mekanlardan kurtarılmış parçalar sergileniyor. İlgi çekici eserler arasında 16. yüzyılda yapılmış ve Santarém‘den getirilmiş Kral I. Fernando‘nun lahiti ve yine aynı yüzyıla ait Perulu bir oğlan çocuğunun mumyasını söyleyebilirim. Işıkların aşırı parlaması nedeniyle mumyanın fotoğrafını kendim çekemedim. Burada müze broşüründen bir fotoğraf paylaşıyorum.

Orta ve Geç Neolitik Dönem buluntuları
6. ve 19. yy. arasına tarihlenen Orta Amerika’dan
çeşitli seramik ve çömlek objeler
Kral I. Fernando‘nun mezarından detay
Santarém‘deki San Francisco Manastırı’ndan getirilmiş
(14. yy.)
Oğlan çocuğu mumyası
Peru (16. yy.)
Kaynak: Müze broşürü

İlk güne sığdırdığımız tüm bu gezmelerden sonra, akşam yemeğe gitmeden, artık otele giderek odamıza yerleşme zamanı gelmişti. Sabah İstanbul’da ne kadar erken kalktığımızı düşününce, hiç de fena gezmemişiz diyebilirim. O arada bir de Lizbon’a gelenlere önerilen 28 numaralı tramvaya binme denememiz oldu ancak, inanılmaz bir kuyruk nedeniyle vaz geçtik. Sanırım, vaz geçmesek iki saatten fazla beklememiz gerekecekti. Bu tramvay özellikle, 40 dakika süren ve şehrin ilgi çekici Graça, Alfama, Baixa semtleri ile katedral ve kale gibi önemli turistik noktalarından geçen güzergahı nedeniyle çok popüler.

Ah! İşte o ünlü 28 numaralı tramvay!

Otele dönmeden önce Rua Augusta‘daki Fábrica da Nata‘da bir soluklanalım dedik. Burada kahve eşliğinde birer Pastéis de Nata yedik. Portekiz’e giden gitmeyen herkes Pastéis de Nata veya Pastéis de Belém‘i duymuştur. Ülkemizde bazı pastanelerde de bu altı çıtır, içi tarçın ve limon kabuğu ile çeşnilendirilmiş krema ile dolu, yuvarlak ve küçük tatlılar yapılıyor. Bu arada, bazen bu tatlıya Pastel de Nata veya Pastel de Belém de dendiğini görebilirsiniz. Pastéis Portekizce tatlı hamur işleri için kullanılan çoğul bir terim. Pastel ise, onun tekil hali. Şimdi bir de Pastéis de Nata ve Pastéis de Belém arasındaki farkın ne olduğu olayı var. Pastéis de Belém, bu tatlının Belém’deki ünlü Pastelaria de Belém pastanesinde yapılanına verilen isim. 1837 yılında kurulan pastane, bu tatlının özel, orijinal tarifinin kendilerinde olduğunu ve bunu, tatlıyı asıl icat eden, yakınlarındaki Jerónimos Manastırı’nın rahiplerinden öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardıklarını söylüyor. Bir sonraki gün Pastéis de Belém’i de tatma fırsatı bulduk. Arada fark olup olmadığını ve değerlendirmemi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Fábrica da Nata‘nın ikinci katından kafe ve restoranlarla
dolu Rua Augusta‘ya bakış

Akşam yemeği için, 2023 ve 2024 Michelin listesinde yer alan Cervejaria Trindade‘de çok önceden yer ayırtmıştım. Bunun sebebi sadece Michelin değerlendirmesine girmiş olması değildi. Doğrusu, mekânı da çok merak etmiştim. Cervejaria Trindade, yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bir manastırda hizmet veriyor. 1294 yılında kurulmuş. Manastırın özel misyonu Arapların elindeki Hristiyanları kurtarmakmış. Manastırın bir başka özelliği de papazların burada bira üretmeleri imiş. Zaten Cervejaria da Portekizce bira imalathanesi demek. Cervejaria Trinidade aynı zamanda Portekiz’in en eski bira imalathanesi kabul ediliyor. Günümüzde Portekiz Ulusal Mirası statüsünde olan manastır tarihinde birkaç büyük felaket geçirmiş. 1704 yılında çıkan bir yangında yerle bir olmuş. Büyük Lizbon depreminde (1755) ağır hasar aldıktan sonra 1756 yılında tekrar yanmış. 1834 yılında dini tarikatların yasaklanması sonucu kapatılmış. Kapatıldıktan bir sene sonra burayı Galiçyalı bir sanayici olan Manuel Moreira Garcia satın almış ve yapının kilise, manastır ve yemekhane bölümlerini 1836 yılında açılan bir bira fabrikasına çevirmiş. 1840 yılında papazların yemekhane bölümünden geriye kalan kısımda halka doğrudan hizmet veren bir bira salonu açılmış. Manuel Moreira Garcia 1863 yılında, Fábrica de Cerâmica Viúva Lamego seramik fabrikasının sanat direktörü Luís Ferreira‘ya, manastırın orijinal seramik duvar kaplamalarına (azulejos) ek olarak başka boyalı paneller sipariş vermiş. Sahibinin inanç ve zevkini yansıtan bu panellerden orijinal manastırın atrium bölümündeki beş tanesi Masonik simgelerle dolu olmaları açısından çok ilginç. Restoranın hemen girişindeki bu duvar panolarından sonra, biraz daha ilerleyince, manastırın yemekhanesine denk gelen yerde, Dört Element ve Dört Mevsimi simgeleyen canlandırmalar var. Mevsimlerden kışı simgeleyen pano artık yok. Sonraki yıllarda bir kapı açma uğruna yok edilmiş. Benim çok merak ettiğim bu duvar panolarını restoranda yemek yemeseniz de belli saatlerde (sabah: 10-12, öğleden sonra 3-7 arası) görmenize izin veriyorlar.

Cervejaria Trinidade’ye akşam saat 9:30 için rezervasyon yaptırmıştım. Portekiz’de önceden restoran rezervasyonu yaparsanız o günün sabahında e-mailinizi kontrol etmeyi ihmal etmeyin çünkü, aynı gün sizden rezervasyonunuzu onaylamanızı istiyorlar ve bunu da elektronik posta yoluyla yapıyorlar. Eğer yapmazsanız, masanızı başkasına verebileceklerini belirtiyorlar.

Üstad-ı Muhterem
Her şeyi gören göz…
Sekreter…
Birinci Nazır…

Günün yorgunluğunun üzerine, Bairro Alto, Rua Nova da Trinidade 20C adresindeki restorana gitmek, çıkmamız gereken yokuş ve merdivenler nedeniyle, epeyce zahmetli oldu. Yine kısa bir yürüyüş gösteren ama topografya konusunda hiçbir bilgi vermeyen navigasyonun azizliğine uğradık. Oysa buraya gelmenin en pratik yolu, yine Santa Justa Asansörü’ne binmekmiş. Sizin aklınızda olsun…

Dört Mevsim canlandırmalarından Rüzgar
Mevsimlerden Sonbahar (solda) ve Yaz (sağda)
Cervejaria Trindade‘nin duvarlarındaki azulejos’larda başka
canlandırmalar da var. Gözüme çarpan bu pano da
Ticareti temsil ediyor.

Restorana geldiğimiz zaman, oturmak istediğim ve ona göre yer ayırttığım Masonik panolar olan ön bölmede, tek başına oturan ve garsonla inanılmaz yüksek sesle konuşan bir Amerikalı turist kadın nedeniyle daha içerideki salona geçmeye karar verdik. Bu salon, daha önce manastırın kilisesinin ve 1866-1935 yılları arasında bira imalathanesinin bulunduğu bölümmüş. 1946 yılında buraya yeni bir fonksiyon kazandırılmak istenince, yeniden düzenlenmiş ve duvarlarını panellerle süslemek üzere, sanatçı Maria Keil davet edilmiş. Salon da günümüzde bu isimle anılıyor. Güney Portekiz doğumlu olan sanatçının, Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerinden (calçada Portuguesa) ve Roma tapınaklarından esinlenerek yaptığı paneller sanatta Portekiz Modernist akımının bir parçası sayılıyor. Bu kısım bir dönem (1959-1972) ayrı bir restoran haline getirilmiş. 1973 yılında tekrar Trinidade’ye katılmış.

Bizim yemek yediğimiz Maria Keil salonu
Sanatçı duvar panolarını yaparken ülkeye özgü kaldırım
döşemelerinden (calçada Portuguesa) esinlenmiş
Restoranın daha önce manastırın revaklı
avlusu olan bölümü

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Cervejaria Trinidade’nin ortamını fazla modern buldum. Restoran, 2021 yılında girdiği, bir yıl süren tadilattan sonra bu halini almış. Eski halini bilenler önceki ambiyansının çok daha otantik ve güzel olduğunu söylüyorlar. Maalesef bu durum, ülkemizde ve dünyada sıkça karşılaştığımız bir durum. Tarihi yerlerin mutfak ve tuvalet gibi bölümlerinin çağdaş hale getirilmeleri elzem. Ama orijinal havanın bozulmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki gençlerin ilgisini çekmek için bu yola başvuruluyor. Bilemiyorum.

Şerefe…
Kabuklu deniz ürünleri Portekiz mutfağının olmazsa olmazları

Restoranda, bizim gibi turistlerin yanında, çok sayıda Portekizli de vardı. Bilirsiniz, bu benim için daima iyiye işarettir. Garsonların biraz ilgisiz ve bu dünyadan kopuk gibi olduklarını söylemeliyim. Ancak, bunu kişisel almamalısınız. Portekiz’de neredeyse her yerde rastladığımız bir durumdu. Daha önce de belirttiğim gibi, Portekizliler genel olarak insana bu hissi veriyorlar. Gelmeden önce onların bu özelliğine dikkat çeken çok sayıda yorum okumuştum. Öte yandan, yemekler çok güzeldi. Önden, ikram olarak, spesiyaliteleri olduğunu söyledikleri morina balığı (cod) ve et kroket getirdiler. Başka yerlerde de yedik ama en iyi yapılmış ve lezzetli olanlar buradakilerdi. Ana yemek olarak, otlu sos ile pişirilmiş dev (tiger) bir karides ve Lizbon’a, hatta restoranın bulunduğu Bairro Alto semtine özgü olduğu belirtilen Bacalhau à Brás, yani à Brás usulü morina balığı yedik. Tuzlu morina parçaları, sotelenmiş soğan ve çok ince doğranmış kızarmış patatesin yumurta ile “bağlanması” yöntemi ile yapılıyormuş. Üzerinde kıyılmış zeytin ve maydanoz var. (Yaygın bir görüşe göre, tabağın “Brás Usulü” anlamına gelen adı, yemeği icat eden kişinin adından geliyor). İki ana yemek de çok lezzetli idi. Portekiz’e geliyorsanız, kendinizi deniz ürünleri, özellikle kabuklu deniz hayvanları yemeye hazırlamalısınız çünkü, Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyor. Trinidade’de olduğu gibi, bazı yerlerde et ve tavuk da bulmanız mümkün ama, seçeneklerin yüzde doksanını deniz ürünleri oluşturuyor diyebilirim. Yemekte kuzey Portekiz’in Vinho Verde bölgesindeki Palácio da Brejoeria şaraphanesinde yerel Alvarinho üzümü çeşitlerinden (Alvarinho, Arinto, Loureiro, Azal, v.b.) yapılan Alvarinho Vinho Verde 2023 beyaz şarabını içtik.

Otlu sos ile pişirilmiş dev bir karides ve Lizbon’a özgü olduğu
belirtilen Bacalhau à Brás. Yanında roka ve domates salatası.
Morina balığı ile yapılan Bacalhau à Brás
yemeğini denemenizi öneririm
Alvarinho Vinho Verde 2023

En büyük sürpriz, hayatımda daha önce hiç yemediğim Bira Pudingi idi. Bu enfes tatlı, papazların yaptığı tarife göre yapılıyormuş. Ben bugüne kadar bilmiyordum ama daha sonra öğrendiğime göre yemeklerde ve tatlılarda bira kullanımı belli coğrafyalarda yaygın bir uygulama imiş. Bizim yediğimiz tatlı yumurta sarısı, bira hamuru (stout) ve tarçın ile yapılıyormuş. Giderseniz, denemenizi öneririm. Yediğimiz diğer tatlı, Toucinho do Céu da manastır kökenli bir Portekiz tatlısı. Manastırlarda papaz ya da rahibelerin yaptığı tatlıların tüm coğrafyada geleneksel tatlılar haline gelmesini Sicilya ile ilgili yazılarımdan hatırlarsınız. Orada, papaz ya da rahibelerin yapıp sattığı tatlıların Sicilya’nın geleneksel tatlıları haline geldiğini öğrenmiştik. Portekiz’de de benzer bir durum var. Toucinho do Céu yumurta sarısı, şeker ve badem ile yapılan güzel bir tatlı.

Gecenin sürprizi: Bira Pudingi
Papaz efendiler ağızlarının tadını biliyorlarmış…
Toucinho do Céu
Tatlılara harika bir eşlikçi…
Late Bottled Nacional Vintage Port 2016

Garsonun önerisi üzerine, tatlılarla birlikte Duoro Valley’deki Quinta do Noval şaraphanesinin Touriga Nacional, Touriga Francesa, Tinta Roriz, Tinto Cão ve Sousã üzümlerinden ürettiği Late Bottled Nacional Vintage Port 2016 fortified şarabını içtik. (Fortified şarap, fermantasyon sırasında veya sonunda damıtılmış yüksek alkollü brandy veya konyak gibi bir içki eklenerek alkolü yükseltilen şarap çeşididir. Port, Sherry, Madeira, Moscatel ve Marsala fortifiye şarap türlerinden bazılarıdır).

Dönüş yolunda Lizbon’un Misericórdia
bölgesi sokaklarından birisi…

Yeniden (6): Sicilya

Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.

Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.

Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.

Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.

Keyifli okumalar ve gezmeler dilerim…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Not: Bulunduğunuz ortamın internet erişim kalitesine ve hızına bağlı olarak, bazı resimlerin inmesi vakit alabilmektedir.

Kapı Komşumuz Dedeağaç/Alexandroupoli

Dedeağaç‘a, yani Alexandroupoli‘ye bir yetişkin olarak yakın zamanda iki kere gittim. Böyle ifade etmemin nedeni, çocukken de büyük olasılıkla gitmiş ya da içinden geçmiş olduğumu düşünmemden kaynaklanıyor. 2016 yılında başladığım web sitemi en başından beri izleyen okuyucularım çocukluk yıllarımın bir bölümünü Selanik‘te geçirdiğimi anımsayabilirler. 1960’lı yılların başına düşen bu dönem ile ilgili anılarımın bazılarına ağırlıklı olarak blogumdaki ilk yazılarımda (örneğin, Sonradan Gelen, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Sinema… Sinema…, İstanbul’da Deniz Sefası) yer vermiştim. Daha az olmak üzere, denk geldiğinde bambaşka yer ya da konularla ilgili yazılarımda da (örneğin, Eşi Benzeri Olmayan Şehir…, Bir Kitabın Hatırlattıkları) bu yıllar ile ilgili belleğimde kalanlardan söz etmiştim.

Alexandroupoli ile ilgili izlenimlerimi yazmaya geçmeden önce belirtmek istediğim bir nokta var. Yıllardır Dedeağaç ve Alexandroupoli isimlerini duyardım. Ama, itiraf edeyim, bu iki ismin aynı yer olduğunu ben ancak gitmeden önce yaptığım araştırma sonucu öğrendim. Bildiklerim kadar, bilmediğim şeyleri de söylemekten asla çekinmemişimdir. Bana bu iki ismin farklı yerler olduğunu düşündüren belki de eskiden Türkçe isimleri ile andığımız pek çok yerin artık bizim tarafımızdan da Yunanca isimleri ile anılması olabilir. İstanköy/Kos veya Sisam (ya da Susam)/Samos gibi. Buraları Osmanlı dönemindeki isimleri ile anmayı neredeyse unuttuk. Oysa, Dedeağaç kullanılmaya devam ediyor.

Bildiğiniz gibi, internet yaşamlarımıza türlü kolaylıklar ve olanaklar sunarken, bir yandan da ciddi bir şekilde yanlış bilgi kaynağı olabiliyor. İşin kötü tarafı, bu yanlış bilgilerin inanılmaz bir hızla yayılıp, “kötü para iyi parayı kovar” misali, genel doğru olarak kabul edilmeleri. O kadar ki, kimi zaman yanlış bilgilerin doğrusunu açıklayıp insanları ikna etmeniz deveye hendek atlatmaktan daha zor olabiliyor. İşte Alexandroupoli veya Alexandroupolis isminin kökeni konusunda da doğru bilginin yanında, internette bir hayli yanlış bilgiye de rastladım. Bunlar genel olarak kentin adını, onun kurduğu bir kent olarak, Büyük İskender‘e dayandırıyorlar. Oysa bu bilginin gerçek ile ilgisi yok. Alexandroupoli, çevresinin köklü bir tarihi geçmişi olmasına karşın, oldukça yeni bir kent.

O zamanki adıyla Dedeağaç’a ilk yerleşim 19. yüzyılda, bölge Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında iken olmuş. Ufak bir balıkçı köyünden 1873 yılında önce kaza, bir yıl sonra da sancak statüsüne erişmiş. Daha sonra, Edirne vilayetine dahil edilmiş. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında kısa bir süre için Rusların eline geçmiş. Birinci Balkan Savaşı sırasında, 1912 yılında, Dedeağaç’ı Bulgarlar almış. Bulgar yönetimi, 1913 yılındaki çok kısa bir Yunan yönetiminin dışında, 1919 yılına kadar sürmüş. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Dedeağaç, 1919’dan Mayıs 1920 tarihine kadar, Müttefik Kuvvetler‘in yönetiminde kalmış. 14 Mayıs 1920 günü, Fransız birlikleri şehri Yunanlılara teslim etmiş.

Bir zamanlar Alexandroupoli
Kaynak: Alexandroupoli Tarih Müzesi

Yunanlı kaynakların da belirttiğine göre, Dedeağaç ismi, sürekli bir ağacın gölgesinde oturan ve sonunda da buraya gömülen ermiş bir Dede’den geliyormuş. Şehir Yunanlılara teslim edilince ismi önce, yeni şehir anlamına gelen Neapoli‘ye dönüştürülmüş. 1920 yılında Yunan Kralı I. Alexander’ın ziyaretinin ardından, Alexander’ın şehri anlamına gelen Alexandroupoli adını almış. Yunanistan II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilince Alexandroupoli tekrar Nazilerin müttefiki Bulgarlara geçmiş. 1941-1944 arasındaki işgal sırasında şehrin Yahudi sakinleri toplama kamplarına gönderilmişler. Bu son derece özet tarihten benim çıkarsadığım, Dedeağaç ile ilgili olarak bir Türk-Yunan çekişmesinden çok, Bulgar-Yunan anlaşmazlığı ve mücadelesi olmuş.

Erkekler için “deniz banyosu”
Kaynak: Alexandroupoli Tarih Müzesi

İpsala sınır kapısından geçtikten sonra Alexandroupoli’ye bir saatten kısa bir sürede varıyorsunuz. Sınıra yaklaşık 55 kilometrelik bir uzaklıkta. Bizim gittiğimiz her iki sefer de bahar ve yaz aylarının dışında idi. O nedenle hem Türk hem de Yunan sınır kapılarında işlemlerimiz çok hızlı ve kolay oldu. Kuyruk beklemek zorunda kalmadık. Yakınlarımdan, bayram tatilleri öncesi ve yaz aylarında 8-9 saatlik bekleme süreleri olabildiğini duydum. Bildiğiniz gibi, bu yoğunluk o dönemlerde haberlere de konu oluyor. Giriş çıkışlarda Yunan polisi tarafından hiçbir olumsuz davranış görmedik. Yoğunluk değişse de iki ülke arasında görevlilerin alışkın olduğu sürekli bir giriş çıkış olduğu anlaşılıyor. Bu sadece bizim taraftan Yunanistan’a giriş yönünde değil, oradan Türkiye’ye geliş yönünde de göze çarpıyor. Çeşitli yaşlarda, kadın ve erkek Yunanlıları, hatta papazları, Türkiye’ye giriş yaparken görmek mümkün. Deneyimlerime dayanarak, sınır bölgelerinde insanların komşu ülkenin dilini bildiklerini biliyorum. Örneğin, İtalya’nın Fransa’ya yakın bölgelerinde iyi Fransızca, Avusturya’ya yakın bölgelerinde Almanca konuşurlar. Bu durum, Yunanistan’ın sınırımıza yakın bölgeleri için de geçerli. Bölgede Türk kökenlilerin çok olmasının yanında, çeşitli nedenlerle Türkçe bilen, bir kısmının ailesi Büyük Mübadele sırasında oraya göç etmiş Yunanlılar da var. O nedenle kendi aramızda dikkatli konuşmakta yarar var. İlk gittiğimiz sefer dönüşte yaşadığımız bir olay bu savımı doğruladı. Neyse ki, hatırladıkça bizi gülümseten, hoş bir anı oldu…

Alexandroupoli’ye ilk gidişimiz vize nedeniyle biraz zorunluluktan olmuştu. İki gün sonra Sicilya‘ya uçacaktık ve Yunanistan’dan vize alabildiğim için Schengen bölgesine ilk girişi oradan yapmam gerekiyordu. Yılın o aylarında en pratik çözüm araba ile İpsala’dan giriş yapmak olduğu için günübirlik gitmiştik. Bir gece Keşan’da yatıp, sabah erkenden araba ile Yunanistan’a girdik ve Alexandroupoli’de akşam üzerine kadar kaldık. Sınır kapısından çıkarken Yunanlı polis eşime Türkçe olarak,

“Ooo, ….. Bey, olmadı böyle… Bir dahaki sefere bu kadar kısa sürede bırakmayız”, dedi.

Neyse ki, ciddi şekilde söylense en azından bir tedirginlik yaratabilecek bu cümleleri gülerek söyledi. Biz de güldük…

Alexandroupoli kuruluşundan 1920’lere kadar çok kültürlü, farklı etnik kökenli ve farklı dinlerden insanların bir arada, ahenk içinde yaşadığı bir kent olmuş. Yunanlı, Türk, Ermeni, Bulgar yurttaşların yanında, çoğunluğu konsolosluklarda ve gemicilik ile demiryolu işletmelerinde çalışan İtalyan, Fransız ve Avusturyalılardan oluşan Avrupalı bir grup da varmış. Ermeniler şehre ilk olarak 1870 yılında, demiryolu ve liman inşaatlarında çalışmak üzere gelmişler. Asıl büyük Ermeni göçü, 1922 yılından sonra İstanbul, Tekirdağ, Gelibolu ve İznik’ten olmuş. Birinci Bulgar işgalinden (1913-1919) sonra kentteki Bulgar nüfus önemli ölçüde artmış. Ancak, 25 Nisan 1920 tarihinde yapılan San Remo Konferansı ile Trakya’nın bu bölgesi Yunanistan’ın bir parçası olunca, Bulgarların çoğu, Yunanistan ve Bulgaristan arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında, Bulgaristan’a gitmişler. Yahudi cemaat ise, yukarıda belirttiğim gibi, II. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yok edilmiş.

2021 verilerine göre, Alexandroupoli il sınırları içindeki nüfus yaklaşık 72.000. Şehrin nüfusu ise 59.500 civarında. İl sınırları içerisindeki etnik dağılıma dair ne Yunanistan ne de Türkiye resmi kaynaklarında sağlıklı bilgiye rastlayamadım. Ancak, burada soydaşlarımıza ya da Türkçe konuşan Yunanlılara sıklıkla rastlandığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Alexandroupoli şehir merkezi gayet derli toplu, düzenli ve temiz bir yerleşim yeri. Kendi adıma, özellikle yakındaki Keşan‘ın zevksizliği ve keşmekeşinden sonra, bana derhal bir Avrupa şehrine ve ülkesine gitmişim izlenimi verdi. Aslında bu durumu çok acı bulduğumu belirtmeliyim. Keşan’da konakladığımız sözde oranın en iyi oteli, kaldığımız suit oda ve genel olarak sunulan hizmet, kalite ve anlayış ile Alexandroupoli’de sunulanlar arasında ne yazık ki dağlar kadar fark var. Bu kadar yakındaki bir yerden ilham alınmamış olması elbette bir kültür ve görgü meselesi. Bu duygularımı aslında tüm Yunanistan için genellemem mümkün. Yunanistan ana karasına ve adalarına gitmekten keyif almamın nedeni sadece ekonomik değil. Evet, daha kaliteli hizmeti daha ucuza alabilme olanağı da önemli bir etken ama, sadece o da değil. Ortak bir geçmiş sonucu birçok kültürel benzerlik ve aşinalığın olmasının yanında, Yunanistan’ın aynı zamanda bir Avrupa ülkesi özellikleri taşıyor olması benim çok hoşuma gidiyor açıkçası. Bu karışım, belki de ülkem için özlem duyduğum ve bana, “Bizde de neden olmasın?” ya da “Neden olmuyor?” sorularını sorduran çok hoş bir sentez.

Alexandroupoli’de iki tane ana cadde var. Odos Vasileos Alexandrou, Yunan ve çoğu Akdeniz kentinin vaz geçilmezi, halkın kavurucu bir günün ardından nispeten serin havada gezintiye çıktığı deniz kenarı boyunca uzanan bir kordon boyu. Kentin ünlü tarihi deniz feneri de burada. Tahmin edilebileceği gibi, burada restoran ve barlar da var. Ayrıca, görkemli yapıları ile bazı devlet daireleri de göze çarpıyor. Kentin diğer önemli caddesi olan Leoforos Dimokratias ise, kordon boyuna paralel ancak buradan üç blok daha içeride. Gördüğüm kadarı ile, Dimokratias şehrin en işlek ve canlı merkezi. Sağlı sollu bankalar, dükkanlar, restoranlar, pastaneler, kafeler, barlar ve müzeler var. Belediye Sarayı da bu cadde üzerinde.

Salgamis Fırını
Bu fotoğraf öğle saatlerinde çekildiği için masalar boş.
Tahmin edeceğiniz gibi, herkes “messimeri
(siesta’nın Yunanca adı) için evine gitmiş.

Dimokratias caddesi üzerindeki mekanlarda herkes kendi yaş grubuna göre belli yerlerde oturmuş kahvesini ya da günün saatine göre içkisini yudumluyor. Yukarıda belirttiğim gibi, insan kendini uygar bir Avrupa şehrindeymiş gibi hissediyor. Gittiğimiz her iki seferde de oturduğumuz Salgamis fırınına bizi çeken hem ön taraftaki kafe bölümünün hem de dükkânın kalabalık olması idi. Yerli halk bu kadar rağbet ettiğine göre, iyi olmalı diye düşündük. Gerçekten de pastane ürünleri çok lezzetli idi. İlk gidişimizde Türkçe konuşan bir çalışan bize kendilerine özgü, güzel seçenekler önerdi. Salgamis, değişik yaş gruplarından müşterileri olmasına karşın, ağırlıklı olarak emeklilerin oturduğu bir yerdi. Küçük gruplar halinde, kadınlı erkekli, keyifle oturmuş, kahve ve pastane ürünlerinin eşliğinde sohbet ediyorlardı. Elimizde tepsiyle dışarı çıktığımız zaman her yerin dolu olduğunu gördük. Biz boş yer arayışında etrafa bakınırken, kaldırıma yakın taraftaki bir masadan yaşlı bir çift bize el salladılar. Aynı masada, karşılarındaki iki boş sandalyeyi göstererek çağırdılar. Selamlaşıp, yanlarına oturduk. O kadar sempatik ve tatlıydılar ki, Yunancayı unutmuş olduğuma üzüldüm. Özellikle kadın sürekli Rumca bir şeyler anlatmaya çalışıyor, gülümsüyordu. Nereden geldiğimizi sordular. Eşim, hatırladığı kadar Almancası ile yaşlı adamın bir zamanlar Stutgard’da   8-9 sene kadar işçi olarak çalıştığını öğrendi. Konuşarak çok fazla anlaşamasak da gözlerimiz ve gönüllerimizle anlaştık bu iyi kalpli insanlarla…

Alexandroupoli ile ilgili unutmayacağım bir başka “insan manzarası”nı da bir sonraki gidişimizde yaşadık. Arabamızı Dimokratias caddesine paralel sokaklardan birindeki bir otoparka bırakmıştık. Şehirde görmek istediğimiz yerleri gezdikten sonra ara sokaklardan arabaya dönüyorduk. O sırada iki büklüm olmuş, çok yaşlı ve bir deri bir kemik kalmış bir kadının ağır bir torbayı kaldırımda sürüklemeye çalıştığını gördük. Bizi görünce kendi dilinde bir şeyler söyleyerek sokağın başını gösterdi. Torbayı oraya götürmek istediğini anladık. Eşim torbayı onun istediği yere götürürken kadın benimle Yunanca konuşmaya devam etti. Onun üzerine, anlamadığımı anlatmak için, kendimi işaret ederek “Turkos” (Türküm) dedim. Teyit etmek için o tekrar, “Turki?” (Türk müsünüz?) diye sordu. Ondan sonra sohbet, bitmek şöyle dursun, daha da arttı ve aramızda “Tarzanca” dediğimiz türden bir diyalog başladı. Biraz hafızamda kalan Yunanca kelimelerle, biraz da İtalyanca ile benzerlik kurarak anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Nereden geldiğimizi ve kaç gün kalacağımızı sordu.

“İstanbul”, diye yanıtlayınca, gözlerimin içine muzip muzip bakıp gülümseyerek,

“Konstantinopolis”, dedi.

Belli ki, bazı milliyetçi sinir uçlarına dokunmak istiyordu. Hiç oralı olmadım ve ben de gülümseyerek, başımı salladım. Ne de olsa atalarımız, Osmanlı Sultanları bu konuda hiç beis görmemiş ve İstanbul’a, verdikleri başka birçok isim yanında, Şehr-i Konstantiniyye (Konstantin’in şehri) de demişlerdi. Yaşlı kadın birkaç kelime Türkçe de biliyordu. Belki de ailesi Mübadele ile Anadolu topraklarından göç edenlerdendi. Parmakları ile bana 95 yaşında olduğunu gösterdi.

“Maşallah”, dedim.

Yine muzip muzip baktı ve,

“Yaa, işte öyle Maşallah dersin”, edasıyla kafasını sallayarak, o da tekrarladı,

“Maşallah”…

Alexandroupoli’de de gezilecek yerler, her zaman tekrarladığım gibi, herkesin gönlüne ve zevkine göre olacaktır hiç şüphesiz. Eğer deniz mevsiminde iseniz, civarda birçok plaj ya da plajı olan otel var. Bizim kaldığımız Alexander Beach Hotel and Spa da bu tür tesislerden biriydi. Beş yıldızlı, büyük bir otel. Mevsimden dolayı biz yararlanamadık ama hem plajı hem de havuzları var. İlgilenenler için, otelin bir de kumarhanesi var. Sabah kahvaltısı oldukça zengin. Bir de biz mi öyle çalışanlara denk geldik, bilemiyorum ama, resepsiyon görevlileri ve diğer çalışanlar çok naziktiler.

Alexandroupoli’ye 20 dakika uzaklıktaki Makri‘de bulunan bu küçük kadın ve erkek heykelcikleri Neolitik Çağ’dan (yaklaşık olarak M.Ö. 10.000-6.000 arası) günümüze ulaşmış. İçlerinden iki tanesinin hermaphrodit, yani her iki cinsiyetin cinsel organlarınına sahip olması çok ilginç.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Roussa köyünün 12 kilometre kuzeybatısında, Hilia tepesine giden yolun kenarında bulunan bu resimler Geç Bronz ya da Erken Demir Çağına (M.Ö. 1100-900) tarihlenmişler. Çizimlerde kadınlar, erkekler, dans edenler, sürüngen hayvanlar, bir kısmı serçe olduğu tahmin edilen kuşlar, güneş ve ayı temsil ettikleri düşünülen düz çizgiler var. Yöre halkı için dini ve batıl inançlar açısından hâlâ önemli olduğu belirtilen bu çizimlerin kopyası Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyor.
Samothraki (Semadirek) Adası
M.Ö. 7. yüzyılda buradan gelen Yunanlı yerleşimciler
Alexandroupoli’nin bulunduğu bölgede çeşitli koloniler kurmuşlar.

Alexandroupoli kuruluş olarak modern bir kent sayılsa da arkeolojik kazılar bölgedeki yerleşimin M.Ö. 5000’lere kadar gittiğini ortaya çıkarmış. M.Ö. 7. yüzyılda Samothraki (Semadirek) adasından gelen Yunanlı yerleşimciler bölgede birçok koloni kurmuşlar. Hani şu Gökçeada ve Türkiye‘nin bazı yerlerinden görünen, tepesi daima volkanik bir dumanmış gibi bulutlu olan adadan gelen bu insanlar Mesimvria, Zoni, Sali, Drys, Ortagoria, Tempira ve Harakoma adını verdikleri yerlerde şehirler kurmuşlar. O sıralar bu bölgede çeşitli Trakyalı yerli kabileler yaşamaktaymış. Elde edilen bulgulardan, günümüzde Alexandraoupoli’nin bulunduğu yerin antik Yunan kolonilerinden Tempira ile aynı noktada olduğu saptanmış. Kent, Romalılar zamanında da düzgün bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürmüş. M.Ö. 2. yüzyılda yapılan ve Dedeağaç’ın Makri köyü ile Yunanistan’ın Evros ilinin diğer yerleşim yerlerinden Traianoupolis ve Doriskos‘tan geçen Via Egnatia yolunun kalıntıları günümüze kadar gelebilmiş. Gerek Roma gerekse Bizans döneminde Traianoupolis bölgenin en önemli yerleşimi imiş. Şehir, M.S. 2. yüzyılda Roma İmparatoru Trajan (ya da Traianus) tarafından kurulmuş. Yer seçimindeki etkenlerden biri, daha önce yapılan ve buradan geçen Via Egnatia olabilir. Traianoupolis 14. yüzyılın ortalarına kadar Kuzey Trakya bölgesinin en önemli askeri, idari ve dini merkeziymiş. Alexandroupoli’ye yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Traianoupolis aynı zamanda bir kaplıca merkezi. Romalıların hamam ve yıkanma düşkünlükleri insana kentin kuruluşunda bunun da önemli olabileceğini düşündürüyor. Biz gitmediğimiz için kendim göremedim ancak, Traianoupolis’te Roma hamam kalıntıları ve ne için kullanıldığı tam olarak bilinmeyen, Osmanlılardan kalma, Chana olarak bilinen, büyük bir yapı varmış.

Bölgedeki en önemli Roma dönemi kalıntılarından
Via Egnatia‘nın fotoğrafı
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Alexandroupoli’ye 20 kilometre uzaklıkta bulunan Mesimvria – Zoni antik kentinin üç noktasında sıkışık sıralar halinde yan yana dizilmiş, sivri tabanlı amforalar bulunmuş. Ağız kısımları toprağa saplı olan bu küplerin kentin altında bulunan yeraltı sularının drenajı için kullanıldıkları belirlenmiş. Samothraki Adası’ndan gelenlerin kurdukları kolonilerden birisi olan kent M.Ö. 5.-4. yüzyıllar arasında en parlak dönemini yaşamış. Bulgulardan şehrin bir kanalizasyon sistemine de
sahip olduğı anlaşılmış.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Gezme alışkanlıklarınız nasıl olursa olsun, Alexandroupoli’de ünlü deniz fenerine mutlaka yolunuz düşecektir. Şehrin sembolü sayılan deniz feneri, bir Fransız Şirketi olan La Société Colas et Michel tarafından yapılmış ve ilk olarak 1 Haziran 1880 tarihinde hizmete girmiş. Fenerin elektrik ile çalışmaya geçmesi 1973 yılında olmuş.

Aynı zamanda şehrin sembolü olan deniz feneri
1 Haziran 1880 tarihinde hizmete girmiş

Osmanlı yönetimi altında, 19. yüzyılın son çeyreği Dedeağaç için önemli yatırımların yapıldığı bir dönem olmuş. Birisi 1872’de diğeri 1896 yılında biten ve Trakya bölgesini sırasıyla Edirne’ye ve Avrupa’ya bağlayan iki demiryolu hattının da nihai durakları Alexandroupoli imiş. Günümüzde modern ve bölgesel olarak önemli bir tesis olan liman da ilk olarak 1873 yılında inşa edilmiş. Tahmin edebileceğiniz gibi, tüm bu yatırımlar yabancı şirketler tarafından yapılmış. Yukarıda belirttiğim gibi, bu şirketlerde çalışanlar Alexandroupoli’nin kozmopolit yapısına ve yaşantısına renk katmışlar.

Alexanderoupoli Faik Hüseyin Paşa Camii (1906)
Camiyi yaptıran Faik Hüseyin Paşa’nın mezarı

Bizim gibi bir yere gittiği zaman sadece yemek içmek ve denize girmekle tatmin olmayanlar için Alexandroupoli’de çok güzel müzeler var. Onlardan birkaçına da gitme fırsatı bulduk. Ancak, onlara geçmeden önce, halen kentin Müslüman cemaati tarafından kullanılmaya devam edilen Alexandroupoli Camii‘nden söz etmek istiyorum. Odos Kassandras 1 adresindeki camiyi bulmak çok kolay olmadı. Aslında deniz fenerinden yürüyerek 10 dakikalık bir uzaklıkta ama, çevresi tamamen binalarla kapanmış. Adeta gizlenmiş. Herhangi bir yön tabelası konmamış. Bilmeden etrafında epeyce bir dolanmışız. Sonra, binaların arasında tesadüfen alçak bir minare görmem üzerine, dar bir çıkmaz geçitten geçerek, Müslüman azınlığın çocuklarının okuduğu ilkokulun yanındaki camiyi bulduk. O sırada teneffüste olan çocuklar okulun bahçesinden merak ve ilgiyle bizi izlediler. Cami, 1906 yılında, Faik Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisinin mezarı da burada. Yapıldığında bir medresesi de varmış ancak, günümüze ulaşmamış. Caminin görünür olmamasının bir nedeni hiç şüphesiz çevresindeki yapılaşma. Internette, bir diğer nedenin ise güvenlik olabileceğini okudum. Kare planlı cami, sonuncusu 1993 yılında olmak üzere, 20. yüzyılda iki kere kundaklanmış. Her seferinde, Yunan hükümetinin finansal desteği ile yeniden yapılmış. 2014 yılında da aşırı sağcılar tarafından bir saldırıya uğramış. Kentteki Katolik ve Ermeni kiliselerinin de aynı güvenlik endişesi ile resmi turizm haritalarında özellikle öne çıkarılmadığı belirtiliyor.

Caminin içi

Dedeağaç’ta üç tane müze gezdik: Alexandroupoli Tarih Müzesi (Historical Museum of Alexandroupoli), Trakya Etnoğrafya Müzesi (Ethnological Museum of Thrace) ve Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi. Üçünü de beğenmekle beraber, arkeoloji müzesini bir numaraya koyarım. Belki beklediğimden çok iyi olmasından dolayı, bilemiyorum. Fazla büyük olmayan ama düzenleme, açıklayıcı bilgiler ve personel açısından çok başarılı bir müze. Salondaki görevlinin kendiliğinden ek bilgi vermeye canı gönülden istekli olmasını da çok takdir ettim. 2022 yılında açıldığı belirtilen müzede Evros bölgesinde çıkarılmış olan ve tarih öncesi çağlardan Roma dönemine uzanan buluntular sergileniyor. Ayrıca, koleksiyon açıklayıcı çeşitli multivizyon araçları ve videolarla destekleniyor. Arkeoloji meraklıları için kompakt ve güzel bir müze. (Adres: Makris No:44)

Alexandroupoli Tarih Müzesi
Tarih Müzesi’nde az sayıda arkeolojik eser de sergileniyor.
Ancak, kentte ve bölgede bulunan arkeolojik eserler için asıl
arkeoloji müzesine gidilmesini öneririm.
Tarih Müzesi’nin ana teması şehrin kuruluş, gelişim
ve sosyo-kültürel tarihi

Alexandroupoli Tarih Müzesi, Dimokratias Caddesi No: 335 adresinde. Burada da kentin ve çevresinin tarihi ile ilgili çeşitli arkeolojik buluntular sergilenmekle beraber, daha çok kentin kuruluş ve gelişim tarihi ile birlikte özellikle 19. yüzyılda yapılan liman ve demiryolu, kentin sosyal, kültürel ve entelektüel gelişimi, etnik yapısı gibi temalar işlenmiş. Gezerken elimize verdikleri kalın bilgi klasörünün bu yazıyı yazarken benim için önemli bir bilgi kaynağı olduğunu belirtmeliyim.

Trakya Etnoğrafya Müzesi
Yunanistan’ın Trakya Bölgesi geleneksel kadın kıyafetleri
Geleneksel kadın kıyafetlerinin bir parçası olan farklı önlükler
Geleneksel çalgı aletleri

1899 yılında yapılmış taş bir konakta yer alan Trakya Etnoğrafya Müzesi (Adres: 14is Maiou 63), sergilenen mahalli giysiler, üretim araçları ve el işleri aracılığıyla genel olarak Yunanistan’ın Trakya bölgesinin folklorik ve kültürel belleğini korumayı amaç edinmiş. 2002 yılında açılan müze, devlet yardımı da alan bir vakıf müzesi. Burası da merak eden ve ilgi duyan müze severler için bilgi dolu bir yer.

Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Arkeoloji meraklılarına bu çok büyük olmayan ama çok iyi
düzenlenmiş müzeyi gezmelerini öneririm

Alexandroupoli’de iki restoranda yemek yeme fırsatı bulduk. Bunlardan ilki, her iki yolculuğumuzda da gittiğimiz ve Türkler tarafından epeyce bilinen Ai Giorgis, yani Aziz George. Alexandroupoli’nin biraz dışında, yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Makri köyünde bulunan bu taverna her yönüyle çok kaliteli ve iyi yönetilen bir işletme. Dekorasyonundan müziğe, karşılamadan servise kadar her şey, iki gidişimizde de mükemmeldi. Ayrıca, yemeklerin hepsi gayet lezzetli ve ustaca pişirilmişti. Sunum için kullanılan malzeme, tabaklar, bardaklar, kısaca her şey ince bir zevki yansıtıyordu. Mekânın ambiyansına da diyecek yoktu. Mevsimsel nedenlerle biz kullanamadık ama, tavernanın ayrıca bir plajı da var.

Kibele (M.Ö. 4. yy.)
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Demir ayakkabı tabanı (M.S. 1. yy.sonu-2. yy. başı)
Orestiada Mezar Tümülüsü
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Mesimvria – Zoni antik kentinin mezarlık alanında
bulunmuş küpeler (M.Ö. 5.-4. yy)
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Pişmiş Toprak Heykelcikler
Erken Demir Çağı (Yunanistan için yaklaşık M.Ö. 1050-800) ile Helenistik Dönem ( M.Ö. 323-32) arasında yapılmışlar. Mesimvria – Zoni antik kentinde bulunan bu heykelcikler adak adamak için kentteki Apollo ve Demeter tapınaklarına veya çocuk ve kadın mezarlarına konuyormuş.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Ai Giorgis’in bulunduğu yerde, 1950 yılında Demir Ali isimli bir taverna açılmış. Türk köyü veya Türklerin ağırlıkta olduğu belirtilen Makri için bu bir dönüm noktası olmuş. Bu tavernanın daha sonra ne olduğunu bilemiyorum ama, 2002 yılında aynı yerde, bu kez Ai Giorgis olarak yeni bir başlangıç yapılmış. Bu restoranda, geleneksel ve benim çok sevdiğim Yunan mutfağına özgü yemekleri, çağdaş gastronomik dokunuşlarla yorumlanmış şekilde tadabiliyorsunuz. Porsiyonların tüm Yunanistan’da olduğu gibi çok büyük ve doyurucu olduğunu belirtmeliyim. Her Yunanistan’a gittiğimizde yaptığımız gibi burada da çok fazla şey ısmarlamaya başlayınca, istediklerimizin fazla geleceği ve durmamız konusunda uyarıldık. Kendi ülkemizde restoranların sunduğu küçücük porsiyonları öylesine kanıksamışız ki…

Mesimvria – Zoni’deki Demeter Kutsal Alanı’nda bulunan adak plakalarından bir tanesi (M.Ö. 4. yy.). Plakada Kibele ve Demeter’in birlikte resmedilmiş olması, Antik Çağ inanç sisteminde bu iki tanrıçanın birbirinin devamı olduğu tezini güçlendiriyor.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi
Aynı Demeter Kutsal Alanı’nda bulunan çeşitli adak objeleri. Objelerin bir kısmı, bolluk ve bereket simgeleri olan buğday sapı ve haşhaş bitkisi şeklinde. Vücutlarlarının çeşitli yerlerinden rahatsız olan ziyaretçiler ise, o organlarının şeklinde objeler bırakmışlar. Örneğin, gözünden şikayeti olanlar göz, kolundan şikayeti olanlar kol şeklinde gümüş objeler koymuşlar. Bu gelenek, bir Hristiyan adak adama ritüeli olarak da sürmüş.
Gümüş Haşhaş Modeli (M.Ö. 4.yy)
Haşhaşın tanrıça Demeter açısından bereketin dışında da bazı çağrışımları var. Dileyen, Demeter’in kızı Persephone’nin Hades tarafından kaçırılma öyküsünü Parion ile ilgili yazımda okuyabilir. Demeter bu acıya dayanabilmek için haşhaş yiyerek uykuya dalmış ve tarım, bolluk, bereket gibi
görevlerini ihmal etmiş.
Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi

Ai Giorgis’e gitmeyi düşünürseniz, mutlaka yer ayırtmalısınız. Bunun için de telefon etmeniz gerekiyor. Eskiden sosyal medya hesaplarından da rezervasyon kabul ediyorlarmış ama, karışıklığa yol açtığı için artık sadece telefon ile aranırsa yer ayırıyorlar. Çoğunlukla, telefonda Türkiye’den arandığını gördükleri zaman Türkçe konuşan birisi yanıt veriyor. İlk gidişimiz için önceden aradığımda rezervasyonumuzu alan genç hanım daha sonra garson olarak da bizim masa ile ilgilendi. Çok dikkatli servis yapan, kibar birisi idi. Türkçesi de çok iyiydi. Bize, Yunanistan vatandaşı bir Türk olduğunu söyledi. Birkaç ay sonra gittiğimizde onun terfi etmiş olduğunu görmek beni sevindirdi. İkinci gidişimizde bizimle ilgilenen garson Türkçe bilmiyordu ama, o da gayet iyi İngilizce konuşuyordu.

Taverna Ai Giorgis
Gündüz ayrı…
Ortada yanan şöminesi ile özel günlerde ayrı güzel…

Ai Giorgis Türklerin çok rağbet ettikleri bir işletme. Bazen Türk müşterilerin sayısı yerli halktan fazla olabiliyor. Bir arkadaşımdan insanların sırf Ai Giorgis’de yemek yemek için İstanbul’dan günübirlik Alexandroupoli’ye gittiklerini duymuştum. Gelenlerin arasında tanınmış gazeteciler de görmek mümkün.

Tuzlu karamelli tatlı çok lezzizdi

İlk kez gittiğimizde uzo eşliğinde Yunan salata, Yunan usulü cacık, ahtapot, baklava hamuruna sarılıp kızartılmış feta peyniri, fava ve kabak kızartma yemiştik. O kadar doyduk ki, balık yemeğe midemizde yer kalmadı. Her şey çok lezzetli idi. Ödediğimiz ücreti not etmemişim. İkinci sefer, başlangıç olarak müthiş bir kabak reçeli ve toz haline getirilmiş yaban mersini eşliğinde Trakya peyniri, fava ve tarama aldık. Bir önceki gelişimizden edindiğimiz deneyime dayanarak fazla meze yememeye özen gösterdik. Ana yemek olarak ben Kalamarada (peynir ve pesto sos ile servis edilen spaghetti gibi ince ince kesilmiş kalamarlar), eşim minekop balığı yedi. Tatlı olarak tuzlu karamelli bir tatlı yedik. Yine tüm yediklerimizden çok memnun kaldık. Bir küçük şişe mavi etiketli Barbayanni uzo ile beraber tüm yediklerimize iki kişi 82 Euro hesap ödedik.

Gialos‘ta yediğimiz harika küçük fener balıkları

Alexandroupoli’de gittiğimiz diğer Gialos tavernası, şehrin kordon boyu sayılan Vasileos Alexandrou caddesinin devamı olan Apolloniados 24-26 adresinde. Deniz fenerine yürüyerek uzaklığı yaklaşık 10 dakika. Mezelerin dışında, burada yediğimiz küçük fener balıkları da çok lezzetli idi. Bir dahaki sefere, çok methini duyduğum Nisiotiko (Zarifi No:1 adresinde imiş) tavernasına gitmeyi düşünüyoruz.

Yine Yeniden Çanakkale (4): Çanakkale Seramik Müzesi

Çanakkale’den ayrılacağımız gün, görmediğimiz iki yere daha gitmeyi planlamıştık. Bunlardan ilki olan Çanakkale Seramik Müzesi kaldığımız Akol Otel’e yürüme uzaklığındaydı. Doğrusunu söylemem gerekirse, söz konusu müze kent ve il sınırları içinde görmek istediğimiz yerler listesinde çok yukarılarda değildi. O nedenle Çanakkale’ye ilk gelişimizde gitmeyi hiç düşünmemiş, bu kez de vakit kaldığı için, “Eh, hadi gidelim bari” demiştik. Gidip gezdikten sonra şimdi, “İyi ki gitmişiz” diyorum.

Çanakkale Seramik Müzesi
Giriş kapısı üzerindeki iki kitabe

Çanakkale Seramik Müzesi, Cevatpaşa Mahallesi Kaya Sokak No: 33-35 adresinde bulunuyor. Müze, Çanakkale Belediyesi’nin yönetimi altında hizmet veriyor. Belediyenin müze ile ilgili sayfasında belirtildiği üzere, burada farklı koleksiyonlardan bir araya getirilmiş Çanakkale seramikleri ile günümüzde yapılmış seramik ürünler sergileniyor. Ayrıca, seramik sanatçılarının sergilerine yer verilen bir bölüm de var. Ancak, internette gözüme çarpan bir yorumda belirtildiği gibi, sergilenen eserlerin hangileri eski koleksiyonlara ait, hangileri günümüzde yapılmış, anlamak pek mümkün değil. Ayrıca, müze tarafında sergilenen bazı objelerin mağaza bölümünde satılıyor olması daha da kafa karıştırıcı. Vitrinlere ya da müze girişine bu konuda daha net açıklamalar konması gerekir. Bu eleştirimden sonra, müzede Çanakkale seramiklerinin tarihi ile ilgili oldukça açıklayıcı bilgiler verildiğini de belirtmeden geçmemeliyim. Bunun yanında, şehir içinde çokça rastladığımız seramik atölyeleri ve özellikle alışveriş yaptığımız bir dükkan sahibi ile yaptığımız sohbetten anladığımız kadarıyla, belediye seramik sanatının sürdürülmesi için gayret gösteriyor.

Yapının zemin kat girişinin yukarıdan görünüşü

Müzede sergilenenler bir yana, Çanakkale Seramik Müzesi içinde bulunduğu bina nedeniyle de ziyareti hak ediyor. İnsan, bu vesile ile tarihi bir binanın yok olup gitmekten kurtarılmasına ve restore edilerek yapıya işlev kazandırılmış olmasına seviniyor. Bu konuda emeği geçen herkesi kutluyorum.

Müzede, tarihi hamamın göbek taşında, seramik sanatçısı
Prof. Dr. Güngör Güner‘in bağışladığı eseri sergileniyor
Müzeyi gezerken tarihi yapının orijinal
özelliklerini de görebilmek güzel
20. yüzyılın başında yapılan hamamın eski su boruları

Müzeye, kahvaltı sonrasında otelden 20 dakika yürüyerek ulaştık. Kırmızı, tuğla yapının giriş kapısının üzerinde iki tane kitabe var. En üsttekinde Osmanlıca rakamlarla binanın yapıldığı tarih Hicri takvime göre 1322 olarak yazılmış. Türk Tarih Kurumu’nun çevirme kılavuzuna göre bu tarih 1904/1905 yıllarına karşılık geliyor. (Müzenin açıklama panosunda Miladi takvime göre 1904 olarak belirtilmiş). İkinci kitabede ise, “MST. MV. ER HAMAMI” (Müstahkem Mevkii Er Hamamı) yazıyor. Yani, savunma tesislerinin bulunduğu askeri bölgenin er hamamı demek oluyor. Binanın geçmiş fotoğrafları yapının zaman içinde birçok değişiklikten geçtiğini göstermiş. Örneğin, Çanakkale’nin İngiliz işgali altında olduğu 1919 yılında çekilen fotoğraflarda, günümüzde ana giriş cephesinin sol tarafında bulunan ek binanın olmadığı görülmüş. Yine aynı yöntemle, Cumhuriyet döneminde binada önemli değişiklikler ve ilaveler yapıldığı fark edilmiş. Tahminlere göre hamam, 1940’lı yıllara kadar geleneksel şekilde ısıtılıp çalıştırılmış. Sonraki yıllarda kazan ilave edilmiş ve kaloriferli ısıtma sistemine geçilmiş. 1950-1960’lı yıllarda, askerlerin dışında, Çanakkale’de yatılı okuyan öğrenciler de bu hamamdan yararlanmışlar.

2000’li yılların başında, modernleşen askeri tesisler nedeniyle giderek kullanılmayan hamam, Çanakkale Boğaz Komutanlığı tarafından, Seramik Müzesi olarak kullanılmak üzere, Çanakkale Belediyesi’ne devredilmiş. Bina, rölöve ve restitüsyon projelerinin hazırlanmasından ve gerekli izinlerin alınmasından sonra yapılan restorasyon ile günümüzdeki halini almış. Kanımca, tarihi binaların ayakta kalmaları, restorasyon çalışmaları kadar, onlara yeni işlevler kazandırılmasına da bağlı. Çanakkale Seramik Müzesi bu açıdan son derece başarılı bir çalışma olmuş. Müzeyi gezmek sadece içinde barındırdığı seramikler nedeniyle değil, hamamın mimari özellikleri nedeniyle de ilginç. Bu arada, müzenin ücretsiz olduğunu da belirteyim. Pazartesi günleri dışında, 01 Eylül – 31 Mart tarihleri arasında 09.00-17.00, 01 Nisan – 31 Ağustos tarihleri arasında 10.00-19.00 saatlerinde gezmek mümkün.

Çanakkale seramiklerinin ilk olarak 17. yüzyılın sonlarında görülmeye başlandığı belirtiliyor. Bu tarihten 18. yüzyıl sonuna kadar olan dönemde üretilen seramiklerde özen ve yalınlık ön plana çıkmış. Daha sonra, 19. yüzyıl başlarından itibaren ise, birkaç rengin kullanıldığı ve ana objenin üzerine yoğun eklemelerin yapıldığı görülmüş. Çanakkale seramiklerinin bazı kişiler tarafından İznik ve Kütahya çinilerine göre kaba bulundukları bir gerçek. Tarihsel olarak da İznik ve Kütahya ürünleri İmparatorluk sarayları ve konaklarında kullanılmak üzere tercih edilirken, Çanakkale seramikleri daha çok halk kesimine yönelik yapılmışlar. Çanakkale’de seramik üretimi 20. yüzyılın ortalarına doğru eski önemini kaybetmeye başlamış. Bu konuda gerek daha düşük maliyetle üretilen endüstriyel ürünlerin piyasada yaygınlaşması gerekse seramik atölyelerinin yarattığı düşünülen kirlilik nedeniyle kent dışına çıkarılmaları etken olmuş. Günümüzde Çanakkale’de seramik üretimi, farklı kamu ve özel kuruluşlarla birlikte, şahısların çabaları ile canlandırılmaya çalışılıyor.

Üst kat süreli sergiler için ayrılmış.
Ayrıca, binada söyleşi ve konferanslar için bir salon da var.
Başarıyla restore edilmiş ahşap tavan

Seramik Müzesi’ni gezdikten sonra, doğrusu Çanakkale’ye geldiğimizden beri burnumuzda tüten Sardalye’nin yolunu tuttuk. Çanakkale’ye bir önceki sene geldiğimiz zaman yediğimiz ekmek arası sardalyanın tadı damağımızda kalmıştı. Yine aynı keyifle, çıtır çıtır ekmeğin arasında, tek bir kılçık bile bırakılmadan temizlenmiş ve kızartılmış sardalyalarımızı yedik ve nefis turşu suyundan içtik. Burayı sadece, son yılların moda tabiri ile çok lezzetli bir “street food” (sokakta tüketilen yemek) mekânı olduğu için değil, her kesimden yerli halkın da gelip yemek yediği bir yer olduğu için de seviyorum. Civardaki esnaf, öğrenciler, alışverişten dönen ev hanımları ve yanlarındaki çocukları, bizim gibi Çanakkale’yi gezmeye gelenler. Kısacası, gözlem yapabileceğiniz renkli bir yaşam yelpazesi…

Çanakkale’ye gidip de Sardalye’ye gitmemek olmazdı…

İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce son olarak, bir önceki gelişimizde yaptığımız gezi programında kapalı gününe denk geldiğimiz Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gittik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan ve Kabatepe Limanı mevkiinde olan merkez 2012 yılında açılmış. Hayli büyük (8600 metrekare) ve gösterişli bir yer. Ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Burada, Çanakkale Savaşları’nın aşamaları birbiri ardına yönlendirildiğiniz 11 salonda ileri simülasyon teknikleri aracılığı ile yansıtılıyor. Gösterimin tamamı 60 dakika sürüyor. Gün boyunca yapılan seanslar en fazla 50 kişi ile sınırlandırılıyor. Giriş ücretli. Merkezde ayrıca bir müze de var. Gösterimlerin bazı bölümlerini etkileyici bulmakla beraber, müze bölümünü gerek sergilenenler gerekse camekan düzenlemelerindeki özensizlik nedeniyle çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu konuda daha önce yazdığım gibi, Çanakkale Savaşları ile ilgili bölgedeki en donanımlı müze, kent içinde TSK bünyesinde hizmet veren Çimenlik Kalesi Müzesi. Mükemmel müzecilik anlayışı, İngilizce ve Türkçe açıklamaları ve her yönden ilginç koleksiyonu ile bu müzeyi tarihimizin bu dönemine ilgi duyan herkese öneririm. Söz konusu müze ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz, ilgili yazıma ulaşmak için linki kullanabilirsiniz.

Yine Yeniden Çanakkale (3): Paris’in Kenti Parion

Antik kentte yürütülen kazı çalışmalarının resmî web sitesinde Parion’u, “Kuzey Troas’ın Parlayan Yıldızı” olarak tanımlamışlar. Henüz tam olarak halka açılmamış, hâlâ bir kazı alanı statüsünde olan kenti gidip gördükten sonra ben de Parion’un sürdürülecek kazılarla bölgenin dikkat çeken arkeolojik sit alanlarından birisi olacağına inanıyorum. Kazı alanında tanıştığımız birisinin söylediği gibi ileride buranın Efes antik kenti kadar önemli bir çekim merkezi olup, olamayacağını bilemem. Konunun uzmanı değilim. Ancak kanımca, günümüze kadar yapılan çalışmalar, ileride buranın kesinlikle arkeoloji meraklıları için görülmeye değer bir yer olacağını hissettiriyor. Doğrusu, ben de Parion’u bir 50-60 yıl sonra tekrar görmek isterdim.

Benim için çoğunlukla, bir kitabı okumak ya da bir yeri görmek arzusunu tetikleyen (bazen doğrudan ilintili bazen bambaşka) bir neden vardır. Bu okuduğum bir kitap, birisinden öğrendiğim yeni bir bilgi, gördüğüm bir obje ya da düpedüz bilinç akışı sırasında süzgecime takılan ve ilgimi çeken bir şey olabilir. Parion’u görme isteği de bende benzer bir şekilde uyandı diyebilirim. Bir yıl önce gittiğimiz Troia Müzesi’ndeki Parion buluntuları ve bunların arasında özellikle M.Ö. 4. yüzyıldan kalma bronz bir amfora aklımı fena halde çelmişti. Oysa müzede çok daha değerli ve eşsiz eserler vardı. Hepsine hayran kalmış ve müzede 5 saate yakın zaman geçirmiştik. Buna karşın, Parion’u da aklımın bir köşesine yazmıştım.

Troia Müzesi‘nde sergilenen Parion antik kenti buluntuları
Bronz amfora (M.Ö. 4. yy.)

Troia Müzesi’nin giriş katında, antik Troas bölgesinin çeşitli antik kentlerinde bulunan arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu’nun kuzeybatısında yer alan bu bölge, Çanakkale ilimizin büyük bölümü ile örtüşüyor ve adını bölgenin en önemli kenti olan Troia’dan alıyor. Ancak, bölgede daha pek çok antik yerleşim yeri var. Bu yazı dizisinin ilkinde Çanakkale’nin, ülkemizde sınırları içinde en çok antik yerleşim yeri barındıran illerimizden birisi olduğunu belirtmiştim. Troas bölgesinin diğer önemli antik kentleri arasında daha önce gittiğimiz Assos, Alexandria Troas, Neandria, Apollon Smintheion tapınağının bulunduğu Chryse de bulunuyor. Parion da Troas bölgesinin sınırları içinde bir antik kent. Kentte yapılan kazılarda çıkarılan gözyaşı şişeleri, koku ve içki kapları, pişirme ve servis tabakları, hayvan ve insan figürleri ve süslü kandiller Troia Müzesi’nde sergileniyor. Yukarıda sözünü ettiğim bronz amfora da bu buluntulardan birisi.

Savaşçı Kuklalar (Pişmiş Toprak)
Roma Dönemi (M.Ö. 1. yy.)

Parion, Çanakkale Boğazı‘nın Anadolu yakasında, boğazın Marmara Denizi‘ne doğru genişlediği doğu ucunda bulunuyor. Günümüzde kentin konumu, Çanakkale’ye bağlı Biga ilçesinin Kemer köyü sınırlarının içine denk geliyor. Parion’u bulmak için de biraz dolandık ama neyse ki, bir gün önce Neandria’ya ulaşmak kadar zahmetli olmadı. Google Maps uygulamasına Parion diye girmiştik. Navigasyon bizi tarlaların ortasında bir yerlere götürdü. Orada çalışan birkaç kişi vardı. Biraz ümitsizce onlara sorduk. Adamların hemen gitmek istediğimiz Parion’u anlayıp bizi yönlendirmesi epeyce şaşırtıcı oldu. Meğer, aynı şekilde yanlış gelen bir sürü insan oluyormuş. Artık alışmışlar. Bazı yerlerin konumlarının navigasyona yanlış girilmiş olması yüzünden başka şehirler ve ülkelerde de maceralar yaşamışlığımız var. Bunu kim neden yapıyor, anlamış değilim. Parion için de durum aynı idi. Eğer hala düzeltilmemiş ise, Kemer/Biga/Parion olarak aramakta yarar var.

Tarihçi Eusebius (c. 260- 339) Parion’un M.Ö. 709 yılında kurulduğunu belirtmiş. Ancak, bugüne kadar yapılan kazılarda çıkarılan seramikler en erken M.Ö. 625-600 yıllarına tarihlenebilmişler. Kuruluş tarihi ile ilgili (en azından şimdilik) var olan belirsizliğin dışında, Parion’un kimler tarafından kurulduğu konusunda da bir fikir birliğine varılamamış. Bu konuda da farklı kaynaklarda, Erythrai, Miletos ve Paroslular tarafından kurulduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmış. Öyle anlaşılıyor ki, Parion’da yapılan çalışmalar ilerledikçe, bu konuda daha kesin söylemler benimsenebilecek. Sanıyorum şimdilik, Troia Müzesi’nın Parion bölümündeki açıklamaları referans alarak, kentin M.Ö. 7. yüzyılda Milet‘ten ve Ege‘nin karşı kıyısındaki Paros‘dan gelenler tarafından kurulduğunun düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Parion ile ilgili bir başka tartışma konusu da antik kentin adı ile ilgili. Bir görüşe göre Parion adı, kenti kuranların ana vatanı olduğu düşünülen Paros’tan geliyor. Diğer bir fikre göre, kentin ismi Erythrailı göçmen Iason ve Demetria’nın oğlu Parius‘a, bir başkasına göre ise, Paris‘in şehri anlamında, Troia prensi Paris’e dayanıyor.

Parion’un ilk başta küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuşken, zaman içinde gelişerek büyüdüğü ve önemli bir liman şehri haline geldiği belirtiliyor. Kentin, biri büyük diğeri küçük olmak üzere, iki limanı var. Bu da giderek göçlerle büyüdüğünün ve stratejik konumunun da etkisi ile, önemli bir ticari ve askeri merkez haline geldiğinin göstergesi kabul ediliyor. Kuruluşundan sonra Parion’un tarihi, kabaca bölgenin diğer kentleri ile bir paralellik göstermiş. M.Ö. 547 yılında Persler tarafından istila edilmiş. Daha sonra, M.Ö. 478-477 yılında Atinalılar tarafından Perslere karşı kurulmuş olan Delos Birliği‘ne katılmış. M.Ö. 431-404 yılları arasında Atina ve Sparta arasında yapılan Peleponez Savaşları‘nda da Atinalıların tarafını tutmuş. (Sicilya yazı dizimin Selinunte ve Siracusa bölümünü okuyanlar, Peleponez savaşları’nın Sicilya‘da yaşanan uzantılarını anımsayacaklardır). Bu bir dizi savaşın sonunda Atinalıların Spartalılara yenilmesinden sonra, Spartalıların M.Ö. 387 yılında Perslerle yaptıkları Kral Barışı’nın ardından, Parion tekrar Pers hakimiyeti altına girmiş. Şehrin Perslerden kurtuluşu, bölgenin diğer antik kentlerinin tarihinden öğrendiğimiz gibi, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in Persleri yenmesi ile mümkün olmuş. M.Ö. 188 yılında Romalılar Parion’u bölgenin diğer kentleri ile birlikte, ödül olarak Pergamon Krallığı‘na vermiş. Bunun nedeni, zamanında Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından kurulmuş olan Seleukos Krallığı ile M.Ö. 190 yılında Magnesia‘da yaptıkları savaşta Pergamon Krallığının Roma’nın yanında yer alması olmuş. Kent, tüm Troas bölgesi ile birlikte, Pergamon Kralı III. Attalos‘un M.Ö. 133 yılında ölümünden sonra vasiyeti üzerine, Romalılara geçmiş.

Parion’da yapılan kazılarda bulunan sikkelere dayanılarak, ilki Julius Caesar ya da Augustus döneminde, ikincisi ise Hadrianus döneminde olmak üzere, kentin iki kere koloni statüsü elde ettiği belirtiliyor. Roma yönetim sisteminde koloni terimi, en üst statüye sahip kentler için kullanılırmış. Parion özellikle Hadrianus döneminde koloni statüsünü ikinci kez elde ettikten sonra mimari açıdan çok gelişmiş. Tiyatrodan çıkarılan, M.S. 2. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bezeme ve kabartmalar bunun kanıtı olarak gösteriliyor. Romalılar döneminde ihya olup gelişen Parion, bir süre sonra Romalı askerlerin emeklilik günlerini geçirdikleri büyük bir kent haline gelmiş. M.S. 2. yüzyıldan itibaren Parion’da Hristiyan bir topluluk da oluşmaya başlamış ve bu açıdan Bizans İmparatorluğu döneminde de, bir piskoposluk merkezi olarak, önemini korumuş.

Yakındaki Kemer köyünün adını aldığı su kemeri İmparator Hadrianus dönemindeki imar projesinin bir parçası olarak, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. Söz konusu su sistemi kentin 12 Km. güneyindeki Kolonai (Çataltepe) bölgesinden
su getirmek için inşa edilmiş.

Parion antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarının resmi web sitesinde belirtildiğine göre, aralarında Herodotos, Ksenophon, Aeneas Tacticus, Diodorus, Strabon, Plinius ve Plutarkhos‘u sayabileceğimiz birçok yazar eserlerinde Parion’dan söz etmişler. Kentteki ilk tespit araştırması 1801 yılında İngiliz arkeolog P. Hunt tarafından yapılmış. 1970’li yıllarda İlhan Akşit tarafından Çanakkale Müzesi adına bir yüzey araştırması gerçekleştirildikten sonra, 1997-2015 yılları arasında kazılar Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yürütülmüş. Kendisinin sağlık sorunları sebebiyle, 2015 yılından itibaren kazı başkanlığını Prof. Dr. Vedat Keleş devralmış. Kentte henüz cavea (oturma) bölümü tam olarak ortaya çıkarılmamış bir tiyatro, büyük bir Roma Hamamı, Yamaç Hamamı olarak adlandırılmış ayrıca başka bir hamam, Kemer köyünün adını aldığı söylenen su kemeri, odeon, surlar ve kuleler ile agora ve dükkanlar var.

Roma Hamamı bölgesinde çalışan arkeologlar
Roma Hamam alanının üstü bir gölgelikle örtülmüş

Parion resmî olarak bir kazı alanı olduğu için, yapılara ancak koruma amaçlı çekilmiş tel çitlerin ve uyarı tabelalarının izin verdiği ölçüde yaklaşabiliyorsunuz. Biz gittiğimiz zaman, Roma hamamı alanında yoğun bir çalışma vardı. Rahatsız etmemek için uzaktan sessizce bir süre izledik. Biraz sonra, hocalardan birisi olduğunu düşündüğüm, yaşça daha büyük bir bey yanımıza geldi ve oldukça sıcak davrandı. Hem kendisi birtakım bilgiler verdi hem de sorularımızı yanıtladı. Parion’u merak edip, gelmiş olmamızdan memnun gibiydi. Genel olarak gözlemlediğim bir noktayı da burada belirtmeden geçmeyeyim. Ekipte çalışan genç arkeologlar daha asık yüzlü ve insanın cesaretini kırıcı görünürken, daha kıdemli görevliler çok daha sıcak ve bilgi vermeye istekliydiler. Bu durum bende önce çok negatif hisler uyandırdıysa da sonradan bunun bilgi ve deneyim eksikliğinden veya yetkiyi aşıp, başlarını derde sokmaktan çekindiklerinden dolayı olabileceğini düşündüm.

Parion Roma Hamamı
Arka tarafta cavea (oturma) kısmı çalılarla kaplı
olan antik tiyatro alanı görünüyor

Üstü büyük bir gölgelikle örtülmüş olan Parion’daki Roma Hamamı’nın ilk olarak M.S. 2. yüzyılın ilk çeyreğinde yapıldığı tahmin ediliyor. Yapı, 200 yılı aşkın bir süre kullanıldıktan sonra, M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında tahrip edilmiş. M.S. 5. yüzyılın başından itibaren kısmen çöplük olarak kullanılmaya başlandıktan sonra, aynı yüzyılın ikinci yarısında tamamen bir çöplüğe dönüşmüş. Bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar devam etmiş. Roma hamamında çalışmalara ilk olarak 2006 yılında başlanmış. Günümüze kadar iki ılıklık bölümü ve bir soğuk su havuzu toprak altından çıkarılmış. Çalışmalar sonucunda, ılıklık bölümlerinin bir zamanlar tabandan ve duvarların içinden ısıtıldığı anlaşılmış.

Şimdilik çalılık ve yeşilliklerle kaplı olsa da burada
bir antik tiyatro olduğu anlaşılıyor
Yaşanan tahribatlar nedeniyle tiyatronun sahne bölümünün planı henüz tam olarak anlaşılamamış

Yukarıda belirttiğim gibi, Parion’daki tiyatronun cavea, yani oturma bölümü, henüz çalılıklar ve yeşilliklerle kaplı. Ancak şeklinden dolayı, uzaktan baktığınız zaman bir antik tiyatro olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Buranın tiyatro olduğu, henüz yüzey çalışmaları yapılırken yaşanan bir çöküntü sayesinde anlaşılmış ve 2006 yılından itibaren kazı yapılmaya başlanmış. Uzmanlar, oturma kısmının doğuya ve denize bakıyor olmasından dolayı, Parion tiyatrosunun bu özelliği nedeniyle Afrodisias tiyatrosuna benzediğini belirtiyorlar. Günümüze kadar bulunan mimari büyük kalıntılar ile seramik parçalar ve sikke gibi diğer küçük buluntular yardımıyla tiyatronun ilk olarak M.S. 1. yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiğine karar verilmiş. M.S. 2. yüzyılın sonlarında onarılmış ve sahnesi yenilenmiş. Daha sonra, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle, M.S. 4. yüzyılın ilk yarısına kadar kullanılmaya devam edilmiş. M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmış ve çok fazla tahribata uğramış. Gerek ortasından bir sur geçirildiği belirtilen cavea bölümü gerekse sahne kısmı zarar görmüş. Açıklama tabelasında okuduğuma göre, bugüne kadar yapılan çalışmalardan sahne binasının planı konusunda tam olarak bir fikir elde edilememiş. Buna karşın, sahne tarafının en az iki katlı olduğu ve heykel ve kabartmalarla süslü olduğu sonucuna varılmış.

Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartma
Kabartmanın sol tarafında görülen tarım, hasat, bolluk ve bereket tanrıçası Demeter

Tiyatrodan çıkarılanların bulunduğu açık alanda inanılmaz güzellikteki kabartmaları inceler ve fotoğraf çekerken yaşlıca bir kişi yanımıza geldi. Bizi, “Hoş geldiniz”, diyerek selamladı. Aslında eski bir SAT komandosu imiş ama, o sırada kazı alanında çevirmenlik yapıyormuş. Kazı ekibi ile kimin arasında çevirmenlik yaptığını tam olarak anlayamasam da birkaç dakikalık bir sohbet sonucu kendisinin artık Parion ile bir gönül bağı olduğunu ve burada yapılan çalışmalarla gurur duyduğunu anladım. Arkeoloji merakı ve Parion kazılarına gösterdiği ilgi ışığında bize çok güzel bilgiler verdi. Tiyatrodan çıkan alınlıkta resmedilmiş olan Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartmayı özel olarak gösterdi. Ben de bu mitolojik efsanenin ve benzer kabartmaların Sicilya’da da çokça insanın karşısına çıktığını anlattım. Sicilya ve oradaki eski Yunan antik kent kalıntıları hakkında biraz daha konuştuk.

Hades Persephone‘yi kaçırır ve yer altı dünyasına götürür…
Bu sırada, güneş de tutulmuştur (yukarıda).
Persephone’nin kaçırılışı ve tutulmuş güneş
(Detay)

Efsaneyi çok kısaca özetlemeye çalışayım. Anadolu kültlerindeki tanrıça Kybele ile de sıkça ilişkilendirilen Demeter tarım, hasat, bereket ve bolluk tanrıçasıdır. Persephone, Demeter’in erkek kardeşi Zeus‘dan olma kızıdır. Bir gün, yer altı dünyasının tanrısı Hades Persephone’u çiçek toplarken görür ve âşık olur. Bu durumu kardeşi Zeus’a anlatır ve ondan aldığı izin ile Persephone’u kaçırıp, yer altı dünyasına götürür. Demeter kızını her yerde arar ama bulamaz. Hades’in kızını kaçırdığını öğrenince, tüm görevlerini ihmal eder. Tarım yapılamaz, hiçbir bitki büyümez, korkunç bir kıtlık olur ve insanlar ölmeye başlar. Felaketin son bulması için, Zeus kardeşi Hades’e Persephone’u annesine geri vermesini emreder. Ancak, Persephone yer altında birkaç nar tanesi yediği için, artık yeryüzünde sürekli yaşaması mümkün değildir. Her yıl ilkbaharda yerin üstüne çıkar. Bu zamanda annesi Demeter bitkilerin ve ekinlerin yeşermesine izin verir. Bolluk ve bereket olur. Sonbahar geldiğinde Persephone kocası Hades’in yanına dönmek zorundadır. Onun yokluğunda tohumlar yeşermez, hasat yapılamaz. Böylece, Yunan mitolojisinde mevsimsel döngü de açıklanmış olur.

Çıkarılan diğer kabartmalardan birkaçı

Tiyatrodan çıkan alınlıktaki figürler gerçekten çok güzeldi. Atlı savaş arabasına binmiş Demeter, Hades’in Persephone’u kaçırışı çok açık seçik görülebiliyordu. Bu efsane ile ilk karşılaşmam küçük yaşlarda, Roma‘daki Galleria Borghese‘de gördüğüm ve çok etkilendiğim, Gian Lorenzo Bernini‘nin (1598-1680) heykeli ile olmuştur. Persephone’nun, Latince adı Proserpina olarak anıldığı (heykelin adı Proserpina’nın Tecavüzü olarak geçer) bu heykeldeki usta işçiliğe bir çocuk olarak bile hayran olmuştum. Babam ile defalarca gittiğim Galleria Borghese’de her seferinde bu heykelin bulunduğu salona koşturarak gider ve Persephone’un yüzündeki dehşet ifadesine ve Hades’in güçlü parmaklarının kızın etine gömülmesine büyülenmişçesine bakardım. Öylesine gerçektir ki o parmakların gömülüşü, bir süre sonra insan o bedenin mermerden yapılma olduğunu unutur…

Agora ve dükkanlar

Parion antik kentinin merkezi olduğu belirtilen ve tiyatro, hamam ve odeonun bulunduğu bölgede, tahmin edilebileceği gibi, agora ve dükkanlar da yer alıyor. Ancak, verilen bilgilerde, buranın da yapımından sonra epeyce tahrip edildiği ve değişikliğe uğradığı belirtiliyor. Buluntulardan şu ana kadar varılan sonuç, buranın M.S. 2. yüzyıl sonuyla M.S. 4. yüzyıl başları arası bir zamanda yapıldığı yönünde. Sonradan, M.S. 5 ile 7. yüzyıllar arasında eklemeler yapılmış. Bölgede bulunan sikkelerden agora ve dükkanların M.S. 11-12. yüzyıllara kadar kullanıldıkları anlaşılmış.

Odeon
Kazı alanı olduğu için yakınına gidemediğimiz odeonun
bilgi tabelasından fotoğraflar. Çalışma yapan
Prof. Dr. Cevat Başaran ve buluntular

Pareon’da odeonu açık seçik görebilmek güzel bir sürprizdi. Kazı alanı olduğu için yakınına gitmemiz mümkün olmadı. Uzaktan bakabildik. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen odeon, ilk olarak 2009 yılında yüzey kalıntılarını inceleyen Prof. Dr. Cevat Başaran tarafından tespit edilmiş. Başlangıçta buranın bir stadyum olduğu düşünülse de 2010 yılında kazılar ilerledikçe ortaya çıkan cavea bölümünün kavisi sonucunda odeon olduğu anlaşılmış. Yapılan hesaplamalara göre buranın 950-1050 kişilik bir oturma kapasitesi olduğu tahmin ediliyor. Bir yangın geçirdiği anlaşılan sahne kısmında bir Artemis ya da Roma mitolojisindeki adıyla Diana heykeli parçalarına ve başka heykel parçalarına rastlanmış.

Yamaç Hamamı
Kent surlarından bir bölüm

Antik kentte son olarak, bir yamaçta yer alması nedeniyle bu şekilde anılan, Yamaç Hamamı tarafına yürüdük. Yapılan çalışmalar sonucu bir Roma dönemi hamamı olduğu saptanan yapının başlıca üç evre geçirmiş olduğu belirtiliyor. İlk evre, M.S. 1. yüzyıl olarak saptanmış. Bundan sonraki ikinci evrede (M.S. 3. ile 4. yüzyılın başları) çok yoğun olarak kullanılmış. Son olarak, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda eklemeler yapılmış ve kullanılmış. Çalışmaların devam ettiği yapıda su havuzları, su deposu, su boruları ve temiz su hattının parçası olan künklere rastlanmış.

Dönüş yolunda…
Kemer Balıkçı Barınağı
Kemer Köyü

Hava çok sıcak olmasına rağmen, Parion antik kentinden çok memnun ayrıldık. Büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir antik kenti gezmekten daha farklı bir heyecan yaşadık. Deniz kenarında, çok hoş bir konumu da olan kentte çalışmaların sürmesini ve gelecek yıllarda bir çekim merkezi olmasını diliyorum.

Yine Yeniden Çanakkale (2): Alexandria Troas ve Neandria

Nar Konak’ın sessiz ve sakin ortamında lezzetli bir kahvaltı yaptıktan sonra yola çıktık. Bir sonraki konaklama yerimiz olan Çanakkale’ye gitmeden önce iki antik kenti daha görmek istiyorduk: Alexandria Troas ve Neandria. Aslında konum olarak Assos bir başka antik ören yeri olan Chryse antik kentine çok yakın. Yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan Gürpınar köyündeki Chryse’nin Apollon Smintheion Tapınağı’ını Çanakkale’ye bir önceki gidişimizde görmüştük. Buradan Troia ile ilgili yazımda söz etmiştim. (Dilerseniz, link aracılığı ile okuyabilirsiniz). O zaman, vakit kalmadığı için, çok yaklaşmamıza rağmen Assos’a gitmemiştik.

Çanakkale Troia Müzesi‘nde sergilenen Alexandria Troas buluntuları
Figürün Başları
M.Ö. 3. yy. (Helenistik Dönem)
Alexandria Troas buluntuları
Çanakkale Troia Müzesi

Tarih boyunca birçok uygarlığın kurulup yıkıldığı bir coğrafyada böyle olmasının doğal olduğunu düşünsek de, Alexandria Troas’ın büyük bölümünün zeytinliklerin, tarlaların ve çalılıkların altında kaldığını görmek insanı üzüyor. Ülkemizde büyük olasılıkla bastığımız hemen hemen her yerin ve yerleşim alanlarının önemli bir kısmının altı tarihi zenginliklerle dolu. Bunların bazıları için, az da olsa, çözümler üretilebiliyor. Ama, Alexandria Troas gibi, belki yüzyıllardır ekilip biçilen tarım arazileri için sahiplerini tatmin edecek bir çözüm bulmak zor olsa gerek. Mecburen, geride kalan ya da görünür olan az sayıda eser ile yetinme durumu söz konusu sanırım şu anda. Bu zor şartlara karşın, Alexandria Troas’da kazılar 2011 yılından beri Ankara Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.

Bronz Heykel Eli
M.Ö. 1.yy (Roma Dönemi)
Alexandria Troas buluntusu
Çanakkale Troia Müzesi

Alexandria Troas antik kenti, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı olan Dalyan köyünün sınırları içerisinde bulunuyor. İzleyeceğiniz rotaya bağlı olarak, Assos’a yaklaşık 50 dakika ile bir saat arası bir uzaklıkta. Ancak, yukarıda belirtiğim  şartlar nedeniyle Alexandria Troas’a gittiğiniz zaman öyle derli toplu bir antik kent ile karşılaşmayı beklemeyin. Kent sadece bitki örtüsü altında kalmamış, bir de araba yolu nedeniyle ikiye bölünmüş. Bu nedenle, bazı kalıntılar yolun solunda, bazıları sağında, ağaç ve makilerin arasına saklanmış durumda.

Kent, M.Ö. 310 yılında Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından, Antigoia ismiyle  kurulmuş. İskender’in ölümünden sonra, yine onun komutanlarından Lysimachos tarafından bu isim değiştirilerek, İskender’in Troas’daki kenti anlamına gelen Alexandria Troas adını almış. Yapılan çalışmalar sonucu kentin bir zamanlar 8 kilometre uzunluğunda surlarla çevrili olduğu sonucuna varılmış. Kentin ilk kuruluşunda buraya, o dönemde çok gelişmiş ve nüfuzlu bir kent olan Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilerek büyük bir metropol yaratılmış. Limanı olması nedeniyle, kent kısa bir sürede çok güçlenmiş ve zenginleşmiş. O dönemde kuzeybatı Anadolu’nun en önemli ticaret merkezi haline gelen bu limanın kalıntılarını günümüzde biraz ilerideki Dalyan köyünün sahilinde görmek mümkün.

Podyumlu Tapınak
Alexandria Troas

Alexandria Troas özellikle Roma döneminde çok gelişmiş ve M.Ö. 188 tarihinde özgür ve özerk şehir staüsünü kazanmış. Çeşitli kaynaklarda bir dönem şehrin nüfusunun 100.000’ne ulaştığı belirtiliyor. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (M.S. 117-138) kentte büyük bir imar hareketi başlamış ve o zamanın en zengin kişilerinden Atinalı Herodes Atticus’un katkıları ile, Kaz Dağları’ndan su getiren bir su yolu ve kemeri ile birlikte, günümüzde çok az bir bölümü ayakta olan, büyük bir hamam inşa edilmiş. Herodes Atticus Hamamı olarak anılan bu hamamın yanına aynı zamanda bir de gymnasium yapılmış.

Forum Çeşmesi
Geriye maalesef bir tek yuvarlak kaidesi kalmış

Alexandria Troas’ın, erken Hristiyanlık döneminde de önemli bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. Bir önceki yazımda Assos’u ziyaret ettiğini belirttiğim Aziz Paulus deniz yoluyla gittiği Makedonya yolculuğuna buradan çıkmış.Yola çıkmadan önce, bir hafta kaldığı bu kentte vaazlar vermiş ve taraftar toplamış. Bu sebeple, Hristiyanlar için Alexandria Troas bir hac merkezi haline gelmiş. Kayıtlarda, M.S. 4. ve 5. yüzyıllar arasında üç yerel piskopos adına rastlanması, kentin bir zamanlar Hristiyanlık açısından önemli bir merkez olmasının kanıtı olarak görülüyor.

Tarih boyunca yoğun bir talana maruz kalan kentin
tapınağından geriye kalan sütunlar

Antik kentin denize yakın konumu, yerleşim yeri olmaktan çıktıktan sonra yoğun bir şekilde yağmalanmasını kolaylaştırmış. Taşları başka inşaatlarda kullanıldığı için kent adeta bir taş yığını haline gelmiş. 14. yüzyılda Troas bölgesine Karasioğulları yerleşmiş. 1336 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş. Bu dönemde de kentin taşları inşaatlar için kullanılmaya devam edilmiş. Sütunları İstanbul’un bazı camilerinde kullanılmış.

Büyük olasılıkla tapınağa ait süslemeler

Alexandria Troas’ın günümüze ulaşmış kalıntılarını gezmeye tapınaktan başladık. Yol kenarında, Dalyan yönüne giderken sol kolda kalan tapınağın hangi tanrı veya tanrıçaya adandığı konusunda ulaşabildiğim kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlayamadım. Bu konuda, tapınak çevresindeki açıklama tabelalarında da bir bilgi yoktu. Forum alanının ortasında yer aldığı belirtilen yapı, Podyumlu Tapınak olarak adlandırılmış. Temelinin 8 metre derine gittiği, 16,60 metre genişliği ve 23,65 metre uzunluğu olduğu belirtilen tapınak, İmparator Augustus dönemine (M.Ö. 27- M.S. 14) tarihlenmiş. Tapınağın yanındaki sundurmanın altında bu yapıya ait güzel süslemeleri, ayrıca açık alanda yere yatırılmış bazı sütunları görebilirsiniz. Podyumlu Tapınak ile odeon arasında kalan alanda Forum Çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşme olduğu belirtiliyor. M.S. 2. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı yazılan bu çeşmeden de geriye bir tek yuvarlak kaidesi kalmış. Bu bölge forum alanı olduğu için, çevresinde kentin sivil yönetim binalarının kalıntıları da var.

Forum alanındaki yapı kalıntıları
Korumaya alınmış bir yazıt

Kentin görülebilecek yerleri arasında bulunan Herodes Atticus Hamamı’nı görmek için geldiğimiz yöne doğru, araba ile birkaç yüz metre geriye gitmemiz gerekti. Hamamdan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez ama, ayakta kalabilmiş ve çelik iskeleler ile desteklenmeye çalışılmış kemerler, bir zamanlar yapının ne kadar görkemli olduğunu hissettiriyorlar. Açıklamalarda, M.S. 135 yılında inşa edildiği düşünülen hamamın Anadolu’da bilinen en büyük hamamlardan birisi olduğu yazılmış. Hamam ve yanındaki gymnasium büyük ölçüde 1809-1810 kışında yaşanan deprem sırasında yıkılmış. O nedenle, yapının özellikleri hakkında bilgi edinmek için 18. ve 19. yüzyıllarda buralara gelen gezginlerin eserlerinden yararlanılmış. Hamam çevresini gezdiğimiz sırada, iki görevli burada ilaçlama yapıyordu. Kendi ifadelerine göre, yaz mevsimi ile birlikte gelecek ziyaretçi sayısında beklenen artış nedeniyle bu işlem gerçekleştiriliyormuş.

Herodes Atticus Hamamı ve yanındaki gymnasium‘dan geriye kalanlar

Yolun karşısında, yine yeşilliklerin arasında, bir de anıtsal çeşme, nymphaion, kalıntısı var. M.S. 2. yüzyılın ortasında yapılan çeşmelerle aynı özellikleri taşıdığı ve yarım daire şeklinde olduğu ifade edilen nymphaion’dan da geriye pek bir şey kalmamış.

Anıtsal Çeşme
Nymphaion

Zamanımız kısıtlı olduğu için biz, kentin en yüksek noktasında olduğu belirtilen tiyatroya gitmedik. Belirtildiğine göre buradan, kent manzarası dışında, Çığrı Dağı’nın tepesindeki Neandria, Midilli Adası, Bozcaada ve Çanakkale Boğazı da görülebiliyormuş. Ayrıca, 21. yüzyılın başında Alman arkeologların yaptıkları kazılar sonucu M.Ö. 100 civarında yapılmış olabilecek bir stadyum bulunduğundan da söz ediliyor.

Alexandria Troas’ın antik liman kalıntılarını Dalyan köyünün
sahilinde görmeniz mümkün

Bu bölgede görebileceğimiz kalıntılardan sonra sahildeki Dalyan köyüne doğru yola çıktık. Köye vardığımızda epeyce şiddetli esen, rüzgarlı bir hava ile karşılaştık. Deniz de çok çırpıntılı idi. Biraz sorduktan sonra, Alexandria Troas’ın büyük ölçüde suyun içinde kalmış liman kalıntılarını görmek için sahil boyunca yürüdük. Kumdan fışkıran bitki ve çiçekler çok güzeldi. Bir süre sonra kumsalda kıyıya paralel uzanan duvar kalıntılarını ve suyun içinde de, dalgaların dövdüğü sütunları gördük.

Suyun içinde kalmış liman kalıntıları

Alexandria Troas’ın antik limanının bulunduğu Dalyan köyünde ilginç bir doğa oluşumu da görmek mümkün. Suyun içindeki sütunların karşısında, çok yüksek olmayan bir kumul tepesinin ardında, Kalpli Göl olarak bilinen küçük bir göl yer alıyor. Bu isim ile bilinmesinin iki nedeni var. Birincisi, şeklinin bir kalbe benzemesi, ikincisi ise, yılın belli zamanında suyun pembe ya da kırmızı  bir renk alması. Bunun sebebi olarak, sıcaklık ve tuzun arttığı dönemlerde dunaliella salina (su yosunları) olarak bilinen mikroskobik bitkisel canlıların fazlaca üremesi gösteriliyor. Söz konusu renk değişikliği özellikle eylül ayında olurken, kasım ve aralık ayının bazı günlerinde de yaşanan sıcaklık değişiklikleri sonucu görülebiliyormuş. Uzmanlara göre, dünyanın farklı bölgelerinde buna benzer sekiz tane göl varmış.

Kalpli Göl‘ün yılın belli dönemlerinde görülen kırmızımsı hali
Kaynak: www.canakkaletravel.com
Fotoğraf: Cihan Kurnaz/Çanakkale
Baharda gittiğimiz için gölü renkli görmeyi beklemiyorduk zaten ama,
kuraklık nedeniyle gölün suyu da azalmıştı

Hava çok sıcak, güneş ise çok yakıcı idi. Buna karşın, planladığımız gibi, yakınlarda olduğunu düşündüğümüz Neandria antik kentine de gitmeye karar verdik. Navigasyon uygulamasından Neandria’yı bulduk ve yola koyulduk. Yollarda antik kenti gösteren hiçbir tabelaya rastlamadık. Uygulama bizi önce bir taş ocağına götürdü. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama, internette bu taş ocağının antik çağlarda da inşaatlar için kullanıldığı yazılıydı. Aklıma Sicilya’daki Selinunte antik kentinin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı tarihi taş ocakları ve Siracusa’da yine aynı amaç için kullanılan Grotta del Salnitro mağarası geldi. Ancak, burada öyle gezilecek ne bir tarihi taş ocağı ne de antik bir kent vardı. Doğal çimenlik bir alanda araba ile ilerledikten sonra, toprak yol da bitti. Mecburen geri döndük ve yakında görünen Koçali köyüne gittik. Sıcakta etrafta hiç kimseler yoktu. Köy kahvesinde oturan birkaç kişi gördük. Onlara sorduk. Önce yanlış geldiğimizi söyledikten sonra, bir süre kendi aralarında tartıştılar. Sonunda, içlerinde bu konuda daha bilgili görünen bir adamın ısrarı üzerine, bizi Kayacık köyüne yolladılar. Antik kente köyün içinden çıkılacağını söylediler.

Kayacık köyünü de bulmak çok kolay olmadı doğrusu. Ana yoldan köye doğru saparken üzerinde Neandria yazan bir tabela görünce ümitlendik. Ama, hem yazının çok silik olması hem de tabelanın renginin genelde antik ya da turistik yerleri yönlendirenler gibi kahverengi olmaması beni biraz şüphelendirdi. Köye vardığımızda etrafta bir tek insan yoktu. En yakın gölgeye doğru koşturan birkaç tavuk dışında hayvan da görünmüyordu ortalıkta. Güneşin en tepe noktaya ulaştığı saatlerin kavurucu sıcağında sanki köydeki tüm canlılar derin bir uykuya dalmışlardı. Köyün parke taşlı sokaklarında bir iki tur attık. Yoldan ve binaların duvarlarından alev topu gibi bir sıcaklık yansıyordu. Derken, 7-8 yaşlarında iki kız çocuğu gördük. Biz, antik kent falan diye derdimizi anlatmaya çalışırken, içlerinden birisi,

– Kaleyi mi arıyorsunuz siz? diye sordu.

Kentin surları olduğunu okumuştum.

– Evet, dedim.

Çocuk, biraz ileride, sağ tarafta göreceğimiz yokuştan yukarı doğru çıkmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür ettik ve söylediği tarafa yöneldik ama çocukların doğru yolu bilip bilmediklerinden de emin olamadık. Yolun başlangıç noktasında da Neandria ile ilgili hiçbir tabela yoktu. Tam o sırada genç bir adam belirdi. O da aynı tarifi yapınca, başladık araba ile tırmanmaya. Kıvrımlı ve asfalt yolda tahminimden daha uzun süre çıktık. Etrafta ne bir canlı ne de gelip geçen bir araba vardı.

Neandria, Alexandria Troas’tan aşağı yukarı 13 kilometre içeride, Çığrı Dağı’nın 500 metre yükseklikteki tepe noktasında kurulmuş bir kent.  Prof. Dr. Ekrem Akurgal’a göre, 1400 metre uzunluğunda ve 450 metre genişliğinde bir alanı kaplıyor. Kent, 1899 yılında, Alman arkeolog Robert Koldewey tarafından kazılmış. Kentin etrafına kalınlığı 3 metre, uzunluğu 3200 metre olan çokgen bir sur yapılmış. Kentin kuruluşu hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber, büyük olasılıkla M.Ö. 5. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bu varsayım, Neadnria’da bulunan ev kalıntılarına göre bu yapılarda en az 100 sene yaşandığı ve daha sonra, M.Ö. 310 yılında Alexandria Troas kurulduğu zaman, kentin tamamen terkedildiği bilgisine dayandırılıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Alexandria Troas kurulduğu zaman buraya, Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilmiş.

Kent duvarları içinde bulunan, daha eski dönemlere (M.Ö. 6 yy.) ait ve daha kısa bir surun dağın en yüksek noktasındaki akropolü çevrelediği belirtiliyor. Akurgal’a göre, Neandria’daki en önemli yapıt, M.Ö. 600 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen tapınakmış. Zamanında sütunları tahtadan olan tapınağın Aeolik tarzda yapılmış sütun başlıkları günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. (Aeolis, antik çağda Batı Anadolu’nun kuzeyindeki bölgeye verilen isim. M.Ö. 1000 yılının başından itibaren, Yunanistan’dan göç eden Aeol halkı önce Midilli Adası’nda daha sonra Troas bölgesinde kentler kurmuşlar).

Çığrı Dağı’nı biraz endişe duyarak tırmandık. Bir süre sonra oldukça sağlam görünen kent duvarları ile karşılaştık. Yol da bu sırada bir düzlükte bitti. Arabayı park ettik. Sanırım, önce ben indim. Toprak göz alabildiğine doğal bir çim ile kaplıydı ve etrafta bol miktarda koyun pisliği vardı. Belli ki, köyün çobanı hayvanları otlamaları için buralara çıkarıyordu. Bunda yadırganacak bir durum yoktu. Ancak, hayatımda o güne kadar hiç deneyimlemediğimiz bir şeyi yaşamak için bir iki adım atmamız yetti. Toprağa bastığımız her adım ile birlikte yerden iri böcekler havalanıp, kimi zaman bacaklarımıza çarpmaya başladı. Kelimelerle anlatması zor, son derece rahatsız edici bir durumdu. Buna karşın, söylenerek de olsa, surlardaki bir açıklığa doğru yürümeye devam ettik. Kent surları bu noktada yıkılmış mıydı, yoksa burası kentin kapılarından birisiydi de çökmüş müydü, emin olamadım ama, zorlukla da olsa, taşların üstünden atlayarak, içeriye girdik.

Neandria kent surları

Her gidilen yer insana yeni bilgiler ve farklı deneyimler sunar. Pek çok şey öğrenilir. En azından benim için gezmek bu demektir. Elbette bu maceradan da öğrendiklerim oldu. Bunların ışığında size önerim şu olacaktır. Eğer devletimiz antik kent veya diğer ören yerleri ile ilgili yol tabelası koymamışsa, bir bildiği vardır. Bu demektir ki, gitmeseniz de olur…

Surların ötesi…

Ne kadar talan edilmiş ya da henüz yeteri kadar gün yüzüne çıkarılmamış olursa olsun, genel olarak bu tür yerlerde ilgimi çeken bir detay yakalarım. Neandria’da ise, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şey yoktu. Duvarı aştıktan sonra, yer yer kayaların yükseldiği bir düzlükten başka etrafta bir şey görünmüyordu. Belki kaya olarak görünenlerin bir kısmı eski yapı parçaları idi. Binlerce yıllık doğal aşınmalar sonucu doğa ile bütünleşmişlerdi. Bilemiyorum. Kent duvarları içerisinde de o tuhaf böcekler bizi rahat bırakmadı. Her adımda onlarcası adete yerden fışkırmaya ve sağa sola uçuşmaya devam etti. Biraz da bu nedenle, bir an önce oradan ayrılmaya karar verdik. Akurgal’ın kitabındaki çiziminde yer alan akropol ve tapınağın nerede olduklarına uzaktan bile bakmadan arabaya döndük.

Belki de bu taş yığını, elimdeki krokide yer alan yapılardan biriydi

Bu tuhaf deneyimin ardından, ancak akşam Çanakkale’de gittiğimiz Yalova restoranda kendimize geldik diyebilirim. Önceki gidişimizde olduğu gibi, birbirinden güzel mezeler eşliğinde günün yorgunluğunu attık. Buzlu rakı ile birlikte tuzlu sardalya, enginar fava, Atatürk (börülce, tahin ve çeşitli baharatlarla yapılıyormuş), salata ve barbunya balığı yedik. O gün gördüklerimizin yanında, ertesi gün gideceğimiz antik kenti konuştuk. Tüm gezimizin odak noktası olarak planladığımızı söyleyebileceğim o kenti bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Not: Bu yazıyı yazarken, sinema yönetmeni Reha Erdem’in 2023 yılında Koçali köyünde ve Neandria’da çektiği, Neandria isimli bir film olduğunu öğrendim. Merak ettim doğrusu…

Yine Yeniden Çanakkale (1): Assos

Yaşamın hızı yazı yazmanın hızını kat kat aşınca, günlükler de bloglar da geri kalıyor. Bir de bakıyorum, hakkında yazmak istediğim bir sürü yere gitmişim, bir sürü bilgi, belge ve fotoğraf biriktirmişim ama, hiçbirini yazamamışım. İşte bu yazı ile başladığım seri de o geriden gelenlerden birisi. Yaklaşık iki sene önce gittiğimiz Çanakkale ve çevresine ertesi sene tekrar gittik. Amacımız, o muhteşem Troia Müzesi’nde gördüğümüz harika eserlerle aklımıza düşen yörenin diğer antik ören yerlerini mümkün olduğunca gezmekti. (Troia Müzesi hakkındaki yazıma bağlantıya tıklayarak erişebilirsiniz). Elbette bu kez de hepsine gidemedik çünkü, Çanakkale ülkemizde sınırları içinde en çok antik kent bulunan illerimizden biri. Farklı kaynaklara göre 200’den fazla oldukları belirtilen bu antik kentlerin büyük çoğunluğu günümüzde 18 Mart Üniversitesi tarafından kazılıyor.

Gezeceğimiz ilk antik kentin Assos olmasına karar vermiştik. Assos’un zaman zaman tek “s” ile yazıldığını da görebilirsiniz. Bu genellikle, Türkçe olarak bu yöre için kullanılan isim. Ancak, antik kentin doğru yazılışı Assos. Günümüzde antik kentin bulunduğu köyün adı ise, Behramkale. Köyün Assos antik kenti ile iç içe olması nedeniyle burası aynı zamanda, antik çağlardan beri insan yaşamının devam ettiği bir yerleşim yeri olma özelliğini de taşıyor.

Assos antik kentindeki Athena Tapınağı‘ndan Midilli‘ye (Lesbos) bakış
Assos antik kenti ile iç içe olan Behramkale yüzünü karaya dönmüş

Assos ve Behramkale, denizden 236 metre yükseklikte, volkanik bir tepe üzerine kurulmuş. Söz konusu tepe, Antik Çağ’da adı Satnioesis olan, yakındaki Tuzla Çayı’nın adeta denize kavuşmasını engelliyor. Çay, batıya doğru kıvrılıyor ve ileride Ege Denizi’ne dökülüyor. Gerek antik kentte gerekse köyde yapılar andezit denilen, yine volkanik oluşumlu taşlardan yapılmış. Buralara en son gelişimin üzerinden neredeyse otuz sene geçmiş. Sanırım o zaman, ülkenin genel durumu da çok fazla gelişmiş olmadığı için, beni Behramkale köyünün hali bu sefer olduğu kadar çarpmamıştı. Daha doğrusu, köyün hali yerine köyün halkı demem daha doğru olacak. Koruma altındaki köyde, köy halkının oturduğu evler dışında, çoğunluğu İstanbullu zenginlere ait, çok güzel taş evler var. Bunların bir kısmı otel aynı zamanda. Taş döşenmiş ara sokakların çok dar ve yer yer dik olmalarının dışında bir sorun yok. Ancak, köy halkını bu devirde ve özellikle Ege’de görmeye alışkın olmadığımız kadar gelişmemiş görmek beni çok şaşırttı. Giyim kuşamları ve hal tavırları ile, Türkiye’nin epeyce eski dönemlerinden kalmış gibiydiler. Doğu veya Güneydoğu’da görsem belki yadırgamayacağım kıyafetler içinde olmaları ve üstelik onca gelen yerli ve yabancı ziyaretçiye karşın, değişmek ister gibi bir hallerinin olmaması beni etkiledi. Denizden çok da uzak olmamalarına rağmen, Ege kıyılarının ahalisinden epeyce farklıydılar.

Behramkale‘nin dar sokakları ve otelimize gidiş

Assos antik kenti denize ve hemen karşısındaki Midilli adasına doğru bakan bir konumda. Osmanlı döneminde, antik kent surları içinde kurulan Behramkale köyü ise, tepenin karaya bakan tarafında kurulmuş. Denize yakın ama aynı zamanda denizden kopuk. Köyün limanı, antik çağlarda olduğu gibi, tepenin dibinde. Yukarıda belirttiğim gibi, köy koruma altında ama, bu tip yerlerde sıkça rastlandığı üzere, dikkatli bakınca yasak ve kısıtlamaları delen yapı örnekleri görmek mümkün. Behramkale’de bizim kaldığımız Nar Konak ise, bu gibi yerlerde başarılı restorasyonlarla eski yapıların turizme kazandırılması konusunda örnek olabilecek bir işletme. Sahipleri olan çift, profesyonel bir kariyerden sonra, 2013 yılında bu tarihi binayı almış ve restore etmiş. Taş binanın ve beş seviyeye yayılan bahçesinin her köşesi ince dokunuşlarla dekore edilmiş. Konaktaki beş odanın ayrı girişleri var. Oda-kahvaltı hizmeti verilen işletmede sabahları kahvaltınızı bahçede bir zeytin ağacının altında veya taşlık bölümde yapabilirsiniz. Biz gittiğimiz zaman otel boş olduğu için, dilediğimiz yeri seçme şansımız da oldu. Bahçenin geceleri de bambaşka bir ambiyansı var. Gecenin sessizliğinde, ay ışığı ve yıldızların altında tepedeki Hüdavendigar Camii’ni seyretmek çok güzel.

Nar Konak ince ayrıntılarla dolu

Gittiğimiz ilk akşam limandaki Uzun Ev’de yemek yedik. Gerek restoranın konumu gerekse yemeklerden başta memnun kaldık. Yerken her şey gayet lezzetli geldi. Ancak daha sonra, gece, eşimin de benim de midelerimizdeki ağırlık rahatsızlık verdi. Bu durumlara karşı, yıllardan beri  yurt içi ve yurt dışı gezilerde yanımdan ayırmadığım Alka Seltzer benim için yine kurtarıcı oldu. İçki ve fazla yemek sonrası, bir bardak suya attığım iki tablet bana hep iyi gelir.

Otelin bahçesinde, ay ışığı ve yıldızların altında tepedeki Hüdavendigar Camii‘ni seyretmek çok güzel

Köyden restoranların bulunduğu liman bölgesine yürüyerek de inmek mümkün ama, doğrusu bunu önermem. Her şeyden önce, çok yakın değil. Kıvrılarak inen bir yol. İkincisi, dönüşte epeyce bir yokuş çıkmak zorundasınız.

İlk akşam yemek yediğimiz Uzun Ev köyün aşağısındaki liman bölgesinde
Yahya Usta‘dan dondurma yemeyi de ihmal etmedik

 Liman bölgesi, bölgenin coğrafi yapısı gereği çok dar bir alan. O nedenle, park yeri bulmak bir hayli zor. Neyse ki, restoranlar bu konuda yardımcı oluyorlar. Rezervasyon yaptırırken sormakta yarar var. Bu bölgede son yıllarda yeni oteller açılmış. Mimari açıdan çevrenin dokusu ile uyumlu, gözü rahatsız etmeyen yapılar bunlar. Ancak, mendireğin üzerine yürüyüp bölgeye karşıdan bakınca, hemen arkada yükselen yamaçta devlet eliyle yapılan doğa katliamı insanın hem içini kanatıyor hem de isyan ettiriyor.

Tepeden liman bölgesine bakış
Mendirekten liman manzarası ve arka tarafta devlet
eliyle acımasızca traşlanan tepe

Ertesi gün, kahvaltıdan sonra, önce Assos antik kentinin tepe noktasındaki Athena Tapınağı’nı ve onun yakınındaki Hüdavendigar Camii’ni, daha sonra da antik kentin kalanını gezmeye karar vermiştik. Kent aşağıya doğru oldukça eğimli bir yapıda. Bir kaynakta antik kentin biri tepede, diğeri aşağıda, tiyatronun olduğu bölgede, olmak üzere iki kapısı olduğunu okumuştum. Sıcakta yokuş çıkmak zorunda kalmamak için önce tapınağı gezmeye, sonra araba ile aşağıdaki kapıya giderek, kentin aşağı kısmını gezmeye karar verdik.

Hüdavendigar Camii’nin otelin bahçesinden
gündüz görünümü
14. yüzyılda yapılan caminin “son cemaat’ bölümündeki kemerleri taşıyan sütunlar ve sütun başlıkları antik kentin agora yapılarından getirilmiş

Kesin olmamakla birlikte, Assos ilk olarak M.Ö. 13. yüzyılda Hitit kaynaklarında adı geçen Assuwa ve Pedasos ile ilişkilendirilmiş. Daha doğru olduğuna inanılan bilgilere göre, kent M.Ö. 7. yüzyılda karşısındaki Lesbos (Midilli) adasında bir şehir olan Methymna’nın halkı tarafından kurulmuş. M.Ö. 6. yüzyılda (M.Ö. 560-546) Lidya Krallığı’nın, daha sonra (M.Ö. 546) bölgedeki diğer kentlerle beraber Pers Krallığı’nın hakimiyeti altına girmiş. Bu sırada, M.Ö. 540-530 yılları arasında kentin akropolünde Athena Tapınağı inşa edilmiş. Assos, M.Ö. 478 yılında Atina Deniz Birliği’ne (Attik Delos) katılmış. M.Ö. 365 yılında Pers valisi Ariobarzanes, Pers Kralı Artaxerxes’e baş kaldırınca Assos kentini kuşatmış ancak, başarısız olmuş ve yenilmiş. Bundan sonra kent, banker Euboulos tarafından yönetilmeye başlanmış. 15 yıl süren bu dönemden sonra, yönetim Euboulos’un hadım kölesi Hermias’a geçmiş. Hermias’ın bir özelliği, filozof Plato’nun  öğrencisi olması. Bu sayede, ünlü filozofun bir başka öğrencisi olan Aristotales, Hermias’ın daveti üzerine geldiği Assos’ta üç yıl (M.Ö. 348-345) kalmış. Plato’nun öğrencilerinden Erastos, Koriskos ve Ksenokrates de kendisine katılmışlar. M.Ö. 345 yılında Hermias’ın Persler tarafından öldürülmesi bu mükemmel entelektüel ortama son vermiş. Filozoflar Assos’tan ayrılmışlar.

Camide uygun olmayacağı için, Ezine yakınlarındaki bir kiliseden getirilen kapı çerçevesinin üstündeki iki haçın (sağda ve solda) yatay kolları kazınarak yok edilmiş

Ege bölgesindeki pek çok antik kentte olduğu gibi, Assos’ta Pers hakimiyetine M.Ö. 334 yılında Büyük İskender son vermiş. M.Ö. 241 yılında, kent Pergamon Krallığı’na geçmiş. Bu yönetim, M.Ö. 133 yılında Pergamon’un Batı Anadolu’daki topraklarının vasiyet yoluyla Romalılara kalmasına kadar sürmüş. M.S. 16 yılında ünlü Romalı general ve politikacı Germanicus, eşi ve ileride Roma İmparatoru olacak oğlu Caligula ile birlikte Assos’u ziyaret etmiş. M.S. 56-57’de ise, Hristiyanlar için önemli bir figür olan Aziz Paulus Assos’a gelmiş ve vaazlar vermiş. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasından sonra Assos da bir Bizans kenti haline gelmiş. Ancak Bizans yönetimi 1453 yılına kadar sürecek kesintisiz bir evre olmamış. Bu dönemde Assos birkaç kez el değiştirmiş. 1080 yılında Selçuklu Sultanı Süleyman’ın Troas’ı (Çanakkale ilimizin bulunduğu bölge) ele geçirmesinden sonra, 1081-1097 yılları arasında burası Selçuklu Çaka Bey tarafından yönetilmiş. 1097 yılında şehir Bizanslılar tarafından geri alınsa da, kısa bir süre sonra, 1204 yılında, o dönemdeki adıyla, Konstantinopolis ile birlikte, Latin istilasına uğramış. 1261 yılında, Bizans topraklarındaki Latin işgalinin sona erdirilmesi ile birlikte, Assos tekrar Bizans topraklarına katılmış. Osmanlının bölge ile birlikte Assos’u alması 14. yüzyılda olmuş. Yukarıda sözünü ettiğim cami ve Tuzla Çayı’nın üzerindeki zarif köprü bu dönemde yapılmış.

Caminin, yörede aynı dönemde yapılmış benzerleri gibi, kare bir planı var

Assos antik kentinde ilk kazılar 1881-1883 yılları arasında, T. Clarke ve F.H. Bacon başkanlığında, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılmış. Uzun bir aradan sonra kazılar, 1981-2005 yılları arasında, Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu’nun başkanlığında 18 Mart Üniversitesi tarafından yürütülmüş. Çalışmalar 2006 yılından beri, yine aynı üniversiteden Prof. Dr. Nurettin Arslan ve ekibi tarafından sürdürülüyor.

Sabah Nar Konak’ta yaptığımız güzel bir kahvaltıdan sonra, ne çok erken ne de çok geç olmayan bir saatte, Hüdavendigar Camii ve Athena Tapınağı’nı gezmek üzere yaya olarak yola koyulduk. Birbirine çok yakın olan bu iki eser, otelimizden tepeye doğru kısa bir yürüyüş uzaklığında idi. Ancak, arazinin topoğrafyası gereği, bazı yerler oldukça dik.

Cami, ören yerinin girişinin hemen yanında ama içeriden oraya geçemiyorsunuz. O nedenle ya antik kente girmeden gezmeniz ya da çıktığınız zaman o yorgunlukla unutmamanız gerekiyor. Behramkale Hüdavendigar Camii, tam olarak Assos akropolünün kuzeyindeki kayalığın üzerinde yer alıyor. Caminin, 1362 yılında bu bölgenin Sultan I. Murat Hüdavendigar (1362-1389) tarafından Osmanlı topraklarına katılmasından hemen sonra yapıldığı tahmin ediliyor. Caminin içindeki, çok ilginç bulduğum, gemi ve bitki desenleri ile geometrik süslemelerin ise çok daha sonra, 19. yüzyılda yapıldıkları düşünülüyor.

Caminin duvarlarındaki figürlerin 19. yüzyılda yapıldıkları belirtiliyor

Hüdavendigar Camii’nin yapımında antik kentin taşları kullanılmış. Bu, yurt dışında da yapıldığını gördüğümüz bir uygulama. Gezdiğim birçok kilise ve katedralde aynı durumla karşılaşmışımdır. (Bunların arasında şüphesiz en unutamadığım, Sicilya’nın Siracusa kentinin Duomo’sudur). Caminin “son cemaat’ bölümündeki kemerleri taşıyan sütunlar ve sütun başlıkları antik kentin agora yapılarından getirilmiş. Üzerinde Yunanca yazılar ve üstü kazınmış haç bulunan mermer kapı, Ezine yakınlarındaki Skamandros’da bulunan bir kiliseden getirilmiş. Bu camide olduğu gibi, harim, yani ibadet kısmı kare şeklinde olan camiler bölgenin diğer yerlerinde de (Ezine, Kemalli Köyü, Tuzla) varmış. Hüdavendigar Camii sayısız deprem ve doğal afet nedeniyle tarih boyunca birçok kez hasar görmüş ve onarılmış. En son olarak, 2007 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş.

Tahmin edilebileceği gibi, Athena Tapınağı
akropolün en yüksek noktasında

Camiden sonra giriş yapabileceğiniz alan, Assos antik kentinin akropol bölgesi oluyor. Antik Yunan dünyasındaki diğer akropoller gibi burası da şehrin en yüksek noktasında. Belirtildiğine göre, söz konusu alan M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren kutsal alan ve savaş zamanı sığınma alanı olarak kullanılmış. Akropolün en yüksek düzlüğünün üzerinde ise, kentin koruyucu tanrıçasına ithaf edilmiş olan Athena Tapınağı var. Tapınak alanından bakıldığında Edremit Körfezi, Tuzla Çayı vadisi ve karşıdaki Midilli’yi kapsayan şahane bir manzara var. Burası doğal olarak fotoğraf çektirmek için son derece popüler bir yer. Son yıllarda sosyal medya eliyle teşvik edilen insanların “artistik” fotoğraf çektirme merakı nedeniyle, sadece mekanı ya da manzarayı çekmek isteyenlerin işi bir hayli zor. Başka insanları karenize katmadan, belli bir açıdan çekim yapabilmek için epeyce beklemeniz, fırsatı yakalayınca da hızlı davranmanız gerekiyor. Bu gibi durumlarda, “Meğer ne çok insanın içinde fotomodel olma arzusu varmış”, diye düşünmeden edemiyorum.

Fotoğraf çektirenlerden fırsat bulup, bu şahane manzarayı poz veren insanlarsız yakalamak epeyce zor oldu
Eldeki verilere dayanılarak yapılan tapınağın maketi

Yukarıda belirttiğim gibi, Athena Tapınağı’nın M.Ö. 540-530 yıllarında inşa edildiği düşünülüyor. Aslen Dorik tarzda yapılmış olan tapınak, Profesör Ekrem Akurgal’a göre, frizlerindeki (Antik Yunan ve Roma yapılarında, tavan kirişiyle çatı arasında kalan, üzeri boydan boya kabartmalarla süslü kısım) süslemeler nedeniyle İyonik özellikler de taşıyor. 14,3 x 30,31 metre boyutlarındaki tapınak, Anadolu’nun en eski Dor tapınağı olarak kabul ediliyor. Vaktiyle tapınağın uzun kenarlarında 13, kısa kenarlarında 6 sütun bulunuyormuş. Tamamen andezit taşı kullanılarak yapılmış. Tapınaklarda sadece din adamlarının girmesine izin verilen cella bölümünün tabanındaki Helenistik dönemde yapılmış mozaik Assos’da yapılan ilk kazılar sırasında sağlam durumda bulunmuşken, günümüzde ne yazık ki kayıp. Ne zaman kaybolduğu ve nerede olduğu konusunda hiçbir bilgi yok. İlk kazılardan önce, 1838 yılında, Sultan II. Mahmut’un izniyle Fransız arkeolog Desiré-Raoul Rochette tapınağın bazı parçalarını bir savaş gemisine yükleyerek Paris’e götürmüş. Bu eserler halen Louvre Müzesi’nde sergileniyorlar. 1881-1883 yılları arasında Amerikalıların yaptığı kazı sırasında, yapılan anlaşma gereği, bulunan eserlerin bir bölümü Boston’daki Museum of Fine Arts müzesine, bir bölümü ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş. 2010 yılında yapılan restorasyon sırasında bazı eksik parçalar orijinal andezit taşından yeniden üretilmiş. O nedenle günümüzde tapınakta daha çok sayıda sütun görebiliyoruz. 30 sene önce sayıları bu kadar değildi gibi hatırlıyorum.

Assos Athena Tapınağı, Roma dönemine kadar kutsal alan olma özelliğini korumuş. Romalılar dönemindeki kullanımı ile ilgili arkeolojik kanıta rastlanmamış. Doğu Roma (Bizans) döneminde akropolün çevresi surlarla çevrilerek, burası bir iç kale haline getirilmiş. Kentin çevresinde ayrıca M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış, 3 kilometre uzunluğunda muhteşem duvarlar olduğunu da belirtmeliyim. Çok etkileyiciler. Bu duvarların Antik Yunan dünyasından günümüze en bütün şekilde kalmış surlar oldukları belirtiliyor. Bizanslılar ayrıca tepenin savunma açısından en zayıf olduğunu düşündükleri kuzey ve doğu kenarlarına 5 adet burç yapmışlar. Bu dönemde iç kale bölgesinde, tapınağın çevresine yapılan yapılar depolama ve konaklama için kullanılmış. Kuzeydeki kare şeklindeki burcun arkasına, ana kaya kesilerek, yapılan sarnıç 1950’li yıllara kadar köy halkının su ihtiyacını karşılamış. Tapınağın kuzey tarafına 1950’li yıllarda bir yel değirmeni yapılmış. Son olarak, akropol bölgesinin batı tarafındaki terasta Erken Osmanlı dönemi konutlarının kalıntılarına rastlandığını da ekleyeyim. Önümüzdeki yıllarda yapılacak kazılarla bu döneme ait başka kanıtlar da bulunabilir.

Helenistik döneme ait mozaiğin günümüzde kayıp olması ne acı

Hüdavendigar Camii’ni ve kentin akropol bölgesini gezdikten sonra, antik ören yerinin aşağıdaki bölümlerini gezelim dedik. Bu bölgeye genelde, bizim gibi arkeolojiye özel ilgi duyanların dışında, çok fazla inen yok. Athena Tapınağı’na ilgi de daha çok fotoğraf çektirme amaçlı aslında. Yukarıda belirttiğim gibi, antik kentin aşağıda da bir kapısı olduğunu okuyunca, sıcakta geri çıkma zorluğunu düşünerek, oraya araba ile gitmeye karar vermiştik. Otele dönüp arabayı aldık. Doğrusu bu çözümü düşündüğümüz için kendimizden çok memnunduk çünkü, bu arada hava iyice ısınmış, güneş ışınları çok yakıcı olmaya başlamıştı. Bu noktada, o günkü tedbirsizliğimin sonucunu bütün yaz estetik olarak çok kötü bir şekilde çektiğimi söylemeliyim. Yarım kollu bir tişört giymiştim. Kollarımın açıkta kalan yerleri inanamayacağım kadar hızlı bir sürede güneşten yandı ve kıpkırmızı oldu. Kırmızılıklar sonradan geçtiyse de, yanık izi bütün yaz geçmedi. Bu acı deneyimden sonra, yazın güneşli havada arkeolojik yerleri gezerken ince, pamuklu, uzun kollu ve tercihan beyaz gömlek giymeye başladım. Arkeologlar, kazılar sırasında çalışmalara çok erken saatte başlayıp öğlen olmadan işi bırakmalarına karşın, boşuna uzun kollu giyinmiyorlarmış.

Bizanslılar tarafından yapılan sarnıçlar 1950’li yıllara
kadar köy halkı tarafından kullanılmış

Biz, kıvrılan ana yolu takip ederek, araba ile aşağı kapıya mutlu mesut yöneldik ancak, anlaşılan devletimiz ziyaretçilere o sıcakta öylesi bir kolaylık göstermeye hiç niyetli değilmiş. Gittiğimizde, demir kapıyı zincirli bulduk. Burada da bir bilet bölümü ve bekçi kulübesi olmasına rağmen, hiç kullanılıyormuş gibi bir hali yoktu. Büyük olasılıkla, aşağı kapıda istihdam edilecek bir fazla kişinin maaşından tasarruf etmek, yetkililer tarafından ziyaretçileri düşünmekten daha önemli görülmüştü. Çaresiz, arabaya bindik ve gerisin geri yukarıdaki kapıya gittik.

Aşağı kapı zincirli olduğu için sadece tel örgülerin arasından tiyatronun fotoğrafını çekmekle yetinip, araba ile tekrar yukarı
kapıya gitmek zorunda kaldık.

Yukarıdan antik kente akropolün kuzeyinde yer alan Hüdavendigar Camii’nin arkasından ve burada bulunan Orta Çağ’dan kalma kulenin yanından dolanarak giriyorsunuz. Yokuş aşağı inişte bir sorun yok. Güzel bir yürüyüş yolu da yapılmış. Kendinizi bırakıveriyorsunuz. Esas sorun, birkaç saat sonra geri tırmanmakta…

Assos antik kentine inen yürüyüş yolu.
Hüdavendigar Camii’nin yanındaki kule Orta Çağ’da yapılmış.

Assos antik kentinin en iyi korunan kalıntılarının başında şüphesiz kent surları geliyor. Görür görmez insanı etkileyen bir heybetleri var. 3-4 metre kalınlığında ve harç kullanılmadan yapılmışlar. Maalesef, 19. yüzyılın başlarına kadar deniz tarafına bakan duvarların taşları başka kentlerde yapılan inşaatlar için talan edilmiş. Arkeologlar duvarların, farklı örgü yapıları nedeniyle, M.Ö. 6 ile 4. yüzyıllar arasında yapıldıklarına karar vermişler. Ancak, surların büyük bölümünün M.Ö. 4. yüzyılda yapıldıkları saptanmış. Surlarda kente, farklı ölçü ve planı olan 10 adet giriş olduğu belirtiliyor. Bunlardan sadece doğu ve batı yönündeki ana kapılara 16 metre yüksekliğinde kuleler yapılmış.

Tüm tahribata rağmen, kentin surları hala etkileyici
Assos antik kentinin Batı Kapısı

Kentin ticari ve siyasi kalbi olan agora için güneydeki eğimli alan seçilmiş. Bunun için, kuzeye bakan taraftaki kaya oyularak ve güney yönünde bir teras yapılarak, bir düzlük oluşturulmuş. Burada, arazinin eğiminden yararlanılarak birkaç katlı dükkanlar (stoa) ve kent ileri gelenleri şahane manzaranın tadına varsınlar diye bir gezinti ve seyir terası yapılmış. İlk yapıları M.Ö. 4. yüzyılın ikinci yarısında yapılan agora, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle birlikte, Roma dönemine kadar kullanılmış. Bu bölgede yapılan kazılarda, alanın ticari yapısını kanıtlayacak uzunluk ve hacim ölçüleri ile yapının çatı kiremitleri bulunmuş.

Agora

Agora’nın doğusunda, Helenistik dönemde (tarihte Büyük İskender’in öldüğü M.Ö. 323 ile Mısır Kraliçesi VII. Kleopatra’nın öldüğü M.Ö. 32 yılı arasına verilen isim) yapılan meclis binası bouleuterion var. Önünde meclis kararları yazıtları ve heykeller bulunmuş. Buraya en son olarak, Roma İmparatoru II. Konstantin’in (M.S. 337-361) anıtı dikilmiş. Anıtın dikilme kararını ilan eden yazıtı bu alanda görebilirsiniz. Agora’nın batı tarafında, M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan, Agora Tapınağı ve bazı küçük binalar var. Bizans döneminde, işlevini yitirdiği için, tüm agora bölgesi konut alanı yapılmış.

Bouleuterion (Meclis)
Roma İmaparatoru II. Konstantin’in heykelinin dikilmesi ile
ilgili meclis kararını belgeleyen yazıt

Kentin bir diğer önemli yapısı, bir eğitim kurumu olan gymnasion. Burası şehrin Batı Kapısı’nın arkasında bulunuyor. Yarım daire şeklinde basamakları olan giriş etkileyici. Basamakların gerisindeki uzun koridordan kare şeklindeki (52×52 metre) avlu bölümüne geçiliyor. Avlunun etrafında bir zamanlar revaklı bir galeri olduğu belirtilmiş. Yapının batı tarafında bir sarnıç, doğusunda ise yuvarlak şekilli bir hamam varmış. Beden eğitimi de yapılan gymnasion komplekslerinde yapılmış hamamları başka antik kentlerde de görmek mümkün. Bu eğitim yapısı, M.Ö. 2. yüzyılda inşa edilmiş ve Romalılar tarafından da, onarılarak, kullanılmış. Gymnasion, Bizans döneminde kiliseye çevrilmiş. Bu amaçla, doğu kısmına çokgen bir apsis ve sütunlar eklenmiş, zemin mozaik ile kaplanmış.

Agora Tapınağı
M.Ö. 3. yüzyılda yapılan tiyatronun yukarıdan görünüşü

Assos antik kentinin tiyatrosu, agora’nın hemen alt tarafında yer alıyor. M.Ö. 3. yüzyılda yapılan tiyatro Romalılar tarafından da restore edilmiş. Prof. Akurgal kitabında (Ancient Civilizations and Ruins of Turkey), at nalı şeklindeki tiyatronun bu özelliğinin o dönemin Grek tiyatrolarında görüldüğünü yazıyor. Güneşin altında saatler geçirdiğimiz için, geri tırmanışı da düşünerek, tiyatronun yukarıdan fotoğrafını çekmekle yetindik. Aşağıdan fotoğraflarını, kapısı zincirli parmaklıklardan daha önce çekmiştik. Bulunduğumuz yerden bile, zorlu bir yol bizi bekliyordu.

Gymnasion yolu
Gymnasion’un girişi
Gymnasion’un revaklı avlusunun bulunduğu avlu bölgesi.
Geride, kent surlarından bir bölüm.

Yukarı dönüş, tahmin ettiğimiz gibi, hiç de kolay olmadı. 32 derece sıcakta yol sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yer yer gölgede oturup, dinlendik. En son dinlendiğimiz kayaya bir İngiliz çift de geldi. Kadıncağız boylu boyunca yanımıza yattı kaldı. Bir şey olacak diye epeyce endişelendim. Eşi daha iyi durumdaydı. Biraz sohbet ettik. Sanatçı olan oğulları bir Türk ile evliymiş ve İstanbul’da oturuyormuş. O nedenle İstanbul’u ve Türkiye’yi epeyce biliyorlardı. Denizli’ye, düğüne gidiyorlarmış.

Kentin Nekropolü

Nar Konak’a döndüğümüzde saat 4’ü geçiyordu. Biraz yattık, uyuduk. Çok iyi geldi. Sadece yürümek değil, sıcak da insanı yoruyor. Akşam yemeği için, yine limanda, Yıldız Restoran’a gittik. Burayı otelimizin sahibi de tavsiye etmişti. Bir önceki gece gittiğimiz yere göre daha salaş ama, yemekleri daha güzel bir yerdi. Keyifle yemek yedik. Gece dönüşte bir süre Nar Konak’ın bahçesinde, karanlıkta oturduk. Etraf sessizdi. Hava serin serin esiyordu. Yıldızlara bakarak oturmak çok güzeldi…

Ertesi sabah, Çanakkale’ye gitmek üzere, Assos’tan ayrıldık. Ama yolda gideceğimiz antik kentler vardı. Devamı bir sonraki yazımda…