Eşyaların da Yaşam Yolculukları Var…

Antikacı dükkanlarını sever misiniz? Ben, konunun uzmanı gerçek tutkunlar kadar sık olmasa da, severim antikacılara gitmeyi. Ankara’da Kaleiçi ve Samanpazarı’ndaki antikacılara gitmişliğim vardır. İstanbul’da Çukurcuma ve Kadıköy’deki antikacılara da giderim arada. Her zaman bir şey de almam. Bakmakla yetinirim çoğunlukla.

Antikacılardan içeri her adım attığımda benzer ve karmaşık duygular yakalar beni. Onların o kendine özgü eski ahşap, toz ve biraz da havasızlık kokan ortamı beni hüzünlendirir. Bazısı gerçekten çok güzel ve zarif olan bu eşyaların, masaların, dolapların, sandalyelerin, konsol ve gardıropların o terkedilmiş hali beni üzer. Kim bilir ne günler görmüş, sahiplerinin kaderlerine koşut olarak neler yaşamışlardır? Acaba şu tuvalet masasında kimler oturup süslenmiştir? Belli ki İkinci Dünya Savaşı yıllarını geçirmiş şu radyonun düğmelerini kimler, hangi haberleri dinlemek umuduyla çevirmiştir? Evin büyüğü mutlaka, “Radyoyu açın da, ajansı dinleyelim”, demiştir. Benim çocukluğumda da haberler yerine ajans kelimesi kullanılırdı.

Kadıköy Antikacılar Çarşısında her dükkan ayrı bir dünya…

Her eşyanın mutlaka bir öyküsü, bir hayat çizgisi vardır. Üstünde yazılarımı yazdığım bu masa örneğin… Birkaç yıl önce bir antikacıdan almıştık. Yüz yıl civarında bir geçmişi olduğunu söylemişti dükkan sahibi. Başına her oturuşumda yeniden cilalanmış yüzeyinde elimi gezdirir, arada yazmaya ara verir, zarif pirinç süslemelerini okşarım. Bir zamanlar üstünde ne yazılar, ne mektuplar yazılmış olabileceğini düşünmekten hoşlanırım. Ağdalı bir dille yazılmış bir iş mektubu ya da dokunaklı bir aşk mektubu. Belki de bir veda mektubu. O, kaliteli kağıtlara mürekkepli kalem kullanılarak el yazısı ile yazıların yazıldığı zamanlardan kalma… Ama, artık üzerinde büyükçe bir ekran ve bir klavye var. Dolmakalemin kağıt üzerinde çıkardığı hoş ses yerine de, klavye tıkırtısı…

Yazı masam kim bilir neler gördü neler geçirdi…

Antika olsun olmasın, eşyaların parçası oldukları hayatlar ve onlarla ilgili anılar, sahiplerinin değişmesi ya da ölmesi ile birlikte bilinmez olurlar. Demode ya da eski bulduğunuz eşyaların bir hikayesi vardır. Belki zamanında çok beğenilerek alınmış ya da hediye edilmişlerdir. Ayrıca, bilmediğiniz halde, çok değerli de olabilirler. Belki dünyanın değişik yerlerinden alınmış, çok özel şeylerdir. Toplum olarak, eşyaların aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda çok başarılı olduğumuz söylenemez. Bizde aile büyükleri öldüğü zaman, çoğu şey atılır veya yok fiyata satılır. O nedenle çoğu evde, bırakın birkaç kuşak öncesinden, anne babalardan bile kalmış ufacık bir şey zor bulunur. Zevklerin zamanla değişmesi normal. İnsanların kendi evlerinde yer olmaması da geçerli bir sebep. Ama yine de, aile belleklerimizi canlı tutacak bir iki parça kişisel eşyanın ya da mobilyanın gelecek kuşaklara kalması çok güzel bence.

Babaannemden kalma iki tane koltuk var. Hani şu kolları ahşap olan, eski tip koltuklardan. Ahşap yerleri ve döşemeleri elden geçirilmiş halde, çağdaş mobilyalarla uyumlu bir şekilde salonda yerlerini aldılar. Bana sık sık çocukluğumu anımsatıyorlar. Babaannemin ayda iki kere yapılan günlerini, aile toplantılarını, salonu boş bulduğumuz zaman yaşları bana yakın kuzenlerimle oynadığımız koltuk kapmaca oyunlarını hatırlatıyorlar.

Bundan otuz sene önce babaannem öldüğü zaman, hepimizin büyükleri vefat ettiğinde yapılanlar yapılmış, paylaşılacaklar paylaşılmış, atılacaklar, satılacaklar organize edilmişti. Ben süreci çok yakından izlememiştim ama, babamın bana söylediği bir cümle hala aklımdadır. “Kızım, bir evin kapatılması çok acı”, demişti. Çok üzgün olduğunu görebiliyordum ama, ne yaşadığını o zaman tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Anlamam için, aradan bir yirmi sekiz yıl geçmesi ve daha önce vefat eden babamın ardından, annemin de vefat etmesi gerekiyormuş. İnsan hiçbir şeyi, kendi başına gelmeden tam olarak anlayamıyormuş gerçekten. Altmış dokuz yıllık bir hanenin kapanması bana son derece acı gelmişti. Alınış ya da hediye ediliş öykülerini bildiğim, kimi bol kahkahalı neşeli günleri kimi acıları anımsatan eşyaları elden geçirmek çok zor olmuştu.

Burası, Kadıköy Antikacılar Çarşısında yazı masamı aldığımız dükkan

Bizim evlerimizin başına gelecek olan da benzer olacak, şüphesiz. Nereden, nasıl alındığı veya değerinin ne olduğu bilinmeyebilecek şeyler bir çırpıda yok olabilecek. Ben, belki üzerlerinde birkaç dakika daha durulur düşüncesi ile, bazı ufak tefek eşyanın altına küçük etiketler koymaya başladım. Üzerlerinde nereden, ne zaman alındıklarını veya kimin tarafından hediye edildiklerini belirten etiketler. Dediğim gibi, belki en azından, söz konusu eşyaların kaderlerini tayin etme konusunda çok aceleci davranılmaz böylelikle…

Geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) bir etkinliği için Pera Müzesi’ne davet edilmiştim. Öncesinde, müzenin kafesinde bir açık büfe kahvaltı vardı. Yağmurlu ve oldukça karanlık bir sonbahar günüydü. Zamanında gidebilmek için her zamankinden oldukça erken kalkmış, üstelik de yolda epeyce üşümüştüm. Salon henüz çok fazla dolu değildi. Gözüme kestirdiğim bir masaya oturdum. Yerleşip biraz soluklandıktan sonra, kahvaltı büfesinden bir şeyler almak için kalktım ve kuyruğa girdim.

Önce, onu fark etmedim… Salonun bir köşesi ile kahvaltı büfesinin başlangıç tarafı arasında sıkışıp kalmıştı. Siyah, kuyruklu bir piyano. İlk bakışta herhangi bir piyano. Sonra, üstünde bir açıklama olduğunu gördüm ve yaklaşıp okudum. Şaşırdım, kaldım… O piyanoyu o kafede daha önce de görmüştüm ama, demek ki yanına hiç yaklaşmamışım. Üzerine konan açıklamayı görmemişim. Oysa işte, eşyaların tahmin edemeyeceğimiz bir kader çizgisine sahip olabileceklerine dair müthiş bir örnek. Şanslı da üstelik. Nereden geldiği, kaç kere el değiştirdiği biliniyor. Bir de hangi ünlülerin parmaklarının tuşlarında dolaştığı… Pek çok ünlü besteci ve piyanistin kaybolup gitmiş piyanolarını düşününce, müthiş bir şans gibi geliyor insana. Tabii ki, hiçbir şeyin garantisi yok şu dünyada. Ama, en azından şimdilik, güvenli ellerde.

Siz, 20. yüzyılın en büyük sopranolarından biri kabul edilen Maria Callas’ın piyanosunun İstanbul’da olduğunu biliyor muydunuz? Belki de biliyorsunuz. Öyle ya, benim bilmiyor olmam pek çok kişi tarafından bilinmiyor demek değil. Doğrusu, ben bilmiyordum. O nedenle  o kadar çok şaşırdım. Hayranlarının “La Divina” diye hitap ettikleri o muhteşem sesin sahibine ait bir piyano, olsa olsa Yunanistan’da olur diye düşünürdüm ben. Ama, işte öyle olmamış, bu piyano ilginç bir şekilde İstanbul’a gelmiş. Bu konu hakkında birkaç makale, hatta bir roman bile yazılmış. Ancak, ben atlamışım hepsini.

Maria Callas

Pera Müzesi’nin kafesinde duran bu Steinway piyano herhalde Callas’ın piyanolarından sadece biriydi. Ama büyük olasılıkla ilk piyanosu idi. İlginç bir şekilde, önce Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve Yunanistan’a gelmiş. Sonra önce Ankara’ya, oradan İstanbul’a ulaşmış. Dedim ya, eşyaların ilginç öyküleri olabiliyor…

Doğduğunda adı Maria Kalogeropoulou olan Maria Callas, 2 Aralık 1923 günü New Yok’da doğmuş. Yunanlı anne babası, Maria 13 yaşındayken boşanmışlar. Annesi boşandıktan sonra Maria’yı ve ablasını alarak gemi ile, yaşamlarını sürdürmek üzere, Atina’ya doğru yola çıkmış. Bu yolculuk sırasında götürdükleri eşyalar arasında, Maria’ya babasının New York’ta aldığı piyanosu da varmış. Piyanonun serüveni işte böyle başlamış. Gemi, Atlantik’i aşıp Cebelitarık’tan geçmiş ve Yunanistan’da Pire limanına yanaşmış. Kızının müzik yeteneğinin farkında olan annesi, Maria’nın eğitimine Atina konservatuarında devam etmesini sağlamış. Burada, geleceğin Maria Callas’ının yolu, zamanın büyük bir koloratur sopranosu ile kesişmiş. Elvira de Hidalgo (1892-1980) ile…

Elvira de Hidalgo (1892-1980)

İspanyol bir soprano olan Elvira de Hidalgo, efsanevi İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ile defalarca sahneye çıkacak kadar parlak bir kariyerden sonra, İkinci Dünya savaşının başlarında, İtalya’dan ayrılıp, Atina’ya gelmiş. Hem operada primadonna olarak sahneye çıkmış hem de konservatuarda şan hocalığı yapmış. Bu sırada, Maria Callas da Elvira de Hidalgo’nun öğrencisi olmuş. İnternette izlediğim bir söyleşisinde Callas, İspanyol hocasından çok şey öğrendiğini, özellikle göğüs kafesini kullanmak konusundaki başarısını ona borçlu olduğunu söylüyor.

Savaş, yarattığı tüm yıkım ile Yunanistan’a yaklaşırken, Maria Callas Atina’da çok genç yaşta opera sahnesine çıkmaya başlamış. 1945 yılında tek başına, New York’taki babasının yanına dönmeye karar vermiş. Dönerken de, piyanosunu sevgili hocasına armağan etmiş. Çalması ve çaldığı zaman Callas’ı hatırlaması için… Maria Callas, başarılar, çalkantılar ve skandallarla dolu bir yaşama doğru yol alırken, Elvira de Hidalgo’yu ve artık onun olan piyanoyu da çok farklı bir kader bekliyormuş.

Maria Callas hocası Elvira de Hidalgo ile birlikte

O zamanlar, Ankara’da Devlet Konservatuarı, Devlet Operası ve Tiyatrosu’nun kuruluş yılları. Bunun için, Alman oyuncu, eğitmen, tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert (1887-1980) Ankara’ya davet edilmiş. Carl Ebert, Nazi karşıtı olduğu için Almanya’yı terk edip Arjantin’e yerleşmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş ve on yıl burada yaşamış. Ebert, Ankara Konservatuarı’nı kurduktan  sonra Atina’da bulunan Elvira de Hidalgo’yu Ankara’ya davet etmiş. Savaş sırasında Almanların, İtalyanların ve Bulgarların saldırısına uğrayan Yunanistan’da o sırada açlık ve yokluğun iyice artması üzerine, Hidalgo bu daveti seve seve kabul etmiş. Öğrencisinin hediyesini geride bırakmak istemediği için de, Callas’ın piyanosu onunla birlikte, bu kez tekrar Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelmiş. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konmuş. Yıl, 1945.

Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalmış ve bu sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunmuş. Hidalgo 1947 yılında rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Ancak, Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo Dinar’a bırakmış. Ünlü bir hukukçu olan Dinar, küçük yaşta keman ve piyano çalmayı öğrendiği için müzik ile yakından ilgiliymiş. Bu anlamda, Maria Callas’ın piyanosunun şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, evde çok yer kapladığı gerekçesi ile piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da, birkaç gün sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olmuş. Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek razı edebilmiş.

Yiğit Okur’un kitabı, Maria Callas’ın piyanosunun serüveninin üzerine kurgulanmış bir roman

Mordo Dinar gibi Galatasaray Lisesi mezunu ve hukukçu olan, edebiyatçı Yiğit Okur, Suna ve İnan Kıraç’ın verdiği bir davette, Maria Callas’ın piyanosunun öyküsünü sahibinden dinlemiş. Çok etkilenmiş. Piyanonun insana neredeyse inanılmaz gelen bu serüveni, onun Piyano isimli romanının esin kaynağı olmuş. Dinar 2002 yılında öldüğü zaman, kendisinin İspanya’da yaşayan kızı piyanonun akıbeti konusunda Yiğit Okur’dan yardım istemiş. Öyküsünü romanlaştırdığı piyanoya sahip çıkmasını rica etmiş. Bunun üzerine Yiğit Okur, piyanoyu almaları için Suna ve İnan Kıraç çiftine teklifte bulunmuş. Emin ellerde olması ve Pera Müzesi’nde sergilenmesi için. Mordo Dinar’ın kızı bunun karşılığında sadece, İstanbul’a gelirse Boğaz’daki salaş lokantalardan birinde kendisine rakı ve lüfer balığı ısmarlanmasını istemiş…

Maria Callas’ın piyanosu artık Pera Müzesi’nde…

Sanat Aşkına…

Hiç kimseden, herhangi bir tüyo veya geri bildirim almadan keşfettiğim ve unutamayacak kadar çok beğendiğim kitap ve filmlerin benim için ayrı bir yeri vardır. Sadece iç güdülere dayanarak yapılan böyle bir seçimin sonucunda ulaşılan keyif ve memnuniyet hali alınan riskin en büyük ödülü olur. Bu süreçte, ben farkında olmasam da, bilinçaltımı tetikleyen bir şeyler mutlaka vardır. Bilemiyorum… Filmin afişi, afişte yer alan bir ifade… Kitabın kapağı, kitabın ilk cümlesi veya rastgele açılan bir sayfada göze çarpan bir cümle… Hepsi olabilir…

Sözünü ettiğim, tanıdığınız bir yönetmene ait, beğendiğiniz oyuncuların oynadığı bir filme gitmek ya da sevdiğiniz bir yazarın kimsenin önermediği bir kitabının peşine düşmek değil. O, insanın kendisini biraz daha garantiye aldığı, benim de genelde izlediğim bir yol. Diğeri ise, bilinmezlerle dolu bir serüven…

Yirmi seneyi aşkın bir zaman önce, hakkında hiçbir şey bilmeden gittiğim bir film hem sanatsal ve görsel olarak, hem de konusu itibariyle benim için unutulmaz oldu. O film sayesinde Klasik Batı müziğinin en trajik kahramanlarından haberdar oldum. Onlar için üzüldüm, hüzünlendim…

O sıralar, iki şehir ve iki ev arasında bir hayat yaşıyor, Ankara ve İstanbul arasında gidip, geliyorduk. Ankara’da olduğumuz günlerden bir gündü. Canımın sıkkın olduğunu, içimin daraldığını hatırlıyorum. Öyle belli bir nedenden dolayı değil de, genel bir kapana kısılmışlık hali… Bari sinemaya gideyim dedim. Kısa bir süreliğine de olsa, başka dünyalara dalmak insana iyi gelir bu gibi durumlarda.

Çok değil, günümüzden birkaç on yıl önce Türkiye’de sinemaların çoğunun fiziksel koşulları, bugün gençlerin adım atmak istemeyeceği haldeydi. Işıklar yanarken bile karanlık olan, izbe, havasız ve son derece rahatsız koltuklu yerler. Şikayet etmezdik yine de. Elektrikler kesilmesin, film kopmasın yeter. Şimdiki halini bilmiyorum ama, Konur sokaktaki Metropol sineması da o zamanın sinemalarının belirttiğim tüm özelliklerini taşıyordu.

Bilet alıp, girdim. Hafta içi ve gündüz olduğu için koca salonda pek fazla seyirci yoktu. Olanlar da salonun çeşitli köşelerine dağılmıştı. Ortalardaki bir sıranın ortasında bir yer gözüme kestirip, yerleştim. Salonun yapısı nedeniyle, sürekli yukarı doğru bakmak gerekecekti. O nedenle, nerede oturulursa oturulsun, boyun ağrısı kaçınılmaz gibi görünüyordu.

Az sonra başlayacak filme dikkatimi çeken afişi olmuştu. Afişte, eski kostümler içinde, başında ortasından tüyler fışkıran bir başlık olan bir adam vardı. Sahne makyajı olduğunu düşündüren beyaza boyanmış yüzü ve kıpkırmızı dudakları ile şarkı söylüyor gibiydi…

Farinelli filmi 1994 yılında, bir Belçika, Fransa, İtalya ortak yapımı olarak çekilmiş. Yönetmeni Gérard Corbiau, başrol oyuncusu Stefano Dionisi. Ne yönetmenini, ne de başrol oyuncusu dahil olmak üzere, oyuncularını tanıdığım bu film, çeşitli festivallerde farklı dallarda aldığı pek çok ödülün dışında, 1995 yılında (yabancı dilde film dalında) Altın Küre ödülünü ve birkaç dalda Cesar ödülünü almış. Ayrıca, yine 1995 yılında, yabancı dilde film dalında Oscar’a aday gösterilmiş.

Filmin afişinde, Farinelli isminin altında bir ibare daha bulunuyordu.
IL CASTRATO… Kelime bir şeyler çağrıştırsa da, bu film özelini aşan konu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Klasik Batı müziği konusunda genel kültürü ve zevki fena sayılmayacak bir insan olmama karşın, o güne kadar hiç bilmediğim bazı tarihsel gerçeklerden ancak bu film sayesinde haberdar oldum. Çok şaşırdım… Çarpıldım diyebilirim…

Yaşamı filme konu olan Farinelli 18. yüzyılın en meşhur opera sanatçılarından birisi. Asıl adı Carlo Broschi. Farinelli ismi onun sahne için kullandığı takma adı. Farinelli, 1705 yılında İtalya’nın Puglia (Apulia olarak da anılmaktadır) bölgesinde doğmuş ve 1782’de ölmüş. 15 yaşından itibaren tüm Avrupa’da, saraylarda ve konser salonlarında verdiği konserlerle ulaştığı şöhret çeşitli kaynaklarda günümüzün popüler yıldızlarının şöhretine benzetiliyor. Uğruna maddi ve manevi her şeyin feda edilebildiği, sayıları gittikçe artan bir hayran kitlesinin sürekli takip ettiği bir yıldız…

Carlo Broschi Farinelli Calatrava Nişanı İle (1750-1752). Ressam Jacopo Amigoni

Farinelli, küçük yaşlardan itibaren müziğe olan yeteneği fark edilmiş ve eğitim almış bir çocuk. Zaten ağabeyi Riccardo Broschi de bir besteci ve kardeşi için özel besteler yapıyor. Tüm bunlarda şaşılacak bir şey yok gibi görünüyor. Müzikle ilgili bir aileye doğmuş, güzel sesli ve yetenekli bir çocuk şöhret basamaklarını çıkıyor ve kariyerini İspanya kralının sarayında tamamlıyor. Ancak…

Farinelli, sadece dönemin en büyük opera sanatçısı değil, aynı zamanda en güzel sesli “castrato”su. Yani hadım edilmiş sanatçısı… “Castrato”lar(*), günah olduğu gerekçesi ile, Vatikan tarafından kadınların kilise korolarında ve sahnelerde şarkı söylemesi yasaklandığı için, 16.yüzyıldan başlayarak, yaklaşık 350 yıl boyunca müzik tarihinde yer almışlar. Bazı Papalar, bu vahşi ve insanlık dışı uygulamayı resmi olarak yasaklamış gibi görünseler de, başta Vatikan korosu olmak üzere, kilise korolarında yaygın olarak kullanılmalarına göz yumarak, bir yandan da küçük erkek çocuklarının hadım edilmesini teşvik etmişler.

İyi bir castrato olabilmek için, öncelikle, erkek çocuğunun en geç on iki yaşında, yani ergenliğe ulaşmadan, hadım edilmesi gerekmekteydi. Başarılı castrato’lar o kadar şan, şöhret ve para sahibi olabiliyorlardı ki, pek çok fakir aile gönüllü olarak bu işlemi çocuklarına yaptırmaktaydı. Bazı kaynaklar, 1700’lerin başlarında, İtalya’da yılda tahminen ortalama 3000-4000 arası erkek çocuğun hadım edildiğini belirtiyorlar.

Çoğunlukla bir berber, istisnai olarak ise bir doktor tarafından yapılan bu işlem sırasında çocuklar afyon ile uyuşturulup, sıcak su veya, Farinelli filminde olduğu gibi, sıcak süt dolu bir küvete konuyor ve işlem yapılıyordu. Kendisine ne olduğunu anlamayan bu çocuklara, biraz daha büyüdükleri zaman, küçükken bir kaza geçirdikleri (genelde attan düştükleri) söylenerek, durumları sözde açıklanıyordu…

Castrato’ lara yapılmış otopsiler, bu insanlık dışı işlem sonucunda, erkek çocukların ses tellerinin gelişmeyip, bir kadın sopranonun ses tellerinin boyutunda kaldığını göstermiş. Öte yandan, göğüs kafesleri ve çeneleri genişlediği için kadın sesini çok daha güçlü bir şekilde çıkarabilmeleri mümkünmüş. İşte onları kilise koroları ve operalar için vaz geçilmez yapan da bu karışım olmuş.

Farinelli ve Dostları-Ressam Jacopo Amigoni

Ne yazık ki, muhteşem sesli bir castrato olmak için sadece hadım edilmek yeterli değilmiş. Bunun dışında hem yetenek, hem de iyi bir eğitim şartmış. O nedenle, müzik tarihinin bu çılgınlık dönemi sırasında, başarıyı yakalayamamış ve boşu boşuna hadım edilmiş pek çok erkek çocuk da heba olmuş.

Başta Handel, Mozart, Monteverdi, Hasse ve Pergolesi olmak üzere, dönemin pek çok bestecisi, castrato’lar için özel olarak aryalar ve opera eserleri bestelemişler. Bu eserlerin arasında, örneğin, Mozart’ın Idomeneo ve Handel’in Rinaldo operaları da var. Günümüzde castrato’lar olmadığı için, söz konusu roller kadın sopranolar tarafından canlandırılmaktalar.

Castrato’larla ilgili merak edilen bir diğer konu seslerinin tam olarak nasıl olduğu. O dönemde kayıt olmadığı için bunu tam olarak bilmemiz mümkün değil tabii. 1902 ve 1904 yıllarına ait tek kayıt ise, gerek teknik yetersizlik, gerekse ses rengi nedeniyle büyüleyici olmaktan epeyce uzak. Ancak, o zamanlar castrato’lar üzerine yapılan yorumlar bize, bazılarının inanılmaz güzel seslerinin olduğunu anlatıyor. Örneğin, libretto(**) yazarı Paolo Rolli 1734’de Farinelli için şunları söylemiş: “Farinelli’yi duyana kadar, insan sesinin başarabileceklerinin çok ufak bir bölümünü duymuştum. Şimdi biliyorum ki, duyulması gereken her şeyi duydum”. Sesinin güzel olmasının dışında, bazı kaynaklar Farinelli’nin tek bir nefeste 250 nota söyleyebildiğini ve bir notayı bir dakikadan daha uzun bir süre sürdürebildiğini yazıyorlar.

Filmde, Farinelli’nin sesinin gerçeğe yakın olabilmesi için soprano Ewa Mallass Godlewska ve kontrtenor Derek Lee Ragin’in sesleri dijital olarak birlikte kayıt edilmiş ve ortaya gerçekten insanı yüreğinden vuran bir ses çıkmış. Özellikle Farinelli’nin, Handel’in Rinaldo operasından “Lascia ch’io pianga” aryasını söylediği sahne çok etkileyici. Bu sahnede Farinelli, aralarında Handel’in de bulunduğu seyircilere aryayı söylerken, bir yandan da çocukluğunu ve hadım edilişini hatırlıyor. Sesi nedeniyle sadece kadın hayranları değil, onu locasından izleyen Handel de aşırı duygulanıp, fenalık geçiriyor… Filmin bu sahnesini izlemek için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=TUOiJ1_P0Ds

1650-1750 yılları arasında altın çağını yaşayan castrato geleneği, Napolyon’un
İtalya’yı fethetmesi ile yavaş yavaş yok olmaya başladı. Öteden beri bu uygulamaya karşı olan Fransızlar, uygulamayı engellemek için önlemler aldılar. 1810’lara gelindiğinde castrato’lar iyice azalmışlardı. Buna karşın, tek tük de olsa, Vatikan’ın Sistin Kilisesi korosunda yirminci yüzyılın başlarına kadar varlıklarını sürdürdüler. Sonunda, 1903 yılında Papa tarafından alınan bir kararla bu gelenek, yine başlangıç yeri olan Vatikan’da bitti. Ancak, bitmeden önce, The Gramophone Company tarafından yapılan bir kayıt, tarihteki son castrato’nun sesinin günümüze ulaşmasını sağladı.

Müzik tarihinin son castrato’su, Alessandro Moreschi 1858-1922 yılları arasında yaşadı. Yirmi beş yaşında girdiği Sistin kilisesinin korosunda koro şefliğine kadar yükseldi ve 1913 yılında emekli oldu. Öldüğü zaman pek az arayanı soranı kalmıştı… Ancak, 1902 ve 1904 yıllarında Vatikan’da yapılan kayıtlar sesinin günümüze ulaşmasını sağladı. Şimdi bir CD’de toplanmış olan bu kayıtlarda Moreschi Sistin kilisesi korosu ile birlikte aryalar söylüyor. Doğru söylemek gerekirse, bu CD’yi dinlerken insan oldukça tuhaf duygulara kapılıyor. Bir rahatsızlık duyma hali, bir hüzün…

Yapılan kayıtın belli noktalarında Moreschi ‘nin sesini güzel bulmama rağmen, genel olarak beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu belki de Farinelli ‘ninki gibi bir ses bekliyor olmamdan kaynaklandı. Uzmanlar bunun birkaç nedeni olabileceğini belirtiyorlar. Birincisi, kayıtlar sırasında Moreschi ‘nin yaşının ileri olması (44). İkincisi,
Moreschi ‘nin kayıt sırasında gerilip, heyecanlanmış olma ihtimali. Üçüncüsü, zamanın teknolojisinin henüz çok ilkel olması. Yüz yılı aşkın bir zaman önce yapılan kayıtlardaki teknik yetersizlik, kayıtlardaki cızırtı ve sesin uzaktan geliyor olması ile zaten hemen fark ediliyor. Bunların hepsi doğru olabilir. Sonuçta, bir Farinelli olmasa da, Alessandro Moreschi de güzel sesiyle zamanında Roma’nın Meleği unvanına sahip olmuş…

(Son castrato Alessandro Moreschi’nin sesini dinlemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)

https://www.youtube.com/watch?v=GyodNzbjVkw

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

– “In Opera, a Different Kind of Less Is More: Handel and the Castrati”, Alan Riding, The New York Times,19.04.2006.
– “The Castrato Sound: Real and Imagined”, Martin Bernheimer, Los Angeles Times, 02.04.1995.
http://greatoperasingers.blogspot.com.tr/2013/01/farinelli-great-castrato.html
http://www.religioustolerance.org/rcccast.htm
http://io9.gizmodo.com/what-did-it-mean-to-be-a-castrato-1732742399
http://www.eurekaencyclopedia.com/index.php/Category:Castrati
https://bachtrack.com/review-classical-opera-mozart-castratis-wigmore-hall

_________________________________________________________
* Kastrato olarak okunur. Çoğulu “castrati” (kastrati)dir.
** Libretto, opera, operet, kantat, oratoryo gibi eserlerin sözel metinlerine ve bu
metinlerin bulunduğu kitapçığa verilen addır.

La Diva Turca

Leyla Gencer’i sahnede sadece bir kere izleme fırsatım oldu. 23 Temmuz 1987 tarihinde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Aya İrini Kilisesinde bir resital vermişti. Son temsilini verip, operayı bırakalı dört yıl oluyordu. Artık sadece konserler, resitaller veriyor ve gençleri eğitiyordu. Resital başlar başlamaz, resital boyunca ve sonrasında onu operada izleyememiş olmanın üzüntüsünü duydum…Hala da duyarım…

Leyla Gencer, dünyanın en ünlü operalarından Milano’daki La Scala Operası’nda 25 sene Prima Donna olmasını sağlayan muhteşem sesinin dışında, duruşu, sahne hakimiyeti ve zarafeti ile çok etkileyici idi… Sahneye adım atar atmaz, kırmızı tuvaletinin içinde, seyirciyi büyülemişti. Zaman zaman insanın içine işleyen soprano sesi Aya İrini’nin kubbesinde yankılanırken çok duygulanmıştım. Ama, kendisini daha önce izlememiş olsam da, sesinin çok güzel olduğunu zaten biliyordum. Bütün dünya biliyordu… Dünyada hayranları ona boşuna La Diva Turca demiyordu. “Türk Tanrıça”… Ancak, ülkemizde son zamanlarda bazı popüler şarkıcılara uygun görülen “Diva”lığı hak etmek için güzel bir sesin yeterli olmadığını da insan hemen anlıyordu. Leyla Gencer, sanki bu kelimenin (daha pek çok kelime gibi) günümüzde içinin boşaltılmasına isyan eder gibi, bize gerçek bir Diva’nın nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Sahnede izlediğimiz performans çok çalışmış, azimli, kararlı ve kişiliği güçlü bir sanatçının yeteneğini görgüsü ve deneyimi ile birleştirmesinin sonucu idi. O nedenle, hiçbir hareketi, hiçbir mimiği insana tuhaf gelmiyordu. Seyirciyi teatral bir şekilde selamlaması, terlediği zaman piyanistinin uzattığı büyük mendili zarif bir hareketle alıp, alnına götürmesi… Hepsi, hepsi bir Diva’ya yakışan, sırıtmayan, bir bütünün parçasıydı…

İstanbul Festivali, 1987

Çok heyecanlıyım… Hayatımda ilk olarak operaya gideceğim. Günlerdir anneme ve babama operanın nasıl bir şey olduğunu sorup, duruyorum. Anlayabildiğim kadarı ile, tiyatro benzeri bir şey ama konuşmak yerine, sanatçılar şarkı söyleyerek iletişim kuruyorlar. Kafamda canlandırmaya çalışıyorum…

Babam bana her operanın bir öyküsü olduğunu, zaman zaman romanların, epik şiirlerin, tarihi olayların veya efsanelerin konu edildiğini ve operaya gitmeden konusunun okunması gerektiğini söyledi. Bu arada, kalın bir kitap gösterdi. (Günümüzde her türlü bilgi anında parmaklarımızın ucunda olduğu için o yıllarda böylesi bir kaynağa sahip olmanın kıymetini şimdi anlamak biraz zor olabilir.)

Babamın opera kitabı…

Piazza Beniamino Gigli’de bulunan Roma opera binası dışardan bakıldığında çok gösterişli değil. Ama içerisi o kadar güzel ki, nefesim kesiliyor. Bordoya çalan koyu kırmızı kadifenin ve altın yaldızlı süslemelerin muhteşem uyumu içimi ısıtıyor. Kristal avizeler ve aplikler ışıl, ışıl.

Son derece şık hanımlar, smokin veya koyu renk takım elbise giymiş erkekler jilet gibi ütülenmiş üniformaları içindeki yer göstericilerin eşliğinde localarına veya parterre’deki yerlerine yöneliyorlar. Biz de, ikinci yada üçüncü katta ve sahnenin tam karşısında olan locamıza aynı şekilde gidiyoruz. Yer gösterici arada bir arkasına dönüp, bize gülümsüyor ve kibar bir el hareketi ile yolu gösteriyor.

Teatro dell’Opera di Roma, 1880 yılında Teatro Costanzi olarak açılmış ve 1946 yılına kadar çeşitli isimler altında hizmet vermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da monarşinin sona ermesi ile de Teatro Dell’Opera adını almış. Akustik açısından dünyanın sayılı opera binalarındandır.

O zamanlar, Teatro dell’Opera di Roma’da her yıl sezonun Giuseppe Verdi’nin (1813-1901) bir eseri ile açılması gelenekti. O sene de sezon Verdi’nin günümüzde fazla bilinmeyen ve sahnelenmeyen eseri, “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile açılmıştı. O kadar az bilinen bir eserdi ki, içinde 70’ten fazla opera eserinin bilgisi bulunan babamın kalın kitabının içinde “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile ilgili hiçbir şey yoktu. Konusunu mecburen temsil öncesi ve perde aralarında programdan okuduk. Eser birinci Haçlı Seferinde geçiyor ve dört uzun perdeden oluşuyordu. Bırakın 10-11 yaşlarında bir çocuğu, pek çok opera meraklısı yetişkini zorlayacak bir uzunluk ve ağırlıktaydı.

İlk sınavım bu kadar zorlu olmasına rağmen, operayı giderek daha çok sevdim. Klasik müzik gibi, opera da dinledikçe tadına varılabilecek bir sanat dalı. Babamın, çeşitli opera eserlerinin tamamını içeren bir plak koleksiyonu vardı. Her eserin, üstünde altın yaldızla isminin yazılı olduğu lacivert kadife kutusu vardı. Eserlerin “Libretto”ları da kutularının içinde dururdu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde uzun saatlerimi bu plakları dinleyip, diyalogları kitapçıklarından takip ederek geçirdim.

Opera ile ilgili çocukluğumdan kalan en güzel anılarımdan biri de, Terme di Caracalla harabelerinde sahnelenen Aida operasıdır. M.S. 212-217 yılları arasında inşa edilmiş olan Roma’daki bu hamamın kalıntılarında her yıl, yaz aylarında büyük bir sahne (o zamanlar dünyadaki ikinci büyük sahne olduğu söylenirdi) kurulur ve çeşitli opera eserleri sahnelenirdi. Günümüzde de sahnelenmeye devam ediliyor. Sahne o kadar büyüktü ki, temsil sırasında gerçek filler ve develer de yer almıştı. Zengin dekor ve kostümlerin yanında, bu da çok etkileyici idi. Hele, Zafer Sahnesi’nde Ramades’in dört atlı bir zafer arabası ile sahneye dört nala girişi muhteşemdi…

Leyla Gencer’in sahne hayatının kronolojisine baktığımda, bizim bulunduğumuz yıllarda Roma’ya üç kez geldiğini ve bir keresinde Terme di Caracalla’da Aida’yı oynadığını gördüm. Ne yazık… İzleyebilmeyi çok isterdim… Babam operaya o kadar meraklı olduğu halde kim bilir niye gidemedik. Mutlaka çakışan çok önemli bir zorunluluk olmuştur.

Genel olarak, sanatçılarına ve bilim insanlarına çok değer veren, yücelten bir toplum değiliz. Çeşitli alanlarda dünyada başarı kazanmış ve sivrilmiş olsalar da, onları takdir etmek, yüceltmek yerine kusur arayan, en azından mesafeli duran bir kamuoyumuz var. Ben çocukken, kariyerinin doruklarında olan Leyla Gencer için de o zamanlar duyduklarım onun “Türklüğünü inkar ettiği”, “zaten Hristiyan” olduğu vb yönündeydi. Türk olduğunu hiçbir zaman inkar etmediği ona yurtdışında opera severler tarafından “La Diva Turca” denmesinden zaten belli. Hatta, şöhret basamaklarını daha kolay tırmanabileceği belirtilerek, ismini değiştirmesi, İtalyanca bir ad alması önerildiğinde hep reddetmiş.

“Hayır. Benim adım Leyla. Leyla Gencer.
Benim ailem Safranbolulu. Benim kökenim Anadolu.”

Hristiyan olma konusuna gelince…

Leyla Gencer 1928 yılında İstanbul’da, Polonezköy’de doğmuştu. Annesi, Alexandra Angela Minakovska, Polonyalı aristokrat bir aileden geliyordu. Babası ise, Safranbolu eşrafından zengin bir iş adamıydı. Babası, yirminci yüzyılın başında bir Müslüman olarak, annesi ile evlenmekte bir beis görmemişti ama işte, bizim insanımız 40-50 yıl sonrasında bunu kurcalıyordu. Başardıklarını takdir etmek yerine… 2008 yılında vefat ettiği zaman da, uluslararası başarılarından çok, bu konu ve vasiyeti üzerine bedeninin yakılması yer almıştı bizim gazetelerde. Oysa, ölümünden iki gün sonra İngiltere’nin saygın gazetelerinden birinde Leyla Gencer yirminci yüzyılın en olağanüstü sopranolarından birisi olarak tanımlanmıştı.
(Daily Telegraph, 12 Mayıs 2008.)

(Vivaldi’nin Beyazıt Operasından “Sposa Son Disprezzata” aryasını Leyla Gencer’den dinlemek isterseniz tıklayınız)

Gazeteci ve yazar Zeynep Oral’ın 1992 yılında yayınlanan Tutkunun Romanı: Leyla Gencer kitabı, Leyla Gencer hakkında merak edilen pek çok şeyi içeren, çok iyi yazılmış bir biyografidir. Söz konusu kitabı yazmak için Zeynep Oral belli sürelerle Leyla Gencer’in İstanbul ve İtalya’daki evlerinde vakit geçirmiş, yanında kalmış. Bu değerli sanatçımızın dünyada gördüğü takdir ve kabulü daha iyi anlatabilmek için, kitapta bir gala için La Scala’ya birlikte gidişlerinin anlatıldığı bölümden bir alıntı yapmak istiyorum aşağıda:

“Bu gece Scala açılıyor.

7 Aralık 1990, Cuma akşamı, Milano’nun Scala Operası, Mozart’ın “Idomeneo” eseriyle açılıyor. Bestecinin 200. Ölüm yıldönümü nedeniyle “Mozart Yılı”nı karşılamaya hazırız.

Evet, tamam, yalnız Scala Operası, yalnız Milano kenti değil tüm İtalya neredeyse bir yıldır bu geceye hazırlanıyor.

Evet, tamam, 1968’de bu eser, Scala’da ilk temsil edildiğinde başrol Leyla Gencer’indi. Bu nedenle aylardır, haftalardır, günlerdir konferanslar veriyor, Mozart üzerine seminerler hazırlıyor, basın, radyo, televizyon onun görüşlerine, onun demeçlerine yer veriyor… Ama bütün bunlar geride kaldı… Şimdi sıra gala gecesinde.

Leyla Gencer, “Idomeneo”, La Scala, Milano, 1968

Bir Limousine. Üniformalı şoförü. Başka türlüsü elbet düşünülemez… Kentin daracık sokaklarında ilerlemeye çalışıyoruz. Tüm trafik akışı, o geceye, galaya göre düzenlenmiş… Scala alanına yaklaştıkça, kaldırımlarda birikmiş kalabalık çoğalıyor, trafik ve güvenlik görevlilerinin sayısı artıyor, araçların ilerleyişi yavaşlıyor…

Hani tam Scala’nın kapısının önünde değil de, şimdi bulunduğumuz köşede, opera binasına bir iki blok kala arabadan insek, yürüsek, kesin daha çabuk varacağız… Hadi inip yürüyelim mi…

“Ben tam önünde inerim. Adetim öyledir” diyor.

Of, bu primadonnaların işte böyle kaprisleri var. O köşede insek, çoktan varmış, yerlerimize oturmuştuk bile!

Hayır, Limousine’den inmedik. İçinde oturup, milim milim ilerlemeyi bekledik. Sonunda Scala’nın önündeki küçük alana vardık.

Alan, içeri girecek ünlüleri görmeyi bekleyen meraklılarla dolu… Ahşap barikatlar ve atlarının üzerinde üniformalı görevliler Scala’nın kapısına uzanan geçidin iki yanına sıralanmışlar…

Sonunda Limousine’imiz geçidin tam önünde durdu.

Leyla Gencer, uzun siyah elbisesi, sırtında beyaz kürk pelerini otomobilden indi.

O anda…

Evet tam o anda, ortalığı bir uğultu kapladı. Herkes ama herkes, alandaki kapının önündeki, kapının ardındaki herkes “Leyla, Leyla, Leyla” diye bağırıyor, alkışlıyor, “La Signora”, “ La Regina” (Kraliçe) diye sesleniyor, “Leyla geldi, Leyla geldi” diye çırpınıyordu.

O anda ne barikat, ne görevli dinleyen oldu. Fotoğrafçılar koşuştu, kameramanlar koşuştu, flaşlar patladı…”Leyla dur”… “Leyla kıpırdama.” Yine flaşlar, yine flaşlar… “Leyla’ya yol açın”… “İzin verin Leyla geçsin”…

O, bir kraliçe edasıyla, ne diyorum ben, hiç kraliçe olur mu, bir Tanrıça edasıyla başı dimdik duruyor…Sağa, sola başını eğerek selam veriyor, gülümsüyor (gülümseyişi karşılayan taraf daha çok “Leyla” diye bağırıyor), bir, iki adım ilerliyor, yine duruyor, hiç belli etmeden kalabalığı şöyle bir tartıyor, memnun kalmış olacak ki eliyle de halkı selamlıyor (selamı karşılayan taraf daha çok “La Gencer”, “La Regina” diye bağırıyor)…birkaç selam daha, birkaç tebessüm daha… en içten, daha az içten ya da eh bu kadarı size yeter tebessümleri… Fotoğrafçılara pek de önemsemeden bir bakış, bir anlık bir poz, uzanan bir mikrofona birkaç sözcük, yine başını hafif eğerek bir selam… O dimdik duran başın hafifçe sağa ya da sola eğilmesi sanki müthiş dramatik bir aksiyon… Elini sıkmak, elini öpmek isteyenlere hiç tereddütsüz ama hep yüksekten uzanan eli…

Ve Tanrıça Scala’dan içeri girdi.

Biri bana, kendine gel desin… Düş mü görüyorum yoksa gerçek mi bu sahneler?
Daha bitmedi.

İçeri girdiğimizde, Scala’nın yer göstericilerinden, smokinli devlet adamlarına herkes yolunu kesiyor, elini sıkmak, elini öpebilmek için yarışıyordu. Bir ara yere diz çöküp, evet evet, yere diz çöküp elini öpenleri bile gördüm.

…………..

O gece izlediğim sahnelerin, hele Limousine’den inip, Scala alanına yaptığı “Antre”nin şokunu kolay kolay üzerimden atamadım.

O bunu fark etti: “Niye bu kadar şaşıyorsun, cicim… Sen de yirmi beş yıl Scala’da başrol oynarsan, sana da aynı şeyi yaparlar… Milanolular beni sever, hepsi bu!”

Evet “hepsi bu”… Her şey bu denli basit…

O geceyi, o gecenin Leyla Gencer’ini bir yerde okusam, inanmazdım… Yazan abartıyor derdim.” (Tutkunun Romanı: Leyla Gencer, Zeynep Oral, s. 26-27)

10 Mayıs 2008’de Milano’da vefat eden Leyla Gencer’in bedeni vasiyeti üzerine yakıldı ve 16 Mayıs 2008 günü Dolmabahçe Sarayı açıklarında Boğazın sularına döküldü. Törende, yine vasiyeti üzerine, İstanbul Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu Mozart’ın Requiem’inden Lacrimosa bölümü ile, Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosunun 5, 12 ve 13. bölümlerini seslendirdi…

Leyla Gencer aynı zamanda İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Mütevelli Heyeti Başkanıydı. Ölmeden önce, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışladı. İKSV 2010 yılında, Leyla Gencer’in Milano’daki evinin eşyaları ile Şişhane’deki Deniz Apartmanının ikinci katında “Leyla Gencer Evi”ni açtı. Burada, uzun yıllar yaşadığı Milano’daki evinin oturma odası, kitaplığı, konuklarını ağırladığı yemek odası, fotoğrafları, aldığı ödül ve madalyalar, çok sevdiği aksesuarlar ve giysileri ve yatak odası sergilenmeye başlandı. Mekan randevu alınarak gezilebiliyordu.

“Leyla Gencer Evi”ni yıllardır görmek istiyordum. Ama, bilirsiniz işte… Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı ve ben bir türlü gidemedim. Sonunda, iki hafta önce kesin kararımı verdim. Randevu alıp, gidecektik…




2010 yılında İKSV’nin Şişhane’deki binasında açılan “Leyla Gencer Evi”

İKSV’yi randevu almak için aradığımda, “Leyla Gencer Evi”nin bir buçuk yıl kadar önce Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne taşındığını öğrendim. Aslında bu taşınma basında da yer almış ve bunun için bir tören de düzenlenmiş ama, demek ki ben bu haberi atlamışım. Telefonda görüştüğüm kişi, kibar bir şekilde, Bakırköy’deki Merkezi aramamızı ve oradan randevu almamızı söyledi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, duyar duymaz bu haber beni çok rahatsız etti… Çok yadırgadım… Öyle ya, Leyla Gencer, İKSV’nin kendi web sitesindeki ifade ile, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışlamamış mıydı? Öte yandan, bu eşyaların sanatçının kendi adını taşıyan bir merkezde sergilenmesi fikri de çok kötü gelmedi. Bir yandan da umutlandım…

Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin numarasını buldum, aradım ve 1 Şubat öğleden sonrası için randevu aldım. Telefondaki görevli hanım telefonu kapatırken, kendisinin sadece odaları açıp gösterebileceğini, ayrıntılı bilgi sahibi olmadığını belirtti. Bu konudaki en bilgili kişinin İKSV’de olduğunu söyledi. Bu da ikinci tuhafıma giden nokta oldu…

1 Şubat günü deniz otobüsü ile Bakırköy’e geçtik. İndiğimizde bir taksiye binip, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne kolayca gidebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak, durduğumuz birkaç taksi şoförü böyle bir merkezi bilmediklerini ve de aramak istemediklerini söyleyip, uzaklaştı. Sonunda, iyi niyetli bir şoföre rastlayabildik ve akıllı telefonumuzun da yardımıyla merkezi bulduk.

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi- Bakırköy

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi, Bakırköy Belediyesi tarafından 2013 yılında inşa edilmiş. Dışardan bakıldığında, biraz apartmanların arasında sıkışmış gibi dursa da, hoş bir bina. Bize verilen bilgiye göre, 10 bin m2 alana kurulmuş ve 250 kişilik bir açık hava oditoryumu, 1000 kişi kapasiteli bir salonu, 300 m2 sahnesi, 65 m2 döner sahnesi, orkestra çukuru ve 6 adet kulisi bulunuyor.

İçeri girip, Leyla Gencer Evi için randevumuz olduğunu söyledik. Kısa bir süre sonra, telefonda görüştüğüm genç, görevli hanım geldi. Bizi kibarca karşıladı ve kendisini izlememizi söyledi…

Açıkçası, bundan sonra hissettiklerimi anlatmam epeyce zor… Heyecan, sevinç, merak, düş kırıklığı, üzüntü… Evet, tam da yurdumuza özgü bir vefasızlık örneği görmenin üzüntüsü…

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde “ Leyla Gencer Evi” için ayrılmış olan bölüm, bodrum katta, son derece ufak, basık bir mekan… Elden gelenin en iyisi yapılmış olmasına rağmen, her şey o kadar sıkıştırılmış ki, bir depodan hallice bir görünüm var. Tavan inanılmaz alçak. Sanki, bu büyük sanatçının piyanolarını, değerli kitaplarını, tablolarını, ev eşyalarını, giysilerini, kürklerini birileri, ya da daha açık söyleyeyim, İKSV başından atmak istemiş… Söyleyebileceğim tek olumlu nokta mekanın ve eşyaların temiz olması. Etrafta herhangi bir toz, kirlilik olmaması.

Fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, daha önce sergilenen Şişhane’deki mekan çok daha uygunken, şimdi böyle bir yer reva görülmüş. Ne kadar üzücü…Üstelik bu devir teslim yapılırken, bir de tören yapılmış… Bizim gördüğümüzü hiç mi bir yetkili veya sanatsever görüp, düşünmemiş? “Leyla Gencer Evinin” kendi adını taşıyan bir merkezde olması fikri çok güzel. Ancak, öncelikle, bu mekan son derece sapa ve zor bulunan bir yerde. Sonra, merkezde “Leyla Gencer Evi” için ayrılan mekan son derece yetersiz. İKSV en azından, bu eşyaları verirken, daha uygun bir mekan sağlanması konusunda ısrarcı olabilirdi. Tüm bunlara ilaveten, yine öğrendiğimize göre, merkezin ödenek alamama gibi bir problemi var. Güçlükle ayakta duruyor. Gelecekte ne olacağı belirsiz. Tüm bunları görüp, öğrendikten sonra yüreğime bir ağırlık çöktü… Devletimizin sanatçılarımıza karşı sergilediği vefasızlık ve ilgisizliklere alışkınız. Beni en çok yaralayan, bu vefasızlığın yıllardır saygı duyduğumuz ve desteklediğimiz İKSV’den gelmiş olması…Çok üzücü… Umarım, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Deniz Apartmanında “Leyla Gencer Evi”nden boşalan mekanları, orayı boşaltmaya değecek bir şekilde değerlendiriyordur…





Merkez’deki tüm görevliler; danışmadaki kişiler, bizi gezdiren genç hanım ve “Leyla Gencer Evi”nin kapılarını açmak için gelen görevliler, hepsi çok iyi niyetli ve kibarlardı. Gezmeye geldiğimiz, ilgi gösterdiğimiz için çok memnunlardı. Ama gönül isterdi ki, burası daha merkezi bir yerde olsun, tanıtımı yapılsın, tüm dünyadan sanatseverler gelsin, gezsin…

Ayrılırken beni umutlandıran tek şey, kısa bir süre önce İtalyan Konsolosluğundan görevlilerin buraya geldiklerini ve bu konuda bir projeleri olduğunu öğrenmemiz oldu. Bu büyük sanatçıya biz ülke olarak umduğu ve beklediği saygıyı gösteremedik, belki onu sevip, sayan İtalyanların katkısı ile anısı daha iyi yaşatılabilir…