Phokaia: Namıdiğer Foça

Bir varmış… Bir yokmuş… Antik çağlarda, Smyrna (İzmir) kentinin kuzeybatısında, o zamana göre çok yakın olmayan, şimdi ise raylı toplu taşıma sistemi ile bile ulaşılan bir kent varmış… Phokaia imiş bu kentin adı… (Bazı kaynaklarda Phocaea olarak geçer). Phokaialılar hem tüccar hem de usta denizcilermiş. Büyük kargo gemileri yerine, 50 kürekçinin denizleri aşırdığı, 500 kişilik hızlı tekneleri tercih ederlermiş. Sadece Mısır gibi uzak ülkelerle ticaret yapmakla kalmamış, Miletoslularla birlikte, Çanakkale Boğazı’nın girişinde Lampsakos (Lapseki) ve Karadeniz’de Amisos (Samsun) kentlerini de kurmuşlar. Ama en önemli kolonileri, kendi başlarına gittikleri Batı Akdeniz’de imiş. Fransa’daki Massalia (Marsilya), Güney İtalya’daki Elea (Velia), Korsika’daki Alalia (Aléria), İspanya’daki Emporion (Ampurias) Phokaialıların kurdukları kentlermiş. Güney Fransa’daki Nicaea ya da Nizzi (Nice) ve Antipolis (Antibes) de Marsilyalılar tarafından kuruldukları için onların “torunları” sayılırlarmış. Phokaialıların kurdukları bu şehirlerin bazıları zamanla antik çağın önemli bilim ve felsefe merkezleri haline gelmişler. Örneğin, Güney İtalya’daki Elea (Velia), Parmenides ve Zeno gibi önemli düşünürlerin ders verdiği bir kültür şehri olmuş.

Antik Çağda Batı Anadolu
Kaynak: www.wikipedia.org
Marsilya’da, şehrin M.Ö. 600 civarında Foçalılar tarafından
kurulduğuna dair plaket
Kaynak: Altan Altın, Milliyet Gazetesi, 24/8/2018

Antik yazarlara göre Phokaia, Yunanistan’daki Phocis kentinden Ege kıyılarına gelen iki Atinalı tarafından, komşu Cyme kentinin (günümüzde İzmir ilinin Aliağa ilçesi yakınlarında) kendilerine verdikleri topraklarda kurulmuş. Ancak, gerek daha sonra yaşamış olan yazarların eserleri gerekse bu yazı için yararlandığım kitaplardan birinin yazarı Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın yaptığı kazılarda elde edilen buluntular, bu yorumun yanlış olduğunu ve büyük ihtimalle Phokaia ve Phocis arasında bir bağ kurulmaya çalışıldığı için ifade edildiğini düşündürmüş. Akurgal’a göre, bu bölgeye ilk yerleşenler Aolya’dan gelmişler. Yine hem kendi bulgularına hem de Yunanlı gezgin Pausanias’a (M.S. 110-180) referans veren Akurgal, daha sonra buraya İyon kentleri Teos ve Erythrai’den insanların geldiklerini belirtmiş. (Bu iki antik kent ile ilgili bilgi için, daha önce yayınladığım Sığacık yazımı okuyabilirsiniz. Erişim için linke tıklamanız yeterli).

Kentin daha sonra, tarihteki ünlü İyonya Birliği’ne katılması da Akurgal’ın ve diğer çağdaş uzmanların yukarıdaki tezinin daha gerçekçi olduğunu düşündürüyor. Söz konusu birlik 12 devletten meydana gelmiş. Bunlar: Efes, Erithrai, Khios (Sakız Adası), Klazomenai, Kolophon, Lebedos, Miletos, Myos, Samos (Sisam Adası), Teos, Phokaia ve Priene.

Üzerinde fok balığı olan bir antik Phokaia parası. Phokaialılar paralarını basmak için, Elektrum adı verilen bir altın
ve gümüş alaşımı kullanırlarmış.
Kaynak: Bean, E., G., “Aegean Turkey”

Günümüzde, arkeolojik kazılar sonucunda, İyonyalıların en az 9. yüzyılın sonundan itibaren Foça’da yaşamaya başladıkları ve kentin ismini yakınındaki fok balığının sırtına benzeyen adalardan dolayı, Grekçe Phoce kelimesinden aldığı kabul ediliyor. Özellikle en eski Phokaia paralarında fok balığı şekillerine sıklıkla rastlandığı belirtiliyor. Adaların şekilleri bir yana, bu bölge gerçekten de Akdeniz foklarının önemli yaşam alanlarından biri. Maalesef artık soyu tükenmek üzere olan bu tür foklardan dünyada sadece 600-700 tane kaldığı, bunların 100 kadarının Foça civarında yaşadıkları belirtiliyor. Phokaia isminin kökeni ile ilgili başka çıkarsamalar ve yaklaşımlar da bulunmaktadır.

1275 yılında Cenevizliler tarafından yapılan kale. Antik çağda, kalenin içindeki tepede Athena Tapınağı yükselirmiş.

Heredot’un (M.Ö. 484-425(?)) belirttiğine göre, Phokaialıların uzak diyarlarla ilişkisi hep çok iyi olmuş ve bunun en önemli kanıtlarından birisi de şehrin o zamana göre inanılmaz kalınlıkta ve sağlamlıktaki koruma duvarları imiş. Çünkü, bu duvarların yapımı için, Phokaialıları çok seven Andalusia Kralı Argonthonius parasal kaynak sağlamış. Ancak, bu duvarlar şehrin M.Ö. 546 yılında Persler tarafından ele geçirilmesini önleyememiş. Son yıllarda yapılan kazılarda, Heredot’un sözünü ettiği, M.Ö. 590-580 yıllarına tarihlenen bu surlar ortaya çıkarılmış. Civarda bulunan çok sayıda Pers ok ve mızrak uçları ile gülleler de bu surların aynı surlar olduğu görüşünü desteklemiş.

Foça’nın güzelim taş evleri…

Büyük İskender’in M.Ö. 334 yılında buraları işgal etmesine kadar süren Pers idaresi sırasında Phokaialıların büyük bir kısmı Phokaia kolonilerine göç etmişler. Daha sonra bir kısmı geri dönse de Phokaia hiç bir zaman eski parlak günlerine dönememiş. Hatta, M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda kentin adı pek anılmaz olmuş. M.Ö. 190 yılında Phokaia Romalıların eline geçmiş ama, vergi karşılığında, kente bağımsızlık vermişler. İlk Hristiyanlık döneminde Phokaia bir piskoposluk merkezi olacak kadar önem kazanmış. 1275 yılında, bu bölgede ve Sakız’da madencilik yapan Cenevizliler günümüzde sahilde gördüğümüz kaleyi inşa etmişler. Foça, Batı Anadolu’da Türklerin ele geçirdiği ilk kıyı kentlerinden birisi olmasına karşın, birkaç kez el değiştirmiş. Türklerin kesin hakimiyeti, 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in şehri zapt etmesi ile başlamış.

Fatih Camii
Kale içinde bulunan cami, 1455’teki fetihten sonra, ilk olarak
Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılmış
Daha sonra harabeye dönen cami, 1569-1570 yıllarında
yeniden inşa edilmiş

Sizin için mümkün olduğu kadar özetlemeye çalıştığım Foça tarihinden, buranın çağlar boyunca birçok millet ve kültüre ev sahiplği yaptığını anlıyoruz. Şüphesiz her unsur geride bugün ayrıştıramadığımız, farkında bile olmadığımız izler bırakmıştır. Bu bir yemeğe katılan özel bir çeşni, günlük yaşama yapılan farklı bir dokunuş, buralara özgü bir ifade şekli olarak günümüze kadar gelmiştir. Ne yazık ki, ülkemizin genelinde var olan bu zenginlikleri inceleyen, aradaki bağları ortaya koyan çalışmalar henüz yok. Ya da belki bazı sessiz kahramanlar var ama, bizim haberimiz yok. Bırakın böylesi çalışmaları, Foça’daki az sayıdaki arkeolojik eserin çoğunu bulabilmek için yoğun bir çaba harcamanız gerekiyor. Bu, beni Foça ile ilgili olarak en çok üzen nokta oldu. Dilerim, Kültür Bakanlığı ve Belediye en yakın zamanda bir iş birliği yapar ve doğru yönlendirmelerle, meraklısı için arkeolojik yerlere ulaşımı kolaylaştırırlar.

Güzel bir Rum evi daha…

Foça’ya çok uzun yıllar önce gitmiştim. Ancak o zamandan fazla bir şey hatırladığım söylenemez. Sadece, İzmir’den yolun bana inanılmaz uzun geldiğini ve havanın çok sıcak olduğunu hatırlıyorum. Şimdi artık Foça’ya otoyolların ve klimalı araçların konforu ile kolayca ulaşabiliyorsunuz. Üstelik, yukarıda belirttiğim gibi, artık buraya İzmir’den raylı toplu taşıma ile ulaşım da mümkünmüş. Bunun için, İzban (veya Egeray) olarak anılan raylı araca binmeniz ve Hatundere istasyonunda inmeniz, oradan da Eski Foça’ya ya da Yeni Foça’ya gidecek olmanıza bağlı olarak, 744 ya da 745 numaralı otobüslere binmeniz gerekiyormuş. Anladığım kadarı ile, yolculuğun bu son kısmını dolmuşlarla da yapmanız mümkün.

Lola 38 Hotel

Her ne kadar Foça’ya ilk gidişimden pek bir şey hatırlamıyorum desem de, fiyortlara benzettiğim girintili çıkıntılı kıyılarını, denizini ve kumunu hatırlıyordum elbet. Ama, son yıllarda esas dikkatimi çeken, internette gördüğüm, Foça’nın restore edilmiş eski taş Rum evleri ve özellikle bir otel, Lola 38 Hotel, oldu. Web sayfasından incelediğim oteli, o kadar beğendim ki, son birkaç yıldan beri gitmek için uygun bir zaman kollayıp durdum. Genelde güneye tatile gittiğimiz zaman, gidişte veya dönüşte (bazen her ikisinde de) bir yerde kalmayı seviyoruz. Hem yeni bir yer görmek hem de dinlenmek açısından iyi oluyor. Foça da bunun için çok uygun bir yerdi. Bunca yıl bir türlü denk getiremedik. Bizim yolculuk yaptığımız tarihlerde otel her zaman dolu oluyordu. Geçen sene ise, zaten pandemi olduğu için o taraflara hiç gitmemiştik. Bu sene bu fırsatı yakalayınca doğrusu çok sevindim.

Eski Foça’ya vardığımızda saat akşam üzeri dörttü. Sahil boyunca giden, parke taş döşenmiş yolun üzerindeki oteli kolayca bulduk. Yol boyunca, Lola 38 gibi, restore edilmiş eski Rum evlerinden birkaç tane daha var. Çoğu bina maalesef yıkılıp, apartman yapılmış ama, en azından, alçak yapılar onlar da. Yolun diğer yanında halk plajı ve deniz uzanıyor. Burada park yeri olmadığı gibi, araba ile uzun süreli durmak da mümkün değil. Bavullarınızı indirip, arabayı otelin arkasındaki kendi otoparkına park edebiliyorsunuz.

Lola 38 Hotel, çok iyi yönetilen bir aile işletmesi. İçinde bulunduğu bina, 130 yıllık bir Rum evi. Zamanında, Foçalı Rum bir tuz tüccarı ve armatöre aitmiş. Bir akşam otel sahibi ile yaptığımız hoş bir sohbet sırasında bize gösterdiği resimlerden buranın oldukça harap ve neredeyse yıkılmak üzere bir durumdan şimdiki haline dönüştürüldüğünü anladık. Verilen itinalı hizmetin yanında, mimari açıdan bu kazanımın bile otelin Eski Foça’daki otellerden biraz daha pahalı olmasını haklı çıkardığını söyleyebilirim. Çok emek verildiği belli. Otelin ana binada, biri suite olmak üzere, iki odası var. Arka bahçesinde ise, orijinal evin çamaşırhane, kiler ve ahır gibi bölümlerinden dönüştürülmüş yedi tane odası bulunuyor. Her oda, zevk ve özenle, farklı farklı döşenmiş. Denizin otelin hemen önünde olması büyük bir şans. Ağaçların altında, şezlonglara uzanarak kitap okumak, sonra da, birkaç adım atıp kendimizi denize atmak pek keyifli idi.

Otelin her odası farklı döşenmiş. Biz, ana binadaki köşe odada kaldık. Hem otelin bütününde hem de odada hoş detaylara özen gösterilmiş.

Otelin önündeki plaj, halk plajı. Belli yerleri biraz kalabalık olmakla beraber, biz her seferinde denize girecek tenha bir iskele bulmayı başardık. Çevrede, şemsiye ve şezlong kiralayabileceğiniz “beach”ler de varmış. (Bildiğiniz gibi, o da yabancı bir dilden dilimize geçmiş olmasına karşın, artık plaj kelimesi kullanılmıyor. Onun yerini beach aldı!). Bizim orada kaldığımız günlerde hava o kadar sıcaktı ki, yakın olsa da yol gitmektense, doğrusu bahçenin serinliğini tercih ettik.

Otelin mutfağında halen kullanılan kuzine, 1891 yılında yapılan binadan günümüze kalmış
Denizin yakın olması büyük avantaj
Diğer odaların yer aldığı arka bahçe güneşlenmek veya gölgede kitap okumak için ideal

Sıcakta arkeolojik ve tarihi yer gezmek hep zordur. Bunun için en iyi mevsim bana göre ilkbahar ve sonbahardır. Buna rağmen, bizim gibi, yine de bir şeyler görmeden içiniz rahat etmiyorsa, Eski Foça’nın içinde görebileceğiniz yerler var. Bunlardan biri, sahildeki Beş Kapılar Kalesi. Akşam üzeri sahilde yapabileceğiniz bir yürüyüş sizi restoranların önünden, tarihi yarımadaya götürecektir. Bu yarımada aynı zamanda bir zamanlar burada olduğu bilinen Athena Tapınağı‘nın bulunduğu yer oluyor. Athena Tapınağı burada, tepenin üzerinde görkemli bir şekilde yükselirmiş. Ancak, bugün bu yapı yok çünkü, antik Foça’nın bulunduğu bu alanın üzerinde sonraki yüzyıllarda yoğun bir yapılaşma olmuş. Internette Foça hakkında bilgi veren bazı site ve bloglar, başka tapınakların resimlerini koyarak, sanki hala ayakta olan böyle bir yer varmış gibi bilgi veriyorlar. Bazı gezi bloglarında, insanların boş yere bu tapınağı aradıklarını da okudum. Oysa, Ekrem Akurgal’ın da belirttiği gibi, kazılarda tapınağa ait çıkarılabilen eserler İzmir Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş.

Beş Kapılar Kalesi

İsmini, yan yana yapılmış beş kapıdan alan surlar, ilk olarak 1275 yılında Cenevizliler tarafından yapılmış. Daha sonra, hem Bizanslılar hem de şehri ele geçiren Osmanlılar tarafından, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, 1538-1539 yıllarında onarılmış. Duvarı takip ederek yürüdüğünüz zaman, Kybele Açık Hava Tapınağı’na ulaşacaksınız. Burası, bir zamanlar Athena Tapınağı’nın yükseldiği düşünülen yerin tam alt kısmında bulunuyor. M.Ö. 5. ya da 6. yüzyılda yapıldığı düşünülen Kybele Tapınağı’nda kayalara oyulmuş nişler ve ortada da bir Kybele kabartması görülüyor. Uzmanlara göre burada, Anadolu’nun pek çok yerinde de rastlandığı gibi, tanrıça Athena ile birlikte, tanrıça Kybele’ye de saygı gösterilirmiş.

Kybele Açık Hava Tapınağı

Foça’da ilk kazılar, 1913-1920 yılları arasında, Fransız arkeolog ve mühendis Felix Sartiaux tarafından yapılmış. Dönemin Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Yunan işgal dönemini de içermesi, kazıların niteliği konusunda beni epeyce düşündürdü. Otel sahibinin bize ödünç verdiği, Sartiaux’nun çektiği fotoğraflar ve belgelerle hazırlanmış bir kitapta, Foça’nın o dönemdeki halini görmek mümkün. Kitapta belirtildiğine göre, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan asayiş boşluğu nedeniyle bu yörede bir takım eşkiya çeteleri türemiş. Bu çetelerin yaptığı baskınlardan ve yaşanan ölümlerden yılan Rum halk 1914 yılında Midilli Adası’na göç etmişler. Daha sonra, Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgaline güvenerek olsa gerek, 1919 yılında geri gelmişler. Ancak, doğdukları yerlere bu kavuşma ancak birkaç yıl sürmüş. 1923 yılında, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında tekrar göç etmişler.

1913-1920 yılları arasında Foça’da ilk arkeolojik kazıları yapan Felix Sartiaux ve yerli halk
Felix Sartiaux‘nun objektifinden Foçalı çocuklar

Sartiaux sonrasında Foça’da, 1951-1955 yılları arasında daha yoğun olmak üzere, 1970 yılına kadar Prof. Dr. Ekrem Akurgal tarafından kazılar yapılmış. Uzun bir aradan sonra tekrar başlanan kazılar sırasında, 1993 yılında, Kybele Açık Hava Tapınağı bulunmuş. 1998 yılından beri Japan Tobacco International desteği ile yürütülen bu kazılarda, daha önce belirttiğim, M.Ö. 6. yüzyılda yapılmış kent duvarlarının yanında, M.S. 4. yüzyıl sonları ile 5. yüzyıl başlarına tarihlenen bir Roma dönemi villasına ait taban mozaikleri de ortaya çıkarılmış. Bunların bir tanesi İzmir Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş. Diğeri, üstü örtülerek korumaya alınmış.

Foça Fatih Camii’nin 1913’te Felix Sartiaux tarafından çekilmiş fotoğrafı

Görmek istediğimiz yerler arasında olan antik tiyatro ve Ekrem Akurgal’ın ortaya çıkardığı Şeytan Hamamı olarak anılan mezarları, tüm aramalarımıza rağmen bulamadık. Aşırı sıcak da bizim normalden daha çabuk pes etmemize neden oldu. Doğru dürüst bir bilgilendirme ve tabela olmaması çok yazık. Kaynaklardan okuduğum kadarı ile, Şeytan Hamamı kayalara oyulmuş bir aile mezarı imiş. Akurgal, bulduğu seramiklere dayanarak, bazı Lidya mezarlarına benzettiği yapının tarihini M.Ö. 4. yüzyılın sonu olarak belirlemiş. Belediyenin web sayfasında belirtildiğine göre, uzun bir yol ve iki mezar odasından meydana gelen Şeytan Hamamı, askeri bölge içinde bulunmakta imiş. Bulamamış olmamızın bir nedeni de bu olabilir.

Şeytan Hamamı
Kaynak: http://www.foca.bel.tr
Pers Anıt Mezarı

Foça’da kolaylıkla ziyaret edebileceğiniz tarihi yerlerden biri, kentin 7 kilometre doğusunda bulunan Pers Anıt Mezarı. Yol kenarında, Foça’ya giderken veya oradan ayrılırken rahatlıkla durup, inceleyebileceğiniz bir yerde. Akurgal’a göre bu, M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış, yöresel bir Pers hükümranının mezarı. M.Ö. 546-344 yılları arasında Anadolu’da yaşanan Pers egemenliği sırasında bölgede çok sayıda Pers despot kendi alanlarını yönetmiş. Yine Akurgal’ın belirttiğine göre, mezar ayrı bir yapı olarak inşa edilmeyip, büyük bir kaya kütlesi oyularak yapılmış. Mimari olarak, Pers etkisinin dışında, Likya, Lidya ve Frigya mezarlarının özelliklerini de taşıyor. 4,5 metre yüksekliği olan mezar, Likya mezarları gibi, iki katlı yapılmış. Ancak, Likya mezarlarından farklı olarak, ölü ikinci kata değil, zemin kata gömülmüş. Kanımca bu da, Anadolu’da farklı uygarlıkların tarih boyunca birbirlerinden etkilenerek, farklı alanlarda birikimlerini harmanlamalarına güzel bir örnek. Mezarın, restore edildikten sonra, 2001 yılında ziyarete açıldığı belirtiliyor. Ancak, etrafta ne bir satır açıklama ne de bir görevli var. Tekrar, kaderine terk edilmiş gibi duruyor. Bir başka ülkede olsa, inanılmaz bir tanıtımla ve belki de bilet keserek sunulacak bu tarihi eseri, arada bizim gibi tek tük insan ziyaret ediyor.

Mezar, iki katlı ve yüksekliği 4,5 metre
Likya mezarlarından farklı olarak, ölü zemin kata gömülmüş

Foça’da kaldığımız üç gece farklı yerlerde yemek yedik. Pandemi sonrasında, dolup taşan yeme içme yerlerinden dolayı restoran sahipleri epeyce memnun görünüyorlardı. Bu durumda, özellikle iyi oldukları için isim yapmış yerlere rezervasyon ile gitmek neredeyse bir zorunluluk oldu. İlk gün akşam üzeri gittiğimiz Kavala Cafe & Winehouse, hemen denizin üstünde, çok hoş bir mekan. Bina, 1881 yılından kalma bir Rum evi. Evin sahipleri nüfus mübadelesi ile Kavala’ya gönderilirken, Kavala’dan gelen bir Türk aile de buraya yerleştirilmiş. Sonrasında birkaç kere tadilat gören ev, 2015 yılından beri kafe ve şarap evi olarak hizmet veriyormuş. Esintili, hoş bir yer. Birer limonata ve kahve, yol yorgunluğumuzu almak için iyi oldu. Yemeğe kalmadığımız için, şarap ve yemek konusunda bir fikir veremeyeceğim. Ancak, hizmet konusunda, servis yapan genç arkadaşlar biraz daha profesyonel olabilirler gibime geldi. Öğrenci olduklarını tahmin ettiğim bu arkadaşların siparişleri unutmalarını ya da geç getirmelerini dert etmezseniz, pek hoş bir yer.

Bol esintili Kavala Cafe & Winehouse,
serinlemek için ideal bir mekan

İlk akşam, sahildeki lokantalardan Trio Sardalya Meyhanesi’ne gittik. Reha Midilli Caddesi No:52 adresindeki bu yer bana bir zamanların eski meyhanelerini hatırlattı. Ne güzeldi o meyhaneler. Şimdi her yer lüks restoran olma ya da o havayı yaratma peşinde. Basit ve temiz bir yer. Mezeler ve yediğimiz sardalya balıkları güzeldi. Meyhanenin olduğu yerde deniz karaya doğru keskin ve dar bir girinti yapıyor. Bu coğrafi yapı bana Simi’yi hatırlattı. Yemek yerken hem önünüzdeki yolda “piyasa yapanları” hem de koyun karşı tarafında sıralanmış olan restoranları görebiliyorsunuz.

Eski Foça’da lokantaların sıralandığı koy

Antik yarımadada, Beş Kapılar Kalesi’nin üst tarafına denk gelen yerdeki Fokai Restoran’a ikinci akşam gittik. Buraya, Beş Kapılar’ın biraz ilerisindeki merdivenleri tırmanarak veya çarşı içi tarafından gelebilirsiniz. Gelmişken, ünlü Ağalar Konağı’nı da görebilirsiniz. Burası, Foça ile ilgili sitelerde çokça sözü edilen, hatta bazılarında aldatıcı bir şekilde sapasağlam başka konakların fotoğrafları ile birlikte bilgi verilen bir yapı. Oysa, 1992 yılında yangın geçirdiği belirtilen 300 yıllık bu konaktan geriye neredeyse hiç bir şey kalmamış. Orijinal halinde Safranbolu, Kayseri ve Batı Anadolu tipi evlerin ortak özelliklerini taşıdığı belirtiliyor. 1933 yılında Foça’ya gelen Atatürk, burada kalmış. Dilerim, bu özelliğinden dolayı gurur duyan Foçalılar bir gün bu tarihi konağı ayağa kaldırmayı başarırlar.

Ağalar Konağı
Kaynak: http://www.foca.bel.tr
Fokai Restoran‘dan limana bakış

Ağalar Konağı’nın biraz ilerisinde bulunan Fokai Restoran, önündeki parke taşlı sokağa taşan masaları ve yakınındaki restore edilmiş geleneksel Rum evleri ile çok hoş bir atmosfere sahip. Buradan, aşağıdaki liman bölgesini de görebiliyorsunuz. Yediğimiz mezeler arasında lakerda ve levrek simit özellikle yazılmayı hak ediyor.

Sahil Restoran‘dan karşı kıyıdaki restoranlara bakış

Son gecemizde, herhangi bir yere rezervasyon yaptırmadan, şansımızı deneyelim dedik ve bu kez, Sardalya Meyhanesi’nin karşı kıyısındaki, Sahil Restoran’a gittik. Yediklerimizden özel bir şey not etmemişim ama, çeşitli mezeler ve levrek fileto yediğimizi hatırlıyorum.

Lojistik çözümler…

Foça’ya giderseniz, Nazmi Usta’nın dondurmasından tatmanızı öneririm. Nazmi Usta, Makedonya’dan göç etmiş, Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olarak 30 yılı aşkın bir süreden beri dondurmacılık yapıyormuş. Dondurmacılığı babasından öğrenmiş. İşinin sırrı olarak, kullandığı süt ve meyvenin günlük ve taze olmasına işaret ediyor. Bu kadar övdükten sonra, bana dondurmasını tadıp tatmadığımı sorarsanız, maalesef diyeceğim. Önündeki kuyruk her daim o kadar uzundu ki, hiç bir gece Nazmi Usta’nın dondurmasından yiyemedik. Bu da kalitesi ve şöhreti ile orantılı olsa gerek. Ama biz de, biraz ilerideki başka bir sakız dondurmacısından dondurma yedik. Doğrusu, o da çok güzeldi…

——————————–

KAYNAKLAR:

(1)- Akurgal, E., “Ancient Civilizations and Ruins of Turkey”.

(2)- Bean, E., G., “Aegean Turkey”.

(3)- http://www.foca.bel.tr

Bir Tutam Paris… (2)

(Yazının birinci bölümü, Bir Tutam Paris… (1), için linke tıklayabilirsiniz)

Paris’te unutamadığım yerlerden bir başkası, yine çok fazla kişi tarafından bilinmeyen bir müze. Ancak, bu müze hakkında yazmadan önce onun, farklı ve ayrı iki başka müze ve iki kilise ile birlikte içinde bulunduğu tarihi yapıdan kısaca söz etmek istiyorum. Şehrin ortasında, İstanbul’daki Selimiye Kışlası gibi, dev bir kütle olarak görünen Hôtel National des Invalides, 17.yüzyılda Kral XIV. Louis (1638-1715) tarafından malul askerlerin bakımı için yaptırılmış bir yapı. Burası yapılmadan önce, savaşlarda yaralanan ve sakat kalan askerler, kimi hastanelerde ve manastırlarda bakılmaya çalışılsa da, çoğunlukla sokaklarda dilenmek zorunda kalıyorlarmış. “Güneş Kral”, Hôtel National des Invalides’i yaptırarak, Fransa’da ilk olarak, vatanları için savaşırken sakatlanan askerler için sığınacak bir mekan sağlamış. Bu noktada belki, Fransızca Hôtel kelimesine bir açıklık getirmekte yarar var çünkü oldukça kafa karıştırıcı olabiliyor. Fransızca’da Hôtel, bizim anladığımız anlamda, ücret ödeyerek kalınan bir mekan olmanın dışında, yerine göre hastane, misafirhane, Belediye Sarayı (Hôtel de Ville) veya büyük şehir malikanesi anlamında kullanılabiliyor. Buradaki anlamı, savaş gazileri için bir hastane olması. Yapının bir bölümü hala Fransız savaş gazileri veya görevi başında yaralanan askerler için hastane olarak kullanılıyor.

Hôtel National des Invalides

Hôtel National des Invalides’in bir parçası olan
Église du Dôme‘un Rodin Müzesi’nin
bahçesinden iki görünümü

Mimar Libéral Bruant’ın eseri olan Hôtel National des Invalides, 1671-1676 yılları arasında inşa edilmiş ancak, bir bölümü 1674 yılında hizmete açılmış. Bu dev yapının merkezinde, neoklasik tarzda yapılmış, altın kaplama kubbeli Église du Dôme kilisesi var. Bu kilise, Kralın ibadet edeceği kilise olarak tasarlanmış. Kubbenin içindeki freskler, Charles de La Fosse’un eseri. Napolyon’un mezarının burada olması, burayı Hôtel National des Invalides’in en çok ziyaret edilen bölümü yapıyor. Kilise, 1675-1706 yılları arasında, Versailles Sarayı’nın mimarlarından biri de olan, Jules Hardouin-Mansart tarafından tasarlanmış. Eiffel Kulesi yapılana kadar, bu kubbe Paris’in en yüksek yapısı imiş. (Askerlerin ibadet etmesi için Bruant tarafından yapılan kilise, Église des Soldats da, oval bir geçiş ile, bu kilise ile bağlantılı). 1821 yılında sürgünde olduğu St. Helena adasında ölen Napolyon’un naaşı, 1840 yılında Fransa kralı Louis-Philippe’in İngilizlerden aldığı izin ile Paris’e getirilmiş. Büyük bir devlet töreniyle önce St Jérôme Kilisesi’nin kubbesinin altına, daha sonra, Église du Dôme’daki mezarı tamamlanınca, 2 Nisan 1861 günü, şimdi yattığı mezara gömülmüş.

Église du Dôme
Kralın ibadet etmesi için tasarlanmış kilisenin
altarı da ona uygun
Kubbenin içindeki freskler,
Charles de La Fosse’un eseri
Kaynak:www.coolstuffinparis.com

Napolyon’un mezarı, İtalya doğumlu mimar, Louis-Tullius-Joachim Visconti tarafından yapılmış. Belki bu seçim de, İtalyan asıllı Napoleone Bonaparte’ye bir saygı ifadesidir… Mezar için, kubbenin altındaki kilisenin kriptinin üstü ilginç bir şekilde açılmış. Aşağı inmeden önce, yukardan baktığınızda ister istemez başınızı eğiyorsunuz. Bir söylentiye göre, mimar herkesin bir saygı ifadesi olarak başını eğmesi için bunu özellikle tasarlamış. Biz gittiğimiz zaman, mezardan çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Etraf çok pisti. Yerleri elektrikli aletlerle temizliyorlardı ve bazı yerlerde iskeleler vardı. Mezar kısmının doğru dürüst bir fotoğrafını bile çekemedik. Şanssız bir dönemdi anlaşılan. Günümüzde, internetteki fotoğraflarda Napolyon’un mezarı çok bakımlı görünüyor.

Napolyon’un, öldükten 40 yıl sonra gömüldüğü mezarı Kaynak:www.coolstuffinparis.com
Aynı yapı içinde bulunan, Birinci Dünya Savaşı kahramanı
Mareşal Ferdinand Foch‘un (1851-1929) mezarı

Şimdi, Hôtel National des Invalides’in içindeki o müzeden söz edeyim. Daha önce belirttiğim gibi, günümüzde burada toplam üç tane müze var. Birincisi, Musée de l’Armée (Askeri Müze). Bu müze, 13. ve 17. yüzyıllar arasındaki Fransa askeri tarihi ile ilgili. Üniformalar, silahlar, resimler, Napolyon’un bazı eşyaları ve askeri seferlerin planları var. İkinci müze, Musée de l’Ordre de la Libération, İkinci Dünya Savaşı’na ayrılmış. 1940-1945 arası verilen mücadele (Résistance), Yahudilerin Fransa’dan toplama kamplarına götürülmesi ve savaş sırasında Fransa’daki yaşam üzerine bilgiler var. Bu müzeler konu olarak çok fazla ilginizi çekmeyebilir. Zaten biz de, binanın içinde üçüncü kata ulaşmaya çalışırken, buralarda sergilenenlere hızlıca baktık. En üst kata gitmemizi ağabeyim önermişti. “Diğer bölümlere gitmeseniz bile en üst kata mutlaka bir gidin. Çok enteresan”, demişti. Tam hatırlayamıyorum ama, sanırım o zamanlar Hôtel National des Invalides tek bir müze olarak düzenlenmişti. Günümüzde burası, Musée des Plans-Reliefs (Rölyef Haritalar (Maket) Müzesi) olarak geçiyor.

Askeri Müze

Askeri konulara meraklı olsanız da olmasanız da, Musée des Plans-Reliefs son derece ilginç. Burada sergilenen 28 tane dev boyuttaki maket askeri amaçlarla yapılmışlar. İlk maketler, XIV. Louis’nin savunma bakanı, Marquis de Louvois tarafından 1668 yılında yaptırılmış. Ondan sonra gelen savunma bakanları da, gerek savunma amaçlı olarak Fransa’nın sınır şehirlerinin gerekse istihbarat amaçlı olarak yabancı ülke şehirlerinin ve kalelerinin maketlerini yaptırmışlar. Maket deyip geçmeyin. Her biri inanılmaz detaylarla dolu. Sadece askeri önemi olan surlar ve topoğrafik önemi olan tepeler, limanlar değil, şehirlerin sokakları, yapıları ve ağaçları da inanılmaz bir özenle yapılmışlar. Maketler, düzenli aralıklarla güncellenirlermiş. Örneğin, herhangi bir sokakta bir ağaç kesilirse ya da yeni bir bina yapılırsa, bu değişiklik maket üzerinde de gösterilirmiş.

Maketler için yapılan ön çalışmalar ve çizimler
İnanılmaz ayrıntılarla dolu maketler büyük masalarda sergileniyorlar

Maketler önceleri, askeri mühendisler tarafından arazide yapılırlarmış. Daha sonra, 1743 yılında, Béthune ve Lille şehirlerinde iki büyük atölye kurulmuş. Napolyon da, aralarında Lüksemburg, La Spezia, Brest ve Cherbourg olan yerlerin maketlerini yaptırarak koleksiyonu genişletmiş. 1814 yılında, Almanya’daki şehirlere ait olan 17 maket Prusyalılar tarafından Berlin’e götürülmüş. Bunların bazıları yeniden yapılmış. 1875 yılına kadar, 150 kadar kale ve yerleşim yerinin yaklaşık 260 tane maketi yapılmış. Kalelerin savunma için kullanımının sona ermesi ile birlikte, bu tarihten sonra maket yapımı durdurulmuş. 1927 yılında tüm koleksiyon tarihi anıt statüsüne alınmış. Müzede sergilenenler dışında, günümüzde müzenin koleksiyonunda 112 maket bulunduğu belirtiliyor.

*******

Yine bir bilet gişesinin önündeyim. İçerden canlı, cıvıl cıvıl, New Orleans (Dixieland) tarzı caz tınıları geliyor. Gişedeki kadına,

– İki kişilik yer var mı? diye soruyorum.

– Huchette’de her zaman yer vardır, diye yanıtlıyor.

Biletlerimizi alıyor ve aşağı iniyoruz. Taş merdivenlerin kimi yerleri eskilikten iyice kayganlaşmış. Müzik sesi olmasa, kendimi Orta Çağ’da bir zindana iniyormuşum gibi hissedeceğim. İndikçe müzik sesi artıyor.

Kavisli, taş tavanı ve duvarları ile burası gerçekten eski bir zindana benziyor. Bana burayı tavsiye eden kişinin söylediğine göre, yüz yıllar önce gerçekten de bir zindanmış. Hatta, yakındaki Seine nehri kabardığı zaman burayı su basar ve mahkûmlarboğularak ölürlermiş. Yani bu zindana kapatılmak, bir anlamda ölüm cezasına çarptırılmak demekmiş.

Sahnede bir grup var. Pist ve ayakta durulabilecek her yerde insanlar çılgınca dans ediyor. Kendimize bir yer bulup oturuyoruz.

Burası, ünlü Le Caveau de la Huchette caz kulübü…

Bilen bilir tabii ama, çoğu kişi Paris’in caz müziği açısından ne kadar zengin bir geleneğe sahip olduğunun farkında değildir. Caz dinlenebilecek mekanlar da epeyce çoktur. Ben de, bir tavsiye üzerine gittiğimiz Huchette sayesinde bu durumdan haberdar oldum ve daha sonraki gidişlerimde de en az bir kere bir caz kulübüne gitmeye çalıştım.

Huchette’de herkes kendini müziğin ritmine kaptırmıştı

Paris caz müziği ile ilk olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında tanışmış. Avrupa’yı “kurtarmaya” gelen Amerikan ordusuna ait, New Yorklu besteci, aranjör ve orkestra şefi James Reese Europe yönetimindeki siyahi müzisyenlerden kurulu Amerikan Askeri Orkestrası yaptığı turne ile Parislileri ve Fransızları büyülemiş. 369. Harlem Piyade Alayı Orkestrası, Fransa’da binlerce kilometre yaparak, küçük köylerden büyük salonlara kadar her yerde cazı tanıtmış. Başlarda bu yeni tür müziği fazla anlamamış olsalar da, bir süre sonra Ragtime ve erken dönem caz parçaları o kadar tutulmuş ki, çok kısa bir zaman sonra dönemin ünlü Amerikalı cazcıları Paris’e akın etmeye başlamışlar. 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Louis Armstrong, soprano saksafoncu Sidney Bechet, Harlem’deki ünlü Plantation Clubta sahneye çıkan Josephine Baker, Cole Porter gibi sanatçılar Paris’e adeta akın etmişler. Montmartre’daki kulüplerde sahneye çıkan Amerikalı caz sanatçıları burada neredeyse ikinci bir Harlem yaratmışlar. Bu sanatçıların bir kısmı Paris’de geçici olarak, bir kısmı ise temelli kalmışlar. Böylelikle hem Büyük Buhran’ın yıkımından hem de Amerika’daki ırkçılıktan kaçmışlar. Kendi ülkelerinde henüz değerleri bilinmezken, Fransa’da hem kendilerine hem de yaptıkları müziğe saygı gösterilmiş.

Kaynak: Library of Congress Collections

Avrupa’da Nazilerin kuvvetlenmeye başlaması ve işgal tehlikesinin baş göstermesi Amerikalı caz ve sahne sanatçılarının, istemeyerek de olsa, Paris’ten ayrılarak ülkelerine geri dönmesine neden olmuş. Zira Naziler, “dejenere zenci müziği” olarak tanımladıkları caz müziğini radyo ve halka açık yerlerde yasaklamışlar. Fransa’daki iş birlikçi Vichy Hükümeti’nin de caza karşı tavrı farklı olmamış. Buna karşın cazseverler bu tutkularından vaz geçmemişler. Canlı orkestraların yokluğunda, ellerindeki sınırlı sayıdaki New Orleans tarzı caz plakları ile Saint-Germain-des-Prés ve Latin Mahallesi’ndeki binaların bodrumlarında yarattıkları yasa dışı kulüplerde toplanmaya devam etmişler. Kimi de, caz müziğinin aslında bir Fransız müzik türü olduğu, hatta Debussy’e dayandığı efsanesini yaymaya çalışmış.

Semte adını veren ve ünlü düşünür, matematikçi ve bilim adamı René Descartes‘ın (1596-1650) da mezarının bulunduğu Saint Germain des Prés Kilisesi. Karşısındaki tarihi kafe Les Deux Magots‘un önündeki küçük masalarda kahvenizi yudumlarken ya da yemeğinizi yerken seyretmesi büyük keyif… İlk olarak İ.S. 543 yılında yapılan kilise, daha sonra tamamen yok olmuş. Ancak sonradan yapılan bu hali bile 1000 yıldan fazla bir zamandan beri ayakta.

Saint-Germain-des-Prés sokakları
Bir zamanlar daha çok yazarların, sanatçıların, kitapçıların ve yayınevlerinin bulunduğu semtte günümüzde ünlü moda evlerini görmek mümkün. Yine de, yakınındaki Latin Mahallesi (Quartier Latin) ile birlikte, şehrin hala entelektüel bölgesi kabul ediliyor. Latin Mahallesi adını, bölgede 13. yüzyıl başında kurulan Paris Üniversitesi’nde eğitim dilinin Latince olmasından ve Avrupa’nın her yerinden gelen öğrencilerinin birbirleriyle Latince iletişim kurmasından alıyor.

Savaş sonrası Paris’inin o canlı entelektüel yaşamında caz müziği muhteşem bir geri dönüşe sahne olmuş. Jean-Paul Sartre, Boris Vian gibi aydınlar, gündüzleri Le Café Flore, Les Deux Magots gibi aydınların toplandığı ünlü kafelerde yaptıkları uzun tartışmalardan sonra, akşamları kentte yeni açılan caz kulüplerine akın etmeye başlamışlar. Özellikle Varoluşçu (Egzistansiyalist) aydınlar, caz müziği ile felsefelerinin arasında kuvvetli bir bağ görmüşler. Mühendis, yazar ve şair olmanın yanında kornet de çalan, varoluşçu Boris Vian (evet, o muhteşem Günlerin Köpüğü kitabının yazarı!), zamanın en ünlü kulüplerinden The Tabou Club’ı açmış. Burada ve açılan diğer caz kulüplerinde Paris, yine savaş öncesinde olduğu gibi, Amerikalı cazcıları ağırlamaya devam etmiş. Dizzy Gillespie, Coleman Hawkins, Kenny Clarke, Miles Davis, Thelonius Monk ve diğerleri… İşte, Latin Mahallesi’nde, Rue de la Huchette No:5 adresinde bulunan Caveau de la Huchette de bu dönemde açılmış bir caz kulübü. 1946 yılından beri Parisli cazseverlere kapılarını açmaya devam ediyor…

Boris Vian ve Miles Davis

Hiç şüphesiz, Paris gezmekle de anlatmakla da bitmez. O nedenle yazımı, tamamen kendim oluşturduğum bir yürüyüş rotası ile bitirmek istiyorum. Günümüzde, çoğu rehber kitapta gidilen şehirler için önerilen yürüyüş rotaları var. Bunun yanında, ücretsiz yürüyüş turları da çok yaygın. Son yıllarda gittiğim birçok şehirde bu tür turlara katıldım ya da kitaplardaki rotaları izledim. Hepsi bilgi açısından çok faydalı oldu. O zamanlar, bu tür olanaklar yoktu. Yürüyerek çıkardığım ve sizinle paylaşacağım bu rotayı, Paris ile ilgili başka bilgilerle birlikte, gezi dönüşü kağıda dökmüştüm. O sıralar, değişik zamanlarda Paris’e gidecek birkaç arkadaşım vardı. Hazırladığım 6 sayfalık bu “rehberi” birkaç kopya basıp onlara vermiştim. Döndüklerinde çok yararlandıklarını söylemişlerdi. Yıllar geçince, ne yazık ki o yazıdan kendime bir kopya saklamadığımı hatırlayıp üzülmüştüm. Ama, büyük bir şans eseri, içlerinden bir can dostum o birkaç sayfayı saklamış. Uzun yıllar sonra bana bir kopyasını verince nasıl mutlu oldum, anlatamam. Bu sayede, söz konusu rotayı size de önerebileceğim.

Galerie Vivienne

Rotamızın başlangıç noktası olan Galerie Vivienne, Paris’in günümüze kadar ulaşabilmiş tarihi kapalı pasajlarından birisi. Kimi Galerie kimi Passages olarak adlandırılan bu mekanlar, daha çok 19. yüzyılın ilk yarısında yapılmış. Günümüz AVM’lerinin öncüsü sayılabilecek bu pasajlar, iki sokağı birbirine bağlayan, giriş katında sıralı dükkanlar olan, akşamları önceleri gaz lambaları (daha sonra elektrik) ile aydınlatılan, cam tavanlı, son derece süslü bir dekorasyona sahip, özel şahıslara ait yapılarmış. 1850’li yıllara gelindiğinde Paris’te yaklaşık 150 tane kapalı pasaj varmış. Bunların çoğu, Baron Georges-Eugène Haussmann’ın (1809-1891), III. Napolyon’un (1808-1873) emri ile, kenti yeniden düzenlemesi sırasında yok olmuş. Geriye kalanlardan günümüze yirmi civarında pasaj ulaşmış. Paris’e giderseniz, kültürel ve tarihi miras sayılan bu pasajlardan birkaç tanesine gitmenizi öneririm. Tüm pasajlar, Rive Droite olarak adlandırılan, Paris’in Seine nehrinin sağ kıyısındaki bölgede yer alıyor. Pasajların restore edilmiş, küçük dükkanlar ve hoş kafe-restoranlarla dolu halini görünce insan, İstanbul’un benzer şekilde yapılmış tarihi pasajlarının içler acısı haline üzülmeden edemiyor. Hazzopulo Pasajı (1871), Avrupa Pasajı (1874), Cité de Péra (Çiçek Pasajı) (1876), Aznavur Pasajı (1893), Rumeli Pasajı (1894), Afrika Pasajı (1905) ve diğerleri…

Galerie Vivienne 1974 yılından beri ulusal miras statüsüne alınmış

Galerie Vivienne’e gitmek için (bulunduğunuz yere bağlı olarak kullanacağınız hatlara binerek) metro ile Bourse durağına gelmelisiniz. Yürüyüşe geçmeden önce, 1998 yılına kadar Paris borsa binası olarak hizmet veren Palais Brongniart’a uzaktan bir bakabilirsiniz. Yapımına 1808 yılında, Napolyon Bonaparte’ın emri ile başlanan Palais Brongniart, mimar Alexandre-Théodore Brongniart’ın eseri. Napolyon, tüm borsa işlemlerinin aynı çatı altında, bu dev binada toplanmasını istemiş. 1826 yılında kullanıma açılan borsa, 19. yüzyıl boyunca endüstriyel gelişimin kalbi olmuş.

Galerie Vivienne’de nadide kitapların satıldığı bir kitapçı

Metrodan çıkınca, Bibliothèque Nationale de France (Fransa Ulusal Kütüphanesi) yönünde, Rue Vivienne’den aşağı doğru yürüyün. Galerie’nin üç kapısı var. Bir kapısı da paralel sokak olan Rue de la Banque’da olduğu için, oradan da aynı yöne doğru yürüyebilirsiniz. Eğer Rue Vivienne’i kullanıyorsanız, pasajın kapısını sol kolda, Ulusal Kütüphane’nin karşısında göreceksiniz. Rue de la Banque’dan indiyseniz, pasaj kapısı sağ kolda olacak.

Biz gezerken Galerie Vivienne’de bir defile vardı

Galerie Vivienne’e adım attığınızda, kendinizi 19. yüzyıldaymışsınız gibi hissedeceksiniz. 1974 yılında ulusal miras listesine alınan pasaj çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Burası, 1823-1826 yılları arasında, Noterler Odası Başkanı, Marchoux tarafından yaptırılmış. Mimar François Jean Delannoy’un eseri olan pasaj, mükemmel konumu nedeniyle kısa sürede Paris’in gözde bir alışveriş mekanı olmuş. Pasajdaki kafe-restoranlar, terzi ve ayakkabıcılar, perdeciler, kitapçılar vb. Paris’te o dönemin ünlü dükkanlarıymış. Ancak, Haussmann’ın düzenlemelerinden burası da nasibini almış. Prestijli dükkanlar Madeleine ve Champs-Élysées’ye taşınmaya başlamışlar. Yaklaşık 100 yıl sonra, Galerie Vivienne yeniden hareketlenmeye başlamış. Günümüzde, yemek ya da bir kahve için mola verebileceğiniz Bistro Vivienne’i, nadide kitapların satıldığı kitapçıları ve hazır giyim dükkanları ile yine hoş bir mekan. Yerlerdeki mozaiklere dikkat etmenizi öneririm. Bunlar orijinal ve İtalyan mozaik sanatçısı Gian Domenico Facchina (1826-1903) tarafından yapılmış. Yerde adını göreceksiniz. Pasajın üst katlarında apartman daireleri var. Bu dairelerden 13 numaralı olanında bir zamanlar Eugène François Vidocq (1775-1857) yaşamış. Kendisi de eski bir mahkûm olan Vidocq, daha sonra polis teşkilatında kurduğu kriminal bölüm ile, modern krimonolojinin babası olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda ilk modern özel dedektiflik şirketinin de kurucusu. Aralarında Victor Hugo, Edgar Allan Poe ve Honoré de Balzac gibi sanatçılar olan pek çok edebiyatçıya eserlerinde esin kaynağı olmuş.

Galerie Vivienne’nin Rue des Petits Champs sokağına açılan
üçüncü kapısı
Kaynak: www.viator.com

Galerie Vivienne’in üçüncü kapısı, Rue des Petits Champs’a açılıyor. Pasajın bu kapısı çok daha güzel ve burada, girişin iki yanındaki masaları ile, Bistro Vivienne var. Galerie Vivienne’in bu üçüncü kapısından dışarı çıktığınız zaman, sağınızda kalacak bir başka güzel pasaja da bir göz atabilirsiniz. Adı, Galerie Colbert olan bu pasajın, muhteşem bir cam kubbesi var. Tüm güzelliğine ve halka açık olmasına karşın, Galerie Colbert’de ticari hiçbir dükkan bulunmuyor. Tek istisna, girişte yer alan, art nouveau stilinde düzenlenmiş Brasserie Le Grand Colbert. Filmlerde sıklıkla kullanılan brasserie aynı zamanda tarihi anıt statüsünde. Galerie Colbert’de dükkan olmamasının nedeni, burasının Ulusal Kütüphane’ye ait olması. Binada kütüphaneye ait çeşitli enstitüler var. 1823-1826 arasında yapılan Galerie Colbert adını (ekonomi tarihi okumuş olanların tahmin edebileceği gibi), Kral XIV. Louis’nin bakanı ve ekonomide Merkantilizm modelinin Fransa’daki savunucusu Jean-Baptiste Colbert’den (1619-1683) alıyor. Bir zamanlar burada Colbert’in malikanesi varmış. 19. yüzyılda yerine mimar J. Billaud tarafından bu pasaj yapılmış. Çevredeki diğer pasajlar ve özellikle Galerie Vivienne ile bir süre rekabet edebilse de, Galerie Colbert bir süre sonra gözden düşmüş. 1974 yılında, ek binaya ihtiyaç duyulduğu için, Ulusal Kütüphane tarafından satın alınmış. Ancak, bina çok harap durumda olduğu için, bir ara yıkılması bile düşünülmüş. Neyse ki, 1980’lerde mimar Louis Blanchet tarafından, orijinal malzemesi kullanılarak yenilenmiş. Cam kubbenin altındaki Ölmekte Olan Eurydice heykeli, Fransız heykeltıraş Charles-François Lebœuf’a (1792-1865) ait.

Galerie Colbert‘deki, yılan tarafından ısırılmış
Eurydice heykelinden sadece bir detay çekmeyi
tercih etmişiz.
Ama, internetten sizin için heykelin bütünü ve galeri hakkında fikir verecek bir resim buldum
Kaynak: www.wikidata.org

Bu iki tarihi pasajı gezdikten sonra, Rue des Petits Champs’ın karşı kaldırımında, çaprazınıza düşecek bir konumda, bir başka pasaj göreceksiniz. Demir parmaklıklı kapısının yukarısında, taşın üstüne sarı metal harflerle, Passage des Deux-Pavillons yazısı var. Kapıdan girin. Burası, Paris’in en kısa tarihi pasajı. 33 metre uzunluğunda ve 2,2 metre genişliğinde olduğu söyleniyor. Galerie Vivienne’i anımsatan süslemeleri olsa da, burası Paris’in en güzel pasajı sayılmaz. Buna karşın, konumu itibariyle, çok önemli bir özelliği var. O da, şehrin 2. bölgesinde (arrondissement) bulunan ve yapıldıklarından itibaren birbirleriyle kıyasıya rekabet eden Galerie Vivienne ile Galerie Colbert’i kestirme bir şekilde 1. bölgedeki Palais-Royal’e bağlaması. Bu yolu tamamen tesadüfen bulduğumuz için o zaman bilmiyordum. Ama daha sonra, 1820 yılında inşa edilen Passage des Deux-Pavillons’un zaten yapılma amacının bu kolay geçişi sağlamak olduğunu öğrendim. 1830 yılında pasajı Galerie Vivienne’in sahibi Marchoux’nun satın alması ve buradan gelenlerin doğrudan Galerie Vivienne’e yönlendirilmesi, satış açısından o zamanlar Palais-Royal yönünden gelen müşterilerin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi.

Passage des Deux-Pavillons‘un Rue des Petits Champs sokağından girişi
Kaynak: wikimedia.org

Passage des Deux-Pavillons’un öbür ucundan çıktığınızda kendinizi, bir tarafında demir parmaklık olan küçük bir avluda bulacaksınız. Avluyu geçip, demir kapıdan çıkın ve onun açıldığı dar sokağın karşı tarafına geçin. Sütunların arasından yürüyün. Palais-Royal’e geldiniz.

Passage des Deux-Pavillons’un arka kapısı ve sizi
Palais-Royal’e ulaştıracak sütünlu geçiş
Kaynak: www.paristoric.com

İstanbullular bilir. Şehirde, turistlerin çoğunlukla kaçırdığı, göremeden İstanbul’dan ayrıldıkları, sadece yerli halkın bildiği pek çok güzel köşe vardır. İşte Palais-Royal için de durum aynıdır. Belki çok yakınındaki Louvre Müzesi’nin gölgesinde kaldığı için, turistler genellikle Paris’in ortasındaki bu vaha benzeri güzel köşeden haberdar değillerdir. Oysa burası, huzur veren bahçesi, avluları ve revaklı mimarisi ile Parislilerin gezinmek, ağaçların altında dinlenmek, kitap okumak, mimariye uygun kafelerde soluklanmak ve hoş vakit geçirmek için sığındıkları bir köşedir. Önceleri adı Palais-Cardinal olan saray, 1634 yılında (Sorbonne’un da mimarı olan) Jacques Lemercier tarafından Cardinal Richelieu’nün özel konutu olarak yapılmış. Richelieu’nün 1642 yılında ölümünden sonra saray Kral XIII. Louis’ye kalınca, ismi Palais-Royal olarak değiştirilmiş. Güneş Kral olarak anılan oğlu XIV. Louis çocukluğunda burada yaşamış. Fransız Devrimi’nden önce saray, Orléans Dükü Louis-Philippe’e geçmiş. Aşırı çapkın ve daima parasız olan Dük, sarayın bahçesinin üç tarafına apartman daireleri ve zemin kattaki revaklı kısma dükkanlar yaptırarak buradan gelir elde etmenin yolunu bulmuş. Bahçe de bu dönemde halka açılmış. Günümüzde sarayda Fransız Anayasa Konseyi ve Kültür Bakanlığı gibi resmi kurumlar bulunduğu için binanın içi gezilemiyor. Ayrıca, iki tarihi ve önemli tiyatro, Théâtre du Palais-Royal ve Comédie Française, bu komplekste yer alıyor.

Les Deux Plateaux ya da daha yaygın olarak bilinen ismiyle Colonnes de Buren (Buren Sütunları) Palais-Royal’in iç avlusunda (Cour d’Honneur) yapılmış sanatsal bir yerleştirme. Eser, 1985-1986 yılları arasında
Fransız sanatçı Daniel Buren tarafından yapılmış. Zamanın Kültür Bakanı Jack Lang‘ın, Tarihi Eserler Komisyonu’nun karşı çıkmasını ve kamuoyu eleştirilerini hiçe sayarak yaptırmakta ısrar ettiği eser, çok büyük tartışmalara neden olmuştu. Sütunların sanatsal yönü dışında bir de işlevsel tarafı var. Kültür Bakanlığı’nın avlunun altındaki bölümlerine havalandırma sağlayan bacalar bu sütunlarla gizlenmiş. Yerin altına kadar uzanan bazı sütunların etrafındaki havuzlara şans için para atmak yıllar içinde adet olmuş. 2010 yılında sütunların 6 milyon Avro harcanarak yenilenmesi tartışmaların yeniden alevlenmesine sebep olmuş.

Palais-Royal’in avlusunda yer alan, Belçikalı sanatçı Pol Bury‘e (1922-2005) ait, kinetik heykel-çeşme. Bury Topları olarak da bilinen La Fontaine des Spheres, 1985 yılında, yine Jack Lang’ın himayesinde yapılmış. Toplar, belli belirsiz hareketlerle, sürekli devinim halindeler.

Rastlantıyla gördüğüm bu plaket ile, sevdiğim Fransız yazarlardan Colette‘in (1873-1954) de Palais-Royal’deki apartman dairelerinde oturduğunu öğrendim. Colette burada, değişik dairelerde, otuz yıldan fazla yaşamış.

Yürümeyi sürdürüp, Palais-Royal’in önündeki meydana çıkınca dümdüz (Rue Rivoli) karşıya geçin. Kendinizi Louvre Müzesi’nin, yapıldığı zaman büyük tartışma yaratan cam piramitlerinin yer aldığı, avlusunda bulacaksınız.

Louvre’un avlusundaki büyük piramit
Yerin altında müzenin girişi ve fuayesi

Genelde sadece Louvre Piramidi olarak adlandırılsa da, Louvre’un alanında aslında toplam beş tane cam piramit bulunuyor. Belirttiğim şekilde anılan piramit bunların içinde en büyük olanı. Diğer piramitlerle birlikte, Çin asıllı Amerikalı mimar I. M. Pei’nin eseri olan Louvre Piramidi, oransal olarak Mısır’daki ünlü Giza Piramidi örnek alınarak yapılmış. Louvre Müzesi’ne ait zengin Mısır koleksiyonuna bir gönderme olarak tasarlandığı belirtiliyor. 1983 yılında yapımına başlanmış. Fransız Devrimi’nin 200. yılında, 1989 yılında açılışı yapılmış. Bu piramidin ana fonksiyonu, yeniden düzenlenen Louvre Müzesi’nin girişi olması. Yapıldığı dönemde çok fazla eleştirilen söz konusu piramit günümüzde kanıksanmış durumda. Diğer üç ufak piramit, yerin altındaki fuayeye doğal ışık girişini sağlamak için yapılmış. Beşinci ve yine çok ses getiren Ters Piramit ise, Louvre ile Tuileries Bahçeleri’nin arasında bulunan Place du Carrouselin (Carrousel Meydanı) altındaki alışveriş merkezine ışık sağlamak için tasarlanmış.

Louvre’un avlusunu geçtikten sonra, ister bir yaya köprüsü olan Pont des Arts yoluyla doğrudan, ister Seine nehri boyunca Pont Neuf’e yürüyerek, Cité adası üzerinden karşıya, Saint-Michel’e geçebilirsiniz. Neredeyse sonsuz seçenekler sunan Paris’te, yeni köşeler ve farklı rotalar keşfetmek üzere…

Bir Tutam Paris… (1)

– Bu saatte Blanche’a mı gidiyorsunuz?

İzbe bilet gişesinin küçük deliğinden bana bakan görevlinin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Kocaman açtığı gözleri ile bana bakıyor. Aslında saat henüz gece yarısı olmadı ama, adamın soruş tarzı ve yüz ifadesi birden sırtımdan aşağıya doğru yayılan bir soğuk ter ve ürpertiye neden oluyor. Ağzımı birkaç kere açıp kapıyorum ama görevli, bir geveleme sesi bile çıkaramadığımı görünce,

– Çok ama, çok dikkatli olun, diyor.

Doğal olarak, bu son cümlesi de sinirlerimi pek sakinleştirmiyor. Uzattığı biletleri alırken elimin titrediğini fark ediyorum.

Paris’e geleli henüz 12 saat olmamıştı. Gelir gelmez otele gidip eşyalarımızı bırakmış ve Musée d’Orsay’i gezmeye koşmuştuk. Elimizdeki kitapta perşembe geceleri müzenin 21:45’e kadar açık olduğunu okumuş ve zamanı değerlendirmeye karar vermiştik. Paris’te sekiz gün kalacaktık ve görmek istediğimiz yer çoktu. 1990 yılının mart ayı idi. Oslo ve Tromsø yazılarımda (erişim için linklere tıklayabilirsiniz) sözünü ettiğim, 31 yıl öncesinin ulaşım, iletişim ve benzeri konulardaki şartları bu gezide de geçerli idi.

******

Paris’e, bu geziden önce, çocukken gitmiştim. Çok kısa kalabildiğimiz o geziden hatırladıklarım, babamın bitmek tükenmek bilmeyen merakı ve enerjisi nedeniyle, çocuk bacaklarımın Paris’in eski metrosunun merdivenlerini umutsuzca inip çıkmaya çalışması idi. Az zamanda o kadar çok yer gezmeye çalışmıştık ki… Versailles Sarayı’ndan etkilendiğimi de hatırlıyorum ama, o zamanlar oturduğumuz Roma’nın Paris’ten daha güzel olduğunu düşünmüştüm. Hala da aynı fikirdeyim…

Versailles deyince, bir de hiç unutmadığım ve her aklıma gelişinde güldüğüm bir olay var. Sarayı gezip, babamın kullandığı araba ile, şehre dönmeye çalışırken bir türlü çevre yoluna çıkışı bulamadık. Bir şekilde, bir tarlanın kenarında bekçi kulübesine benzer bir yapının önüne çıktık. Babam yolu sordu, adam tarif etti. Babam,

– J’ai compris, (Anladım) dedi ve teşekkür etti.

Tarife göre yola koyulduk. Epeyce bir dolandıktan sonra, bir de baktık, biz yine aynı kulübenin önüne gelmişiz. İçerden yine aynı adam çıktı ve yine babama yolu tarif etti. Babam adama yine,

– J’ai compris,

Bize de,

– Şimdi anladım, dedi.

Babam bu sefer kendinden daha emin bir şekilde, önceden girmediği yollara saptı. Yine epeyce bir dolandık. Bir de baktık ki, biz yine aynı kulübenin önündeyiz. Benzer bir aşamadan geçip, üçüncü kez kendimizi yine o kulübenin önünde bulduğumuzda, adam artık yüzünde, “Bu kadar da olmaz” ifadesi ile, kafasını kaşıyarak dışarı çıkmıştı… Sonunda babam sapmamız gereken yerin, hiç de çevre yoluna çıkacak bir yol gibi görünmeyen toprak bir yol olduğunu anlamıştı. Etrafta ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Her seferinde görüp de, “Burası olamaz”, diye düşündüğü yol bizi çevre yoluna ulaştırdı. Kabus sona erdi…

Bu olaylardan en az yirmi sene sonra, 1990 yılında, yine Paris’teydim. Sonraki yıllarda da birkaç kez gittim ve uzun kalışlarım oldu. Her seferinde farklı yerler, farklı köşeler keşfettim.

******

Bilet aldığımız Concorde durağından metroya bindik. Artık, bilet alırken yapılan uyarıdan dolayı mıdır, bilemiyorum, metroda diken üstündeydik. Sanki bir gerilim ya da polisiye filminin içine düşmüştük. İnsanlar tuhaf, hatta tehlikeli görünüyorlardı… Zaten, baştan sona aksiliklerle dolu, garip bir gün olmuştu…

Arc de Triomphe‘dan detay
Fotoğraflar 1990 yılında, o zamanın oldukça iyi bir fotoğraf makinesi ile çekilmişlerdi. Zamanla renkleri solmuş olsa da, söz konusu gezide çekilmiş fotoğrafları
kullanmayı tercih ettim.

O gün, Paris’e Amsterdam’dan uçmuştuk. Yine, sigara içmediğimiz ve uçağın sigara içilmeyen kısmında yer kalmadığı için (Oslo yazıma bakabilirsiniz), First Class uçmuş, güzel bir yemek eşliğinde şarap ve ardından likörler içmiştik. Paris’e inene kadar her şey yolunda idi.

Arc de Triomphe‘dan detay
1806 yılında Napolyon‘un isteği üzerine yapımına başlanan Zafer Takı, 1839 yılında Fransa Kralı
Louis-Philippe tarafından açılmış. 1921 yılında alınan bir karar ile, Birinci dünya Savaşı’nda ölen ama, kimliği belirlenemeyen bir Meçhul Asker altına gömülmüş. Sönmesine hiç izin verilmeyen anma ateşi, her gün
saat 18:30’da yenileniyor.

Charles de Gaulle – l’Étoile meydanında Air France’ın servis otobüsünden indikten sonra, bir taksiye bindik. Şoför aksi mi aksi… Tenezzül edip, bavulları bagaja bile koymadı. Hani, “Fransa çok güzel de, Fransızlar olmasa” diye bir ifade vardır ya? Onu her yönden doğrulatacak türde bir adam. Yol boyunca söylendi, durdu.

Otelin adı bizi yeri konusunda yanıltmış… Bu sakin sokakta, birkaç gün sonra Montmartre‘daki ünlü
Place du Tertre‘e giderken yürümüştük.

Elimizdeki Paris kitabından Royale Montmartre diye bir otel bulmuş ve Amsterdam’dan telefon ederek yer ayırtmıştık. Eski defterleri karıştırdığım önceki yazılarımda belirttiğim gibi, o devirde yurt dışına gitmek pek çok yönden bir macera idi. İnternetin olmadığı bir dünyada kalınacak yer, ulaşım, gezilecek yerler ve benzeri konular büyük ölçüde bir bilinmezler yumağıydı. O ortamda biz de ancak, edindiğimiz bir Paris gezi kitabından bütçemize uygun görünen bir otel bulmuş ve zamanın ileri teknolojisi olan ankesörlü telefondan ülke kodu ile ülkeler arası otomatik arama yaparak, bu otelde yer ayırtabilmiştik.

Place du Tertre
Ünlü sokak ressamları…

Otel, Boulevard de Clichy’de idi. Taksi ile yaklaştıkça, etrafta bir takım sex shop’lar ve seks şovlarının yapıldığı kulüpler gözümüze çarpmaya başladı. Ünlü Moulin Rouge da otelin biraz ilerisindeydi. Öte yandan, sokakta görünen, gidip gelen insanlar gayet normal ve düzgünlerdi. Annelerinin elinden tutmuş, yürüyen çocuklar, evrak çantaları ile iş adamları, ellerinde fileleri ile alışverişten dönen ev hanımları…

Moulin Rouge kabare tiyatrosu kapılarını ilk olarak 1889 yılında açmış. Belle Époque (1880-1914) döneminin ünlü mekanının en önemli özelliği, kankan dansının ilk olarak burada yapılmış olması. Yangın geçiren bina, 1915’te yeniden yapılmış.

Taksiden inerken şoför,

– İyi otel, dedi.

Bunu hangi anlamda söylediğini daha sonra anlayacaktık…

İçeri girer girmez, yoğun bir boya badana kokusu bizi karşıladı. Resepsiyondaki adam otelde tadilat olduğunu söyledi. Zaten bozulan moralimiz, otel odasını görünce tamamen sıfıra indi. Oda, o zamanlar “Sirkeci oteli” tabiri kullanılan otellerin görümündeydi. Günümüzde Sirkeci’de çok güzel turistik oteller var ama o zamanlar öyle değildi. Arka tarafta bulunan odanın camından görünen yer ise, tam bir mezbelelikti.

Doğrusu, keyfimiz epeyce kaçtı ama, daha önce belirttiğim gibi, o akşam Musée d’Orsay’e gitmeye karar vermiştik. Bavulları bırakıp çıktık. O güne kadar ancak kitaplarda görebildiğimiz Claude Monet (1840-1926), Édouard Manet (1832-1883), Pierre-Auguste Renoir (1841-1919), Edgar Degas (1834-1917), Paul Cézanne (1839-1906), Paul Gauguin (1848-1903), Alfred Sisley (1839-1899) gibi çok sevdiğimiz sanatçıların eserlerini görecek olmanın verdiği heyecan hayal kırıklığımızın önüne geçti.

Musée d’Orsay

Ana salonun yukardan görünümü

O zamanlar, eski bir tren garı olan Gare d’Orsay müzeye dönüştürülerek açılalı henüz dört sene olmuştu. Bu dönüşüm en az müzenin barındırdığı eserler kadar önemli idi ve sanat çevrelerinde epeyce ses getirmişti. Seine’nin kıyısında, nehrin karşı yakasındaki Tuileries Bahçeleri’nin tam karşısında bulunan binanın yerinde daha önce Palais d’Orsay (Orsay Sarayı) varmış. 19. yüzyılın ilk yarısında yapılan bina çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra Danıştay (Conseil d’État) binası olmuş. 1871 Paris Komünü sırasında, çevresindeki binalar ile birlikte yakılmış. Harabeye dönen bina, yaşanan iç savaşın kötü bir anısı olarak 30 sene yıkıntı halinde bırakılmış. 1900 yılında yapılan Paris Dünya Fuarı öncesinde Fransız devleti araziyi Orleans demiryolu şirketine tahsis etmiş. Amaç, o zamana kadar kullanılan Gare d’Austerlitz’in kentin ücra bir yerinde olması nedeniyle, merkezi bir konumdaki Palais d’Orsay’ın yerine büyük bir tren istasyonu yapılması imiş. Şirket, 1897 yılında üç mimarı davet ederek bir yarışma açmış. 1898 yılında sonuçlanan yarışmayı mimar Victor Laloux’un, yakındaki Louvre Müzesi ve Légion d’honneur Sarayı ile son derece uyumlu bulunan, projesi kazanmış.

Musée d’Orsay’in terasından Seine nehrinin karşı kıyısındaki
Louvre Müzesi‘nin görünümü

Orsay Garı ve oteli iki yıl içinde tamamlanmış ve 14 Temmuz 1900 günü açılışı yapılmış. Paris’in merkezi istasyonu olarak tasarlanan binada yolcu asansörleri, bagaj için rampa ve asansörler, yerin altında 16 demiryolu hattı, elektrikli çekiş sistemi ve girişte resepsiyon hizmetleri gibi zamanın en modern olanakları sağlanmış. Mimar, tüm bu modern hizmetler için gerekli olan metal konstrüksiyonları otelin dış cephesi ile gizleyerek, yapıyı çevredeki tarihi binalarla son derece uyumlu hale getirmiş.

Gare d’Orsay, 1900-1939 yılları arasında, güneybatı Fransız demiryolu ağının merkezi olarak hizmet vermiş. Bu arada, oteli de pek çok ünlüyü ağırlamış. Ancak, 1939’dan sonra gar, daha uzun vagonları olan modern elektrikli trenler için uygun olmaması nedeniyle, sadece banliyö trenleri için kullanılmaya başlanmış. Daha sonra gar, farklı amaçlara da hizmet etmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş esirlerine paket göndermek için bir posta merkezi işlevi görmüş. Kurtuluştan sonra, aynı esirler için bir karşılama ve rehabilitasyon merkezi olmuş. Orson Welles’in Franz Kafka’nın kitabından uyarladığı Dava ve Bernardo Bertolucci’nin Konformist filmleri için set, Renaud-Barrault tiyatro topluluğu tarafından temsil mekanı olarak kullanılmış. 1973 yılında, otel kısmının da kapatılması ile birlikte, bina tamamen terk edilmiş. Ta ki, 1977 yılında Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing‘in girişimi ile müzeye dönüştürülmesine karar verilene kadar. Gar 1900 yılında açıldığı zaman ressam Édouard Detaille (1848-1912) hayranlığını, yapının muhteşem olduğunu ve bir Güzel Sanatlar Müzesi’ne benzediğini söyleyerek ifade etmiş. Müze, 1 Aralık 1986 günü Cumhurbaşkanı François Mitterrand tarafından açıldığı zaman, Édouard Detaille’ın bu benzetmesi 86 yıl sonra gerçekleşmiş olmuş. 2019 yılı verilerine göre, Musée d’Orsay’i 33 yılda 96.954.831 kişi ziyaret etmiş.

Yapının tren garı olduğu zamandan kalma saati karşıda

Musée d’Orsay’de 1848-1914 yıllarına ait eserler sergileniyor. Başta Empresyonist eserler olmak üzere, zengin bir resim koleksiyonunun yanında müzede heykel, grafik sanatlar, dekoratif sanat, mimarlık ve fotoğrafçılık dallarında yapıtlar bulunuyor. Binanın müzeye dönüştürülmesi projesi, mimarlar M. Bardon, M. Colboc ve M. Philippon tarafından gerçekleştirilmiş. Bunu yaparken, bir yandan Laloux’nun orijinal yapıtının ruhuna sadık kalınmış, öte yandan bir müze için gerekli eklemeler yapılmış. Üç kat üzerine düzenlenen müzede, garın büyük salonu ana eksen olarak kullanılmış. Heykellerin yer aldığı, yüksek tavanlı bu salon içeri girince insanı etkiliyor. Başınızı kaldırdığınızda görünen dev saat ise, yapının tren garı olduğu zamanlardaki gibi, saati göstermeye devam ediyor…

Musée d’Orsay’de Monet’nin iki eseri

Müze, bizim gibi, gece gezme olanağını değerlendirmek isteyen ziyaretçilerle doluydu. Ancak, özellikle tabloların sergilenişi beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. O güzelim tabloların çoğu doğru dürüst aydınlatılmamıştı. Tepedeki floresan lambaların sürekli vınlaması da ayrıca sinir bozucuydu. Oysa, çoğu Empresyonist ressamın en güzel ve ünlü tabloları burada sergileniyordu. Burada yer alan Gauguin’nin tablolarının çoğunu iki yıl önce, 1988’de, Chicago’da gittiğim bir Gauguin sergisinde görmüş ve inanılmaz etkilenmiştim. O sergide, başta Paris, Rusya ve Londra olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki müze ve özel koleksiyonlardan getirilen eserler müthiş bir şekilde sergilenmişti. Şu yıla kadar unutamadığım bir sergi idi Chicago’daki. Aynı eserleri, bu kez anavatanında özensiz koşullarda görmek beni çok şaşırtmıştı. Kısacası, Fransızlar müzeyi haftada bir gece açık tutmayı akıl etmiş ama sergilemeyi ona göre düzenlememişlerdi. Dilerim, aradan geçen otuz sene içerisinde bu konuda bir iyileştirme yapılmıştır.

Musée d’Orsay’de Gauguin’e ait heykellerden birisi

Müze çıkışı bizi hoş olmayan bir sürpriz bekliyordu. Daha birkaç saat önce kullandığımız, yakındaki Solférino – Musée d’Orsay metro istasyonu tamirat nedeniyle 20:30’da kapanıyormuş. Haberdar olmadığımız bu durum nedeniyle, Seine nehrinin karşı tarafındaki Concorde Meydanı’na kadar yürümek zorunda kaldık. Bir de üstüne gişedeki görevlinin Blanche için uyarısı eklenince, içimi derin bir endişe ve sıkıntı kapladı.

Kendimizi bir otele atsak… Blanche durağına yaklaştıkça sanki metroya binen insanların tipleri değişiyor. Şu adam sarhoş mu, nedir? Ya şu öbürü? Neden öyle gözlerini dikmiş bana bakıyor? Kimi de, sanki bulutlarda… Kafaları dumanlı gibi sanki. Metronun monoton gürültüsü bir yandan, bu acayip insanlar bir yandan… Kazasız belasız otele varırız umarım.

Neyse, ineceğimiz durağa geldik. Bir de şu kötü aydınlatılmış, loş ve izbe koridorları geçip yer üstüne çıkarsak, rahatlayacağım. Allah, Allah… Birkaç saat içinde çevrede bu ne değişiklik olmuş böyle? Sadece kırmızı neon ışıkların yanıp söndüğü seks dükkanları ve kulüplerin yarattığı keşmekeş değil, insanlar da çok farklı. Sanki bir tiyatro oyununda, yeni bir perde için dekor ve oyuncular değişmiş gibi. Gündüz gördüğümüz insanlar yok olmuşlar ve tamamen farklı bir kitle ortalığı istila etmiş. Kulüplerden dışarı yayılan müzik, işe çıkmış kadınlar ve karanlık görünüşlü adamlar…

Karanlığın basması ile birlikte sanki oteldeki boya badana kokusu daha bir kesifleşmiş. Çıplak, beyaz ışığın altında oda iyice kötü görünüyor. Camı biraz açıp, bir an evvel yatmalı. Yarın gezecek bir sürü yer var. Bir de şu sokaktan gelen gürültü olmasa… Şimdi de otelin içinden bağrışma ve koşma sesleri geliyor. Kapılar çarpılıp duruyor. Sanki birileri zorla birilerinin odasına giriyor gibi. Bir grup insan sözde eğleniyor mu, yoksa birilerinin ırzına mı geçiliyor, belli değil…

Yabancı bir ülkede ya da kaldığım herhangi bir yerde hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Saatler ilerledikçe, sabah kalkıp, bir şey yokmuş gibi gezmeye devam edeceğimiz şeklindeki iyimserliğimiz giderek kayboldu. Sadece o değil. Bağırma, çığlık, koşma ve kapı çarpma sesleri arttıkça, oda kapısının her an kırılarak açılacağı duygusu içimizi sardı. Odanın içindeki ufak bir masayı kapının arkasına dayadık ve sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Bir yandan da, elimizdeki kitaptan otel aramaya başladık.

Luxembourg Bahçesi‘nin içinde bulunan Fransız Senatosu
Yapımına ilk olarak 1615 yılında başlanan bina, Kral XIII. Louis’nin annesi,
Marie de Medici tarafından kendisi için saray olarak inşa ettirilmiş. Fransız Devrimi’nden sonra çeşitli devlet organları tarafından kullanılmış. 1958 yılından beri Senato binası olarak kullanılıyor.

Konutunu, Floransa’daki Pitti Sarayı‘nı örnek alarak yaptıran Marie de Medici bahçesinin de, yine aynı şehirdeki Boboli Bahçeleri‘ne
benzer şekilde düzenlenmesini istemiş.

Sabah olur olmaz kendimizi dışarı attık. Yaptığımız otel listesindeki ikinci otelde yer bulduk. Günümüzde olsa, (zaten böyle bir otele düşmezdik de, hadi diyelim ki oldu) elimizdeki telefon ile kolayca hallederdik sorunu. Yeni otel hem yer olarak hem de ortam olarak bize bir vaha gibi geldi. Hôtel Perreyve, kendi ifadeleri ile, Saint-Germain-des-Prés semtinin tam kalbinde, Luxembourg Bahçesi’nin (Le Jardin du Luxembourg) hemen yakınındaki Rue Madame (Sokağı), 63 numarada idi. Odayı gösterdiklerinde hemen karar verdik. Gerçi oda kapısı, yatağın ayak ucuna neredeyse sürünerek açılıyordu ama, oda ve banyo gayet temizdi. İnternetten gördüğüm kadarıyla, günümüzde bu otel yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam ediyor.

İsmini üstünde bulunduğu tepeden alan Luxembourg Bahçesi, heykelleri, havuzları, yürüyüş alanları ve kuytu köşeleri ile, insanın ruhunu dinlendiren bir yer

Bavullarımızı almak üzere, büyük bir sabırsızlıkla, Royale Montmartre oteline döndük. Boya kokusundan rahatsız olduğumuzu söyleyerek, sorunsuz bir şekilde otelden çıkış yaptık. Bu talihsiz başlangıca ve birkaç gün sonra cüzdanımı kaptırmama karşın Paris’de kalışımız çok güzel geçti. Rodin Müzesi, Picasso Müzesi gibi hala keyifle hatırladığım müzeler gezdik. (Öyle ki, çok kapsamlı bir müze olmasına karşın, Paris’tekini gezdikten sonra, nedense, Barselona’daki Picasso müzesi beni pek fazla heyecanlandırmadı). Paris’in tarihi ve güzel kafelerinde oturduk ve yeni yeni gelen baharın tadını çıkardık.

Rodin Müzesi‘nin bulunduğu Hôtel Biron, 1732 yılında mimar Jean Aubert tarafından bir malikhane olarak yapılmış. Rodin (1840-1917) burayı 1908 yılında terk edilmiş halde bulunca, atölye olarak kullanmaya başlamış. Ölümünden bir yıl önce tüm eserlerini ve kişisel resim koleksiyonunu Fransız devletine bağışlamış. Bunun karşılığında devlet, binayı ve araziyi satın alarak burayı müze olarak, 1919 yılında, halka açmış.

Öpücük, Auguste Rodin
Rodin Müzesi
Camille Claudel (1864-1943)
Rodin’in öğrencisi, ilham perisi ve sevgilisi…
Çağdaşları tarafından bir dahi olarak kabul edilse de, bir kadın heykeltıraş olarak var olmasına izin verilmediği için ve bu uğurda verdiği mücadele sonucu akıl hastanesinde son bulan bir yaşam…
Rodin tarafından yapılmış bu kilden çalışma, müzede beni en çok etkileyen eserlerden birisi idi.

Çocukken gidişim sayılmazsa, bir yetişkin olarak bu Paris’e ilk gidişim olduğu için, doğal olarak, ilk olarak giden herkesin gideceği, şehrin görülecek başlıca yerlerine (Eiffel Kulesi, Notre-Dame de Paris Katedrali, Champs-Élysées, Arc de Triomphe, Sacré-Cœur, Montmartre, Centre Pompidou vb.) gittik. Ancak, bunların yanında, çok fazla bilinmeyen, gidilmeyen yerler de keşfetme olanağımız oldu. Bu yazımda bu tür yerlerden birkaç örneğe yer vereceğim. Opera binasının yakınındaki Musée du Parfum (Parfüm Müzesi) bunlardan birisi idi. Ücretsiz gezilebilen bu küçük müze, meraklısı için vakit ayırmaya değer bir müze. Belli saatlerde, birkaç dilde yapılan rehberli turlar da ücretsiz.

Zamanında Paris’in tartışmalara yol açan yapılarından biri olan
Centre Pompidou, mimarlar Renzo Piano ve Richard Rogers tarafından tasarlanmış. 1977 yılında açılmış.
Şehrin Beaubourg semtinde bulunan Pompidou Merkezi’nde, Ulusal Modern Sanat Müzesi‘nin dışında, Kandinsky Kütüphanesi, tiyatro ve konferans salonları ile süreli sergi alanları bulunuyor.
Paris’te esen mimari modernleşme rüzgarı kapsamında yapılan eserlerin içinde benim en sevdiğim, Forum des Halles olmuştu.

1971 yılında taze meyve-sebze hali, Les Halles, yıkılarak yapılan
Forum des Halles alışveriş merkezinden Saint-Eustache Kilisesi‘nin (1532) görünümü

Fransa, XV. Louis’nin (1710-1774) parfüm merakı nedeniyle, 18. yüzyıldan beri dünya parfüm endüstrisinin merkezi olmuş. Fransız parfüm üreticileri yüzyıllar içerisinde çiçek, yaprak, yosun, ot, baharat ve başka girdiler kullanarak koku üretim tekniklerini geliştirmişler. Parfüm müzesi, bu üreticilerden birisi olan Parfumerie Fragonard firmasına ait bir müze. Şirket 1926 yılında, dünyanın parfüm başkenti olarak bilinen Grasse’da kurulmuş. 1983 yılında, 19. yüzyıldan kalma bir binada açılan bu müzede, ailenin yıllar boyunca parfüm ile ilgili topladığı nadide objeler ve sanat eserleri sergileniyor. Bunların arasında, antik Mısır’dan günümüze kadar kullanılmış olan, çeşitli boy ve şekillerdeki parfüm şişeleri özellikle ilgi çekici.

Musée du Parfum Fragonard
Kaynak: www.musee-parfum-paris.fragonard.com

Müzede ayrıca, ham maddeden nihai ürüne kadar, parfüm yapım süreci de ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu sürecin en önemli halkası, hiç şüphesiz, Fransızların ilginç bir şekilde “burun” olarak adlandırdıkları uzman kişi. Kullandığımız parfümlerin kokularını yaratan bu sanatçı kişiler, birkaç bin kokuyu ayırt edebilecek bir koku alma yetisine sahipler. Doğuştan normal insanların alamadıkları kokuları sezebilme kapasitesine sahip olmanın yanında, yıllar içinde bu becerilerini daha da geliştiriyorlar. Bir “usta burun” aylar, hatta bazen yıllar süren bir çalışma sonunda, türlü türlü ham maddeyi karıştırarak bir parfüm yaratıyor. Tıpkı bir müzik eseri besteler gibi. Bu benzetmeden olsa gerek, uzmanların kullandığı esans özlerinin durduğu özel masaya “parfüm orgu” adı verilmiş. Bir org klavyesi gibi dizilmiş esans özü şişelerinin yerleşimi de belli bir düzene göre yapılıyor. Müzede, 200 farklı esansın bulunduğu antika bir parfüm orgu ve parfüm formülleri içeren eski bir defter de sergileniyor. Günümüzde parfüm yaratım işlemlerinin çoğu artık bilgisayarlar, test çubukları ve laboratuvar test örnekleri ile yapılıyor. Ancak, uzman “burun”lara hala gereksinim var. Müzede, arzu ederseniz, kendi parfümünüzü yaratabileceğiniz aktivitelere de katılabiliyorsunuz. Bu gezinin hemen ardından, Alman yazar Patrick Süskind’in Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikayesi) isimli kitabını okumuştum. Çok beğendiğim ve etkilendiğim bu kitabı okurken Paris’teki Parfüm Müzesi’nde öğrendiklerim hep aklımın bir köşesindeydi. 2006 yılında, kitabın ummadığım kadar iyi çekilmiş bir filmi de çekilmişti.

Parfüm Orgu
Kaynak: www.musee-parfum-paris.fragonard.com

Sanırım, Notre-Dame Katedrali Paris’e giden herkesin listesinde olan başlıca yerlerden birisi. Bildiğiniz gibi Notre-Dame, Île de la Cité (Şehir Adası) olarak adlandırılan ve Seine nehri üzerinde bulunan bir adanın üzerinde bulunuyor. Bu ada, şehirde Seine nehri üzerinde olup, günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş iki doğal adadan birisi ve en büyüğü oluyor. Yukardan bakıldığında şekil olarak bir gemiye benzeyen Île de la Cité, nehrin her iki yakasına uzanan toplam sekiz köprü ile karaya bağlanıyor. Dokuzuncu bir köprü ile hem bu adadan hem de nehrin iki yakasından geçilebilen diğer ada ise, Saint-Louis Adası (Île Saint-Louis). Yerleşim tarihi M.Ö. 200 yılına kadar giden Île de la Cité, Paris’in merkezi olarak kabul ediliyor ve Fransa’daki bütün yol mesafeleri, Notre-Dame’ın önündeki Parvis Meydanı sıfır noktası kabul edilerek, buradan hesaplanıyor.

Notre-Dame Katedrali‘nin Parvis Meydanı‘na
bakan cephesi
Cité Adası’nın ucundaki park ve Pont Neuf köprüsünün bir bölümü. Adanın en batı ucunda olan bu park aslında önceleri Cité Adası’ndan ayrı iki adadan, (son Tapınak Şövalyesi’nin yakıldığı ) l’île aux Juifs ve l’île du Patriarche‘dan oluşuyormuş. Daha sonra Île de la Cité ile birleştirilmişler. En uçtaki salkım söğüt ağacı, Paris’in ikonik noktalarından birisi olarak kabul ediliyor. Pont Neuf, ismi aksini ima etse de, Paris’in en eski köprüsü kabul ediliyor. Adanın iki yanından uzanan köprü, Île de la Cité’yi Seine nehrinin iki yakasına bağlıyor. İlk olarak 1578- 1607 yılları arasında yapılan köprü, daha sonra birçok kez elden geçirilmiş. İlk halinde üstünde bulunan dükkanlar kaldırılmış.

Adada, Notre-Dame Katedrali dışında, Sainte-Chapelle Kilisesi, Adalet Sarayı (Palais de Justice), Emniyet Sarayı (Préfecture de police), Ticaret Mahkemesi (Tribunal de commerce) ve bir hastane de (Hôtel-Dieu) bulunuyor. 2013 yılı sayımına göre, Île de la Cité’de ikamet edenlerin sayısı 981 kişi.

Île de la Cité’de eski saraydan günümüze kalan ve Fransız Devrimi sırasında Marie Antoinette ile birlikte soyluların tutulduğu kuleler

Paris’in kalbi olarak tanımlanan Île de la Cité, asırlar boyunca Fransa’nın da kalbi olmuş denebilir çünkü, Fransa kralları 6. ve 14. yüzyıllar arasında buradaki sarayda oturmuşlar. Orta çağ boyunca, zamanın çoğu şehir kalelerinin etrafında yapay olarak yapılan su hendeğine doğal olarak sahip olan bu ada, aynı zamanda güçlü bir savunma mekanı niteliği de taşımış. Altı yüzyıl boyunca ilaveler ve yeniden yapımlarla inşa edilen kraliyet sarayının önemli bir kısmının yerinde günümüzde, 19. yüzyılda yapılan Adalet Sarayı binaları yer alıyor. Gotik tarzda, müthiş bir kilise olan Sainte-Chapelle Kilisesi ve Seine nehri kıyısındaki azametli dört kule, bu saraydan günümüze kalabilen az sayıda yapı. 14. yüzyıldan Fransız Devrimi’ne kadar olan dönemde saray Fransa Hazinesi, adalet sarayı ve asiller parlamentosu olarak kullanılmış. Devrim sırasında, Marie Antoinette ve diğer soylu mahkumlar burada tutulmuş ve yargılanmışlar.

Île de la Cité’de kurulan kuş pazarı

Île de la Cité’de, 1808 yılından beri kurulan bir çiçek pazarı var. Pazar günleri hariç her gün açık olan bu pazar, Louis Lépine Meydanı’nda, Ticaret Mahkemesi ile hastanenin duvarlarının arasında kuruluyor. Sabit küçük dükkanları ve tenteli portatif tezgahları ile burası, rengarenk her türlü taze çiçeğin satıldığı pek hoş bir pazar. Bulması da bir o kadar kolay çünkü, Cité metro durağı neredeyse bu pazarın içine çıkıyor. 1990 yılında, henüz ülkemizde çiçekçilik bu kadar ilerlememiş iken, daha da bir hoş görünmüştü gözüme. Yine de, 19. yüzyıldan kalma zarif dükkanları ve güzel teşhirleri ile hala ilgi çekici bulunabileceğini düşünüyorum. Pazar günleri, aynı mekanda, kapalı olan çiçek pazarının yerinde, bir kuş pazarı kuruluyor. Burada gördüğüm kuşlar, o güne kadar varlıklarından haberdar bile olmadığım, inanılmaz güzellikte, küçüklü büyüklü, dünyanın dört bir yanından gelmiş kuşlardı. Kafeslerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Kuşlar kadar, onları almak için gelen meraklıları izlemek de çok ilginç gelmişti bana. Yıllar içinde değişen dünya ve gelişen hayvan hakları sonucu, Paris’teki kuş pazarının da kaldırılmasına karar verilmiş. 2023-2025 yılları arasında pazarın faaliyetleri tamamen durdurulacakmış. İstanbul’da, Adalar’daki faytonlar üzerine olan tartışmalarda olduğu gibi, bir yanda hayvan hakları savunucuları kuşların bu şekilde kafeslerde tutulmasına karşı çıkarken, bir kesim de, koşullarının iyileştirilmesi ve sıkı denetim yapılması koşulu ile, bu tarihi pazarın korunması gerektiğini savunmuşlar. Sonunda, pazarın kaldırılmasına karar verilmiş.

Île Saint-Louis’nin sakin ve huzurlu ortamını hep sevmişimdir…
Soğuk ve yağmurlu bir günde Saint-Louis Adası’nda sığındığımız bu çay salonunda yaşadığım keyfi yıllar boyunca hiç unutmadım…

Tüm tarihi önemi, yapıları ve pazarlarına karşın, Île de la Cité’ye kıyasla, benim gönlüm hep Saint-Louis Adası’ndan yana olmuştur. O turist kalabalığı ve keşmekeşinden sonra bu sevimli adaya her geçişimde içimi bir mutluluk ve huzur kaplamıştır. Sessiz sokakları, küçük kafeleri, dondurma dükkanları ve güzel evleri ile Saint-Louis Adası insana, küçük ve huzurlu bir Akdeniz yerleşim yerini hatırlatır. Siz de, Paris’de gezmekten yorulup bir soluklanmak isterseniz, Saint-Louis Adası aklınızda olsun…

Yeniden (4): Salvador Dali’nin Dünyasına Yolculuk

11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, 1989 yılının 23 Ocak günü öldü. Şurası bir gerçek ki, güzel sanatlar alanında 20. yüzyıla damgasını vuran sanatçılardan biri olan Dali’nin eserlerini sevmemek mümkün, ama kayıtsız kalmak mümkün değil. Dali, o kendine has, deliliğin sınırlarında gezen ruh hali ve sırları ile birlikte bu dünyadan geçip gitti. Sanat tarihçileri, uzmanlar, psikiyatrist ve psikologlar onun iç aleminin ip uçlarını eserlerinde bulup çıkarmaya çalışsalar da, çözüldüğü düşünülen şifreler büyük olasılıkla buz dağının sadece tepesi.

Salvador Dali’nin yaşamında önemli yeri olan Teatre-Museu Dalí ve Pubol Kalesi’ni 27 Mayıs 2018 günü gezmiştik. Çok istememe rağmen, sanatçının Portlligat’taki evine ve stüdyosuna ise, gidecek zamanı bulamamıştık. Aynı yılın aralık ayında, blogumda bu gezi ile ilgili bir yazı yayınlamıştım. Geçen zaman içinde, söz konusu yazıma olan ilgi hiç azalmadı, artarak devam etti. Ben de, Dali’nin ölüm yıl dönümünde, henüz okuma fırsatı bulamamış olan okuyucular için tekrar yayınlamak istedim. Aşağıdaki linke tıklayarak, yazıya erişebilirsiniz.

Salvador Dali’nin Dünyasına Yolculuk

Kuzey Kutbuna Doğru

– Türkiye’de de Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor mu?

– Evet, kutlanıyor.

– O zaman demek ki, dünyada hiçbir yerde erkeklere huzur kalmadı…

Başka türlü söylense, sinir olabilirim. Ama, karşımdaki Norveçli görevli bu sözleri o kadar sevimli ve esprili bir şekilde söylüyor ki, birlikte gülüyoruz… Sabahtan beri bu kaçıncı Dünya Kadınlar Günü esprisi… Hepsi farklı ve komik bir şey söylemeyi başarıyor. Ne derler? Bir şeyi nasıl söylediğin en az ne söylediğin kadar önemli. Hatta bazen, daha da önemli…

Bugün, 8 Mart 1990. Son birkaç günden beri Oslo’da yaşadığım karışıklıklardan sonra şimdi Tromsø’ye (Tromsö okunur) uçuyorum. Sonunda her şey yoluna girdi. Aşağı yukarı yarım saattir uçuyoruz. Yolculuk, 1 saat 45 dakika sürecekmiş. Aşağıda bir süre, uçsuz bucaksız gibi görünen karlı dağlar ve dantel gibi fiyortlar görünüyor. Sonra, bulutların üstüne çıkıyoruz. Kuzey Kutbuna doğru gidiyoruz…

Oslo’da, kâh keyifle gezerek kâh endişe içinde geçirdiğim birkaç günden sonra Tromsø uçağında arkama yaslanıp uçuşun tadını çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Gerçi, tam olarak da rahatladığım söylenemezdi. Daha önce belirttiğim gibi, o günlerin teknolojik ortamında, yolculuk öncesinde Oslo hakkında bile elimde hemen hemen hiç bilgi olmazken, Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alan Tromsø benim için tam bir bilmeceydi. Dünyanın sonunda, ejderhaların yaşadığı bir ülke gibi… (Oslo ile ilgili yazıma erişim için linke tıklayabilirsiniz).

Oslo’daki şirket görevlileri, Tromsø’de beni Prof. Jan Raa’nun (Ro okunur) karşılayacağını söylemişlerdi. Dr. Christiaan Barnard’a olan şaşırtıcı benzerliği nedeniyle, onu tanımamın çok kolay olacağını da eklemişlerdi. 1967 yılında dünyada insandan insana ilk başarılı kalp naklini yapan Güney Afrikalı doktor Barnard’ı tabii ki hatırlıyordum. Gülen yüzü ile, zamanın tüm önemli yabancı ve yerli dergilerine kapak olmuş ve henüz 10 yaşında olmama karşın hafızamda yer etmişti.

Gerek Tromsø-Oslo arasındaki gidiş ve gelişim sırasında gerekse daha sonra Hollanda’ya uçarken, Norveç’te uçak ile yolculuk ve ona bağlı işlemlerin ne kadar kolay olduğu dikkatimi çekmişti. Öyle ki, günümüz Türkiyesinde, otuz yıl sonra bile, böyle bir kolaylığa erişemedik. Norveçliler için uçak, bizim şehirlerarası otobüslerden bile daha pratik bir ulaşım aracı idi. Kelimenin tam anlamıyla, havaalanına gidip, biletlerini alıyor ve uçağa biniyorlardı. Eminim, günümüzün internet ortamında bu işler daha da pratikleşmiştir. Ayrıca, bilete yapılacak değişiklikler de, şaşırtıcı bir şekilde, sorunsuz halledilebiliyordu. Değişen gezi programı nedeniyle, Stavanger ve Bergen’e gidişim iptal olunca, daha sonra Amsterdam ve Paris uçuşları içeren, çok uçuşlu biletimin değişikliği için epeyce heyecanlanmıştım. Oslo’da birlikte çalıştığım Norveçlilere biletimin nasıl düzeltileceğini birkaç kere sorunca, sakin olmamı, Amsterdam’a uçmak için havaalanına gidince sorunun çözüleceğini söylemişlerdi. Buna pek inanamasam da, daha fazla ısrar edememiştim. Nitekim, dedikleri gibi oldu. Birkaç dakika içinde biletim değiştirildi ve ben, yurt içi bir uçuş yerine, Amsterdam uçağına bindim.

Uçak alçalmaya başladı. Aşağıda her yer kar. Pilot, şu anda sıcaklığın -3 derece olduğunu söyledi. Oslo’nun 1800 kilometre kuzeyinde bulunan Tromsø, Kuzey Kutup Dairesi çizgisinin de 350 kilometre içerisinde, yani kuzeyinde, bulunuyor. Buradan Kuzey Kutbu’na uzaklık aşağı yukarı 2200 kilometre imiş.

Artık aşağısı çok net görünüyor. Hava epeyce güneşli ve pırıl pırıl. Gözlerim boşuna bir uçak pisti arıyor. Pist falan görünmüyor. Pilot, pist olması gereken yere, uçağı hiç sarsmadan iniyor.

Uçak piste o kadar rahat inmişti ki, uçaktan inen merdivenden yere adımımı hiç düşünmeden atmış, ancak ayağımın feci şekilde kayması ile birlikte apronun aslında tamamen buz olduğunu anlamıştım. Terminale doğru güçlükle yürürken, pilotu daha da takdir etmiştim. Türkiye’de buzlanan pist nedeniyle ertelenen uçuşlar, hatta keşmekeş haline gelen trafik aklıma gelmişti. Belli ki, Tromsø’de böyle şeyler sorun değildi. Buzul Çağı’nın sonundan beri burada yaşadığı bilinen insanoğlu, doğaya uyum göstermiş, normal ve uygar bir yaşam sürüyordu.

Fazla büyük olmayan terminale girer girmez onu görüyorum. Gerçekten de, Dr. Barnard’a olan benzerliği inanılmaz. Önce karşılıklı bakışıyoruz.

– Siz….

– Evet, diyorum cümlesini tamamlamasını beklemeden. Çünkü, onun Prof. Jan Raa olduğundan eminim.

El sıkışıyoruz. Karşılıklı nezaket sözleri…

– Çok güzel, diyor, atkı gibi boynuma doladığım ve omuzlarımı örten yün şalı göstererek.

Bu iltifatın üzerine, onun giyimi dikkatimi çekiyor. Ne boynunda bir atkı ne başında bir bere var. Üstünde, benim ilkbahar ve sonbaharda giydiğim türden bir deri mont. Önü açık ve içinde sadece bir gömlek görünüyor.

Jan Raa bana daha sonra, o montu Türkiye’den aldığını söyleyecekti. Kendisi, tanıştığım diğer Tromsø’lülere göre biraz daha ince giyiniyordu. Bu doğru. Ama diğerleri de, Kutup Dairesi içinde olmalarına karşın, bize göre daha ince giyiniyor gibiydiler. Jan Raa’nun söylediğine göre, içlerine boğazlarından ayak bileklerine kadar vücutlarını kaplayan, uzun kollu ve ince yünden içlikler giyiyorlarmış. Bana, Türklerin soğuktan korunmak için yanlış giyindiklerini söylediğini de hatırlıyorum. Ona göre, fazlasıyla kat kat giyiniyor olmamız doğru bir yöntem değildi.

Hava, beklemediğim kadar güneşli. Ama, çok kuvvetli esen bir rüzgâr var. O nedenle, Ankara veya İstanbul’da hissettiğimiz -3 dereceden çok daha sert ve üşütücü. Yine de, dayanılmaz değil.

Araba ile önce, kısa bir toplantı yapmak için üniversiteye gidiyoruz. Jan Raa, buzlu yollarda çok olağan bir şekilde arabayı kullanıyor. Yanımızdan geçen arabaların sürücüleri de gayet sakin. Yolların iki yanında uzanan uçsuz bucaksız beyazlığın yarattığı tekdüzelik insana, biraz boğuluyormuş hissi veriyor.

Tromsø’de iki şey beni çok şaşırtmıştı. Birincisi, havayı karanlık bulmayı bekliyordum. Oysa karanlık dönem, 22 Kasım ile 21 Ocak arasındaki 60 gün imiş. 21 Ocak’ta güneşin tekrar yüzünü göstermesi ile birlikte günler uzamaya başlıyormuş. Mart ayının başında güneş sabah saat 7 gibi doğuyor ve akşam saat 5’te batıyordu. İkincisi ise, etrafta gördüğüm ağaçlardı. Doğrusu, Kutup Dairesi içinde ağaç görmeyi hiç ummuyordum. Nitekim, daha sonra, şaşırmakta haklı olduğumu öğrenecektim. Çünkü örneğin, Kanada’nın ve Rusya’nın aynı enlemde bulunan bölgelerinde hiç ağaç yokmuş. Gerek havanın beklediğim kadar soğuk olmaması, gerekse burada ağaçların olması tamamen Gulf Stream etkisinden dolayı imiş. Kış nedeniyle yapraklarını dökmüş olan ağaçların, huş (birch) ağaçları olduklarını söylediler. Daha sonra ülkemizin Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinde de yetiştiğini öğrendiğim bu ağaçların gövdeleri, gümüşe çalan renkleri ile, kavak ağacını andırıyorlardı. Bunların dışında, çam ağaçları da vardı.

Tromsø’de huş ağaçları

Norveç’in kuzeydeki en büyük şehri olan Tromsø, iki ada (Tromsøy ve Kvaløy) üzerine kurulmuş. Adalar birbirlerine ve ana karaya köprü ve tünelle bağlanmış. Burası aynı zamanda dünyada Kuzey Işıkları’nın (Aurora Borealis) da en iyi izlenebildiği yerlerden birisi. Ben, doğru zaman olmadığı için, maalesef bu doğa harikasını izleyemedim.

Tromsø Domkirke (Protestan Katedrali)
1861 yılında yapılan bina, Norveç’te ahşaptan yapılmış tek katedral. Mimarı, Christian Heinrich Grosch.

Tromsø’nün şehir olarak kuruluşu, ilk kilisenin yapıldığı 1252 yılı olarak kabul edilse de, yaklaşık 11.000 yıldan beri burada insanların yaşadığı biliniyor. Şehrin öneminin artıp, Kuzey Kutup bölgesinde önemli bir ticari ve kültürel merkez haline gelmeye başlaması 1794 yılından itibaren oluyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Alman işgali sırasında, kısa bir süre Norveç hükümetine ev sahipliği de yapıyor. Günümüzde Tromsø, balıkçılık, fok avcılığı, denizcilik, balık ürünleri işleme ve depolama alanlarında gelişmiş. Burada ayrıca, 1969 yılında kurulan ve dünyanın en kuzeyindeki üniversite olmakla övünen Tromsø Üniversitesi (2016 verilerine göre, öğrenci sayısı 16.151), bir Meteoroloji Enstitüsü, Lapon (Sami) Çalışmaları Merkezi, Kuzey Işıkları Gözlem İstasyonu ve Norveç Kutup Enstitüsü var. Şehir, restoranları, barları ve genç nüfusu ile oldukça canlı bir yerleşim yeri.

Tromsø Katolik Katedrali (1861)
1537 yılında din alanında yapılan reformdan sonra Norveç’te Katolikler çok azalmışlar. 2019 verilerine göre Norveç nüfusunun % 68,7’si Luteryen Protestan, % 18,3’ü hiçbir kiliseye bağlı değil,
% 3,4’ü Müslüman ve % 3,1’i Katolik.

Üniversitede yaptığımız toplantıda Jan Raa bana, önümüzdeki üç günü saat saat gösteren programımı veriyor. Akademisyenler, araştırmacılar, özel şirket yetkilileri, yan sanayi yöneticileri ile görüşmeleri kapsayan, dört dörtlük bir program. Doğrusu, beklediklerinden bir hafta önce gelmeme karşın, sekreteri Irene son anda çok başarılı bir iş çıkarmış.

Üniversite, mimarisi ve iç dekorasyonu ile çok hoşuma gitti. Bir de, içerilerin sıcak olmasına çok sevindim. Anlaşılan, Norveçliler İngilizler gibi ısıtma konusunda tamah etmiyorlar. Norveç’e gelirken en büyük korkum oydu. İngiltere’ye kış aylarında her gidişimde olduğu gibi, içimin bir türlü ısınmayacağını düşünmüştüm. Norveçliler bu konuda hiç cimri değiller ve konforları için Kuzey Denizi’nden çıkardıkları petrolün nimetlerinden yararlanıyorlar.

Şimdi otele gidiyoruz. Jan Raa hem araba kullanıyor hem de sürekli konuşuyor. Projelerinden, genel olarak Norveç ve Tromsø’den söz ediyor. Norveç’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kuzey Denizi’nde petrol bulunana kadar ne kadar fakir bir ülke olduğunu, kendisinin hayatında ilk olarak portakalı on iki yaşında gördüğünü anlatıyor. Arada da, yüksek sesle düşündüğü ve beni şaşırttığı oluyor…

Tromsø sokakları

Prof. Jan Raa (1939- ), alanında dünya çapında tanınırlığı ve saygınlığı olan bir bilim insanı. Biyokimya, mikrobiyoloji ve deniz biyolojisi konusunda uzman. Akademisyen olmasının yanında kurduğu veya danışmanlık yaptığı birçok biyoteknoloji şirketi var. Bu anlamda, iş dünyasının da içinde. ABD ve Avrupa’da tescillenmiş sayısız patentin sahibi. Ayrıca, bazısını kendi kurup başkanlık yaptığı, devlete veya üniversitelere bağlı araştırma enstitüleri var. Uzmanlık alanları nedeniyle, başta somon olmak üzere, kültür balıkçılığı konusunda da dünya çapında tanınıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde, somon, kalkan, mersin balığı, yılan balığı gibi balıkların kültür yoluyla üretimine ya danışman ya da şirket ortağı olarak katkıda bulunmuş. Bu yazı için yaptığım bilgi güncellemesi sırasında, 2010 yılında kendisine Norveç Kralı tarafından, Norveç’e ve insanlığa katkılarından ötürü, Aziz Olav Nişanı’nın verildiğini öğrendim.

Jan Raa ile birlikte Scandic Hotel’e giriş işlemlerimi yaptık. Gösterilen saygıdan dolayı, kısa sürede onun adının Tromsø’de her kapıyı açabileceğini, akan suları durdurabileceğini anlıyorum. Buna karşın, kendisi de inanılmaz alçak gönüllü ve yardımsever. Daha itiraz etmeye fırsat bulamadan, bir bakıyorum ki bavulumu almış ve asansöre yönelmiş. Odaya girer girmez, sanki bir otel görevlisi imiş gibi, doğruca kalorifere giderek, sonuna kadar açıyor. Pencereleri kontrol ediyor. Üç kat cam olan pencerelerin çerçeveleri çok kalın.

Otelde birlikte yediğimiz öğlen yemeğinden döndüğümde odayı sıcacık buluyorum. Bir fiyorta bakan odamın kendisi de manzarası da çok güzel. Dün Oslo’dan telefon ettiğimde önce tüm otellerin bir festival nedeniyle dolu olduğu söylenip, sonra yer bulunduğu bildirilince, ben de doğrusu uyduruk bir yerde kalmak zorunda kalacağımı düşünmüştüm.

Otel odamdan manzara.
Önde huş ağaçları, fiyort ve uzakta ana kara.

Tromsø’de kaldığım günler çok yoğun geçmişti. Birbiri ardına gittiğim toplantıların bazılarına Jan Raa da katılıyordu. Ama çoğunlukla, o kendi işleri ve toplantıları ile meşgulken, ben kendi programımı izliyordum. Zaman zaman buluşmamız için sekreteri Irene beni, Raa’nun bulunduğu yere götürüyordu. Bir keresinde, arabası ile 30 kilometre uzaklıktaki üniversitenin Kültür Balıkçılığı Araştırma İstasyonu’na (Tromsø Aquaculture Research Station) gittik. Hatırladığım kadarı ile burası, bir dere ağzında, bir fiyortun kenarında idi. Henüz tam olarak bitmemiş binaya bir ay kadar sonra taşınılacaktı. Ancak, ahşap mimarisi ve dekorasyonu çok güzeldi. Uçsuz bucaksız bir “kar çölünün” ortasında yaratılan bu uygar ve güzel ortamı çok etkileyici bulmuştum.

Tromsø Kültür Balıkçılığı Araştırma Enstitüsü
Ben gittiğim zaman henüz bu kadar çok bina yoktu. Bir de, kış koşullarında doğal olarak her yer bembeyazdı.
Kaynak: https://nofima.no

– Seni bir balık çiftliğine götüreceğim.

– Tamam.

– Çok iyi bir çiftlik olduğu için değil. Aslında hiç iyi durumda olmayan bir yer.

Gerçekten merak ediyorum. Gördüğüm o kadar mükemmel tesisden sonra, buraya niye gidiyoruz? Neyse, hocanın bir bildiği var herhalde…

Araba ile birkaç kilometre gidiyoruz. Artık, ben de bu buz üzerinde araba ile gitme konusunda epeyce rahatladım. Bana da olağan gelmeye başladı. Kullananlar rahat olunca, yolcu olarak benim de endişem geçti. Araba lastiklerinde zincir olmadığı için, başlarda biraz gerilmiştim.

İşte geldik! Etraf biraz derbeder görünüyor gerçekten. Kısa bir süre sonra, gelme nedenimiz anlaşılıyor.

Balık çiftliğinin yöneticisi geliyor ve elimizi sıkıyor. İsmi… O da ne? Karşımda bir Türk var! Üstelik, daha Türkiye’de çağdaş anlamda kültür balıkçılığı henüz doğru dürüst başlamamışken o, bir balık çiftliğinin başında. Daha da şaşırdığım nokta, buraya dokuz sene önce Konya’dan gelmiş olması…

Biraz Türkçe konuştuk kendisi ile. Ayrıldıktan sonra Jan Raa bana Türkçesinin nasıl olduğunu sormuştu. Biraz zayıftı, güçlükle konuşuyordu. Raa’nun söylediğine göre, Norveççesi mükemmelmiş. Bölgedeki tek Türk olunca, Türkçe pratiğini kaybetmişti anlaşılan.

Kuzey Kutup Dairesi içerisinde, hele otuz sene önce, bir Türk ile karşılaştıktan sonra, tüm yurt dışı gezilerimde dikkatli konuşmaya ve davranmaya özen gösterdim. Öyle ya… Kutup bölgesinde bile, en ummadığım yerde, karşıma bir Türk çıktıysa, dünyanın her yerinde çıkabilirdi. Pot kırmamak için dikkatli olmak lazımdı. Nitekim, pot kırmadıysam da on altı yıl sonra, 2006’da Paris’te de böyle ilginç bir karşılaşma olayı yaşamıştım. Yeri gelirse, günün birinde onu da anlatırım…

Bir akşam, Jan Raa’ların evine yemeğe davetli idim. Otelden bir taksiye binip, kolayca verilen adrese gittim. Girişteki antrede, Norveçlilerin yaptığı gibi çizmelerimi çıkardım. Yemekte, Jan Raa’nun pişirdiği nefis bir morina balığı vardı. Biz eşiyle sohbet ederken, o pişirmişti. Yanında da domates salatası. Norveç’te seralarda bol miktarda domates yetiştirildiğini o zaman öğrenmiştim. Yemek ve gece geç saate kadar süren sohbet çok güzeldi. Norveçlilerin sevdiğim yanlarından biri de, bizde “tavuk gibi” diye ifade edilen erkenden yatma huyları olmaması olmuştu. Gerek Oslo’da gerekse Tromsø’de epeyce geç yattıklarını gözlemlemiştim. Gece hayatı konusunda tek çekinceleri, alkollü araba kullanma konusundaydı. Bu konuda çok sert kurallar ve cezalar vardı. Oslo ve diğer güney kentlerinde yüksek para cezaları uygulanırken, Tromsø’de alkollü araç kullanmanın cezası ehliyetinizin elinizden alınmasıydı. Bu nedenle, topluca içki içilecek bir ortama gidiliyorsa, gruptan ya da eşler arasından bir kişi ağzına alkol koymuyordu.

Peppermøllen Restoranı
Bir zamanlar Amundsen’nin kaldığı ev.
Tromsø’de bazı kaldırımlar alttan ısıtıldığı için buz yoktu.

Bir başka akşam, yine uzun ve yorucu bir çalışma gününün sonunda, Peppermøllen isimli bir restorana gittik. Jan Raa’nun eşi ve birkaç gün önce tanıştığım Türk de bizimle geldi. Peppermøllen’ın bulunduğu ahşap bina 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Bu açıdan çok sıra dışı sayılmaz çünkü, Tromsø’nün bir özelliği de Kuzey Norveç’te en çok sayıda ahşap evin bulunduğu yerleşim yeri olması. Bu evlerin en eskisi 1789 yılından kalmış. Aşı boyası olarak tabir ettiğimiz renkte boyanmış Peppermøllen’in binasının özelliği, buranın bir zamanlar, ünlü Norveçli kaşif Roald Amundsen’in (1872-1928) kaldığı ev olması. 14 Aralık 1911 günü Güney Kutbu’na diktiği Norveç bayrağı ile tarihe, buraya ulaşabilen ilk kaşif olarak geçen Amundsen, Kuzey Kutbu’na da seferler yapmış. İşte bu seferlerden önce, Tromsø’de bu evde kalmış. 12 Mayıs 1926’da hava gemisi ile Kuzey Kutbu’na da ulaşan Amundsen, dünyanın her iki kutbuna da ilk olarak varan tek kaşif olmuş. (Bu araçların, 20. yüzyılın başında Alman Kont Ferdinand von Zeppelin tarafından tasarlanarak, ZLT Zeppelin Luftschifftechnik şirketi tarafından üretilenlerine zeplin denilmektedir. Türkçede tüm bu çeşit araçlar zeplin olarak adlandırılmaktadır).

Norveçli kaşif Roald Amundsen
Kaynak: www.wikipedia.org

Amundsen’in 1926 yılında Kuzey Kutbuna gittiği hava gemisi Norge Kaynak: https://www.britannica.com

O kadar acıkmışım ki, antre midemin kazınmasını hiç kesmedi. Öğlen, çalışma arasında, füme somonun ağırlıklı olduğu çok hafif bir şeyler atıştırmıştık. O nedenle, bu akşam yemeğini dört gözle bekledim.

İşte ana yemek geldi. Tabii ki yine balık. Buraya geldiğimden beri sabah, öğlen akşam, balıksız bir tek öğün görmedim. Söylendiğine göre, Norveç’te kalp hastalıklarının yok denecek kadar az olması bu yüzdenmiş.

Muhteşem görünümlü bir somon önüme kondu. Yanındaki garnitürü ile birlikte, resim gibi. İlk lokmamı ağzıma atıyorum. Gayet leziz. Hevesle ikinci lokmamı kesiyorum ki, yanımda oturan Prof. Raa’nun eli bileğimi kavrıyor. Bir anlam veremiyorum. Kendisi daha balığına dokunmamış bile.

– Yeme bunu, diyor bana ve garsonu çağırıyor.

Garson gelince,

– Bu balıklar uzun süre buzhanede kaldıktan sonra çözülmüş ve sonra tekrar dondurulmuşlar.

Garson hiçbir şey diyemeden, şaşkınlık içinde öylece dikiliyor. Jan Raa işin peşini bırakmıyor.

– Şimdi bunların hepsini geri götürüp, doğru dürüst balık getiriyorsunuz. Bari bana yapmayın bunu, diyor.

Utanan garsonun eli ayağına dolanıyor. Itiraz etmeden ve hızla tabakları toplayıp gidiyor. Ben ise, hala guruldayan midemle, arkasından bakakalıyorum. Doğrusu, bana göre tadı gayet iyiydi ama, konunun uzmanı öyle diyorsa, bekleyeceğiz artık mecburen…

Neyse ki, Jan Raa sonradan gelen balıkları bir bakışta onayladı da biz de yemeğe devam edebildik. Arctic berry dedikleri kırmızı böğürtlenlerle yapılan tatlı çok güzeldi. Oslo’daki Theatercaféen’de de yemiştim bu böğürtlenlerden ama, sanki anavatanı olan Kutup Dairesi’nde daha bir lezzetliydiler.

Cumartesi sabahı Tromsø sokakları cıvıl cıvıldı. Buzdan heykeller, bir festival çerçevesinde, dünyada Kuzey Kutup Dairesi bölgesindeki ülkelerin sanatçıları tarafından yapılmışlardı.

Tromsø’de yediğim ve unutmadığım bir başka yemek, tam sevdiğim gibi kremalı ve yoğun bir balık çorbası idi. Yediğimiz restoran, Cumartesi günü olduğu için ailelerin çocukları ile geldikleri, çok yüksek tavanlı ve ahşap bir binada idi. İsmini maalesef hatırlamıyorum. Notlarımın arasında da bulamadım. Çorbamızı bitirdikten sonra, bir garson tüm restoranda bir tepsi gezdirmeye başladı. Üstünde, kürdanlara takılmış, kelimenin tam anlamıyla, simsiyah, bitter çikolata görünümünde, bir şeyler vardı. Yanında da portakal reçeli. Ben de herkes gibi, bir tane alıp reçele batırdım ve ağzıma attım. Daha önce yediğim hiçbir şeye benzemeyen, değişik ve garip bir tadı vardı. Ayı balığı (seal) imiş yediğim.

Tromsø’ye gelip de şehri biraz gezmeden ayrılmak olmazdı. Ne de olsa, öyle insanın her zaman gelebileceği bir yer değildi. O nedenle, Tromsø’den ayrılacağım Cumartesi sabahını şehri gezmeye ayırmıştım. Jan Raa ve eşi ile öğlen yemeği için otelin lobisinde buluşana kadar birkaç saatim vardı.

Kuzey Norveç Sanat Müzesi’nde Jan Jannessen‘in bir eseri

Cumartesi sabahı Tromsø, şenlik yeri gibi idi. Herkes, çoluk çocuk sokaklardaydı. Söylendiğine göre, her hafta sonu böyle oluyormuş. Tabii ki, yerler buz olduğu için çok dikkatli yürümem gerekmişti. Alttan ısıtılan bazı kaldırımlarda yürümek ise, hiç sorun değildi. Öğlene doğru, Nordnorsk Kunstmuseum’a (Kuzey Norveç Sanat Müzesi) gittim. Fazla büyük olmayan müzede, Oslo’daki Ulusal Galeri’den (Nasjonalgalleriet) ödünç alınmış eserler de sergileniyordu. Müzeye girerken hava günlük güneşlikken, çıktığımda yoğun bir kar yağışı vardı. Hızlı hava değişimleri buraların tipik özelliği imiş.

Tromsø’deki Kuzey Norveç Sanat Müzesi’nde de karşıma bir Edvard Munch (1863-1944) tablosu çıkması
hoş bir sürpriz olmuştu

Tromsø’den ayrılma zamanı da gelmişti… Havaalanında, Prof. Jan Raa karşıladığı gibi sıcak bir şekilde uğurladı beni. Kendisini, danışmanlık için geldiği İstanbul’da birkaç kere daha görecektim. Oslo’ya uçarken, görüş mesafesi yok olana kadar aşağıya, buzullara baktım. İnsanoğlu’nun doğayı yenmesinden mi söz ediyordu birileri? Buna yenmek değil de, talan ve tahrip etmek demek daha doğru idi sanki. Bir başka ifade ile, şikeli döğüştü. Yoksa buradan bakınca, doğa yenilmez görünüyordu. İnsan ise, güçsüz ve yalnız…

Yeniden (3): Noel Zamanı

Bugün Noel. Hz. İsa’nın doğum günü olması nedeniyle Hristiyan dünyası için önemli bir gün. Öte yandan, süslenmiş çam ağaçları, rengarenk ışıklar ve bu döneme özgü kek, pasta, kurabiye gibi yiyecekler, her ırktan ve inançtan insanın yaşamına şu ya da bu ölçüde girmiş bulunuyor. Bu ritüellerin bir kısmı, Hristiyanlar dışında, örneğin bizde olduğu gibi, Yılbaşı kutlamalarının bir parçası haline geldi. Belki bu sebepten dolayı, Yılbaşı ve Noel birbirine karıştırılarak, gereksiz husumetler, hatta daha fazlası yaşandı geçmişte bu ülkede. 30 Aralık 1994 günü, Taksim’deki The Marmara otelinin pastanesine atılan ve yazar Onat Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan’ın ölümüne neden olan bombayı unutmak ne mümkün. Bir de, 2016’yı 2017’ye bağlayan gece Reina’da yaşananlar var tabii. Çeşitli milletlerden, farklı inançlara sahip 39 canın öldüğü ve 70 kişinin yaralandığı…

Aslına bakılırsa, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmiyor. Hatta, bazı teologlara göre, Ekim ayında doğmuş olabilir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında, tamamen siyasi nedenlerle olmuş. Noel ile en çok ilişkilendirilen çam ağacı ise, Hristiyanlık öncesi pagan adetlerin bir devamı. Anadolu’da, geçmişi Hitit ve Frig dönemlerine kadar giden ağaç süsleme geleneği, Osmanlılarda nahıllarla sürmüş. Arapça nahl (hurma ağacı) kelimesinden türetilmiş olan nahıl ağaçları, özellikle Saray düğünlerinde ve sünnet düğünlerinde, ev sahiplerinin zenginliğini ve gücünü gösteren başlıca simgelermiş. Yaklaşık 100 kişi tarafından taşınabilen büyük nahılların boyu, 15-20 metreyi bulurmuş. Kat kat yapılan nahıllar, bal mumu ve kağıttan yapılan renkli toplar, meyveler ve küplerle süslenir, tepesine de yanan bir mum veya (on sekizinci yüzyıldan sonra) hilal konurmuş.

Kaynak: w.w.w.islamansiklopedisi.org.tr

Farklılıkların giderek keskinleştiği, yaratılan değişik kamplaşmalarla toplumların ve genel olarak dünyanın, kutuplaştırıldığı bir ortamda, kardeşlik ve dostluğa vesile olacak her kutlama sevinçle karşılanmalıdır kanımca. Ben de bu amaçla, Noel ile ilgili iki eski yazımı sizlerle yeniden paylaşmak istedim. Yine, daha önce okumamış olanlar veya tekrar göz atmak isteyenler için. İlki, çocukluk anılarım ile ilgili. İkincisi ise, İstanbul’daki Noel kutlamaları üzerine.

Barış, sağlık ve mutlulukla kalmanız dileğiyle…

Yazılara erişim için linklere tıklayabilirsiniz.

Noel Zamanı

İstanbul’da Noel Kutlamaları 24/12/2017

Madem ki … O Halde Biz de Şöyle Bir Eskilere Gidelim…

Otel odası fazla büyük değil ama, fena görünmüyor. İçeri girer girmez yüzüme boş ve ısıtılmamış odalara özgü bir soğukluk çarptı. Banyo daha sıcak gibi. Televizyonu açtım. Karşıma daha önce hiç görmediğim, kafası sıfır numara tıraşlı bir kadın şarkıcı çıktı. Alttaki yazıda isminin Sinead O’Connor olduğu yazıyor. Ne kendisini ne de söylediği “Nothing Compares to You” şarkısını daha önce duymamıştım. Kadının yanık yanık söylediği şarkı da, gözleri gibi, çok hüzünlü.

İçinde bulunduğumuz pandemi döneminin zorunlu kıldığı yaşam koşulları, her birimiz üzerinde farklı etkiler yaratıyor. Bunların bir kısmı görünür etkiler. Daha derinde yaşananların bedensel ve ruhsal sonuçları ise belki yıllar sonra karşımıza çıkacaklar. Salgının etkilerini yavaşlatma önlemleri çerçevesinde girdiğimiz bu “ikinci kapanma” evresini sanki herkes daha bir bıkkın ve düşük moralle karşıladı. Yaşama karşı genelde pozitif yaklaşımı olan bir insan olarak ben bile, kendimi bu sefer daha yılgın hissediyorum. Sanki distopik bir dünyanın betimlendiği bir romanın kahramanlarından biriymişim de birileri bu kitabı okuyormuş gibi…

Bu süreçte, kitap okumak ve yazı yazmanın dışında, ben de çoğumuzun yaptığı gibi bol miktarda film ve dizi izliyorum. Böylece, biraz da çok özlemini çektiğim yolculuk yapma arzumu hafifletiyorum belki. Hiç gitmediğim yerlerde geçen filmler yanında, gittiğim yerleri bu yolla yeniden görmek hoş oluyor. Bazıları aynen eskisi gibi. Bazıları ise çok değişmiş. Esasına bakarsanız, çok küçük yaşlarımdan beri, bir yerden ayrılma eylemi bana ölüm sonrası olacakları anımsatır. Her iki durumda da, zamanın o noktası bizim için bir sonu ifade ederken, ayrıldığımız şehir ya da ülkede değişim ve gelişim devam edecek, hayatlar kendi akışında sürecektir. Şehirler farklı şekillerde ve oranlarda büyüyecek veya başkalaşacak, insanlar bizsiz kendi yaşamlarını sürdürecekler. Tüm bu değişimler olurken, o yerin aklımızda kalan son iz düşümü bizim için gerçekliğini korumaya devam edecek. Geçenlerde Netflix’de izlediğimiz Norveç dizisi, Occupied da bana yine bunları düşündürdü. Dizide, 5 Mart 1990 günü ayak bastığım Oslo’dan bana tek tanıdık görünen bina, parlamento binası ve Kraliyet Sarayı oldu. Belki yapımın şehrin modern bölgelerinde çekilmesi özellikle tercih edildiği için, gördüğüm Oslo bambaşka bir yermiş gibi geldi bana.

Norveç Parlamentosu (Storting)
5 Mart 1866 yılında açılan binanın mimarı, İsveçli Emil Victor Langlet.
Ne tesadüf! Oslo’ya gittiğim gün, Parlamento binasının açılışının
124. yıl dönümü imiş.

Doğrusu, otel konusunda şaşırmadım desem yalan olur. İstasyondaki Turizm Danışma’dan önerdikleri Norona Hotel, çok katlı bir binanın sadece aradaki birkaç katını kapsıyor. Otelin resepsiyonuna, bir iş yeri girişi gibi olan binanın zemin katından bindiğiniz bir asansörle ulaşıyorsunuz. Sokaktan içeri adım atılan bir lobby yok. Resepsiyondaki soğuk tavırlı genç kadın, sadece iki gece için yerleri olduğunu hatırlattı. Biliyorum zaten. İstasyondaki görevli üçüncü gece için belki yer açılabileceğini, olmazsa, yine yardımcı olabileceklerini söylemişti. Aslında, daha birkaç ay önce Buket Uzuner’in “Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları” isimli kitabını okuduğum için kendimi bu otel görevlisi kadın gibi tiplere göre ayarlamıştım. O nedenle havaalanındaki pasaport kontrolü öncesi de yüzümü suratsız bir frekansa ayarladım çünkü, daha önce başka ülkelere girerken polislere kibar ve güler yüzlü davranmamın karşılığında aksi ve kaba tavırlarla çok karşılaştım. Ama, o da ne? Norveçli polis inanılmaz esprili birisi çıktı. Sadece o mu? Otele gelene kadar karşılaştığım herkes güler yüzlü ve kibardı. Belki de kısa sürede alıştığım o cana yakınlık yüzünden otel görevlisinin tavrı beni o kadar şaşırttı.

Otuz yıl içinde gelişen teknoloji, yolculuklar açısından pek çok kolaylık getirdi. Günümüzde, herhangi bir yere hayatımızda ilk olarak gidiyor bile olsak, önceden otel (hatta restoran) rezervasyonlarımızı yapabiliyor, araba kiralayabiliyor, gezilecek yerleri önceden saptayıp, müze ve benzeri yerlerin biletlerini önceden alabiliyor ve her günümüzü planlayabiliyoruz. Daha gitmeden, o ülkeye ya da şehire belli bir aşinalığımız oluyor. Tüm bunlar bize müthiş bir rahatlık sağlıyor. Öte yandan, bu durum işin macera kısmını yok ediyor. Bilinmeze doğru giderken duyulan merak ve heyecan önemli ölçüde azalıyor. Günümüzde insanlar nerede fotoğraf çektireceklerine bile gitmeden karar verebiliyorlar.

Oslo Katedrali (1694-1697)
Fotoğrafları, o zamanın iyi makinelerinden, otomatik bir Nikon ile çekmiştim. Günümüzün cep telefonları ile bile çok daha kaliteli fotoğraflar çekilebiliyor.

Gittiğim ilk İskandinav ülkesi olan Norveç’e uçarken yaşadığım heyecanı hatırlıyorum. Planlı bir iş gezisi olmasına rağmen, neler ile karşılaşacağımı ve neler göreceğimi günlerce merak edip durmuştum. Elimdeki yazılı bilgi kısıtlıydı. Internet zaten yoktu. İskandinav ülkeleri de o zamanlar öyle insanların sıklıkla gittikleri ülkelerden değillerdi. Dolayısı ile, çevremde kalınacak yer vb. konusunda danışabileceğim kimse de yoktu.

Oslo Katedralinin bulunduğu bölge, şehrin en kalabalık bölgelerinden…

Yurt dışı yolculuklar sırasında o günlerde yaşanan bir diğer sıkıntı da, para konusu idi. Türkiye’de henüz kredi kartları yaygınlaşmamıştı. Ayrıca, o dönemin kartlarının yurt dışında geçerli olmama gibi bir sorunu vardı ve bu, kartların üzerinde yazardı. Bu durumda, paranızı cebinize koyup, gitmeniz gerekiyordu. Hiç unutmuyorum, benim uçuşum pazartesi günü, çok erken bir saatte idi. O zamanlar çalıştığım bankanın mali işler bölümü, harcırah işlemlerini son iş günü olan bir önceki cuma gününe bırakmıştı. Sonunda, akşam üzeri saat beşte, önüme her biri 20 dolar olmak üzere, 200 tane banknot bırakıldı. Koca bir yığın! Neden böyle bir saçmalığın yapıldığını sorduğumda ise, elde sadece 20 dolarlıkların olduğu belirtildi. Doğal olarak, haftanın son iş günü, o saatte tartışmanın hiçbir yararı yoktu. Böylelikle, diğerlerine ek olarak, yolculukla ilgili bir de bu stres eklenmişti… Bir ay sürecek iş gezisi boyunca bu kadar parayı kaybetmeden ve çaldırmadan taşımam gerekecekti.

Bugünden geriye doğru bakınca, önemli olumsuzluklar olarak görünen tüm bu konulara rağmen, İstanbul’dan bindiğim Finnair uçağı ile Helsinki’ye uçup, oradan Oslo’ya aktarma yapmak, Oslo havaalanından bindiğim otobüsle geldiğim istasyondaki Turizm Danışma aracılığı ile otel bulabilmek bana müthiş bir kolaylık ve uygarlık gibi gelmişti o zaman. Bir de üstelik, her iki uçuş sırasında da beklemediğim bir hoşluk yaşamıştım.

Oslo Merkez İstasyonu

İstanbul’da check-in yaptığım sırada, Finnair’in bankosundaki görevli, utana sıkıla ve benden özür dileyerek, sigara içilmeyen bölümde koltuklarının kalmadığını, o nedenle beni First Class’a koyacaklarını söyledi! Evet, o yıllarda uçaklarda sigara içilirdi ve uçağın çok küçük bir bölümünde sigara içmeyenlere yer ayrılırdı. Bu bile, sigara içmeyenler için, önemli bir gelişme kabul edilmişti. İşte, o sigara içilmeyen kısıtlı bölgede yer kalmadığı için, ben beklemediğim bir konforla uçtum. O zamanların First Class’ı da (henüz Business Class icat edilmemişti), gümüş çatal kaşıkların, keten peçetelerin kullanıldığı, türlü türlü aperatiflerin, şarap ve dijestiflerin sunulduğu bir konfora sahipti. Aynı durum, Helsinki’den Oslo’ya uçarken de oldu. Aslında, o gezide yaptığım toplam sekiz uçuşun yedisinde, aynı sebepten dolayı First Class uçtum. Şansın ötesinde, galiba ben biraz da bu işin sırrını çözmüştüm. Bunun için check-in için acele etmeyip, biraz sonlara kalmak gerekiyordu…

Oslo’ya yerel saatle 16:15’te indik. İstanbul ile aramızda bir saat fark var. İndiğimizde hava güneşli ve 8 derece idi. Alçalırken manzara çok güzeldi. Nereye bakacağımı şaşırdım. Sanki her yer orman. Aralara serpiştirilmiş evler ve o güzelim fiyortlar. Muhteşem bir görüntü…

Otele yerleştikten sonra dışarı çıktım ve bir saat kadar yürüdüm, bir şeyler yedim. Oslo güzel bir şehre benziyor. Sokaklarda hemen hemen hiç insan yoktu. El ayak çekilmiş gibi. Zaten Oslo’nun 680 bin civarında, tüm ülkenin ise 4 milyonun biraz üstünde nüfusu var. Bizim son verilere göre ise, İstanbul 6,5 milyon, Türkiye 55,5 milyon civarında.

O gece dışarı çıktığım zaman, ıssız sokaklarda korkusuzca yürümek bana hala hatırladığım bir özgürlük duygusu vermişti. Sabah İstanbul’da iken, şimdi Oslo’da olmak fikri çok hoşuma gitmişti. Oysa daha önce, birçok Avrupa ülkesinin yanında, Atlantik’i aşıp, Amerika’ya da gitmiştim ama, böyle hissetmemiştim. Bu başka türlü bir duygu idi. Günümüzde, çok daha uzun mesafeleri çok daha kısa sürede katediyoruz ve bu bize gayet olağan geliyor. Teknolojik ilerlemelerin insan üzerinde yarattığı etki, zamana, kişilerin yaşına ve yeniliklere karşı ne derece açık olduklarına çok bağlı. Marcel Proust (1871-1922) ünlü “Kayıp Zamanın İzinde” isimli dev eserinin son ciltlerinden birinde, araba ile yaptığı bir yolculukla ilgili olarak, insan vücudunun böyle bir taşıt aracının hızına adapte olmasının mümkün olamayacağını, bu nedenle araba ile yolculuk yapmanın son derece rahatsızlık verici olduğunu yazmış. O zamanın arabalarının ortalama hızının günümüzün vitesli bisikletlerinin hızından bile daha yavaş olduğunu göz önünde bulundurunca, bu tespit bize şimdi komik geliyor. Hele ki bir zamanlar, bir İngiliz-Fransız ortak yapımı olan Concorde uçaklarının hızının ses hızından iki kat daha fazla olduğu düşünülünce. Bırakın Concorde’u, Proust eğer günümüzün arabalarına binseydi ne derdi, siz tahmin edin.

Oslo, gün ışığında daha da güzel gelmişti bana. Hava güneşli ve beklediğimden çok daha ılıktı. Hiçbir yerde kar yoktu. İş için gelmiştim ama, fırsatı değerlendirip, boş zamanlarımda şehri de gezmeye niyetliydim. Kahvaltıdan sonra, gideceğim şirketi defalarca arayıp da yanıt alamayınca, dışarı çıkmaya karar verdim. Mükellef kahvaltıda beni en çok şaşırtan şeyin, sunulan çok sayıda tuzlanmış ya da kurutulmuş balık çeşidi olduğunu hatırlıyorum.

Oslo’nun Bygdøy bölgesi

Bir gün önce Turizm Danışma’dan verdikleri küçük bir rehberde ilgimi çeken birkaç yer işaretlemiştim. Bunların arasından önce, şehrin Bygdøy bölgesindeki Viking Gemi Müzesi’ne gitmeye karar verdim. Bygdøy, Oslo’nun batı kesiminde bulunan bir yarımada. Buraya hem vapur hem de otobüs ile gidilebiliyor. Ben, otobüs ile gitmeyi tercih ettim. Çam ve kavak ağaçlarının arasından giden yol 15 dakika sürdü. Doğaya hayran oldum. Çok güzel ahşap evler vardı. Evlerin kalitesi ve sakin yollar bana buranın zengin bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündürdü. Burası ayrıca, Oslo’nun popüler bir eğlence ve dinlence (rekreasyon) alanı imiş. Hafta içi bir gün olması ve mevsim nedeniyle sanırım, etrafta kimseler yoktu.

Oslo Viking Müzesi

Viking Gemi Müzesi’nde, dünyada günümüze kadar gelebilmiş en iyi durumda olan üç Viking gemisi sergileniyor. Bir zamanlar büyük olasılıkla okyanusları aşmış olan bu üç gemi de denizde değil, karada gömülü olarak bulunmuşlar. Çünkü söz konusu gemiler, Viking adetlerine göre, soylu ve zengin sahipleri için mezar olarak kullanılmak üzere, Oslo Fiyort’undan karaya çekilmişler. Gemilerin üstüne ölüler için özel bir bölüm yapılmış. Cesetler ile birlikte değerli eşyalar, kap kacak, eğerler, silahlar, kızaklar, kayaklar ve ayrıca at, köpek ve tavus kuşu gibi hayvanlar da gömülmüş.

Mezar gemilerden çıkan eşyalardan bir kızak ve bir araba
Gokstad Gemisi

Üç geminin içinde en eskisi olan Oseberg’in yaklaşık olarak M.S. 820 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. 1904 yılında yapılan bir kazı ile ortaya çıkarılmış olan bu geminin ahşap süslemeleri inanılmaz derecede güzel. İnsan hem geminin hem de içindeki eşyaların üzerindeki ince işçiliği görünce, Viking’lerin tarihte vahşi, kaba saba insanlar olarak tanıtılmış olmalarına kuşku ile bakıyor gerçekten. Oseberg gemisinde, birisi ellili yaşlarında, diğeri ise yetmiş-seksen yaşında iki tane kadın cesedi bulunmuş. Arkeologlara göre, dini ve siyasi açıdan önemli oldukları düşünülen bu kadınlardan birinin, kurban edilerek diğerinin yanına gömülmüş olabileceği olasılığı da bulunuyor. M.S. 890- 900 yıllarında yapıldığı düşünülen Gokstad, 1880 yılında toprak altından çıkarılmış. Erkek cesedin bacak ve baldır kısımlarındaki kılıç yaraları, savaş sırasında öldüğünü gösteriyor. Mezarda bulunan diğer eşyalar ve hayvan iskeletleri, bu kişinin çok önemli birisi olduğunun işareti olarak kabul ediliyor. Üçüncü gemi, Tune, 1867 yılında toprak altından çıkarılmış. M.S. 910 yılında yapılmış olabileceği belirtilen bu gemi, diğerleri kadar iyi durumda değil. Define avcıları tarafından asırlar boyunca talan edilmiş.

Oseberg Gemisi
Kaynak: www.khm.uio.no/
Oseberg Gemisinden süslemeler. Gemiler ve içlerinde bulunan eşyalar ince tahta işçiliği
ile yapılmış detaylarla süslü.
Tune Gemisi

Bygdøy’de görmek istediğim ikinci müze, Kon-Tiki Müzesi idi. Viking Gemi Müzesi’ndeki görevli kadın, yolu tarif ederken, on iki dakikalık yürüme mesafesinde olduğunu söyledi. Yine çok güzel evlerin ve yeşilliklerin arasından yürürken, kendi kendime güldüm. On dakika değil, on beş değil. On iki dakika… Tam da o kadar sürdü. Demek ki, kadının yürüme hızı ile benimki uyumlu imiş.

Kon-Tiki Teknesi

Kon-Tiki Müzesi, Norveçli etnograf ve kaşif Thor Heyerdahl’ın (1914-2002) iki büyük projesi ile ilgili bir müze. Zooloji, botanik ve coğrafya eğitimi de almış olan Heyerdahl, insanların düşünmediğimiz kadar eski çağlarda deniz ve okyanusları aşabildiklerini kanıtlamak üzere yaptığı yolculuklarla ünlü. 1947 yılında, Orta ve Güney Amerika’da yetişen balsa ağacından yapılmış Kon-Tiki isimli teknesi ve ekibi ile birlikte, Peru’dan yola çıkarak, 8000 km yol almış ve Polinezya’ya ulaşmış. Yolculuk boyunca çekilen film, 1951 yılında “En İyi Belgesel” dalında Akademi Ödülü’nü (Oscar) almış. Müzede, bir sal görünümündeki Kon-Tiki’yi görmek mümkün.

Ra II Teknesi
Thor Heyerdahl (1914-2002)
Kaynak: www.kon-tiki.no

Müzede sergilenen ikinci tekne ise, papirüsden yapılmış olan Ra II. Heyerdahl, 1970 yılında bu tekne ile Kuzey Afrika’dan yola çıkıp, Atlantik Okyanusu’nu geçmiş ve Karayipler’de Barbados’a ulaşmış. Bu şekilde, Antik Mısır uygarlığının Atlantik Okyanusu’nu geçebilme kapasitesi olduğunu, aslında eski uygarlıkların düşündüğümüzden daha çok birbirleri ile temasları olduğunu göstermek istemiş. Heyerdahl ayrıca, Galápagos ve Isla de Pascua (Paskalya) adalarında ve Peru’nun kuzey bölgesindeki Túcume’de birçok kazıya da katılmış. Müzede, gemilerin dışında, Heyerdahl’ın UNESCO’nun “Dünya Belleği Listesi”ne kayıtlı 8000 kitabı, arşivi ve çeşitli buluntular da var.

Kon-Tiki Müzesi’nin arka tarafından fiyorta bakış

Sabahtan beri sokaklarda gezmekten epeyce yoruldum. Viking Gemi Müzesi ve Kon-Tiki Müzesi’nden sonra şehir merkezinde dolaştım. Nüfus o kadar az ki, en kalabalık olduğu söylenen yerler bile, İstanbul ölçülerinde inanılmaz tenha geliyor insana. İçinde “Ulusal Tiyatro”nun (Nationaltheatret) da bulunduğu, bir ucunda Kraliyet Sarayı, diğer ucunda Parlamento olan, uzun yeşillik alan pek hoşuma gitti. Ağaçlar, kafeler… Tiyatronun karşısındaki Theatercaféen ve biraz daha ilerdeki Grand Cafe, Norveçlilerin ünlü oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Henrik Ibsen’in de (1828-1906) bir zamanlar müdavimi olduğu yerler. Ulusal Tiyatro, Ibsen hayattayken olduğu gibi, günümüzde de Ibsen oyunlarının ağırlıklı olarak sahnelendiği bir tiyatro. Hedda Gabler, A Doll’s House, ünlü Norveçli besteci Edvard Grieg’in (1843-1907) müziğini bestelediği Peer Gynt… Tiyatronun önünden geçerken bunları anımsadım. Binanın önünde ünlü oyun yazarının bir heykeli de var.

Arada, fırsat buldukça, yine telefon etmeye çalıştım. Uzun uzun çaldırdım ama, boşuna. Yanıt veren yok. Bu işte bir iş var. Yarın, şirkete ulaşmak için başka bir yol denemeliyim…

Nationaltheatret (Ulusal Tiyatro)
Sol tarafta, tiyatronun karşısında, ünlü Theatercaféen var. Ibsen’in de müdavimi olduğu bu kafe, Norveçli dostların ifadesi ile, Oslo’da herkes tarafından görülmek ve herkesi görmek için gidilen bir yermiş…
Theatercaféen
Kaynak: www.theatercafeen.no

O zamanlar cep telefonu olmadığı için, iletişim kurmak bir problem idi. Bir yandan Oslo’da gezerken, içimde, derinlerde bir yerde, bir sıkıntı ve endişe olduğunu hatırlıyorum. Buna karşın, arada telefon etmeye devam ederken, Oslo Kalesi’ni de gezme fırsatı bulmuştum. Kalenin saat 19:00’a kadar açık olduğunu öğrenince, akşam üzerini orayı gezerek değerlendirmeye karar vermiştim.

Soldaki Ulusal Tiyatro’nun arkasında, uzaktan görünen Kraliyet Sarayı

Akershus, deniz kenarında, alçak duvarları olan bir kale. Ancak, duvarların görmeye alışkın olduğumuz kalelerden alçak olması, onun kolay yutulur bir lokma olduğunu düşündürmemeli. Aksine, tarihi boyunca İsveçliler ve Danimarkalılar tarafından yapılan pek çok kuşatmanın hiçbiri, düşmanlara zafer getirmemiş. Kale bir tek, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi İşgalinde Almanların eline geçmiş. Orta Çağ’dan kalma kalenin kesin yapım tarihi bilinmese de, 1290’lı yılların sonuna doğru yapılmış olduğu düşünülüyor. Bir dönem, Norveç Kralları tarafından saray, bir ara da hapishane olarak kullanılmış. Fazla yüksekte olmamasına rağmen, buradan manzara çok güzel.

Akershus Kalesi

Oslo’yu gezmek çok hoşuma gitse de, ziyaret edip, birlikte çalışacağım şirket ile haberleşememek sinirlerimi gittikçe germeye başlamıştı. Oslo’da erişemediğim şirketin hazırladığı programa göre, bir sonraki gün, Norveç’in Kutup Dairesi Bölgesi’nin (Arktik Bölge) içinde kalan yerleşim yerlerinden Tromsø’ye uçacaktım. Sonunda, orada ziyaret edeceğim kişiyi aramaya karar verdim.

Oslo Merkez Postanesi’ne adım atınca insanın yüzüne, soğuk havadan içeri girince iyi gelen, bir sıcaklık vuruyor. Buna bir de, koyu renk ahşap duvar kaplamalarının, bankoların ve telefon kabinlerinin göz okşayan sıcaklığı eklenince, insanın içi ısınıyor. Bankodaki adama Tromsø’yü aramak istediğimi söyleyince, numarayı istedi ve belirttiği kabine gidip, beklememi söyledi. Kabin oldukça geniş. İçinde, kendisi gibi ahşap, bir de bank var. Oturdum, bekliyorum.

Telefon çalıyor…

– Alo…

– Aradığınız numara hatta. Görüşebilirsiniz.

Biraz heyecanlanıyorum…

– Alo, Profesör Jan Raa ile görüşebilir miyim?

– Ben sekreteriyim. Kendisi bir toplantıda.

Ses, inanılmaz derecede net geliyor. Kutup bölgesinde bir yer ile konuştuğuma inanmak zor.

Kim olduğumu, planlandığı gibi Oslo’ya geldiğimi ama, … şirketine ulaşamadığımı, ertesi gün Tromsø’ye uçacağımı söylüyorum.

Karşı tarafta bir sessizlik oluyor…

– Oh! Aman Tanrım… Biz size ayın birinde bir faks çekip, bir hafta sonra gelmenizi rica etmiştik. Özel bir festival nedeniyle Tromsø’de bütün oteller dolu…

Bu kez sessiz kalan taraf ben oluyorum çünkü, şok olmuş haldeyim. “Kan beynime sıçradı” derler ya, aynen öyle. Aklımdan hızla, bin bir şey geçiyor… O faksın bana ulaşmamasından kimlerin sorumlu olabileceğini, eğer elime geçerlerse neler yapabileceğimi düşünüyorum. Sanki içime doğmuş gibi, uçak biletini son güne kadar kestirmemiştim…

Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemde geçen, Postacı Kız kitabında telgrafı anlatırken ondan, “Elektrik, düşüncenin hızından çok daha hızlı hareket ediyor, düşüncenin kavrayamayacağı kadar hızlı”, diye söz eder (The Post Office Girl, s. 9). Günümüzde, telgrafı hayatında görmemiş ve yukardaki cümleyi komik duruma düşüren, görüntülü-görüntüsüz her türlü iletişim aracını kullanabilen, kaç nesil yetişti. Yok, 1990’ların başında telgraf ile haberleşmiyorduk. Zamanına göre o da bir haberleşme devrimi sayılan teleks döneminden geçip, faksa ulaşmıştık. Gerçi, artık o da yavaş yavaş haberleşme sahnesinden silinmeye başladı ama, o zamanlar bu alandaki en ileri araçlardan biriydi. Yeter ki, ofislerde bir yerlere takılmasın, yanlışlıkla çöpe atılmasın ve elinize ulaşsın…

Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet)
Tromsø ile yaptığım telefon görüşmesinden sonra, sinirlerimi yatıştırmak ve kafamı toplamak için gitmiştim.

Telefonu kapattıktan sonra İstanbul’u, yöneticimi aramıştım. Artık durumu nasıl anlattıysam, sakin olmamı ve bir çözüm bulunamazsa, Oslo’da bir hafta kalabileceğimi söyledi. Neyse ki, buna gerek kalmadı. Prof. Jan Raa’nun becerikli sekreteri iki gündür ulaşamadığım Oslo’daki şirketin sahibine evinden ulaştı. (Şirket o günlerde taşındığı ve telefonları bağlanmadığı için kendilerine ulaşamamışım). Tromsø’de bana bir otelde yer bulundu. Bir sonraki haftaya göre düzenlenmiş tüm randevular, güçlükle de olsa, bazı değişikliklerle tekrar alındı ve ben planlandığı gibi, ertesi gün Tromsø’ye uçtum.

Gustav Vigeland’ın Ulusal Galeri’de bulunan iki eseri. Sanatçının ayrıca, kendisine ait bir müzesi de var. İçinde, Vigeland’ın bronz, granit ve dövme demirden iki yüzden fazla heykeli bulunan Vigeland Park‘ını, karlar altında olduğu için, maalesef gezememiştim. Parka, 1940-1949 yılları arasında yerleştirilen heykeller sanatçının kırk yıllık emeğinin ürünleri.

Aksiliklerle başlayan Oslo’daki kalışım, umulmadık şekilde bitti. Değişen program nedeniyle, üç gün sonra Oslo’ya geri döndüm. Ancak bu sefer, herhangi bir yerde değil, şirket ortaklarından, Norveç eski Genel Kurmay Başkanı, General Sverre B. Hamre’nin (1918-1990) evinde kaldım. Bu planda olmayan bir şeydi. Ama, olan aksiliklere o kadar üzülmüşler ki, bu konuda çok ısrarcı oldular. Üç gün boyunca, beni içten bir misafirperverlikle konuk ettiler.

Çığlık (1893)-Edvard Munch
Ulusal Galeri
Bu tablonun fotoğrafını çekebilmek için, kalabalık bir Japon grubu beklemek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Hepsi tek tek önünde fotoğraf çektirmişlerdi. O kadar beklemenin sonunda, bir de istemeden flaşım patlamış…
Melankoli (1892)- Edvard Munch
Ulusal Galeri
Munch’un eserlerinin bir kısmını da, daha sonra gideceğim kendi özel müzesinde görme fırsatı buldum.
Internetten öğrendiğime göre, Edvard Munch’un bütün eserleri 2021 ilkbaharında açılacak olan bu yeni Munch Müzesi’ne taşınacakmış. Anlaşılan, Norveçliler Oslo’ya yeni bir çehre kazandırmak konusunda kararlılar. Ben şahsen, çok
hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim.
Kaynak: https://www.munchmuseet.no
Fotoğraf: Adria Goula

Oslo’ya ikinci gelişimde, hava epeyce soğuk ve karlı idi. Yoğun kara rağmen, ünlü Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944) ve heykeltıraş Gustav Vigeland’ın (1869-1943) müzelerini gezdim. Bir de, Norveç’in hala faaliyette olan en eski tiyatrosu, Centralteatret’te (1897) bir kabare izledim. Denizci şarkılarından oluşturulmuş, pek hoş bir gösteri idi.

Madonna (1892-95)- Edvard Munch
Munch Müzesi
Sanatçının beş farklı uyarlamasını yaptığı bu tablonun Munch Müzesi koleksiyonunda olanı 2004 yılında çalınmış. İki yıl sonra bulunabilmiş.
Vampir (1893-1895)- Edvard Munch
Munch Müzesi
Sanatçı, bu yağlı boya tablodan altı değişik uyarlama yapmış. Bunlardan üç tanesi Munch Müzesi koleksiyonunda bulunuyor.

Vigeland Müzesi’nden heykeller. Müze binası, 1921 yılında, Oslo Belediyesi tarafından sanatçı için atölye olarak inşa edilmiş. Buna karşılık, Gustav Vigeland tüm eserlerinin Oslo Belediyesine verilmesini vasiyet etmiş. Vigeland aynı zamanda, Nobel Barış Ödülü
Madalyası’nın da yaratıcısıdır.

Tanıştığım insanların bazıları artık hayatta değiller. Bazıları çok yaşlanmış. Öyle anlaşılıyor ki, gördüğüm yerler de epeyce değişmiş. Ama Norveç ve Oslo, otuz yıl öncesinin heyecanlı ve pek hoş enstantaneleri ile aklımda ve kalbimde yerini aldı.

Giden selin ardından, anılar kaldı…

Yeniden (2): Ravenna… Nefes Kesen Mozaikler Şehri…

Yeniden kategorisinde bu kez yayınlayacağım yazı, 30 Ocak 2018 tarihinde yayınladığım Ravenna ile ilgili yazım olacak. Ravenna, 2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesine yaptığımız gezi ile ilgili yazdığım yazı dizisinin bir parçası idi.

Geçen zaman içinde Ravenna’yı pek çok kez hatırladım. Unutmadım demek daha doğru olur… Öyle bir şehir nasıl unutulur ki? Beşinci ve altıncı yüzyıldan kalma o mozaikleri… İstanbul’daki Aya Sofya’nın da hamisi olan Bizans İmparatoru Jüstinyenin yaptırdığı San Vitale Bazilikası’nı ve diğerlerini…

Bu yazıyı seçmemde bir diğer etken de, son zamanlarda çok fazla okuyucusunun olması. Belki, gidilmiş ve anımsanmak istenen bir yer olduğu için. Belki de, Covid-19 nedeniyle kısıtlanan seyahat zevkimiz artık yeni yerlere gitme arzumuzu iyice kamçıladığı için. Bu konuda izlediğimiz gelişmeler, özgürce gezebileceğimiz günlerin henüz çok yakın olmadığını gösteriyor. Ama, ünlü İngiliz ressam David Hockney’in dediği gibi, hayallerimizde canımızın istediği her yere gitmemiz mümkün…

Ravenna ile ilgili yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz.

Ravenna… Nefes Kesen Mozaikler Şehri…

Usta ve Margarita

Sizin de hiç aklınızdan geçer mi, bilmiyorum. Okumak istediğiniz kitaplara yetişemeyeceğiniz duygusuna kapılınca, “Yine öyle bir şey olsa ki, evden çıkamasak ve saatlerce, doya doya kitap okusak” der misiniz hiç? Askeri darbeler sonrası yaşadığımız sokağa çıkma yasakları değil tabii kast ettiğim. Benim aklım daha çok, epeydir yaşamadığımız, aşırı kar yağışı nedeniyle eve kapandığımız dönemlere gider. O günleri özlerim. Halen içinde yaşadığımız COVID-19 pandemi süreci bu anlamda, özellikle tamamen eve kapandığım dönemde, büyük bir fırsat oldu benim için. Yıllardır, yaşam şartlarının dayattığı koşuşturma nedeniyle, başlamaya cesaret edemediğim (eskilerin tabiri ile) kallavi kitapları da, bir o kadar yoğun ama daha ince olanları da, aynı merak ve istekle okuma fırsatım oldu. Tüm o, evin temel ihtiyaçları için sanal alışveriş sitelerinde harcadığım zamana, ev işlerine yetişme çabama ve kimi zaman bozulan sinirlerime rağmen, çok verimli bir okuma dönemi oldu bu süreç benim için. Klasikleri de çağdaş kitapları da keyifle okudum. Bazılarını ilk okuyuşumdu. Bazılarını ise tekrar okudum. Kimi kitapları, farklı yaşlarda farklı algılar insan. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamız, belli bir yaştan sonra, insanın arada bazı kitapları tekrar okuması gerektiğini söylerdi. Çok haklıymış. İşte, Usta ve Margarita böyle okuduğum kitaplardan biriydi.

Ben, Usta ve Margarita’yı (The Master and Margarita) İngilizce çevirisinden okudum. Umarım ukalalık olarak algılanmaz ama, kimi gerçekten çok kötü çeviriler nedeniyle, yabancı dilde yazılmış kitapları mümkünse orijinal dilinde, bu mümkün değilse, saygın bir yayınevinin İngilizce çevirisinden okumaya çalışıyorum. Geçenlerde okuduğum orijinali Almanca olan bir eserin Türkçe çevirisinde öyle hatalar vardı ki, keyfim kaçtı. Örneğin, sanki at ya da eşekten söz ediyormuş gibi, bisikletin selesine çevirmen semer demeyi uygun görmüş ve kitap herhangi bir denetimden geçmemiş olmalı ki, o haliyle okuyucunun karşına çıkarılmış. Eminim siz de, bu tür hatalarla sıklıkla karşılaşıyorsunuzdur. Ancak, bazı kitapları ben de Türkçe çevirilerinden okumak zorunda kalabiliyorum. Bu durumda, yayınevi ve çevirmen adı bir kılavuz olabiliyor. Usta ve Margarita kitabının Türkçesi de ülkemizde, farklı çevirmenlerin çevirileri ile, birkaç yayınevi tarafından yayınlanmış bugüne kadar.

Mikhail Afanasyevich Bulgakov
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Rus yazar Mikhail Afanasyevich Bulgakov’un eseri olan Usta ve Margarita, yazarın gerek kişisel yaşamıyla gerekse bir yazar olarak yaşadığı Stalin dönemi Rusya’sı ile ilintili pek çok gönderme ve şifre barındırıyor. Bulgakov 1891 yılında Kiev’de, Rus bir ailenin yedi çocuğundan birisi olarak doğmuş. Ailenin, 1906-1919 yılları arasında Kiev’de yaşadığı bina günümüzde müzeye dönüştürülmüş. Andriyivsky Yokuşu No: 13 adresinde bulunan müzeyi Kiev’e gidişlerimden birinde ziyaret etmiştim. Bulgakov ailesi binanın ikinci katındaki 7 odalı dairede yaşamış. Müzenin koleksiyonundaki 4000 parçadan 500’ünün aileye ait özel kitap, orijinal fotoğraf ve defterlerden oluştuğu belirtiliyor. Bulgakov daha sonra Moskova’ya taşınmış olsa da, bu evi unutmamış ve Beyaz Muhafız kitabında kahramanlarının mekanı olarak kullanmış.

Kiev’deki Bulgakov Müzesi
Yazarın 1906-1919 yılları arasında yaşadığı bu bina
1888 yılında, mimar N. Gardenin tarafından yapılmış

Bulgakov’un daha sonra taşındığı Moskova’daki evi de müzeye dönüştürülmüş. Burası, yazarın tüm dünyadan gelen, Kiev’deki müzeye göre daha çok sayıdaki hayranları tarafından ziyaret ediliyor. Ben, Moskova’da geçirdiğim kısıtlı boş zamanda tercihimi Puşkin Müzesi’nde sergilenen, Schliemann’ın ülkemizden kaçırdığı, Truva Hazinesi’ni görmekten yana kullanmıştım. Bir daha Moskova’ya gidersem, Bulgakov’un evine mutlaka gitmek isterim.

2007 yılında Kiev’deki müzenin bahçesine yerleştirilen Bulgakov’un heykeli

Peki, Bulgakov’un 1940’daki ölümünden çok sonra, 1966 ve 1967 yıllarında, aylık Moskva dergisinde çok katı bir şekilde sansürlenmiş olarak yayınlanabilmiş olan Usta ve Margarita’nın konusu nedir? Nedir bu kitabı bu kadar ünlü yapan? Kanımca bunun önemli nedenlerinden biri, kitabın edebi değerinin yanında, Sovyetler Birliği’ni ve özellikle Stalin yönetimini çok ustaca, hiciv yoluyla eleştiriyor olması. Tek neden bu olmamakla birlikte, Batı dünyasında o dönem bir kült kitap haline gelmesinde bunun da büyük payı olduğunu düşünüyorum. Gerçeküstü bir kurgusu olan bu politik taşlama, o dönem dışa kapalı bir kutu olan Sovyetler Birliği hakkında pek çok ipucu ile dolu. Yurtiçinde resmi olarak sansürlenerek yayınlanmasına karşın, Usta ve Margarita’nın tam metni gizlice yurtdışına çıkarılmış. Sovyetler Birliği’nde ise, kimi zaman el yazısı ile çoğaltılarak, yıllarca gizlice elden ele dolaşmış. Kitabı birkaç cümle ile özetlemeden önce, Usta ve Margarita’nın benim gibi Rus Klasik Edebiyatına meraklı kişiler için alışılmamış bir tarzı ve konusu olduğunu belirtmek isterim. Bazı okurseverler bu nedenle kitabı sevmeyebiliyorlar.

Usta ve Margarita’da, farklı zamanlarda ve farklı koldan yürüyen iki ayrı tema var. Buna, üçüncü tema olarak, Usta ve Margarita’nın aşkını da eklemeniz mümkün. Söz konusu temalar, kitabın sonunda ilginç bir şekilde birleşiyorlar. Birincisi, 1930’ların Moskova’sında geçiyor. Kitap, sıcak bir bahar gününün gün batımı saatlerinde, Moskova’da başlıyor. Moskova’nın en büyük edebiyat kulübü MASSOLIT’in başkanı Mikhail Alexandrovich Berlioz ve şair Ivan Nikolayich Poniryov (Bezdomny) şehrin ünlü Patrik Göletleri’nin bulunduğu parkta, Hz. İsa’nın gerçekte var olup olmadığı üzerine konuşurlarken yanlarına, iyi giyimli, yabancı görünümlü bir beyefendi suretine bürünmüş Şeytan yaklaşıyor ve kendisini Profesör Woland olarak tanıtıyor. Kendi ifadesine göre Woland, bir kara büyü uzmanıdır. Aralarında geçen tuhaf konuşmada, Berlioz’un az sonra kafası koparak öleceğini, Bezdomny’nin ise kendini akıl hastanesinde bulacağını söylüyor. Birkaç saat içinde her dediği gerçekleşiyor. Bundan sonra Woland, aralarında dev bir kara kedi de olan maiyeti ile birlikte, Moskova’da bir dizi esrarengiz olaya sebep oluyor. İkinci tema ise, M.S. 30-33 yılları arasında geçiyor. Burada, dönemin Romalı valisi Pontius Pilate, huzuruna çıkarılan Yeshua Ha-Nostri’yi (Nazaretli İsa) sorguya çekiyor ve onunla bir gönül bağı kurmasına rağmen, istemeye istemeye de olsa, Kutsal Tapınak yönetiminin baskısına boyun eğerek, onun çarmıha gerilerek idam edilmesine hükmediyor. Hristiyan geleneğinde İsa’nın çarmıha gerilmesi olayı ile ilintili olarak yer alan Pilate’ye karşı sonraki yüzyıllarda daha yumuşak bir bakış açısı geliştirilmiş. Hatta bazı mezhepler tarafından Aziz ilan edilmiş. Ancak, tarihi kayıtlara göre, silahsız protestocuları katletmekten çekinmeyen zalim ve zorba bir yönetici imiş kendisi.

Usta ve Margarita, Stalin döneminin karanlık günlerinde Sovyetler Birliği’ndeki düzenin hiciv, alegori ve gerçeküstü anlatım kullanılarak yapılmış bir eleştirisi aslında. Kitap üzerine yazılan inceleme yazılarının bazılarında, insanları öldürerek ortadan kaldırması veya Rusya’nın başka yerlerine göndermesi nedeniyle, Woland Stalin’e benzetilmektedir. Ancak, gerek kitabın gerekse Woland’ın çok katmanlı karmaşık yapısı nedeniyle, ben böylesi birebir bir benzetmeye çok sıcak bakmadım.

Kitap, birçok sembol ve göndermelerle dolu. Bunları bilmek eseri daha anlamlı kılıyor. Öncelikle, Bulgakov’un kişisel hayatı ile Usta ve Margarita’daki kişiler ve olaylar arasında büyük bir benzerlik söz konusu. Bulgakov 1916 yılında, doğum yeri olan Kiev’de, tıp fakültesinden mezun olarak doktor olmuş. Ancak, 1920 yılında doktorluğu bırakarak kendisini tamamen edebiyata vermiş. 1924 yılında, bir bürokrasi yergisi olan, Şeytanname isimli öykü kitabı yayınlanmış olsa da, bundan sonraki eserleri ya çok acımasızca eleştirilmiş ya da ağır sansüre uğramış. Bazıları yasaklanmış. Tıpkı, kitaptaki Usta gibi. Bir süre sonra Bulgakov bu durum nedeniyle öyle büyük bir bunalıma girmiş ki, bizzat Stalin’e mektup yazarak, şayet bir yazar olmasına izin verilmeyecekse, Sovyetler Birliği’nden göç edebilmesi için izin verilmesini istemiş. Stalin, Bulgakov’un Beyaz Muhafız isimli romanından oyunlaştırdığı ancak daha sonra yasaklanmış olan Turbin Günleri oyununa özel bir sevgi duyduğu için, kendisini bizzat telefon ile arayarak, hem oyunun yeniden sahneye konmasını sağlamış hem de kendisine Moskova Sanat Tiyatrosu’nda iş teklif etmiş. Buna karşın, Bulgakov’un düzeni eleştirmeye devam etmesi nedeniyle, edebiyat çevrelerinden giderek dışlanmış ve 1930 yılından sonra eserleri fiilen yasaklanmış.

Bulgakov da, roman kahramanı Usta gibi eserlerini yazarken
başına işlemeli bir takke takarmış
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Bulgakov’un bir yazar olarak yaşadıklarının izlerini kitapta bizzat Usta’nın yaşadıklarında ve edebiyat çevrelerine, sansür kurullarına dair yaptığı eleştirilerde görmek mümkün. Bu anlamda, kitaptaki yazar kahramanın (Usta) prototipinin Bulgakov’un kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Usta gibi Bulgakov da bir yazar olarak çok zor günler geçirmiş. Eserde, eleştirmen Lavroviç’in bir gazete makalesinde “Pilatizme darbe vurmayı” teklif etmesi gibi, Bulgakov da zamanında kendisi ile ilgili bir yazı başlığında “Bulgakovizmi Yok Edeceğiz” ibaresi ile karşı karşıya kalmış.

Romanın diğer kahramanı olan Margarita ise, yazarın üçüncü eşi olan Elena Sergeyevna Shilovskaya’dır. Bir tuğgeneralin eşi olan Shilovskaya da tıpkı Margarita gibi, herkesin gıpta ettiği ve mutlu olarak tanımladığı evliliğini geride bırakarak, Bulgakov ile beraber olmuş. Üstelik, onun önceki evliliğinden iki de oğlu varmış. Bulgakov’un ölümünden sonra Usta ve Margarita ile Beyaz Muhafız kitaplarının tam metin olarak edebiyatseverlere ulaşması Shilovskaya’nın inançlı çabaları sayesinde gerçekleşmiş.

Bulgakov üçüncü eşi Elena Sergeyevna Shilovskaya ile birlikte
Kaynak: http://cr.middlebury.edu/bulgakov/public_html/

Kitapta, Usta ile ilk karşılaşmamız on üçüncü bölümde oluyor ve kendisinin aşağı yukarı 38 yaşında olduğu belirtiliyor. Bu aynı zamanda, Bulgakov’un kitabı yazmaya başladığı 1929 yılındaki yaşı. Yazar, 1930 yılında yazdıklarını yakmış. Bu noktada, Bulgakov ile hem hayranı olduğu yazar Nikolay Gogol (1809-1852) hem de kitabının kahramanı olan Usta arasında bir benzerlik bulunuyor. Bilindiği gibi, Gogol Ölü Canlar kitabının ikinci bölümünü yakmıştı. Bulgakov’un ilk taslağını yaktığı kitabının kahramanı Usta da, Pilate üzerine yazdığı kitabını yakıyor. Bulgakov, 1931 yılında kitabını yeniden yazmaya başlamış. 1936 yılında metni bitirmesine rağmen, dört farklı versiyon daha yazmış ve kitabına son şeklini ancak ölümünden dört hafta önce verebilmiş.

Bulgakov’un, Usta ve Margarita kitabını yazarken Goethe’nin Faust isimli eserinden etkilendiği ve kitabında bu eserle ilgili pek çok gönderme olduğu biliniyor. Zaten kitabın hemen başında, Goethe’nin eserinden, Faust’un şeytan Mefisto’ya, “Söyle, sonuç olarak sen kimsin?” sorusu ile ve Mefisto’nun yanıtı ile karşılaşıyoruz. Mefisto, “Benim hizmet ettiğim güç, sonsuza dek kötülüğü isteyen ama sonsuza dek iyilik yapandır” oluyor. Şeytan Moskova’ya gelmiş ve pek çok kötülük yapmıştır. Öte yandan, düzenin iki yüzlülüğünü, avantacılarını, insanların haris duygularını açığa çıkararak da iyilik yapmıştır aynı zamanda.

Mikhail Bulgakov
Kaynak: https://beautifulrus.com

Usta ve Margarita kitabındaki Goethe’nin Faust eserine göndermeler bununla da sınırlı değil. Bu konuda yapılan incelemelerde, Woland isminin Almanca’daki Voland’a karşılık geldiği ve Faust’ta da geçtiği belirtiliyor. Usta ve Margarita’nın on yedinci bölümünde, Vasily Stepanoviç kendisini sorguya çeken müfettişlere bir önceki gece sahneye çıkan sanatçının adının Woland ya da Foland olabileceğini söyler. (Almanca’da Voland ismi Foland olarak okunur). Margarita isminin kısaltılmış halinin Gretchen olduğu ve bunun da Goethe’nin eserinde Faust’un kandırdığı kız olduğu da dikkat çekilen noktalardan bir diğeri. Yirmi üçüncü bölümde, Margarita üstünde bir kaniş resmi olan bir kolye takmak zorundadır. Ayağını koyduğu yastığın üstünde de bir kaniş şekli vardır. Faust’ta da şeytan Mefisto, Faust’a bir kaniş köpek olarak görünür. Kitapta, Goethe’nin Faust’u ile dolaylı bir ilişki de tramvay raylarına ayağı kayarak düşen ve kafası kopan Mikhail Alexandrovich Berlioz üzerinden var. Bu karakterin adaşı, Fransız besteci Hector Berlioz’un (1803-1869) eserleri arasında, 1846 yılında bestelediği Faust’un Lanetlenmesi isimli bir opera eseri bunuyor.

Kanımca, Usta ve Margarita’daki iki ifade belki de kitabı okuduktan yıllar sonra bile insanın unutmayacağı nitelikteler. Bunların ilki, “Müsveddeler Yanmaz” cümlesi. Bunalım geçiren Usta, tıpkı Bulgakov’un kendisi gibi, el yazısı müsveddelerini ateşe atar. Ancak, kitabın sonunda Woland bu cümleyi söyleyerek eseri kendisine iade eder. Gerçek hayattaki Bulgakov’un durumunda ise, onun kitabı yeniden yazmaya koyulması sonucu, eser geri kazanılmış olur. Ne yazık ki, aynı şey Bulgakov’un ustalarından saydığı Gogol’ün Ölü Canlar kitabı için söz konusu olamamıştır. O nedenle, günümüzde biz Gogol’ün bu müthiş eserinin ancak bir bölümünü okuyabiliyoruz.

Akıllarda yer edecek ikinci cümle, kitapta birkaç kere karşımıza çıkan, “Korkaklık, en büyük kusurdur” ifadesi. Buna göre, Yahudi baskısına karşı gelemeyerek İsa’yı idam ettiren Pontius Pilate, Yazarlar Birliği’nin karşısında ezilen Usta ve Stalin yönetimine boyun eğdiği için kendisini hiçbir zaman affetmeyen Bulgakov korkak ve kusurludurlar…

Tıpkı Goethe’nin eseri gibi, Bulgakov’un Usta ve Margarita kitabı da çeşitli sanat dallarındaki eserlere esin kaynağı olmuş. Tiyatro, opera, bale, film, çizgi film dallarının yanında, klasik müzikten çağdaş müziğe, pop’tan rock’a kadar her dalda etkisini göstermiş. Örneğin Mick Jagger, 1968 yılında çıkan Beggars Banquet albümünde yer alan ve Keith Richards ile birlikte yazdıkları Sympathy for the Devil şarkısının esin kaynağının Usta ve Margarita olduğunu kendisi ile yapılan söyleşilerde belirtmiş. O zamanlar kız arkadaşı olan Marianne Faithfull da bu bilgiyi doğrulamış.

1973 yılında Almanya’da yayınlanan
Sympathy For The Devil 45’liğinin kapağı

Usta ve Margarita kitabını okurken klavuz olarak kullanılabilecek, İngilizce ve Türkçe, birçok kaynak var. Bunlar, özel web sitelerinden doktora tezlerine kadar geniş bir yelpazeyi oluşturuyorlar. Benim bu yazıyı hazırlamak için kullandıklarımın dışında, çok daha ayrıntılı ve zengin kaynaklara ulaşabilirsiniz. İşin sonunda, her edebi eser için olduğu gibi, Usta ve Margarita’dan sizin çıkarsayacaklarınızı da, sizin kişisel bilgi birikiminiz, dünya görüşünüz ve okuma zevkiniz belirleyecektir. Bana göre her okuma, kişisel bir serüvendir aynı zamanda. Sizinkinin de, benimki kadar heyecan dolu ve keyifli olmasını dilerim…

Yeniden (1): Otranto

Aralık ayında bu sitede ilk yazımı yayınlayalı dört sene olacak. Bugüne kadar toplam 62 yazı yayınlamışım. İlk başlarda daha çok çocukluk anılarımı yazarken, giderek yurt içinde ve yurt dışında yaptığım gezileri paylaşmaya başladım. Kimileri yazılarımı fazla kısa, kimileri uzun buldu. Ben ise, okuyucularımın sürekli artıyor olmasından güç alarak, yine de içimden geldiği gibi yazmaya devam ettim.

Geriye dönüp baktığımda, bazı çok beğenilen yazılarımın yeni okurlarım tarafından hiç bilinmediklerini fark ettim. O nedenle, sitemde yeni bir Kategori yaratarak, bir Yeniden serisi oluşturmaya karar verdim. Bundan böyle, site istatistiklerine göre en çok okunmuş olan ya da belli özel günler ile bağlantılı yazılarımı tekrar yayınlayacağım. Dilerim bu yinelemeler, hem ilk olarak hem de tekrar okumak isteyenler için keyifli olur.

Yeniden kategorisinde ilk tekrar edeceğim yazı, 11 Ağustos 2017 tarihinde yayınladığım Otranto olacak. Otranto’yu seçmemin iki nedeni var. Birincisi, istatistiklere göre en çok okunmuş yazım olması. İkincisi ise, bir yıl dönümü ile ilgili olması. 540 yıl önce, 14 Ağustos günü, yani bugün, Güney İtalya’nın Otranto kentinde olanlarla…

Tarih boyunca pek çok kötü olay yaşanmış. Acılara sebebiyet vermek konusunda hiç bir ulusun bir diğerinden farklı ya da daha masum olduğunu düşünmüyorum. Her olayın, o günün koşullarında mutlaka haklı sayılabilecek bir açıklaması olabilir. Ancak ben, haklı olduğumuzu düşünelim ya da düşünmeyelim, dünya barışı için ulusların kendi yaşadıkları acılar kadar, sebebiyet verdikleri acılar üzerinde de düşünmeleri, hatta gözyaşı dökmeleri gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki, tarihte olmuş bazı olayları herhangi bir şekilde haklı bulmak da imkansız bana göre.

Dünya barışı bir hayal olabilir. Varsın olsun. Benim kuşağım ülkesi ve tüm dünya için hayalleri olan bir kuşaktı. Söz konusu hayaller, bakış açısına göre, günümüzde ütopik hatta düpedüz yanlış bulunabilir. Önemli olan, ortak bir hayali kurarken bizim neler yaşadığımız, nasıl evrildiğimiz, kendimizi nasıl geliştirmeye çalıştığımız ve hayatımıza nasıl bir anlam kattığımızdır. O nedenle, hayal kurmaktan vaz geçmeyelim. Daha barışçıl, daha adil ve daha iyi bir dünya istemeye devam edelim…

Otranto başlıklı yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.

https://selgideranilarkalir.com/2017/08/otranto/