Sizin de benzer bir listeniz var mı bilemiyorum ama, benim var. Aklım başımda olduğu süre içerisinde okumak istediğim kitapların bir listesi var. Bunlar edebiyat, tarih ve sanat alanlarında bazı köşebaşı sayılabilecek kitaplar genelde. Daha güncel kitapların yanında her sene bu listeden de bazı kitapları okumaya çalışırım. Pandemi döneminin benim için olumlu yanlarından biri söz konusu listeden hatırı sayılır sayıda kitap okuyabilmem oldu. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönem benim için bu açıdan çok verimli geçti. Okuduğum kitaplardan birisi, yıllar önce alıp bir kenara koyduğum, birkaç kere okumayı düşünüp elime aldığım ama, türlü bahanelerle erteleyerek, daima etrafından dolandığım Ulysses idi.
Okumamış olanlar bile bilirler. Ulysses İngilizce yazılmış, gelmiş geçmiş en zor kitaplardan birisidir. Kimilerine göre en zorudur. Bazıları için tapılası bir baş yapıt, diğerleri için gereksiz yere, biraz da zorlama bir şekilde, okuyucuyu sıkıntıya sokan, yoran bir eserdir. Ulysses, kitap olarak ilk basıldığı 1922 yılında olduğu gibi, günümüzde de çokça tartışılıyor. Aralarında ünlü yazarların da bulunduğu bir kesime göre Ulysses’in şöhreti, hak ettiği seviyenin çok ötesine geçmiş. Buna karşın başkaları, kitabın İngiliz dili ve edebiyatının en devrimci ve önemli eseri olduğu görüşündeler. Öyle ki, H.G. Wells (1866-1946) Ulysses’i bitirdikten sonra kendisini “bir devrimi bastırmış gibi” hissetmiş. Benzer duygularla, zamanın bir eleştirmeni kitabı “edebi Bolşevizm” olarak tanımlamış. Öte yandan, bazı yazarlar da kitabı son derece zorlama, yapmacık ve sıkıcı bulmuşlar. Bunların arasında Virginia Woolf‘un da (1882-1941) olması oldukça ilginç çünkü kendisi de James Joyce (1882-1941) gibi bilinç akışı olarak adlandırılan yazım tekniğini kullanan bir yazar. Yazım tarzları teknik olarak benzer diyebiliriz ama, ayrıştıkları yönler de var. Bir edebiyat eleştirmeni ya da uzmanı değilim. Ama sade bir okuyucu olarak, Woolf’un bilinç akışını kullanmasını çok daha gerçekçi bulduğumu söyleyebilirim. Joyce’un ise bu konuda abartılı olduğunu düşünüyorum. Okurken, “Artık bu kadarı da olmaz. Bir insan yolda yürürken aynı anda bu kadar şeyi aklından geçiremez”, diye düşündüm sık sık. Kendi ifadesine göre, Virginia Woolf Ulysses’in ilk 2 ya da 3 bölümünü eğlenceli ve uyarıcı bulmuş, ilgiyle okumuş. Kendisine katılıyorum. Ancak, sonrasının sıkıcı, rahatsız edici ve hayal kırıklığına uğratan bir nitelikte olduğunu belirtmiş. Öyle ki, 200. sayfada uzun süren bir ara verdikten sonra, kitabı zorlukla tekrar eline alıp, okumuş. Ben Virginia Woolf gibi ara vermedim ama, bu noktada da kendisi ile aynı fikirdeyim.
Şimdi, “Madem bu kadar ızdırap veriyor, bu kitabı niye okumalıyız?” diye sorabilirsiniz tabii. Haklısınız. Bu soruyu ben de kendime Ulysses’i okuduğum 6 ay boyunca defalarca sordum. Belki, kitapları yarım bırakmamak gibi bir prensipten dolayı ya da karşıma çıkabilecek iyi bir şeyleri kaçırmamak düşüncesi ile olabilir. Kitabı bitireli neredeyse 5 ay olacak. Bu kez yine arada sırada, “Gerekli miydi?” diye soruyorum kendime. Haksızlık etmeyeyim. Çok eğlenceli bölümleri de var. Üstelik sadece o ünlü tuvalet sahnesi de değil. Evet, nedense hemen hemen herkes kitabın eğlenceli bölümlerine örnek olarak o tuvalet sahnesini veriyor. Hani o kitabın kahramanı Leopold Bloom‘un bahçedeki tuvalette, kendi ürettiği kokuların tepesinde, gazete okuma sahnesi. (Edinburgh‘da 1968 yılına kadar ev ve apartmanların tuvaletlerinin bahçede olduğunu öğrendikten sonra, Ulysses’in geçtiği 1904 yılında Dublin‘de tuvaletin dışarıda olması doğrusu beni hiç şaşırtmadı!) Oysa, kitaptaki tek eğlenceli bölüm bu değil. Başka bölümler de var. Ama işte, o birkaç bölüm için onca acıya değiyor mu, emin değilim. Benim Ulysses’i okurken sık sık kapıldığım duygu, James Joyce’un bu kitap ile edebiyat çevrelerinden, okuyuculardan, belki eleştirmenlerden, bir tür intikam aldığı oldu. Kendisinin de temenni ettiği gibi Ulysses, yazar öldükten çok sonra bile, edebiyatçıların ve eleştirmenlerin uzun yıllar çözmek için uğraştıkları bir kitap. Hala da uğraşmaktalar…
James Joyce, 2 Şubat 1882 günü Dublin’de dünyaya gelmiş. Doğduğu dönemde, bir zamanlar varlıklı olan ailesinin serveti çoktan yoksulluğa doğru yavaş yavaş erimeye başlamış. 1898 yılında Kraliyet Üniversitesi’ne girmiş ancak 4 yıl sonra, tıp okumak üzere Paris’e gitmiş. Tıp yerine edebiyat ve yazarlığa ilgi duyması nedeniyle bu alanda eğitimini tamamlamamış. Paris’e gittikten bir yıl sonra, 1903 yılında, annesinin hastalığı nedeniyle Dublin’e geri dönmüş. 16 Haziran 1904 günü, daha sonra evleneceği, Nora Barnacle ile ilk olarak çıkmış. İkili aynı yılın ekim ayında Kıta Avrupası‘na taşınmışlar. 1912 yılına kadar olan süre zarfında sadece 3 kere İrlanda’ya gelmişler. Ondan sonra ise, bir daha ülkelerine hiç ayak basmamışlar. Joyce hayatının geri kalan kısmını İtalya, İsviçre ve Fransa‘da geçirmiş. Joyce ailesi 1915 yılına kadar Trieste‘de kalmış. Bu geçen 11 yıl içerisinde James Joyce bir yandan sağlık, bir yandan da parasal sorunlarla boğuşmuş. İki çocuktan sonra geçim sıkıntısı önemli bir problem olurken, gözlerinden de ciddi şekilde rahatsızlanmış. Yine de bu dönemde, Oda Müziği (Chamber Music-1907) başlığı altında topladığı şiirlerini ve Dublinliler (Dubliners-1914) ile Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (A Portrait of the Artist as a Young Man-1916) isimli eserlerini yazmayı başarmış. Ayrıca, Temmuz 1915’te Zürih’e taşındığı zaman, Ulysses üzerinde çalışmaya da başlamış. Bundan sonraki 7 yıl boyunca Ulysses üzerine, önce Zürih’te sonra Paris’te, çalışmaya devam etmiş. 1917-1918 yıllarında eserin bir bölümü Little Review dergisinde tefrika halinde yayınlanmaya başlanmış ama, fazla müstehcen bulunduğu için, yasaklanmış ve ilgili sayılar toplatılmış. Bunun üzerine, Paris’teki Shakespeare and Company kitapevinin sahibi Sylvia Beach Ulysses’in tamamını basmayı teklif etmiş. Kitabın ilk kopyaları Joyce’un eline, 2 Şubat 1922 günü, 40. doğum gününde ulaşmış.
Ulysses’in, İngilizcenin ana dil olduğu bir ülke yerine, Paris’te basılmış olması, yasaklama ve toplatılma gibi engelleri ortadan kaldırsa da, eser üzerine tartışmalar hiç dinmemiş. Bu arada yazarı da, daha sonra edebiyatta Modernizm olarak isimlendirilecek olan yeni bir akımın lideri olarak görülmeye başlanmış. Joyce ise, bunlara hiç kulak asmadan, edebiyatın sınırlarını zorlamaya devam etmiş. Sonraki 16 senesini Finnegans Wake kitabının yazımına adamış. Zorluk açısından Ulysses’ten geri kalmadığı söylenen bu kitap 1939 yılında basıldığında, savaş korkusu tüm Avrupa’yı sarmış. Almanlar Fransa’yı işgal etmeye başladığında Joyce ailesi ile birlikte Paris’i terk etmiş. Önce Vichy’e, sonra da Zürih’e gitmiş. 13 Ocak 1941’de, geçirdiği bir mide ameliyatının ardından, hayatını kaybetmiş. Fluntern Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş.
James Joyce’un Ulysses kitabını okumadan önce üç kitabın okunması gerektiği söylenir. Bunların başında tabii ki Homer‘in Odysseia destanı gelir. Zaten Ulysses, Odysseia destanının kahramanı, Ithaka kralı Odysseus’un Latince adıdır. Joyce da kitabını, Homer’in destanının olaylar örgüsü üzerine kurmuştur. Nasıl ki Odysseia destanında Troia Savaşı‘ndan sonra Odysseus’un on yıl süren eve dönüş maceraları anlatılır, Ulysses’de de Leopold Bloom’un, bir gün boyunca Dublin’de çeşitli yerlere gittikten sonra, eve dönüşüne tanık oluruz. İkinci kitap, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, üçüncüsü ise William Shakespeare‘ın (?- 1616) Hamlet oyunudur. Ulysses, bütünüyle olmasa da, bazı yönlerden “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nin devamıdır. Shakespeare ve Hamlet’e ise, sayısız gönderme var. Ne var ki, benim durumumda da olduğu gibi, bu üç eseri okumuş olmak, işinizi hiç de öyle çok kolaylaştırmıyor…
Ben Ulysses’i, Oxford University Press yayınları tarafından basılmış olan, 1922 yılındaki metninin tıpkıbasımından okudum. Eserin kendisi 732 sayfa. Arkadaki açıklamalar 246 (ki fazlasıyla ihtiyaç duyuluyor), ön tarafta yayıncı tarafından hazırlanmış tanıtım bölümü 69 sayfa. Hepsi toplam 1047 sayfa. Ancak, gözünüzü korkutması gereken sayfa sayısı değil. Kitapseverler için sayfa sayısının önemi yoktur. Mesele metni çözebilmekte… Kitabın Türkçe çevirisini incelemedim. O nedenle arkadaki açıklamaların çevirilip çevrilmediğini ya da ne kadar çevirildiklerini bilemiyorum. Kitapta İrlanda tarihine, o günlerin güncel politik olaylarına, başta edebi eserler olmak üzere farklı sanat eserlerine o kadar çok gönderme var ki, arkadaki bu açıklamaları okumadan bir şey anlaşılması çoğu kez mümkün olmuyor. Öyle ki, zaman zaman kitabın kendisini bırakıp bu notlara dalmanız gerekebiliyor. Bunun dışında, Ulysses’i okumak için internette yararlanabileceğiniz birçok web sitesi de var. Arada onları da okumak zorunda kaldığım oldu.
Türkçe çevirilerde olup olmadığını bilmiyorum ama, kitabın arkasında okurken izlenmesi gereken iki tane de şema var. Bunlar, Gilbert ve LinatiŞemaları olarak adlandırılıyor. James Joyce, henüz eserini tamamlamadan okuyucuların çok zorlanacaklarını anlamış olsa gerek ki, kitabının ön okumasını yapan tanıdıkları için açıklayıcı şemalar hazırlamış. Örneğin, Linati şemasını arkadaşı Carlo Linati için, Gilbert şemasını da Stuart Gilbert için hazırlamış. İki şema arasında bazı farklar da var. Okuma sırasında bu şemalara da bakmak gerekiyor. En azından, hangi bölümün günün hangi saatinde geçtiğini veya Joyce’un özenle kamufle ettiği kimi çağrışımları anlamak açısından yararlı oluyor.
Yukarıda Ulysses’in bir gün içinde geçen olaylardan bahsettiğini belirtmiştim. O günün tarihi tam olarak 16 Haziran 1904. Hatırladınız mı, bilmem. Bu, James Joyce’un eşi Nora Barnacle ile ilk olarak çıktığı tarih. Kitapta geçen olayları bu tarihe koyarak yazar kendi özel yaşamına da bir göndermede bulunmuş. (Üstelik, tek gönderme de bu değil. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” kitabının kahramanı ve aynı zamanda Ulysses’in de karakterlerinden biri olan Stephen Dedalus ile Joyce’un yaşamı arasında da birçok paralellik var). Söz konusu tarihin ölümsüzleşmesi bu kadarla kalsa iyi. Bir yandan Ulysses ve James Joyce hayranlarının olası etkisi, ama belki daha da önemlisi, turizmcilerin akıllıca pazarlama taktikleri sonucu, 16 Haziran her yıl çeşitli aktivitelerle Dublin’de kutlanan bir anma günü haline gelmiş. James Joyce ve Ulysses üzerine bilimsel toplantılar, anma törenleri ve okuma seansları bir yana, sonraki yıllarda Bloomsday olarak adlandırılacak olan söz konusu tarih, günümüzde Dublin için büyük bir turizm faaliyeti haline gelmiş durumda. Ulysses’i okumuş ya da okumamış olsunlar, insanlar o gün Leopold Bloom’un Dublin’de izlediği rotayı izliyor, gittiği yerlere gidiyor ve hatta kitapta sözü edilen yemekleri (bolca sakatat olmak üzere) yiyorlar. Mekanlar ve Bloom’un izlediği yol hakkında Joyce çok titiz davranmış. Kitabın önündeki (ve ancak bir büyüteç aracılığı ile görülebilen) harita ile siz okurken de bu rotayı takip edebiliyorsunuz. Gün boyunca Leopold Bloom bir cenaze için mezarlığa, ilan bölümü için çalıştığı gazeteye, Türk hamamına, kütüphaneye, geneleve ve benzeri birkaç yere gider. Son olarak gideceği yer, Eccles Sokak 7 numaradaki evidir. Burada, soprano olan eşi Molly Bloom kendisini aldatmaktadır ve o bunun farkındadır.
Okumayı planlayanların zevkini bozmamak için Ulysses’in olaylar örgüsü hakkında daha fazla bilgi vermeyeceğim. Sadece kitabın kahramanı olan Leopold Bloom hakkında kısa bilgi vermekle yetineyim. Zira ben çeşitli bölüm ve sayfalara gizlenmiş bu bilgileri bir araya getirmek için epeyce zaman harcadım. Ulysses’in baş kahramanı Leopold Bloom 38 yaşında. Aslen bir Macar Yahudisi olan babası (Rudolf Virag), 27 Haziran 1886’da, Leopold Bloom 20 yaşında iken intihar etmiş. Annesi ise Katolik bir İrlandalı. Leopold da, eşi Molly ile evlenebilmek için Katolikliği seçmiş. Çiftin iki çocuğu olmuş. Kızları Milly bir gün önce (15 Haziran 1904 günü) 15 yaşına girmiş. Oğulları Rudy ise 10 yıl önce, henüz bebekken ölmüş. O zamandan beri eşi ile cinsel ilişkisi olmayan Leopold Bloom’un gündelik hayatta kaçamakları ve değişik fantezileri olmuş hep. Kendisi ilan işinden fazla para kazanmamaktadır. Zaman zaman eşine konserlerinde yardım eder. Bir subay kızı olan 33 yaşındaki eşi Molly, babasının görevi nedeniyle Cebelitarık’ta doğmuş ve büyümüş bir sopranodur. Leopold’u değişik erkeklerle aldatmaktadır. O gün de akşam üzeri, menajeri Blazes Boylan ile kendi evinde buluşacaktır. Bloom bunu bilir ve gün boyunca bunun üzerine düşünür.
Joyce, Ulysses’da her türlü edebi anlatım şeklini kullanmış. Kitap kimi zaman şiir, kimi zaman nesir veya tiyatro senaryosu formunda ilerliyor. Virginia Woolf’a göre Joyce, 19. yüzyıl İngiliz edebiyatının tüm anlatım tekniklerini yok ederek, kendince bunların gereksizliğini ortaya koymak istemiş. Woolf’un eleştirdiği bu durum, T.S. Eliot (1888-1965) için, İngilizcenin sadeleşmesi bağlamında, övülesi bir şey. Kitap boyunca, her bölümde tuhaflıklar devam ediyor. Bazı bölümlerde eşyalar konuşuyor. Hayal ile gerçek birbirine karışıyor. Bu bir şey değil. Daha da uçuk denemeleri var Joyce’un. Örneğin, (Joyce’un kendi ifadesine göre), yazar kitabın “Oxen of the Sun” başlıklı bölümünde, anne rahmindeki bir fetusun gelişimine paralel bir biçemsel gelişim izlemiş. Doğrusu, yazarın amacı bu olmuş olabilir ama, ben uzaktan yakından bir paralellik göremedim. Bazı bölümler bir fen kitabı kuruluğunda iken, sondan bir önceki bölüm soru cevap üzerine ilerliyor. Son bölüm, Penelope ise, sadece konunun değil, denemelerin de doruk noktası. Koca bölümde toplam 8 cümle var. Sadece birinci cümlede 2500 kelime var ve bu bölümde hiç bir noktalama işareti yok!
Tüm bu insana zaman zaman aşırı zorlama gibi gelen denemeler, Ulysses’i çoklukla kuru bir metin haline getiriyor. Öte yandan, bu konuda yazarın dürüst olduğu söylenebilir. Zira, Joyce’a göre aslında yaşam romantik değildir. Ona romantik bir tat katmaya çalışan ve sonunda da hayal kırıklığına uğrayan bizleriz.
Ulysses kitabının ufkumu hiç genişletmediğini de söylemek istemem. Bu haksızlık olur. Yazıyı bitirirken ilginç bulduğum birkaç noktadan da söz etmek isterim. Kitabın görünür metninde biz yabancı okuyucular için açık seçik olmasa da, açıklama ve notlardan anlıyoruz ki Ulysses’de İrlanda’nın uzun süren bağımsızlık mücadelesi sürecine çok fazla gönderme var. Bu konu üzerinde zaman harcarken, İrlanda Bağımsızlık Savaşı‘nın 21 Ocak 1919-11 Temmuz 1921 tarihleri arasında verildiğini öğrendim. Yani James Joyce Ulysses’i yazarken, bir yandan da ülkesinde İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı veriliyordu. Üstelik bu mücadele savaştan çok önce başlamıştı. O sıralarda Anadolu‘da da destansı bir mücadele vardı. Kim bilir, belki İngilizlerin Anadolu’ya askeri olarak daha fazla yüklenmeyip, Yunanlıları savaşa sürmelerinin nedeni, o sırada İrlanda sorunu ile uğraşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.
Benim için Ulysses’deki hoş sürpriz, beklemediğim kadar çok Türkiye’ye gönderme ve Türkçe kökenli kelime olması oldu. Kitapta yazıldıkları şekilde, yashmak (yaşmak), kismet (kısmet), odalisque (odalık) bunlardan bazıları. Leopold’un Türk hamamına gittiğinden zaten söz etmiştim. “Türk mezarlıklarındaki orospular” ifadesine Ulysses dışında bazı başka yabancı kitaplarda da rastlamıştım. O dönemlere özgü yaygın ve bilinen bir durum olsa gerek. Hazreti Muhammed’in kedisini uyandırmamak için cüppesinin bir kısmını kesmesi olayı da hoş bir şekilde kitapta yerini almış.
Günümüzde çokça kullanılan bir ifade var: “Ignorance is bliss“. Kişiler ve belli durumlar için kinayeli olarak kullanılır: “Cehalet mutluluktur”. Ulysses sayesinde bu deyişin aslında, çokça kısaltılmış olarak, bir şiirden alındığını öğrendim. İngiliz şair ve akademisyen Thomas Gray‘in 1742 yılında yazdığı “Ode on a Distant Prospect of Eton College” (Eton Koleji’nin Uzak Geleceği İçin Kaside) isimli şiirinden alıntılanmış bu ifadenin aslı, “Where ignorance is bliss, ’tis folly to be wise” (Cehaletin mutluluk olduğu yerde, bilge olmak deliliktir).
Değişik yönlerden, benzersiz bir deneyim olan Ulysses’i okuma serüvenimden yazmak istediklerim bu kadar. Daha pek çok not almışım okurken ama, sanırım bu kadarı yeterli. Her okuma gibi, benimki de çok kişisel bir serüven oldu. Eminim ki, farklı birikim ve ilgi alanları olan okuyucuların izlenimleri ve görüşleri farklı olacaktır. Doğrusu, onları da merak ediyorum…
Her gezinin aklımda, gönlümde ve anılarımda ayrı bir yeri var. Gittiğim her yer bende farklı izler bıraktı. Ama, doğal olarak, bazı yerler beni daha derinden etkiledi. Böylesi yerler bazı konuları daha çok merak etmeme yol açtı. Beni yeni zihinsel ve fiziksel serüvenlere taşıdı, yeni ufuklar açtı. 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında gittiğimiz Barselona da benim için bu tür bir gezi olmuştu.
Barselona, gezginler için popüler bir şehir. Gezecek görecek çok yer, keyif alacak çok mekan var. Tekrar tekrar gitmeyi isteyebileceğiniz bir şehir. Adetimdir; gideceğim yerle ilgili önceden dersimi iyi çalışmaya, kaynak kitaplar okumaya çalışırım. Gidip gördükten sonra da, okuduklarımı ve edindiğim izlenimleri bir arada analiz eder, gerekiyorsa (ki çoğunlukla gerekir) bazı şeyleri tekrar araştırır, okurum. Bu süreç bana büyük keyif verir. Dört sene önce yaptığımız Barselona gezisi benim için bu açıdan son derece doyurucu olmuştu. Bunun sonucunda blogumda Barselona ile ilgili, beş ayrı yazıdan oluşan, bir yazı dizisi yayınlamıştım. Bu yazılara her zaman ilgi çok oldu. Halen de devam ediyor. Okumamış olanlar veya arada bazı bölümleri kaçıranlar için söz konusu yazıları yeniden yayınlıyorum. Her bir yazıya aşağıdaki linkler aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Haziran ayının son haftası tatil için güneye gittik ve çoğunlukla yaptığımız gibi, bayramdan önce eve döndük. Tatil yerlerindeki bayram kalabalıkları uzun bir süreden beri beni yoruyor. Mümkünse, o sıralar Ege ve Akdeniz kıyılarımızın çekim merkezlerinden uzak durmaya çalışıyoruz. Bir de, böyle zamanlarda oraları tatil süresi kısıtlı olan çalışan insanlara bırakmayı daha doğru buluyorum. İş dünyasının gittikçe zorlaşan çalışma şartlarında insanların her tatil fırsatını değerlendirmeye çalışması doğal.
Son yıllarda yaz tatiline giderken yol üzerinde bir ya da birkaç yerde kalmak da hoşuma gidiyor. Aslında bir günde gidilmeyecek uzaklıklar değil. Hele günümüzün yolları ve arabaları ile. Ama zaman derdi olmayınca, geze geze gitmek hem daha hoşuma gidiyor hem de daha uzun tatil yapmışız gibi geliyor bana. Yoksa geçmişte, günümüzün taşıtlarının konforu ile kıyaslanmayacak arabalarla ve son derece kötü yollarda 11-12 saat yol gitmişliğimiz çok oldu. Hatta gençliğimizde, sırtı yatmayan, kazık gibi tabir edilen sertlikte koltukları olan otobüslerle Bodrum’dan gece boyunca yolculuk yapıp, ertesi sabah doğrudan işe gittiğimiz de oldu. Her seferinde biraz hayret ve dudaklarımda bir gülümseme ile anımsıyorum o günleri. Ancak, şimdi hayatı daha yavaş yaşama, tadını çıkarma zamanı… Böyle yazdım diye içinden geçtiğimiz şu dönemde herkesin şu ya da bu şekilde yaşadığı sıkıntılara duyarsızım sanılmasın. Hiç de iç açıcı günlerden geçmiyoruz. Sadece bu konulara bu sayfalarda girmemeyi tercih ediyorum.
Bu kez güneye giderken Alaçatı’da kaldık. Yanlış anlaşılmasın. Alaçatı’nın şimdiki halini çok sevdiğimden dolayı değil. Sözde bilinçli bir turizm anlayışı ile yola çıkıp, kalabalıktan sokaklarında zorlukla yürünen, kafe ve restoranlarında insanların üst üste oturduğu bir yer halini aldığını görmek bana her seferinde acı veriyor. Benim anılarımdaki Alaçatı çok başka… 1977 yılında, köy meydanında tahta masa ve sandalyeler, tepemizde bir dizi rengarenk ampül. Her şey çok basit, derme çatma ama bir o kadar da güzel. Birlikte gittiğim İsveçli turistlere yerel bir folklor ekibinin biraz da çekingen bir şekilde yaptıkları halk oyunları gösterisi… Ben Alaçatı’ya her gittiğimde o günlerden bir iz arıyorum ama malesef hiçbir yer tanıdık değil artık. Her yer değişmiş, “modernleşmiş”, karakterini kaybetmiş. O havayı bulmak için şimdilerde Yunanistan’a ve Yunan Adaları’na gitmek gerekiyor. Yunanlıların dışında, İtalyanlar, İspanyollar ve daha birçok ülke yozlaşmadan, yerleşim yerlerinin eski dokusunu bozmadan en çağdaş hizmeti vermeyi başarıyorlar. Bizdeki durum için fazla söze gerek yok aslında. Durum meydanda. Alaçatı’da bu kez bir de turizm mevsiminde yapımı tamamlanmamış, toz toprak içinde sokaklar vardı. Bazı güvendiğimiz, oy verdiğimiz belediyeler maalesef seçmeni çantada keklik görme eğilimindeler. Bize düşen ise, kendi aramızda bu konuda söylenmek yerine, doğru mercilere eleştirilerimizi iletmek. Ben de öyle yaptım. Umarım, kısa zamanda gerekli çalışmalar yapılır. Neyse, bu konuyu da burada bırakalım en iyisi…
Alaçatı’da kalma nedenimiz çevrede görmek istediğimiz birkaç yer olmasından dolayı idi. Aslında bunun için Urla veya Çeşme’de de kalmak mümkündü ama, bizim tercihimiz bu yönde oldu. Benim için söz konusu yerlerin başında Urla’daki Arkas Sanat Urla geliyordu. Buraya gitmeyi epeydir istiyordum ama bir türlü denk gelmemişti. Pandemi nedeniyle ziyaret günlerinin azaltılmış olması ve randevu alma gerekliliği de son yıllarda planlama açısından önemli bir sorun oldu bizim için. Halen müze Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri saat 11:00-17:00 arası gezilebiliyor ve gitmeden randevu almanız isteniyor. Giriş ücretsiz. Nihayet bu sene denk getirdik. İstanbul’dan yola çıkış saatimizi ayarlayıp, otele giriş bile yapmadan, doğrudan oraya gittik.
Lucien Arkas’ın sanat koleksiyonu ile ilk tanışmam, 13 Eylül-6 Kasım 2018 tarihleri arasında Tophane-i Amire’de açılan Post-Empresyonistler sergisi ile olmuştu. Hiç unutmuyorum, sergiyi hayranlıkla gezmiştim. Çok sayıda beğendiğim sanatçının eserlerini Türkiye’de görmekten çok mutlu olmuştum. O güne kadar, böylesi bir koleksiyonun ülkemizde var olduğundan bile haberim olmamıştı. Bir sonraki yıl, İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde, Picasso: Gösteri Sanatı sergisini ucundan yakalamıştık. O da muhteşem bir sergi idi. Serginin süresinin geçmiş olmasına rağmen, daha sonra burada o sergi hakkında bir yazı da yayınlamıştım. (Yazı için linke tıklayabilirsiniz. Sergiyi 3D ortamında gezmek isterseniz merkezin web sitesinden erişim sağlayabilirsiniz).
Urla’daki Arkas Sanat Eylül 2020’de açılmış. Burada, Lucien Arkas’ın koleksiyonundan zengin bir seçki var. Zemin katta, tanınmış Avrupalı sanatçılar tarafından 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yapılmış eserler sergileniyor. Bu zengin koleksiyondaki tabloların bir kısmını İstanbul’daki sergide görmüştüm. O sergide gördüğüm bazı eserler ise yoktu. Bunlardan biri Pierre-Auguste Renoir’ın (1841-1919) 1908 yılında yaptığı Madame Thurneyssen isimli tablosu idi. Koleksiyonun eserleri yurt içi ve yurt dışında değişik müzelere dönemsel olarak ödünç veriliyormuş. Göremediğimiz eserler de büyük olasılıkla bu sıralar başka yerlerde sergileniyorlardı.
Arkas Sanat Urla’da çok sayıda Auguste Rodin (1840-1917) heykeli görmek sürpriz oldu. Bunlardan ilki, sizi zemin kata neredeyse girer girmez karşılayan, Les Bourgeois de Calais (Calais Burjuvaları) isimli eserin küçük boyutta yapılmış çalışması oluyor. Bu eserin büyük boy bir çalışmasını 2012 yılında Stanford Üniversitesi’nin yerleşkesinde görmüştüm. Eserin aslı, ya da ilk dökümü, Fransa’nın Calais şehrinde sergileniyor. Fransız yasalarına göre, bronz bir heykelin 12 adet orijinal dökümü yapılabiliyormuş. Calais Burjuvaları isimli eserin de dünyada 12 tane asıl dökümü var. Bunun dışında sayısız kopyası da yapılmış. Benim Stanford’da gördüğüm de bunlardan biri idi. Eser aslen, Calais belediyesi tarafından 1884 yılında sipariş verilmiş. 1889 yılında tamamlanmış. Eğer Paris’deki Rodin Müzesi’ni gezdiyseniz, sanatçının bir proje için ne kadar çok ve çeşitli boyutlarda taslak ve kalıp çalışması yaptığını hatırlarsınız. Rodin, Calais Burjuvaları isimli eser için de aynı şekilde çalışmış. Bittikten sonra eser önce bir parka, daha sonra Calais belediye binasının önüne yerleştirilmiş. Arkas Sanat Urla’da sergilenen küçük boy heykel grubu, 1887-1889 yılları arasında tasarlanmış ve Rodin öldükten çok sonra, 1940-1945 yılları arasında dökümü yapılmış.
Zemin kattaki tablo ve heykeller arasında ilerlerken beni daha büyük bir sürprizin beklediğinden haberim yoktu. Doğrusu, burada Camille Claudel’in (1864-1943) heykelleri ile karşılaşmak beni daha da heyecanlandırdı. 1988 yılında çevrilen ve Isabelle Adjani ile Gérard Depardieu’nün oynadıkları o müthiş Camille Claudel filmini izledikten sonra yüreğim yanmıştı. O zamanlar kadınların heykeltraş olması kabul edilmediği için heba olan bir yetenek, kariyeri ailesi ve Rodin tarafından baltalanan bir sanatçı, Rodin’in hem asistanı hem sevgilisi olmuş ama iki anlamda da hak ettiği değeri görmemiş bir kadın. Üstüne üstlük bir de, ölene kadar, akıl hastanesinde geçirilmiş 30 yıl… 2013 yılında çevrilen ve Claudel’i Juliette Binoche’un oynadığı bir başka film, sanatçının akıl hastanesinde geçirdiği dönemden bir kesit veriyor. Ben bu filmi o zaman film festivalinde izlemiştim. Camille Claudel’in hayatı hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler için yazar Anne Delbée’nin kitabını da öneririm. Paris’teki Rodin Müzesi’nde Claudel’in en dokunaklı eserlerini de görmeniz mümkün.
Arkas Sanat Urla’nın üst katında Rönesans döneminde yapılmış şahane goblen duvar halılarının yanında değerli Anadolu halıları, 16 ve 17. yüzyıllardan kalma zırhlar, miğferler ve silahlar sergileniyor. Bunların her biri ayrı bir sanat eseri niteliğinde. Camekanlı son bölümde ise, Antik Çağ’a ait önemli tapınakların maket replikaları ve tarihe geçmiş Roma imparatorlarının mermer büstleri bulunuyor.
Bu bölgede gidilebilecek ilginç bir diğer müze de KEY Museum. Burası, Türkiye’nin en kapsamlı klasik otomobil ve motosiklet müzesi olarak tanımlıyor kendisini. 2015 yılında Torbalı’da, 7000 metre kare alan üzerine kurulmuş. Müze koleksiyonu, iş insanları Murat ve Selim Özgörkey’in yıllardan beri süre gelen otomobil tutkularının bir devamı olarak oluşmuş. Burası sadece otomobil tutkunlarının değil, bir ulaşım aracı olarak otomobilin tarihini merak edenlerin de ilgisini çekecek bir yer. 1886 yılında üretilen ilk otomobil dahil olmak üzere, Mercedes, BMW, Cadillac, Porsche ve Ford gibi belli başlı markaların serüvenlerinin izinde bu gelişimi görmeniz mümkün. Müze, son derece güzel düzenlenmiş. 76 adet otomobil ve 40 motosikletin dışında, girişteki tarihi Shell benzin istasyonu düzenlemesi de çok güzel. Benzin istasyonu, 1900-1961 yılları arasında Shell istasyonlarında kullanılmış orijinal ekipmanların bir araya getirilmesi ile düzenlenmiş. Bunların dışında, 2000’den fazla değişik ölçeklerde model araba, 300’den fazla araba kaput amblemi ve otomobil temalı eşarplar sergileniyor. Müzenin bir diğer özelliği, sergilenen otomobillerin çok titiz ve kapsamlı bir restorasyondan geçiriliyor olmalarıymış. Öyle ki, en ufak vidasına kadar elden geçirilip yenilenerek, fabrikadan ilk çıktıkları hale getiriliyorlarmış.
Key Museum, çok güzel düzenlenmiş. Biz gittiğimiz zaman, kapanmasına bir saat vardı ve ziyaretçisi epeyce çoktu. Gençler gezerken ne düşünüyorlar bilmiyorum ama, bizim yaş grubumuz için geçmişten çağırışım yapan epeyce model araba var. Zamanında özel ya da dolmuşa çevrilmiş olarak yaşantımıza girmiş, iz bırakmış bir sürü araba. Bakımlı ve pırıl pırıl olmaları onları daha da bir çekici yapıyor. İnsanın aklına, çocukken mahalledeki parmakla gösterilecek kadar az sayıda özel araba sahibinin pazar günleri arabalarını saatlerce özenle yıkayıp, güderi ile kurulamaları geliyor. Ha… Tabii, ben bir de içeri girer girmez anılarımdan silinmeyen kırmızı, spor bir MG marka arabanın peşine düştüm…
Key Museum ziyaretimizle, yine Torbalı’da bulunan Lucien Arkas Bağları’nın içindeki LA Mahzen restorana gitme planımızı birleştirdik. Pandemi nedeniyle bağ ve üretim tesisi gezisi yapmıyorlar ama, bağa bakan terasta yemek yemek gerçekten çok keyifli. Rezervasyon yapmak şart. Sanırım, geçerken yemek yemek neredeyse imkansız ya da son derece şanslı olmanız lazım çünkü, boş bir tek masa yoktu. Hafta sonu olmasının da etkisi olabilir. Bruschetta, peynir ve şarküteri tabağı eşliğinde içtiğimiz Consensus Red Blend (2018) güzel bir şaraptı. Consensus zaten uluslararası ödülleri bol bir şarap. Organik olması, harcanan emeği daha da takdir edilesi yapıyor. Tatlı ile birlikte içtiğimiz, tatlı şarabı (dessert wine) La Passito da kanımca başarılı idi. Bornova Misketi’nden yapılan La Passito, “Mevsim Meyveli Magnolia” tatlısı ile çok iyi gitti. Bu tür şarap türleri içinde İtalya’nın ünlü şarapları kadar çarpıcı olmasa da, düşünülmüş ve üretilmiş olmasını çok takdir ettim. (Tatlı veya çeşitli küflü peynir türleri ile birlikte, yemek üstüne içilen son derece güzel İtalyan tatlı şaraplarına örnek olarak iki sevdiğim şarabı verebilirim. Bunlar, Umbria bölgesinden Antinori Muffato Della Sala ve Veneto bölgesinden Recioto della Valpolicella Classico DOCG). Türkiye’de var olan daha tatlımsı şaraplar, yanlış bir şekilde, yemekle içilmeye çalışıldığı için genelde sevilmiyorlar. Doğrusu, gerçekten yemek ile de olmuyor bu şaraplar. İtiraf edeyim, benim için de durum bir zamanlar öyle idi. Ta ki, İtalya’nın çeşitli bölgelerinde gittiğimiz restoranların sommelier ve usta garsonları tarafından bilgilendirilip yönlendirilene kadar. Türkiye’de de bu tür bilgilendirme ve tanıtımların faydalı olacağını düşünüyorum.
Tatile giderken uğradığımız bir diğer yer, Menteşe, Muğla’daki Gara Guzu bira üretim tesisi idi. Önceden telefon ettik, “Buyrun, bekleriz” daveti üzerine, yolumuzu bir miktar uzatarak, gittik. Tesise gitmenizi değil ama, üretilen biralarını içmenizi bilmeyenlere öneririm. Ben şahsen, biracı bir insan değilim. Sıcak yaz günlerinde veya bazı ender durumlarda buz gibi bir bira hoşuma gider, o kadar. Ancak birkaç seneden beri, Gara Guzu’ya rastlarsam içiyorum. İsmi ve logosunun sevimliliği dışında, lezzet olarak farklı ve sıradan olmaması hoşuma gidiyor. Zaten kendilerini, “sürüden ayrı” olarak tanımlıyorlar.
Gara Guzu, 2011 yılında küçük bir aile işletmesi olarak kurulmuş ve 2014 yılında üretime geçmiş. Türkiye’nin ilk ve lider craft yani butik bira üreticisi. Pancarlı bira gibi deneysel ürünleri var. Ayrıca, Jameson Irish Whiskey ile çok ilginç bir projeleri olmuş. İrlanda’da üretilen Gara Guzu bira, Jameson viski fıçılarında üç ay bekletilmiş. Meşeden yapılmış bu fıçılar daha sonra boşaltılmış ve aynı fıçılara viski konmuş, dört hafta bekletildikten sonra piyasaya sürülmüş. Gara Guzu’nun başlarda az çeşiti varken, bildiğim kadarı ile şimdi onun üzerinde farklı bira üretiyorlar. Ayrıca, Japonya, İngiltere, Kanada, Avusturalya, KKTC, Almanya, Fransa ve Avusturya’ya hem fıçı hem şişelenmiş olarak ihracat yapıyorlar. İstanbul’da her yerde karşınıza çıkmıyor. Bazı kaliteli publarda bulunabiliyor. Bunlardan biri, İngilizce blogumda (mybeautifulistanbul.com) bahsettiğim, Beyoğlu’ndakiDAB Pub Pera. Bulduğunuz yerde bir deneyin derim. Son olarak içtiğim Red Ale’i çok güzeldi.
Şimdi, bu kadar bilgi verdikten ve övdükten sonra, gelelim işletme ziyaretine. Doğrusu, birkaç saatlik bir yoldan sonra, Gara Guzu’nun üretim yerini çok daha farklı düşünüyorduk. Web sayfasındaki fotoğraflar ve biraz da hayal gücümüz nedeniyle, soğuk biralarımızı yudumlarken dinlenebileceğimiz bir yer özlemiyle gittik. Sonuç o açıdan epeyce hüsran oldu. Bir kere tesis Menteşe sanayi sitesinin içinde. Sitenin yolları toz toprak içinde. İşin bu kısmına Gara Guzu pek bir müdahalede bulunamıyor belki ama, tesisin içi de tam bir keşmekeşti. Karmakarışık ve düzensiz. Ortamın tesis fotoğrafları ile ilgisi yok. Bu geçici, bazı nedenlerden ötürü o döneme özgü bir durum muydu, bilemiyorum. Neyse ki, orada bizimle ilgilenen yetkili kişi çok candan ve bilgi vermekten yüksünmeyen birisi idi. Üretim bölümünde kısa bir geziden sonra, farklı biralarından aldık ve yolumuza devam ettik.
Sekiz günlük bir deniz, güneş ve yan gelip yatma tatilinden sonra eve dönüş yoluna çıktık. Geçen sene yaptığımız gibi yine kahvaltımızı Bafa Gölü’nün kenarında yapmaya karar verdik. Bodrum’dan yaklaşık bir buçuk saat uzaklıktaki Bafa Gölü’nün kenarında birkaç kahvaltı yeri var. Gölün kenarında kahvaltı yapmak hoş oluyor. Biz iki seferdir Yalı Restaurant’a gidiyoruz ancak, açıkçası bir daha gideceğimi sanmıyorum. Gözüme çok daha iyi olabilecek yerler çarptı bir dahaki sefer için.
Bu sene, kahvaltı yapmanın dışında, Bafa Gölü molasını bir başka şekilde daha değerlendirmeye karar vermiştik. Gölün kıyısındaki antik Herakleia kentini görmeyi uzun zamandan beri istiyordum. Kentin tabelasını Milas-Söke kara yolunun üzerinde görebiliyorsunuz. Ana yoldan sapınca, dokuz kilometre gitmeniz gerekiyor. Biz önce kahvaltı yapmak istediğimiz için başta sapmadan devam edip, kahvaltıdan sonra söz konusu sapağa geri döndük. Sık sık belirttiğim gibi, sıcak havada antik yerleri gezmek epeyce zor. Hiç önermem ama, zaman zaman insan mecbur kalabiliyor. Ancak, benim için sıcağın yanında bir de aç gezmek neredeyse imkansız olduğu için bu yola baş vurduk. Oysa, Herakleia yakınında da kahvaltı seçenekleri varmış. Sonradan gördük bunları tabii. Üstelik, tabelalarda belirtildiğine göre, bazılarından sandal kiralamanız da mümkün.
Herakleia, antik çağda adı Latmos olan Beşparmak Dağı’nın dibinde konumlanmış bir kent. Şu anda Kapıkırı köyü ile iç içe. Köy kentin üzerine kurulmuş. O nedenle, tarihi yapılar evlerin arasında kalmış. Mümkün olduğunca ortaya çıkarılmaya çalışılmış. İlerde belki Apollon Smintheion’da olduğu gibi, bazı köy evlerinin yıkılması gerekebilir. Bölge, jeolojik olarak 500 milyon yıllık bir geçmişe sahipmiş. Çevredeki taş yapısı ve milyonlarca yıllık doğal aşınma ile ortaya çıkan kaya formları büyüleyici. Uzun yıllar önce, henüz günümüzün yeni yolları yapılmadan, Çan’a giden karayolu boyunca da benzer kaya oluşumlarını görmüş ve hayret etmiştim. Dev boyutlardaki kayalar, sanki dağların tepesindeki mitolojik tanrılar tarafından gökten aşağıya boşaltılmış gibi, birbirlerinin üzerine yığılmışlar, insan eliyle yapılamayacak, inanılmaz görüntüler oluşturmuşlardı. Bir de üstüne üstlük, bunların arasından yabani zeytin ağaçları fışkırmıştı. Çok güzeldi. Bir gün, uygun bir vakitte, paralı yollar yerine, bu eski yoldan gidip aynı oluşumları görmek isterim. İşte, Herakleia yolundaki kaya oluşumları da bana, daha küçük ölçekte, o yolu anımsattı.
1375 metre yüksekliği olan Latmos Dağı, çok eski çağlardan beri kutsal olarak kabul edilmiş. Önceleri, Anadolu’ya özgü Fırtına Tanrısı ile yine yerli bir Dağ Tanrısı’na tapınma mekanı olarak ilgi merkezi olmuş. Daha sonra Hititler, Fırtına Tanrısı’nın yerine kendi tanrıları Tarhunt’u koymuşlar. Antik dönemde onun yerini Zeus almış. Orta Çağ döneminde bile burası kutsallığını korumuş. Çevrede birçok kilise ve manastır yapılmış.
Latmos’un kültürel geçmişinin 8000 yıllık olduğu belirtiliyor. Bunun kanıtı olarak ise, özellikle dağın tepeye yakın kısımlarındaki mağaralarda bulunan, Neolitik döneme ait ve M.Ö. 6000-5000 yıllarına tarihlenmiş, 170 farklı duvar resmi gösteriliyor. Biz buralara çıkamadık. Köy sakinleri bunun epeyce zor olduğunu söylediler. Sanırım, hele sıcakta hiç akıllıca bir çaba olmazdı. Eğer böyle bir şey yapılacaksa, sabah çok erken, dağa tırmanmak için donanımlı bir şekilde yola koyulmakta yarar var. O nedenle, söz konusu resimlerin açıklama tabelalarındaki fotoğraflarına bakmakla yetindik. Yukarıda belirttiğim gibi, Latmos Dağı’nın kutsal olduğu inancı çok sonraları bile devam etmiş. Örneğin, M.S. 10. yüzyılda bile, kuraklığa çare olarak yağmur duaları için buraya gelinirmiş. Doğu Roma döneminde dağ Latros adını almış ve bölgede manastırlar yapılmaya başlanmış. İlk olarak M.S. 7. yüzyılda Sina’daki Müslüman fetihlerinden kaçan keşişler tarafından kurulan bu manastırlar giderek artmış ve 1222 yılına gelindiğinde 11’e ulaşmış. Ancak, 13. yüzyıl sonundan itibaren başlayan Türk saldırıları sonucu, 14. yüzyılda bu manastırlar yavaş yavaş terk edilmişler.
Herakleia’ya henüz yaklaşmadan, yol kenarındaki bazı kayalıkların tepesinde sur ve burç kalıntıları görmeye başlıyorsunuz. Köyün içine yerleştirilmiş çeşitli tabelalar sizi kentin belli başlı noktalarına yönlendiriyor. Bunlardan ilki Göl Kalesi olarak tabir edilen yapı. Biz ne tarafa park edeceğimize karar vermeye çalışırken, gölgeye sığınıp yanyana oturmuş köyün kadınlarından birisi ayağa kalkarak bizi bir gölgeye yönlendirdi. Ne tarafa yürüyeceğimizi tarif etti. İçlerinde en girgin olanın o olduğu belliydi. Nitekim, daha sonra, ondan bir kolye satın aldım. Gölden çıkmış kabuklu hayvanların kabuklarından yapılmış kolyeler satıyordu. Yanındaki daha çekingen olandan da çevresi oyalı bir bandana aldım. Hepsi kendilerinden bir şeyler almamı istiyordu ama genelde aynı şeyleri sattıkları için bu kadarla yetindim. Yerel insanlara yardım olsun diye bu tür alış verişler yapmaya çalışıyorum. Aklıma Küba’da, çevredeki yabani bitkilerden topladığı tohumlarla yaptığı kolyeleri satan o güzel gözlü kadın geldi. Saatlerini harcayarak yaptığı o kolyelerin on tanelik demetini 1 CUC’e (1 dolar) satıyordu…
Herakleia’nın M.Ö. 300 civarında, Büyük İskender’in dev imparatorluğu bölünürken, Karia’nın bir bölümünde yönetimi ele geçiren Makedonyalı komutan Pleistarkhos tarafından kurulduğu düşünülüyor. Kendisi, Latmos ve Pidasa kentlerinde yaşayan halkı birleştirerek, birkaç yüz metre batıda kendi kurduğu Herakleia’ya yerleşmeye zorlamış. O zamanlar kent, bugünkü gibi göl kenarında değil, deniz kenarında, Latmos Körfezi’nde imiş. Körfez zamanla Menderes ırmağının getirdiği alüvyonlarla dolmuş ve M.Ö. 1. yüzyılda denizle bağı koparak göl haline gelmiş. Herakleia, deniz kenarında olduğu zamanlarda, özellikle Karia’nın iç bölgelerine uzanan yolun başında olması nedeniyle, çok önemli bir liman kenti imiş. Kent, Pleistarkhos’un ölümünden sonra, Büyük İskender’in yine Makedonyalı iki komutanı tarafından kurulan ve onların isimleri ile anılan Seleukoslar ve Ptolemaioslar arasında birkaç kez el değiştirmiş. M.Ö. 190 yılında, Romalıların Magnesia’da Seleukoslar’ın kralı III. Antiokhus’u yenmesi üzerine Herakleia bağımsızlık statüsüne kavuşmuş. Bu durum kente oldukça büyük bir refah getirmiş. Kente agora, bouleuterion ve tiyatro gibi pek çok yapı bu dönemde yapılmış. M.Ö. 129 yılında kent, Roma’nın Asya Eyaleti’ne bağlanınca, bağımsızlığını kaybetmiş. Roma döneminde, su tesisatı ve hamam dışında kayda değer pek bir yapı inşa edilmediği için Herakleia Helenistik kent dokusunu korumuş. Kent bir süre sonra eski önemini yitirmiş. Ancak, Doğu Roma döneminde yapılan Latmos Dağı’ndaki manastırlar ve Kapıkırı Adası’ndaki manastır nedeniyle bölgenin ruhani merkezi olmaya devam etmiş. Helenistik surların üzerine yapılan Göl Kalesi de bu dönemde inşa edilmiş. M.S. 14. yüzyıl başlarında, Türklerin hakimiyeti nedeniyle bölge terk edilmiş. 18. yüzyıldan itibaren Türkler buraya yerleşmişler ve adını Kapıkırı olarak değiştirmişler.
Herakleia antik kenti ilk olarak 1764-1765 yıllarında Richard Chandler tarafından keşfedilmiş. Ancak, Chandler gördüğü kalıntıları yanlışlıkla Myus kenti sanmış ve bu şekilde kayda almış. İlk bilimsel çalışmalar 20. yüzyılın başında Alman Theodor Wiegand tarafından yapılmış. Uzun bir aradan sonra, 1974 yılında bir başka Alman arkeolog, Anneliese Peschlow-Bindokat tarafından bölgede yüzey araştırmaları yapılmış. 2021 yılında başlanan arkeolojik kazıları ise halen Milas Müzesi ve Selçuk Üniversitesi yürütüyor. Sıcakta gezerken, Athena Tapınağı’nın yakınındaki kazı evinin önünden de geçtik. Güne çok erken başlayan ve muhtemelen sıcak nedeniyle çalışmayı bırakan ya da ara veren arkeologlar gölgede hem konuşuyor hem dinleniyorlardı. Belki de günün bulguları üzerine tartışıyorlardı.
Bir yandan aşırı sıcak (güneşin en tepede olduğu saatlerdi) bir yandan da bir sonraki durağımız olan Foça‘ya geç kalmamak için, adını Yunan mitolojisinde Herakles, Roma mitolojisinde Herkül olarak bilinen tanrıdan almış olan bu kentte ancak bir buçuk saat kalabildik. Bir dahaki sefer kahvaltımızı burada yapmaya, sandal kiralayarak üstünde manastır ve kiliseler olan adaların yakınına gitmeye ve antik kentin gezme fırsatı bulamadığımız yerlerini görmeye karar verdik.
Evet, bu sene de biz dönüş yolunda yine iki gece Foça’da ve tabii ki Hotel Lola 38’de kaldık. Yine Fokai Restaurant’ın leziz mezeleri, ara sıcakları ve balıklarından yedik. Ve… Tabii ki, ünlü Nazmi Usta’nın dondurmasından yedik. Foça ve kaldığımız şahane küçük otel hakkında daha önce ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Okumamış olanlar ve arzu edenler için yazının linkini buraya bırakıyorum.
Çanakkale, Türkiye‘de en çok antik kent bulunan illerimizden biri. Sayısının 200’den fazla olduğu belirtilen bu antik kentlerin yüzey araştırmaları ve kazıları ağırlıklı olarak Çanakkale 18 Mart Üniversitesi‘nin öğretim üyeleri ve öğrencileri tarafından yürütülüyor. Coğrafi konum olarak çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, antik alanların bu kadar çok olması aslında insanı şaşırtmamalı. İstanbul gibi, tarihin değişik zamanlarında iki kıta arasında her iki yöne doğru geçmek isteyen herkes (Yunanlılar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Araplar) buralara gelmiş ve iz bırakmış. 1915 yılında Müttefik Kuvvetler tarafından yapılan son deneme ise, onlar için bir hezimet, bizim için destansı bir direniş ile tarihe geçmiş. Uzmanlar, Çanakkale Savaşları’nın geçtiği alanların da aslında arkeolojik kalıntılarla dolu olduklarını belirtiyorlar. Ne acıdır ki, savaş sırasında Fransız Kuvvetleri buralarda savaşırken bir yandan da kazılar yapmışlar. Özellikle, günümüzde Çanakkale Şehitler Abidesi‘nin bulunduğu yerdeki Elaeus antik kentinin mezarlık alanında (nekropol) yaptıkları kazılar sonucunda burayı talan etmişler. Elaus’tan götürülen beş lahit, mücevherler, çanak çömlek ve diğer farklı objeler günümüzde Paris‘teki Louvre Müzesi‘nde sergileniyorlar. Kentin büyük bölümü savaş sırasında top atışleri nedeniyle tahrip olmuş. Günümüzde, kentin sadece sınırları ve sur duvarları tesbit edilebilmiş.
Bildiğiniz gibi, tarihte en az 1915 Çanakkale Savaşları kadar ünlü bir diğer savaş da yine bu topraklarda yapılmış. Sözünü ettiğim yer elbette Troia. Antik Çağ’da şüphesiz, günümüzde bilmediğimiz ya da üstünde durmadığımız, daha pek çok savaş olmuştur. Onların hiçbiri, Troia Savaşı kadar evrensel bir tanınırlığa ulaşmamıştır. Arkeoloji ve tarihle uzaktan yakından ilgisi olmayanlar bile tahta atın hikayesini bilirler. İnsanlığın, bu tanınırlığı borçlu olduğu kişi, büyük ozan Homeros‘tur. Eğer Homeros bu savaşı yaklaşık 500 yıl sonra dizelere dökmemiş olsaydı, büyük olasılıkla Troia Savaşı da sadece antik dönemin diğer birçok savaşı kadar ilgimizi çekecekti. Homeros, ünlü İlyada adlı eserinde, on yıl süren bu savaşın son yılında geçen elli bir günü bize sunar. Ama, geriye dönüşlerle savaşın çıkış noktasını ve gelişen olayları da öğreniriz. Öte yandan İlyada, olayların sadece kuru kuru anlatıldığı bir eser değildir. Edebi olarak son derece güzel, kimi yerlerde dokunaklı kimi yerlerde son derece heyecanlı anlatımlar vardır. İlyada’yı okuyanlar bilirler. Özellikle, gerek kahramanların birebir dövüşleri gerekse genel savaş sahneleri son derece canlı bir şekilde anlatılmıştır. Ben okurken çok heyecanlandığımı hatırlıyorum.
Troia Savaşları denince herkesin ilk aklına gelen tahta at öyküsü, İlyada’da değil, Odysseia‘da anlatılır. Homeros, İlyada’yı Troialı PrensHektor‘un cenaze töreni ile bitirir. Tahta at hilesini ve savaşın sonunu Odysseia‘daki anlatımla öğreniriz. Bu ikinci kitap aslında, Odisseus‘un savaştan sonra, kralı olduğu vatanı İthaka‘ya dönmeye çalışırken başından geçenleri anlatır. Odisseus, Troialılara karşı savaşta yer almış Aka (Yunan) krallarından biridir. Esasen, savaşın sona ermesinde de rolü büyük olmuştur çünkü, tahta at fikri onundur. Odisseus’un türlü maceralarla dolu eve dönüş yolculuğu da on sene sürer. Ama ozan, bir geri dönüşle, Troia Savaşı’nın sonunu da bize söyler. Bazı tarihçilere göre, Troia atı tarihte hiç var olmamış, Homeros tarafından, tanrı Poseidon‘un simgesi olan at için bir metafor olarak kullanılmıştır. Poseidon, denizler tanrısı olmanın yanında, aynı zamanda depremler tanrısıdır da ve at, Akaların deprem nedeniyle yıkılan sur duvarları sayesinde Troia’yı ele geçirmelerini temsil etmektedir.
Homeros’un Troia Savaşı anlatımında sadece insanlar değil, tanrılar da taraf tutar ve savaşırlar. Zaman zaman insan şekline bürünür ve aşk, nefret, gurur, kıskançlık gibi insani duygulara kapılırlar. Savaşın bizzat çıkışı da böyle değil midir? Troia kralı Priam‘ın oğlu olan Paris‘in Afrodit‘i üç tanrıça arasında en güzel seçmesi ile başlamamış mıdır bütün olaylar? Kendilerini aşağılanmış hisseden Hera ve Athena o kadar kızmışlardır ki, Akaların tarafını tutmuşlardır. Üstelik Athena, kuruluşundan beri Troia şehrinin koruyucusudur ve burada kendisine adanmış bir tapınak bulunmaktadır. Tanrılar arasında Afrodit ve Apollon savaşın başından sonuna kadar Troialıların yanında kalmışlardır.
Günümüzde savaşların çıkış nedenlerini tabii ki tanrıların gazabına dayandırmıyoruz. Troia Savaşı da büyük olasılıkla, Troia’nın zenginliğinden gözleri kamaşan ve bu verimli toprakları ele geçirmek isteyen Yunan halklarının (Akaların) buraları ele geçirme savaşıdır. Ancak, savaş çetin olmuştur. Kent duvarları o kadar sağlamdır ki, Troia’yı ancak bir hile (veya deprem) ile ele geçirebilmişlerdir.
Troia ya da Troya, isim açısından halen süren tartışmaların konusu. Son zamanlarda toplum içinde veya sosyal medyada, eskiden alışkın olduğumuz şekilde, Truva demeye görün… Eleştiriler gecikmeyecektir. Çocuklukta öğrendiğimiz, zamanın tüm turistik tabela ve broşürlerinde geçen Truva ismi, antik kentin Fransızca ismi olan Troie‘den Türkçeye geçmiş. Ancak daha sonra, aralarında Azra Erhat‘ın da bulunduğu uzmanlar, kentin Yunancada Troia olarak geçtiğini ve bu şekilde anılması gerektiğini belirtmişler. Aynı kelimenin Türkçe okunuşu olarak Troya da kullanılmaktadır. Tarihte Troia’nın adı daha da çok çeşitlilik göstermiş. Kentten Yunanca, Troia’nın dışında, Ilion; Latince Ilium; Hititçe Wilusa ya da Truwisa olarak da söz edilmiş.
Troia (Troya) antik kenti 1998 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde bulunuyor. Bunun gerçekleşmesi için, Troia’da 25 yıl boyunca çalışmalar yürüten, Tübingen Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann‘nın (1942-2005) çok büyük çaba gösterdiği belirtiliyor. Bir Anadolu ve Troia aşığı olan Prof. Korfmann 1981 yılında başladığı yüzey araştırmalarının ardından, 1988-2005 yılları arasında hem Troia’da hem de Troasbölgesinde (günümüzün Biga Yarımadası) yaptığı kazılarla bölge arkeolojisine çok büyük katkılar yapmış. Ayrıca, Troia çevresinin korunması için bu bölgenin Tarihi Troya Milli Parkıyapılmasına ön ayak olmuş.
Çok iyi Türkçe konuşan ve çalışmaları sırasında civardaki köylülerle çok iyi ilişkiler kuran Profesör Korfmann, Türk vatandaşlığı da alarak adına Osman’ı da eklemiş. Genç yaştaki ölümünün ardından, ailesi binlerce kitap, makale ve basılı eserlerini kendi kurduğuÇanakkale Tübingen Troia Vakfı‘na bağışlamış. Şimdi öğrenciler, akademisyenler ve arkeoloji meraklıları, vakfın Çanakkale’nin merkezindeki kütüphanesinden yararlanıyorlar.
Korfmann’nın en büyük hayali ve bir anlamda vasiyeti, Türkiye Devleti’nin Troia antik kentinin yakınında dünya standartlarında bir müze açması olmuş. Ne mutlu ki, Korfmann’ın bu dileği yerine getirilmiş. Günümüzde Troya (Troia) Müzesi, çağdaş müzeciliğin ülkemizdeki göğüs kabartan nadide örneklerinden birisi. Çanakkale gezimizin en önemli nedenlerinden biri Troya Müzesi idi diyebilirim. Gerek Troia antik kenti gerekse müze aslında daha çok sayıda ziyaretçiyi hak ediyor. Dilerim, mevsimsel bir nedenden dolayıdır ama, biz gezerken olması gerekenden çok az sayıda ziyaretçi vardı. En az Efes kadar önemli bu ören yeri ve müzenin, hem yurt dışında hem yurt içinde, daha çok tanıtılması gerekiyor. En azından arkeolojiye ilgi duyan herkes gitmeli diye düşünüyorum.
Müze, Çanakkale Merkez ilçesine bağlı, Tevfikiyeköyünün yakınında. Binanın inşaatına, yapılan bir proje yarışmasından sonra, 2013 yılında başlanmış. Ziyarete 2018 yılında açılmış. Üç katlı müze, 12.765 metrekarelik kapalı alanıyla son derece ferah ve rahat gezilen bir mekan. Katlar arasında merdiven yerine rampalar yapılmış. Müzede sadece Troia’dan çıkarılan eserler değil, Troas bölgesinin diğer belli başlı antik kentlerinden (Assos, Tenedos(Bozcaada), Parion, AlexandriaTroas, Smintheion,Lampsakos,Tavolia, İmbros (Gökçeada)) çıkarılmış eserler de sergileniyor. Giriş katında bulunan bu eserler daha önce Çanakkale Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyorlarmış. Şimdi hepsi, Troia ile beraber aynı çatı altında toplanmışlar.
Troia Müzesi, kısa zamanda uluslararası ödüller almış bir müze. Sadece eserler açısından değil, içerdiği açıklamalar ve aktardığı bilgi açısından da çok zengin. Bu açıdan, katlar arasındaki rampalar bile değerlendirilmiş. İnsanın herhangi bir müzede geçirdiği süre, konuya duyduğu ilgiye bağlı oluyor. Biz Troia Müzesi’nde dört buçuk saat kaldık. Herkes bu kadar kalmayı tercih etmeyebilir. Ancak, kullanılan çeşitli modern odyovizüel teknoloji ile arkeoloji ile en az düzeyde ilişkisi olan ziyaretçilerin bile ilgisini çeken köşeler var. Bu arada elbette, 2004 yılında çekilen ve Brad Pitt‘in Akhilleusrolünü oynadığı Troyfilmi de kullanılmış. Yunan mitolojisinin en bilinen kahramanlarından biri olan Akhilleus, Aka ordusunda savaşan büyük bir savaşçıdır. Kendisi aynı zamanda bir yarı tanrıdır. Annesi su tanrıçası Thetis, babası Phthiahükümdarı Kral Peleus‘dur. Annesi onu sol topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağında yıkadığı için, vücunda ölümcül yara alabileceği tek yer orasıdır. Troialı Paris de, Akhilleus ile dövüşürken, onu attığı ok ile sol topuğundan vurarak öldürür.
Müzenin en ilgi çekici yerlerinden biri altın takıların bulunduğu bölüm. Her ne kadar zamanında Heinrich Schliemann‘ın kaçırdığı hazineye içimiz yansa da, Troia Müzesi’nde sergilenenler de hiç de azımsanacak nitelikte değiller. Schliemann’ın Almanya’ya götürdüğü bu hazineyi, karlı bir kış günü Moskova‘daki Puşkin Müzesi‘nde görmüştüm. Çok zengin bir müze olan Puşkin Müzesi’ne ben sadece bu hazineyi görmek için gitmiş ama, müzenin geri kalanını da gezebildiğim kadar gezmiş ve çok beğenmiştim. Schliemann’ın Troia Kralı Priam‘ın hazinesi olduğunu sandığı Troia Hazinesi‘nin büyük bir kısmı, II. Dünya Savaşı sırasında Ruslar tarafından Moskova’ya götürülmüş. Kalanı Avrupa’nın farklı müzelerine dağılmış. Günümüzde, arkeolojik bulgular aslında Schliemann’ın büyük bir zamanlama hatası yaptığını ortaya koymuş. Homeros’un İlyada’sı ile bir bağ kurma konusunda ısrarlı olan Schliemann’ın Priam’ın hazinesi olarak ilan ettiği takıların aslında o dönemden en az 1250 yıl daha eski oldukları saptanmış.
Troia Müzesi’nde sergilenen altın takıların bir kısmı Biga Yarımadası’nın (antik Troas bölgesi) farklı yerlerinden çıkarılmış. Bir bölümü, İstanbul Arkeoloji Müzesi‘nin koleksiyonundaki, Schliemann’ın kaçırdığı eserlerden geriye kalanlardan oluşuyor. Diğer bir bölümü ise, 1966 yılında Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesikoleksiyonuna katılan eserler. Daha sonra yapılan incelemelerle bu hazinenin aslında Troya’ya ait oldukları saptanmış. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimleri ile söz konusu eserler 2012 yılında Türkiye’ye getirilmişler. Müze tarafından yapılan açıklamada, bu konuda Pennsylvania Üniversitesi Müzesi yetkililerinin iyi niyet ve iş birliği gösterdiklerinden de söz ediliyor.
Müzenin üst katlarında, Troia antik kentinin çeşitli dönemlerine ait eserler sergileniyor. Troia, M.Ö. 3000 yılına uzanan tarihi ile, 5000 yıllık bir kent. En önemli özelliklerinden birisi, neredeyse 3000 yıl kesintisiz yaşamın var olduğu bir yer olması. Şehir olarak, her biri tarihsel olarak birbirini takip eden, on farklı katmandan oluşuyor. Deprem bölgesinde olması ve kullanılan malzemenin ağırlıklı olarak kerpiç olması nedeniyle, her katman bir öncekinin üstüne yapılmış ve böylece, 19. yüzyıla gelindiğinde, 15 metre yüksekliğinde bir höyük (Hisarlık) halini almış.
Troai’nın dönemleri Prof. Korfmann tarafından şu şekilde sıralanmış:
– Troia I (yaklaşık M.Ö. 2920-2350)
– Troia II (yaklaşık M.Ö. 2350-2250)
– Troia III (yaklaşık M.Ö. 2250- 2200)
– Troia IV/V (yaklaşık M.Ö. 2200-1740)
– Troia VI (yaklaşık M.Ö. 1740- 1180). Troai kültürünün doruğa ulaştığı ve Homeros’un bize ulaştırdığı Troia savaşının geçtiği dönem olarak kabul ediliyor. Uzmanlara göre, savaş bu dönemin kapanmasına neden olmuş.
– Troia VII (yaklaşık M.Ö. 1180-700)
– Troia VIII (yaklaşık M.Ö. 700- 85) Yunan Ilion dönemi.
– Troia IX (yaklaşık M.Ö. 85-M.S. 500) Roma Ilium dönemi.
– Troia X (yaklaşık M.S. 500-M.S. 14. yy) Bizans Ilion dönemi.
Gerçekte şehrin katmanları on ile sınırlı değil. Yukarıda sıralanan her dönem de kendi içinde birkaç katman oluşturmuş. Örneğin, Erken BronzileErken Demir Çağıarasına karşılık gelen Troia I ve Troia VII arası dönemlere ait katmanlar aslında elliden fazla tabakaya denk geliyormuş. Şehrin yıkıntı haline gelerek yeniden inşa edilmesine depremler kadar, yangınlar da sebep olmuş.
Tarihte Troya’ya ilgi hep çok olmuş. İmparator Konstantin (306-337) İstanbul‘dan önce burayı Doğu Roma İmparatorluğu‘nun başkenti yapmayı düşünmüş. Hatta bu amaçla burada yeni binalar inşa ettirmeye de başlamış. Daha sonra, stratejik olarak daha uygun bulduğu Byzantion (İstanbul) şehrinde karar kılmış. Troia’nın bir diğer özelliği de, tarihte pek çok farklı milletin kökünü Troyalılara dayandırması olmuş. Sadece daha yaygın olarak bilinen Romalılar ve Türkler değil, Frenkler, Burgonyalılar, Normanlar ve Britonlar da Troyalıların ataları olduklarını öne sürmüşler. Romalılar M.Ö. 3. yüzyıldan itibaren buna inanmaya başlamışlar ve savlarını yine Homeros’a dayandırmışlar. Homeros’un destanında, yenilgiden sonra Troyalı Aeneas kaçar. Troialı bir asil ve büyük bir savaşçısıdır. O da, düşman taraftaki Akhilleus gibi, bir yarı tanrıdır. Babası, Troialı prens Anchises, annesi tanrıça Afrodit’tir. Onun İtalya‘ya giderek Roma‘yı kurmasını ise Romalı şair Vergilius (M.Ö. 70-19), Aeneas isimli epik şiirinde anlatır. Julius Sezar‘ın soyu da Aeneas’ın oğlu, Iulus‘a dayandırılır. Söylentiye göre, Sezar’ın da hayali, Troya’da yeni bir başkent kurmakmış ama öldürülmesi bunun gerçekleşmesine engel olmuş.
Bildiğiniz gibi, Troialıların Türk oldukları ile ilgili olarak da bir sav var. İşin ilginç tarafı, sadece Türkiye’de belli bir kesim değil, tarihte bir dönem yabancı kaynaklar da bu iddiada bulunmuşlar. 14. yüzyılda İtalyan ve Fransız tarihçiler, Latince Türkler için kullanılan “Turci” kelimesinin, şair Vergilius’un Aeneas destanındaki Troyalı kahraman Teucri‘den geldiğini öne sürerek Troialılar ile Türkleri ilişkilendirmişler. Avrupa’da bir dönem çok kabul gören bu görüş,Fatih Sultan Mehmet‘in Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis‘i fethetmesinden sonra, inkar edilmeye başlanmış. Günümüzde bilim adamları Troialıların kökenlerinin Türklerle bağlantısı konusunda bilimsel bir kanıt olmadığı görüşündeler. Çok saygı duyduğum Prof. Dr. İlber Ortaylı‘nın dediği gibi ben de, elde bilimsel bir kanıt olmadığı sürece bu tür iddiaların doğru kabul edilemeyeceği inancındayım. Akademisyenler bu konuya çok temkinli yaklaşmakta ve Troialıların kökeni ve kullandıkları dil konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini yazmaktalar. Bazı bulgulara dayanarak, konuşulan dilin, Anadolu halklarından Luvilerin ve Hititlerin dillerine benzediğini belirtmekteler. Bu iki halkın kullandığı dil Hint-Avrupadil grubuna aittir. Türkçe ise, bildiğiniz gibi, Ural-Altay dil grubunun bir parçası.
Durum böyle olunca, tarihte Troialıların intikamını aldığını söyleyen de çok olmuş. Örneğin, İstanbul’u yakıp yıkan 4. Haçlı Ordusuyaptıklarını bu intikam ile haklı göstermeye çalışmış. Fatih Sultan Mehmet’in de 1462 yılında bu bölgeyi ziyaret ettiği ve Troyalıların intikamını aldığını söylediği yazılmıştır. Fatih’in Troya’ya özel ilgisi hiç şüphesiz, Yunanca aslından okuduğu İlyada destanından kaynaklanmaktadır. Fatih’in bu kişisel İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı Kütüphanesi‘nde saklanıyor. Yirmi sene kadar önce bu el yazması eseri, İstiklal Caddesindeki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan bir sergide görme fırsatım olmuştu. Atatürk‘ün de 1922’de Dumlupınar‘da Troyalıların alınan intikamı ile ilgili yanındaki subaylara benzer bir ifade kullandığı söylenir: “Dumlupınar’da Hektor’un öcünü aldık”. Buradaki gönderme açıkça Anadolu’nun Akalara karşı intikamı olsa gerek. Zira, Troia savaşında, Anadolu’nun yirmi iki farklı bölgesinden müttefik kuvvetler savaşa katılmışlar; Dardanoslular, Sestoslular, Abydoslular, Likyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Trakyalılar Akalara karşı Troialılarla birlikte savaşmışlar.
Müzeyi gezdikten sonra, Troia antik kentine gitmeden önce, bir şeyler yiyelim dedik. Müzenin hemen karşısındaki ufak bir aile işletmesinde gözleme yedik. Çanakkale’de bu tür işletme çok. Aydınlık yüzlü, kibar insanlar işletiyorlar. Az yağlı, hafif çıtır gözlemeler de, köfteler de çok leziz, bir o kadar da hesaplı oluyorlar. Gelibolu tarafında yemek yediğimiz Doyumlaraile işletmesi için de aynı şeyleri söyleyebilirim.
Antik Kent ile müzenin arası oldukça yakın. Araba ile birkaç dakika sürüyor. Aslında Troia, üst üste çok sayıda kat olması nedeniyle, gezmesi diğer antik kentlere göre oldukça zor olan bir yer. Burayı ziyaret etmeyi düşünen bir kişi Efes gibi bir yere geleceğini düşünmemeli. O nedenle, sizi şehrin girişinden itibaren yönlendiren bir platform yapılmış olması son derece akıllıca. Yapısı gereği, söz konusu platform olmadan ziyaretçilerin kenti iyi bir şekilde gezmesi pek mümkün olmazdı. Bu anlamda, Troia’yı çok iyi düzenlenmiş buldum. Kırk küsur sene önce gördüğüm zaman gerek girişi gerekse kentin içi karmakarışık ve toz toprak içindeydi. Gezi yolunu takip ederek ve önemli noktalara konmuş ayrıntılı açıklamaları okuyarak, Troia’yı çok güzel gezebiliyorsunuz. Bu yazıyı yazarken, ben ayrıca müzeden aldığım, Prof. Korfmann’ın yazdığı rehber kitabından da çok yararlandım.
Bildiğiniz gibi, Troy filmi çekilirken, filmin neden Türkiye’de çekilmediği çok konuşulmuştu. Film, MaltaveMeksika‘da çekilmişti. Bazıları, filmin antik kentte çekilmesinin en doğrusu olacağını düşünmüştü. Antik kentlerin film seti olarak kullanılmasının son derece zararlı olması bir yana, kentin çok katmanlı yapısı nedeniyle, bu Troia’da zaten mümkün olamazdı.
Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’ın vefatından sonra, kazıları 2012 yılına kadar Tübingen Üniversitesi, Prehistorya ve Protohistorya Bölümünden, Prof. Dr. Ernst Pernicka veDr. Peter Jablonka aynı ekiple sürdürmüşler. 2013 yılından itibaren Troia kazıları Prof. Dr. Rüstem Aslanbaşkanlığındaki bir ekip tarafından yürütülüyor. Prof. Dr. Rüstem Aslan da, İstanbul Üniversitesi‘nden sonra, Tübingen Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yapmış bir bilim insanımız.
Troia’da insana en üzücü gelen yer, Schliemann Hendeğiolarak anılan ve antik sit alanının bir karnıyarık gibi açıldığı kısım oluyor. 17 metre derinliği, 40 metre eni olan bu alanda Schliemann Priam’ın hazinesine ulaşma hayali ile oldukça fazla tahribat yaratmış. Aslında, kendisi bilmese de, çok daha eskilerden (Troia I dönemi) kalma kalıntılara ulaşmış. Erken Bronz Çağı’na ait bu kalıntılar, yüz sene sonra daha ayrıntılı olarak incelenmiş. Biz, Schliemann’ı genel olarak haris bir define avcısı olarak düşünsek de, uzmanlar onun arkeoloji bilgisi ve merakının da yabana atılmayacak düzeyde olduğunu, ancak hem çok hızlı çalışmak istemesi hem de dönemin arkeolojik kazı tekniklerinin çok ileri olmaması nedeniyle yol açtığı tahribatın çok olduğunu belirtiyorlar. Schliemann bulduğu hazineyi yasa dışı yollarla Atina’ya kaçırmış. Bunun ortaya çıkmasından sonra, Osmanlı Devleti’nin dava açmasını engellemek için, bir anlaşma yapmış ve bu çerçevede İstanbul’dakiArkeoloji Müzesi’ne (Müze-i Hümayun) 40 bin altın frank bağışlamış. Schliemann’ın ölümünden sonra, 1893-1894 yıllarında kazılar Alman arkeolog Wilhelm Dörpfeld tarafından yürütülmüş. 38 yıl aradan sonra, 1932-1938 yılları arasında, Amerikalı arkeolog Carl W. Blegen tarafından kazılara devam edilmiş. Antik kent 1938’de, elli yıl boyunca kazılara kapatılmış. 1988’de Profesör Korfmann ve ekibi ile kazılar tekrar başlamış.
Troia antik kentini gezmeyi bitirdiğimiz zaman akşam üzeri olmuştu. O gün Apollon Smintheion Kutsal Alanı‘na da gitmek istiyorduk ama, saatin ilerlemiş olması nedeniyle, epeyce kararsız kaldık. Yol Troia’dan bir buçuk saat sürüyordu ve biz gidene kadar kapanmış olabilirdi. Yakın bir arkadaşım buraya gitmemizi önermişti. Ayrıca o sabah, Troia müzesinde, Apollon Smintheion’da yapılan kazılardan çıkan eserler görmüştük. Sonunda risk almaya karar verdik.
Apollon Smintheion Tapınağı, Çanakkale’nin Ayvacıkilçesine bağlı Gülpınarköyündeki Chryseantik kentinin kalıntıları arasında yer alıyor. Köy, kelimenin tam anlamıyla antik kentin üstüne kurulmuş. Oraya vardığımızda saat 17:40 olmuştu ama bilet gişesi hala açıktı. Görevli, etrafı çevrilmiş kazı alanlarının içine girmememizi rica ederek, bizi buyur etti. İçeri girer girmez, görkemli tapınakla karşılaşıyorsunuz. Akşam üzerinin sakin ve sesssiz saatlerinde etrafta hiç kimse yoktu ve görüntü çok etkileyici idi.
Apollon Smintheus Tapınağı’nın (Smintheion) İlyada destanı ve Troia ile birkaç yönden ilişkisi var. Öncelikle Smintheus, Mysia(Marmara Denizi’nin güneyindeki bölge) dilinde fare demekmiş. Tanrı Zeus ve Leto’nun oğlu olan Apollon’un çok fazla yeteneği vardır. Bunlardan biri de çiftçileri farelerden korumasıdır. Apollon, çiftçilerin hasatına zarar veren fareleri okları ile öldürür. Öte yandan, halkına eziyet eden zalimleri de farelerden oklarına bulaşan veba mikrobu ile cezalandırır. Bu cezalandırma yöntemini Apollon İlyada destanında da kullanmıştır. İlyada’nın başında, Akalı kahraman AkhilleusveKral Agamemnonarasında müthiş bir anlaşmazlık vardır. Akhilleus, Agamemnon’a duyduğu öfke nedeniyle savaşmayı red etmektedir. İki savaşçı, Troia’ya savaşa giderken saldırdıkları bir şehirde BriseisveChryseis isimli iki güzel kızı rehin alırlar. Ancak, Agamemnon’un rehinesi olan güzel Chryseis, Apollon’un rahibi olan Crhyses‘in kızıdır. Crhyses tanrısından yardım isteyince, Apollon Agamemnon’un ordularına veba mikrobu yollar. Bu tehdit karşısında Agamemnon, Chryseis’i serbest bırakır. Ama, güzel kölesini kaybedince, Akhilleus’un rehinesi Briseis’i alır ve ona sahip olur. İşte destanın başında anlatılan Akhilleus’un öfkesi bundan kaynaklanmaktadır.
Apollon Smintheus Kutsal Alanı, Helenistikdönemde (M.Ö. 330-30) Anadolu’nun en önemli kutsal alanlarından birisi imiş. Tapınak, M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış. Tapınağın tambur ve friz olarak adlandırılan kısımlarında Troya Savaşı betimlemeleri bulunuyor. Tapınağın yakınında ayrıca, su depoları, Roma hamamı (M.S. 1. yy.), yerleşkeyi Alexandras Troas‘a bağlayan bir kutsal yol ve diğer kalıntılar var. Bunların çoğu Helenistik ve Roma dönemlerine ait. Kazılar 19. yüzyılda başlamış. 1980 yılından beri, başkanlığını Prof. Dr. Coşkun Özgünel‘in yaptığı bir ekip tarafından kazılıyor. Tapınağın merdivenlerine dökümden farelerin yerleştirilmesi de Profesör Özgünel’in fikriymiş. Bence çok güzel düşünülmüş. Tapınak, çevresine ekilmiş çimenlerle birlikte, görsel olarak çok etkileyici. Antik alanda çalışmalar devam ediyor olmasına rağmen, çevre gezmek için gayet güzel düzenlenmiş. Ayrıca, İngilizce ve Türkçe açıklama tabelaları da çok iyi hazırlanmış. Dilerim, bu güzel antik ören yerini giderek daha çok insan ziyaret eder.
Uzun ve yorucu bir gün olmuştu ama, gezdiğimiz yerler çok heyecan verici idi. Şimdi geriye, otele dönüp, gördüklerimizi sindirmek, üzerlerinde düşünmek kalıyordu. Dönüş yolunda, köy yakınında döndüğümüz bir virajın sunduğu manzara ise gezimizi sonlandırmak için adeta şahane bir tablo gibi oldu. Köy mezarlığında topraktan adeta fışkıran gelinciklerin yanında, büyük şehir mezarlıklarında insan eliyle dikilmiş çiçekler ne kadar da sönük kaliyor…
Çanakkale gezimizle ilgili yazılarımın sonuna gelmiş oluyorum. Ancak, Çanakkale’de gezilecek yerler bitmedi. Daha görülecek çok yer, öğrenilecek pek çok şey var. Bir dahaki sefere diyelim artık…
Biz her seferinde bu cümleyi okumakta zorlanırken, bir de böylesi bir emiri vermenin nasıl bir şey olduğunu düşünün… Ya böyle bir kararı almış ve insanları ölüme göndermiş olmanın yükünü bir ömür boyunca taşımak nasıldır sizce? İnsanın aklı ve yüreği bunu nasıl kaldırır? Böylesi bir emir herhalde ancak vatanınızı ölümüne savunuyorsanız verilebilir. 1915 Çanakkale Savaşları‘nda (17 Şubat 1915-9 Ocak 1916) olduğu gibi. Yedi cihan zamanın en ileri askeri silahları ile alevler saçarken ve sizden sayıca çok askerlerini üstünüze salarken, vatanınızı savunmak konusunda kararlıysanız yapabılabilir sanırım. Sanırım diyorum çünkü, Gelibolu Yarımadası‘nı gezerken ne kadar yüreğimiz sıkışsa da, ne kadar etkilensek de, bunca zaman sonra bile tarihin en kanlı savaşları arasında anılan o günleri tam olarak kavramak mümkün değil gibime geliyor. İnsan olsa olsa bir dehşet, şükran ve hayranlık hissedebiliyor.
İnsanın bazı şeyleri algılaması için belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olması gerekiyor. Çanakkale Savaşları’nı orta okul ve lisede defalarca okumuşuzdur. Zamanın siyah beyaz televizyonlarında bir o kadar anma günleri ve çok bozuk kaliteli, Çanakkale Savaşı sırasında çekilmiş fotoğraf ve filmleri görmüşüzdür. Bunları, itiraf edelim, epeyce sıkılarak, önemini algılayamadan izlemişizdir. Hatta o akşam için normal program akışından vaz geçilip, bunların gösteriliyor olmasına için için içerlemişizdir de. O günlerde takınılan matem havası bize ağır gelmiş, bizi boğmuştur. Hiç unutmam, lisedeyken edebiyat dersinde Mehmet Akif Ersoy‘un Çanakkale Şehitlerine şiirini işliyorduk. Savaşın tüm dehşetini ve ağırlığını anlatan bu şiiri öğretmenimiz okuduğu sırada bir arkadaşımız, o yaşların ergen duyarsızlığı ile, kıkırdayarak gülmüştü. Öğretmenimiz çok kızmış, utanmamız gerektiğini söylemişti. Dersin tadı tuzu kaçmış, dakikalarca azar işitmiştik. Aynı şiirden dört mısrayı şimdi Çanakkale Şehitler Abidesi‘nde okuyunca boğazım düğümlendi…
Günümüzün gelişmiş teknolojik olanakları, ileri müzecilik yöntemleri ve kaliteli programları ile Çanakkale Savaşları’nın genç kuşaklara daha iyi ve profesyonelce aktarılabildiğini düşünüyorum. Gelibolu yarımadasındaki tarihi alanları gezerken gördüğüm çok sayıda genç bana bunu düşündürdü ve beni sevindirdi. Bu anlamda, bir önceki yazımda belirttiğim Çanakkale Savaşları Tanıtım MerkeziveÇanakkaleDeniz Müzesiözel olarak takdir edilmeyi hak ediyorlar. Ayrıca, savaş alanları ve şehitliklerdeki düzenlemeler ve bakım çok memnuniyet verici. Diliyorum aynı özen, başta Afyonkarahisar‘daki Büyük Taaruzalanları olmak üzere, Kurtuluş Savaşı‘nın verildiği tüm mekanlar için de gösterilsin.
Çanakkale gezimizin bir gününü Gelibolu Yarımadası’ndaki şehitlik ve savaş alanlarını görmeye ayırdık. Nisan ayından beklenmeyecek kadar sıcak bir günde, gezebildiğimiz kadar gezdik. Yüreğimi derin bir hüzün ve ağırlık kapladı. Öte yandan, bir umut da yeşermedi değil. Günün sonunda, “Tüm bunlar boşa mı gitti?” diye karamsarlığa kapılmaktansa, “Bunu başaranların torunları neleri başarmaz ki?” dedim kendime. Yeter ki, her türden düşmana karşı birlik olunsun…
Kendilerini Müttefik Devletlerolarak adlandıranİtilaf Devletleri‘nin Gelibolu’ya saldırmalarının birkaç amacı vardı. Bunlar, İstanbul’u ele geçirmek, Osmanlı Devleti‘ni savaşın dışında bırakmak, bu arada Avusturya-Macaristan‘a karşı bir cephe açmak ve o sıralar henüz I. Dünya Savaşı‘ından çekilmemiş olan müttefikleri Rusya‘ya Akdeniz‘den bir ikmal yolu açabilmekti. Bu müthiş planın beyni ise, o sıralar Deniz Kuvvetleri Bakanı (First Lord of the Admiralty) olan Winston Churchillidi. Churchill’in inancı, deniz yoluyla yapılacak birkaç bombardımandan sonra Türklerin mevzileri bırakıp kaçacakları yönündeydi. Evdeki hesap çarşıya uymadı. On ay, üç hafta, iki gün süren savaşların sonunda, Müttefik Birlikler‘i çekilmek zorunda kaldılar. Bu yenilginin sonucu Churchill için de ağır oldu. İstifa etmek zorunda kaldı ve bir daha siyasete ancak on dört yıl sonra, 1939’da dönebildi.
Uzmanlar Çanakkale Savaşları’nı dört aşamaya ayırıyorlar. 1915 yılının başlarında başlayıp 18 Mart 1915‘te en şiddetli noktasına ulaşan birinci aşama, deniz harekatı olarak gerçekleşiyor. Bu harekat, bildiğiniz gibi, saldıranlar için başarısızlıkla sonuçlanıyor. 25 Nisan‘da başlayan ikinci aşamada, İngilizveFransızbirlikleri Seddülbahir‘e, AvusturalyaveYeni Zelanda(Anzak) birlikleri Arıburnu‘na,ya da daha sonra resmi olarak verilen adıyla, Anzak Koyu‘na çıkarma yapıyorlar. Düşman, ağır kayıplara rağmen, Seddülbahir’de 5 Haziran‘a kadar geçen sürede bir miktar ilerleme sağlıyor. Ama Anzak Koyu’ndaki çıkartma, hem karşılaşılan beklenmedik derecede güçlü savunma hem de çıkarma yapılan noktanın çok dik olması nedeniyle, çok ağır kayıplar ve ancak bir kilometrelik bir ilerleme ile sonuçlanıyor. 6 Ağustos‘ta başlayan üçüncü aşamada, diğer noktalarda savaş devam ederken, Anzak kuvvetleri Arıburnu’nun kuzeyindekiAnafartalar(Suvla) koyuna çıkartma yapıyor. Önce bir ilerleme sağlıyorlar gibi olsa da, daha sonra savaş karşılıklı kazılan siperlerde aylar boyunca sürüyor. Bu arada, aşırı sıcaklar şartları her iki taraf için de zorlaştırıyor. Doğal koşullara ek olarak, Türk tarafında sürekli malzeme, teçhizat ve en önemlisi gıda yokluğu savaşı daha da ağırlaştırıyor. Bizim askerlerimizin günde bir öğün, o da çorba ya da hoşaf şeklinde olan gıdalarının yanında düşman kuvvetlerinin koşullarını anlamak için, Çanakkale Deniz Müzesi‘inde sergilenen Anzak askerlerine ait konserve ve içecekleri görmeniz yeterli. Dördüncü aşama, Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anlayan düşman kuvvetlerinin çekilmesi. Müttefik Birlikler Gelibolu Yarımadası’nı iki aşamada terk ediyorlar. 19-20 Aralıkgecesi Anafartalar (Suvla) ve Arıburnu’nu (Anzak Koyu),8-9 Ocakgecesi de Seddülbahir’i terk ediyorlar. Ne acıdır ki, kazandığımız bu büyük zafere rağmen, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya ile birlikte yenik sayıldığımız için, iki yıl sonra, 1918’in sonunda, İngiliz Ordusu tek kurşun atmadan buralara geri dönüyor…
Aklınız Çanakkale Savaşları ile dopdolu, Gelibolu Yarımadası’nda gezerken, insan gerçekten bastığı her karış toprağın altında, Türk olsun karşı taraftan olsun, birisinin yattığını düşünüyor. Ürperiyorsunuz. Aylar boyunca süren savaşta, özellikle savaşın siperlerde kilitlendiği sıcak havalarda, gömülemeyen cesetlerin yaydığı yoğun ve ağır kokudan söz ediliyor. Her türlü zor koşula bir de bunu eklemek gerek. Düşünün ki İngilizler, savaş alanlarında kalan çoğu asker cesetlerini ancak 1918’de geri döndükleri zaman gömebiliyorlar. Cesetlerden arta kalanları demek daha doğru olur herhalde. Bizim şehitliklerimizin çoğunun gerçek olmayıp, temsili olduklarını düşünürsek, benzer şekilde bizim şehitlerimizin de çoğunun bedenlerinin doğal koşullarda yok olduğunu, toprağa karıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Askeri kaynaklar, kamuoyunda Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenler konusunda 250.000 gibi çok abartılı sayılardan söz edildiğini ve bunun doğru olmadığını belirtiyorlar. Bunun nedeni olarak olası bir yanlış anlamaya işaret ediliyor. Çeşitli kaynaklarda 214.000 ile 253.000 arası olarak gösterilen sayının aslında kayıpsayısını ifade ettiği belirtiliyor. Konunun uzmanı olmayan kimi köşe yazarları tarafından bu sayı bazı gazetelerde çeşitli zamanlarda şehit sayısı olarak açıklanmış. Oysa, askeri terminolojide kayıp, ya da eski ifade ile zayiat, sadece şehit olanları değil, yaralanan, hastalanan, esir düşen, kaybolan, kaçan, sakat kalan ve bu nedenle savaşamayan herkesi kapsıyor. Aslında, Genel Kurmay Başkanlığıdahil olmak üzere, çeşitli askeri kaynaklar ve asker kökenli yazarların araştırmalarında belirtilen sayılar da birebir birbirini tutmuyor. Bunun, zamanın şartları nedeniyle, kesin bilgi bulunamamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çimenlik Kalesi’ndeki Deniz Müzesi’nin verilerine göre, Çanakkale Savaşları sırasında biz 213.882 kayıp vermişiz. Şehit sayısı olarak verilen rakam ise, 59.000 civarında. Britanya Kuvvetleri ve Fransızların kayıpları sırasıyla 205.000 ve 47.000 olmuş. Britanya verilerine göre, 10 ayda Britanya askerlerinden 36.000’den fazlası ölmüş. Fransız askerlerinden ise yaklaşık 15.000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Biz, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını gezmeye Mecidiye Tabyası‘ndan başladık. 8 sığınak (bonet) ve 6 top alanı bulunan Mecidiye Tabyası, 1892 yılında Asaf Paşa tarafından yaptırılmış. Konum olarak, Kilitbahir Kalesi‘nin güneyinde, bir tepede bulunuyor. 18 Mart 1915 tarihindeki deniz savaşı sırasında düşman donanması tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış ve burada 16 er şehit olmuş. Buna karşın, tabyadan yapılan atışlar da deniz zaferinin kazanılmasında büyük rol oynamış. Ölenlerin anısına bir anıt var. Mecidiye Tabyası aynı zamanda, adı destanlaşarak günümüze ulaşmış olan Seyit Onbaşı‘nın savaştığı yer. Seyit Onbaşı (1889-1939) savaş sırasında net ağırlığı 215 kilo olan top mermilerini tek başına toplara taşıması ile ünlü. Bu noktada Seyit Onbaşı’nın bir heykeli dikilmiş. Heykeldeki canlandırmada Seyit Onbaşı’nın top mermisini fotoğraflarındaki gibi arkasında değil de, kucağında taşıması tartışmalara neden olunca, bir ara kaldırılmış. Daha sonra yeniden yerine konmuş. Mecidiye Tabyasına yerleştirilmiş olan raylar, top ve çevresindeki canlandırma insanın, buradan yapılan atışları gözünde canlandırmasına yardımcı oluyor.
Gelibolu Tarihi Milli Parkı‘nda ellinin üzerinde şehitlik bulunuyor. Bunların birkaç tanesi gerçek şehitlikler. Çoğu temsili şehitlikler. Gerçek şehitliklerin içinde ise, hastane şehitlikleri çoğunlukta. Buralar, yaralıların tedavi gördüğü sahra hastanelerinde veya sargı yeri olarak tabir edilen yerlerde tedavi edilen yaralılardan vefat ederek şehit olanların mezarlarının bulunduğu yerler. Gezdiğimiz şehitlikler içinde SoğanlıdereŞehitliğiveŞahindere Şehitliği böyle gerçek mezarların bulunduğu şehitliklerdi. Her ikisinde de benzer birer anıt vardı. Ay ve yıldız şeklinde yapılmış anıtıların yıldız bölümünden yükselen üçgen prizmaların şehitlerin Allah’a yükselişini temsil ettiği belirtiliyor. Soğanlıdere Şehitliği’ndeki gerçek kabristan (Şüheda Kabristanı) anıtın yan tarafında ve biraz altında bulunuyor. Şahindere’de ise, yukarıya doğru, anıtın arkasına yürümeniz gerekiyor. Bu gerçek kabristanlar benim yüreğimi bir başka türlü yaktı. Kimi taşlarla çevrilmiş, kiminin sadece baş tarafına bir taş saplanmış. Neyse ki bu mezarlara dokunulmamış. Oldukları gibi korunmuş. Ülkemizde restorasyon adına yapılan faciaları bilince, insan yapılabilecekleri düşünerek korkuyor. Sadece ortalarına veya üstlerine çiçekler ekilmiş. Çok da güzel olmuş. Ziyaretimiz sırasında Soğanlıdere’de çiçek ekimi devam ediyordu. Genel olarak Gelibolu Yarımadası’nda gittiğimiz şehitliklerin hepsinde askerlerin geldikleri yerlerin çeşitliliği beni hem şaşırttı hem de etkiledi. Çanakkale Savaşı’nda gerçekten de imparatorluğun her yerinden gelen insanlar savaşmışlar. Anadolu’nun dört bir köşesinin dışında gözüme çarpan yerlerden bazıları şunlar oldu: Şam, Hama, Bağdat, Varna, Filibe, Filistin, Tiflis, Batum, Priştine, Midilli, Drama, İşkodra, Sakız, Bosna, Köstence, Rakka, Debre, Selanik, Kudüs, Silistre, Kerkük, Tebriz.
Gelibolu Yarımadası’na her giden, ziyaret edeceği anıt ve şehitlikleri farklı kriterlere ve kendi ilgi alanına göre belirleyebilir. Ancak, şüphesiz her ziyaretçinin gittiği ortak bir yer var: Çanakkale Şehitler Abidesi. Bu görkemli abide Seddülbahir’de, Eski Hisarlık Burnuüzerinde bulunuyor. Abidenin temeli 1954’te atılmış ve 21 Ağustos 1960’ta ziyarete açılmış. Dört ayak üzerinde yükselen anıtın üstünde savaşı yansıtan rölyefler var. Anıt, açılan yarışmada 37 proje arasından seçilmiş. Eser, Doğan Erginbaş,İsmail UtkularveFeridun Kiptarafından tasarlanmış. Mimar Doğan Erginbaş’ın ifadesiyle abide, “Tüm coğrafyalardan gelen şehitlerimizin toplu bir şekilde göğe yükselişini” temsil ediyor. Görkemli, sade ve etkileyici. Anıtın kendi yüksekliği 42 metre. Denizden yüksekliği ise 92 metre. Çocukken, bir ara evde anıtın ayaklarının çatladığından söz edildiğini hatırlıyorum ama, bu konuda bir yazı bulamadım. Olduysa da, herhalde gerekli tamir ve bakım yapıldı. Şu anda anıt ve çevresi çok bakımlı bir park görünümünde. Anıta sırtınızı döndüğünüz zaman, tam karşınızda, Çanakkale Savaşları’nı temsil eden, 45 metre uzunluğunda bir rölyef var. Eser, heykeltıraş Azmi Sekban‘a ait. Rölyefin arka tarafında ise, 2007 yılında ziyarete açılan sembolik şehitlik var. Burada, Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenlerden bugüne kadar isimleri tesbit edilebilen 59.408 şehidin, illere göre gruplanmış temsili mezarları bulunuyor.
Sembolik şehitliğin girişinde, rölyefin arkasında, bir meçhul asker mezarı var. Ama, bu sıradan bir meçhul asker mezarı veya anıtı değil. Arıburnu’ndaki çatışmalar sonrasında, bir Anzak askeri bir Türk askerine ait kafatasını yanında Avusturalya’ya götürmüş. Avusturalya hükümeti, 10 Mart 2003 tarihinde bu kafatasını Türkiye Devleti’ne teslim etmiş. 18 Mart 2003 tarihinde yapılan resmi törenle buraya gömülmüş.
Biliyorsunuz, son yıllarda tabuları yıkmak adına, Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün Çanakkale Savaşları’ndaki rolünü yok saymak bir moda haline geldi. Beklenen çevrelerin bu çabaları bir yana, bir de 2. Cumhuriyetçiler denilen grup da bu kervana katıldı. Atatürk’ün savaşın kaderini değiştiren kararlarını göz ardı ederek, aslında onun Çanakkale’de rolünün çok da önemli olmadığını yaymaya çalıştılar. Buna inanan inandı. Ancak, belgeler yalan söylemez ve “güneş balçıkla sıvanmaz”. Bu çevreler, Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünün bir resmi tarih söylencesi olduğunu tekrarlaya dursunlar. Diyelim ki, Türk belge ve kayıtlarına güvenmiyorlar, peki yabancı devlet adamı ve üst düzey askerlerin görüşleri? Onlar da mı bizim resmi tarihe hizmet ediyorlar? Sormak isterim. Örneğin, İngiliz askeri tarihçisi ve Çanakkale Savaşı sırasında Britanya Birlikleri komutanı General Sir Ian Hamilton‘ın en güvendiği yardımcısı, General Cecil Faber Aspinall-Oglander‘in sözleri.
“Tek bir kumandan tarafından sarf edilen gayretin ayrı ayrı üç defa yalnız bir harbin yahut bütün harekât-ı harbiyenin neticesi üzerine değil, bir milletin mukadderatı üzerine bu derece müessir olduğu tarihte görülmemiştir”.
Cümle Oglander tarafından, 1929 ve 1932 yıllarında iki cilt halinde yayınlanan, Military Operations, Gallipoli isimli eserinde yazılmış. Bu eser daha sonra, 1934 yılında, içinde Britanya Devleti’nin resmi ithafı ile birlikte, Ankara’daki Büyükelçi tarafından Atatürk’e takdim edilmiş.
Yarbay Mustafa Kemal düşmanın, 18 Mart yenilgisinden sonra, Seddülbahir ve Kabatepe tarafından karaya çıkartma yapacağını düşünüyordu. Kendisinin bağlı olduğu Ordu Komutanı Liman von Sanders ise düşmanın Saros Körfeziyönünden geleceği konusunda ısrarlıydı. Mustafa Kemal haklı çıkmakla kalmadı, üst komutanlarından emir almadan, kendi insiyatifi ile harekete geçti ve emrindeki 57. Alayı kullanarak savaşın gidişatını değiştirdi. Henüz 33 yaşındaydı.
25 Nisan sabahı çıkarma başladığında Mustafa Kemal Bigalıköyünün doğusunda, Değirmenlikbölgesindeki karargahındaydı. Top seslerinden çıkarmanın kendi beklediği yönden başladığını anladı ve bir durum değerlendirmesi yaparak, Gelibolu’daki 3. Kolordu Komutanlığı’na düşmanın konumunu bildirdi ve yapılması gerekenler konusunda düşüncelerini ileten bir rapor gönderdi. Ancak, bu konuda bir emir beklemeden, kendi insiyatifi ile, emrindeki 57. Alayı alarak Kocaçimen mevkisine gitti. Yol iz olmayan, sarp bir rota izledikten sonra burada 57. Alayı dinlenmeye bıraktı. Kendisi, yanına birkaç yaverini alarak, yaya olarak Conkbayırı‘na gitti. Orada, düşman tarafından kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı. Sonrasını Mustafa Kemal, Falih Rıfkı Atay‘a şu şekilde anlatmış:
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman…
– Nerede düşman?
– İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Düşman bana askerlerimden daha yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere:
– Düşmandan kaçılmaz dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim. Ve bağırarak,
– Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerleyen piyade alayı ile CebelBataryası’nın erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriyesaldım. Erler yatınca, düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu andır.’
Bu duraklama sayesinde, 57. Alay Conkbayırı’na yetişmiş ve buraya yerleşmiş. Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emirine alan Mustafa Kemal, Tümen Komutanı olarak, 57. Alay’a o tarihe geçen emirini vermiş.
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
Çıkarmanın ilk gününden düşman kuvvetlerinin Gelibolu’dan ayrıldığı güne kadar görev yapan 57. Alay’ın temsili şehitliğinde 25 subay ve 1817 erin isimleri yazılı. Burası, Çanakkale Savaş Alanı’nda en çok ziyaret edilen şehitliklerden biri. Şehitliğin yakınındaki restore edilmiş, bize ait ve çok uzağında olmayan Anzak siperleri, burada aylarca yaşanan cehennemi de gözünüzde daha iyi canlandırmanızı sağlıyor. Bazı yerlerde 8-10 metre olan uzaklık insanı ürkütüyor. Biz siperleri gezerken, Anzak torunları da kendi dedelerinin mevzilendikleri siperleri geziyorlardı.
14 Mayıs 1915 günü, İngilizler Bombasırtıolarak anılan yeri ele geçirmek için amansızca saldırmışlar. O dehşeti yine Atatürk’ün ağzından duyalım:
‘Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.’
Atatürk daha sonra, I. AnafartalarveII. Anafartalar Savaşları‘nda (9-10 Ağustos 1915 ve 21-22 Ağustos 1915) gösterdiği başarı ile Çanakkale Savaşları’na damgasını vurmuştur. Esasında, bu konuda fazla söze de gerek yok. Winston Churchill’in şu cümleleri yeter:
“Şu anda mağlûbiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm. Daha düne kadar Çanakkale bizimdir diyordum çünkü bu savaşı kazanmak için askeri, parayı, cephaneyi, her şeyi hesaplamıştım. Hepsinde çok üstündük. Yalnız bir şeyi hesaba katmamışız… Mustafa Kemal’i… Bağrımda İngiliz gururu olmasa, Türkleri alnından öpmek, onları ayakta alkışlamak isterdim’’.
Gelibolu Yarımadası’nda son olarak, Anzak Koyu’ndaki Arıburnu Anzak Mezarlığı‘na gittik. Mimarı Sir John Burnetolan mezarlık son derece sade ve güzeldi. Yarımada’daki diğer 30 tane Britanya Milletler Topluluğu’na ait mezarlık gibi burası da onların Savaş Mezarlıkları Komisyonu tarafından korunuyor ve bakımı yapılıyor. Tüm mezarlıklarda yatanların sadece 9000 tanesinin isimleri tesbit edilebilmiş. Arıburnu Anzak Mezarlığı’nda yatan askerler arasında İngiliz, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Seylanlı ve milliyeti tesbit edilemeyenler olmak üzere toplam 253 kişi yatıyor. Koyun biraz daha güneyindeki “Beach Mezarlığı”nda ise, yine aynı milletlerden 391 kişi yatıyor. Biz gittiğimiz sırada mezarlıkta bir tane yabancı çift vardı. Mezarlığın alt tarafında, denize karşı, sessizlikte oturuyorlardı. Önlerindeki kumsalda iki küçük çocukları oynuyordu. Dedelerinin 107 yıl önce çıktıkları kumsalda düşüncelere dalmışlardı. Bir gün önce, tüm Britanya Milletler Topluluğu ülkelerinde 25 Nisan Anzak Günüolarak kutlanmıştı. Büyük olasılıkla, bu çift de, gün boyu siper ve savaş alanlarında gördüğümüz Anzak torunları gibi, şafak ayinine katılmışlardı. Orta okul ve lise yıllarımızda iken, Anzaklar her sene Gelibolu’daki törenlere katılmak için kendileri gelirlerdi. Siyah beyaz televizyondaki görüntüleri hala gözümün önünde. Tekerlekli sandalyade olan bazılarının yanlarında hemşireler de olurdu.
Mezarlığın girişinde, Atatürk’ün 1934 yılında kendi yazıp, Çanakkale’deki törende okuması için zamanın İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya‘ya verdiği satırlar da var. Ertesi gün, törende Şükrü Kaya’nın yaptığı bu konuşma, Britanya ve özellikle Avusturalya ve Yeni Zelanda basınında büyük yankı uyandırıyor. Daha sonra konuşmanın aslında Atatürk tarafından yazıldığı ortaya çıkıyor. Ondan sonra, Avusturalya ve Yeni Zelanda’da Anzakları anmak için yapılan bütün anıtlarda Atatürk’ün o dokunaklı ve erdemli cümleleri yer alıyor.
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
(Söz konusu metin, değişik kaynaklarda ufak tefek farklılıklarla yayınlanmaktadır. Yukardaki paylaşım, Uluğ İğdemir‘in yazdığı ve Türk Tarih Kurumu yayını olan, Atatürk ve Anzaklarkitabının 1985 tarihli baskısından alınmıştır.)
Anzak Şehitliğinde de, bizim şehitliklerimizde olduğu gibi, bazı askerlerin çok küçük yaşta oldukları dikkatimi çekti. Bir mezar taşının dibinde, yakaya takılan gelincik şeklinde bir rozet gördüm ve aldım. Belli ki, bir gün önceki törene katılanlardan birisinin yakasından düşmüştü. Birleşik Krallık ve Milletler Topluluğu ülkelerinde yakaya gelincik takma geleneği, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir gelenek. Söylendiğine göre, savaş sırasındaFransaveBelçika‘da toprak o kadar alt üst olmuş ve karışmış ki, toprakta henüz uyumakta olan bütün gelincik tohumlarından binlerce gelincik fışkırmış. Bu inanılmaz manzara, önce Birinci Dünya Savaşı’nda, sonra İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen tüm savaşlarda ölenleri sembolize etmek için kullanılır olmuş.
Ölenler bizim askerlerimiz olsun yabancı olsun, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını ve şehitlikleri gezerken aynı üzüntüyü ve savaşa karşı aynı öfkeyi duydum. Ne yazık ki, insanoğlu hiç ders almıyor. İki Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce savaş oldu. Savaşlar devam ediyor. Hala masum insanlar ölüyor. Politikacılar ve silah sanayi patronları hala insanları kandırıyor…
Biz yine de, John Lennon gibi, insanların barış içinde yaşayacakları bir dünya hayal etmeye devam edelim. Varsın bize hayalperest desinler…
Çanakkale’de kaldığımız Kule Otel’in konumu hem büyük bir avantaj hem de aynı zamanda dezavantajdı. Bulunduğu noktanın en büyük artısı, neredeyse feribottan karaya ayak basar basmaz kendinizi otelde bulmanızdı. Otel, iskele çıkışındaki büyük meydana bakıyordu. Şehir içinde gezilecek yerlerin pek çoğuna da çok yakındı. Öte yandan, merkezi bir yerde olması nedeniyle, neredeyse sabaha kadar süren bir gürültünün ortasındaydı. Sabah da erken saatte gürültü tekrar başlıyordu. Biz, kaldığımız dört gece boyunca neredeyse yorgunluktan baygın uyuduğumuz için çok fazla dert etmedik ama, bu meydandan biraz daha uzak, örneğin kordon boyundaki veya daha içerideki sokaklarda olan oteller tercih edilebilir. Bir de, personelin iyi niyetli ve güler yüzlü hizmetine karşın, delinmiş çarşaflar, eğri takılmış prizler ve elinizde kalan sifon üniteleri gibi sorunlar vardı. Üç yıldızlı bir otelde beş yıldızlı bir konfor ve hizmet beklemiyorduk elbet. Ama, bu gibi durumlarda aklıma ister istemez İtalya geliyor.
2016 yılında, İtalya‘nın Puglia bölgesindeki Alberobelloköyüne gitmiştik. Burada, yörenintrullo (çoğulutrulli) adı verilen, ünlü konik çatılı birkaç evinden meydana gelen bir aile işletmesinde kalmıştık. Ailenin köyün içinde, hediyelik eşya sattıkları bir de dükkanları vardı. Kaldığımız trullo’nun ne kadar zevkle döşenmiş olduğunu, temizliğini ve benzeri şeyleri uzun uzun anlatmayacağım. Aile fertlerinin hepsinin belirli görevleri vardı. Kahvaltı her sabah evinize büyükanne tarafından getiriliyordu. O hanımın her sabah, tertemiz keten örtü serdiği masayı özenle hazırlamasını, keten peçetelerin, kullanılan tabak çanağın güzelliğini unutamam. Uzun yıllar önce, İstanbul’da da birkaç yıl oturmuş bir İtalyan ile günlük yaşam ve hizmet sektöründeki bu zevk farklılığını konuşmuştum. O bunu, İtalyanların toplum olarak Rönesans’ı yaşamış, bizim ise yaşamamış olmamıza bağlamıştı. İlginç gelmişti bana. “Sizde, iş görsün yeter anlayışı var. Estetik o kadar önemli değil,” demişti. Tam da bu elektrik prizi olayını örnek vermişti. “Sizde bir elektrikçi elektrik düğmesini ya da prizi duvara eğri takınca bundan rahatsız olmaz. İtalyan bir elektrikçi o işi asla öyle teslim etmez,” diye eklemişti. Haksız sayılmaz. Yaşantımızda karşılaştığımız pek çok durumda bu anlayış hakim bizim ülkemizde. Her neyse, lafı uzatmayalım ve biz konumuza dönelim.
Gelmeden, bir günümüzü Çanakkale’nin içinde geçirmeye karar vermiştik. Kahvaltıdan sonra, otelin hemen yanı başındakiSaat Kulesi’nin sağ tarafından yürüyerek çarşı içine doğru yöneldik. Kulenin bir yanındaYalı Caddesi, diğer yanındaFetvane Sokakbulunuyor. Her iki yoldan da ilerlemek mümkün. Üzerindeki plakete göre, Saat Kulesi,Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirminci yılı kutlamaları çerçevesinde, 1895-1896 yılları arasında inşa edilmiş. Zaten, bildiğim kadarıyla, pek çok Anadolu kentindeki saat kulesi Abdülhamit dönemine aittir. Herkesin bir saate sahip olmadığı o dönemde saat kuleleri, kentler için büyük bir hizmet olsa gerek. Çanakkale’deki saat kulesi de, II. Abdülhamit’in emriyle, o sıralar Çanakkale mutasarrıfı olan Cemil Bey tarafından yaptırılmış. Çok sevimli bir görünümü var. Aynı plakette yazdığına göre, halk arasında saatin yapımı ile ilgili yaygın bir söylenti varmış. Buna göre saatin, tüccar ve İtalya Fahri Konsolosu Emilio Vitalis’in kente su getirilmesi için vasiyeti ile bıraktığı paradan artanlarla yapıldığına inanılıyormuş. Ancak, bu konuda resmi bir belge bulunamamış.
Çanakkale, aydınlık fikirli, aydınlık yüzlü, uygar insanların yaşadığı bir şehir. Bu kısa ziyaretimiz sırasında benim edindiğim izlenim bu yönde oldu. Genç kızların ve kadınların gece geç saatlere kadar sokaklarda rahatça gezdiklerini, kafe ve restoranlarda oturduklarını görmek güzeldi. Her genellemede olduğu gibi, bu ifade de bir hata payı olacaktır. Beklenmedik durumlarla ve kişilerle karşılaşmak her yerde, her zaman mümkün. Biz kibar ve yardımsever insanlarla karşılaştık hep. Öyle ki, iki kere, biz sormadan, kendiliklerinden bize bir yeri arayıp aramadığımızı soran, iki ayrı kişi oldu. Her ikisi de orta yaşın bir hayli üstünde, iki beyefendi idi. Biri, “Deniz Müzesi’ni de mutlaka görün,” diye bir öneride de bulundu. Görmek istediğimiz yerler listemizde orası zaten vardı ama, bu şekilde ilgi göstermesi çok hoşuma gitti.
Çanakkale’de ilk önceKent Müzesi’ne gittik. Daha önceki gezilerimizde gezdiğimiz kent müzelerinin de Çanakkale’ye bağlı yerlerde olması bir raslantı mı, bilmiyorum. Ama, onları gezdikten sonra, ister Bozcaada’nınki gibi özel ister Gökçeada’nınki gibi belediyeye ait olsunlar, kent müzelerinin bir kent bilinci yaratma konusunda çok önemli olduklarını düşünmeye başladım. Herhangi bir şehrin tarihinin günlük yaşam ve orada yaşamış, kente mal olmuş bazı insanlar çerçevesinde bilinir kılınması çok önemli. Bu tür müzeler, belediyelerin öncülüğünde, tüm illerimizde yaygınlaştırılmalı.
Kent Müzesi’nin bulunduğu Fetvane Sokak, Çanakkale’nin Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin izlerinin birlikte var olduğu, özel bir sokak. Adını, bir zamanlar burada bulunan müftülük binasından verilen fetvalardan almış. Eskinin şarap imalathaneleri, gazoz fabrikaları günümüzün barlarına kafelerine dönüşmüş. Müzenin bulunduğu tarihi bina da ilk olarak 19. yüzyılda yapılmış bir sivil mimari örneği. O zamandan kalan birinci ve ikinci katın üstüne Cumhuriyet döneminde üçüncü bir kat eklenmiş. Kayıtlardan, binanın en eski sahibinin Osmanlı döneminde bir gayrimüslim olduğu belirlenmiş. Daha sonra bina, Büyük Mübadele ile Girit’ten gelen bir aile tarafından satın alınmış. Konut olarak kullanıldıktan sonra, bir dönem iş yeri ve Askerlik Şubesi olmuş. 1936 yılından itibaren otel olarak kullanılmaya başlanmış. Emek Otel olarak hizmet veren bina, 2004 yılında belediye tarafından satın alınarak, Kent Müzesi ve Arşivi haline getirilmiş. Binanın giriş katı süreli sergiler için, üçüncü katı ise, toplantı salonu ve çalışma atölyeleri için ayrılmış. İkinci katta yer alan sürekli sergi bölümü, esas müze kısmı diyebiliriz. Burada, Antik Dönemden başlayarak, Çanakkale ile ilgili temel bilgileri edinmeniz ve burada yaşamış kentlilerin anılarını, kullandıkları eşyaları görmeniz mümkün.
Çanakkale’nin tarihi camilerinden Yalı Camii, Kent Müzesi’nin karşı köşesinde bulunuyor. Caminin kullanılan diğer adı, Tavil Ahmet Paşa Camii. Caminin ilk yapılışına ait bir kitabe bulunamamış. Onarım kitabesinden anlaşıldığına göre, burada daha önce bulunan ve yanan bir caminin yerine Tavil Ahmet Paşa bir cami yaptırmış. Ancak, onun da yanması üzerine, 1854 yılında, Miralay Halil Bey tarafından, bugün gördüğümüz cami yaptırılmış. Hem Fetvane sokaktan hem de caminin avlusundan görülebilen caminin haziresinde (kabristanında) bir dönemin askeri ve sivil ileri gelenlerinin mezarları bulunuyor. Tarihi mezar taşlarının korunması açısından bu tür hazirelerin korunması önemli. Nitekim, epeyce arayarak bulduğumuz bir sonraki hazire Yalı Camii’ninki kadar şanslı görünmüyordu. Oysa, orada çok daha önemli devlet adamlarının yattığı belirtiliyordu.
Fatih Camii’nin haziresini bulabilmek için epeyce dolaştık. Aslında, o kadar zor bir yerde değil. Sadece alışık olduğumuz gibi caminin içinde değil, karşısında ve biraz da fark etmesi zor bir noktada bulunuyor. Büyük olasılıkla, cami ile arasından geçen yol ve civardaki evlerin bir kısmı bir zamanlar caminin arazisi içerisindeydi. Sonradan yapılan düzenlemeler ve imar planları belli ki bu tuhaf durumu yaratmış. Hazireyi ararken, Roman olduğunu tahmin ettiğim bir kadına yol sorduk. Bilmediğini söyledi. Aramaya devam ederken etrafta, Romanların zevkine uygun, rengarenk ve pırıltılı kıyafetler satan birkaç dükkan gördüm. Sonradan öğrendiğime göre, Fevzi Paşa Mahallesi denilen bu bölge gerçekten de Çanakkale’de bulunan Roman mahallelerinden birisi imiş. Kendileri atalarının, mahallenin yakınındaki Çimenlik Kalesi’nin yapımında çalıştırılmak üzere, Fatih Sultan Mehmet tarafından Bulgaristan, Rusya ve Makedonya’dan getirilerek, buraya yerleştirildiklerine inanıyorlar. Son zamanlarda ortaya çıkan kentsel dönüşüm nedeniyle buralardan çıkarılmak istenmelerine yanıt olarak da, “Bizi buraya Fatih Sultan Mehmet yerleştirdi. Ancak o çıkarır,” diyorlar.
Cami-i Kebir (Büyük Cami) olarak da bilinen Fevzi Paşa Mahallesi’ndeki Fatih Camii, 1462 yılında, Çimenlik Kalesi ile birlikte yapılmaya başlanmış. Kalenin içinde bir tane daha Fatih Camii var. Cami birçok kez yenilenmiş. Kitabesine göre, bu yenilemelerin en önemli olanlarından ilki 1862 yılında Sultan Abdülaziz, ikincisi ise 1904 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmış. Cumhuriyet döneminde de birkaç kere elden geçirilmiş.
Caminin haziresinde iki Osmanlı sadrazamı yatıyor. Sadrazam Hafız İsmail Paşa (1758-1807) ve Sadrazam Ali Paşa. Duvardaki plakette Hafız İsmail Paşa’nın yaşam öyküsü var ancak, Ali Paşa hakkında hiçbir bilgi yok. Daha sonra yaptığım araştırmalar sonucunda da herhangi bir bilgi bulamadım. Hazirenin hali maalesef içler acısı idi. Arka tarafta, iki yapı arasında kalan duvarın bir bölümünün yıkık olduğunu fark edince, arka sokağı dolanıp, oradan içeri girdik. Tam bir mezbelelikti. Atılan çöplerin yanında, kediler için konmuş mamalar, ıslatılmış ekmekler de bu manzaraya katkıda bulunmuştu. Bir de, mezar taşlarının üstünde, yatan kişilerin meslek, makam ve benzeri statülerini belirtmek üzere yapılmış olan fes, sarık gibi yerleri yeşile boyanmıştı. Aynı şekilde, ayak ucundaki taşların tepeleri de boyalı idi. Belki benim bilmediğim özel bir anlamı var bunun. Ya da sadece, birilerinin aklına esti. Bilemiyorum. Yukarda belirttiğim mezarların dışında başka mezarlar ve çocuk mezarları olduklarını tahmin ettiğim çok küçük mezarlar da vardı.
Çanakkale’de Eski Ermeni Kilisesi olarak bilinen Surp Kevork (Aziz George) kilisesi de Fevzi Paşa Mahallesi’nde bulunuyor. Kilise bir meydana (Zafer Meydanı) bakıyor. Günümüzde, Mevlevi semah törenlerinin düzenlendiği kilisenin tarihine dair çok farklı bilgiler var. Üstelik bu farklı bilgileri veren kaynakların arasında iki tanesi de devlet kurumlarımız. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne göre kilise, 83 Ermeni ailenin Çanakkale’ye yerleşmesi üzerine, 1669 yılında yapılmış. Halen üniversitenin koruması altındaki kilise, Tasavvuf Topluluğu tarafından Kültür ve Sanat Evi olarak kullanılmaktaymış. Kültür Bakanlığı’nın Çanakkale Envanteri’ne göre ise, 1873 yılında, Sultan Abdülaziz’in emri ile yapılmış. Şehrin Ermeni nüfusunun yok olmasından sonra, bir süre atıl kalmış. 1934-1984 yılları arasında Çanakkale Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış. Bu tarihten sonra birkaç kere Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiş ve sırasıyla, Namık Kemal Tiyatro Salonu ve Çanakkale Etnoğrafya Müzesi olarak düzenlenmiş. Ancak, Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılmadan, 2005 yılında üniversiteye devredilmiş. İlk yapım tarihi ile ilgili bilgi olarak 200 yılı aşan bir fark olması bana kilisenin bir ara doğa kaynaklı nedenlerle veya insan eliyle yıkılıp sonra, Sultan Abdülaziz tarafından, yeniden yaptırılmış olabileceğini düşündürdü. Kilisenin yan tarafında, daha önce papazın evi ve sübyan okulu olduğu söylenen yapılar var.
Çanakkale’ye gelip de, çarşı içindeki Aynalı Çarşı’ya gitmeden olmazdı, öyle değil mi? Çarşı Caddesi üzerindeki bu kapalı çarşı, şüphesiz en çok o ünlü türküde adının geçmesi nedeniyle tanınıyordur. Günümüze çarşının sadece giriş kapısı orijinal olarak ulaşabilmiş. Kapının üzerindeki hem Osmanlıca hem İbranice olan kitabede buranın, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, 1889 yılında, Çanakkale’nin önde gelen Yahudi tüccarlarından İlya Halyo tarafından yaptırıldığı yazıyor. Ayrıca, pasajın adı da, Passage Hallio olarak Fransızca yazılmış. 1934 yılında Yahudi vatandaşlarımıza, başta Edirne’de olmak üzere yapılan saldırı, yağmalama ve baskı olayları sırasında bu kitabe sıvanmış. 1967 yılında tekrar ortaya çıkarılmış. Bir görüşe göre, Evliya Çelebi 17. yüzyılda burada bir çarşının varlığından söz ettiği için, İlya Halyo çarşıyı sadece onartmış olabilir deniyor. Çarşı, 1915 Gelibolu Savaşı sırasında bombalanmış ve yanarak tahrip olmuş. 1918-1921 yılları arasındaki İngiliz işgali sırasında ahır olarak kullanılmış. 2004 yılında çarşı, orijinal giriş kapısı korunarak, yeniden yapılmış. Çarşının adının kaynağı konusunda farklı görüşler var. Kimileri bu ismin girişteki aynalardan kaynaklandığını düşünürken, başka bir görüşe göre ise, bir dönem burada satılan ve ayna gibi parlak olan at koşum takımlarından dolayı imiş.
Aynalı Çarşı’nın içinde, sağlı sollu sıralanmış dükkanlarda, hiçbir özelliği olmayan, son derece zevksiz hediyelik eşyalar satılıyor. Çanakkale’ye özgü olarak satılan çoğu seramik eşyanın da Çin malı olduğu söyleniyor. Geçenlerde haberlerde duyduğuma göre, Venedik kent yönetimi şehirde Çin malı ucuz hediyelik eşya satılmasını yasaklamış. Bence çok da iyi yapmış. Benzer bir önlemin Türkiye’deki şehir yönetimleri tarafından da alınması gerektiğini düşünüyorum. Onun yerine, el emeği ile yerli halk tarafından üretilen, özgün eşyaların satılması teşvik edilmeli kanımca. Civarda çok sayıda seramik atölyesi gördük. Onlar desteklenmeli. Tüm bunları, çarşının arka kapısından çıktıktan sonra sol tarafta gözümüze çarpan ve kendi imalatlarını satan küçük bir dükkan sahibi ile konuştuk. Esen Seramik, seramikten el yapımı özgün maskların ve hediyelik eşyaların satıldığı bir yer. Kibar ve tatlı bir hanım tarafından işletiliyor.
Bu kadar dolaştıktan sonra bir öğle yemeğini hak ettik. Yemek için çarşı içinde Sardalya’ya gittik. Hakkında internette epeyce yazı okumuştum. Bazı olumsuz değerlendirmeler de olmasına karşın, içimden bir his buranın iyi olacağını söylemişti bana. Yanılmamışım. Kaldırımdaki yüksek taburelerde, dükkanın içine bakarak oturulan Sardalya’da her türlü deniz mahsülü ve balık yapılıyor. Ekmek arası yediğimiz sardalya ve içtiğimiz turşu suyu çok lezzetliydi. Porsiyonlar fazlası ile doyurucu. Civardaki esnaftan ve yerli halktan insanların burada yemek yemesi dikkatimi çekti. Bilirsiniz bu, yurt içinde veya yurt dışında olsun, benim için çok önemli bir kriterdir. Arzu ederseniz, yemek üstüne bir peynir tatlısı yemek için çok uzakta olmayan ünlü Kadir Usta’ya da uğrayabilirsiniz.
Yemekten sonra, Çanakkale’ye gelen herkesin gezmesi gerektiğini düşündüğüm Deniz Müzesi’ne gittik. Müze birkaç açıdan önemli. Öncelikle, müzenin içinde bulunduğu yapı ve alan, tarihi Çimenlik Kalesi. Eski adıyla, Kala-i Sultaniyye. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, karşı kıyıdaki Kilitbahir Kalesi ile birlikte, 1462-1463 yılları arasında, Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un savunması için yaptırılmış. Burası daha sonra, aynı zamanda etrafında şehrin gelişeceği bir merkez haline gelmiş. Kale zaman içinde bazı değişikliklere de uğramış. 19. yüzyılda, Çanakkale Boğazı’nın kıyısındaki batı sur duvarları yıkılarak, bu kısım bir tabya haline getirilmiş. Zamanın silah teknolojisine uygun bir şekilde top mevzileri ve cephanelikler yapılmış.
Bu noktada belki de, Çanakkale ve Gelibolu’da çokça söz edilen tabya kelimesinin tam olarak ne olduğunu biraz açıklamakta fayda var. Osmanlı’da tabyalar 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılmaya başlanmış. Önceleri kalelerin dış duvarları toprak ile takviye edilerek oluşturulmuşlar. Daha sonra, toprak yığınlarının ardına gizlenmiş, bağımsız savunma yapıları olarak yapılmaya başlanmışlar.
Çimenlik Kalesi, benzerleri gibi, iç ve dış kale kısımlarından meydana geliyor. Kalede başlıca dört yapı bulunuyor. Fatih Camii, Abdülaziz Camii, Baruthane ve İç Kale. sonradan eklenen Abdülaziz Camii dışındaki yapılar, kalenin ilk yapım zamanından kalan, orijinal binalar. Çimenlik Kalesi, 1915 Çanakkale Savaşları sırasında Merkez Savunma Grubu’nun sevk ve idare merkezi olarak kullanılmış.
Kalede bulunan Deniz Müzesi, barındırdığı önemli koleksiyon dışında, çağdaş müzecilik anlayışına göre düzenlenmiş olması, müze yönetimi, her noktadaki ayrıntılı Türkçe ve İngilizce açıklamalar ile özellikle Çanakkale Savaşları ile ilgili filmler ve görevli askeri personelin profesyonel yaklaşımı nedeniyle ayrıca hayranlık uyandıran bir yer. Doğrusu, ne yalan söyleyeyim, böyle bir şey beklemiyordum. Her ayrıntısı titizlikle düşünülmüş, örnek bir müze burası.
Deniz Müzesi, Çanakkale Savaşları sırasında tarihsel ve kronolojik olarak tam olarak ne olduğunu anlamak açısından da çok yararlı. Her ne kadar hepimizin az çok bir bilgisi olsa da, verilen mücadelenin inanılmazlığını kavramak için Gelibolu tarafındaki şehitlik ve savaş alanlarını gezmek yeterli olmuyor. Bunun için, Çanakkale Savaşları Tanıtım Merkezi ve Çimenlik Kalesi’ndeki Deniz Müzesi ziyaret edilmeli. Tanıtım Merkezi maalesef bizim Gelibolu için ayırdığımız gün kapalıydı. Deniz Müzesi o açığı fazlası ile kapattı. Yine de, Çanakkale’ye bir sonraki gidişimizde Tanıtım Merkezi’ne de mutlaka gideceğiz. Müzede özellikle Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun, Çanakkale Savaşı’nın gidişatını değiştiren önemli rolüne çok geniş yer ayrılmış olması çok memnuniyet verici idi.
Müzenin koleksiyonunda Anzaklara ait çok sayıda askeri obje, bilgi ve belge de var. Gerek Anzak gerekse Osmanlı siperlerinin canlandırmaları son derece başarılı. Bu zenginlik nedeniyle olsa gerek, ziyaretçiler arasında müzeyi gezen çok sayıda Anzak torunu da vardı.
Deniz Müzesi’nin gezilecek bir diğer ilginç bölümü de Nusret Mayın Gemisi. 1910 yılında Almanya’ya siparişi verilen Nusret Gemisi, 1913 yılında Osmanlı Donanması’na katılmış. Özellikle, döşediği 26 mayın ile, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi’nin kazanılmasında çok önemli rolü olmuş. Bu mayınlar nedeniyle, Fransız Bouvet ve İngiliz Irresistible ve Ocean gemileri batmış. Ayrıca, Müttefik Donanması’nın üç gemisi de ağır hasar almış. Gemide yapılan çok güzel bir görsel sunum, bu zaferi ayrıntıları ile anlatıyor. Cumhuriyet döneminde de hizmet veren Nusret gemisi, 1962 yılında özel bir şahısa satılmış. Kuru yük gemisi olarak çalıştırılırken, 1990 yılında Mersin açıklarında batmış. 1999 yılında bir grup gönüllü tarafından su yüzüne çıkarılmış ve belediyeye hediye edilmiş. 2003 yılında Tarsus Belediyesi gemiyi, Nusret Mayın Gemisi Kültür Parkı olarak düzenlenen bir parka anıt olarak yerleştirmiş. Öte yandan, 2009-2010 yılları arasında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından geminin bire bir kopyası inşa ettirilmiş. 2011 yılında TCG (Türkiye Cumnhuriyeti Gemisi) Nusret adıyla müze olarak hizmete girmiş. Modern cihazlarla da donatılarak, yüzer gemi olması sağlanmış.
Çanakkale’nin içinde, akşam yemeklerinden ilkini, yol yorgunluğu ile, kaldığımız otelin restoranında yemiştik. Kötü olmasa da, fazla bir özelliği yoktu. Bir akşam, sahildeki Akol Otel’in en üst katındaki Radika restoranda yedik. Burada da mezeler fena değildi. Standart tatta, fazla çarpıcı olmayan tabaklardı. Ancak, manzarası ve gün batımı güzeldi. Esas muhteşem yemeği, Çanakkale’nin ünlü Yalova Restoranı’nda yedik. Hak edilmiş bir şöhreti olduğunu düşünüyorum. Mezeler gerçekten çok lezzetli ve değişikti. Tuzlu sardalya ise, şahane. Çanakkale’ye giderseniz, burada yemek yemenizi öneririm ama, özellikle hafta sonu, rezervasyon yaptırmayı unutmayın.
Türkünün tamamını bilmesek de, hepimiz en azından bu mısraları biliriz. Hiç gitmemiş, görmemiş olsak da, Çanakkale denince içimiz bir başka sızlar…
107 yıl önce yapılan o insanüstü savunma ve dünyanın o zamanki süper güçlerine karşı verilen destansı mücadeleyi duygulanmadan aklından geçirenimiz var mıdır, bilmiyorum. Gidip görmeden bu ifadeler insana basma kalıp gelebilir. Ya da Çanakkale Savaşları herhangi bir savaş olarak görülebilir. Çanakkale’nin önemini gerçekten kavramak için gitmeli, gezmeli. Ancak, Çanakkale sadece 1915 nedeniyle görülmesi gereken bir ilimiz değil. Tarih öncesi çağlardan beri insanlara yurt olmuş bu ilimizde, çok farklı temalar izleyerek, kendinize farklı rotalar ve geziler yaratabilirsiniz. Böyle olunca, bir kere değil, sayısız kere gidip yeni keşifler yapabileceğiniz bir ilimiz Çanakkale.
Nisan ayının son haftasında, dört günlüğüne uzun zamandan beri gitmek istediğimiz Çanakkale’ye gittik. Bu birkaç gün içinde, antik dönem, Osmanlı’nın ilk zamanları ve Çanakkale Savaşları ile ilgili sayısız yer gördük. Gayet disiplinli bir şekilde, sabah 7:30’da kalkarak gezdiğimiz halde, isteyip de gidemediğimiz pek çok yer kaldı. Bozcaada ve Gökçeada‘ya daha önce gitmiştik. (İlgili yazılarıma erişim için linklere tıklayabilirsiniz).
Çanakkale gezimizi, yol üstünde giderken gördüğümüz yerlerden başlayarak anlatmak istiyorum. Ancak, yazının çok uzun olmaması için birkaç bölüm halinde yayınlayacağım. Gezi planınızın bu yazıların sırasına göre olması gerekmiyor. Nitekim, benim yazılarımın sıralaması da gün olarak bizim izlediğimiz programa birebir uymuyor. Ancak, geriye baktığımda, Çanakkale’ye hiç gitmemiş veya az bir bölümünü görmüş okuyucularım açısından bu sıralamanın daha uygun olacağını düşünüyorum.
Pazartesi sabahı saat 9’da İstanbul’dan yola çıktığımızda, bir süre için hafta başı trafik yoğunluğuna denk geleceğimizi biliyorduk. Yine de, keseye zarar ama zaman açısından elverişli, Avrasya Tüneli sayesinde oldukça çabuk bir şekilde karşıya geçtik. Şehirden çıkıp Tekirdağ‘a doğru giderken doğa çok güzeldi. Bilirsiniz, bu aylarda ülkemizde doğa uyanır ve etraf inanılmaz güzel olur. Yol boyunca, bu ekonomik şartlara rağmen, ekilmiş yemyeşil tarlalar, yol kenarlarında gelincikler, papatyalar, sarı kır çiçekleri, bir de aralarda son yıllarda Trakya‘da çok ekilen kanolanın çiçekleriyle sarıya boyanmış tarlalar vardı. Çevreme bakmaya doyamadım. Çok güzeldi.
Biz aslında bu yolculukta daha çok sahilden gitmek niyetindeydik. Paralı yola göre sadece yarım saatlik bir fark olacaktı. Zaman açısından bir kısıtımız olmadığı için kıyıdan keyifle gideriz diye düşünmüştük. Silivri‘den itibaren Marmara Ereğlisi‘ne inecek ve oradan Şarköy‘e kadar deniz kenarından devam edecektik. Ancak, navigasyon türlü numaralarla bizi yukardan giden paralı yola soktu. Yılmadık. Sonunda, Muratlı üzerinden Tekirdağ’a inerek, kıyıya ulaştık. Bir süre için bir hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur. Özellikle Kumbağ yerleşim olarak, çirkin yapılarla dolu, son derece sevimsiz bir yerdi. Zevksizlik içimi kararttı. Ancak, Kumbağ’dan sonra ormanlar başladı. Yapılaşma faciaları son buldu. Aşağıda masmavi deniz, yukarda yemyeşil ormanlar. Doğa çok güzeldi buralarda.
Yeniköy‘den geçtikten sonra, dağda virajlı yollardan gittik. Bir virajı dönerken, yol kenarında, denize tepeden bakan bir noktada ufak bir işletme gördük. Tabelasında “Gözleme, Köfte, Ayran, Çay” olduğu yazıyordu. Mola için durduk. Kenardaki uzun tahta masalardan birinde bir çift daha vardı. Aşağıda vahşi güzellikte bir manzara. Etrafta hiç çirkin bir bina yok. Ufak bir alana üzüm dikilmiş. Tavuklar, köpekler dolaşıyor. Sonradan buranın sahibi olduğunu öğrendiğimiz aydınlık yüzlü, genç adam kibar bir şekilde hizmet verdi. Sanıyorum, rahatsızlık vermemek adına, başlarda mesafeli idi. Daha sonra, ayran eşliğinde gözlemelerimizi yerken, sohbeti ilerlettik. 18 Mart Üniversitesi, Turizm Bölümü mezunuymuş. Belli başlı turistik şehirlerimizde çalıştıktan ve sonra birkaç yer de işlettikten sonra, köyüne dönmeye karar vermiş. Halinden çok memnun ve huzurlu görünüyordu. Buranın epeyce esintili olduğunu söylediğimde, bulunduğumuz noktadan görünmeyen, aşağıdaki köylerinin adının zaten bu nedenle Uçmakdere olduğunu söyledi. Yörede yamaç paraşütü çok yapılıyormuş. Burası eskiden bir Rum köyü imiş. Mübadele ile bütün köy boşalmış. Buna karşılık, Yunanistan’dan gelenler de buraya yerleştirilmişler. Rumlar zamanında bağcılık ve şarapçılık çok ileri imiş. Daha sonra, Müslüman halk da bağcılığı devam ettirmiş. Ta ki, Tekel’in şarap fabrikası kapatılana kadar. Şimdi bağcılık iyice azalmış. Doğanın neredeyse el değmemiş olması dikkatimi çekmişti. Buralar doğal tabiat parkı olarak koruma altındaymış. Dilerim, koruma devam eder. Sohbet nedeniyle düşündüğümüzden uzun süren molanın bitiminde, yolumuzun üstündeki köyün içinden de geçtik. Sakin ve güzel bir köydü. Civarda yamaç paraşütü okulu ve uzaktan bungalow’larını gördüğüm güzel bir işletme vardı.
Şarköy’den sonra, sahilden ayrılıp yukarı çıktık. Bir sonraki durağımızın, Çanakkale’nin Gelibolu ilçesine bağlı, Bolayır olmasına karar vermiştik. Bunun birkaç sebebi vardı. İlki, Bolayır’da bulunan, Orhan Gazi‘nin oğlu, Gazi Süleyman Paşa‘nın ve aynı yerde gömülü olan Namık Kemal‘in kabirlerini ziyaret etmekti. İkincisi, yakındaki Çimpe Kalesi‘ni görmekti. Lisede, tarih dersinde Gazi Süleyman Paşa (1316-1357) ve onun Rumeli’ye ayak basan ilk Osmanlı komutanı olması konusunun işlenmesini çok net hatırlıyorum. Bu tarih çoğunlukla 1352 olarak verilse de, bazı kaynaklar onun 1349 yılında da Rumeli’ye geçtiğini yazıyorlar. Buna göre, annesi Bizans Prensesi Nilüfer Hatun olan Gazi Süleyman Paşa, dedesi Bizans İmparatoru Kantakuzenos‘a (VI. Ioannes) (1292-1383) yardım etmek için 1349 yılında Sırplara karşı savaşmış ve Selanik‘i onlardan geri alarak Bizanslılara vermiş. 1352 yılında ise, Bizanslılar adına bu sefer Bulgarları Dimetoka‘da yenmiş. Söylendiğine göre, bu harekatı sırasında, dedesi Kantakuzenos kendisine Çimpe Kalesi’ni vermiş. Bundan sonra Gazi Süleyman Paşa kendisine Bolayır’ı üs olarak belirlemiş ve Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de kalıcı olmasının adımlarını atmış. Anadolu’dan bazı Türkmen aileleri buralara getirilerek yerleştirilmiş. Gelibolu Yarımadası’ndaki fetihleri birbirini izlemiş.
Gazi Süleyman Paşa’nın türbesi Bolayır’da güzel yeşillik bir alanda bulunuyor. Yüksek ağaçlar ve çimenlerle park gibi bir yer. Kapıda, ilçe yönetiminin iyi niyetle Türkçe ve İngilizce olarak hazırlattığı Bolayır, Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ve Gazi Süleyman Paşa hakkında oldukça ayrıntılı bir açıklama panosu var. İyi niyetle diyorum çünkü, epeyce emek verilmiş olan çalışma maalesef cümle düşüklüklükleri ve ifade bozuklukları ile dolu. Yine de takdir ediyorum. İçeride, birilerinin aklına estiği için yapıldığı ama daha sonra hiç bakılmadığı belli olan havuz-çeşme-şadırvan karışımı bir yapı var. Tepesinden solmuş bir Türk bayrağı sarkıtılmış. Tüm bunlar ilk anda gözüme çarpanlar. Girişte bir de Namık Kemal büstü var.
Uzakta sol tarafta görünen türbeye doğru yürürken tüm bunları geride bıraktık. Uzun selvilerin arasında hoş bir esinti ve sessizlik vardı. Ağaçların arasından tepenin aşağısında uzanan ova ve ekili tarlalar görünüyordu. Rumeli fatihi olarak bilinen Gazi Süleyman Paşa, Bolayır dolaylarında avlanırken attan düşerek ölmüş. Sağlığında, Veliaht Şehzade olarak, 1337-1338 yıllarında Bursa-Yenişehir’de yaptırdığı Süleyman Paşa Külliyesi’nde kendine bir de türbe inşa ettirmiş. Ancak, daha sonra ettiği vasiyet üzerine, Bolayır’a gömülmüş. Orhan Gazi öldüğü zaman yerine, Süleyman Paşa’nın fetihlerinde yanında götürdüğü kardeşi I. Murat padişah olmuş. Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin gerek dışı gerekse içi son derece sade. İçeride Paşa ile birlikte, Lalası (hocası) ve kazada bindiği atı da gömülü.
Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde bir anayasa hazırlanması ve parlamenter bir yönetime geçilmesi için mücadele veren, Genç Osmanlılar‘ın kurucularından, yazar, şair, gazeteci ve devlet adamı Namık Kemal’in (1840-1888) mezarı türbenin hemen önünde bulunuyor. Muhalif olması sebebiyle Londra ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış olan Namık Kemal, yurda döndükten sonra da Kıbrıs, Rodos, Midilli gibi yerlere sürgün edilmiş. Ancak, bu yerlere aynı zamanda mutasarrıf olarak, devlet adamı kimliği ile gönderilmiş. (Mutasarrıf, Osmanlı döneminde, vilayetlerden sonra gelen sancak yönetimlerinin en üst yöneticisi oluyor). Buralarda pek çok yerel soruna çözüm bulmuş. Gelibolu’da mutasarrıf iken, ölünce Gazi Süleyman Paşa’nın yanına gömülmeyi vasiyet etmiş. 2 Aralık 1888 tarihinde, yine mutasarrıflık yaptığı Sakız Adası’nda vefat edince, oradaki bir caminin haziresine gömülmüş. Daha sonra, vasiyetini bilen arkadaşı Ebüziyya Tevfik‘in konuyu Sultan II. Abdülhamit’e iletmesi üzerine, naaşı Bolayır’a getirilmiş. Padişah, Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına, çizimlerini Tevfik Fikret‘in yaptığı bir türbe yaptırmış. Bu türbe, 1912 yılında olan Mürefte-Şarköy depreminde hasar görmüş. Günümüzde Namıl Kemal, mermer kaplı bir mezarda yatıyor.
Çimpe kalesi olarak belirtilen yer, buradan çok uzakta değil. Araba ile birkaç dakika diyebilirim. Ancak, kalenin dibinde herhangi bir tabela olmadığı için neredeyse geçiyorduk. Ana yoldan sapılan kısa bir toprak yoldan sonra, kale olarak adlandırılan yere vardık. Etraf oldukça bakımsız görünüyordu ama yapı çok ilginçti. Bir Orta Çağ kalesinden çok, yanyana, bir dizi korugana benziyordu. İçlerine girilebiliyordu. Bazılarına girdik. İçerde ocaklar ve pencereler vardı. Belirttiğim gibi, bir kaleden çok, daha sonra Gelibolu Yarımadası‘nda göreceğimiz tabyalara benziyordu. Bu konu kafama takıldı. Döndükten sonra internette, Adnan Menderes Üniversitesi’nden Dr. Osman Ülkü’nün bir makalesine ulaştım: “Tartışmalı Bir Yapı Olarak Bolayır Merkez Tabyası”. Bu bilimsel makalede, Çimpe Kalesi’nin yerinin tam olarak bilinmediği ve tartışmalı olduğu belirtilerek, bizim gittiğimiz yerin Bolayır Kaymakamlığı ve Belediyesi tarafından yanlış bir şekilde söz konusu kale imiş gibi lanse edilerek burada Gelibolu’nun fethi anısına tören ve kutlamalar yapıldığı yazıyordu. Oysa burası, aslında II. Abdülhamit döneminde yapılan Bolayır Merkez Tabyası imiş. Osmanlı döneminde tabyalar ilk olarak, 1853-1856 Kırım Savaşı öncesinde, Rus saldırılarına karşı yapılmaya başlanmış. 1885 yılından sonra, Bulgarların güçlenmesi üzerine, Sultan II. Abdülhamit’in emriyle hem batıda Bulgarlara karşı Bolayır’daki gibi hem de doğuda Ruslara karşı yeni tabyalar yapılmış. Belki de, yol tabelaları bu bilgilerin ışığında sonradan kaldırılmışlardı.
Bolayır’dan Gelibolu’ya oldukça bozuk bir toprak yoldan geldik. Geri dönüp doğru dürüst ana yoldan da gelmek mümkündü ama, yine navigasyonun azizliğine uğradık diyebilirim. Bu uygulamaların hayatı inanılmaz kolaylaştırırken bazen de insanı yanlış yönlendirdiğini bilen bilir elbet. İlk bakışta Gelibolu’nun yerleşim yeri olarak çok düzenli ve temiz olduğunu gözlemledim. Belediyesi iyi çalışıyor demek. Bir önceki gün, 25 Nisan Anzak Günü idi. Bu nedenle etrafta Anzak torunları göze çarpıyordu. 25 Nisan 1915 günü şafak vakti Anzak Koyu’na çıkan atalarını anmak için iki senedir pandemi nedeniyle gelemeyen Avusturalyalı ve Yeni Zelandalılar, bu sene 300 kişilik bir grup olarak gelmişler. Bu sayı, normalde her yıl gelen binlerce kişilik gruplara göre oldukça düşük. O tarihi günde karaya çıkan 16.000 Anzak askerinin büyük çoğunluğu için bu hayatlarındaki ilk savaş deneyimi imiş. Akşama kadar bu askerlerin 2.000 tanesi ya yaralanmış ya da ölmüş. Bir önceki gün Şafak Ayini’ne katılan Anzak torunları arasında çok genç olanlar ve çocuklar da vardı. Bunlar artık Gelibolu’da savaşan Anzakların 4. kuşak torunları olmalıydı. Çanakkale’de kaldığımız günlerde savaş alanlarını ve müzeleri gezerken onlarla sık sık karşılaştık. Bazıları rehberler eşliğinde geziyorlardı. Çok değişik duygular içinde olduklarını tahmin edebiliyordum. Başlarda sadece Gelibolu’da ölen Anzakları anma günü iken, günümüzde 25 Nisan tüm dünyadaki çeşitli savaşlarda ölen Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerleri anmak için kutlanıyor.
1856 yılından beri Çanakkale Boğazı’ndan geçen gemilere yol gösteren Gelibolu Deniz Feneri‘nin yer aldığı çevre, Fener Parkı olarak biliniyor. Parkta ilgi odağı olan bir türbe ve bir namazgah bulunuyor. Bayraklı Baba Türbesi olarak adı geçen tarihi türbenin üstünde bir tane büyük Türk bayrağı var. Onun dışında, türbenin her bir yanı buraya gelenlerin adak olarak astığı çeşitli boylarda bayraklarla kaplı. Bayrakların arasından içeri girdiğiniz zaman, aslında türbe olarak anılan mekanın üstünün açık olduğunu ve içeride mermer bir mezar bulunduğunu anlıyorsunuz. Tepedeki büyük bayrak, yukarıdan bakılınca insana buranın kapalı bir türbe olduğu izlenimini veriyor. Türkiye’nin en fazla ziyaret edilen türbeleri arasında olduğu belirtilen Bayraklı Baba’nın elbette bir hikayesi de var.
Asıl adı Karacabey olan Bayraklı Baba, Yıldırım Beyazıt döneminde (1389-1402) Osmanlı ordusunda sancaktar olarak görev yapıyormuş. Ankara Savaşı yenilgisinden sonraki dönemde I. Beyazıt’ın oğullarından Süleyman Çelebi‘nin ordusunda yer almış. Söylenceye göre, 1410 yılında Bizanslılarla savaşılırken, etrafının sarıldığını ve esir düşeceğini anlayınca sancağı, düşmana teslim etmemek için, küçük parçalara bölmüş ve yutmuş. Ancak, bir süre sonra savaşın seyri değişmiş ve Karacabey, arkadaşları ile birlikte, kurtulmuş. Komutanı sancağı ne yaptığını sorunca, yuttuğunu söylemiş ancak inandıramamış. İspatlamak için, midesini kendi eliyle yarmış ve bayrağı göstermiş. Ölmeden önce, “Benim yerim burasıdır. Beni buraya gömün ve üzerimi bayraksız bırakmayın”, diye vasiyet etmiş. O zamandan beri mezarı bayraksız kalmamış. her türlü dilek için insanlar buraya akın etmişler. Sizin de öyle bir isteğiniz olursa, yanınızda bayrak yok diye hiç üzülmeyin. Yakındaki bir dükkanda her boy bayrak satılıyor.
Namazgâh, açık havada namaz kılmak için düzenlenmiş bir ibadet mekanı demek oluyor. Ben, ilk olarak bir namazgâhı İstanbul’da, Anadolu Hisarı’nda görmüştüm. Oradaki biraz bakımsız durumdaydı. Her tarafını otlar bürümüştü. Belki şu sıralar süren restorasyon sonrası bir düzenleme yapılır. Gelibolu’daki namazgâhın bir restorasyon gördüğü anlaşılıyor. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Orijinal olarak geriye çok az şeyin kaldığı anlaşılan yapı, bembeyaz mermerlerle donatılmış. Azaplar veya AzeblerNamazgâhı olarak da bilinen söz konusu ibadet yeri, 1407 yılında Hacı Paşaoğlu İskender Bey tarafından yaptırılmış. Denize sefere çıkacak deniz tüfekçi erleri, yani Azaplar, burada toplu namaz kılarlarmış. Azap (Azeb) bekar erkek anlamına geliyormuş. İstanbul’da, Haliç kıyısındaki Azapkapı’yı anımsarsınız. Orası da adını yakındaki, bekar erkeklerden oluşan, denizci erler kışlasından alıyormuş.
Gelibolu’da, Çanakkale’ye özgü peynir tatlısını tatmak üzere, çoğu kişi tarafından övülen Zafer Peynir Helvacısı‘na da gittik. 2020 yılında, Eceabat’taki Porta Caeli Bağcılık ve Otel‘inde Çanakkale’nin peynir tatlısından ilham alınarak yapılmış nefis bir tatlı yemiştik. Şimdi geleneksel olanını tadınca onun, üzerinde bayağı çalışılıp modernleştirilmiş bir çeşitleme olduğunu anladım. Geleneksel Çanakkale peynir tatlısı, çayla bile benim için biraz fazla şekerli idi. Fırınlanmış olanı daha hoşuma gitti. Yine de tatmaya değer kanımca.
Gelibolu’dan Çanakkale merkezine Kilitbahir’den geçmeye karar vermiştik. Burası Çanakkale’ye bağlı bir köy aslında. Sahildeki Kilitbahir Kale Müzesi görülmeye değer. Biz, 2020 yılında gezmiştik. Kilitbahir (Kilîdü’l-bahr) Kalesi ile karşı kıyıdaki Çimenlik Kale‘si (Kala-i Sultaniyye), İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un olası saldırılara karşı savunulması için yaptırılmış iki kale. Fatih, fetih sırasında Bizanslıların, Avrupa devletlerinin gönderecekleri yardımların Çanakkale Boğazı üzerinden gelmesini beklediklerini fark etmiş. Bunun sonucunda, daha sonra aldığı İstanbul’un savunmasının da buradan başlaması gerektiğine karar vermiş. Her iki kale de, Çanakkele Boğazı’nın en dar yerinde, 1462-1463 yıllarında yapılmış. Kilitbahir (yani Deniz Kilidi) Kalesi yapı olarak iki kısımdan meydana geliyor. Üç yapraklı bir yonca biçimindeki iç kale oldukça heybetli ve etkileyici. Dış kale olan kısımın etrafında eskiden bir hendek varmış. Kale 1541 yılında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından elden geçirilmiş ve Sarı Kule olarak adlandırılan bir kule eklenmiş. Kalenin deniz tarafındaki dış duvarlarının bazı bölümleri günümüze ulaşmamış. 1666 yılında, Sabetaycıların lideri Sabetay Sevi, Sultan IV. Mehmet (1642-1693) tarafından birkaç ay için Kilitbahir Kalesi’ne kapatılmış. Ancak faaliyetlerine burada da devam etmesi ve kendisini görmeye gelen müritlerinin sayısının giderek artması nedeniyle, yargılanmak üzere, Edirne‘ye götürülmüş. Bilindiği gibi, buradaki yargılamanın sonunda, kendisine Müslümanlık ya da ölüm arasında bir seçim yapması emredilmiş. Bu oldukça uzun ve çetrefilli konu bu yazının konusu değil elbet.
Çanakkale’ye geçmemiz ve feribot iskelesine çok yakın olan otelimize yerleşmemiz akşam saat 8’i buldu. Epeyce uzun ve yorucu bir gün olmuştu. Sanırım burası, Çanakkale ile ilgili yazılarımın ilki için de noktayı koymak için doğru bir yer. Devamı gelecek…
Ünlü İngiliz arkeolog ve yazar George E. Bean (1903-1977), Turkey Beyond the Maeander isimli kitabında, 1970’li yıllarda karadan Knidos‘a ancak cip ile gidilebileceğini yazmış. Durum 1980’lere gelindiğinde de çok değişmemiş olacak ki, 1983 yılında araba ile böyle bir deneme yapmış ama, kısa bir süre sonra geri dönmüştük. Marmaris-Datça yolundan, Datçailçesine gelmeden önce, ayrılan Knidos yolu hiç de güven vermiyordu o zamanlar. Yol, kırmızımsı bir topraktandı. Kilometrelerce tek bir arabaya ya da insana rastlamadan, bir toz bulutu içinde gidiyordunuz. Derin çukurlar da cabası. Yolun bozuk olması bir yana, arabaya bir şey olsa, yardım alabileceğimiz hiç kimse görünmüyordu etrafta. Yol yardımı olmadığı gibi, cep telefonu da yoktu o zamanlar tabii ki. Bir süre sonra, Renault 12 arabamızın bu şartlara fazla dayanamayacağını anlamış ve geri dönmüştük. Daha birkaç gün öncesinde de, Bozburun‘a giden benzer bir toprak yoldan geri dönmüştük. O zaman da, orman içinde karşımıza çıkan kocaman bir yaban domuzu bizi daha fazla maceradan vazgeçirmişti.
Aslına bakarsanız, o tarihlerde Marmaris-Datça yolu da uçurumları nedeniyle epeyce ürkütücüydü. Günümüzde kimi yerlerde o eski yolun izlerini görmek hala mümkün. Çok kaliteli olmayan bir asfalttan yapılmış, daracık, uçurumun kıyısından giden, keskin virajlarla dolu yol gerçekten korku verici idi. Özellikle otobüsle bu yolu ilk kez gidenlerin çığlıkları araçta yankılanırdı. Hem gidiş hem geliş olup, kenarında hiçbir koruyucu bariyer bulunmayan yolda otobüs şoförleri nasıl giderdi, insan hep hayret ederdi. En önde oturan yolcular her viraj dönüşünde nefeslerini tutarlardı, çünkü bu noktalarda otobüsün ön tarafı sanki yolun dışına, uçuruma doğru taşardı. Bir keresinde, böyle otobüsle yazlık evimize giderken yanımdaki hanım fenalık geçirmiş ve bana,
– Sizde akıl yok mu? İnsan böyle bir yerde ev alır mı? demişti.
Gelin görün ki, tüm bu olumsuzluklara rağmen, o zamanlar o yolda hiç ölümlü kaza olmazdı. Yıllar sonra, bir sürü ağaç pahasına genişletilen ve kimi yerlerde rotası değiştirilerek yapılan yol ile birlikte, ciddi kazalar artmaya başladı…
Başarısız karadan gitme girişimimizden bir iki yıl sonra, Knidos’a bu kez denizden gitmiştik. Yine bugünün koşullarına göre son derece ilkel bir tekneye bir grup insan doluşmuş ve saatler süren bir yolculuk yapmıştık. Knidos’a vardığımızda etrafta ne bir tekne ne de karada bir tek insan vardı. Tekne ile yaklaşırken uzaktan kıyıdaki tiyatronun ve diğer kalıntıların görünümü beni çok etkilemişti. Biraz da hüzünlendirmişti…
Kıyıya çıkıp yürümeye başladığımızda, gruptaki on yaşlarında bir erkek çocuğu heyecanla,
– Baba! Baba! Burası pirzola kokuyor, demişti.
Herkes gülmeye başlamıştı. Babası dahil olmak üzere, kimse çocuğun utanacağını düşünmemişti. Ama gülünmeyecek gibi de değildi. Öylesine saf ve masum bir şekilde söylemişti ki…
Etrafta mis gibi, yoğun bir kekik kokusu vardı. Yıllar geçmesine rağmen beni hala güldürür bu olay.
Neredeyse kırk yıl sonra, 2021 yazında, Knidos’a tekrar gittim. Artık karadan gitmek hiç problem değil o taraflara. Yol sadece Knidos antik kentine değil, Palamutbükü gibi güzel koylara ve civardaki köylere de ulaşımı kolaylaştırıyor. Zaman içinde Knidos’daki kazılar da ilerlemiş. Pek çok yeni eser çıkarılmış. Antik alan daha önce kaderine terk edilmiş gibi iken, şimdi doğru düzgün bilet gişesi olan, etrafı çevrilmiş, daha düzenli bir ören yeri haline getirilmiş. Türkçe ve İngilizce açıklama tabelaları konmuş. Her zaman çok başarılı olmasa da, mümkün olduğunca yön tabelaları yerleştirilmiş. Knidos şehrinin yapı olarak taraçalar şeklinde olması ve henüz bazı yerlerde ara yolların açılmamış olması nedeniyle kimi tabelaların belirttiği yerlere fiilen ulaşamıyorsunuz. Böyle bir durumu iki kere yaşadık. Taraçaların arasının yüksek ve çalılıklarla kaplı olması bir üst kata geçmenizi imkansız kılıyor. Zamanla bu olumsuzlukların da giderileceğini düşünüyorum.
Bildiğiniz gibi Knidos, arkeologların Reşadiye olarak adlandırmayı tercih ettikleri, Datça yarımadasının en ucunda yer alıyor. Burada ilk kazılar 1857-1858 yılları arasında Sir Charles Newton (1816-1894) tarafından yapılmış ve o dönemde sandıklar dolusu eser buradan Londra‘daki British Museum‘a götürülmüş. 1980’lerin ortalarında, Knidos’dan kaçırılan ünlü Oturan Demeter ve Knidos Aslanı heykellerini British Museum’da görünce resmen içim sızlamıştı. Üstelik bu talan, bizim karadan Knidos’a ulaşamadığımız dönemden yüz yılı aşkın bir zaman önce, büyük olasılıkla deniz yoluyla, yapılmış.
Yaklaşık yüz senelik bir aradan sonra, 1967-1977 yılları arasında, Knidos’da Amerikalı arkeolog Iris Cornelia Love başkanlığında yeniden kazılar yapılmaya başlanmış. Daha sonra Love’in dinamit kullanarak eserleri tahrip ettiği ve bir kısım buluntuları kaçırdığı konusunda çeşitli söylentiler çıkmış olsa da, kazıda bulunmuş uzman Türk arkeologlar bunun doğru olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuşlar. Gazeteci Özgen Acar da, New York Metropolitan Müzesi‘nin deposunda saklı olduğunu bildiği Karun Hazinesi‘nin varlığını Love’un sağladığı bir fotoğraf sayesinde kanıtlayabildiğini belirtmiş. Fotoğrafı çeken ve gizlice Özgen Acar’a veren, eski ABD Başkanı J.F. Kennedy‘nin kızı Caroline Kennedy, Love’ın arkadaşı imiş. Metropolitan Müzesi’nde fotoğrafçı olarak çalışıyormuş. Böylesi bir tavır sergileyen Love’ın belirtilen suçlamaları yapmış olması insana pek inandırıcı gelmese de, bu tür konuların tartışma ve spekülasyona çok açık olduğunu düşünüyorum. Knidos kazıları, 1988 yılından itibaren, Prof. Dr. Ramazan Özgan‘ın başkanlığında, Selçuk Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.
Knidos günümüzde şimdi bulunduğu konumda bilinmesine ve ünlenmiş olmasına karşın, 1952 yılında G.E. Bean ve J.M. Cook tarafından yarımadada yapılan araştırmalar, Knidos’un tarihte ilk olarak Burgaz olarak adlandırılan yerde kurulduğunu ortaya koymuş. Burası Datça şehir merkezine oldukça yakın (2 kilometre uzaklıkta) bir yer. Eski Knidos olarak adlandırılan söz konusu arkeolojik alan Eski Datça ile karıştırılmamalı. Bu konuda, geçtiğimiz yaz kaldığımız Palamutbükü Mavi Beyaz Otel‘deki odamızda asılı olan ve aşağıda paylaştığım haritanın açıklayıcı olabileceğini düşünüyorum. Eski Datça (haritada E. Datça olarak gösterilmiş) Datça merkezinin kuzeybatısında ve iç tarafta iken, Eski Knidos kuzeydoğuda ve sahilde bulunuyor. 1980’lerden itibaren arkeolojik çalışmalar yapılan Eski Knidos’da, Datça’daki kentsel yayılma ve gelişim nedeniyle, 1993 yılından itibaren Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)Tarihsel Çevre Değerlerini Araştırma Merkezi (TAÇDAM) ile Kültür ve Turizm Bakanlığı iş birliği çerçevesinde bir kurtarma çalışması başlatılması ihtiyacı doğmuş. Günümüze kadar yapılan arkeo-jeofizik ölçüm ve sondajlar ile kazılar sonucunda, bölgede M.Ö. 8. yüzyıla ait antik yerleşim yerleri, avlulu konutlar, taş döşenmiş yollar, şarap fabrikaları, şarap depolama mahzenleri, çok sayıda çanak çömlek ve tapınak adaklarında kullanılan kadın heykelcikler ortaya çıkarılmış. Aynı proje çerçevesinde, Eski Knidos’un yakınındaki Sarı Liman ve diğer limanlarda da, liman kalıntılarını belgelemek ve haritalarını çıkarmak için, sualtı arkeologları da çalışmalar yapmışlar.
Yukarıda belirtilen ve süren çalışmalarla da desteklenen Bean ve Cook’un teorisine göre, Knidoslular M.Ö.4. yüzyılın ortalarına kadar Burgaz mevkiindeki Eski Knidos’da yaşamışlar. Zamanında Knidos, Batı Anadolu sahillerindeki en önemli şehir devletlerinden birisi imiş. Rodos‘taki Lindos, Ialysos ve Kamiros kentleri, Kos ve Halikarnassos ile birlikte Altılı DorKent Birliği‘nin (Dorian Hexapolis) bir parçası imiş. Aslen, tıpkı daha önce Rodos ve Kos’da olduğu gibi, Peleponez yarımadasından gelen Dorlar tarafından kurulmuş. Heredot onların Spartalı olduklarını iddia etmiş olsa da, bu önerme halen tartışmalı bulunuyor.
Zaman içinde, Knidoslular şarap, sirke ve yöreye özgü bir lahana ile ünlenmişler ve bu malların ticaretini yapmaya başlamışlar. Eski Knidos’da bulunan şarap fabrikaları ve depolama alanlarından da anlaşıldığı üzere, bu konuda çok ileri gitmişler. M.Ö. 7. yüzyıl boyunca Mısır firavunun izni ile, aralarında Halikarnassos’un da bulunduğu bazı Anadolu şehir devletleri ile birlikte, Nil nehrinin ağzında Hellenium isimli bir ticaret merkezi kurmuşlar. M.Ö. 6. yüzyılda, kendilerinden iki yüz yıl önce gitmeye başlayan diğer Dorlar gibi, koloniler kurmak üzere kuzey Sicilya‘ya gitmişler. Ancak burada yerleşik Sicilyalılardan ve oradaki Foçalı kolonilerden gördükleri tepkiler nedeniyle, daha kuzeydeki Lipara adasına yerleşmişler.
Bu arada, Lidya Krallığı‘nı yıkan (M.Ö. 546) ve Grek şehir devletlerini birer birer hükümranlıkları altına alan Persler, Knidoslular için de bir tehlike olmaya başlamışlar. Knidoslular kendilerini korumak için, Datça yarımadasının günümüzde halk arasında Balıkaşıran denilen yerinde bir kanal kazarak yarımadayı bir ada haline getirmeyi düşünmüşler. Yarımadanın karaya bağlandığı en doğu noktada olan bu bölge gerçekten de çok dardır ve özellikle Datça’dan Marmaris yönüne giderken size eşsiz bir manzara sunar. Bunca yıldır, her geçişimde, bir tarafında Gökova Körfezi, bir tarafında Hisarönü Körfezi uzanan bu manzaraya bakmaya doyamamışımdır. İşte Knidoslular, bu noktada kazacakları bir kanalın Perslilere engel olacağına inanmışlar ve kazmaya başlamışlar. Ancak, arazinin çok kayalık olması nedeniyle, çalışmaların başlamasından bir süre sonra, sıçrayan kaya parçaları yüzünden işçilerin yüzlerinde ve gözlerinde ciddi yaralanmalar olmaya başlamış. Ne yapacaklarını bilemeyen Knidoslular çareyi Delfi‘deki kahine danışmakta bulmuşlar. Kahin, eğer Zeus istese idi yarımadayı kendisinin bir ada şeklinde yaratmış olacağını söyleyerek, çalışmaları durdurmalarını ve kanal yapımından vazgeçmelerini tavsiye etmiş. Buna uyan Knidoslular kanal çalışmalarını durdurmuşlar ve bir süre sonra, buralara kadar gelen Persli General Harpagus‘a teslim olmuşlar. Pers hakimiyeti, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in gelişine kadar sürmüş.
Kaç yıl önceydi tam hatırlamıyorum, bir ara bir takım kişiler yine aynı noktada bir kanal açılmasını, bunun teknelere kolaylık sağlayarak, turizme büyük katkısı olacağını savunmuşlardı. Neyse ki sonradan bu sevdadan vazgeçildi. Buraya veya ülkemizin herhangi bir yerine kanal açma sevdalısı olanlara binlerce yıl önce Delfi kahininin söylediği sözler en güzel yanıt kanımca.
Kesin tarihi bilinmemekle beraber, M.Ö. 4. yüzyılda Knidos şehri bugün ziyaret ettiğimiz, yarımadanın en ucunda bulunan ve Tekir olarak anılan bölgeye taşınmış. Bazı bulgulara dayanılarak bu taşınmanın M.Ö. 360lı yıllarda olabileceği düşünülüyor. Ancak, Eski Knidos da hiçbir zaman tamamen boşaltılmamış. ODTÜ’nün yürüttüğü çalışma, bu tarihten sonra buradaki konutların çoğunun şarap, zeytinyağı, sabun, dokuma ve metal eşya üretim işliklerine dönüştürüldüğünü ortaya koymuş.
Yarımadanın ucundaki “yeni” Knidos hakkında yazmaya devam etmeden önce eski yerleşim yeri civarı hakkında birkaç satır daha ilave etmek iyi olur diye düşünüyorum. Son yıllarda Datça’ya her gidişimde, yarımadanın çeşitli yerlerinde antik kalıntılara işaret eden, artan sayıda tabelalara rastlıyorum. Ana yol üzerinde, daha önce dikkat etmeden yanından geçip gittiğimiz bazı duvarlar tel örgü ile çevrilmiş ve az da olsa bir açıklama konmuş. Bu, Datça yarımadasında sürekli çalışma yapıldığını gösteriyor. Daha önce, Eski Knidos’un yerini saptamalarına rağmen, Bean ve Cook bir zamanların ünlü Apollon Tapınağı‘nın izine rastlayamadıklarını belirtmişler. Oysa, Apollon’un Altılı Dor Kent Birliği’nin ortak tanrısı olması nedeniyle, tarihi kayıtlara dayanılarak, burada büyük bir tapınak olduğu biliniyormuş. Günümüzde, henüz fazla kazı yapılamamış olsa da, bu önemli tapınağın Emecik köyüne yakın, Sarı Liman‘a bakan bir noktada olduğu tesbit edilmiş. Bulunan bir yazıt, tapınma eşyaları, pişmiş topraktan kap ve heykelcikler Marmaris Arkeoloji Müzesi‘ne gönderilmiş. Apollon Tapınağı’nın önemi, bir zamanlar burada, Knidos’un da bir parçası olduğu, Altılı Dor Kent Birliği’ne dahil şehir devletlerinin düzenli olarak ortak bir şenlik düzenlemesinden kaynaklanıyor. Günlerce süren şenlikler boyunca, spor karşılaşmaları, at yarışları, müzik yarışmaları ve eğlenceler yapılırmış.
Datça yarımadasında henüz tam olarak kazılmamış olan bir de Triopium diye bir yerleşim merkezi var (Haritaya bakınız). Bazı kaynaklarda buranın bağımsız bir şehir devlet olduğu belirtilse de, kendisine ait basılmış para veya yazılı kanunları olmaması, Triopium’un Knidos’a bağlı bir yerleşim olduğu görüşüne ağırlık kazandırıyor.
Knidos’un günümüzde bildiğimiz yere taşınmasının sebebinin tamamen deniz ticaretindeki artış ve başarı olduğu belirtiliyor. Zira burası yerleşim yeri olarak oldukça kayalık ve (Eski Knidos’un aksine) çevresinde tarıma uygun alan olmayan bir yer. Bulunduğu nokta itibari ile, güneyden gelen teknelerin sert esen rüzgarlardan korunmak için zaman zaman günümüzde bile konakladıkları bir yer. Böyle bir yerin antik çağlarda ticaret açısından çok canlı olacağının düşünülmesi son derece doğal. Aslında, kazılarda bulunan M.Ö. 14. ve 13. yüzyıllara ait seramik buluntular burada, Knidoslular yeni yerleşim yerlerini kurmadan çok önce, yaşam olduğunu kanıtlamış. Bu kanıtlardan yola çıkarak, Knidos’da en az 3000 yıldan beri yaşam olduğu söylenebiliyor.
Strabon‘un (M.Ö.63-M.S.63) belirttiğine göre Knidos, taraçalar şeklinde kat kat inşa edilmiş bir şehir. Bunu gezerken de algılayabiliyorsunuz. Kamusal yapılar, tiyatrolar ve tapınaklar ana karada yapılmış. Konutlar ise, dışarı doğru uzanan ve arkeologların Cape Crio dedikleri burun kısmında (Deveboynu) yer alıyormuş. Burası aslında bir ada imiş. Knidos’lular önceleri köprüler yapmışlar. Daha sonra, ana kara ile adanın arasını doldurarak, birleştirmişler. Böylece, sağlı sollu iki tane liman yaratmışlar. Batı taraftaki küçük liman askeri, diğer taraftaki büyük liman ticari amaçlar için kullanılmış.
Knidos tarihteki en parlak zamanını Helenistik dönemde (M.Ö.323-M.Ö.33) yaşamış. M.Ö. 2. yüzyılda seramikçilikte çok büyük ilerleme olmuş ve Knidos bölgede bir seramik merkezi haline gelmiş. Romalılar döneminde ise şehrin başarılı ve zengin iş adamları sayesinde vergiden muaf tutulmuş, “civitas libera” statüsü kazanmış. Bu tür şehirler, öz yönetim ve kendi paralarını basma hakkına sahipmişler. M.S. 7. yüzyıla gelindiğinde, bölgedeki diğer kentler gibi, Knidos da Arapların istilasına uğramış. Arkeologlar bu bilgiye, kentteki kiliselerden birinin tabanına Arapça harflerle kazınmış bir yazıdan ulaşmışlar. Sonraki dönemlerde depremlerle tahrip olan Knidos, zamanla terk edilmiş.
Knidos’a gittiğiniz zaman ilk ziyaret edeceğiniz yerlerden biri tiyatro olacaktır. Yaklaşık 8.000 kişilik olduğu düşünülen bu tiyatro aslında kentin küçük tiyatrosu. Daha yukarda bir tane daha büyük tiyatro olduğu biliniyor. Hatta o yöne doğru, “Büyük Tiyatro” yazan bir tabela da var ama, daha önce belirttiğim nedenlerden ötürü, tüm çabalarımıza rağmen oraya ulaşamadık. Gezinin sonunda sıcaktan bunaldığımız için oturup, dinlendiğimiz sahildeki restoranın sahibi bize uzaktan bu büyük tiyatronun yerini gösterdi. 45 dakika kadar uğraştığımız halde oraya ulaşamadığımızı söyleyince de, zaten şu anda görülecek pek fazla bir şey olmadığını belirtti. Küçük tiyatronun ilerisinde bulunan odeon‘dan ise, geriye pek fazla bir şey kalmamış.
Tarihte Knidoslu olan ünlüler de var. Bunlardan biri zamanın en önemli matematikçi, astronom ve filozoflarından biri olan Eudoxos (M.Ö. yaklaşık 400-350). Henüz bulunamamış olmasına rağmen, Eudoxos’un burada bir rasathanesi olduğu biliniyor. Antik Çağ’da Dünyanın Yedi Harikası‘ndan biri sayılan ünlü İskenderiye Deniz Feneri’nin mimarı Sostratos da (M.Ö.3. yüzyıl) bir Knidoslu. Öte yandan, tarihteki en ünlü Knidoslunun bir heykel olduğunu söylesek, hiç de abartmış sayılmayız. Zira, zamanın en ünlü heykeltıraşlarından Praxiteles‘in yaptığı bilinen, dillere destan Knidos Afroditi‘nin şöhreti herkesinkini geçmiş.
Apollo, Altılı Dor Kent Birliği’nin ortak tanrısı olmasına ve onun adına büyük şenlikler düzenlenmesine rağmen, Knidos’un ana tanrısal varlığı değilmiş. Knidos için bu varlık Afrodit imiş. Öyle ki, M.Ö.7. yüzyıldan başlayarak, Roma dönemine (M.Ö.2. yüzyıl ortaları) kadar Knidos paralarında hep Afrodit yer almaktaymış. Aynı zamanda denizcilerin koruyucusu kabul edildiği için, Afrodit kimi zaman paraların üzerinde gemi pruvası resmi ile de canlandırılırmış. Şehir için bu kadar önemli bir tanrısal varlık olunca, Knidos’da bir Afrodit tapınağı olması da doğal. Tapınağın kendisi de, barındırdığı Knidos Afroditi kadar sıra dışı imiş. Günümüzde ancak kaidesini görebildiğimiz bu yapı, yuvarlak bir tapınak. Eski Yunan şehirlerinde yuvarlak tapınaklara pek rastlanmadığı halde yapının bu şekilde tasarlanma nedeninin, içine yerleştirilen Praxiteles’in muhteşem Afrodit heykelinin ziyaretçiler tarafından her yönden görülebilmesi olduğu düşünülüyor. Çünkü söz konusu heykelin şöhreti antik dünyada o kadar yayılmış ki, her yıl Knidos’a bunun için büyük bir akın olurmuş.
Knidos Afrodit’i maalesef günümüze kadar ulaşmamış. Ancak, daha sonra birçok kopyası ya da benzeri yapılmış. Bu da, heykelin aşağı yukarı nasıl olduğunu hayal etmek açısından çok işe yaramış. Aynı şekilde, tapınağın da sonraki yüzyıllarda kopyaları yapılmış veya duvar resimlerinde yer almış. Örneğin, Tivoli‘deki (Roma yakınlarında) Hadrian Villası‘nda, yuvarlak ve Dorik sütunlarla çevrelenmiş bir yapıda, Knidos Afroditi kopyası olan bir heykel bulunmuş. İmparator Hadrian‘ın (M.S.76-M.S.138) villasının arazisini Yunan dünyasının ünlü anıtlarının benzerleri ile donatma merakı olduğu biliniyor. Bir başka örnek de, Troya Müzesi‘inden verilebilir. Müzede sergilenen ve Dardanos Afroditi olarak bilinen 31,5 cm boyutundaki heykelciğin, Praxiteles tarafından yapılan Knidos Afrodit’inin bir kopyası olduğu belirtiliyor. Diğer kopyalardan farklı olarak, bu heykelcikte Afrodit’in koluna ve bacağına Asklepios‘un simgesi olan yılan sarılmış.
Rivayete göre, Knidoslular bir Afrodit heykeli istedikleri sırada, Koslular da Praxiteles’e tanrıçanın bir heykelini sipariş vermişler. O sırada, ünlü heykeltıraşın atölyesinde iki tane Afrodit heykeli varmış. Birisi giyinik, diğeri çıplak. Önce seçme şansı Koslulara verilince, onlar giyinik olanı seçmişler. Çıplak olan Knidos’a kalmış. Ancak, Knidos heykelinin şöhreti zamanla o kadar yayılmış ki, Kos’daki heykel gölgede kalmış.
Knidos’da dört saatten fazla zaman geçirdik. Eylül ayının ortaları olmasına rağmen, hava çok sıcaktı. Ona rağmen yılmadık. Ulaşabildiğimiz yerlere tırmandık. Daha önce belirttiğim gibi, kolaylıkla erişilebilecek yollar henüz açılmadığı için büyük tiyatroya, Demeter Tapınağı‘na ve Cape Crio’da bulunan Roma Mezarına ulaşamadık. Gezinin sonunda, taşların arasından yol bulup çıkmış kum zambaklarını görmek ayrı bir mutluluk verdi. Öylesine narin ve güzellerdi ki… Doğa tahribatının acımasızca arttığı günümüzde, en az arkeolojik eserler kadar kıymetli ve korunmaya muhtaçlardı…
Sonbaharın ilk günü feribotla Kabatepe‘den Gökçeada‘ya doğru yol alırken, karşımızda görünen kara parçası aklıma bu iki kelimeyi getirdi. Gizemli ve hüzünlü… Gizemi, Türkiye’nin en büyük adası olmasına karşın az biliniyor olmasından. Hüzün kısmı ise, daha uzun bir öykü…
Güvertede hava oldukça serindi. Rüzgar sert esiyordu. Adaya yaklaşırken, arka tarafta yükselen sivriliğin Yunan adası Limni (Limnos) olup olmadığını merak ettim. Görüşün iyi olduğu havalarda Gökçeada’nın arkasından görünür de, insan onu Gökçeada’nın bir parçası sanır demişlerdi. Ondan emin olamadım ama, sağ tarafta yükselen kesin olarak Semadirek (Samothraki) idi. Bir başka Yunan adası. Onun konumunu daha önce baktığım haritadan biliyordum. Gökçeada’da kaldığımız günler boyunca adanın farklı noktalarından gördüğümüz Semadirek adasının da çok kendine özgü bir görünümü vardı. Yüksek tepesinde daima görünen bulutlar adaya, tütmeye devam eden bir yanardağ izlenimi veriyordu. Doğrusu, milyonlarca yıl öncesinde olsaydık bu çok da gerçek dışı olmazdı çünkü, tıpkı Limni ve Gökçeada gibi, Semadirek de volkanik bir ada.
Gökçeada’ya feribot ile geçmek aşağı yukarı 1 saat 25 dakika sürüyor. Yol boyunca, ada hakkında yola çıkmadan edindiğim bilgileri ve okuduklarımı düşündüm. Kafamda gezilecek yerler konusunda kabaca bir plan yapmıştım. Üç gece kalacaktık Gökçeada’da. Bu noktada, yola çıkmadan önce haberdar olup, katıldığım Gökçeada konulu on-line bir seminerden çok yararlandığımı belirtmek isterim. Kendisi de Gökçeadalı olan rehber Erkut Aldeniz‘in verdiği bu seminer sayesinde adanın yapısı, gastronomisi, gelenekleri ve ritüelleri konusunda başka kaynaklarda rastlamadığım bilgiler edindim. Veriliş tarihinin uygunluğu açısından benim için tamamen tesadüf olan bu seminer, adayı başka bir gözle gezmemizi ve anlamamızı sağladı. Bizim gezimize yaptığı bir başka değerli katkı da, farklı Rum köylerinde hangi restoranların gerçekten Rumlar tarafından işletildiklerini bir liste halinde vermesi oldu. Bunların sayısı çok fazla değil. Diğer restoranlar, isimleri Rumca da olsa, aslında Türkler tarafından işletiliyorlar. Önceden seçip, yer ayırttığımız otelimizin kendisinin önerdiği üç otelden birisi olduğunu öğrenmek de sezgilerimiz konusunda kendimize güvenimizi artırdı.
Gökçeada, daha çok bilinen ve son yıllarda gözde bir tatil durağı olan Bozcaada‘dan epeyce farklı bir yapıya ve kimliğe sahip. Zaten her iki adayı bilenlerin öncelikle vurguladıkları konu, Gökçeada’nın “Bozcaada gibi” olmadığı. Bu bir anlamda bir uyarı aslında ve haksız da sayılmaz. Hani, öyle çok fazla hareketli, her gece çılgın eğlenceli bir tatil yapmayı düşünüyorsanız, burası size uygun olmayacaktır.
Gökçeada, coğrafi olarak da çok farklı. Her şeyden önce, Bozcaada gibi tek bir yerleşim yerinden oluşmuyor. Bozcaada’da, adanın çeşitli yerlerine tek tek evler dağılmış olsa da, resmi olarak tek bir yerleşim merkezi var. O da ilçe merkezi. Gökçeada’da ise, ilçe merkezi dışında 10 tane köy var. Bunların bazıları tamamen Rum köyleri. Diğerleri, değişik tarihlerde buraya yerleştirilmiş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş insanların yaşadığı Türk köyleri. Adada Rum nüfus 1960’lara kadar daima çoğunlukta iken, bu tarihten sonra bu durum tersine dönmüş. 1960 yılı nüfus sayımına göre Gökçeada’da 5487 Rum, 289 Türk vatandaşımız yaşıyormuş. 2016 yılındaki sayıma göre ise, 8776 olan toplam ada halkının sadece 300 kadarı yaz kış oturan Rum vatandaşlarımızdan oluşuyor.
Resmi verilere göre Gökçeada’nın yüzölçümü 290 kilometre kare. 95 kilometrelik bir kıyı şeridi uzunluğu var. Adanın tam ortasından bir vadi geçiyor. Kuzey tarafı kayalık, dağlık ve engebeli. Güneye doğru tepeler alçalıyor ve yerlerini tarım yapılan ovalara bırakıyor. En yüksek tepe olan Doruk Tepe, 673 metre yüksekliğinde. Adada bir havaalanı var ama askeri amaçla kullanılıyormuş. Bir dönem, özel bir havayolunun yaptığı kısa süreli ticari uçuş denemesi karlılık açısından başarılı olmamış.
Gökçeada, akarsu açısından şanslı bir ada. Akarsuların içinde en büyüğü olan Büyükdere‘nin üzerindeki Zeytinli Barajı, adanın içme suyu ve tarımsal sulama gereksinimini karşılıyor. Kuzeydeki Kaleköy‘e giderken bu barajın yanından geçiliyor. Adada bu barajın dışında birkaç gölet daha var. Bir de, güneydoğudaki Aydıncık (Kefalos)Yarımadası‘nın karaya bağlandığı yerde doğal bir Tuz Gölü bulunuyor. Gölün sonbahar aylarında flamingoların uğrak yeri olduğu belirtiliyor ama, biz gittiğimizde görmedik. Yakındaki Aydıncık Plajı, rüzgarlı olması nedeniye, rüzgar sörfü yapanlar için gözde bir yer. Senenin 300 günü burada sörf yapılabildiği belirtiliyor. Gökçeada’nın kuzeydoğusunda (Yıldızkoy ve Kuzulimanı arasında) Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkı olarak tanımlanan bir koruma alanı var. Birçok su altı mağarası olan bölge, başta Akdeniz foku olmak üzere, nesli tükenmekte olan deniz canlıları için önemli bir habitatmış. Dalış yapmak için özel izin almak gerekiyor.
Sonunda, Kuzulimanı‘na vardık. Sanırım kafamda geminin, Bozcaada’da olduğu gibi, ada yaşamının tam ortasına yanaşacağını düşünmüşüm. O nedenle biraz şaşırdım. Liman bana çok ücra bir yerdeymiş hissi verdi. Aslında adada her yer birbirine en fazla 15-20 dakikalık mesafede. Nitekim, buradan kaldığımız Zeytinliköy‘e (Aya Teodori) gitmemiz 14-15 dakika sürdü. Giderken, orijinal adı Panaghia olan Gökçeada Merkez‘den geçtik. İtiraf edeyim, burada ve yol üstünde gördüğüm dağınıklık, kötü inşaatlar, toz ve pislik beni çok hayal kırıklığına uğrattı. Bir an, “acaba gelmeseydik mi?”, diye düşünmedim de değil. Zevksiz villalar, tuhaf birkaç site ile tipik bir Türk usulü talandı gördüğümüz. Doğrusu içim sızladı. Bu açıdan adanın büyük tehlike altında olduğunu söylemeliyim. Gökçeada, 2011 yılında CittaSlow ağına katılmaya hak kazanarak, dünyanın ilk Cittaslow adası ünvanını da almış. Sözünü ettiğim yerleri görünce, buna inanmakta zorlandım açıkçası. Belki, bu talan o zaman henüz başlamamıştı.
Bir tepede kurulmuş olan Zeytinliköy, günümüzde adanın “en Rum köyü” olarak tanımlanıyor. Tamamen koruma altında bulunan köy, aynı zamanda en çok yenilenmiş ve Yunanistan’dan adaya geri dönenlerin (bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değineceğim) en çok yaşadığı yerleşim yeri. Taş evleri ve daracık, parke taşından sokakları ile son derece sevimli. Burası, bir zamanlar adanın sosyal olarak en hareketli köyü imiş. Adanın meşhur dibek kahvesini en iyi yapan “Madam’ın Yeri” de buradaymış. (Köyün içinde bu isimde bir yer vardı ama, kapalı ve boşaltılmıştı). Başta köy meydanındaki Köy Kahvesi olmak üzere, rengarenk boyanmış ahşap çerçeveleri, masa ve sandalyeleri olan çok şirin kafeler var. Buralarda; dibek kahvesi, nefis sakızlı muhallebi ve kendi yaptıkları ev yapımı şarap içebilirsiniz. Adanın iki şarap üreticisinden birisi de (Kemancı Şarapları) Zeytinliköy’de bulunuyor.
Zeytinliköy, hem koruma altında olması hem de sokakların araba park etmeye uygun olmaması nedeniyle, trafiğe kapalı bir köy. Anayoldan saptıktan sonra, bulunduğu tepenin alt tarafında bir bariyer var. Eğer köyü gezmeye geldiyseniz, arabanızı buradaki otoparka park edip yukarı yürümeniz gerekiyor. Başta göz korkutucu gibi görünse de, bu çok zor değil. Biz, anayola yakın olan Son Vapur lokantasına gittiğimiz ilk akşam bu yolu yukarı yürüdük. Fazla zorlanmadık. Ama, sıcakta daha sıkıntılı olabilir. Eğer köyde kalıyorsanız, otelinize telefon ediyorsunuz. Ya birini yolluyorlar ya da aşağıdaki görevliye bariyeri açmasını söylüyorlar.Yukarda ise, ilkokulun önünde bir otopark var. Bavullarınızı otelin önünde indirdikten sonra arabanızı götürüp oraya park ediyorsunuz. Arzu ederseniz otelden birisi de götürebiliyor. Ayrıca, otelde kaldığınız süre boyunca size köy girişindeki bariyer için bir otomatik kumanda da veriyorlar.
Zeytinliköy’de, Zeydali Otel’de konakladık ve çok memnun kaldık. Restore edilmiş iki Rum evinde konumlanmış, 16 odalı bir otel burası. Köy meydanına bakan, çok güzel bir konumu ve çok keyifli bir verandası var. Odalar sade ama, zevkle döşenmiş. Yol yorgunluğu, limandan otele gelirken yaşadığım hayal kırıklığı ve genel bir endişe ile girdiğim lobide harika bir caz müziği ile karşılanmak beni çok mutlu etti. Otel az sayıda personelle ama çok özenle işletiliyor. Çalışanlar çok genç ve tatlı insanlar. Aksaklıklar yok değil. Örneğin, bir kere sıcak su, bir kere de su kesintisi problemi oldu. Ancak, sorunlar çok duyarlı bir şekilde, hemen çözüldü. Ada koşullarında olunduğunu ve bunun da kendine göre zorlukları olduğunu unutmamak gerek.
Adı üstünde, Zeytinliköy’ün civarı zeytin ağaçları ile dolu. Onun dışında, köy içindeki bahçelerde, diğer meyve ağaçlarının yanı sıra, nar ağaçları ve böğürtlenler göze çarpıyor. Köyde yıl boyunca yaşayanların 50-60 kişi civarında olduğu belirtiliyor. Gündüzleri köy, gezmeye gelenler nedeniyle, oldukça hareketli. Geceleri ise, epeyce sakin. Sessizlik hakim. İnsan, şehir hayatında bu sessizliği ne kadar çok özlediğini fark ediyor. Sabah erken öten horozlar, otlamaya giden koyunların melemeleri ile sokakta yankılanan pıtır pıtır ayak sesleri ve hafifçe çalan kilise çanı… Daha sonra, vadinin öte tarafından yankılanan, yüksek perdeden bir ezan sesi… Sanki bir mesaj vermek ister gibi…
Otelin kahvaltısı çok güzel. Hafif serin bir esintinin olduğu verandada güne keyifle başlamak pek hoş oluyor. Burada tanık olduğumuz bir olay bizi epeyce güldürdü. Bir sabah, kahvaltı yaparken önümüzden bir koyun geçti ve meydana açılan sokağın köşesini dönüp, durdu.Yokuştan aşağı doğru bakmaya başladı. Peşinden, 9-10 koyun daha önümüzden geçip, ona katıldılar. Sonra, birden hep beraber gerisin geri dönüp, sokaktan geldikleri yöne gittiler. Niye geldiler, neye baktılar ve neyi beğenmediler de geri döndüler? Hiç anlamadık…
Zeytinliköy’de görülecek yerlerin başında Patrik I. Bartholomeos‘un doğduğu ev var. Otelden çok uzak olmayan bu bakımlı ve güzel bina hemen göze çarpıyor. 1940 yılında doğan Patrik, yılda birkaç kez gelip, burada kalıyormuş. Kullanılan bir ev olduğu için, sadece dışarıdan görebiliyorsunuz. Onun hemen yakınında köyün tarihi çamaşırhanesi var. Diğer köylerde gördüğümüz çamaşırhanelere göre ufak bir yer ama köyün tarihi ve kültürel mirası olarak önemli. Çamaşırhanelerin Gökçeada’nın kültüründe önemli bir yeri var. Ona da daha sonra değineceğim. Köyde iki tane kilise var. Bunlardan Agios Georgios Kilisesi‘nin adanın en eski kilisesi olduğu belirtiliyor.
Gökçeada’da gezdiğimiz yerler ve izlenimlerim hakkında daha fazla yazmadan önce, adanın tarihinden de kısaca söz etmek istiyorum. Gökçeada, diğer Ege adaları gibi, tarih boyunca birçok milletin gelip geçtiği, kültürlerin harmanlandığı bir yer. Adada bulunan iki höyükte (Yeni Bademli ve Zeytinlik Höyükleri) yapılan arkeolojik çalışmalar, ilk yaşamın 8500 yıl öncesine kadar gittiğini ortaya çıkarmış. Höyüklerden daha eski olan Zeytinlik’te, M.Ö. 6000-5000 yıllarına ait yaşam izlerine rastlanmış. Buranın aynı zamanda Doğu Ege adalarında saptanan en eski yerleşim yeri olduğu belirtiliyor. Bulunan sur ve ev temellerinin yanında, çok sayıda seramik kap kacak, balta ve ok uçları gibi tarihi nesneler çıkarılmış. Bu eserler günümüzde Çanakkale’nin Tevfikiye köyü sınırları içinde bulunan muhteşem TroiaMüzesi‘inde sergileniyorlar. Ayrıca, Zeytinlik’teki yerleşim yerinin batısında, girişinde büyük bir boğa boynuzu bulunan özel bir yapı ve onun önünde, içinde 13 insan iskeleti olan, bir çukur ortaya çıkarılmış. Tarihi bu kadar eskiye giden Gökçeada’nın ilk yerleşik halkının Pelasglar olduğu ve Atina’dan sürgüne gönderildikleri düşünülüyor. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıl klasik Yunan kaynaklarında isimlerine rastlanan Pelasglar’ın kökenleri konusunda çeşitli teoriler bulunuyor. Hint-Avrupa dil grubunda olmayan, Yunanca’dan farklı bir dil konuştukları biliniyor. Buna dayanarak, Anadolu’da Çatalhöyük‘ü ortaya çıkaran arkeolog James Mellaart ve tarihçi Fritz Schachermeyr gibi bilim insanları, Pelasgların aslında bir Anadolu halkı olduklarını savunmuşlar. Farklı kökenleri ve dilleri olması sebebiyle Atinalılar tarafından sevilmeyip, dışlanmış ve sürgün edilmişler.
Homeros‘un İlyada destanında birçok kez sözü edilen Gökçeada, tarih boyunca farklı isimlerle anılmış. Pelasglardan sonra ada, o dönem Anadolu’nun Ege kıyılarına kadar gelen Perslerin eline geçmiş. M.Ö. 448 yılında Atinalılar ile yapılan anlaşmanın sonucunda Atina‘ya bağlanmış. Daha sonra Roma İmparatorluğu‘nun bir parçası olmuş. İmparatorluğun ikiye bölünmesi ile birlikte Doğu Roma‘ya (Bizans) bağlanmış. Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarında Gökçeada’nın yönetimi Cenevizli Gattilusio ailesine geçmiş. Aynı aileye Midilli’ye yaptığım gezide de rastlamıştım. (Midilli gezim ile ilgili, Onlar Derler Lesbos, Biz deriz Midilli…başlıklı yazım için linke tıklayabilirsiniz). Yaptıkları evliliklerle Bizans hanedanı ile bağlarını kuvvetlendiren bu Cenevizli aile, Gökçeada’nın dışında, bölgede Semadirek, Taşoz, Limni, Midilli ve Enez gibi yerleri kapsayan bir dükalık kurmuş. Yukarı Kaleköy‘deki tarihi kalıntıların bir bölümü adanın bu Ceneviz dönemine ait.
Venedikliler de dönem dönem Gökçeada’da imtiyaz elde etmişler. Özellikle, deniz ticaret vergisi imtiyazı ve adanın Tuz Gölü’nden elde ettikleri tuz onlar açısından çok önemli olmuş. 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet Gökçeada’yı fethedince, Cenevizliler gibi Venedikliler de Karadeniz ve Boğazlar’daki ticaret ağlarını kaybetmişler. Ancak, Osmanlı döneminde ada birkaç kez Venedikliler ile Osmanlılar arasında el değiştirmiş. Osmanlılar, o zamana kadar İmbros olarak bilinen adanın ismini İmroz yapmışlar. 29 Temmuz 1970 tarihinde adanın ismi Türkiye Cumhuriyeti tarafından bir kez daha, Gökçeada olarak, değiştirilmiş.
Fatih Sultan Mehmet Gökçeada’yı, Bozcaada ile birlikte, başında Patrik Gennadius‘un bulunduğu Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlamış. Böylece, ada halkının dini güvence altına alınmış. Kanuni Sultan Süleyman ise, adayı bir vakıf haline getirerek, mal varlığının korunmasını sağlamış. Gökçeada bu şekilde, 20. yüzyılın başına kadar Osmanlı yönetimi altında bir Rum adası olarak varlığını refah içinde sürdürmüş. Bu tarihte adada sadece 50-60 kadar Türk aile bulunuyormuş.
Gökçeada, 1912 tarihli 1. Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’ın eline geçmiş. Ancak, 1913’te yapılan Atina Anlaşması uyarınca, Bozcaada ile birlikte, tekrar Osmanlılara verilmiş. Bu anlaşma ile, diğer tüm Ege adaları Yunanistan’ın olmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915 yılına gelindiğinde, İngilizler Gökçeada’ya el koymuşlar ve Çanakkale Savaşları boyunca deniz ve hava üssü olarak Osmanlılara karşı kullanmışlar. Gökçeada daha sonra, Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde, 22 Eylül 1923 günü, Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmış. Bu tarih, daha sonra adanın kurtuluş günü olarak kabul edilmiş ve her yıl kutlanmaya başlanmış.
Lozan Antlaşması’nın 14. maddesine göre, Gökçeada ve Bozcaada’nın Rum halkı (İstanbul’da yaşayan Rumlarla birlikte), anlaşmaya ek olarak yapılmış ve gelecekte yapılacak olan tüm nüfus mübadele anlaşmalarından muaf tutulmuşlar. Yine bu maddede yer alan ve benim bugüne kadar bilmediğim önemli bir diğer nokta ise, Gökçeada’nın ve Bozcaada’nın yönetimlerinin özerk olması konusudur. Her iki adada da, düzen ve güvenliğin yerel yönetimin emri altında olacak ve yerel halktan oluşturulmuş bir polis kuvveti tarafından sağlanacağı açıkça belirtilmiş. (Bakınız: http://www.ismetinonu.org.tr/lozan-baris-antlasmasi-tam-metni/ Madde 14.).
Gökçeada ve Bozcaada’nın özerklik statüleri, pratikte hiç bir zaman uygulanmamış. 1927 yılında çıkarılan bir yasa ile mahalli ve idari olarak Çanakkkale‘ye bağlanmışlar. İşin ilginç tarafı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda, anlaşmaya taraf diğer devletlerle, herhangi bir sorun yaşamamış olması. Bu arada, adanın Rum vakfiye okulları da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış.
Gökçeada’nın yakın tarihine bakınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin adada Rum nüfusun çok, Türklerin ise neredeyse yok denecek kadar az olmasından büyük tedirginlik duyduğunu anlıyoruz. Bu tedirginliğin özellikle Yunanistan ile (başta Kıbrıs kaynaklı olmak üzere) gerilimlerin yaşandığı dönemlerde arttığı ve bundan dolayı adaya dönem dönem Türklerin yerleştirildiği görülüyor. Örneğin, 1940’ların sonunda yaşanan bir gerginliğin sonrasında, 1947 yılında, Gökçeada’ya Sürmeneli Türk aileler yerleştirilmiş. Bu iskan hareketleri sonraki yıllarda da sistemli olarak sürdürülmüş. Günümüzde adada bulunan tüm Türk köyleri bu şekilde, devlet eliyle kurulmuş. 1951 yılında Yunanistan ile ilişkilerde yaşanan bir yumuşama sonucu Lozan’ın özerklik maddesi tekrar yürülüğe girmiş. Rum vakfiye okulları yine eskisi gibi eğitime başlamış. Ancak, yine Kıbrıs gerginlikleri ile bağlantılı olarak, 1964 yılında okulların bu statüsü tekrar iptal edilmiş. Özerk yönetim konusu da bir kez daha rafa kaldırılmış.
1964 yılı, Gökçeada için acı bir dönüm noktası olmuş. 1964 ve 1965’te Gökçeada’daki 300 hane MGK kararı ile Yunanistan’a göç etmeye zorlanmış. Aynı uygulama, Bozcaadalı ve İstanbullu bazı Rumlara da yapılmış. Türk vatandaşı olanlar vatandaşlıktan çıkarılmış. Yunanistan vatandaşı olanların oturma izinleri iptal edilmiş. Böylece bir anlamda, Nüfus Mübadelesi’nden muaf tutulan bu üç Rum azınlık grup da bu şekilde eritilmiş. Yine 1964’te, kurulacak Devlet Üretme Çiftlikleri bahane edilerek, yoğun bir istimlak başlamış. Balıkçılığın yanında tarım, zeytincilik ve bağcılık yaparak geçinen Gökçeadalı Rumların tarlalarına el konunca, bir kısmı da bu nedenle göç etmiş. Bazıları İstanbul’a bazıları da Yunanistan’a gitmişler. Yine aynı yıl adada yarı açık bir cezaevi açılmış. Suçunun en az yarısını çekmiş ağır suçlular burada gün içinde devletin tarım arazilerinde çalıştırılmışlar. Bu dönem ile ilgili olarak mahkumların sebep olduğu pek çok olay yaşandığı ve Gökçeada’da huzur kalmadığı iddiaları var. Cezaevi 1991 senesine kadar açık kalmış. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, o zamana kadar uygulanan Gökçeada’ya giriş için özel izin alma işlemi kaldırılmış.
Yukarda belirttiğim gibi, adada yaşayan Rumlara uygulanan politikalar ve baskılar genelde hep o dönemde Yunanistan ile olan ilişkilerin durumuna paralel olmuş. İyi ilişki dönemleri aynı zamanda huzur getirmiş. Ancak, bunun tek taraflı olduğunu düşünmek kanımca çok yanlış olur. Aydın kesim olarak, yaşananlardan duyulan utanç nedeniyle (ki duyulması da gerekir), zaman zaman sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlayıcı bir tavır içine girilebiliyor. Oysa biliyoruz ki, Yunanistan da aynı yıllarda Türk azınlığına iyi davranmamıştır. Türklerin yoğun olduğu Batı Trakya ve özellikle Gümülcine halkına ağır baskılar uygulanmış, bu bölgelere giriş çıkışlar izne tabi tutulmuştur. 1961-1963 yılları arasında Selanik’te yaşarken, bu tür baskılardan, bir çocuk olarak bile, haberdardım. Bence, her iki devlet de, Türk ve Rum azınlıklarını birbirlerine karşı silah olarak kullanmış, olan masum insanlara olmuş…
Gökçeada’dan bir diğer büyük göç, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında olmuş. Rum nüfus daha da azalmış. Tüm bu göç olaylarının bende yarattığı hüzün, son yıllarda Yunanistan’a göç edenlerin geri dönmeye başladıklarını öğrenmemle bir sevince dönüştü. Bu geriye dönüş hiç tahmin etmediğim bir durumdu ve beni oldukça şaşırttı. 1970’lerde gidenlerin geri dönmeleri en çok ekonomik sebeplere bağlanıyor. Artık emeklilik yaşında olan bu kişilerin emekli maaşları ile Atina gibi şehirlerde geçinemedikleri için geri döndükleri belirtiliyor. Köylerine dönüp, eski evlerini onarıyorlar ve daha çok turizm ile uğraşıyorlar. Terk edilmiş ve harap hale gelmiş o güzel köylerde yapılacak daha çok şey var ama bu gelişme çok umut verici. Adayı ziyaret edenlerin fotoğraf çekmeye doyamadıkları o şirin evler (genelde herkes aynı evleri çekiyor), resim gibi sokaklar işte bu tersine göçün ürünü. Geri dönenler memnun görünüyorlar. Hem Yunanistan’dan Avro olarak emekli maaşı alıyorlar hem de burada turizmden para kazanıyorlar. İnsan gelecek için umutlanıyor, mutlu oluyor. Ama ah… O kimi bakışlarda yakaladığım ürkeklik yok mu… İşte o, insanın içini yakıyor… Siz ne kadar içten, onlar ne kadar kibar ve cana yakın davransalar da, belli ki o, genlerle kuşaktan kuşağa geçmiş, kolay kolay geçmeyecek bir duygu…
Zeytinliköy’de bazı kafelerin ovaya bakan, güzel terasları var. İlk gün, otele yerleşir yerleşmez bunlardan Garaj Kafe‘ye gittik. Esintili terasta duvar dibinde bir masa bulduk ve oturduk. Üstünde birer top vanilyalı dondurma olan sakızlı muhallebi ve dibek kahve içtik. Servisi genç bir çocuk yaptı ama, ortalıkta masaları gezen, arada bir şeyler götüren ve müşterilerle şakalaşan orta yaşlı bir adam da vardı. Çok neşeliydi. Şen kahkahalar atıyordu. Bir süre oturduktan sonra, yan masadakilerden heveslenerek, ev yapımı şaraptan içmeye karar verdik. Siparişi, bu kez yakınımızda olan bu adama verdik. Kendisi şarapları getirmek için içeri gittiği sırada kenardaki, manzarası daha iyi olan, masalardan biri boşaldı. Şaraplarla geri gelen adam, o masayı işaret ederek,
– İsterseniz buraya geçin, dedi tatlı şivesi ile.
Diğer masaya geçtik ama, biraz ağırdan almış olmalıyız ki, kuru yemiş çanağını masaya koyarken,
– Vallahi ben istemedi sizden, hanım dedi söyle diye. Hanım patron. 32 yıldır benim patron, dedi neşeyle.
Çok güldük. Eşi, kafenin kapısından girdiğimiz zaman, tezgahın arkasından bize,
– Buyrun, buyrun, diyen hanım olmalıydı.
Şarabın baharatlı bir tadı vardı. Karanfil, tarçın gibi. O nedenle, sıcak olmamasına rağmen, bana sıcak şarabı anımsattı. Derken, bizim adam gene belirdi masanın başında.
– Benim Türkçe pek yok. Ama seviyor, masaları dolaşıp, gülmeyi, dedi neşe ile.
Adada kaldığımız günlerde, Türkçesi bu kafe sahibinden daha da az olan birkaç kişiye rastladık. Konuşmamızı anlamakta zorlandılar. Eşlerinin Türkçeleri ise, gayet iyiydi. Kanımca bu kişiler aslen, Gökçeadalılarla evlenmiş ana kara Yunanlılar. Şimdi, onlarla beraber adaya gelmişler. Gökçeadalı Rumların Türkçeleri gayet iyi çünkü, adadaki Rum okullarında ana dillerinde okudukları derslerin dışında Türkçe dersler de okuyorlar.
Benim için, yeni bir yeri gezmeye nereden başlamak gerektiği konusu önemlidir. Bu neredeyse tüm gezinin havasını belirler. Gezerken öğreneceklerimi kendime göre bir zemine oturtmak isterim. Gökçeada için bu noktanın Merkez’deki (Panaghia) Kent Müzesi olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyi Bozcaada için de söyleyebilirim. Orada da ilk önce müzeye gitmiş ve çok faydalanmıştık. Gökçeada Kent Müzesi, Gökçeada Belediyesi tarafından 2017 yılında açılmış. Bunun için, belediyeye ait bir hamam restore edilmiş. Aynı binanın bahçesi 1950’li yıllardan beri açık hava sineması olarak kullanılmaktaymış. Halen de kullanılıyor.
Müzede önce Gökçeada’nın tarihi ile ilgili kısa bilgiler veriliyor. Yalnız, sanırım o zaman Zeytinlik Höyüğü’ndeki buluntular henüz gün yüzüne çıkarılmadığı için, ada tarihi 5000 yıllık olarak belirtilmiş. Yukarıda belirttiğim gibi, Zeytinlik’te 2019 yılında yapılan kazılar, adadaki yaşamın çok daha eskiye gittiğini kanıtlamış. Müzenin hemen herkesin ilgisini çekecek bölümleri ada yaşamı ile ilgili olanlar. Bunun için Gökçeadalıların bağışladıkları eşyalar kullanılmış. Böylece, bir zamanlar adadaki ekonomik ve kültürel yaşamı, gündelik hayatı; giyim, mutfak ve kahve kültürlerini görebiliyorsunuz. Ayrıca, bir zamanlar Gökçeada için çok önemli olan süngercilik, balıkçılık, arıcılık ve sabun üretimi gibi alanlara ait araç gereç ve fotoğraflar sergileniyor.
Kent Müzesi’ne gelmişken yakınındaki Gökçeada ve Bozcaada Metropolitliği‘ni ve yanındaki kilisesini dışardan görebilirsiniz. Gökçeada’da kiliseler genellikle kapalı zaten. Ayin zamanı ve özel törenler için açıyorlar. Ada merkezi Çınarlı, Yeni Mahalle ve Fatih mahallelerinden oluşuyor. Buralarda da oturan Rumlara ve Rum mimarisinden örneklere rastlamak mümkün. Ancak, maruz kaldığı mimari ve kültürel tahribat nedeniyle, buranın adanın en az sevdiğim yeri olduğunu söylemeliyim. Eski orijinal dokusu gitmiş, yerine tipik bir Türk yerleşim yeri havası gelmiş. Gökçeada’daki tek Osmanlı camii olan Merkez Camii (1813) de burada bulunuyor.
Kaldığımız Zeytinliköy’ün dışında gittiğimiz ilk Rum köyü, Bademli idi. Buranın orijinal Rumca adı Gliki. Yeni Bademli diye bir köyün kurulmasından sonra buraya Eski Bademli de denmeye başlanmış. En çok badem kurabiyesi yapılan köy olarak bilinen Bademli, tepe üzerinde, çok sevimli bir köy. Manzarası çok güzel. Bu nedenle buraya Gökçeada’nın balkonu diyenler de varmış. Özellikle, buradan Semadirek adasının manzarasına bayıldım.
Bademli, adadaki koruma altına alınmış köylerden biri. Çevresinde bol miktarda badem ağacı var. Başka meyva ağaçları da var. Bir zamanlar çok zengin bir köymüş. Halk bağ bahçecilik, süngercilik ve hayvancılık ile uğraşırmış. Adadaki hayvancılık genelde koyun ve keçi üzerine. Biz gittiğimizde köy çok sakindi. Gezdiğimiz ara sokaklarda hiç insan görmedik ama, köyde bir evleri yenileme faaliyeti olduğu anlaşılıyor. Bazıları çok güzel restore edilmiş. Köyde sürekli kalan insan sayısı çok azmış aslında. Yaz aylarında İstanbul ve Yunanistan’dan gelenlerle 150-160 kişi oluyormuş.
Dolaşırken, küçük bir tabela sizi köyün kahvesine yönlendiriyor. Gerçi, o tabela olmasa da adımlarınız sizi doğal olarak oraya götürüyor. Her köyde olduğu gibi, burası bir meydanda bulunuyor. Kahvenin önünde ve karşı duvarın kenarında ufak masalar var. Biz kapı önündeki masalardan birine oturduk. Yanıbaşımızdaki dut ağacının üzerimizdeki tenteye vuran gölgesi, sıcak havada pek iyi geldi. Kahvecinin söylediğine göre, ağaç 300 senelik imiş. Kahvenin giriş kapısının tepesinde 1903 yılında yapılmış bir güneş saati var. Yakın zamana kadar kullanılıyormuş. Dut ağacının dalları güneşi engellemeye başlayınca, kullanılmaz olmuş.
Tüm köylerde en az bir tane tarihi çamaşırhane bulunuyor. Çamaşırhaneler, sadece burada çamaşırların kadınlar tarafından bir arada yıkandığı ortak alan olmalarından dolayı değil, aynı zamanda sosyalleşme noktaları olmalarından dolayı da çok önemlilermiş. Erkekler için kahvenin köy yaşamında önemi ne ise, kadınlar için çamaşırhanelerin önemi de benzermiş. Her kadın kendi evinin çamaşırını buradaki ocaklarda ısıttığı su ile yıkarken, bir yandan da en son gelişmelerden ve dedikodulardan haberdar olurmuş. Günümüzde çamaşırhaneler bu şekilde kullanılmıyor elbet ama, 15 Ağustos gibi önemli dini bayramların ritüelleri kapsamında daha farklı bir şekilde hala kullanılıyorlar.
Bademli köyünün çamaşırhanesi, diğer gördüğümüz köy çamaşırhanelerinden farklı olarak, açık sayılabilecek bir mekanda. Üç tarafı duvarla çevrili, bir tarafı açık. Ancak, son yıllarda gezmeye gelenlerin yaptıkları tahribat ve burada bulunan tarihi ibrik, leğen ve benzeri eşyanın çalınması nedeniyle, günümüzde demir parmaklıkla kapatılmış. Aslında, aynı şey tüm çamaşırhaneler için yapılsa ve sadece kapıdan bakılabilse, çok daha iyi olur. Diğer Rum köylerinin çamaşırhanelerinde gördüğümüz duvar yazıları, çöp ve bira kutuları çok üzücü bir manzara idi. Bu durumda insan kiliselerin kapalı tutulmasına da şaşırmıyor. Başlarında sürekli birisi duramadığı sürece, buralarda da her türlü hırsızlık ve tahribat olabilir. Bademli çamaşırhanesinin yanında bir de dev gibi, ulu bir çınar var. Birkaç asırlık olmalı.
Bademli’nin kurabiyeleri meşhurmuş dedik ama, biz orada yiyemedik. Henüz öğle saatleri olmasına karşın, kahveci ellerinde kalmadığını söyledi. Orada üzüldüm ama, Tepeköy‘de (Rumca adı Agridia veya Agridya) bu nefis kurabiyeleri ve daha fazlasını bulduk. Eğer Gökçeada’da buzuki eşliğinde hem yemek yemek hem de eğlenmek istiyorsanız, en iyi restoranlar Tepeköy’de bulunuyor. Buralar Rumların da eğlenmek için geldikleri yerler. Zaten, herhangi bir ülke ya da şehirde, bir yere yerli halk da gidiyorsa, orası iyidir. Tepeköy’de, Rumların işlettiği iki restoran önerilmişti. Bunlardan birisi meydanın köşesindeki Meraklis. Diğeri ise, 12 sene önce tekrar açılan özel Rum lisesinin karşısındaki Barba Yorgo. Biz, www.barbayorgo.com sitesinde okuduğum bilgilerin etkisi ile, ikincisini seçtik ve hiç pişman olmadık.
Köye akşam üzeri gittik. Saat sekiz için rezervasyon yaptırmıştık. Barba Yorgo’nun yakınında bir park yeri bulduk. Köyü gezmeden önce restorana gidip, masamızın yerini teyit etmek istedik. Pandemi nedeniyle, gezi boyunca özellikle kenar ve kalabalıktan uzak masaları tercih ediyorduk. Biz şef garson ile konuşurken, Barba Yorgo da geldi. Seçenekler arasından içimizin en rahat edeceği bir masada karar kıldık.
– Saat dokuzda müzik başlar. Geç kalmayın, dedi Barba Yorgo.
O sırada ıssız olan restoran birkaç saat sonra, tek bir masa kalmamacasına dolmuştu. Ama önce, köyü gezmek ve köy kahvesinde oturmaktı niyetimiz. Daha yemek saatine vakit vardı.
Kendi sitesinde de anlattığına göre, Barba Yorgo (yani Yorgo Amca) Gökçeadalı bir kimya mühendisi aslında. (Barba Yorgo’nun yaşamından bir kesit, Kent Müzesi’nde de karşınıza çıkıyor). Asıl adı, Yorgos Zarbuzanis(Yorgo Zarbozan). Barba Yorgo ilkokulu Tepeköy’de okumuş. Köyde ortaokul olmadığı için, eğitimine Gökçeada Merkez’de devam etmiş. Ancak, o yıllarda adada lise de olmadığı için, 1958 yılında İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da liseden başarı ile mezun olmakla kalmamış, üniversiteyi de kazanmış. Kimya mühendisliği okuduktan sonra, yıllar içinde kendi fabrikasını kurmuş. Bu arada, memleketi Tepeköy zorunlu göçlerle giderek ıssızlaşmış. Bir zamanlar 1200 kişinin yaşadığı köy, neredeyse tamamen boşalmış. Yorgo köyünü hiç unutmamış ve sonunda, 1996 yılında, 38 sene İstanbul’da yaşadıktan sonra, Gökçeada’ya geri dönmüş. Doğduğu Tepeköy’e gelerek, önce aile evini onarmış. Daha sonra, başka evler satın alarak, onları pansiyon haline getirmiş. Bu arada, adanın o zamanlar tek Rum tavernasını açmış. Kendi elleri ile nefis mezeler hazırlamış. Şarap imalathanesi kurmuş. Onun bu yaptıklarını örnek alanlarla birlikte Tepeköy, virane ve terk edilmiş bir köy olmaktan kurtulmuş. Tekrar arıcılık canlanmış. Adanın en iyi balının Tepeköy’de olduğu söyleniyor. Tıpkı Bozcaada’da gördüğümüz gibi, şimdi her yıl 15 Ağustos’ta, Yeni Zelanda ve Arjantin gibi uzak diyarlara dağılmış, dünyanın her yerinden Tepeköylü burada toplanıp, bu önemli yortuyu kutluyorlarmış.
Barba Yorgo, en çok Kıbrıs nedeniyle yaşanan gerginliklere lanet okumuş. Yüzyıllarca bu topraklarda yaşayan iki halkı birbirine düşman yapan o olayları ve etkilerini lanetlememek ve onun aşağıdaki sözlerine katılmamak mümkün mü?
“İki yabancı gibi, karşılıklı iki yakada, uzo ve rakı ile dumanlı kafaları, dillerinde aynı şarkı, Dudaklarında aynı tebessüm, kim inanır düşman dolduklarına ?” Barba Yorgo.
Köyü gezmek üzere Barba Yorgo’nun tavernasından ayrıldık. Az ilerdeki meydana geldik. Henüz meydandaki tavernalar da boştu ama, köy kahvesinin meydanın ortasındaki ağacın altına konmuş masaları dolmuştu. Tek tük bizim gibi gezmeye gelen vardı. Çoğunluk ise, yerel Rum halktı. Birbirleri ile konuşuyor, masadan masaya laf atıyor, neşe içinde gülüyorlardı. Biz sokak aralarına daldık. Sessizliğin içinde, parke taşlarda ayak seslerimiz yankılanıyordu. Birkaç köşe döndükten sonra, 1832 yılında yapılmış olan, Meryem Ana’ya ithaf edilmiş kiliseye geldik. 1928 yılında restore edilen kilise oldukça bakımlı görünüyordu. Kilisenin yanındaki bina, 1885 yılında, çalışmak için Mısır’a giden bir Tepeköylünün yolladığı para ile inşa edilmiş bir ilkokulmuş. Köyün ilk okulu, ondan da önce, 1868 yılında yapılmış.
Köyü biraz gezdikten sonra, biz de meydana dönüp, köy kahvesinin kapısının önündeki büyük masaya oturduk. Kapının diğer yanındaki masada köyün yaşlıları oturmuş, neşeli ve gürültülü bir şekilde konuşuyorlardı.
Bir ümit, sipariş almaya gelen kahvehanenin sahibine sordum,
– Badem kurabiyeniz var mı?
Adam, meydandaki masalardan birine oturmuş, sohbet eden karısına Rumca seslendi. Kadın zayıf, siyah saçlı, hoş bir kadındı. Irkının güzellerinden…
Adam, bize dönüp,
– Kurabiyeleri hanım yapıyor. Fırındalarmış. Daha 45 dakikası varmış, dedi.
– Tamam, dedik.
Nasıl olsa, daha akşam yemeğine çok vakit vardı. Kahvemizi yudumlarken, etrafı incelemeye başladım. Biraz sonra, meydanın öbür ucunda ayağı aksayan ve bastonla zor yürüyen bir kadın ile Down Sendromu olan bir genç erkek belirdi. Ağır ağır meydanın ortasına yürüdüler. Özellikle kadının gelmesi epeyce uzun sürdü. Sonra onlar da kahvenin masalarından birine oturdular ve birkaç masa arasında devam eden neşeli sohbete katıldılar.
Köy kahvesinin önünde beyaz bir araba durdu. Kullanan kişi arabadan indi ve kapı önündeki diğer masada oturan kahve sahibine Rumca bir şeyler sorup, gitti. Biraz zaman geçti. Derken, kahvehane sahibinin hanımı iki kutu kurabiye ile geldi ve içeri girdi. Hemen arkasından beyaz arabalı adam tekrar geldi. O da içeri girdi ve kısa bir süre sonra elinde kutulardan birisi ile çıktı, arabaya binip, uzaklaştı. Bu durumda, geriye bir kutu kalmış oluyordu. Hemen harekete geçmeye karar verdim ve içeri gittim. Anlaşılan, bugünün üretimi bu kadar olacaktı.
Kadına kalan kutuyu ayırmasını, onu almak istediğimizi söyledim. Hesaba onu da eklemesini de belirterek, yerime geldim. Birazdan kahvehane sahibi geldi ve,
– Bizim hanım anlamadı sizin ne demek istediğinizi, dedi.
Neden anlamadığını, o sonradan tadıp, resmen bayıldığımız kurabiyelerin kutusunun üstünü okuyunca anladık. Günler sonra bile ağızda dağılan o enfes Kavala Bademlisi‘nin ve İspilioti ailesinin geçmişinin yazılı olduğu kutuda, Gökçeadalı Vasilis ile evlendiği Korfu Adalı Labrini’den de söz ediliyordu.
Kurabiyeleri orada tatmadık. Sonraya saklamaya karar verdik. Ama, arkamızdaki pencerenin camında asılı olan kocaman afişteki tatlıyı deneyelim dedik. Tatile çıkarken, kilo endişesi olmadan her şeyi yemeye karar vermiştim. Gönül rahatlığı ile iki tane Galaktobureko ısmarladık. Aman, iyi ki ısmaralamışız bu ağızda dağılan tatlıyı. Çok lezzetli idi. O sırada, iki tane gençce Rum hanım bizim oturduğumuz büyük masanın bir ucuna, izin isteyip, oturdular. Biri sarışın, biri esmer olan bu hanımlar aralarında bir şeye karar vermeye çalışıyorlardı. Birkaç dakika sonra, içlerinden sarışın olan Türkçe olarak, telefonumuzu taksi çağırmak için kullanıp, kullanamayacağını sordu. Kendi telefonları çekmiyordu. Verdik tabii. Taksiyi beklerken sohbet etmeye başladık. Ben, tatlıyı işaret ederek, çok güzel olduğunu söyleyince esmer olan,
– E işte, sizdeki Laz Böreği, dedi.
O güne kadar hiç Laz Böreği yemediğim için, o cahillikle börek olduğuna göre tuzlu olacağını düşünerek,
– Ama bu tatlı, dedim. Kadıncağız başını sallamakla yetindi.
Evet, sonradan öğrendim ki, Laz Böreği de, tıpkı Galaktobureko gibi, bir tatlıymış. Tek farkı, Rum ya da Yunanlıların, baklava yufkası gibi incecik yufkanın arasına irmikten yapılan bir krema koyması. Laz böreğinde ise, muhallebi konuyormuş. Her ikisinde de üstüne şerbet dökülüyor. Gökçeada’da Tepeköy’e giderseniz, köy kahvesinde Galaktobureko yemenizi öneririm.
Hanımlarla biraz daha sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince, gözleri parladı. Onlar Gökçeada’da iki farklı Rum köyündenlermiş. Sonra, adalarının ne kadar güzel olduğunu, denize girmek için en güzel yer dedikleri Laz Koyu gibisinin Bozcaada’da olmadığını anlatmaya koyuldular. Böylece, iki ada arasında tatlı bir rekabet olduğunu da anladık.
Yemeğe gitmek için kalktık köy kahvesinden. Ertesi sabah yine geleceğimizi bilmiyorduk henüz. Nitekim, öyle de oldu. Sabah, güneş gözlüğümü bulamayınca, aramaya Tepeköy kahvesinden başlamaya karar verdik. Ertesi gün, kahveye girdiğimde iki genç kız Rumca konuşup, şakalaşıyorlardı. Ben, bir önceki gün bir gözlük bulup, bulmadıklarını sorunca içlerinden biri,
– Anneme sorayım, dedi.
Kapının önünde dostları ile oturan Labrini hanıma seslendi. Gözlüğüm, buzdolabının üzerinde, güvendeydi. Çıkarken kendisine, hatırladığım biraz Yunanca ile, içtenlikle teşekkür ettim.
Güneş gözlüğümü bir gece önce Tepeköy’de unutmamın bir faydası oldu. Bu sayede, Tepeköy’e çıkan yoldan ulaşılan, köyün mesire yeri, Pınarbaşı‘na da gittik. Son derece rüzgarlı idi ama müthiş güzel bir manzarası vardı. Kır kahvesinde oturduk, birer kahve içtik. Burada da korumaya alınmış ulu bir çınar vardı.
Gökçeada’da, virane ve yıkık dökük haliyle, beni en çok üzen yer Dereköy (Shinudi) oldu. Bir zamanlar, 2000 kişilik nüfusu ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy, adanın göçten en çok etkilenen köyü olmuş. Evlerin çoğu harap vaziyette. Diğer köylerle karşılaştırınca, köy kahvesi bile acıklı görünüyor. Dereköy’e de son yıllarda geri dönenler olmuş. Göze çarpan az sayıda yenilenmiş ev onlara ait olmalı.
Köy kahvesinin karşısındaki kilisenin köşesini döndüğünüz zaman, Dereköy’ün çamaşırhanesine varıyorsunuz. Burası, Gökçeada’nın en büyük tarihi çamaşırhanesi olması nedeniyle önemli. Ayrıca, artık çamaşır için kullanılmasa da, dini ritüeller için belli bir işlevi var. İçerde, biz gittiğimiz zamandan on beş gün kadar önce kutlanmış olan 15 Ağustos Meryem Ana yortusundan izler vardı.
Gökçeada’da, dini bayramlar, kutlamalar çok önemli. Böylesi günler, insanların bir araya gelmesi için bir vesile. Dini olmalarının yanında, kültürel önemi de var. Bunların arasında 15 Ağustos’un, tüm Hristiyan dünyasında olduğu gibi, özel bir yeri olduğu belirtiliyor. Anlatıldığına göre, Meryem Ana’nın Miracı ya da göğe yükselmesinin (ascension) kutlandığı bu bayramda kutlamalar birkaç gün sürüyor. Bir gün önce, 14 Ağustos’ta, cemaat öğleden sonra kiliselere giderek, toplu olarak temizlik yapıyor. Aynı sırada, kurbanlık hayvanlar getirilip, kesiliyor ve parçalanıyor. Evet, yanlış okumadınız. Gökçeada Ortodokslarının da kurban geleneği var. Buna ben de en az sizin kadar şaşırdım. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, internet ortamında bulabileceğiniz, İskender Oymak’ın, Gökçeada Hristiyanlarında Kurban Geleneği makalesini okumanızı öneririm).
Gökçeada’da daha sonra, kadınlar toplu olarak kurban etlerini ve beraber yenmek üzere keşkek pişiriyorlar. İşte bu pişirme işleminin yapıldığı yerler, köy çamaşırhaneleri. Dereköy’deki çamaşırhanede 15 Ağustos’tan kalma olarak ifade ettiğim izler, bu pişirme işlemi için kullanılan ocaklardaki küllerdi. Arife gecesi ve bayram sabahı pişirilen yemekler, sabah ayininden sonra köy halkı tarafından topluca yeniliyor. Yemek sonrası yapılan mezarlık ziyaretinin ardından eğlencelerle devam eden kutlamaların 17 Ağustos sabahına kadar sürdüğü oluyormuş.
Bir diğer eski Rum köyü olan Kaleköy‘ü (Kastro) en sona bırakmıştık. Köyün kendisi tepede. Burada, ilk olarak Helenistik dönemde yapılıp, daha sonra Ceneviz ve Bizans döneminde güçlendirilen kalenin ve surların kalıntılarını görmek mümkün. Tepenin hemen altında, aynı ad ile anılan, adanın ikinci limanı var. Kaleköy halkının tamamı göçe zorlandığı için burada hiç Rum aile kalmamış. Daha sonra buraya, Doğu Anadolu’dan ve son yıllarda şehirli Türkler yerleşmiş. Konumu ve buradan bakıldığında manzaranın güzelliği, Kaleköy’ü gün batımı saatlerinde popüler bir yer yapmış. Ancak, bunun için erken gitmenizi öneririm çünkü, köyün yolları çok dik ve dar. Park eden araçların yolları neredeyse tamamen kapaması nedeniyle, yukarda epeyce korkulu dakikalar yaşadık ve park yeri bulamadığımız için aşağı indik.
Liman bölgesinde saat 18’den sonra araba park etmenize izin verilmiyor ve buraya gelen yolun başındaki bariyer indiriliyor. O nedenle aracınızı, bariyerin dışındaki otoparka park etmeniz gerekiyor. Eğer Gökçeada’nın ünlü Kaşkaval ya da Peynir Kayalıkları’nı görmek isterseniz, gidebilmek için doğru adres Kaleköy. Üst üste dizilmiş peynir kalıplarını andıran bu kaya oluşumlarını, buradan bir tekneye binerek görebilirsiniz. Mesafe olarak Kuzulimanı’na daha yakın olmasına karşın, Kaşkaval Kayaları için Kaleköy’den tekne bulmak daha kolay.
Son gece, akşam yemeği için Kaleköy sahilindeki Eleni‘de yer ayırtmıştık. Yan yana bir sürü mekan var. Bunların içinde bizim gittiğimiz Eleni ve Ağustos Böceği‘nin sahipleri Rum. Eleni’de, önceki akşamlarda gittiğimiz tavernalardaki gibi müzik yoktu ama yemekler çok güzeldi. Şahane bir lakerdası vardı. Fava, Yunanistan’da yapıldığı gibi sarı bakladan yapılmıştı. (Adada gittiğimiz tüm Rum restoranlarında fava, bizdeki gibi yeşil değil, Yunanistan’daki gibi sarı renkli idi). Girit ezmesi, Selanik ezmesi, ada gastronomisinde önemli yeri olan karışık otlar, Grek salata, kendi özel tabakları olan safran, yoğurt ve kuş üzümü ile yapılmış bir meze ve ardından kızarmış sardalya yedik. Hepsi çok lezzetli idi. Çok istememe rağmen, adada yapıldığını öğrendiğim zeytinyağlı kenger yemeğine hiçbir yerde rastlayamadık. Sanırım mevsimi değildi. Tahmin edeceğiniz gibi, ot kullanımı çok yaygın. Bildiğimiz otların dışında, rastık ve arap saçı otları kullanılıyor. Adada balık yemek istemezseniz, yaygın olarak oğlak, keçi, kuzu ve koyun tandırı yapılıyor. Ayrıca Gökçeada’da, eskiye göre daha az yapılmakla birlikte, salyangoz pişirme geleneği de olduğu söyleniyor.
Gökçeada’dan çok güzel anılarla ayrıldık. Tadı damağımızda kaldı diyebilirim. Pandemi ortamında yabancı bir ülkeye gitmiş kadar olduk. Bir daha gider miyiz, bilmiyorum ama, adanın turizmin neden olduğu yozlaşma ve bozulmadan en az seviyede etkilenerek, refah seviyesinin yükselmesini, iki halkın huzur içinde bir arada yaşamalarını diliyorum…
Bu yaz Foça’ya yaklaşık iki ay sonra ikinci kez gidince, Foça hakkında yazdığım bir önceki yazıma eklemeler yapmak istedim. Bunlar, ilk gidişimizde yapmadığımız ya da göremediğimiz şeylerle ilgililer. O nedenle, bunun için en iyi yöntemin, daha önce yazdığım metne dokunmadan, bir son söz (epilog) olacağını düşündüm. Phokaia: Namıdiğer Foça yazımı daha önce okumuş olan okurlarım, doğrudan bu bölümü okuyabilirler. Metni ilk olarak okuyacak takipçilerimin ise, önce ilk yazımı okumalarını öneririm. Söz konusu yazıya kolay erişim için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.
Madem sözü Nazmi Usta’da bırakmışım, oradan devam edelim. Nazmi Usta’nın meşhur Sakız Dondurma‘sını, Foça’ya ikinci gidişimizde tatma fırsatı bulduk. Ancak, yine kolay olmadı. Akşam saatlerinde ve gece önünde gene inanılmaz bir kuyruk vardı. Biz de şansımızı gündüz denemeye karar verdik. Foça’dan ayrılacağımız gün, öğle saatlerinde, para çekmek için çarşı içine gittik. Nazmi Usta’nın yeri, Akbank’ın hemen yanında. Bunu daha önceden bildiğimiz için, bir taşla iki kuş vurmak üzere plan yaptık. Tahmin ettiğimiz gibi, sabah saat 10’da açılan Nazmi Usta’nın önü bomboştu. Belli ki, yoğunluk akşam üzerinden itibaren başlıyor. Kendisi de işinin başında olan Nazmi Usta’nın önerileri doğrultusunda dondurmalarımızı aldık. Foça’ya giderseniz ve bu nefis dondurmadan tatmak isterseniz, kuyrukta beklememek için, sizin de gündüz saatlerini tercih etmenizi öneririm. Tattığım sakız, karamel ve ustanın borovinka olarak ifade ettiği yaban mersini dondurmaları çok lezizdi.
Dondurmalarımızı almış, Akbank’ın bulunduğu köşeyi dönünce gördüğümüz bir banka oturmuştuk. Hava epeyce sıcaktı. Az ötemizde, bir başka bankta, esnaftan kişiler de vardı. Onlar, çok yüksek olmayan bir duvarın dibinde oturuyorlardı. Başta duvar dikkatimi çekmedi. Taşlarla yapılmış, alçak bir duvardı. Sonra, dondurmamı yerken, duvarın dibinde duran ayaklı bir tabela gördüm. Okumak için yerimden kalktım. O sırada, esnaf grubundan birisi,
– Hanımefendi, Türkçe açıklama arka tarafında dedi.
– Teşekkür ederim, fark etmez, dedim.
Son iki kelime, istemsiz bir şekilde, düşünmeden ağzımdan çıkmıştı. Pişman oldum… Biraz kibirli, tepeden bakan bir ifade oldu gibime geldi.
Aynı kişi,
– Boş verin ya! Ne diye yoracaksınız kendinizi? Okuyun işte Türkçesini, deyince, gülmeden edemedim.
Geçtim tabelanın arka tarafına, başladım Türkçe açıklamayı okumaya…
Beklemediğim bir zamanda, harika bir piyango çıkmıştı sanki. Tamamen rastlantı sonucu, iki ay önce geldiğimizde bulmaya çalıştığımız arkeolojik eserlerden birinin önünde bulmuştuk kendimizi. Günlük hayatın ortasında, açıklaması zar zor görülebilen bu duvar, kentin tarihi su kemerlerinin ayakta kalabilen bir bölümü idi. Su kemerlerinin yapılış tarihi tam olarak bilinmese de, Felix Sartiaux‘ya göre Orta Çağ’da yapılmışlar. Daha önce, şehrin su ihtiyacı küçük su kanalları ve kuyular aracılığı ile giderilmeye çalışılıyormuş. 1678 yılında Foça’ya gelen araştırmacıLe Bruynyapının 180 tane kemeri olduğunu saymış. O zamanlar, belirtilen sayıdaki kemer ile 500 metreden fazla uzunluğa sahip olan su kemerleri, şehrin içindeki üç çeşme aracılığıyla, Foça’ya su sağlıyormuş. Bu sistem, 1920’li yıllara kadar kullanılmış. Kemerlerin yapımında antik çağdan kalma yapı taşları, su olukları ve sütunlar kullanılmış. Hatta incelemelerde, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış olanGymnasium‘a ait alın taşlarına dahi rastlanmış. Kemerlerden günümüze sadece 30 tanesi kalabilmiş.
2021 yazında Foça’ya ikinci gelişimizde deLola 38 Hotel‘de kaldık. Bu kez ana binanın ikinci odasında yer bulduk. Burası, otelin suite olarak tabir edilen ve yatak odasının dışında bir salonu olan bölüm. İkinci kattaki odaya binanın içinden ulaşabildiğiniz gibi, evin orijinal ana kapısı olan, kendisine ait, ayrı kapısından da girebiliyorsunuz. Sabahları bu kapının iki kanadını açıp, odanıza servis edilen leziz kahvaltınızı denize ve sokağa nazır yapmak büyük keyif doğrusu.
Lola 38 Hotel’in suite’i de, otelin tamamı gibi, özenle döşenmiş. Restorasyon sırasında bazı ayrıntılar çok güzel bir şekilde öne çıkarılmış. Yatak odasına dönüştürülmüş oda aslında evin yemek odası imiş. Burada bulunan ve bir duvarı kaplayan orijinal dolap da zaten insana bu izlenimi veriyor. Camları çıkarılmış ve özel olarak eskitilmiş dolapta bir zamanlar duran dizi dizi tabakları, kadehleri ve dekoratif eşyaları insan hayal edebiliyor.
Foça’da bu sefer kalışımızın hafta sonuna rastlayacağını fark etmemişim. İzmir’den ve çevre illerden hafta sonu için gelenlerden dolayı epeyce kalabalıktı. Bir önceki gelişimizde beğendiğimiz Fokai Restoran‘da iki gece de yer bulamadık. Neyse ki, Foça’da restoran seçeneği bol. Daha önce denemediğimizDeniz Restoran‘a gittik. Mezelerden yoğurt soslu ot topu şahane idi. Yine kendi özel mezelerinden, yeşil elma üzerine konan beş değişik peynir ile yapılmış meze, ara sıcak olarak kalamar ve tereyağında pişirilmiş karides yediklerimiz içinde öne çıkanlardı. Burada bizi bir tek, biraz ilerideki müzikli mekanın yüksek müziği rahatsız etti. Garsonun söylediğine göre, mücadele etmek için, belediyeye şikayet dahil olmak üzere, her yolu deniyorlarmış…