Sonbahar Rotası (2017)

Sonbaharı severim… Belki sonbaharda doğduğum için. Bilemiyorum… Aslında bütün mevsimleri severim ama, sonbaharı, hele de ılık geçen, pastırma yazı dedikleri türde olanını bir başka severim… Sıcakta kavrulup, serin ama üşütmeyen sulara dalmak gibi, keyif verici gelir bana sonbahar.

Sonbahar, deniz kıyısında ayrı, dağda ayrı, bozkırda ayrı güzeldir. Evet, bir şehirde deniz olmazsa, güzellik olmaz diye düşünenlerin aksine, bozkır da çok güzeldir sonbaharda… Bembeyaz bulutlarla dolu, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında uzanan sararmış tarlalar ve kıraç dağlar… Çok çok etkileyicidir…

Sonbahar aynı zamanda, dostların yaz boyu dağılmış oldukları yazlıklardan, tatillerden geri dönme zamanıdır. Arkadaşlarla, dost ve akrabalarla yeniden bir araya gelme, hasret giderme zamanıdır. Bunun için de çok severim sonbaharı…

Bir de sonbaharda yapmaktan özellikle hoşlandığım bazı şeyler vardır. Örneğin, klasik kitaplardan birini (ilk olarak veya tekrar) okuyacaksam, sonbaharda başlamak isterim. Bu bir Rus klasiği ise, daha da keyif alırım…

Sonbaharda yapılan gezilerin de ayrı bir yeri vardır benim için… Bir iki günlük olsun, daha uzun olsun, bu mevsimde yapılan geziler çok hoştur. Hele hava da yağışsız ve açıksa, keyfinize diyecek yoktur… Arkeolojik yerler gezmek, yeni bir şehir, bölge ya da ülke keşfetmek için güzel bir mevsimdir sonbahar.

Biz, bu sonbahar da geleneğimizi bozmadık ve İtalya’ya, İtalya’da daha önce hiç görmediğimiz yerlere, gittik. Önceki yıllarda gittiğimiz Toscana, Amalfi ve Puglia’dan sonra, bu kez de İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesini keşfetmeye karar verdik. Yine unutulmaz anılar, damağımızda tatlar ve bir sürü yeni bilgi ile geri döndük…

Açık söylemek gerekirse, rotayı çizerken merkeze koyduğum ve ilk aklıma gelen şehir Ravenna idi. Ravenna’nın çeşitli kiliselerindeki Bizans mozaiklerinin resimlerini uzun zaman önce görmüş ve hayran olmuştum. Hep gidip, görmek istemiştim. Bu nefes kesen mozaiklerin asıllarını görünce, hiçbir fotoğrafın bu güzellikleri tam anlamıyla yansıtamadığını düşündüm…

Ravenna’da karar kıldıktan sonra, ardından Modena, Parma, Bologna ve bir de, dünyanın en küçük beşinci devleti olan, San Marino girdi listeye. Zamanımızın yetmeyeceğini bildiğimiz için, aklımız kalsa da, Piacenza, Ferrara ve Giuseppe Verdi’nin şehri Busseto gibi birkaç yeri bir başka sefere bıraktık.

Emilia-Romagna bölgesi, İtalya’nın gastronomik olarak en ileri bölgelerinden birisi kabul ediliyor. İtalya’ya özgü olarak bildiğimiz pek çok ürünün ve tadın anavatanı burası. O nedenle, Modena’da balzamik sirke, Parma’da meşhur Parmigiano Reggiano (Parmesan peyniri) ve prosciutto (domuz jambonu) üretim tesisi görmeden olmazdı. Bir de tabii, Ferrari’nin vatanı da burası. Arabalara fazla ilgi duymayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir efsane…

Parma’nın, içi tamamen ahşaptan yapılmış, büyüleyici Teatro Farnese’si, katedrali ve vaftizhanesi… “Kızıl” Bologna’nın, kuleleri ve canlı havası… Masalsı San Marino…

Bu gezide gördüğümüz yerleri, keşfettiğimiz yeni lezzetleri, gittiğimiz restoranları ve karşılaştığımız ilginç insanları, rotamızda yer aldıkları sıraya bağlı kalarak kaleme aldım.

2017 sonbahar rotamız:

Modena
Parma
San Marino
Ravenna
Bologna

Ünlülerle Karşılaşmalar

Ünlü bir kişiyle karşılaştığınızda ne yaparsınız? Çarşıda, pazarda, uçakta, restoranda, sinemada ya da konserde… Özellikle çok yakınınızda oldukları, hatta göz temasınız olduğu zamanlar…

Sizi bilmiyorum ama, benim ilk tepkim önce bir irkilmek oluyor. Söz konusu kişiyi olağan kabul ettiğimiz ortamının dışında görmek tuhafıma gidiyor. Düpedüz yadırgıyorum. Sonra, bir ne yapacağımı bilememe hali geliyor üstüme. Acaba görmezden mi gelsem? Bakışlarımı kaçırsam mı? Ya da tanıdığımı belli etsem mi? Karar veremiyorum… Kendimi karşı tarafın yerine koymaya çalışıyorum. Hangisini tercih eder acaba?

Kimileri var ki, hayranı olsunlar olmasınlar, ünlü kişilere rahatlıkla yaklaşıp, senli benli olabiliyor, bir şeyler talep edebiliyorlar. Cep telefonunun hayatımızda olmadığı, fotoğraf çekmenin bu kadar kolaylaşmadığı yıllarda, bu talep genellikle bir imza istemek oluyordu. Günümüzde bu iş, birlikte selfie çekmeye kadar vardı. Amaç, ünlü kişi ile çekilen fotoğrafı sosyal medyada yayınlayarak, Andy Warhol’a atfedilen ifade ile, “on beş dakikalık şöhret” yakalamak…

Kanımca, ünlü kişilere yaklaşma konusundaki bu teklifsizliğin altında çeşitli kişilik özellikleri var. Karşısındaki kişinin özel alanına dikkat edemeyecek derecede bir aymazlık ya da aşırı kendine güven ve cesaret. Bunların yanında, bu tip ilişkilerde risk alabilme kapasitesi de olmalı. Öyle ya, sırf kamuoyunda tanınan bir insan diye, o kişiyi özel hayatında gidip, rahatsız edebiliyorsanız, azarlanmayı, terslenmeyi de göze alabilmeniz gerekli.

Hiç bana göre şeyler değil… Hatta bu konuda, biraz abartarak, iki ünlü kişi ile bağlantılı bir fobim olduğunu bile söyleyebilirim… Birisi, günümüzde artık çok popüler olmasa da, ülkemizin bir talk-show’cusu ve televizyon programcısı. Diğeri ise, yine bir dönem adı çok geçen, günümüzde ise pek ortalarda olmayan bir kadın edebiyatçı ve köşe yazarı. İkisi de sivri dilli… İkisi de radarlarındaki kişi ile alttan alta dalga geçmeyi seviyorlar… Hele ilki, işi zaman zaman düpedüz hakarete kadar vardırabiliyor. Yaptığı televizyon programlarına telefonla bağlanan izleyiciler acaba mazoşistler mi diye düşünmüşümdür hep. Bu izleyicileri alaya almadığı, terslemediği durumlar o kadar nadir ki… İnsan bile bile ne diye arar, bir türlü anlayamadım… Neyse, benim için korkulu rüya bu iki ünlüden biri ile (ikisi ile birden olması tam bir kabus olurdu) yalnız olarak asansöre binmek diyebilirim. Kaçamazsın, edemezsin… Tavana mı baksan, yere mi baksan? Selam mı versen, tanımıyormuş gibi mi yapsan? Çok şükür, bugüne kadar başıma gelmedi daha ama, olsa ne yaparım, hala bilmiyorum…

Karanlık, kasvetli bir gün. Ankara’nın soğuğu insanın içine işliyor. İşyeri de pek ısınmıyor. Zaten, handan bozma bir bina. Ben ilkokulda iken burası Türk-Amerikan Derneği idi. Annemle dedem, birlikte, İngilizce kursuna giderlerdi. Derslerdeki maceralarını bütün aile gülerek dinlerdik. Yıllar içinde, Türk-Amerikan Derneği Çankaya’ya taşındı. Arada ne oldu bilmiyorum ama, yaklaşık yirmi yıl sonra, girdiğim ilk iş Mithat Paşa Caddesindeki bu binada.

Kat kat giyiniyoruz, yine de fayda etmiyor. O çelik masaların kenarları yazı yazarken insanın kollarına değince, o kadar kazak, hırka fayda etmiyor… Sanki insanın vücuduna elektrik veriyorlar. Çalışma ortamının buz gibi olması yetmezmiş gibi, öğlenleri yemek yemek için de dışarıya, daha da keskin bir soğuğa çıkmak gerekiyor. Bizim Personel İşleri, aynı cadde üzerinde olan Yüksek Ticaretliler Lokali ile anlaşmış. Yemek için oraya gidiyoruz.

İşten birkaç arkadaş, birlikte geldik bugün yemeğe. Zemin katın bir kat üstünde bir salon burası. Masalarında bordo renkli, ucuz masa örtüleri olan, zevksiz bir yer. Yemeği çabuk yersek, aynı cadde üzerindeki sanat galerilerine ve kitapçılara uğramaya vakit kalır belki.

Onu, oturur oturmaz gördüm. Birkaç masa ileride, geniş pencerelerden birinin yanındaki bir masada tek başına yemek yiyor. Arada bir, pencereden dışarıya bakıp, dalıyor… Yüzü bana dönük. Yanılmama imkan yok. Bembeyaz saçları, gözlüğü, yanındaki sandalyenin arkasına koyduğu lacivert paltosu ve ekose kaşkolü. Evet… O… Daha iki sene önce Devlet Sanatçısı unvanı alan… Bilmeyen, tanımayan onu sadece tonton bir ihtiyar zanneder.

Bakışlarımı üstünde hissetmiş olmalı ki, kafasını kaldırıyor. Göz göze geliyoruz… Telaşlanıyorum… Hemen gözlerimi kaçırıyorum. Bir yandan da, tekrar o tarafa doğru bakmak için içimde inanılmaz bir istek… İçim burkuluyor. Bu kadar usta, büyük bir sanatçı…

Askeri darbe sonrası, şu günlerde herkes sanat ve edebiyata verdi kendini. Okulda iken roman okumayı bile “küçük burjuva alışkanlığı” olarak görenler, şimdi her biri birer eleştirmen oldular başımıza nerdeyse. Sanat dergileri hem sayı olarak, hem içerik olarak patlama yaptı. Bir tür toplumsal rehabilitasyon.

Aynı şekilde, resim galerileri de çoğaldı Ankara’da. En son, bizim eve yakın, Tunalı Hilmi Caddesinde yeni açılan Levni var mesela. İnsan sergiye gitmese bile, her gün önünden geçerken, büyük pencerelerinden içeride sahibi, Enis Batur’u görebiliyor.

Hemen hemen her hafta sonu galerilerin birinde bir sergi açılışı var. Bu açılış kokteyllerinden birinde görmüştüm ilk olarak kendisini. Birisi bana, “Bak, o yaşlı adam Eşref Üren” demişti… Resim Heykel Müzesi’nde gördüğüm tablolarına hayran olmuştum. Bir tablosu da amcamın evinde var. Ankara Koleji’nde (o zamanki adıyla, Ankara Maarif Koleji’nde) resim öğretmenliği yaptığı sıralar amcama hediye etmiş.

Artık yaşı seksen beşin üstünde olduğu için, açılışlarda hep bir kenarda oturuyor. Etrafı son derece sevecen bakışlarla izliyor. Sanatçılar, öğrencileri, tanıdıkları saygıyla yanına gidip, konuşuyorlar. Ressam olan eşi uzun yıllar önce öldüğünden beri yalnız yaşıyormuş. Çocuğu yokmuş. Ancak, yanında kendisinden epeyce genç ve onunla kızıymış gibi ilgilenen bir hanım var hep. Öğrencisi imiş.

Yemeğini bitirdi. Yine biraz pencereden dışarıyı seyretti. Şimdi ayağa kalkıyor. Kaşkolünü özenle boynuna doluyor, yavaş yavaş paltosunu giyiyor. Çıkmak için bizim masanın yanından geçmesi gerekiyor. Bakışlarımı telaşla tabağıma çeviriyorum. Sonra… Tam yanımızdan geçerken kafamı kaldırıyorum. İyi ki kaldırıyorum… Başıyla hafifçe selam verirken, sıcacık gülümsüyor bana…

Eşref Üren’i daha sonra da, 1984 yılında ölene kadar, çeşitli zamanlarda gördüm. 1897 yılında doğmuş, 87 yaşında ölmüştü. İstanbul’da doğduğu Fehim Paşa konağında, varlık içinde başlayan hayatı, yokluklar ve sıkıntılar içinde geçmiş. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edildiği zaman, saraya yakın olan babası öldürülmüş. Zorluklar içinde Bursa Ziraat Mektebini bitirmiş ve bir süre de bu alanda çalışmış. Ta ki bir gün, sokakta şövalesinin başında Yeşil Türbe’yi resmeden İbrahim Çallı’yı izleyene kadar. Sonra, Sanayi Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) İbrahim Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri, Paris’te Andre Lhote atölyesi, yurtiçinde ve dışında çeşitli sergiler ve ödüller, öğretmenlik yılları… Ankara ve İstanbul Resim Heykel Müzelerinde, çeşitli sergilerde gördüğüm eserlerinde kullandığı renkler bana hep çok güzel gelmiştir. Doğayı, ağaçları, evleri, gökyüzünü, en çok da Ankara’yı resmederken kullandığı renkler… Öğrendiğime göre, sağlığında 35 adet tablosunu İş Bankası’na, emin ellerde olacağını düşünerek, bağışlamış.

Kendisi ile ölmeden bir süre önce yapılan söyleşinin başında, Ankara’da Ataç sokakta oturduğu ev tarif edilmişti. Ömrünü resme adamış, Devlet Sanatçısı Eşref Üren’in evinin, bodrum katında, atölyesi ile yattığı yerin bir perde ile ayrıldığı bir yer olduğu yazılıydı… Belki de onun için fark etmiyordu. Resim yapabiliyor olmak yeterli idi…

Havana koyuna bakan, görkemli ve tarihi Hotel Nacional de Cuba’dayız. Seksen küsur yıllık bu otelin kat sayısı çok fazla olmamasına rağmen, üzerinde bulunduğu tepe ve mimarisi nedeniyle, çok haşmetli ve etkileyici bir görünümü var. “Ulusal Anıt” statüsündeki bu otel, tarihi boyunca pek çok ünlüyü ağırlamış, pek çok olaya şahit olmuş. Küba’nın topraklarının yüzde doksanının yabancılara ait olduğu devrim öncesi dönemde, şampanyanın ve romun su gibi aktığı, sabahlara kadar kumar oynanan, dans edilen gözde bir mekanmış. Winston Churchill, Frank Sinatra, Ava Gardner geçmişteki ünlü konuklarından sadece birkaçı. Devrimden sonra ise Fidel Castro’nun, Che’nin devlet konuklarını ağırladıkları bir mekan. Hotel Nacional şimdi, bir yandan bahçesinde sergilenen toplar, bir yandan da gece kulübündeki dans gösterileri ve barları ile, geçirdiği her iki döneme de selam duruyor adeta.

Havana’dan Santiago de Cuba şehrine yapacağımız uçuşun dört saat rötarlı olması nedeniyle burada vakit geçiriyoruz. Okyanusa bakan geniş terasta büyük ve alçak, minderli, hasır kanepeler var. Hava rüzgarlı… Okyanus azgın…Bahçede ve topların sergilendiği sette bir süre dolaştıktan sonra buraya oturduk. Her yer turist dolu. Aslında resmi olarak Amerikan hükümeti tarafından gelmeleri yasaklanmış olan Amerikalı turistler epeyce fazla. Önemli bir kısmı, sağlık hizmetlerinin çok iyi ve ücretsiz olmasından dolayı geliyorlarmış. Kimi de gezmek, eğlenmek için. Yasağı delmenin yolu, Meksika üzerinden gelmekmiş onlar için.

Yanımızdaki grup, yüksek sesle Türkçe konuşuyor. Hiç sesimizi çıkarmadan Pina Colada’larımızı yudumluyoruz biz. 1990 yılında, henüz Türkler bu kadar yolculuk etmezken, Norveç’in Kutup Dairesi bölgesinde, hiç ummadığım bir yerde bir Türk ile karşılaştığımdan beri artık, hiçbir yerde yurttaşlarımla karşılaşmak şaşırtmıyor beni…

İçkilerimizi bitirdik. Hala epeyce zaman var. Biraz daha dolaşabiliriz. Lobideki, oteli geçmişte ziyaret etmiş kişilerin fotoğraflarının sergilendiği bölümde vakit geçirdikten sonra, büyük bahçenin görmediğimiz taraflarına yöneliyoruz. Büyük bir terasa çıkmak için, önden ben bir köşeyi dönüyorum ve birden bire karşı karşıya kalıyorum… İşte, buna çok şaşırıyorum… Karşımda, Bedri Baykam. Göz göze bakışıyoruz… Sanki onu tanıdığımı anladı ve benim bir şeyler söylememi bekliyor gibi. Bir şey desem mi acaba? Ama, ne? Basma kalıp bir şey söylemektense, hiçbir şey dememek daha iyi. Başımla belli belirsiz bir selam verip, terasa doğru yürüyorum…

Bazen de insan, tanınmış insanlarla, istemeden, hoş olmayan durumlara düşebiliyor. Böyle bir şey, birkaç yıl önce benim başıma geldi. Üstelik, bu konuda dikkatli bir kişi olmama rağmen…

Şaşkınbakkal’da beğendiğim ve arada uğradığım bir butiğe girmiştim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Etrafa bakarken, koyu renk saçlı, tanıdık bir sima gözüme çarptı. Çalıştığım iş gereği, değişik çevrelerden pek çok insanla tanıştığım için kendisini bir yerden tanıdığımı düşündüm. Üstelik, o da dönüp, bana baktı. Belki de, benim bakışlarımı üstünde hissettiği içindir. Bilemiyorum. Böyle karşılıklı bakışınca, “Merhaba. Sizinle galiba tanışıyoruz” dedim, gülümseyerek… Bir şey söylemezsem, sanki ayıp olacak gibime geldi. Daha cümlem ağzımdan çıkar çıkmaz hiç beklemediğim bir şekilde bir yanıt aldım. Karşımdaki, kısa boylu sayılabilecek kadın, hiddetle ve ciyak ciyak bağırmaya başladı. “Hayır efendim! Hiçbir yerden tanışmıyoruz!”. Ne olduğumu şaşırdım. Kulaklarımda bir uğultu başladı… Çok canım sıkıldı…

Ben ne olduğunu henüz anlamaya çalışırken, kadın çoktan hışımla sırtını dönmüş, hızlı hızlı askıları eliyle itiyordu. Bu arada, küçük dükkanın çalışanı olan genç kız olanı biteni görmüştü. Kibarca yanıma yaklaştı ve “Hanımefendi oyuncu da… Belki dizilerden hatırlıyorsunuzdur…” Bir an düşününce, hatırlar gibi oldum gerçekten. Bir dönem, çoğunlukla yemek yerken, sırf kızım istiyor diye bazı dizileri izlemişliğim vardı. “Yabancı Damat”, “Seksenler” gibi dizilerin, başrole epeyce uzak karakterlerini oynayan bir oyuncuydu bu kadın. Bunun üzerine ben de, yüksek sesle, “Yok canım… Ben kendisini iş hayatımda profesyonel olarak tanıdığım birisine benzetmiştim” dedim.

Daha sonraları bir yerde okuduğuma göre, belli bir şekilde tanınırlığı olan insanlarla ilgili kişilerin sıkça başına gelen bir durummuş bu. Söz konusu kişiyi kendi kişisel hayatınızda tanıyormuşsunuz zannetmek… Sözünü ettiğim olay benim için o kadar büyük bir deneyim oldu ki, artık çok emin olmadıkça kimse ile bu tür bir diyalog başlatmıyorum. Karşı taraf kendisi benimle gelip konuşana kadar…

Şüphesiz, her konuda olduğu gibi, bu konuda da genelleme yapmamak lazım. Şu ya da bu ölçüde tanınan insanların verecekleri tepkilerde onların karakterleri, şöhreti ne kadar hazmedebildikleri, ve insan ilişkilerindeki başarıları eminim çok rol oynuyordur.

1960’lı yıllarda babamın bir arkadaşı, yabancı bir havayolu ile yurtdışında bir yere uçuyormuş. Yanına Amerikalı bir adam gelip, oturmuş. Selamlaşmışlar. Adam çok tanıdık gelmiş ama, babamın arkadaşı nereden olduğunu bir türlü çıkaramamış. Derken, sohbet etmeye başlamışlar… Babamın arkadaşı, “Ben sizi bir yerden tanıyorum galiba” demiş. Adam ilgiyle, “Öyle mi? Nereden acaba?” demiş. Ondan sonra, ikisi de, “Acaba oradan mıydı, buradan mıydı?”, epeyce bir çabalamışlar. Hatta bir ara Amerikalı, “Ben Kore Savaşına katılmıştım. Acaba siz de orada Türk birliğinde miydiniz?” diye sormuş. Yok, yok, yok… Bir türlü bulamıyorlar… Neden sonra, adam dönmüş ve “Yoksa siz beni filmlerimden mi tanıyorsunuz?” diye sormuş. Amerikalı adam, Tony Curtis imiş…

Kokular, Tatlar ve Anılar…

Bugün günlerden Cumartesi! Yaşasın!

Gece yatmadan babam, bugün kitapçıya gideceğimizi söylemişti. Çok sevinçliyim… Roma’da İngilizce kitap satan çok fazla sayıda kitapçı yok. Olanların içinde ise, hem genel olarak hem de çocuk kitapları açısından en zengin olanı Lion Bookshop. Babam da en çok orayı seviyor. O nedenle, “kitapçıya gideceğiz” dediği zaman, nereye gideceğimizi biliyorum artık.

Şehir merkezinde, Via del Corso’ya doğru yola çıkıyoruz. Trafik çok fazla değil. Gideceğimiz yeri de biliyoruz. Bazen, Roma’nın hiç gitmediğimiz bölgelerine gittiğimiz zaman ve özellikle gece ise, dönüşte babam yolları karıştırıyor. Labirent gibi sokaklarda dönüp, duruyoruz. Ta ki, bizim evin tarafına giden bir belediye otobüsüne rastlayana kadar. O zaman sevinçle peşine takılıyor, otobüsle birlikte her durakta durup, kalkarak, saatler sürse de, sonunda eve varıyoruz…

Şansımız var. Arabayı park edecek bir yer de bulduk yakındaki sokaklardan birinde. Çok kısa bir yürüyüşten sonra, işte geldik. Kapıdan girer girmez o çok sevdiğim koku karşılıyor bizi. Kitap ve raflardan gelen ahşap karışımı, insana sıcaklık ve huzur veren koku…

Lion Bookshop- Roma

Lion Bookshop, birbirine kemerli geçişlerle bağlı birkaç salondan oluşuyor. Ana salonda, sırtını kocaman bir pencereye vermiş, büyük, ahşap bir masada oturan yaşlı bir İngiliz hanım oluyor hep. Genelde birkaç saatten kısa olmayan ziyaretlerimizin sonunda, ödemeyi de ona yapıyoruz. Babama söyleyecek bir iki cümlesi oluyor her zaman. Kah aldığımız kitaplarla ilgili, kah hava durumu ile ilgili… Kibar bir hanım. Ayaklarının dibindeki bir sepette Pug cinsi, yaşlı bir köpeği var. Köpeğin hiç sepetten çıktığını görmedim. Genelde uyuyor oluyor.

Lion Bookshop- Roma

Her zaman yaptığımız gibi, içerde babamla ayrılıyoruz. O, tarih, siyaset, felsefe ve sanat kitaplarının olduğu bölümlere, ben de çocuk kitaplarının olduğu salona yöneliyorum. Çocuk kitapları kısmı da, diğer bölümler gibi, çok zengin Lion Bookshop’da. En çok Enid Blyton’ın kitaplarını seviyorum. Bunlar, genelde kahramanları çocuklar olan, macera kitapları. Her kitapta ayrı bir macera, çözülmesi gereken ayrı bir sır… Babamdan öğrendiğim gibi, kitapların arkasını okuyup, içlerini karıştırıyorum biraz.

Zaman nasıl geçmiş, fark etmemişim bile… Yine kucak dolusu kitabım oldu. Pazartesi günü, okul servisinde, Hindistanlı arkadaşım Vandana’ya aldığım kitapları sayarım artık. Bana hep çok şanslı olduğumu söylüyor. Vandana Lions Bookshop’a ailesi ile gittiği zaman, bir tane kitap almasına izin veriyorlarmış çünkü…

Çocukluk anılarımda özel bir yeri vardır Lion Bookshop’un. İnsanı alıp, başka dünyalara götüren zengin kitap koleksiyonu, sıcak havası ve kokusu ile her zaman hatırladığım bir kitapçı… Bir kitapsever olmamda belki de babamdan sonra en önemli etken olmuştur orası. Uzun yıllar sonra, Beyoğlu’ndaki Robinson Crusoe kitapevi de içeri girer girmez, Marcel Proust’un “istem dışı hatırlama” dediği şekilde, bana çocukluğumun Roma’sındaki o kitapçıyı hatırlatmıştı… Günümüzde maalesef, ikisi de yok artık… İnternetten edindiğim bilgiye göre, 1947 yılında Roma’da açılan Lion Bookshop, 64 yıl sonra, 2011 yılında kapılarını kapatmış.

Dışarda hava çok güzel. Güneşli, pırıl pırıl bir bahar günü. Roma baharda çok güzeldir… Ağustos ayı hariç, her mevsimde ayrı güzeldir ama, bahar aylarında bir başka güzeldir. Çünkü o zaman, şehrin genel büyülü havasına bir de uyanan doğa eşlik eder. Yemyeşil ağaçlar, çiçeklerle dolu parklar ve dev saksıların içine yerleştirilmiş açelya çiçekleri ile bezenmiş İspanyol merdivenleri…

“Acıktın mı?” diye soruyor babam. Evet, hem de çok acıktım. Midem kazınıyor. “E, hadi o zaman,” diyor. Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra, “Alfredo”dayız… Fettuccine’nin kralı (sonraları kendini imparatorluğa terfi ettirdi) Alfredo… Cumartesi öğlen olduğu için içerisi oldukça kalabalık. Beyaz örtülü masalarda, 1960’ların şık hanımları ve beyleri oturuyorlar. Güzel bir şarap eşliğinde, tabii ki fettuccine yiyorlar. Alfredo’ya geldiyseniz…

Beyaz örtülü masaların arasından Signor Alfredo kollarını açarak bize doğru geliyor. Babamla birkaç cümlelik kısa bir selamlaşmadan sonra, bizi güzel bir masaya oturtuyor. Siparişimizi veriyoruz ve beklemeye başlıyoruz. Önce kırmızı şarap ve su geliyor. Babam bana da, bir kadehin dibine az miktarda şarap koyup, üstüne su ekliyor. Kadehlerimizi tokuşturup, birer yudum alıyoruz. Açlığım iyice artıyor sanki…

Bana inanılmaz uzun gelen bir süre sonra, büyük bir kayık tabakta “Alfredo usulü fettuccine”miz geliyor… Aynı anda, Signor Alfredo da masamızda beliriyor. Jilet gibi ütülenmiş beyaz ceketi ve siyah kravatı ile son derece karizmatik. Önce bize gülümsüyor. Sonra, ceketinin göğüs cebinden altın bir kaşık ve çatal çıkarıp, fettuccine’yi servis tabağında, ahenkli hareketlerle, karıştırıyor. Bir yandan yutkunuyorum, bir yandan da gözlerimi ellerinden ayıramıyorum. Evet, nihayet bitti… Tabaklarımıza yaptığı paylaşım ile birlikte bu törensel servis sona eriyor. Artık bu muhteşem lezzetin tadını çıkarabiliriz…

Alfredo’nun fettuccine’si, yüz yılı aşkın geçmişi ile hem İtalyanların hem de Roma’ya gelen turistlerin vazgeçilmezi olmaya devam ediyor. Ben şahsen, yurtdışına gittiğim zaman, bir işletmenin başarısını oraya yerli halkın gidip, gitmemesi ile ölçerim. Benim için, yerel halkın ilgisi, bir işletmenin otantik ve kaliteli olma göstergesidir. Gördüğüm kadarı ile, bunca yıl sonra bile, Alfredo hala eski Alfredo…

Babamla yemeklerimizi yerken, arada bir Signor Alfredo yanımıza gelip, her şeyin yolunda olup, olmadığını soruyor. Kendisi bir anlamda, bu müthiş lezzetin var olma nedeni… Önceki gelişlerinden birinde babama restoranın öyküsünü anlatmış.

Masamıza uğradığı seferlerden birinde Signor Alfredo, yanında restoranın bir kartpostalını getiriyor ve bize hitaben arkasını imzalıyor. “Fettuccine’nin İmparatoru”. Tarih, 7 Nisan 1969…

Kartpostalın üstünde “Fettuccine’nin Kral”ı yazsa da, Alfredo 2 imzasını “İmparator” olarak atmaya başlamış bile…

Çocukluğumda ismi L’originale Alfredo, günümüzde ise Il Vero Alfredo (gerçek Alfredo) olan bu restoranın tarihi 1914’e kadar gidiyor. Her şey, 1908 yılında küçük bir restoran sahibi olan Alfredo’nun hanımının doğum yapması ile başlıyor. Oğulları Alfredo 2’nin doğumundan sonra eşi o kadar halsiz düşüyor ki, Alfredo 1 onun sağlığına kavuşması için kendi elleri ile özel bir tarif geliştiriyor. Tereyağ ve Parmesan peyniri kullanarak yaptığı bu makarna çeşidi, hiçbir şey yemeyen eşinin çok hoşuna gidiyor ve kadıncağız sağlığına kavuşuyor.

İnsanın tadı damağında kalan bu lezzeti aile, üç kuşaktan beri, aynı başarı ile sürdürüyor. Yıllar boyunca, Roma’ya gelen ünlü devlet adamları ve sanatçılar da Il Vero Alfredo’nun şöhretine şöhret katıyorlar. Bu gelenlerden ikisi ise, sessiz sinema döneminin ünlü Amerikalı film artistleri Mary Pickford ve Douglas Fairbanks, Alfredo efsanesine bir boyut daha katıyorlar. Balayı için Roma’ya gelip, Alfredo’nun fettuccine’sini yiyen ve çok beğenen çift, kendilerine gösterilen misafirperverliğe karşılık olarak, 1927 yılında Alfredo’ya som altından bir kaşık ve çatal hediye ediyorlar. Üstlerinde “Makarnanın Kralı Alfredo’ya” yazısı olan bu altın kaşık ve çatal, o günden sonra restorana gelen tüm müşterilerin fettuccine’lerini, tabaklarına servis yapmadan önce, karıştırmak için kullanılmaya başlanıyor.

O meşhur altın kaşık ve çatal…
Kaynak:Il Vero Alfredo web sitesi

15 Ekim 2015 akşamı Roma’da, Il Vero Alfredo’nun kapısından içeri giriyoruz. Sonbaharın akşam serinliğinden sonra içeri girmek iyi geliyor. İçerisi henüz çok dolu değil. Masalarda birkaç İtalyan aile ve turistler var. Yerimize oturtulmayı bekliyoruz. Restoranın web sayfasından yer ayırtırken, bir sonraki gün Roma Büyükelçiliğinde evleneceğimizi yazmış ve bu özel akşam nedeniyle güzel bir masa vermelerini rica etmiştim.

Aradan geçen yıllar içinde, restoran pek fazla değişmiş görünmüyor. Aynı kare masalar ve bembeyaz, kolalı masa örtüleri. Görebildiğim tek önemli değişiklik, çocukluğumun Signor Alfredo’sunun artık orada olmaması. Bizi karşılayan, onun yerine geçen oğlu, Alfredo 3. Dedesinden babasına geçen işletme, artık torun Alfredo’nun olmuş.

Torun Alfredo bizi köşede, güzel bir yere oturtuyor ama, masada bizim için özel bir özen gösterilmiş gibi durmuyor. Diğer masalara ne kadar özen gösterilmişse, o kadar. Bir an için, rezervasyona koyduğum o özel not için pişman oluyorum… Gereksiz bir şey mi yaptım? Hatta, komik mi oldum acaba?

Alfredo 3, babası kadar konuşkan ve sempatik de görünmüyor doğrusu. Mesafeli bir kibarlıkla, siparişi alıyor ve gidiyor. Beklemeye başlıyoruz. Merak içindeyim… Acaba çocukluğumdan hatırladığım o tat, hala aynı mı? Yoksa, anılarımıza sık sık yaptığımız gibi, fazla mı gözümde büyütmüşüm?

Yine önce, şarabımız geliyor. Beklemeye devam ediyoruz…

Derken, üzerinden dumanlar tüten büyük servis tabağında fettuccine’miz geliyor. Alfredo 3, çocukluğumdan hatırladığım, aynı törensel hareketlerle cebinden altın kaşık ve çatalı çıkarıyor… İyice karıştırdıktan sonra, tabaklarımıza bölüyor. Benim tabağımı önüme koyarken,

“Signora, bu özel gecenizin şerefine, fettuccine’nizi yemeniz için, altın kaşık ve çatalımızı size bırakıyorum. Şimdiden kutlarım” diyor…

Altın kaşık ve çatallı tabağım…

Tarihte Adı Geçmeyenler

“Çoğu tarih kitabı, büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların kahramanlıklarına, azizlerin hayırseverliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların oluşumu ve çözülüşü, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü, yeni teknolojilerin keşfi ve yayılması hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Ancak, tüm bunların bireylerin mutluluklarını ve acılarını nasıl etkiledikleri konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur. Tarih anlayışımızdaki en büyük boşluk budur. Bunu doldurmaya başlasak iyi olur.” Böyle söylüyor Harari, Sapiens kitabının sonuna doğru. (Sapiens, Yuval Noah Harari, s. 444). Gerçekten de, gerek aldığımız örgün eğitim sırasında, gerekse, (eğer meraklısı isek) tarih üstüne yaptığımız kişisel okumalarımızda, büyük tarihsel olayların içinde oradan oraya savrulan, etkilenen bireyler hiç aklımıza gelmez. Büyük devrimler, savaşlar sırasında insanlar günlük hayatlarında nelerle mücadele etmişler, neler yaşamışlar? Bunun üzerine çok fazla kafa yormayız.

Avrupa’da eğitim görmüş kimi tarihçiler, 30-40 yıl önce başlattıkları bir akım ile Harari’nin sözünü ettiği bu boşluğu doldurmayı hedeflemişler. Mikrotarih diye adlandırdıkları bu yaklaşımı kullanan tarihçiler, ekonomik faktörler yerine sosyal faktörlere odaklanmaya başlayınca, kimi politik olayların ve toplumsal gerçeklerin sadece “Makrotarih” bakış açısı ile yeteri kadar açıklanamadığını fark etmişler. Özetle, “klasik tarih” yaklaşımının toplumu ve kültürü oluşturan bireylerin deneyimlerini yansıtamadığı ve bu nedenle eksik olduğu sonucuna varmışlar. Buradan hareketle, insanları bir grup olarak değil, birer birey olarak ele almak gerektiğini vurgulamışlar.

Konunun uzmanı olmadığım için, bu konuda tarihçiler arasında yapılan tartışmalara taraf olmak gibi bir durumum söz konusu değil. Ancak ben de, önemli tarihsel olayların sosyolojik ve kültürel etkilerini anlayabilmek için, tarihin belli dönemleri ile ilgili “küçük ölçekte”, bireye odaklanan kaynakların olayları daha iyi kavramamızı sağladığına inanıyorum. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’imizin ilk yılları ile ilgili okuduğum biyografiler, anılar ve kimi biyografik romanlar, bu dönemlerle ilgili temel bilgilerimin daha gerçekçi olmasını, kafamda oturmasını sağlamıştır. Tarih kitaplarında, bazen şatafatlı anlatımlarla geçiştirilen süreçlerin insanların yaşamlarında ne gibi yokluk, zorluk ve bunalımlara yol açtığını öğrenmek aslında, kazanılan zaferlerin ve başarıların değerini artırmıştır gözümde. Bu yaz okuduğum, İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” kitabı da bu bağlamda çok değerli ve iyi bir kitap kanımca.

Bir Türk Ailesinin Öyküsü” uzun zamandır varlığından haberdar olduğum, hatta yıllar önce aldığım bir kitaptı. Bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Orijinal olarak İngilizce yazılmış ve daha sonra Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, 1950 yılında önce İngiltere’de, sonra Amerika’da piyasaya çıktığı zaman çok beğenilmiş ve olumlu eleştiriler almış. Örneğin, New York Herald Tribune gazetesi kitabı, “1950 yılının en başarılı kitaplarından biri” olarak tanımlamış. Türkçeye 1994 yılında çevrilmiş. Benim elimdeki, 1999 yılı basımı. Sonraki yıllarda da yeniden basımları yapılmış ve halen kitapçılarda bulmak mümkün. Ayrıca, kitabın İngilizcesi (Portrait of a Turkish Family) Amazon’da hem kağıt, hem de Kindle ortamında var.

1908 yılı doğumlu olan İrfan Orga kitabında, ailesinin ve kendisinin Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgal yılları ve Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşadıklarını anlatıyor. Yirminci yüzyılın başında, çok varlıklı bir ailede dünyaya gelip, Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı sırasında hem amcasını, hem babasını kaybedişini, sonrasında yaşanan yokluk ve açlık dönemlerini, hepsi yarım kalan Mahalle okulu, Fransız ve Alman okulları derken, Kuleli’ye girişini ve pilot oluşunu… Yazarın piyanist, müzik eleştirmeni, yazar ve yapımcı oğlu Ateş Orga’nın kitabın sonundaki notundan, İrfan Orga’nın daha sonra, İngiliz olan eşi ile evlendiği için Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığını ve sürgün yaşadığı İngiltere’de, vatan hasreti içinde öldüğünü öğreniyoruz.

İrfan Orga, ailesinin öyküsünü 1914 yılının Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki döneminden itibaren anlatmaya başlıyor. Sultan Ahmet Camii’nin arka tarafında, denizi gören, kocaman bir bahçenin içinde, yeşil panjurlu, beyaz bir köşkte, dadı, kalfa, aşçı ve özel arabacı ile yaşanan, refah içinde, mutlu bir hayat… O zamanlar sessiz ve yeşillikler içinde olan bu bölgede, denizin şıpırtısı ve kuş seslerinin verdiği huzur ve mutluluk duygusunu yazar tüm ömrü boyunca özlemle anıyor.

Savaş öncesi dönemde geçen hamam sefası ve sünnet gibi olaylarla ile ilgili bölümler, Sarıyer’deki tatil ve ev yaşantısı anlatımları, hem o dönemde belli bir sosyal sınıfta yer alan ailenin yaşantısını, hem de İstanbul’un şehir olarak, yüz senede nereden nereye geldiğini anlamamızı sağlıyor. Dini vecibelerin yerine getirildiği ama, bayramlarda likör ikram edilen bir ortam. Sokağa çıkarken ferace giyip, peçe takan, öte yandan evin erkekleri ile şarap ve konyak içen büyükanne ve anne… Yeşillikler içinde, masmavi suları ile Marmara Denizi ve Boğaz… Müthiş çiçek tarhları ve bahçeleri ile Sarıyer köşkleri ve tepelerdeki çiftlikler…

Kitap benim için, Birinci Dünya Savaşı, daha sonraki işgal dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İstanbul ile ilgili, ana akım tarih kitaplarımızdan öğrenmediğim ayrıntılar ve olaylarla doluydu. Örneğin, 1918’de İngiliz uçaklarının İstanbul’da Mahmutpaşa’yı bombalaması, işgal sırasında koca mahallelerin casuslar tarafından kundaklanarak ateşe verilmesi ve bunun sonucunda, Orga ailesine olduğu gibi, pek çok varlıklı ailenin peş parasız sokakta kalmaları. Daha sonra, 1925 yılında çıkan şapka kanununa İstanbul’da bile, belli semtlerde direnç gösterilmesi. Açıkçası, bombalama ve yangınlar konusunu hiç bilmiyordum. Şapka kanununa direncin ise sadece Anadolu’nun bazı şehirlerinde olduğu öğretilmişti bize.

Savaş ve işgal döneminde yaşanan korkunç açlık, insanların bir avuç mercimek, pirinç ve küflü ekmek için saatlerce kuyruklarda bekleyip, evlerine elleri boş dönmeleri, aç okul çocuklarının öğretmenleri tarafından yiyecek bulmak için kırlara götürülmeleri… Fenerbahçe’deki sakız ağaçlarında sakız, Fikirtepe’de kuzukulağı, Kalamış’ta bayır turpu bulunca bayram etmeleri. Öte yandan, içten içe yaşanan toplumsal değişimler… Örneğin, 1918 yılında İrfan Orga’nın annesinin peçe takmamaya başlaması yüzünden kayınvalidesi tarafından şiddetle eleştirilmekle kalmayıp (oysa kendisi şarap içmekte bir beis görmemektedir), oturdukları mahallede taşlanması. Tüm bunlar, bizim ancak kişisel tanıklıklardan, belge ve anılardan öğrenip, kavrayabileceğimiz gerçeklikler.

Kanımca, tarihte bir benzeri olmayan Kurtuluş Savaşı’mız ve Cumhuriyet’imizin kuruluş yılları sırasında yaşanan zorlukların, yapılan fedakarlıkların ve ödenen bedellerin bilinmesi elde edilen başarının büyüklüğünün daha çok anlaşılmasını sağlayacaktır. Toplumun bilinçlenerek, kazanımlara sahip çıkması ve geçmiş kuşaklara saygı duyması, hamasi nutuklar veya basma kalıp tarih bilgileri yerine, bu tür paylaşımlarla daha mümkün görünüyor bana. Çevremde, dedesi, büyükannesi, annesi, babası veya başka akrabaları bu dönemlerde yaşamış, bazısı önemli tarihi şahsiyetler olan insanlar var. Sıradan bir yurttaş olup, anılarını anlatmış ya da günlüklerine yazmış olanlar var. Bence bu bilgilerin, yakın çevreden başlayarak, mümkün olan en geniş paylaşımını yapmak önemli ve gerekli.

Aşağıda, babamın anılarından paylaştığım bölüm de Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili. Bu kısacık metin beni çok derinden etkiledi. Babam 1926 doğumlu idi. Alıntı yaptığım bu bölümü, babasının vefatı nedeniyle yazmış.

Rahmetli babam 23 Şubat 1898 tarihinde dünyaya gelmişti. Bu tarihi doğru olarak nasıl saptamıştı bilmiyorum. Fakat doğum gününe çok önem verir, her yıl 23 Şubatta bir tepsi baklava alır, o akşam eve gelen eş ve dostlarla beraber yenirdi.
————-
Babamın vefatına günlerce ve aylarca alışamadım. İçimde sanki bir yere gitmiş te dönecekmiş gibi bir duygu vardı. İçimde büyük bir boşluk hissediyordum. Deneyimleri ve bildikleri bizim için bir destekti. Çok iyi bir insandı, herkesin yardımına koşar, kimsenin kötü olmasını istemezdi. Bizleri de öyle yetiştirmişti. Herkesin birkaç kuruşluk menfaat için, birbirine düşman olduğu bir dünyada bu kadar iyi olmak bazılarınca belki bir zaaf olarak görülebilir, fakat gerçekte bir meziyet ve fazilettir.

Namuslu bir devlet memuru idi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş kuşağın mütevazi bir üyesi idi. Genç yaşta Kurtuluş Savaşı’na katılmış, yirmi dört yaşında on üç yerinden yara almış olmanın gururu ile İstiklal Madalyasını taşırdı. Cumhuriyeti kuran kuşağın ideallerine sahipti.

O’nun meziyet ve faziletini gösteren pek çok olaylar yaşadık. 1935 veya 1936 yıllarından birinde idi. Çorum’daydık. Bir pazar günü babam çalışmak için bankaya gidiyordu. Nevzat ile ikimiz de babama arkadaşlık ederek yolun yarısına kadar yürüdük. Yolun kenarında bir simitçi duruyordu. Nevzat ile ‘’Baba bize simit al’’ dedik. Babam ‘’oğlum bugün ayın sonu, yarın maaş alacağım cebimde o kadar para yok’’ dedi. O zaman bir simitin fiyatı iki buçuk kuruş idi. Biz biraz daha mızıldanınca, babam simitçiye ‘’oğlum simidi damga pulu ile verir misin?’’ dedi ve cebinden damga pullarını çıkardı. Simitçi ‘’amca ben damga pulunu ne yapayım, bana para lazım’’ dedi. Bu olayın anlamını uzun yıllar sonra daha çok takdir ettim. Ayın son günü cebinde bir simit parası bile bulunmayan babamız her zaman başı dik yürürdü. Her devlet memuru gibi ihtiyaç maddelerini bakkaldan, kasaptan, fırıncıdan veresiye alırdık. Ayın ilk günü maaşı alır almaz babamız ilk iş olarak borçlarını dağıtırdı. Bir devlet memuruna yakışır şekilde giyinirdi. Rahmetli annemiz onu kolasız gömlek ve ütüsüz elbise ile gezdirmezdi. Kendisi de arkadaşları da kendilerini devlete adamış örnek devlet memurları idiler. Hepsine Allah rahmet etsin.

Babam, annesi, babası ve kardeşleri ile birlikte (1935-1936)

Şehirde Görülesi Bir Sergi Var…

Sıcak ve rutubetin insanı bunalttığı bu Ağustos günlerinde İstanbul, mevsim gereği, sergiler açısından kurak. Her yıl olduğu gibi Eylül ayını, sadece havaların biraz serinlemesi umuduyla değil, aynı zamanda, bazılarının duyuruları şimdiden yapılmış olan, ilginç sergiler için de özlemle bekliyorum. Bu ortamda, bugün gittiğim bir sergiyi hem çok ilginç, hem de çok öğretici buldum. Sergide kaldığım iki saati aşkın sürenin nasıl geçtiğini hiç fark etmedim. Alan olarak çok büyük bir mekanı kapsamayan bu sergide kullanılan sıra dışı, interaktif ve deneyime dayalı sergileme ve bilgilendirme yöntemi çok etkileyici idi.

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisi, Koç Üniversitesi’nin Beyoğlu, İstiklal Caddesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) bulunuyor. Sergi, yaklaşık 60 yıldan beri kazılan bu önemli arkeolojik alanda bulunan objeleri ya da diğer buluntuları içermiyor. Çatalhöyük’te bulunan eserleri Ankara Arkeoloji Müzesi’nde ve Konya Arkeolojik Müzesi’nde görmek mümkün. Serginin konusu, özellikle son 25 yıldan beri, ileri teknoloji kullanılarak yapılan kazıların nasıl ve ne şekilde yapıldığı ile ilgili. Bu nedenle, kuru kuru bir bilgilendirme sunulmuyor. Kendinizi neredeyse o ekibin bir üyesi gibi hissedebiliyorsunuz. “Buluntu Laboratuvarı”nın canlandırıldığı masalarda, bizzat uzmanların kullandığı araçları ve isimlerinin yazılı olduğu analiz kağıtlarını inceleyerek, kendinizi bir an için onların yerine koyabiliyorsunuz. Bu anlamda serginin, arkeolojinin uğraşı konusunu ve nasıl zor bir alan olduğunu geniş kitlelerin ve özellikle çocukların kavraması için yararlı olduğunu düşünüyorum. Nitekim, sergiye bu amaçla çocuklarını getirmiş pek çok aile vardı.

Buluntu Laboratuvarı canlandırmaları

Konya Ovası’nda bulunan Çatalhöyük, 1993 yılından beri kazı ekibinin lideri olan Ian Hodder’ın da belirttiği gibi, dünyadaki ilk yerleşim yeri değil. Çatalhöyük’ten çok önce de, İ.Ö. 8500 yıllarında, Orta Doğu’da yerleşim yerleri bulunmakta imiş. Ancak, Çatalhöyük İ.Ö. 7000 yıllarında nüfus açısından o dönemin en kalabalık kenti olması nedeniyle önemli. 10.000 kişilik nüfusu ile, bir anlamda, zamanının bir mega kenti. İnsanoğlunun avcı, toplayıcı topluluklar iken, yerleşik tarım ve hayvancılığa geçtiği “Tarım Devrimi” sürecini, geçtiğimiz yıl “çok satan kitaplar” arasında parlayan, Yuval Harari’nin Sapiens kitabında okumak mümkün. O zaman, bu şekilde bir anda popülerleşen ve herkesin elinde olan kitaplara karşı her zamanki tepkimi göstermiş, okumak için ortalığın durulmasını beklemiştim. Ne yalan söyleyeyim, yakın zamanda elime aldığımda da, bir “light tarih” önyargısı ve eleştirel tavrı hala vardı bende. Ancak, okudukça bu yaklaşımımı değiştirdiğimi ve kitabı ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Okumamın bu sergi ile çakışması da, bilgilerimin taze olması açısından, çok uyumlu oldu benim için.

Çatalhöyük 1958 yılında, aralarında James Mellaart’ın da bulunduğu üç arkeolog tarafından, Konya Ovası’nda keşfedilmiş. 1961-1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazı yapan Mellaart’ın bulguları arkeoloji dünyasında büyük heyecanla karşılanmış ve kendisi de şöhret sahibi olmuş. Çünkü, o tarihe kadar kuramsal olarak, tarım ve yerleşik hayatın Batı’ya Anadolu üzerinden yayıldığı düşünülse de, bunun için yeterli bir kanıt bulunamamış. 1993 yılında ise, yine bir İngiliz olan, Ian Hodder tarafından kazılar yeniden başlatılmış. 2017 yılı Ağustos sonu itibari ile sona erecek olan bu 25 yıllık kazı döneminde, gelişen kazı, lazer görüntüleme ve analiz teknikleri sayesinde çok daha fazla ve önemli bulgulara ulaşılmış. Ian Hodder’ın ifadesi ile, “1960’larda Mellaart tarafından ortaya konulan büyük resim sayesinde bu projenin tüm mikro ölçekli analizler”i yapılmış.

İnsan yüzlü kap- Çatalhöyük

Çatalhöyük sayesinde, günümüzden 9000 yıl önce insanların Konya Ovası’nda yerleşik düzene geçtikleri, kerpiçten evler yaptıkları, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, 200 Km uzaktan getirdikleri volkan camını (obsidyen) kullanarak kesici aletler yaptıkları ortaya çıkmış. Bunun dışında, duvar ve yer resimleri ile taş ve kilden heykelcikler de bulunmuş. Ian Hodder, kendisine sorulan belli sorulara yanıt verdiği bölümde, bunların sanat eseri olmaktan ziyade, dinsel amaçlarla yapılmış resim ve objeler olduklarını söylüyor. 25 yıllık kazı sürecinde, bazı buluntular ekip için özel heyecan yaratmış. 2004 yılında bulunan kireçtaşı heykelcik, insan yüzlü kap, 2008 yılında ortaya çıkarılan kutsal alan ya da “tapınak”, 2009 yılında bulunan genç yetişkin erkek iskeleti (kafatasının içinde karbonize olmuş siyah bir beyin ile birlikte), 2012 yılında bulunan obsidyen ayna, 2013 yılında bulunan dünyanın en eski keten kumaşı ve 2015 yılında bulunan sıvalı, boyalı ve göz yerlerine obsidyen yerleştirilmiş bir baş bunlardan bazıları.

Kireçtaşı heykelcik- Çatalhöyük

Çatalhöyük’te 1993 yılından beri yapılan kazılarda,

– 27 farklı alanda kazı yapılmış.
– 33.000 birim kazılmış.
– Kazılarda 47 farklı ülkeden, 1170 araştırmacı çalışmış.
– 595 mekan tanımlanmış.
– Kazı ve araştırma hakkında 461 yayın yapılmış.
– 7900 mimari öğe tanımlanmış.
– Üst üste 18 tabaka saptanmış.
– Arkeolojiye ilgi duymaları için, 11.000 çocuğa eğitim verilmiş.
Bu proje, Avrupa Birliği fonları ile finanse edilmiş.
– 1 milyon ziyaretçi kazı alanını ziyaret etmiş.
– 162 bina toprak üstüne çıkarılmış.

Kutsal alan- Çatalhöyük

Kazı çalışmalarının ne şekilde yürütüldüğü hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler için sergide yaklaşık 40 dakikalık bir video da var. 2006’da çekilmiş bu videoda, o dönem Kazı Başkan Yardımcısı olarak görev yapan araştırmacı Shahina Farid sizi kazı alanında gezdiriyor ve açıklamalar yapıyor.

Sergide Ian Hodder soruları da cevaplıyor

Yukarıda belirttiğim gibi, Çatalhöyük’te bulunan eserler günümüzde iki müzede görülebiliyorlar. 1961-1965 yılları arasında James Mellaart ve ekibinin çıkardıkları Ankara Arkeoloji Müzesi’nde, 1993-2017 yılları arasında Ian Hodder ve ekibinin çıkarttıkları ise Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar. 2015 yılının Aralık ayında Konya’ya yaptığımız bir gezide bu eserleri görme fırsatım olmuştu. Değişik objelerin arasında, günümüzde kullanılanlardan hemen hemen farksız olan tuzluklar özellikle dikkatimi çekmişti.

Çatalhöyük buluntuları- Konya Arkeoloji Müzesi
Sol üstte tuzluklar, çeşitli objeler, sol altta çocuk mezarı

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini bir sanal gerçeklik (virtual reality) deneyimi ile noktalayabiliyorsunuz. Bu bölümde, arkeolojik bulguların sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratılması yoluyla, kendinizi bizzat Çatalhöyük’ün 9000 yıl önceki zamanına ışınlanmış gibi görebiliyor, yaratılan evin içinde dolaşabiliyor, objeleri elinize alabiliyorsunuz. Bunun dışında, evin damına çıkan merdivenden yukarı çıkabiliyor ve etrafınızdaki yemyeşil Konya Ovası üzerinde parlayan güneşi, diğer evlerin tepesindeki insanları görebiliyorsunuz. Kesinlikle çok etkileyici bir deneyim…

Ian Hodder ve ekibinin bir bölümü Çatalhöyük’te

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini 25 Ekim 2017 tarihine kadar görmeniz mümkün. Sergi sonrası için önerim ise, ANAMED binasının 5. Katındaki Beyoğlu Divan Brasserie’de soluklanmanız ve eşsiz manzaranın tadını çıkarmanız olacak…

Otranto

Sakin bir gündü… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi idi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 1480, günlerden 28 Temmuz’du. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilirdi. Ama o sabah, her zamanki gibi deniz kokusunu içlerine çekip, o yöne bakan Otranto’lular başka bir şey gördüler. Dehşete düştüler…

“Mamma li Turchi!” “Mamma li Turchi!”…
“Anneciğim, Türkler geliyor!”… “Türkler geliyor!”…

Osmanlı filosu 140 gemi, 18.000 asker ve 700 süvari ile, yelkenlerini açmış, çarşaf gibi denizin üstünde süzülerek geliyordu, bu küçük yerleşim yerine doğru.

Türklerin gelişi, sadece Otranto’da değil, Güney İtalya’nın tüm Apulia (Puglia) bölgesinde uzun zamandır endişe ile bekleniyordu. “Büyük Türk” Constantinopolis’i alalı 27 sene olmuştu ve o zamandan beri batıya doğru seferleri dur durak bilmemişti. Madem ki Bizans’ı almıştı, hayali Roma olmalıydı… Rivayet de oydu ki, Vatikan ve İtalya’nın diğer devletleri arasında süregelen siyasi oyunlar sırasında şimdilik Osmanlı’nın yanında olmayı seçen Venedik, Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’u aldığına göre artık, Bizans şehirleri olan, Brindisi, Taranto ve Otranto’nun da onun olduğunu fısıldamıştı… Zaten, yaklaşmakta olan Osmanlı donanması Korfu adasının yanından İtalya’ya doğru geçip giderken, orada olan Venedik donanması hiçbir engellemede bulunmamıştı…

Sakin bir gün… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 2016, günlerden 18 Ekim. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilir. Ama bu sabah, ufuk puslu. Karşı kıyılar görünmüyor…

İşte, 536 yıl sonra, iki Türk Otranto’dayız…

Sokaklarda çok az insan var. Onların da çoğu, bizim gibi, buralara sonbaharda gelmeyi tercih etmiş gezginler. Arabayı, kentin tarihi merkezinin dışında, iki katlı modern evlerin sıralı olduğu bir sokakta park ediyoruz.

Güneşli yerler ılık olmasına karşın, gölgede yürürken serinlikten insanın içi ürperiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra, Otranto kalesinin önüne geliyoruz. Fazla yüksek olmayan bu kale 12. yüzyılda Normanlar tarafından yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda Aragonlular tarafından yeniden inşa edilip, güçlendirilmiş. Türklerden sonra…

Otranto Kalesi

Yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu Gedik Ahmet Paşa komutasındaydı. Apulia (Puglia) kaynaklarına göre Paşa,” zayıf, esmer tenli, iri burunlu, seyrek sakallı, orta boylu” idi. Güney İtalya seferine, Arnavutluk’un Avlonya limanından yola çıkmıştı. İtalyanlar, Gedik Ahmet Paşa’nın sadece fiziksel özelliklerini sıralamakla kalmamışlardı. Ondan aynı zamanda, “son derece gaddar” olarak da söz etmişlerdi. O sıralar, “Büyük Türk” hastaydı. Otuz yıldan fazla süren hükümranlığının sonuna yaklaşmaktaydı. O nedenle kendisi çıkmamıştı sefere…

İlk plan, Brindisi’ye çıkmaktı. Ama sonra, daha güneydeki kıyıların karaya çıkmak için daha elverişli olduğu öğrenilince, Otranto civarındaki Roca Kalesi’nin yakınlarına bir süvari alayı çıkarıldı. Bu öncü alay, Otranto’ya kadar giderek, çok sayıda yöre sakinini esir aldı, sığır ele geçirdi. Halk, korku içinde, kaleye sığındı…

Türklerin Otranto’da karaya çıktığı haberi tüm İtalya’ya hızla yayıldı. Başta Vatikan olmak üzere, tüm İtalyan devletlerini bir korku aldı. Papa derhal harekete geçerek, sadece İtalya’daki devletlere değil, tüm Hristiyanlık alemine, Türklere karşı savaşmak için, çağrıda bulundu. “Kafir Türkler” Roma’ya yaklaşıyorlardı. Otranto’nun Roma’ya uzaklığı 600-650 Km civarındaydı…

Öncü süvari alayının ardından, Gedik Ahmet Paşa tüm orduyu karaya çıkarıp, Otranto’ya doğru harekete geçti. Kaleye ulaşınca Paşa, İtalyanca bilen bir elçi aracılığıyla, şehrin teslim olmasını istedi. Reddedilince, şehri topa tutmaya başladı.

Kalenin önünde, gezmek için içeriye girmek üzere olan birkaç kişi var. Bir kadın kapıya yakın bir noktaya şövalesini kurmuş, resim yapıyor. Bizim gözlerimiz
“Il Duomo” tabelasını arıyor. Sola, aşağı doğru kıvrılan yola sapıyoruz. Katedrale gidiyoruz.

Otranto Kalesi

Sabah Lecce’den yola çıktığımızdan beri içimizde bir ağırlık, bir sıkıntı var… Otranto’nun sessizliği ve sakinliği bu sıkıntıyı daha da artırıyor sanki… Oysa, ne güzel bir gün… Pırıl pırıl bir sonbahar günü. Böylesi sonbahar günlerini çok severim aslında. Ama işte… Burada içimi bir kasvet ve sıkıntı basıyor…

Birbirimizle pek konuşmuyoruz. Bir iki kelime söylesek de, çok alçak sesle oluyor. Bizim nedenimiz farklı ama, insan zaten bu sessizliği bozmak istemiyor…

Osmanlı Ordusu, Otranto kalesini yaklaşık iki hafta topa tuttu. Kale surlarına ve iç kısımlara sürekli taş gülleler yağıyordu. Bunların bazıları inanılmaz büyüktü. Topsuz, küçük bir garnizon olan Otranto bu saldırıya ancak iki hafta dayanabildi.

11 Ağustos günü, surlarda açılan bir delikten içeri akın eden Osmanlı askerleri Otranto’yu aldılar. Şehrin tüm yaşlı erkekleri kılıçtan geçirildi. 8000 kadar genç erkek ve kadın köle olarak Arnavutluk’a götürüldü. Kuşatmadan önce 22.000 civarında olan Otranto nüfusunun 12.000 kadarının bu arada öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Otranto Kalesi

Otranto’nun düşmesinden sonra, Osmanlı süvarileri batıda Taranto’ya, kuzeyde
Lecce’ye ve Brindisi’ye kadar akınlarını sürdürdüler. Öyle görünüyordu ki, Papa’nın korkuları yersiz değildi. Gedik Ahmet Paşa, Otranto’yu tüm İtalya’yı istila etmek için bir üs olarak kullanacaktı…

Hafif eğimli yolun sonunda ufak bir meydana varıyoruz. Duomo, yani Santa Maria Annunziata’ya adanmış katedral, meydanın sağ tarafımızda kalan kenarında yer alıyor. On ikinci yüzyılda yapılmış bu yapı, beklediğimden küçük ve gösterişsiz görünüyor gözüme. Oysa, Otranto’nun resmi web sitesinde, Salento yarımadasındaki en büyük katedral olduğu yazıyor. Osmanlı ordusu, Otranto’da kaldığı süre boyunca cami olarak kullanmış burayı. Heyecanlanıyor, içeri girmek için sabırsızlanıyorum. Bir yandan da, içimde o sıkıntı ve kasvet duygusu devam ediyor…

Il Duomo- Otranto Katedrali

İçeri giriyoruz. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım katedrallere kıyasla oldukça sade bir yer ama, tabanı kaplayan mozaik döşeme hemen dikkat çekiyor. Hayat ağacını temsil eden dev mozaik, alışılagelmiş bir aile ağacı şeklinde yapılmış. Ağacın gövdesi iki filin üstünde duruyor. Resmedilenlerin arasında ise, neler var, neler… Nuh’un Gemisi, Adem ile Havva, Kıyamet günü gibi dini motiflerin yanında, Herkül ve Diana gibi mitolojik tanrılar, Büyük İskender, Kral Arthur gibi tarihi kişiler ve bir sürü hayvan… Ejderhalar, maymunlar, yılanlar, deniz canavarları…

Gördüğümüz şeyler ne kadar ilginç olursa olsun, benim aklım katedralin o özel bölümünde… Aylardır, çeşitli kaynaklardan hakkında tekrar tekrar okuduğum, fotoğraflarına baktığım o şapeli görmek için sabırsızlanıyorum. Yavaştan alıyor olmam, başka şeyleri uzun uzun inceliyormuşum gibi yapmam… Gerçek değil hiç biri… İçim içimi yiyor…

Gedik Ahmet Paşa, şehir ele geçirildikten ve talan edildikten sonra, halkın Müslümanlığı kabul etmesini istedi. Tüm baskılara rağmen, Otranto’luların bunu kabul etmemesi üzerine, 14 Ağustos 1480 günü, şehirdeki on beş yaşından büyük sekiz yüz erkek yakınlardaki Minerva Tepesi’ne götürüldü. Teker teker şahadet getirmeleri istenen bu erkeklerin, sırayla kafaları uçuruldu. İnfazlar, sıranın kendilerine gelmesini bekleyenlere izlettirildi… Cesetler, kurda kuşa yem olmak üzere, gömülmeden, açıkta bırakıldı… 1771’de, Papa XIV. Clemens tüm ölenleri şehit ilan etti. Şimdi bu tepenin adı, Şehitler Tepesi.

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Şehitler Şapeli, ana giriş kapısını arkanıza aldığınız zaman, ana “altar”ın sağına düşüyor. Demir parmaklıklı ayrı bir kapıdan girilen bu küçük şapelde üç tane büyük camekan var. Biri, Meryem Ana ve İsa heykelinin tam arkasında ve ortada, diğer ikisi yanlarda. Üçü birlikte, kilise ve şapellerde normalde “altar”ın arka tarafına yerleştirilen büyük tabloların düzeninde sergileniyorlar. Aradaki fark şu ki, bu camekanlarda sergilenenler dini konulu tablo veya objeler değil… Üçünde de, bir milim boş kalmayacak şekilde, kafatasları ve kemikler var. 14 Ağustos 1480 günü, Şehitler Tepesi’nde katledilen 800 Otranto’lu erkeğe ait…

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Daha önce fotoğraflarına defalarca baktığım için hazırlıklı olsam da, gördüğüm kemikler beni dehşete düşürüyor… Kalbime bir ağırlık çöküyor…Din adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Son derece ürkütücü ve düşündürücü bir görünüm… Bu insanlar savaşta ölmemişler. Dinlerinden vaz geçmek istemedikleri için katledilmişler. Kimin tarafından ve hangi din adına yapılmış olursa olsun, insan geçmişte ve günümüzde yapılan bu tür katliamlara lanet okumadan edemiyor…

Bir yandan da, 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in bile o zaman Bizans halkına böyle bir şeyi reva görmediğini, Patrikhaneye dokunmadığını ve halkın dinini yaşamasına izin verdiğini düşünüyorum. “Büyük Türk” bu yüce gönüllüğü göstermişken, Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto’da yaptığı bu zorlama ve katliamın sebebi ne olabilir ki ? Belki, söylendiği gibi, Sultan fethedilen yerlerin yönetimini Gedik Ahmet Paşa’ya vermeye söz verdiği için… Belki, Roma’ya ve Papa’ya düzenli bir ordu ile ilk olarak bu kadar yaklaşıldığı ve bu şekilde tüm Hristiyan alemine bir göz dağı verilmek istendiği için… Bir de tabii, Gedik Ahmet Paşa’nın gaddar olması var…

Yutkunarak etrafıma bakınıyor, fotoğraf çekiyorum. Bizimle beraber şapelde bulunan herkesin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Yüz hatları gergin ve renkler de biraz uçmuş gibi… Kafamın içinde bir uğultu ile, “altar”ın önünde yer alan açıklamaları okuyorum. Tekrar tekrar camekanlara bakıyorum.

Öte yandan, bu kafatası ve kemikleri bu şekilde sergileyen zihniyeti de sorgulamadan edemiyorum. Acıyı canlı tutma adına yapılan bu düzenlemenin, asırlar boyunca katedrale dua etmek için gelen insanlar ve çocuklar üzerinde yarattığı travma korkunç olmalı. Günümüze kadar gelen “Türk korkusu”nun ve “Türk nefreti”nin sebebini bulmak için çok dolambaçlı analizlere gerek yok. “Türkler geliyor” diye korkutularak uyutulan, büyütülen çocukların DNA’larına bu duyguların işlememesi nerdeyse mümkün değil.

Sersemlemiş bir halde dışarı çıkıyoruz. Pek fazla konuşmuyoruz. Zaten, buraya gelirken, yüksek sesle Türkçe konuşmamaya karar vermiştik… Biraz içimiz açılsın diye sokaklarda gezelim diyoruz. Otranto sokakları çok güzel, sakin ve sevimli. Etrafta çok fazla insan yok. Hediyelik eşya dükkanları var sağda solda. Yaz mevsiminde çok daha canlıdır büyük olasılıkla. Sahil tarafına yöneliyoruz. Deniz, kıyıdan itibaren cam göbeği renginde. Çok berrak ve güzel… Ama işte… Hiçbir şey bizi bu girdiğimiz ruh halinden çıkaramıyor. Otranto’dan gitmeye karar veriyoruz.

Otranto Sokaklarında

Osmanlı ordusu Otranto’da on beş ay kaldı. Bu sırada, Türkleri Apulia (Puglia)’dan atmak üzere Papa, Napoli Kralı, Macar Kralı, Milano ve Ferrara Dükleri ve Cenova ile Floransa Cumhuriyetleri bir ortak savunma ittifakı yaptılar. Venedik bu ittifaka katılmamayı tercih etti. Ancak, Osmanlı’nın buralardan çekilmesi söz konusu ittifakın zaferi sonucu değil, 1481 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ölmesi ve ardından gelen, şehzadeleri Bayezid ve Cem arasında çıkan çatışmanın sebep olduğu, istikrarsızlık döneminden dolayı oldu.

Geldiğimiz zaman, katedrale doğru yürürken, yol üstünde bir dükkan gözüme çarpmıştı. Kapısının önündeki çapraz ayaklı sehpalarda ve vitrininde suluboya resimler vardı. Arabaya dönerken oraya girmek istiyorum. Fazla büyük olmayan dükkanın duvarları ve ortadaki büyük masanın üstü de resimlerle dolu. Dükkan sahibi, aydınlık yüzlü ve kibar bir ihtiyar. Resimleri kendisi yapıyormuş. Otranto manzaraları, kalesi, katedrali ve… Bir duvarda, “Şehitler Tepesi”nde yaşanan o olayı canlandıran bir resim… Hiçbir şey demeden uzun uzun bakıyorum…

Sonra, resimlerin arasından kalenin bir resmini beğeniyoruz. Yaşlı adam, resmi paketlerken bana İtalyanca, “Madam, siz Fransız mısınız?” diye soruyor. Uzun süre cevap vermiyorum… Soran olursa, söylememeye karar vermiştik. Ama, adamcağızın bakışları o kadar iyi kalpli, yumuşak ve görmüş, geçirmiş ki… “Katedralde az önce gördüklerimden sonra, üzgünüm ama…” diye başlıyorum cümleye. “Yoksa, siz Türk müsünüz?” diye soruyor. “Evet…” diyorum. “Çok trajik bir olay… Çok üzücü…”

Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyor. “Üzülmeyin… Tarih maalesef, zaman zaman çok acımasız ve kötüdür. Çok uzun zaman önce olmuş bir olay o. Üzülmeyin…” diyor.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1- “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı”, Franz Babinger, Oğlak Bilimsel Kitaplar,
s. 336-340
2- “Büyük Türk- İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmed”, John Freely,
Doğan Kitap, s.173-180
3- “Unspoilt Puglia”, Eric & Lu Van Wesenbeeck, Station NV, s.355-359

Şirince

1906 yılında Aydın’da doğup, Büyük Mübadele ile Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan yazar Dido Sotiriou, “Yeryüzünde bir cennet varsa, orası Şirince olmalı…” demiş, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı eserinde. Ne de güzel söylemiş… Şirince gerçekten çok güzel ve şirin bir köy. Gerçi o, Kırkıca demiş çünkü bir Rum köyü olan Şirince’nin o zamanlar adı buymuş. Kırkıca, Kirkince, Çirkince derken, sonunda 1930’larda Şirince olmuş köyün adı.

Mübadeleden önce Şirince’de, 1800 kadar hane ve 5000 civarında bir nüfus varmış. Bugün 150 hanede 650 kadar kişinin yaşadığı söyleniyor. Göç eden Rumların yerine Makedonya’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Köy içinde ve çarşıda dolaştığınız zaman, özellikle daha yaşlıların konuşmalarında bu Makedon aksanı hemen fark ediyorsunuz.

Bozburun’dan Şirince’ye gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Kaldığımız Nişanyan Houses Hotel’e, köy merkezine girmeden ayrılan, dik bir yoldan çıkılıyor. Otel, ana binasının dışında, ondan fazla evde hizmet veriyor. Biz, ana binadaki (köşk deniyor)) bir numaralı odada kaldık. İçeriye adım atar atmaz buraya çarpıldım diyebilirim. Resepsiyon, ikinci kattaki oturma odası, kaldığımız oda, hepsi çok ince bir zevkle, detaylara önem verilerek döşenmiş. Sevan Nişanyan ile yapılan bir röportajda okuduğuma göre, eşyaların bazıları annesine aitmiş. Bir de sağa sola, kaldığımız odadaki çalışma masasına, sehpalara serpiştirilmiş kitaplar var. Öyle laf olsun diye konan kitaplardan değil. Hepsi ilgi çekici, kaliteli, yabancı dilde ve Türkçe kitaplar.

Nişanyan Evleri Oteli

Odamızın, yukardan tüm Şirince’ye hakim bir manzarası vardı. Köy, adına yaraşır bir güzellikte görünüyordu. Ayrıca, köyün iki ana kilisesi de, evlerin arasından, rahatlıkla seçilebiliyordu. Terasta, şahane bir gün batımından sonra, akşam yemeği yerken baktığımız köy manzarası ise bana Matera’yı anımsattı. Mimari olarak fazla benzemese de, sokak lambalarının sarımtırak ışıkları ve sessizliğin verdiği huzur duygusu bende bu etkiyi yarattı sanırım. Büyük şehir gürültüsünden sonra, bu sessizlikte, arada sırada köy köpeklerinin havlamaları dışında hiçbir gürültü olmadan, uyumak da ayrı güzeldi. Çocukluğumun sessizliğini özlemişim…

Otelden köy meydanına 330 metrelik bir yürüyüşle inebiliyorsunuz. İnişe başlamadan önce, otel personeli yukarı çıkışın oldukça zorlu olduğu konusunda uyarılarda bulunmayı ihmal etmiyor. İnerken ve dönerken yolunuzu kaybetmemeniz için, otel tarafından kritik köşelere kırmızı renkli oklar ve işaretler konmuş. Bunları takip ederek, kolaylıkla aşağı indik. Ancak, dönüşteki bazı işaretleri göremediğimiz için ufak bir kaybolma yaşadık. Gerçi bunun da hoş bir tarafı oldu…Yolumuzu ararken, birkaç kere geçmek zorunda kaldığımız bir evden arya sesleri geliyordu. Şan çalışması yapan birisi olsa gerek.

Köy meydanında bir şeyler yiyip, içebileceğiniz birkaç yer var. Biz de bir tanesinde karadut suyu içtik. Çok güzeldi. Ayrıca, gördüğüm kadarı ile, burada kumda Türk kahvesi yapımı yaygın. Masaların ortasında kum ile doldurulmuş çukurlar var.

Meydandan yukarı doğru çıkan sokaklarda yan yana dükkanlar sıralanmış. Daha çok yerel tekstil ürünleri, kekik, biberiye, sabun, zeytinyağı ve şarap satılıyor. Dükkan ve satıcıların sayısı ile karşılaştırılınca, yerli ve yabancı turist sayısının az olması insanı üzüyor.

Aziz John Kilisesi

Yerel şarapçılık gelişmiş bu yörede. Sokak aralarında, birbirinden güzel evlere bakarak, gittiğimiz Aziz John Kilisesi’nin (1873) mahzeninde de şarap satışı yapıyorlar. Burada tadımını yaptığımız meyve şarapları özellikle başarılı idi. Biz, mürdüm eriği şarabı aldık. Yemek sonrası, “digestivo” olarak ikram edilebilecek, güzel bir şarap.

Aziz John Kilisesinin Avlusu

Süren restorasyon nedeniyle, Aziz John Kilisesi’nin içini görmek mümkün olmadı. Ancak, avlusunu ve mahzeni görebiliyorsunuz. Avluda hediyelik eşya stantları ve de köy manzaralı bir cafe var. Köyün diğer büyük kilisesi, Aziz Demetrios karayoluna hakim bir noktada. Burası virane bir halde iken, restorasyon geçirmiş. Çalışmalar henüz tamamlanmamış gibi ama, içi gezilebiliyor.

Aziz Demetrios Kilisesi

Akşam yemeğini, otelin harikulade manzaralı terasında yedik. Yemekler çok lezzetli idi. Antrelerden, özellikle, tulum peynirli biber aklımda kaldı. Zencefilli tavuk ve keçiboynuzlu dondurmayı da çok beğendim. İçtiğimiz şarap ise, yakınlardaki Yedi Bilgeler isimli bir bağ ve şarap evinin ürettiği, uluslararası ödüller kazanmış, merlot şarabıydı. Garsonumuzun önerdiği bu şarap gerçekten çok kaliteli ve iyiydi.

Şirince’de Gün Batımı

Şirince’de bir gece kaldık. Çok zor ayrıldım buradan. İlerde mutlaka , birkaç günlüğüne gelip, çok yakındaki Efes harabelerinde çıkarılan son buluntuları tekrar görmeyi, Selçuk’u gezmeyi, ayrıca civardaki Nesin Matematik Köyü, Yedi Bilgeler bağları ve benzeri yerleri ziyaret etmeyi çok isterim. Bir de, birkaç gün o yeşillikler içindeki huzurlu bahçelerde kitaplara gömülmeyi…

Nişanyan Evleri Oteli

Bozburun

Selimiye ve Bozburun taraflarına hep tekne ile, günübirlik gitmişimdir. Esasen, bir zamanlar oralara tekne dışında bir araçla gitmek de pek öyle kolay değildi. Yine otuz yıldan fazla bir zaman önce araba ile bir kere gitmeye çalışmıştık. Marmaris- Datça yolundan sapılan Bozburun yolu, kızıl renkte toprak bir yoldu ve bizim dışımızda bir tane araç geçmiyordu. Ormanlık alanda bir süre ilerledikten sonra karşımıza yaban domuzları çıkınca, iyice ürküp, geri dönmüştük. Şimdi, Bozburun yollarında üstü açık ciplerle gezmeye çıkmış, güle oynaya giden, fotoğraf çekip, şahane manzaranın ve güneşin tadını çıkaran turist kafilelerine rastlıyorsunuz. Karşılaştığımız bir kafilede tam yirmi iki cip peş peşe gidiyordu.

O zamanlar Selimiye’deki Sardunya da, daha çok günübirlik teknelerin öğlen molası verdiği, salaş, etrafı toz toprak içinde olan bir lokanta idi. Yıllar içinde gelişti. Şimdi konaklama hizmeti de veren, güzel bir yer haline geldi.

Bozburun’a en son geçen sene tekne ile gitmiş ve önlerinde “deck”leri olan otelleri görünce, buraya gelip, kalmanın güzel olacağını düşünmüştüm. O nedenle, bu seneki yaz rotasına Bozburun’u da ekledim.

Hotel Aphrodite- Bozburun

Kaldığımız Hotel Aphrodite, küçük bir aile işletmesi. Yol belli bir yere (Otel Mete’nin önüne) kadar geliyor. Oradan telefon edince, sizi beş dakika içinde, motorla gelip, alıyorlar. Motoru kullanan Çetin bey her türlü işe koşan, sempatik birisi. Bavulların taşınması, köye gidip, gazete alınması, akşam masalarının kurulması, yemek servisi… Dedim ya, her türlü iş… Konuşkan da aynı zamanda. İnsanı sıkmadan, tatlı tatlı bilgi veriyor, yardımcı oluyor. Civardaki bir köydenmiş kendisi. Yirmi senedir bu otelde çalışıyormuş.

Otelin olmazsa olmazı Çetin Bey…

Bu civardaki otellerin yerleşim alanları çok büyük değil. Kıyı normal bir plaj için uygun olmadığı için, hepsinin önlerinde şemsiye ve şezlongların konduğu “deck”leri var. Deniz, otelin önünde bile 5 metre derinlikte ama, hiç dalga olmadığı için, küçük çocuklar bile simit veya can yelekleri ile rahatça yüzüyorlar. Üstelik, su da soğuk değil. Burada da denizin inanılmaz güzel bir rengi var. İnsanın çıkası gelmiyor…

Hotel Aphrodite- Bozburun

Hotel Aphrodite’i yanındakilerden ayıran en önemli özelliği çok sayıda ağaç olması. Esinti ve ağaçların gölgesi, aşırı sıcaklarda kurtarıcı oluyor. Akşam yemeği “deck”in üstünde kurulan masalarda yeniyor. Eğer yarım pansiyon olarak kalmıyorsanız, yemek isteyeceğiniz kalamar, ahtapot, balık ve benzeri için siparişlerinizi sabahtan alıp, taze taze tedarik ediyorlar. Yediklerimizin arasında kalamar tava ve akya ızgara özellikle aklımda kalanlar.

Hotel Aphrodite- Bozburun

Otelin diğer odalarını görmedim. Biz standart odada kaldık. Temiz ama, biraz fazla “standart”tı. Hem odalara, hem otelin geneline ince bir dokunuş güzel olurdu . Öte yandan, bu küçük işletmelerin de desteğe ihtiyacı olduğunu, artan müşterileri ile kendilerini iyileştireceklerini düşünüyorum. Nitekim, gözlemlediğim kadarı ile, Hotel Aphrodite’in sadık bir müşteri kitlesi var. Artık aile gibi olmuşlar. Yurtdışından da, özellikle Hollanda’dan sürekli gelen misafirleri varmış.

Datça

Datça… Otuz küsur yıldan beri dönüp, dönüp gittiğimiz, gitmekten keyif aldığımız, sevdiğimiz ikinci evimiz. 1983’ten beri Datça Aktur’da evimiz var. İlk gitmeye başladığımızda yol çok dar, virajlı ve kötü idi. Yol kenarlarında korkuluk da olmadığı için, karşıdan her araba geldiğinde, insanın bir gözü yandaki uçurumda, yüreği ağzına gelirdi. Hiç unutmuyorum, bir keresinde otobüsle gidiyordum ve en önde oturuyordum. Marmaris- Datça arası o meşhur yola girince yanımdaki hanım dualar okumaya başladı. Datça’ya ilk olarak gidiyormuş. Neredeyse doksan derece açısı olan ve ayrıca bir de yokuş olan bir dönemeçte, otobüsün ön tarafı yoldan uçuruma doğru taşınca (ya da en önde olduğumuz için öyleymiş gibi görününce) kadıncağızın feryatları iyice yükseldi. Şimdi, yeni yolun yanında zaman zaman görünen bu eski yolu her gördüğümde, “İnsanlarda hiç akıl yok mu? Buralara gelip, yazlık almışlar” deyişi aklıma gelir, gülümserim.

Datça Aktur

Datça’nın yolunun bozuk ve zor olması, bu yörenin uzun yıllar korunmasını sağladı. Bodrum’da olduğu gibi talana uğramasını önledi. Bir de hemen hemen hiç trafik kazası olmazdı. Epeyce ağaç katliamı yapılarak, açılan yeni yol sonrası, ölümlü kazalar duyulur oldu. Öte yandan, yol eski haliyle de kalamazdı.

Datça Aktur’dan Simi Manzarası

Datça yıllar içinde epeyce gelişti. İlk yıllarda şehir merkezi hem çok küçük, hem de yol, iz olmayan, toz toprak içinde bir yerdi. Şimdi, her gittiğimde belediyenin yeni şeyler yaptığını (hepsi olumlu olmasa da), yolların ve kaldırımların düzenlendiğini görüyorum. Datça merkez bana hiçbir zaman sevimli gelmemiştir. Özellikle, karşıda görünen Simi adasının sevimliliği ile karşılaştırıldığında çok çirkin bence. Ama, en azından, şimdi daha bakımlı.

Sahil Lokantaları-Datça

Datça’ya ilk gitmeye başladığımız yıllar ile şimdi arasındaki bir diğer fark, İtalyan turistlere artık rastlanmıyor olması. Nedendir bilemiyorum, o zamanlar Ağustos ayında Datça civarında çok sayıda İtalyan turiste rastlanırdı. Özellikle, Aktur’un Camping’inde karavanlı veya çadırlı aileler kamp yaparlardı. Sonraki yıllarda, bu giderek azaldı ve öyle sanıyorum ki, bu tarafların İtalyanlar arasındaki popülaritesi azaldı.

Datça’nın esas otantik kısmı Eski Datça mahallesi. Deniz kenarında olmayan bu mahallede eski, taştan yapılma Datça evleri var. Eski Datça’yı ilk görüşüm de herhalde otuz küsur yıl önce idi. O zaman Can Yücel henüz oraya yerleşmemişti. Popüler değildi. Az sayıda taş ev alınıp, yenilenmişti ama, evlerin çoğunluğu yıkık, döküktü. Şimdi, yenilenmiş çok sayıda evleri, taş döşeli sokakları, begonvilleri ve de kedileri ile çok sevimli bir yer olmuş. Çok sayıda cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı açılmış. Ne yazık ki, bu sene gittiğimiz her yerde hissettiğim bir durgunluk vardı burada da. Dilerim, yazın ilerleyen aylarında turizm açısından canlanır.

Eski Datça

Eski Datça’ya geldiğinizde, arabanızı park ettiğiniz meydanda hemen, Can Yücel’in de oturup, yerli halk ile sohbet etmeyi, vakit geçirmeyi sevdiği Orhan’ın Kahvesi’ni görüyorsunuz. Zaten çok büyük bir yer olmadığı için sokaklarda dolaşmak fazla vakit almıyor. Çok güzel küçük, taş bir cami var ama, ne kapısında, ne de internette ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı ile ilgili bir bilgi bulamadım.

Eski Datça

Kimi sanatsal, sevimli şeylerin satıldığı dükkanlar var Eski Datça’da. Dükkan sahipleri daha çok, büyük şehirlerden kafa dinlemek için buralara göç etmiş insanlara benziyorlar. Kavuştukları rahatlık ve huzur, konuşmalarına, tavırlarına ve gülüşlerine yansımış…

Eski Datça

Sıcakta serinlemek için, Can Yücel Sokağı’daki Agapi’de oturduk. Burası Can Yücel’in evinin tam yanında bir Cafe-Bar-Restoran. İçinde ailesi oturduğu için, Can Yücel’in evi gezilmiyor. Sadece, ölüm yıldönümü olan 12 Ağustos’ta gezmek isteyenleri buyur ediyorlarmış. Agapi’nin sokaktan biraz yukarda bir bahçesi var. Ağaçların altında limonata içmek keyifli idi. Geceleri ambiyansı daha da hoştur, eminim.

Eski Datça

Culinarium, Datça’da gitmekten özellikle hoşlandığım bir yer. Burası, uzun yıllar Almanya’da restoran işletmiş bir Türk olan Faruk Dinç ve Alman eşi Ulrike Dinç’e ait bir restoran. Birkaç yıl önce, ilk gitme teşebbüsümüz çok umut verici olmamıştı. İnternetteki bazı değerlendirmeleri okuyunca, bizim ilk deneyimimiz aklıma geliyor ister, istemez.

Rezervasyonumuz olmadan gitmiş, kapıda ve alt katta kimsenin olmadığını görünce, içeri girip, arkada görünen liman manzarasına bakmak için ilerlemiştik. O zamanlar yerleri, liman tarafında, teknelerin hemen üstüne bakan bir yerdeydi. Üst katta da terasları vardı. Birden arkamızdan gelen güçlü ve aksi bir erkek sesiyle irkilmiştik. Neredeyse dışarı atıldık diyebilirim. Buna rağmen, Culinarium’a tekrar, bu kez rezervasyonlu gitme isteğim kaybolmadı. Bir şekilde, burada iyi yemek yenebileceğini hissettim sanırım. Yanılmamışım… Sonraki gidişlerimizde yemeklerden çok memnun kaldık. Gerçekten damak zevkine hitap eden, gourmet yemekler hepsi. Zaten, sahibi de müşteri ilişkilerinde çok kuvvetli olmadığının farkında olmalı ki, kendisi mutfakta çalışıyor, eşi Ulrike ise servis yapıyor.

Bu sene, Culinarium’u geçen sene bıraktığımız yerde bulamadık. Eski mal sahipleri olan Datça Belediyesi ile olan ihtilaflarından bıkıp, kendilerine ait bir arsada yaptırdıkları yeni yerlerine taşınmışlar. Yeni Culinarium, eski mekanlarına yürüyerek 5-6 dakika mesafede, Kargı’ya giden yolun üzerindeki Migros Jet’e gelmeden sapılan 64. Sokakta. Alttaki iki kat restoran, ara katta üç tane otel odaları var, en üstte de kendileri yaşıyorlar. Restoranın ikinci katından güzel bir manzara var ama, ne yazık ki, eskisi gibi bir terasları yok. Müdavimlerinin bu sokak arası yerlerinde de peşlerini bırakmayıp, gelmelerini diliyorum…

Culinarium-Datça

Bizi sıcak bir şekilde karşılayan Ulrike hanım, gece boyunca servis yaparken de sohbete devam etti. Yemekler ise, yine muhteşemdi… Önden, balık ve karides ile doldurulmuş kabak çiçeği dolması ve mavi yengeç yedik. Mavi yengeci özel olarak Dalyan’dan getirtiyorlarmış. Yengecin eti kabuğundan çıkarılıp, küçük küçük doğranmış sebze ile pişirilmiş ve tekrar kabuğa doldurulmuş. Yanında, yine yengeç kullanılarak yapılmış bisque (koyu kıvamda bir tür çorba) ile servis ediliyor. Ana yemek olarak hardal ve tarhun soslu bonfile, ardından bademli parfé nefisti…

Mavi Yengeç-Culinarium, Datça

Datça’da kalışımız sırasında bir gün de Palamutbükü’ne gittik. Bunca yıldan beri, gitmeyi hep bir sonraki yıla ertelediğimiz Palamutbükü’nü görmek nihayet kısmet oldu. Aktur’dan bir saat kadar uzaklıkta. Sahil yolundan giderken manzarayı seyretmeye doyamadım. Yüksek yarların dibinde, birbiri ardına gelen koylar ve turkuaz deniz… Hayran hayran bakarken, bir yandan da, “Neden buralar da Amalfi sahilleri gibi, Positano gibi ünlü olmasın?” diye düşünmeden edemedim. Yanıtı var elbette…

Palamutbükü-Datça

Buralar turizmden daha fazla pay almayı hak ediyor ama, bir yandan da insan el değmemiş olmasına şükrediyor. Ülkemizde turizm adına inşa edilen otel felaketlerini düşününce, böyle kalması daha iyi. Sadece bazı yerler, biraz daha az derme çatma olsa yeter. Palamutbükü’deki Otel Mavi Beyaz bu anlamda hoşuma giden bir işletme oldu. Biz, Mavi Beyaz’da kalmadık. Sadece plajından yararlandık ve a la carte restoranı Deli Zeytin’de akşam yemeği yedik. Bir dahaki sefere birkaç gece kalmak isterim bu güzel ve sevimli otelde.

Otel Mavi Beyaz-Palamutbükü, Datça

Mavi Beyaz, bende iyi yönetilen bir işletme izlenimi bıraktı. Otelde kalmadığım için konaklama konusunda bir yorumda bulunamayacağım ama, plaj ve restoranında dikkatli, titiz bir servis veriliyor. Plajı gayet düzenli ve temiz. Deniz, tek kelime ile, muhteşem… Turkuaz renkli sularda yüzmeye doyamıyor insan.

Otel Mavi Beyaz-Palamutbükü, Datça

Otelin restoranı Deli Zeytin, koya bakan bir terasta. Sanırım, otel müşterileri daha çok yarım veya tam pansiyon kaldıkları için, masa sayısı çok fazla değil. Onlar ayrı bir yerde yemek yiyorlar. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Önden şakşuka ve Girit ezmesi, bol Akdeniz salata ve ardından, güveçte dil balığı.

Sığacık

Ayvalık’tan Sığacık’a gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Bunda, öteden beri (çevre yolu yapıldıktan sonra bile) bir türlü çözemediğim İzmir civarı Karayolları tabela sistemi ve Google Maps’in çeşitli azizliklerinin epeyce payı oldu. Sonunda, saat 4 civarı Sığacık’a vardık. Çok sıcak bir gündü. Haziran ortası için normalin çok üstünde bir sıcaklık vardı.

Sığacık Yavaş Şehir

Sığacık da, yıllardan beri hakkında okuduğum ve gitmek istediğim, merak ettiğim bir yerdi. Bir mahalle olarak bağlı olduğu Seferihisar’a otuz küsur yıl önce gitmiştim. Fazla gelişmemiş, sıcaktan kavrulan bir yer olarak hatırlıyorum. Sonraları, uluslararası “yavaş şehir” (cittaslow) ağına katılması ile dikkatimi çekmişti. Cittaslow 1999 yılında, Toskana’nın şirin kasabalarından Greve in Chianti’nin Belediye Başkanı tarafından başlatılmış bir hareket. Temel olarak, çağımızın baş döndürücü temposuna inat, insanların keyif ve huzurla yaşayabilecekleri ortamlar yaratarak, yaşam standartlarını yükseltmeyi ve sağlıklı ürünler tüketmelerini (slow food) hedefliyor. Günümüzde bu ağ, yirminin üzerinde ülkenin, kriterleri sağlayabilen şehirlerini kapsıyor. İşte Seferihisar-Sığacık da bunlardan biri.

Sığacık, nahiye, köy gibi evrelerden geçtikten sonra, 1963 yılından itibaren Seferihisar’ın bir mahallesi olmuş. Bölge, M.Ö. 2.000’li yıllardan başlayarak, pek çok medeniyet görmüş. Lidya, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Aydınoğulları, Timur İmparatorluğu, Osmanlı yönetimlerinde yaşamış. Son olarak, 11 Eylül 1922’ye kadar, üç yıl Yunan işgali altında kalmış.

Sığacık Kalesi

Yaptığım ön araştırmadan sonra, Sığacık’ta Kale içinde kalmanın daha ilginç olacağı sonucuna varmıştım. Doğru da hissetmişim. Kale bölgesinin dışı çok ilgi çekici gelmedi bana. Özellikle, yapılan marina buradan çok şey götürmüş bence. Yine bildiğimiz, toprakla doldurularak, denizden çalınan büyük bir alan ve tekneler, tekneler… Esas “yavaş şehir” bölgesi de Kale içi zaten.

Sığacık Kalesi

Sığacık Kalesi, deniz kenarında yapılmış, çok yüksek duvarları olmayan bir kale. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile, 1521-1522 yıllarında, Rodos kuşatmasına hazırlık olması ve bir tür ikmal noktası görevi görmesi için yapılmış. Kale içindeki daracık sokaklardaki evler de alçak, bahçeli evler. İnsanlar kapı önlerinde kendi ürettikleri mandalinalı lokum, baklava vb yiyecekler satıyorlar. Bir de Pazar sabahları pazar var burada. O zaman daha büyük çaplı bir organizasyonla, herkes kapısının önüne masalar çıkarıp, daha çeşitli ürün satıyor. Reçeller, börekler, sıkılmış meyve suları. Bunların arasında özellikle karadut suyu çok güzeldi. Kaldığımız otelin çaprazındaki tezgahtan sadece içmekle kalmayıp, bir litrelik şişe ile de aldık karadut suyundan. Sıcakta çok iyi geldi doğrusu.

Kaldığımız otelin adı Gardenya Otel’di. 2016 Eylül ayında açılmış, yeni bir işletme. Otelin binası, geleneksel taş bir yapı. Konum olarak, kale girişine yakın ancak, arabanızı burada bırakamıyorsunuz. Eşyalarınızı indirip, hemen kale dışındaki park yerlerine park etmeniz gerekiyor. Bu küçük butik otelin her köşesi zevkle döşenmiş. Benim için en önemlisi, otelin aslının web sitesindeki fotoğraflarla birebir örtüşmesi. Çünkü, biliyorsunuz, bu yönde çeşitli aldatmacalar, hileler olabiliyor. Bunun sonucunda hayal kırıklıkları yaşanabiliyor. Otelin müdürü Cengiz bey ve iki hanım personel, insanı sıkmayacak bir kibarlıktalar. Sizi evinizde hissettiriyorlar. Akşam saat 10’da personel gittiği için, size dış kapının da anahtarını veriyorlar. Ancak acil bir durum için Cengiz beye her an ulaşmanız mümkün.

Sabah kahvaltısı ise tek kelime ile muhteşem… Ayrıca, bitirmesi zor bir bollukta… Çeşit, çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, bal, kaymak, domates, salatalık, biber, İzmir’e özgü boyoz, simit, istediğiniz şekilde yumurta…Kaldığımız sürece, başka yerde kalıp, buraya özel olarak kahvaltıya gelenler de çoktu. Gardenya Otel’in, aynı sokakta, biraz ilerde bir kardeş oteli de var. Dantel Otel. Burayı görmedim ancak, Cengiz bey burayı, odaları daha müsait olduğu için, daha çok çocuklu ailelere önerdiklerini belirtti.

Gardenya Otel

Sığacık’ta kaldığımız sürece biz denize girmek yerine, çevreyi gezmeyi tercih ettik. Henüz Haziran ortası idi ve önümüzde deniz tatili yapabileceğimiz epeyce gün vardı. Denize girmek için, Teos antik kentine giderken yolda gördüğümüz, bir sonraki koydaki plaja gitmek mümkün. Araba ile birkaç dakika. Deniz uzaktan çok güzel görünüyordu. Aslında, Sığacık’ta, kaleden çıkıp, sağa doğru yürüdüğünüz zaman da, çok güzel, bakir bir koy var ama, nedendir bilinmez, kullanılmıyor. Herhangi bir tesis de yok. Belediyenin bir projesi olduğunu söylediler ama, henüz bir faaliyet yok. Aslında, Seferihisar Belediye Başkanı burada çok güzel şeyler yapmış. Kale içindeki evlere badana, panjur, sokak lambası ve benzeri konularda epeyce standart getirmiş. Bu açıdan takdir edilmesi gerekir. Öte yandan, halkın bilinçlenmesi için de daha yol alınması gerekiyor gibi görünüyor. Arka taraflarda hala mezbelelik yerler, atılmış eski eşyalar ile dolu arsalar var.

Sığacık’ın merkezinde çok fazla gezilecek, görülecek yer yok. Yat limanının dışında sıralanmış cafe ve çay bahçeleri var. Buradaki dondurmacı Edem’in yüzde yüz keçi sütünden yapılmış Maraş Dondurmasından söz etmeden edemeyeceğim. Benim denediğim çeşitler sakızlı, karamel ve portakallı idi ve Cunda’daki Taş Kahve’ninkinden de güzeldi. İlk akşam yemeğimizi sahildeki Burç Restoran’da yedik. Herhalde, Ayvalık ve Cunda’nın müthiş yemekleri üzerine, fazla etkileyici gelmedi. Kötü de sayılmazdı. Ama, suyun hemen kıyısında oturduğumuz için, esintili bir noktada olması çok iyi geldi.

Dionysos Tapınağı-Teos

Teos antik kenti Sığacık’a araba ile 9-10 dakika mesafede. İlk kazılar 19. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar tarafından başlatılmış. Günümüzde kazılar, Seferihisar Belediyesi ve yakınlarda yapılan bir otelin sponsorluğunda yürütülüyormuş. Biz gezerken bir faaliyet varmış gibi görünmüyordu ama, kentin etrafı çevrilmiş, güzel bir giriş, depo binaları ve tertemiz tutulan tuvaletler yapılmış. Bunların ötesinde, Akropol alanı hariç, diğer taraflarda, tüm görülecek yerlere rahatça yürümenizi sağlayacak, parke taşlarla döşeli bir yürüyüş yolu yapılmış. Ara ara, ağaç altlarına, dinlenebileceğiniz banklar konmuş. Ayrıca, bol miktarda zeytin ve nar ağacı olması da çok güzel.

Teos’da toplam üç saat kaldık. Aslında hava, antik kent gezmek için oldukça sıcaktı. Bu tür geziler için benim tercihim Nisan- Mayıs ayları ve Sonbaharın yağışsız, güneşli günleri ama, buraya kadar gelmişken, görmemezlik etmeyelim dedik. Teos’da şu anda çıkarılmış eserler tarih olarak M.Ö. üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Bunların arasında en önemlisi, antik dünyada söz konusu tanrıya adanmış en büyük tapınak olan, Dionysos tapınağı. Dionysos, Teos kentinin koruyucu tanrısı. Her yıl onun adına yapılan festival kent için daima çok önemli olmuş. Teos’un bir diğer önemli özelliği, M.Ö. üçüncü yüzyılın sonunda burada, tarihte ilk olarak, bir tiyatro sanatçıları birliğinin oluşturulmuş olması. Hem festival zamanı, hem de onun dışında temsiller veren bu birliğin üyelerine şehirde özel bir statü tanınmış. Kentin tiyatrosu maalesef çok iyi durumda değil. Ancak, Ekrem Akurgal hocanın kitabındaki tavsiyeye uyarak, yukarı tırmanmanıza değiyor. Tiyatronun üst tarafındaki basamaklar neredeyse tamamen yok olduğu için, sıcakta yukarı çıkmak epeyce zorlayıcı. Çıktığınız zaman gördüğünüz manzara ise, şahane… Aşağıda tiyatro alanı, karşınızda zeytin ağaçları, deniz ve adalar…

Tiyatro-Teos

Teos antik kentinde, çok iyi durumda olmasalar da, görebileceğiniz agora tapınağı, meclis, odeon, akropol, kuzey tarafta uzaktan görebileceğiniz ve Türkler tarafından 15. yüzyılda yapılmış kalenin kalıntıları var.

Gezdiğimiz ikinci antik kent Erythrai idi. Burası, Sığacık’a bir saat kadar uzaklıkta, Çeşme’nin yaklaşık 20 kilometre kuzey-doğusunda yer alan Ildırı köyündeki bir kent. Erythrai’nın büyük ölçüde üstüne kurulmuş olan Ildırı, televizyon dizisi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile Türkiye’de bilinirliği artmış, şirin bir köy. Kıyısında irili ufaklı adaları, yemyeşil yamaçları ve deniz kenarındaki tekneleri ile çok pitoresk bir yer. Erythrai’nın görebileceğiniz kalıntıları köyün üst kısmında, tepede bulunuyor. Kent alanına, ören yerinin hemen dışındaki, manzarası güzel ve bol esintili Agora Cafe’nin karşısından giriyorsunuz. Prof. Ekrem Akurgal’ın da bir dönem kazı yaptığı bu antik kent, günümüzde maalesef çok iyi durumda değil. Bulunan önemli eserler İzmir Arkeoloji Müzesine götürülmüş. İyi ki de öyle yapılmış çünkü, düzgün bir girişi ve bekçisi olmayan bir yer. Burada da, eğer biraz tırmanmayı göze alırsanız, Teos’daki tiyatronun tepesinde olduğu gibi, muhteşem manzaraları ile Athena tapınağının temelini ve Matrone kilisesinin kalıntılarını, ayrıca tiyatroyu görebilirsiniz.

Ildırı

Erythrai’yı gezdikten sonra Agora Cafe’de soluklanmak, eğer akşamüzeri ise, gün batımını izlemek insana çok iyi gelebilir. Biz, gün boyu bir şey yemediğimiz için, önce sahildeki Ali’nin Yeri’nde akşam yemeği yedik ve gün batımı için tekrar Agora Cafe’ye çıktık. Ne yazık ki, şansımız yaver gitmedi. Hava çok puslu olduğu için gün batımının tadını çıkaramadık.

Sığacık çevresinde gidilebilecek pek çok köy var. Örneğin, son zamanlarda yazılı medyada ve İz TV’de bahsi geçen, bir köylü kadınımızın ev duvarlarını resimlerle süslediği Türkmen köyü Germiyan ve Osmanlı zamanında Özbekistan’dan gelenlerin yerleştiği balıkçı köyü Özbek. Benim ilginç bulduğum köy ise, bir Alevi köyü olan Bademler köyü. Bademler’in en önemli özelliği, köy halkının tiyatroya olan düşkünlüğü. Köyde bir tiyatro binası var ve düzenli olarak verilen temsillerde oynayanlar köyün ahalisi. Sanki, çok da uzaklarında olmayan Teos halkının tiyatro tutkusu binlerce yıl sonra bu köyde yaşıyor gibi…

Bademler köyünde bir de müze var. Burası, Efes antik kentinin yedi yıl müze müdürlüğünü de yapmış olan, arkeolog Musa Baran’ın evi. Köy meydanına bakan bu 100 yıllık evde zamanında Cevat Şakir, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar konuk olarak kalmışlar. Evin esas eski olan bölümünde bir köy evi düzeni sergileniyor. Diğer tarafta ise, Musa Baran’ın çalışma odası ve bir oyuncak koleksiyonu var. Bu ilginç bölümde Musa Baran, günümüzde kullanılan bazı oyuncakların ve oynanan oyunların antik çağlarda da var olduğunu göstermiş. Eski eserlerin üzerindeki kabartma ve resimlerden yola çıkarak, topaç çevirmek, uçurtma uçurmak gibi oyunların antik çağlardaki varlığını sergilemiş.

Bademler köyüne ziyaretimizi, müzenin karşı köşesindeki gözlemecide noktaladık. Birkaç kadın tarafından işletilen bu yerde, leziz gözlemelerimizi yiyip, güzel demlenmiş çayımızı içerken köy meydanını izlemek çok keyifli idi. Meydana açılan sokakta pazar kurulmuştu. Satıcı köylüler keyifle, neşe ile konuşup, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve ılıktı…

Sığacık civarı ile ilgili son yazmak istediğim yer, otel müdürümüz Cengiz beyin tavsiyesi ile gittiğimiz, Artemis Restoran. Google Maps’in azizliğine uğrayıp, uzun, çok bozuk ve karanlıkta zaman zaman korkutucu olan bir yoldan gittiğimiz bu restoran, aslında ana yoldan gidilince çok uzak değil. Karanlıkta etrafı tam görememiş olsam da, restoran ilk bakışta salaş bir kır lokantası görünümünde idi. Hava serin olduğu için içerde oturduk. Güzel havalar için dışarıda bir çok masa vardı. Buranın özelliği, enginarın akla hayale gelmeyecek her türlü yemeğinin yapılıyor olması. Bazıları çok lezzetli. Biz, enginar tarator, çiğ enginar salatası, enginar kızartma, enginarlı börek, enginar güveç ve enginar tatlısı yedik. Karanfil de koydukları tatlıyı ben çok beğendim.

Artemis Restoran
Enginar Tatlısı