Böyle diyorlar Sanremo için. Çiçekler Şehri… Öyle sadece etrafta bol çiçek var diye rasgele verilmiş bir isim de değil bu. İtalyan Rivierası’nın en ünlü sayfiye şehri diyebileceğimiz Sanremo ve civarı, uluslararası çiçek piyasasının en önemli üretim ve ihracat merkezlerinden birisi. Özellikle karanfil, gül ve değişik dekoratif yeşillik yetiştirme konusunda uzmanlaşmışlar. Bir dönem (1980-2013), Viyana Filarmoni Orkestrası‘nın ünlü Yeni Yıl konserlerinin yapıldığı salonun göz alıcı çiçekleri Sanremo şehri tarafından hediye edilirmiş. Sanremo’nun bitkilere ve çiçeklere olan düşkünlüğü için ünlü Villa Ormond parkına bile gitmeniz gerekmiyor. Eğer havanın açık olduğu bir gün gitmişseniz, şehre girer girmez sahil boyunca dikilmiş palmiyeler, begonviller, manolyalar ve daha başka türlü türlü çiçekler, parlak güneş ışığı altında insanın gözünü alıyor.
Daha başka sıfatlar da pekala eklenebilir Sanremo ismine. Örneğin, 19. yüzyılda başta Rus aristokratlar olmak üzere (ki buna Çar ailesi de dahil), İngiliz ve Kuzey Avrupa aristokratlarının verem, kalp ve sinir hastalıklarına çare aradıkları veya nekahat dönemlerini geçirdikleri bir sağlık turizmi merkezi denebilir. Yine ünlü Sanremo Casinosu nedeniyle bir kumar cenneti ya da sabık hükümranların sığınağı ve buna bağlı olarak Avrupa’da bir dönem casusların cirit attığı bir şehir olarak da nitelenebilir. Bir başkasının aklına, II. Dünya Savaşı sonrasının ekonomik yıkımının etkileri sürerken şehir ekonomisini canlandırmak için 1951 yılında düzenlenmeye başlanan Sanremo Şarkı Yarışması‘nın yapıldığı yerleşim yeri olarak gelebilir.
Benim Sanremo’yu tanımlamamı isterseniz, önceki iki gün gittiğimiz Cinque Terre ve Portofino‘dan son derece farklı, zengin, bakımlı ve daha modern bir sayfiye şehri olduğunu söyleyebilirim. Sanremo’nun da tarihi Romalılara kadar gitse de ve şehrin eski bölgesi (La Pigna) Orta Çağ’dan kalma yapılar ve dar sokaklarla dolu olsa da, özellikle sahil kısmı sanki en eski 19. yüzyılda yapılmış bir kent gibi. Yerleşimin daha sonra geliştiği bu son bölge, bana bir İtalyan şehrinden çok, Fransız Rivierası‘nın gözde yerlerini anımsattı. Sanremo’da bu Fransız havasını değişik koşullarda hissetmeniz mümkün. Örneğin, İtalya’nın genelinde ya da Liguria’nın gittiğimiz diğer yerlerinde yabancılarla İngilizce iletişim kurulmaya çalışılırken, Sanremo’da sizinle doğrudan Fransızca konuşmaya başlıyorlar. Gün boyunca birkaç kere bu durum ile karşılaştım.
Yukarıda belirttiğim gibi, Sanremo tarihte ilk olarak Matutia ya da Villa Matutiana adıyla, bir Roma yerleşimi olarak görülmüş. Şehir, erken Orta Çağ döneminde artan nüfusla birlikte, gelişmeye başlamış. Bir çam kozalağına benzediği için La Pigna adı verilen tepede, korsanlardan korunmak için bir kale yapılmış. Önceleri Ventimiglia kontluğunun yönetimi altında olan Sanremo daha sonra, Genovalı (Cenevizli) piskoposların yönetimine geçmiş. Nitekim, Sanremo’nun ismi de bu piskoposlardan birinin, Genova Piskoposu Romulus veya Remo‘dan geliyor. Genova piskoposu iken şehri terkedip Villa Matutiana’ya gelen Remo, bir mağarada inzivaya çekilmiş. Çok sonra, yerleşim yerinin adı onun anısına değiştirilmiş. 15. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk yarısı arasında San Remo şeklinde, ayrı olarak yazılmış. Daha sonra Sanremo adını almış. Bazı yol tabelalarında hala iki ayrı kelime olarak yazıldığını görmek mümkün ama, artık resmi olarak Sanremo olarak geçiyor.
Sanremo’nun yönetimini elinde tutan piskoposlar 1297 yılında şehri Genovalı Doria ve De Mari ailelerine satmışlar. 15. yüzyılın ikinci yarısında Sanremo özgür şehir statüsüne sahip olmuş ve Pigna tepesindeki kaleye doğru yayılmaya başlamış. İlginç bir şekilde, Genovalılar ile uzun süren anlaşmazlıklara rağmen Sanremo, Genova Cumhuriyet’ine karşı bağımsızlığını koruyabilmiş. 1753 yılında şehir, Genova‘nın bu ele geçirme denemelerine karşı ayaklanmış. Bu dönemde, Genovalılar günümüzde limanın kıyısında görülen Santa Tecla Kalesi’ni yapmışlar. 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılan kale, şimdi müze olarak düzenlenmiş. Sanremo da, Liguria bölgesinin diğer yerleşim yerleri gibi, Napolyon’un istilası ile başlayan Fransız döneminden sonra, 1814’te Savoy hanedanının elindeki Sardinia Krallığı‘na katılmış.
Sanremo’nun özellikle Avrupa’nın kraliyet ve imparatorluk aileleri tarafından ideal bir sayfiye ve nekahat yeri olarak tercih edilmeye başlanması 18. yüzyılın ortalarında başlamış. Bu kişilerin arasında Avusturya İmparatoriçesi “Sissi”, Rusya Çariçesi Maria Alexandrova ve Rus Çarı II. Nikola da var. 1872 yılında Sanremo’ya demiryolunun gelmesi bu konuda önemli faktör olmuş. Turizmdeki bu hızlı gelişme ile birlikte, şehrin kıyı bölgesinde büyük oteller ve 1905 yılında da ünlü casinosu açılmış.
Sanremo, Osmanlı tarihi açısından da önemi olan bir yer. Hatırlarsanız, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 19-26 Nisan 1920 tarihleri arasında yapılan San Remo Konferansı ile, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki toprakları galip ülkeler arasında paylaştırılmıştı. Günümüzde Gazze‘de yaşananlar nedeniyle, o konferans sonrası ortaya çıkan manda yönetimleri arasında şu anda ilk aklıma gelen, İngiliz mandası altındaki Filistin.
Sanremo’nun Osmanlı tarihi açısından bir diğer önemi de, 623 yıl boyunca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin son padişahı Sultan VI. Mehmed Vahdeddin‘in burada ölmüş olması. 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya ile İstanbul’dan ayrılan Vahdeddin, yanındaki 11 kişi ile birlikte önce Malta‘ya, burada bir buçuk ay kadar kaldıktan sonra Cidde üzerinden Mekke‘ye, sonra Genova‘ya geliyor. Kendi arzusu, belki de Lozan Konferansı’nda boy göstermek hayaliyle, buradan trenle Lozan’a gitmek. Ancak, bu arada İngilizler hem kendisinin İsviçre’ye gitmesine sıcak bakmıyorlar hem de artık masraflarını ödeyemeyeceklerini bildiriyorlar. Önce, istasyona yakın olduğu için, bizim de Genova’da kaldığımız, Grand Hotel Savoia‘da kalması düşünülse de, sonra Hotel Miramare‘de karar kılınıyor. Vahdettin’in, İstanbul’dan ayrılırken geri döneceğini düşündüğü ve bu nedenle yanında, “Birkaç aylık bir seyahat için çok fazla, bir hanedanı sürgünde yaşatmak için son derece yetersiz bir miktar” götürdüğü belirtiliyor. Bu miktar, 15.000 ile 20.000 sterlin arasında para ve bazı mücevherler olarak tahmin ediliyor. Oysa, yanında daha fazla para ve Topkapı Sarayı’ndan getirtebileceği çok daha değerli mücevherler ile zırhlıya binebileceği söyleniyor. İstanbul’dan ayrılırken yanına eşlerini almayan Vahdeddin, sadece şehzadesi Ertuğrul’u ve özel doktoru Reşat Paşa gibi mahiyetindeki 9 kişi ile Sanremo’ya geliyor. Eşleri daha sonra buraya geliyorlar. Sultan Vahdeddin’in, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele‘nin daveti üzerine, Sanremo’da yaşamasının, İngilizler ve İtalyanlar kadar Ankara’daki TBMM hükümetini de memnun ettiği belirtiliyor.
Bu konuda, merak edenler için, 2016 yılında okuduğum (ve yukarıdaki bilgiler için yararlandığım), veterinerlik ve felsefe eğitimi almış ama aynı zamanda öykü ve siyasi analiz yazarı olan, Riccardo Mandelli‘nin Sanremo Devlet Arşivi ve polis belgelerine dayanarak yazdığı, Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü kitabını öneririm. Yazarın arşivde bulduğu bir deste belge ve 6,35 mm’lik bir mermi nedeniyle yazma serüvenine çıktığı, Sultan Vahdeddin’in 20 Mayıs 1923 ile öldüğü 16 Mayıs 1926 tarihleri arasında Sanremo’da geçirdiği günler; doktoru Reşat Paşa’nın İtalyan polisi tarafından intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak ortaya çıkarılamayan ölümünden tutun da (Reşat Paşa’nın Ankara Hükümeti için casusluk yapmış ve bu yüzden öldürülmüş olabileceği düşünülüyor), Vahdeddin’in parasının çevresindeki akraba ve adamları tarafından hissettirmeden Sanremo kumarhanesinde harcanmasına, öldüğü günün polis kayıtlarına ve kasap, tavukçu gibi borçlanılan şehir esnafının alacaklarını talep etmelerine, söz konusu borçların ödenmesi için padişahın el konulan mallarının müzayede ile satılmasına kadar, belgelerle desteklenen pek çok bilgi var. Ben şahsen, kitabı çok ilginç bulmuş ve Sanremo’ya gideceğimiz kesinleşince, Vahdeddin’in kaldığı iki köşkü arayıp, bulmaya karar vermiştim.
Sanremo’ya gitmek için bu kez, önceki iki gün yaptığımız gibi güney yönüne değil, kuzeye yöneldik. Genova’dan Sanremo’ya gitmek yaklaşık iki saat sürüyor. Yine önceden belirlediğim kapalı bir otoparka arabayı park ettik. Akşam yer ayırttığım restorana yürüme mesafesinde olmasına dikkat etmiştim. Konum açısından çok doğru bir tercih oldu.
Sanremo’ya öğleden sonra vardık. Hava güneşli, pırıl pırıl ve ekim ayı ortası için epeyce sıcaktı. Şehrin ilk anda karşılaştığımız tarafı çok temiz ve şıktı. Sahile doğru yöneldik ve bu arada akşam yemek yiyeceğimiz La Pignese restoranı da gördük. Yol seviyesinden aşağıda, beyaz masa örtülü restoran tıklım tıklım doluydu. Riposo saati yaklaşıyordu ve büyük olasılıkla, birazdan öğle tatili için işletmeyi kapatacaklardı.
Sanremo’nun liman bölgesinde güzel bir yürüyüş alanı var. Gerek buradan gerekse mendireğin üstünden limana demirli şık tekneleri görmek mümkün. Tam kıyıda, yukarıda sözünü ettiğim, Santa Tecla Kalesi var. Onun etrafından dolaşarak mendireğin üstüne çıkabiliyorusunuz. 1753 yılında, özgür bir şehir olarak kalmak isteyen Sanremolular, Genova Cumhuriyeti’nin sürekli müdahalelerine karşı ayaklanmışlar. Genovalılar bunun üzerine, olayları bastırmak ve kontrolü sağlamak için, Santa Tecla Kalesi’ni yaptırmışlar. Kale, 1753-1756 yılları arasında, mühendis Giacomo Sicre‘nin planına göre inşa edilmiş. Yapı, değişik dönemlerde kışla, cephanelik ve hapishane olarak kullanılmış. 1796 yılında Napolyon’un Sanremo’yu işgaline kadar büyük ölçüde orijinal haliyle kullanılan kalenin bundan sonra bir bölümü yıkılmış. Sonraki yıllarda da bu tür yıkımlar devam etmiş. Sanremo’nun1815’te Sardinia Krallığı’na geçmesi ile birlikte kışlaya dönüştürülmüş. 1864’ten itibaren, 1997 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Benim de sevdiğim ünlü İtalyan yazar ve gazeteci Italo Calvino (1923-1985) da , partizan olarak Nazilere karşı savaştığı II. Dünya Savaşı sırasında, 1944 yılında buraya kapatılmış. Partizan yoldaşlarının düzenlediği sahte belgelerle serbest kalabilmiş.
Sanremo’ya bir yandan da yazar Italo Calvino’nun şehri diyebiliriz. Calvino, Havana‘nın bir banliyösü olan Santiago de Las Vegas‘da, devrimci İtalyan bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş. 1876 yılında Sanremo’da doğan ve bir tarım ekonomisti (agro economist) ve botanikçi olan babası ile botanikçi ve öğretim üyesi olan annesi, 1909 yılında Meksika’ye göç etmişler. Meksika Devrim sürecini yaşadıktan sonra, 1917 yılında Küba’ya taşınan çiftin oğulları Italo, burada doğmuş. Küçük Calvino henüz iki yaşına gelmeden ailesi ile birlikte Sanremo’ya taşınmış. Calvino 1945 yılında, Torino’da üniversiteye gitmek üzere Sanremo’dan ayrılmış. Daha sonraki yaşamında Toskana, Fransa ve Amerika’da yaşamış olsa da Sanremo’yu unutmamış. Başta unutulmaz romanı Ağaca Tüneyen Baron olmak üzere, birçok romanında fon olarak Sanremo’yu kullanmış. Sanremo da onu unutmamış….
Sanremo’nun katedrali San Siro‘yu çok fazla gezebildiğimizi söyleyemeyeceğim. Piazza San Siro‘da bulunan katedral, Sanremo’nun en eski ibadet yeri. Gotik ayrıntıları olmakla beraber, Romanesk tarzın baskın olduğu San Siro, 12. yüzyılda, daha önce burada bulunan ve 811 yılında inşa edilmiş olan küçük bir kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış. Yan kapısından daha girer girmez bir tuhaflık olduğunu sezmiştim. İçeride ayin vardı. Bu benim için alışılmadık bir şey değildi ama, tüm oturulacak yerlerin dolu olması ve içeri girince tüm kafaların bize doğru dönmesi bana özel bir ayin olduğunu hissettirdi. Saygı gereği, kimse bizi uyarmasa da, sessizce arkadan dolanıp, ana kapıdan dışarı çıktık. Meydanda kurulmuş olan ikinci el ve antika pazarında biraz dolaştıktan sonra tekrar ana kapının yakınına yöneldiğimiz sırada içeriden önce bir tabut çıkarıldı ve cenaze arabasına kondu. Ardından, cenaze sahipleri kapının önüne çıktı ve taziyeleri kabul etti.
Katedralin etrafı ve şehrin tepeye (La Pigna) doğru yükselen kısmı, Sanremo’nun Orta Çağ’dan kalma eski tarafı oluyor. Tepenin dibindeki, XIV. yüzyılda yapılmış gotik San Stefano Kapısı bu anlamda sınır kabul ediliyor. Ancak bu, eski Sanremo’nun tek kapısı değil. Tepenin yukarısına doğru birçok kemer ve kapı olduğu belirtiliyor. İlk olarak en tepede konuşlanmış olan kalenin içindeki nüfus tarih boyunca arttıkça, yapının çevresine halka halka yeni savunma duvarları yapılmış. Her halkanın arasına yeni kapılar ve kemerler inşa edilmiş. Saldırganlara karşı halka halka kapanabilen bu bir dizi kapı sayesinde, zaman içinde şehrin planı savunma açısından son derece elverişli hale gelmiş.
Bir sonraki durağımıza doğru giderken, Sanremo’nun ünlü casinosunun yani kumarhanesinin önünden geçtik. Corso degli Inglesi (İngilizler Caddesi) No:18 adresindeki Casino Sanremo görkemli bir bina. Burası, Art Noveau tarzda yapılmış ve Fransız mimar Eugène Ferret‘in eseri. Yapının finansörü olan Sanremolu banker Bartolomeo Acquasciati, 1898 yılında bunun için şehir meclisine 1,2 milyon liret ödemiş. Kumarhanenin açılışı 12 Ocak 1905 yılında yapılmış. Açılışından itibaren birçok skandala da sahne olan Sanremo Casinosu, yüz yılı aşkın bir süreden beri kralları, aristokratları, zenginleri, sanatçıları, bilim insanlarını ve ünlü pop yıldızlarını ağırlıyor. Kimi kumarseverler burayı Montecarlo ve Cannes casinolarına tercih sebeplerini, Sanremo Casinosu’nda kaybetmenin bile, kendi ifadelerine göre, bir zarafeti olmasına bağlıyorlar.
Casino’nun bir de, Liguria’daki en asil ve şık sayılabileceklerden biri olmakla övünen bir tiyatrosu var. 1930’lu yıllarda sanat yönetmenliğini Luigi Pirandello‘nun yaptığı tiyatroda günümüzde de konserler ve sahne sanatları icra ediliyor. Casino’nun tiyatrosu, başlangıç yılı olan 1951’den 1977 yılına kadar Sanremo Şarkı Yarışmasına da ev sahipliği yapmış. 1977’den itibaren yarışma Teatro Ariston‘da yapılmaya başlanmış. Bildiğiniz gibi, Eurovision Şarkı Yarışması‘na esin kaynağı olan Sanremo yarışması, Gigliola Cinquetti, Eros Ramazotti, Andrea Bocelli, Laura Pausini gibi birçok İtalyan sanatçının ünlenmesine veya ününe ün katmasına neden olmuş. Bir de tabii ki, hiç unutulmayan Domenico Modugno var. Modugno, ilki tüm dünyada “Volare” adıyla meşhur olan ikonik “Nel blu dipinto di blu” şarkısı ile 1958 yılında olmak üzere, farklı şarkılarla toplam dört kez (1958, 1959, 1962 ve 1966) Sanremo Şarkı Yarışması’nı kazanmış.
Doğrusu, Sanremo’da tipik, soğan kubbeli mimarisi ile gerçek bir Rus Ortodoks kilisesi ile karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Sanremo’daki Kurtarıcı Hz. İsa Rus Ortodoks Kilisesi tam da öyle bir ibadethane. Bahçesine girince kendinizi bir an için Rusya’da sanabiliyorsunuz. Rus aristokratların Sanremo’ya olan ilgisi, Çar II. Aleksander‘ın eşi, Çariçe Maria Aleksandrovna 1874-1875 kış aylarını burada geçirince başlamış. Sanremo’dan çok memnun kalan Çariçe, minnettarlığının bir ifadesi olarak, şehre çok sayıda palmiye ağacı hediye etmiş. Bu ağaçları günümüzde hala sahildeki yürüyüş yolunda görmek mümkün. Çariçenin bu jestine karşılık olarak Sanremo Şehir Meclisi de o zaman bu yola “Corso Imperatrice” (İmparatoriçe Caddesi) adını vermiş. Bu tarihten sonra, başta İmparatorluk ailesinin üyeleri olmak üzere, Rus aristokratlar kış mevsimini Sanremo’da geçirmeye başlamışlar. Özellikle tüberküloz hastalığına yakalananlar için Liguria’nın bu nezih kenti ideal bir yer haline gelmiş. Zamanla Ruslar burada villalar satın almaya başlayınca, yerleşik Rus nüfus da giderek artmış. Bir Rus hamamı, Rus fırını ve eczanesi hizmet vermeye başlamış. Doğal olarak, bir süre sonra Rus Ortodokslar için bir ibadethane gereksinimi de baş göstermiş. 19. yüzyılın sonuna doğru, Sanremo’da bir Rus Ortodoks kilisesi yaptırılması fikri Ruslar arasında giderek yayılsa da, kaynak sorunu nedeniyle bu hayali gerçekleştirmek kolay olmamış. Ruslar, aristokrat villalarındaki kişisel kiliselerde ya da bu amaçla kiralanan mekanlarda ibadet etmeyi sürdürmüşler. Nihayet, 1912 yılında Çar II. Nikola Sanremo’da bir Rus kilisesinin yapımı için bir kararname çıkartarak, bu amaçla tüm Rusya’da bağış toplanmasına izin vermiş. Bir komite kurulmuş ve iki ay gibi kısa bir zaman sonra şehir merkezinde, istasyonun karşısında ve Corso Imperatice’nin başladığı yerde, bir arazi satın alınmış. İlk çizimler, daha sonra Lenin‘in mozolesini de yapacak olan, ünlü Rus mimar Alexey Shchusev (1873-1949) tarafından yapılmış olsa da, kendisi Sanremo’ya hiç gelmediği için, çalışmalar yerel mimar Pietro Agosti ve mühendis Antonio Tornatori tarafından yürütülmüş. Kilise, tam olarak bitmeden, 1913 yılının sonuna doğru takdis edilmiş ve ibadete açılmış.
Sanremo Rus Kilise’sinin bahçesinde, 1930 yılında heykeltıraş Monti tarafından yapılmış iki tane büst var. Bunlar, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele ve Montenegrolu (Karadağ) eşi Kraliçe Elena‘nın büstleri. Kraliçenin babası olan sürgündeki Montenegro Kralı Nikola 1921 yılında ölünce, vasiyeti üzerine bu kilisenin kriptine gömülmüş. Daha sonra eşi ve iki kızı da buraya gömülmüşler. Bu nedenle, İtalya Kral ve Kraliçesi kiliseyi sık sık ziyaret etmişler. 1989 yılında, yani 68 sene sonra, son Montenegro Kraliyet ailesinin cenazeleri törenle kendi ülkelerine götürülüp, toprağa verilmiş.
Kilisede ibadet olduğu için içeri alınmadık. Bir süre bahçede bekledikten sonra, fazla zamanımız olmadığı ve görmek istediğimiz başka yerler olduğu için, vaz geçtik. Bir kaynakta okuduğuma göre, Rusya’da Devrim olduğu için, içeride yapılması planlanan fresk ve süslemeler hiçbir zaman tamamlanamamış.
Rus Kilisesi’nden sonra şehrin tam aksi yönüne doğru gittik. Şehrin şık ve kalabalık caddelerinden yürüyerek, Sanremo’nun ünlü parkı Villa Ormond‘a doğru ilerledik. Parkın içinde bir çiçek müzesi olduğunu biliyordum ama biz gezmeye fırsat bulamadık. Bir süre sonra Corso Felice Cavallotti adını alan yolda, sağlı sollu olarak, 19. yüzyılda yapılmış büyük villalar sıralanmış. Genelde Art Nouveau olmak üzere, her birinin ayrı güzel bir mimarisi ve çok güzel bahçeleri var. Villa Ormond ve karşısındaki Giardini Nobel (Nobel Bahçeleri) parklarını biraz geçtikten sonra, sağ tarafta aradığımız yeri bulduk. Burası, şehrin en çok gezilen yerlerinden biri olan Villa Nobel.
Göz alıcı Villa Nobel adını, burayı satın alarak ömrünün son altı yılını geçiren, dinamitin mucidi, ünlü İsveçli bilim insanı ve girişimci Alfred Nobel‘den (1833-1896) alıyor. Villanın yapım öyküsü 1870’te, Rivoli’li eczacı Pietro Vacchieri‘nin şehrin doğusundaki bu bölgede büyük bir arazi alması ile başlamış. 1871 yılında, yerel mimarlardan Filippo Grossi’nin hem egzotik Arap mimarisinden esinler hem de Neo-Rönesans ve Venedik tarzı süslemelerle dolu projesi hayata geçirilmeye başlanmış. 1874 yılında Vacchieri mülkünü satmış. Villa 1887 yılında yaşanan depremde zarar görmemiş. Birkaç kere el değiştirdikten sonra villa, 1890 yılında, bilimsel çalışmaları için sakin bir yer arayan Alfred Nobel tarafından satın almış. 1892 yılında Nobel, burada bir laboratuvar kurmak üzere Kent Konseyi’nden izin almış. Bu arada binayı da restore ettirmiş ve 1896 yılında ölene kadar burada yaşamış. 1902 yılında Nobel’in varisleri Villa Nobel’i ve eşsiz ağaçlar ve bitkilerle dolu arazisini son özel mülk sahipleri olacak olan Parodi ailesine satmışlar. Aynı aile, 1968 yılında binayı Sanremo Turizm Kurulu’na satmış.
Alfred Nobel öldükten 27, güzel villası Parodi ailesine satıldıktan 21 sene sonra, Sultan VI. Mehmed Vahdeddin Villa Nobel’e kiracı olarak taşınmış (20 Mayıs 1923). İtalyan Kralı III. Vittorio Emanuele’nin daveti üzerine Sanremo’ya gelen Vahdettin de, Alfred Nobel gibi, fazla sokağa çıkmayı sevmezmiş. Vahdeddin, 16 Mayıs 1926 yılındaki ölümüne kadar Sanremo’da sadece iki kere sokağa çıkmış. Bunlardan birincisi, şehitlerin anısına yapılan bir anıtı ziyaret etmek için Kral ile birlikte şehre gelen İtalyan Kraliçesini ziyaret etmek, diğeri ise, Sanremo’da yaşayan sabık İran Şah’ının cenaze töreni için olmuş.
Villa Nobel’in fazla dışarı çıkmayan sakinleri, Sanremolular tarafından fazlası ile merak edilmişler. Bir de üstüne, yukarıda sözünü ettiğim hekim Reşat Paşa’nın, intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tam olarak aydınlatılamayan ölümü eklenmiş. Reşat Paşa, Villa Nobel’in birinci katındaki verandada ölü bulunmuş. Gerçeğin ne olduğunu İtalyan makamları da tam olarak belirleyememişler ancak, Reşat Paşa’nın Ankara hükümetinin casusu olabileceği olasılığı hiç de akla uzak değil. Zira, İlber Ortaylı‘nın Cumhuriyet’in Doğuşu kitabında da yazdığı gibi (s. 148), “….., yeni Türkiye tarafından hanedanın faaliyeti ve dıştaki yaşamının takip edilmesi önemli bir pasajdır. Padişahın ve 1924 Mart’ından sonra halifenin Fransa’daki hayatını izlemek, Türkiye Cumhuriyeti kadar İngiltere ve Fransa istihbaratını da meşgul etmiştir”.
Sabık Sultan Vahdeddin, Villa Nobel’de yaklaşık iki sene yaşadıktan sonra, Nisan 1925’te, çok uzakta olmayan ve yine aynı caddeye açılan bir sokaktaki (Via delle Magnolie) Villa Magnolie‘ye taşınmış. Nobel müzesinin açık olduğu saate yetişemediğimiz için, Villa Nobel’in içini görememiştik. Artık bir okul olan Villa Magnolie’nin de içini göremeyeceğimizi biliyordum ama, dışarıdan da olsa gitmeye karar vermiştik. Navigasyonda Villa Magnolie diye arama yapıp sonuç alamayınca, okulun adını yazarak (Liceo Statale Gian Domenico Cassini) bulduk. Bir süre sonra bu devlet okulunun önündeydik. Bir iki fotoğraf çektim ama doğrusu burayı kitapta fotoğraflarını gördüğüm yere hiç benzetemedim. Sonra, bir yokuşta olan binanın ön cephesini görmek için bir alt sokağa indik. Çok sakin, park gibi bir sokaktı. Ağaçlık ve hoş bir yer. Biz etrafa bakarken, bir hanım belirdi ve bana. “Burası bizim kamusal alanımız”, dedi. Bunu tam olarak ne için dediğini anlayamadım. “Burası özel, çıkın” mı demek istiyordu, yoksa açıklama mı yapıyordu, tam olarak kestiremedim. Yine de ona sormaya karar verdim. Biraz tereddütten sonra, son Osmanlı Sultanı’nın yaşadığı villayı aradığımızı söyleyince, nereyi kastettiğimizden iyice emin oldu ve gayet güzel bir şekilde tarif etti. Bulunduğumuz yere yakın, aynı isimli bir okul binası daha varmış. Elimizle koymuş gibi bulduk. Meğerse, Villa Nobel’e giderken biz Villa Manoglie’nin bulunduğu Via delle Magnolie sokağının önünden geçmişiz. Evet, bu kez tanıdım. Bu büyük bina, Vahdeddin 16 Mayıs 1926 yılında öldükten kısa bir süre sonra, 1928’de, bir İngiliz okulu haline çevrilmiş. Yazar Italo Calvino da 1929 yılında, 6 yaşında iken, çocuklarının faşist bir eğitim almasını istemeyen ailesi tarafından bu okula verilmiş.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Vahdeddin öldüğü zaman, Sanremolu esnaf alacakları için kapıya dayanmış ve şehrin makamlarından yardım istemişler. Yabancı kaynaklar, Vahdeddin’in yanında götürdüğü para miktarı, verdiği kiralar ve masraflarından, ayrıca yeğeni ve mahiyetindeki bazı kişilerin casinoya gitme düşkünlüklerinden yola çıkarak, paranın üç seneyi bulmadan bittiğini hesaplıyorlar. Padişahın ölümünden on gün sonra yeğeni Şehzade Sami, Sanremo valisini ziyaret ederek, tüm dünyadaki hanedan üyelerinden para toplanarak, borçların ödeneceği teminatını vermiş. Buna karşın, cenaze levazımatçısına olan borç da dahil olmak üzere, borçlar ancak resmi makamlar aracılığı ile el konulan eşya ve mücevherlerin düzenlenen bir mezatta satılması sonucu ödenebilmiş. Başka birçok ilginç belgenin yanında, mezatın ilanının fotoğrafını da Mandelli’nin ilginç kitabında görebilirsiniz. Cenaze ise, belediyeye ait eski bir cenaze arabası ile Villa Manoglie’den alınıp, önce trenle Genova’ya, sonra Trieste’ye ve oradan da Şam’a götürülmüş.
Akşam yemeği için önceden yer ayırttığım La Pignese, araştırmalarımdan tahmin ettiğim gibi, dört dörtlük bir “fine dining” mekanıydı. Restoran, günümüzde hala balık mezatının yapıldığı söylenen antik balık pazarının bulunduğu Piazza Sardi‘de. Eğer öyleyse de, ben etrafta herhangi bir salaşlık görmedim, koku hissetmedim. 1919’dan beri aynı aile tarafından titizlikle işletilen La Pignese’nin adı, şehrin orijinal yerleşim yeri olup günümüzde bir semti olan Pigna ile bağlantılı olarak, Pignalı demek. Birinci Dünya Savaşı’ndan dönüp, burayı açan büyükbaba aslen Pignalı imiş. Deneyerek tanıklık edebileceğimiz nefis tatların yaratıldığı bu mekan, Sanremo’nun ileri gelenleri dışında, sanatçıların, yazarların ve özellikle müzik yarışması için şehre gelen şarkıcıların gözde bir mekanı olarak ünlenmiş. Ancak, bu şöhret işletmeyi kesinlikle şımartmamış. İlkelerinden taviz vermeyen, her şeyin saat gibi işlediği, titiz bir işletme. Bembeyaz masa örtüleri, zevkli yemek ve çatal-bıçak takımları ile burada geçirilen saatleri her yönden verilen paraya değer bir hale getiriyorlar. Ancak, para için prensiplerinden de vaz geçmiyorlar. İnternet sayfalarında, şort ve parmak arası terlik giyen müşterilerin kabul edilmediğini okumuştum. Nitekim, biz yemek yerken, üstlerinde tam da bu izin verilmediği belirtilen giyim tarzı ile bir Amerikalı çift geldi. Aslında, giydikleri kıyafetler oldukça pahalı, keten ve marka ürünlerdi ama sonuçta üstlerinde şort ve ayaklarında parmak arası terlik vardı. Yanımızdaki masa boş ve rezervasyonsuz olmasına karşın, geri çevrildiler. İşletmenin bu ilkeli duruşunu çok beğendim. Masa da çok uzun süre boş kalmadı zaten. Çok geçmeden, spor ama şık giyinmiş iki İtalyan kadın geldi.
Gelelim, o muhteşem yemeklere… Benim başlangıç olarak içtiğim Pignese’nin özel balık çorbasının içinde yok yoktu ve çok lezzetliydi. Sadece balık değil, her türlü kabuklu deniz ürünü, karides, kalamar, kerevit, ne arasanız vardı… Eşim, Pignese’nin yine özel lasagna’sını tercih etti. Ana yemek olarak, kalkan balığı olduğuna inanması zor bir tabak yedik. Ne bir düğme ne de kılçık. Fileto şeritleri rulo yapılmış ve etraflarına turp yaprağı sarılmış. En altta ise nohut ile yapılmış bir sos ve ince patates dilimleri. Böyle bir kalkan hayatımda hiç yemedim. Çok lezzetliydi. Yemekte BioVio şaraphanesinin Bastia d’Albenga yöresi Pigato üzümünden yaptığı ‘Bon in da Bon’ Pigato DOC Riviera Ligure di Ponente 2021 organik beyaz şarabını içtik. Tatlı konusuna gelince… Daha o sabah artık tatlı yememeye karar vermiştik. İyi ki o kararımıza sadık kalamamışız. Eşim çok özel sosuyla Pignese’ye özgü bir Tiramisu yerken ben, içinde bezeler olan bir Şam fıstığı mousse yedim. Tatlı ile birlikte, desert wine (tatlı şarabı) olarak, bizim 2015 yılından beri tutkunu olduğumuz, Antinori-Castello della Sala şaraphanesinin Umbria bölgesinde ürettiği Sauvignon Blanc, Grechetto Bianco, Traminer, Sémillon ve Riesling üzümleri karışımından yaptığı Muffato della Sala 2019 IGT içtik.