Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Geçen sene yaptığımız 17 günlük Sicilya gezisi sırasında gittiğimiz yerlerle ilgili paylaşımlarımı, Villa Romana del Casale ile ilgili bir önceki yazım ile tamamlamıştım. (Okumamış olanlar, her zaman olduğu gibi, link aracılığıyla söz konusu yazıma erişim sağlayabilirler). Yazımın sonunda, özellikle yeme-içme konusuna ağırlık veren kısa bir kapanış yazısı da yazacağımı belirtmiştim. İşte o yazı…

Bundan 10-15 yıl önce, Sicilya’ya gitmek çoğumuz için hala bir bilinmeze doğru gitmek hissi uyandırırdı. Sanırım bu konuda, başta Francis Ford Coppola‘nın ünlü Godfather (Baba) filmi olmak üzere, gördüğümüz Mafya filmlerinin etkisi büyüktü. Yıllar içinde, hem Sicilya’da çetelere karşı (zaman zaman bedeli ağır olan) kararlı bir mücadele yapıldı hem de büyük yatırım projeleri ile desteklenen bir kalkınma hareketi yaşandı. Artık çevremizde Sicilya’ya gidenlerin ya da gitmeyi düşünenlerin sayısı arttı.

Konu Sicilya’ya gitmek olunca, sorulması gereken soruların başında adada nerelere gitmeli ile başlamak gerekli kanımca. Bu blogda her zaman vurguladığım gibi, böylesi kararlar son derece kişiseldir. İlgi alanlarınıza, neyi sevip sevmediğinize, ne kadar zaman ayırabileceğinize ve şüphesiz bütçenize bağlı olarak düşünülmesi gereken bir konudur bu. Biz, en baştan beri adanın çevresinde aşağı yukarı bir tam tur yapmaya karar vermiştik. Ayrıca, arkeoloji ve antik şehirlere meraklı olduğumuz için, başta popüler antik ören yerleri olmak üzere, mümkün oldukça yolumuzun üstündeki daha az bilinen yerlere de gittik. Bunların bazıları turların genel rotalarının dışında yerlerdi. Buna karşın, son derece zengin tarihi olan Sicilya’daki arkeolojik alanların çok azını görebildiğimizi düşünüyorum. Zira, sadece adanın kendisinde değil, çevresindeki küçük adalarda bile birçok antik alan olduğunu biliyorum.

Yukarıda belirttiğim gibi, Sicilya’nın çok zengin bir tarihi var. Tıpkı Anadolu gibi, Sicilya’yı da birçok uygarlık vatan bilmiş. Gitmeden önce, bu konuda kısa bir bilgi sunmaya çalıştığım Sicilya’da İki Hafta (1) başlıklı ilk yazımı okumanızı öneririm. Adanın turizm açısından en popüler yerleri, tarihsel olarak Antik Yunan (Grek) bölgeleri olan doğu tarafında. Bunların başında, bildiğiniz gibi, Taormina, Siracusa, Catania var. Ben de buraları çok beğendim. Ancak kanımca, ağırlıklı olarak hala Arap kültürü etkisi taşıyan batı tarafını ya da en azından Palermo‘yu görmeden Sicilya’nın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Palermo’yu veya Cefalù‘yu merkez yaparak batı tarafında bizim de gittiğimiz pek çok yere gidebilirsiniz. Sadece doğu bölgesinde kalmayı düşünürseniz, tam olarak Palermo gibi olmasa da, Catania da büyük bir şehir olarak size Sicilya’nın çok turistik olmayan yönleri hakkında da bir fikir verecektir. Taormina ya da Siracusa’da kalırken, sadece bu güzel şehirleri değil, çevredeki Val di Noto (Barok Vadisi) şehirlerinden bazılarını, arkeoloji merakınız çok fazla olmasa da Villa Romana del Casale’yi görmenizi öneririm. Bence, Sicilya’yı bağımsız ve bizim yaptığımız gibi detaylı gezmek için araba kiralamak gerekli. Bu konuda da öneri ve uyarılarımı serinin ilk yazısında bulacaksınız. Yine park yerleri, yollar, benzin, kaza olması durumu ve benzeri konulardan da daha önce, yaşadıklarımıza dayanarak, bilgiler vermiştim.

Sicilya’nın çok zengin bir mutfağı var. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm milletlerden bir şeyler almışlar ve bunları da belirtmekten çekinmiyorlar. Özellikle adanın batı tarafında, mimaride olduğu gibi, mutfaklarında da Arap etkisini çekinmeden, hatta bir tür gururla belirtiyorlar. Araplar, 250 yıllık hükümranlıkları boyunca, gastronomi açısından Sicilya’ya çok katkıda bulunmuşlar. Onların adaya getirdiği Şam fıstığını Sicilyalılar halen mutfaklarında, sadece tatlı ve dondurmalarda değil, sıcak tabaklarda da çok güzel bir şekilde kullanıyorlar. Bunun yanında, nar da Arapların buraya getirdiği bir meyve. Diğerleri, portakal, limon, şeftali, pamuk, patlıcan ve kayısı. Zeytin ve şarap yapmak için üzüm Sicilya’ya Grekler tarafından getiriliyor. Araplar, var olan zeytin türlerini çeşitlendiriyorlar. Ayrıca, bağcılığa da önem veriyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, deniz ürünleri çok güzel. Dondurma ve tatlılar ise, gerek çeşit gerek lezzet olarak müthiş.

Gezdiklerimiz, gördüklerimiz dışında, Sicilya bizim için yeme-içme açısından da unutamayacağımız bir deneyim oldu. İki yer dışında, yemek yediğimiz yerlerden çok memnun kaldık. Daha hesaplı ve mütevazi yerlerden tutun da oldukça pahalı restoranlara kadar her gittiğimiz yerde çok lezzetli yemekler yedik. Geçtiğimiz yıl Sicilya’da Michelin’in farklı listelerine girmiş olan toplam 90 restoran vardı. Bunların 3 tanesi 2 yıldızlı, 17 tanesi 1 yıldızlı, 7 tanesi BIB Gourmand, 2 tanesi yeşil yıldızlı ve kalanı ise Michelin Rehberi’nde yer alan restoranlardı. Farklı şehirlerde olmak üzere, biz bunların arasından 5 tanesinde yemek yedik ve çok memnun kaldık. Bildiğiniz gibi, Michelin yıldızları veya sıralaması restoranlara bir yıllık bir süre için veriliyor. Bir yıl sonra, kimliklerini açıklamayan hakemler tarafından işletmeler tekrar ziyaret edilip değerlendiriliyorlar. Bu konuda titiz iseniz, gitmeden önce Michelin’in web sitesinden bu restoranların son statülerini kontrol edebilirsiniz.

Restoranlarda genelde başlangıç (antipasti) tabakları epeyce değişik ve zengin. Sebze olarak, patlıcan oldukça yaygın ve çok güzel bir şekilde kullanılıyor. Patlıcan sevdiğim için, özellikle, patlıcan ile yapılan, involtini di melanzane benim favorimdi. Bir tür sarma olan involtini, farklı sebzelerle olduğu gibi, et ya da balık ile de yapılabiliyor. Hangi malzemeden yapılıyorsa, içindeki dolgu (Şam fıstığı, başka sebzeler, peynir, mantar ve benzeri olabilir) o malzeme ile sarılıyor. Deniz ürünleri ile yapılan involtini’ler arasında birkaç kez yediğimiz kılıç balığı (pesce spada) sarma çok lezzetli. Deniz ürünlerinden ahtapot (polpo), midye (cozze), karides (gamberetto), deniz kestanesi (riccio di mare), çipura (orato) ve levrek (branzino) yaygın olarak kullanılıyor. Bir de tabii, aslında başlangıç olan ama, benim gibi sevenler için ana yemek de olabilen arancini var. İstanbul‘da da arancini’yi iyi yapabilen az sayıda İtalyan restoranı var ama Sicilya’dakiler başka. Adanın batısında da (Palermo, Trapani), doğusunda da (Catania, Siracusa) arancini’nin ana vatanı olduğunu iddia eden şehirler var. Ancak, herkesin kabul ettiği gerçek, bu lezzetli yiyeceğin 10. yüzyılda Araplar tarafından icat edildiği.

Birinci tabaklar arasında elbette hamur işleri (pasta) var. Aslen Catania’ya özgü olan pasta alla Norma bunların arasında en meşhuru. Adını, Vincenzo Bellini‘nin Norma operasından alan bu tabak, değişik makarna türleri ile yapılabiliyor. Onu özel kılan, domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen ile yapılan sosu. Bunların dışında elbette pizzalar bol miktarda var. Sicilya’ya özgü olan sfincione, kalın bir pizza.

Sicilya’da ana yemek konusunda oldukça zengin bir seçenek yelpazesi var. Sadece zengin deniz ürünleri kaynağına dayananlar değil, kuzu, keçi ve at etine uzanan özel yemekler var. (Bazı bölgelerde av etlerinin de ünlü olduğunu okudum). Bunların her birinin yanında lezzetli sebze garnitürleri oluyor.

Tatlı konusu başlı başına ayrı bir konu çünkü, Sicilya’da tatlılar da çok güzel. Sicilyalılar, bu konuda da başarılı olmalarını Araplara, onların çeşit çeşit şerbetlerine ve meyve temelli tatlılarına dayandırıyorlar. Bunlar özellikle meyveli jöleler, sorbeler, cassata Siciliana olarak adlandırılan ve içinde badem ezmesi ve meyve kabukları olan süngerimsi kekler ve üstleri meyvalı şekerleme ile kaplı küçük badem ezmeleri olarak karşınıza çıkıyor. Sicilya tatlı mutfağında genel olarak tatlı ile tuzlunun, narenciye ile peynirin ve kurutulmuş meyvelerle bademin karışımı çok lezzetli ve başarılı bir şekilde yapılıyor. Bir de tabii, başlı başına ayrı bir lezzet olan cannoli var ki, anlatmak yetmez… Ricotta peyniri, şekerleme yapılmış meyve ve şam fıstığı ile kremamsı bir hale getirilmiş iç malzemesi, tüp şeklinde ve kızartılmış hamurun içine dolduruluyor ve üstüne pudra şekeri serpiliyor. Yaygın görüşe göre, cannoli de Sicilya’daki Emevi Arapların döneminde (827-1091 yılları arasında), Caltanisetta‘da icat edilmiş. Adanın her yerinde yiyebilirsiniz. Yediğimiz bazı bar ve kafelerde gözlemlediğime göre, hamur kısmını ve dolgusunu ayrı ayrı tutuyorlar ve servis etmeden hemen önce içlerini dolduruyorlar. Dışının sürekli çıtır çıtır olmasını bu şekilde sağlıyorlar sanırım. Sicilya’da dondurmalar da çok güzeldi. Dondurma sevenler için lezzetli seçenekler var. Sıcak havalarda granita da denemek isteyebilirsiniz. İtalya’da da yazın sıklıkla rastalayabileceğiniz granita, şeker, su ve taze meyve şurupları ile yapılıyor. Özellikle Catania, Messina ve daha sonra Palermo granita’nın orijinal yeri olma konusunda iddialılar. Tarihsel olarak yine Orta Çağ’daki Arap dönemi sırasında, Etna Yanardağı‘nın karları ile yapıldığı görüşü yaygın. Ana kara İtalya’sında ise, Romalıların dağlardaki karlarla granita’yı keşfettikleri görüşü de yok değil. Ancak genel kabul, granita’nın Sicilya’ya özgü olduğu yönünde.

Yazımın bundan sonraki bölümünde, kaldığımız veya gittiğimiz yerlerdeki oteller, restoranlar, yemekler ve şaraplar hakkındaki bilgileri kısaca tekrarlayacağım. Üzüm ve şarap konusu da Sicilya’da son derece çeşitli ve zengin. Meraklıların gitmeden önce bu konuda biraz çalışmalarını öneririm.

CEFALÙ

Konaklama:

Cefalù’da İsviçreli Hapimag şirketine ait tesiste kaldık. Bu şirket, Bodrum’daki Sea Garden tatil köyü ve otelinin de sahibi. Kalabilmek için üye olmak gerekiyor. Eğer üyeliğiniz varsa, burada kalabilir ve bazı şehirler için üs olarak kullanabilirsiniz. Biz Cefalù’dan günü birlik gidip gelerek Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Eğer Hapimag üyeliğiniz yoksa, Cefalù ve Palermo’da kalacak yer konusunda çok seçenek var. Sizin için bir seçenek de, Palermo’da kalarak Cefalù ve diğer saydığım yerlere günübirlik gitmek olabilir. Sicilya’da nerede olursa olsun, eğer araba kiraladıysanız, kalacağınız yerin ücretli veya ücretsiz otoparkı olmasına dikkat edin. Özellikle bazı yerlerde otopark ciddi sorun yaratabilir.

Restoran, Yemekler, İçki:

Cortile Pepe (Michelin)

Bir aile işletmesi olan bu restoranda yediğimiz kabak yaprağından involtini çok güzeldi. Pesto ve Şam fıstığı soslu spaccatelle de lezzetliydi.

Kabak yaprağı kullanılarak yapılmış involtini
Pesto ve Şam fıstığı soslu nefis spaccatelle

Şarap olarak yemekte, adanın kuzey batısında küçük bir bağda az miktarda ekilen Perricone üzümünden üretilmiş bir şişe Rallo-Rujari 2017, tatlılarla ise Malvasia üzümünden Malvasia delle Lipari 2007’den birer kadeh içtik.

Triscele

Yediklerimizi not etmemişim ama, çok memnun kaldık. Onun için önerebilirim. Duomo bölgesine biraz uzak ve çevrede araba park etmek zor. O nedenle, daha önce Cefalù ile ilgili bölümde önerdiğim, sahildeki otoparka arabanızı bırakıp yürümenizi öneririm.

Şarap olarak, Trapani kırsal bölgesindeki Firriato şaraphanesinin o bölgede ekilen Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden ürettiği Camelot Sicilia DOC 2015 şarabını içtik.

Cefalù’da ayrıca, Piazza Marina‘daki dondurmacı da önerebileceğim yerlerden.

Piazza Marina’da yediğimiz o müthiş dondurma…

PALERMO

Restoran, Yemekler, İçki:

Osteria dei Vespri (Michelin)

Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.

Tarçınlı armut, makaron, çikolata, karamelize edilmiş
badem ve portakal ile hazırlanmış enfes tatlı ve birer kadeh
Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018

Bar del Centro di Zama Giuseppe

Çok merkezi bir konumda olan bu yere tesadüfen oturduk. Fazla iddialı görünmeyen bu işletmeden çok memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok güzeldi. Yanında, Sicilya biralarından Birra Messina içtik. Sicilya biraları da denemeye değer.

MONREALE

Restoran, Yemekler, İçki:

Mirto Giovanni

Adını sonradan öğrendiğim, katedralin önündeki meydanda, köşede olan bu bar, Sicilya’da memnun kalmadığımız iki yerden biri oldu. Pizza idare ederdi ama arancini berbattı. Bir şeyler içmek için oturulabilir ama self-servis olan mekanda o da bir mesele çünkü yerel halk sürekli önünüze geçiyor.

CASTELLAMMARE DEL GOLFO

Restoran, Yemekler, İçki:

La Cambusa

Yemekleri kaliteli, buna karşın oldukça ucuz bir restoran. Buranın klasikleşmiş yemeklerinden couscous di pesce (balık kuskusu) ve involtini di pesce spada (kılıç balığı sarma) çok güzeldi. Yalnız, porsiyonlara dikkat edin çünkü epeyce büyük.

O akşam, deniz ürünleriyle, beyaz şarap içtik. Şarabımız, Marsala’nın 12 km uzağında yer alan Marco de Bartoli şaraphanesinin %100 Zibibbo üzümünden yapılmış Pietranera 2021 idi.

Castellammare del Golfo ile ilgili yazımda, oraya ertesi gün, Trapani ve Erice‘ye giderken, tekrar uğradığımızı yazmıştım. Bir gece önceki fırtınadan sonra, Castellammare del Golfo’yu pırıl pırıl bir güneşin altında görmek çok güzeldi. Bu kez güzel havanın tadını sahildeki salaş bir mekanda çıkarmıştık. Mekanın adını belirten herhangi bir tabela yoktu. O nedenle adını yazamayacağım ama, sahilde, Via Don Leonardo Zangara‘nın üzerindeydi. Basit ve iddiasız menüden karışık peynir ve şarküteri tabakları seçtik ve bir Messina birası olan Birra Dello Stretto non-filtrata içtik. Pek keyifli idi.

AGRIGENTO

Konaklama:

Agrigento’da çok memnun kaldığımız bir Oda-Kahvaltı işletmesinde kaldık. Adı, Dimora dei Templi idi. Küçük ama gayet organize ve temiz bir yerdi. Üstelik, Tapınaklar Vadisi‘ne de yakındı. Odamızdan tapınaklardan ikisinin görülebiliyor olması da ayrı bir hoşluktu.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Terrazza degli Dei (Michelin)

Beş yıldızlı otel Villa Athena‘nın restoranı. Agrigento’daki en güzel iki tapınağın (Concordia ve Juno) manzarası onu en az yemekleri kadar özel yapıyor. Romantik bir ortamda, lezzetli yemekleri ve mükemmel servisi ile hep hatırlayacağım bir gece olacak.

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası

Yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Petit Verdot, Syrah üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Yemek sonrası, tatlı ile yine Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından içtik.

Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Bu noktada, öğlen oturduğumuz bir yerde içtiğimiz bir birayı da önermek istiyorum. Yukarıda, şarapların yanında, Sicilya biralarını da denemenizi önermiştim. Tİ-Mİ-Lİ, filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira. Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretiliyormuş.

MESSINA

Konaklama:

Hotel Royal Palace, biraz eskimiş ve ışıltısı gitmiş bir otel ama temiz. Ayrıca, Messina’da görülecek yerlerin çoğuna yürüme mesafesinde.

Restoran, Yemekler, İçki:

Ristorante I Ruggeri

Akşam yemeği yediğimiz bu restoran, deniz ürünleri ve balık ağırlıklı menüsü olan bir yer. Messina’da zaten özellikle deniz ürünleri yemeniz öneriliyor. Yemekler lezzetli idi. Şarap olarak, Tasca d’Almerita ailesine ait, Salina adasındaki Tenuta Capofaro bağlarında yetiştirilen Malvasia di Lipari üzümünden üretilmiş Didyme 2021 şarabını içtik.

Leziz deniz ürünleri…

TAORMINA

Konaklama:

Villa Paradiso konum, hizmet ve oda kalitesi açısından son derece memnun kaldığımız bir otel oldu. Ayrıca, yakınında anlaşmalı bir otoparkı olması da Taormina için çok önemli.

Restoran, Yemekler, İçki:

La Napoletana

Sicilya’da yemeklerinden memnun kalmadığımız iki yerden birisi. Trip Advisor’da çok methedilen bir yerdi ancak, hayatımızda yediğimiz en kötü pizza idi diyebilirim. Pişmemiş olmasının nedeni, biz gittiğimizde aşırı kalabalık olmasından dolayı olabilir.

Cinque Archi (Michelin)

Taormina’da Michelin listesinde olan bir mekan ancak, biz burada yemek yemedik. Yemek sonrasında kafesinde oturduk. Her zaman hareketli olan Piazza IX Aprile‘de bir şeyler içmek ve etrafı seyretmek için güzel bir kafe.

Ristorante Cinque Archi, günün her saati cıvıl cıvıl
olan Piazza IX Aprile‘de, Orta Kapı‘ya (Porta di Mezzo) bitişik

Otto Geleng (Michelin)

Grand Hotel Timeo‘nun Michelin yıldızlı efsanevi restoranı Otto Geleng, yemekleri ve atmosferi ile gerçek bir fine dining deneyimi sunuyor. Özel bir kutlama veya anılarda özel bir yeri olmasını istediğiniz bir akşam için ideal bir yer. Executive Şef Roberto Toro‘nun yarattığı tabakların her biri çok rafine ve lezzetliydi.

Otto Geleng‘de lezzet, kalite ve zarafet bir arada
Şef Roberto Toro‘nun özel ikramı

Yemekte, daha önce de içtiğimiz, Donnafugata’nın Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2016 şarabını içtik. Tatlı yanında ise yine Donnafugata’nın Ben Ryé (Rüzgarın Oğlu) Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabını içtik.

CATANIA

Konaklama:

Doluluk nedeniyle iki gece iki ayrı otelde kaldık. Önce Katane Palace Hotel‘de, sonra Mercure Catania Excelsiorde kaldık. İki oteli de seçme nedenimiz otoparklarının olması ve görmek istediğimiz yerlere yürüme mesafesinde olmalarıydı.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Vicolo

Akşam yemeği için gittiğimiz bu restoran pizza ve benzeri yemekleri ile şarküteri ürünleri iyi olan bir yer. Yediğimiz iki çeşit focaccia lezzetliydi. Yemekle, Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Bu şaraphanenin bağları Palermo yakınlarında imiş. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyormuş.

Al Vicolo’da focaccia

Trattoria del Cavaliere

İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de yedik. Buranın at eti ile hazırlanan bir yemeği ünlüymüş ama biz, rigatoni alla Norma yedik. Catania’ya gelip de alla Norma soslu bir şey yemesek olmazdı. Daha ayrıntılı bilgi için Catania ile ilgili yazıma bakabilirsiniz. Çok lezzetliydi. Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico da çok güzeldi.

Rigatoni alla Norma
Siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico

Şarap olarak, Donnafugata‘nın Cabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılan Tancredi Dolce&Gabbana 2018 şarabını içtik.

İki restoranda da, masaların büyük bölümünde Catanialıların olduğunu belirtmeliyim. Bir restorana yerel insanların da gitmesi her zaman iyi bir işarettir.

SIRACUSA

Konaklama:

Grand Hotel Ortigia‘dan çok memnun kaldık. Konum, servis kalitesi, otopark, her yönden mükemmeldi.

Restoran, Yemekler, İçki:

Al Forte Campana Ristorante Pizzeria

Otelin yakınındaki bir ara sokakta rastladığımız bu küçük restoranda yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Özellikle, yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi.

Deniz kestaneli spaghetti…

Yemekte, Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabını içtik.

Cannoli‘nin ana vatanının Sicilya olduğunu unutmayın…
Burada yediğim de çok güzeldi

Regina Lucia (Michelin)

Duomo Meydanı’nda, çok memnun kaldığımız bir restoran. Yemekler, Siracusa ile ilgili yazımda belirttiğim gibi çok değişik ve lezzetliydi. Hem aydınlatılmış Duomo ve meydanın genel ambiyansı hem de restoranın yarattığı hava çok güzeldi.

Ana yemek şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri (üstte), tatlı olarak Şam fıstığı bisküvisi ve Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması

Şarap olarak burada, daha önce La Cambusa’da içtiğimiz beyaz Pietranera DOC 2021 içtik.

La Volpe e l’Uva

Duomo Meydanı’nda bir başka restoran. Pizza ve pasta da var, deniz ürünleri ve balık da. Lezzetli ama Regina Lucia’nın yemekleri kadar etkileyici değildi.

La Volpe e l’Uva lokantasında tuna balığı, burrata ve kalamar

Burada, Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.

Son olarak, iyi şarap içmeye meraklıysanız, Sicilya’ya gitmeden buraya özgü üzümler ve şaraplar hakkında bir ön araştırma yapmanızı öneririm. Sicilya’da her bölgenin farklı tatlar sunan, kendine özgü üzümleri ve şarapları var. Örneğin, Etna Yanardağı bölgesinin şaraplarının, Sicilyalıların kendi ifadesi ile, “mineralimsi” bir tadı var. Ancak, restoranlarda çoğunlukla adanın değişik bölgelerinin şaraplarını bulmak mümkün. Maceraperest olmak ve bilmeden denemek de bir yöntem tabii ki. Ama, kısıtlı zamanda vakit kaybetmemek için kısa bir araştırma yapılabilir. İyi restoranlara gitmeden (hatta yolculuğa çıkmadan) önce rezervasyon yapmak iyi olur.

Yemek konusunda olduğu gibi, şarap konusunda da herkesin damak zevki elbette farklıdır. Yine de, araştırmalarınızda belki bir ipucu olabilir ümidiyle, aşağıda bizim içtiğimiz şarapları beş üzerinden beğenme derecemize göre sıraladım.

Başka yolculuklarda, başka şehirlerde ve kıtalarda buluşmak dileğiyle…

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Siracusa‘da kaldığımız günlerden birini, son yıllarda sosyal medyada epeyce meşhur olan Villa Romana del Casale‘ye ayırdık. Bu isim size hemen bir şey ifade etmeyebilir ama, bu tarihi yapıda bulunan bir mozaiğe atıfta bulunmak için kullanılan “Romalı bikinili kızlar” ifadesi size bir çağırışım yapacaktır. Villa Romana’ya Catania‘dan da, Siracusa’dan da gitmeniz mümkün. Aslında, Catania’dan gitmek yarım saat kadar daha kısa sürüyor. Ama biz yine de, Siracusa’dan gitmek üzere plan yapmıştık. Gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı, zorunlu nedenlerle bizim Villa Romana del Casale’ye gitmeden önce tekrar Catania’ya gitmemiz gerekti. Siracusa’ya gelmeden önce, Modica yakınlarında lastiğimizin patlamasını ve iki hayırsever Sicilyalının nasıl yardım ettiğini daha önce yazmıştım. (Bu yazıya erişim için linki kullanabilirsiniz). Takılan stepne bizi saatlerce çekici beklemekten kurtarmıştı. Ancak, stepnenin normal boyutlarda olmaması hem belli bir hızın üstünde gitmemizi engelliyor hem de can güvenliği açısından risk yaratıyordu. Arabayı değiştirmek en akıllıca çözümdü ama, Siracusa’daki Avis’in elinde uygun araç yoktu. Mecburen Catania havaalanında, iki hafta önce aracı ilk kiraladığımız Avis’e gitmek zorunda kaldık. Neyse ki, Catania’daki Avis görevlisi hem çok iyi İngilizce konuşuyordu hem de çok hızlı ve pratik bir insandı. Kısa zamanda işimizi halettik ve yeni araba ile yola koyulduk.

Tüm bu işleri yapmak doğal olarak bizden epeyce zaman çaldı. O nedenle, daha önce o gün gitmeye karar verdiğimiz Enna, Aidone ve Piazza Armerina‘yı gezmekten vazgeçtik. Zaman kalırsa, belki en son Caltagirone‘yi de sıkıştırabiliriz diye düşündük. Yine çok güzel, ne çok sıcak ne serin bir gündü. Gökyüzü masmavi, güneş pırıl pırıldı. Yolun iki yanında verimli tarım arazileri, zeytinlikler ve bahçeler vardı. Bir de çok geniş kaktüs tarlaları. Evet, düzenli aralıklarla dikilmiş, sıra sıra kaktüsler. Sicilya’da ve İtalya’da kaktüslerin meyvasının sevildiğini ve yendiğini biliyordum ama hiç böyle özel olarak dikildiklerini görmemiştim. Kaktüsün üzerinde, bir uzantı gibi, yumru şeklinde oluşan bu meyvanın buruk, değişik bir tadı var. Mayhoş tatlardan hoşlananlar sevebilir. Annem çok severdi mesela. Göz alabildiğine uzanan bu kaktüs tarlalarının fotoğrafını çekebilmeyi çok isterdim ama ne yazık ki, yolda duracak uygun bir yer bulamadık.

Sıra sıra kaktüs dikilmiş tarlaların fotoğrafını çekemedim ama, sizin için
iStockphoto‘dan meyvalarının bir fotoğrafını buldum …
Aynı kaktüslere adanın her yerinde saksılar içinde de
rastlamak mümkün. Bunu, Siracusa‘da,
Porta Marina‘da çekmiştim.

Villa Romana del Casale’ye gitmek için, Piazza Armerina’ya gitmeniz gerekiyor. Piazza meydan anlamına geldiği için, gitmeden önce burayı gözümde canlandırmakta zorlandım. Okuduklarıma göre, bir yerleşim yeri idi. Öte yandan, bir yerleşim yerinin adının “meydan” olması da bana epeyce tuhaf geldi. Gittiğimizde gördük ki, burası gerçekten de hiç de küçük olmayan bir yer. Katedrali, müzeleri ve sarayları ile dört başı mamur küçük bir şehir. Önceleri adı sadece, Latince’den gelen, Piazza imiş. 1862 yılında Armerina adı eklenmiş. Romalılar döneminde tarihinin en parlak dönemini yaşamış. Bir dönem bölgenin toplanma ve ticaret merkezi olduğu için bu ismi almış olabilir. Romalılardan kalan eserlerin arasında en önemlisi, hiç şüphesiz, tarih ve arkeoloji meraklılarının akın ettiği Villa Romana del Casale. Piazza Armerina’dan buraya ağaçlıklı bir yolda beş kilometre gittikten sonra varıyorsunuz.

1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan Villa Romana del Casale, M.S. 4. yüzyılda yapılmış. Ancak, yapının temelinin altında ortaya çıkan buluntulara dayanarak, burada daha önce, M.Ö. 1. ile 3. yüzyıllar arasında yapılmış bir başka villa olduğu da saptanmış. Mangone Dağı‘nın eteklerindeki bu ilk villanın üzerine daha sonra, 4. yüzyılda bu etkileyici yapı inşa edilmiş.

Villanın hamamının külhan (praefurnium) bölümü
Orta Çağda seramik fırını olarak kullanılmış
Hamamın ılıklık (tepidarium) bölümünün tabanının altını gösteren bu kesit, kare şeklindeki tuğlalar aracılığı ile yükseltilen zeminin alttan nasıl ısıtıldığını gösteriyor. Külhan bölümünde yanan ocakların ısıttığı hava, yerin altındaki bu boşlukta dolaşarak alttan ısıtmayı sağlıyormuş.

Villanın kime ait olduğu konusunda uzmanlar arasında iki farklı görüş var. İlkine göre burası, bir Romalı aristokrat senatöre ya da Romanın adadaki valisine ait olabilir. İkinci görüşe göre ise, villa doğrudan bir imparatorluk emri ile yapılmış. Hangi görüş kabul görürse görsün, Afrikalı mozaik ustalarının eseri olduğu düşünülen eşsiz mozaikler üst düzey bir zenginlik ve ihtişama işaret ediyorlar. Dev kamusal alanlar, kişisel salon ve odalar ile halka da açık olduğu anlaşılan büyük bir hamam bu döneme ait. Bizans ve erken Orta Çağ dönemlerinde (5. ile 8. yüzyıllar arasında), ilk yapının üzerine bir yerleşim yeri yapılmış ve etrafı sur ile çevrilerek tahkim edilmiş. Bu dönemde, hamam bölümünün soğukluk kısmı (frigidarium) bir Hristiyan ibadethanesine dönüştürülmüş. Arap-Norman dönemine (9. ile 13. yüzyıllar arasında) gelindiğinde Villa Romana del Casale büyük bir Orta Çağ yerleşkesinin (günümüzde Piazza Armerina) parçası haline gelmiş. 12. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir çökme geçiren villa, 13. yüzyılda terk edilmiş. 14. yüzyılda, villanın bulunduğu yerde Casale adı verilen yeni bir köyün kurulması ile beraber burada tekrar bir canlanma başlamışsa da, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan seller nedeniyle göçler olmuş ve yapı zamanla toprak altında kalmış. Giderek unutulan bu muhteşem yapı, 19. yüzyılda yabancı gezginlerin ve bilim insanlarının merakını uyandırmaya başlamış. Bu arada, define avcıları ve işin ehli olmayan kazıcılar nedeniyle tahribatlar da olmuş. İlk olarak 1820 yılında, Sabatino del Muto tarafından Sicilya’daki Britanya Konsolosu adına düzgün bir kazı yapılmış ve kalıntılarla beraber mozaiklerin önemli bir bölümü toprak altından çıkarılmış. 20. yüzyıl boyunca da yapılan düzenli kazılarla Villa Romana del Casale zaman içinde günümüzde gezilebilen haline gelmiş.

Kısaca tarihini anlatmaya çalıştığım Villa Romana del Casale’de ilk olarak büyük hamam bölümü sizi karşılıyor. Biz henüz burayı gezerken, büyük bir turist grubu geldi ve villa kısmına bizden önce girdi. Endişelenecek bir şey yok diye düşündüm. Ancak, sonradan içeride bu durum gerçekten can sıkıcı oldu. Mozaiklere zarar vermemek amacıyla, tüm villanın içini dolaşan, tahtadan ve yüksekte bir yürüme yolu yapılmış. İçeriyi bu yolu izleyerek geziyorsunuz. Tur rehberinin aşırı uzun ve detaylı anlatımlarına bir de grubun tüm yürüyüş yolunu kaplaması eklenince, her salonda bırakın ağız tadıyla mozaiklere bakmayı, şöyle birkaç kare fotoğraf çekebilmek bile imkansız oldu. Sonunda, dayanamadık ve tur rehberini kibarca uyardık. Kadının tepkisi soğuk ama profesyonelce oldu, öne geçebileceğimizi söyledi. Tam geçerken, yaş ortalaması epeyce yüksek olan gruptan bir adam terbiyesizce küfür etti. Ortam gerildi. Bir iki karşılıklı atışmadan sonra, biz öne geçtik ve daha rahat gezmeye başladık. Villanın içinde oldukça ayrıntılı, tatmin edici açıklama tabelaları var.

Masaj odasının tabanındaki mozaikte bir atlete yardımcıları çeşitli kokulu yağlarla masaj yapıyorlar. Yardımcıların sayısının dört olması, kişinin oldukça varlıklı olduğunu gösteriyor. Genel olarak, masaj hamam sefasının son aşaması olarak kabul ediliyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, villanın hamam bölümü halkın kullanımına da açık şekilde yapılmış. Bu nedenle hamama bir genel, bir de villadan, ev halkının kullandığı, özel bir giriş var. Ayrıca, hamamın, gymnasium, masaj odası, tuvalet, dinlenme bölümleri gibi, sadece ev sahibine özel kısımları da var. Evin genelindeki mozaikler, güzelliklerinin yanında, o mekanın ne amaçla kullanıldığı konusunda da birer ipucu görevi görüyorlar. Örneğin, masaj odasında vücuduna yağlarla masaj yapılan bir atlet, kilerde yiyecek, yatak odasında sevişen bir çift mozaikleri var.

Villanın bir zamanlar muhteşem bir girişi olduğu söyleniyor. İki yanında iki tane havuzlu çeşme olan bir kapıdan, revaklı bir ilk avluya girilirmiş. Burada, sol tarafta dışardan gelenler için doğrudan hamama bir giriş var. Karşıya doğru yürürseniz de önce bir antreden geçip, villanın özel
bölümündeki ikinci bir revaklı avluya giriliyor.
Antre
Sütunların arkasında ikinci revaklı avlu
Antrede, misafielerin karşılanmasını anlatan mozaik

Villanın kişisel alanları, çevresi revaklı dikdörtgen bir avlunun etrafında sıralanmış. Giriş yapılan ilk revaklı avlu ve antereden sonra bu bölüme ulaşıyorsunuz ve avluyu çepeçevre geziyorsunuz. Avlunun ortasında bir de havuz var. Tam karşıda ise, büyük bir bazilika bölümü var. Daha önce birkaç kez belirttiğim üzere, bazilika kelimesi, daha sonraki yaygın kullanımından ötürü, bir Hristiyan ibadethanesini çağrıştırsa da, aslında kökü Grekçe olan bir kelime. Romalılar tarafından belli tür yapılara bu isim verilmiş. Söz konusu yapıların özelliği, uzun ve sağlı sollu iki sıra sütun ile desteklenmiş olmaları. En sonda ise, yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) var. Sanırım böylesi bir yapıyı, bir ana nef ve iki yan nefi, karşıda da altarın bulunduğu apsisi olan bir kilise ya da katedral olarak kolayca gözünüzün önüne getirebildiniz. Ancak, bu planla inşa edilen bazilikalar Romalılar tarafından mahkeme salonu ya da büyük sivil toplantılar için yapılmışlar.

Villanın özel alanındaki odalar, ortasında havuz
bulunan, ikinci revaklı avlunun çevresine sıralanmışlar
Avluyu çevreleyen revağın tabanındaki mozaiklerde,
madalyon benzeri desenlerin ortasında,
çeşitli hayvan başları var

İnanılmaz ince bir işçilik ile yapılmış olan mozaiklerin, incelemek için insanın saatlerini alacak detayları var. Ancak, tabii ki bunun için yeterli vakit yok. Eminim, birkaç kere gidilirse, her seferinde farklı şeyler göze çarpacaktır. Burada size, etkileyici bulduğum, aynı zamanda villanın en çok ilgi gören salonlarından bazılarından söz edeceğim. Bunlardan ilki, hamam bölümündeki Salone del Circo. “İki Apsisli Salon” olarak da anılan bu salonun gymnasium (spor salonu) olduğu tahmin ediliyor. Yerdeki mozaikte bir quadriga (dört atın çektiği savaş arabası) yarışı var. Mozağin ortasındaki dikilitaştan dolayı buranın, Roma’daki Circus Maximus hipodromunun bir canlandırması olduğu düşünülüyor. Salon da zaten hipodromlara benzer tarzda, elips şeklinde. Mısır’dan getirilen bir obelisk olan bu dikilitaş Circus Maximus’a İmparator Augustus veya II. Constantius tarafından koydurulmuş. Hatırlarsanız, Sultanahmet’teki eski hipodrom alanının (Osmanlı dönemindeki At meydanı) ortasında da aynı şekilde Mısır’dan getirilmiş bir obelisk var.

Salone del Circo
Diğer adıyla, İki Apsisli Salon
Ortadaki dikilitaşın daha iyi görülebilmesi için, fotoğraf kalitesinden ödün verme pahasına sizin için resmi
biraz büyüttüm ve koyulaştırdım

Hamamdan villanın özel tarafına geçerken, ailenin kullanımı için yapılmış bir latrina, yani tuvalet var. Trapeze benzer bu bölümde duvar kenarında bir dizi tuvalet varmış. Tuvaletlerin altında, alanı çevreleyen duvar boyunca giden bir kanalizasyon sistemi var. Oturak kısımları, 1960’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında elden geçirilmiş. Tuvalet salonunun ortasındaki alanda da çeşitli hayvanların görüldüğü bir mozaik var.

Tuvalet (Latrina)
Aslında tuvaletler duvar boyunca, çepeçevre sıralı imiş. Kanalizasyon
kısmının da görülebilmesi için, restorasyon
sırasında sadece bir bölümü yapılmış.

Villanın ev kısmından hamama geçilen bir odadaki mozaikte, evin hanımını iki yanında birer sarışın çocuk ile yıkanmaya giderken görüyoruz. Bir görüşe göre bu çocuklar evin hanımının kendi çocukları. Diğer bir görüşe göre ise bunlar, hamama giden hanımlarına eşlik eden, Cermen ırkından iki köle. Sarışın figürlerin yanlarında görünen hizmetkarlar hamamda gerekecek eşyaları taşıyorlar.

Villadan hamam bölümüne özel geçiş
Evin hanımı hamama gidiyor

Yine ilginç bir mozaiğin bulunduğu bir başka oda, “küçük av odası” olarak geçiyor. Oturma odası veya kışın kullanılan bir yemek odası olduğu tahmin edilen bu oda da adını mozaikte aktarılan sahnelerden alıyor. Tam ortadaki açık havada yenen bir yemek sahnesinin etrafında çeşitli av sahneleri var. Bu sahnelerin özellikle iki tanesi çok ilgi çekici. Sol altta, at üzerindeki iki avcı boynuzlu üç geyiği, iki ağaç kütüğüne gerdikleri ağa doğru kovalayarak, yakalamaya çalışıyorlar. Bu sahnenin üst tarafında ise, iki tane kuş avcısı görüyoruz. Ağacın yaprakları arasına saklanan avlarını görmeye çalışıyorlar. Omuzunda bir şahin olan avcılardan birisi, çok gerçekçi bir şekilde, daha iyi görebilmek için bir elini alnına götürerek, güneşe karşı siper yapıyor. Sağ alt köşede ise, bir yaban domuzu avı sahnesi var. Avcılardan biri domuzun saldırısı ile yaralanmış, yerde yatıyor. Bir başka avcı yaralının yardımına koşmuş. Bu sırada, yüksek bir yerden taş atan başka avcılar domuzu bir bataklık alana doğru gitmeye zorluyorlar. Kapana kısılan domuzun ayakları yavaş yavaş batıyor.

Küçük Av Odası
Sol alt köşede geyik avı sahnesi, onun üstünde kuş avcıları
Sağ alt köşede domuz avı sahnesi

Villanın bu yazıda geçen salonlarının dışında, birçok değişik amaç için kullanılan ve servis odası olarak adlandırılan odası var. Platform aracılığı ile çizilen rotayı takip ederek, bana göre Villa Romana del Casale’nin en çarpıcı yer mozağine ulaşıyorsunuz. “Büyük av” olarak adlandırılan bu mozaik, bazilika bölümünün antresi görevini gören uzun koridoru kaplıyor. Mozaik o kadar büyük ki, tek bir fotoğraf karesine sığdırmak imkansız. Ayrıca insan, hangi köşesini inceleyeceğini şaşırıyor. O kadar güzel ayrıntılarla dolu ki. Mozaiğin konusu; başkent Roma’daki sirk gösterileri için imparatorluğun her köşesinde yapılan vahşi ve egzotik hayvan avları, avlanan hayvanların zarar görmeden, sağlam bir şekilde Roma’ya ulaşmaları için tahta kafeslere konmaları, kara yolu ile en yakın limana (Afrika’da bunun büyük olasılıkla Kartaca olduğu belirtiliyor) ulaştırılmaları, orada gemilere yüklenmeleri ve tabii ki, tüm bu süreçleri yürüten avcılar, askerler, atlılar, esirler ve gemiciler. Bu sahnelerin hepsi, uzun koridor boyunca resmedilmiş olan imparatorluğun doğudan batıya uzanan geniş toprakları üzerinde yer alıyor.

Sayısız sahne ile dolu Büyük Av mozağinden birkaç bölüm

Gelelim “bikinili kızlar” odasına. Aslında servis odalarından birisi olarak adlandırılan bu odanın da tabanı benzerleri gibi geometrik desenli bir mozaik ile kaplıymış. Daha sonra orijinal tabanın üzerine, atletizmin çeşitli dallarında yarışan kadın atletlerin resmedildiği bu mozaik yapılmış. Kızların kıyafetleri günümüzün bikinilerine benzetildiği için halk arasında “bikinili kızlar” olarak anılsalar da, aslında bunlar kadın atletler. Karşılaşmalar arasında ağırlık kaldırma, disk atma, koşu ve top oyunları olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Aşağıda solda toga giyinmiş bir yetkili kazananlara verilen bir taç ve palmiye dalı tutuyor. Aşağıda ortada ise, katıldığı karşılaşmayı kazanan bir katılımcı tacı ve palmiye yaprağı ile görünüyor.

İmparatorluğun dört bir köşesinde avlanan hayvanlar, taşınıyor
ve gemilere yüklenerek Roma’ya yollanıyor

Villanın en ünlü mozaiklerinden bir başkası, bulunduğu odanın büyük olasılıkla bir yatak odası olduğunu ima ediyor. Burada bulunan mozaiğin ortasında birbirine sarılmış, sevişen bir çift var.

Bikinili Kızlar” olarak anılan mozaikte çeşitli dallarda yarışan kadın atletler var. Altta ortada, bir karşılaşmayı kazanan atlet ödül olarak tacını ve palmiye dalını almış. Mozaiğin sol üst köşesinde, önceden bu tabanın geometrik desenli bir mozaik ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz. Sonradan üzerine bu atlet kızlar mozaiği yapılmış.
Sanki voleybol oynuyorlar gibi…
Koşan atletlerden biri
Odaya koridordan bakış

Bazilika bölümü aslında önünde bulunan “büyük av” koridorundan görülebiliyor ama, mozaiklerin üstüne basılamayacağı için, bu bölüme girmek için dışarı çıkıp, bir başka kapıdan girmeniz gerekiyor. Burası mimari olarak ilginç çünkü yukarıda sözünü ettiğim orijinal bazilika mimarisinin daha sonra nasıl evrilerek Hristiyan ibadethanelerine uyarlandığını insan daha net anlayabiliyor.

Yatak odasındaki ünlü mozaik

Bazilika bölümünde, daha önce Agrigento‘daki Tapınaklar Vadisi’nde Düşen İkarusheykelini gördüğümüz Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014) iki eseri de var. Mitoraj’ın bu eserleri de birer İkarus. Belli ki, Yunan mitolojisinin bu kahramanı Mitoraj’ın zihnini epeyce meşgul etmiş. Efsaneye göre, İkarus Girit’teki Knossos’tan babası Daedalus’un kendisi için yaptığı kanatları kullanarak kaçar. Kanatlar kuş tüyünden yapılmıştır ve balmumu ile vücuduna yapıştırılmıştır. İkarus kurtulmasına kurtulmuştur ama, babasının sözünü dinlemeyerek güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlarını tutan balmumu erir ve Ege Denizi‘ne düşer, boğulur. Bu efsaneye dayanarak, Ege Denizi’nde bir adanın adı, İkaria‘dır. Mitoraj Ikaro adlı heykelinde, kanatlarını kaybetmiş, yenilmiş ve başı öne eğik bir İkarus canlandırmış. İkinci heykel, Ikara, bir dişidir. Aslında Yunan mitolojisinde dişi İkarus yok ama, İkarus’a ithaf edilen adanın ismi bu dişiyi çağrıştırıyor. Kanatları olan bu heykel aslında sanatçı tarafından bir androjen olarak yapılmış. Belki İkarus’u izlemek istiyor ama, ayak bileğine yapışmış bir el onu tutuyor… Igor Mitoraj’ın villanın girişinde de güzel bir eseri var: “Sonsuza Kadar Çift“…

Roma’daki Circus Maximus hipodromuna
gönderme yapılan bir başka mozaik
Homeros‘un Odysseia destanından bir sahne
Ulysses (yani Odysseus) insan yiyen dev Polyphemus‘a şarap sunarken
Bir yunusa binmiş Arion ve lir ile çaldığı müziğin büyüsüne kapılarak onu izleyen deniz hayvanları ve yaratıkları
Geometrik motifleri ile dikkat çeken bir mozaik. Sağ taraftaki erkeğin kıyafetinden dolayı kendisinin önemli
bir kişi olduğu sonucuna varılmş.

O gün Siracusa’ya dönmeden, Villa Romana del Casale’den 45 dakikalık bir uzaklıkta olan Caltagirone‘ye de gittik. Val di Noto‘nun (Barok Vadisi) Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerinden birisi olan Caltagirone seramikleri ile ünlü. Ancak, burada Puglia‘nın seramikleri ile ünlü Grottaglie şehrindeki havayı bulamadık. Birkaç sene önce gittiğimiz Grottaglie’de yanyana, bazıları birer sanat galerisi havasında, bir sürü seramik atölyesi vardı. Üretilen şeyler ince bir zevk ürünüydü. Caltagirone’de o tür yerler görmedik. Girdiğimiz dükkanlarda da bizi etkileyen bir şey bulamadık. Belki hava kararmak üzere olduğu için biraz acele ettik ve tam olarak doğru atölye ya da dükkanlara rastlayamadık. Bilemiyorum. Gerçi sonunda Caltagirone’deki bir atölyede yapılmış, duvara asılan çok güzel bir seramik balık aldık ama, ertesi gün Siracusa’dan. Dükkan sahibi, Caltagirone’de özel bir atölyeye yaptırdığını söyledi.

Bir nymphaeum bulunan revaklı oval salon.
Buradaki mozaikler, mekanın işlevine
uygun olarak, su ve deniz ile ilintili

Caltagirone’yi çok fazla gezemedik ama, ünlü seramik merdivenlerini gördük. Scalinata di Santa Maria del Monte (Santa Maria del Monte Merdiveni) olarak bilinen bu basamaklar, 1606 yılında, eski Caltagirone’yi tepede kurulan yeni şehire bağlamak için yapılmış. 130 metreden fazla bir uzunluğu olan 150 basamaklı merdivenlerin yapımı 10 sene sürmüş. 1954 yılında, yukarıdaki Santa Maria del Monte Kilisesi’ne çıkan merdivenin her basamağı yerel seramik sanatçıları tarafından donatılmışlar. Her basamakta, Sicilya’dan gelmiş geçmiş farklı milletlerin, farklı yüzyıllara ait eserlerini temsil eden motifler kullanılmış. Her yıl mayıs ayındaki Çiçek Festivali sırasında basamaklar çiçeklerle donatılıyormuş.

Bazilikaya “büyük av” koridorundan bakış
“Büyük av” koridorunun mozaiklerine zarar
gelmemesi için bazilikaya dışarıdan giriliyor
Igor Mitoraj‘ın Ikaro ve Ikara heykelleri
Igor Mitoraj’ın villanın girişindeki “Sonsuza Kadar Çift” heykeli

Bu yazı ile birlikte, 2022 Ekim ayında iki haftadan biraz fazla bir süre boyunca gezdiğimiz Sicilya ile ilgili yazı dizimin de sonuna gelmiş oluyorum. Dilerim, daha önce gidenlerin anılarını tazelemelerine, henüz gitmeyenlerin de gezi planlarını yapmalarına katkıda bulunabilmişimdir. Kendi adıma, son derece ilginç binlerce yıllık tarihi, arkeolojik ve tarihi eserlerinin zenginliği, müzeleri ve müthiş mutfağı ile Sicilya’nın, gezdiğim tüm yerler arasında çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.

Caltagirone‘deki Scalinata di
Santa Maria del Monte merdivenleri

Sadık bir okuyucum olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, bundan sonra yazacağım kısa bir yazıda önceki yazılarımda sözünü ettiğim yeme-içme mekanları, yediklerimiz, içtiğimiz Sicilya şarapları ve benzeri konuları toparlayacağım. Sonrasında ise, yeni yolculuklar, yeni heyecanlar ve anılar gelecek…

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sözü hiç dolandırmadan baştan söyleyeyim. Eğer bir gün tekrar Sicilya‘ya gidersem, Siracusa kesinlikle tekrar gitmek isteyeceğim şehirlerden birisi olacaktır. Siracusa, birçok bakımdan çok beğendiğim bir şehirdi. Özellikle şehir merkezinin bulunduğu Ortigia Adası‘nın ambiansı, tarihi eserleri, Arkeolojik Parkı, restoran ve kafeleri, dükkanları pek güzeldi. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Siracusa’ya geldiğimiz ilk gün biz, bavullarımızı bile açmadan, hemen Val di Noto‘ya (Barok Vadisi) doğru yola çıkmıştık. Akşam döndüğümüzde, geç vakit otelin yakınında yemek yemiş (Ristorante Pizzeria Al Forte Campana) ve yatmıştık.

Grand Hotel Ortigia

Siracusa’da kaldığımız Grand Hotel Ortigia, 1890 yılında açılmış, beş yıldızlı bir oteldi. İki köprü ile ana karaya bağlı olan Ortigia Adası’nda, deniz kenarında, çok hoş bir işletme. Titizlikle yönetilen, ödediğiniz ücretin hakkını veren bir oteldi. En üst katta, denize bakan odamız da çok güzeldi. Sabahları odanın balkonunda oturup, hem bir gün önce yaptıklarımızı not etmek hem de önümüzdeki marinadaki tekneleri, martıları ve adanın çevresini dolaştıran gezi motorlarının gidişini izlemek büyük bir keyif olmuştu benim için. Pırıl pırıl güneşin altında masmavi bir gökyüzü ve deniz, sadece seyrek gezi motorlarının sesi ile bölünen sessizlik ve sakinlik… Unutamayacağım bir güzellikti. Aynı katta bulunan kahvaltı ve yemek salonu da aynı manzarayı bir başka açıdan sunuyordu. Otelin bizim için bir başka önemli özelliği de, önünde kendisine ait bir otoparkı olması idi.

Siracusa, antik dünyanın en önemli süper güçlerinden birisi olmuş bir şehir. Bir dönem o kadar kuvvetlenmiş ki, Grek dünyasında prestij olarak Atina‘yı geçmiş. O zamanlar Syracusae olarak bilinen ve Sicilya’nın doğu kıyısında bulunan Siracusa, M.Ö. 734 yılında Yunanistan’ın Korint bölgesinden buraya gelen Grekler tarafından kurulmuş. Bu da demek oluyor ki, Taormina‘nın yakınlarındaki Naxos ile hemen hemen aynı tarihte kurulmuş. M.Ö. 485 yılında, Sicilya’nın güney sahilinde bir başka site devleti olan Gela‘nın diktatörü Hippocrates tarafından ele geçirilmiş. Bir dizi diktatörün yönetiminden sonra, M.Ö. 465 yılında yaşanan bir devrimden sonra demokratik düzene geçilmiş. Peleponez Savaşları (M.Ö. 431-404) sırasında, M.Ö. 413 yılında, Siracusa tarafından desteklenen Selinunte‘ye karşı Segesta‘ya destek olmak için yola çıkan Atinalılar, oraya gitmek yerine Siracusa’ya saldırmışlar. Sonuç, ağır bir yenilgiye uğrayan Atinalılar için tam bir hüsran olmuş. M.Ö. 405 ile 367 yılları arasında yönetimde olan I. Dionisius (Büyük olan diye de bilinir) zamanında Siracusa, en güçlü Grek site devleti haline gelmiş ve ezeli rakibi Kartacalılara karşı üç savaş kazanmış. M.Ö. 465’teki demokratik devrime rağmen bir despot olan I. Dionisius zamanında Siracusa, büyük bir imar dönemi geçirmiş. İnşa edilen kamusal yapılarla şehir, Batı Dünyası’nın en mamur yerleşim yerlerinden birisi haline gelmiş. M.Ö. 213 ile 211 yılları arasında Siracusa Romalılar tarafından kuşatılmış. Bu dönemde, Siracusa doğumlu olan Arşimet Romalılara karşı tüm bilimsel ve mekanik yaratıcılığını ve zekasını kullanmış. Başvurduğu yöntemler arasında, Romalıların görüşlerini engellemek ve aynı zamanda belki de gemilerini yakmak için dev ayna ve merceklerin kullanılması da varmış. Tüm bunlara rağmen, Siracusa M.Ö. 211 yılında Romalılar tarafından zaptedilmiş. Bu sırada Arşimet, kuşatmayı yöneten Roma Konsülü ve General Marcus Claudius Marcellus‘un aksi yönde verdiği kesin talimata karşın, bir Romalı asker tarafından öldürülmüş. Marcellus çok değer verdiği bu bilim insanının öldürülmesine çok kızmış. Konu hakkında çok sonra yazan Plutark‘a (M.S. 45–119) göre, öldürme olayı hakkında iki değişik anlatım varmış. En popüler anlatıma göre şehir zapt edildiği sırada Arşimet bir matematik çizimi üzerine düşünmekteymiş. Romalı bir asker onu komutan Marcellus’a götürmek için emir verince, Arşimet önce problemi çözmesi gerektiğini söylemiş. Bu yanıta çok sinirlenen asker Arşimet’i bir kılıç darbesi ile öldürmüş. Bir başka anlatıma göre ise, Arşimet o sırada matematiksel problem çözümünde kullandığı bir takım aletler taşıyormuş. Bunların değerli şeyler olduklarını düşünen asker, bilgini öldürmüş.

Odamızın da bulunduğu otelin teras katından manzara

Siracusa Roma döneminde eskisi kadar etkin bir şehir olmasa da, Romalıların Sicilya’daki yönetim merkezi yapılmış. İmparatorluğun Doğu ve Batı yönetim bölgeleri arasında önemli bir ticaret limanı haline gelmiş. Bu arada, Tarsuslu Aziz Paul‘ün şehre gelmesinden sonra Siracusa’da Hristiyanlık yayılmaya başlamış. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Ostrogotların, daha sonra Bizans İmparatorluğu‘nun (M.S. 535) ve M.S. 878 yılında Arapların eline geçmiş. Orta Çağ boyunca Siracusa’nın önemi gittikçe azalmış. Yaklaşık 250 yıl süren Arap dönemi sırasında adanın başkenti Siracusa’dan Palermo‘ya taşınmış. Katedral camiye dönüştürülmüş ve Ortigia Adası’nda İslami tarzda binalar yapılmış. Ticaretin yanında, şehirde sanatsal ve kültürel faaliyetler de oldukça fazla olmuş. Aralarında Sicilyalı Arap şairlerin en önemlisi sayılan İbn Hamdis de olmak üzere, birçok Arap şair yetişmiş. Sicilya’nın geri kalanında olduğu gibi, Siracusa’daki Arap hakimiyetine Normanlar son vermiş. Bir taraftan Norman, diğer taraftan Alman Hohenstaufen hanedanından olan Kutsal Roma İmparatoru ve aynı zamanda Sicilya Kralı II. Frederick‘in ölümünden sonra yaşanan kargaşa sırasında Siracusalılar, Fransız Angevin (diğer adıyla Anjou) hanedanına karşı Aragonluları tutmuşlar. Bu sayede, adanın İspanyol yönetimi boyunca önemli ayrıcalıklarla ödüllendirilmişler.

Önümüzdeki sakin marina

Siracusa, 1542 ve 1693 depremleri sırasında çok ağır bir şekilde tahrip olmuş ve Val di Noto’daki şehirler gibi, Barok tarzda yeniden yapılmış. 1729 yılında veba, 1837 yılında ise kolera felaketi yaşanmış. Kolera salgını, yönetimde olan İspanyol Bourbon hanedanına karşı bir ayaklanma başlamasına neden olmuş. Ceza olarak, bölge merkezi Noto’ya taşınmış ama huzursuzluk bastırılamamış. Siracusalılar adadaki 1848 devrim hareketine katılmışlar. İtalya’nın 1865’te birleşmesinden sonra Siracusa tekrar bölge merkezi konumuna kavuşmuş. 19. yüzyılın sonuna doğru şehrin duvarları yıkılmış ve Ortigia Adası’nı karaya bağlayan bir köprü yapılmış. Ayrıca, Siracusa’ya demiryolu bağlantısı da inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında hem Almanlar hem de Müttefik Kuvvetleri tarafından çok yoğun bombardımana tutulan Siracusa, savaş sonrasında yaşanan endüstrileşme sürecinde kuzeye doğru hızla genişlemeye başlamış. Günümüzde Siracusa’nın başlıca gelir kaynakları tarıma dayalı sanayi ve ticaret ile birlikte balıkçılık endüstrisi ve turizm.

Siracusa’nın muhteşem bir arkeolojik parkı var. Parco Archeologico della Neapolis şehrin eşsiz Grek ve Roma mirasından günümüze kalanları şahane bir doğal ortamda görebileceğiniz ve arkeolojik kalıntıların arasında kendinizi bir yandan da gerçekten bir park ortamında hissedeceğiniz bir yer. Bakımlı çimenlikleri, çam, selvi ve zeytin ağaçları ile kuş cıvıltılarının yarattığı ortam açısından Siracusa’nın Neapolis (Yenişehir) Arkeolojik Parkı’nı, Sicilya’da gördüğümüz benzerleri arasında bir numaraya koyabilirim.

Parco Archeologico della Neapolis
gerçekten bakımlı bir park görünümünde

Neapolis Arkeolojik Parkı’na gitmek için, Ortigia Adası’ndan köprü yoluyla karaya çıkmanız ve kuzeybatıdaki tepenin yukarısına doğru gitmeniz gerekiyor. 35 hektarlık bir alan kapladığı söylenen arkeolojik parkın çevresi yüksek demir parmaklıklarla çevrili. Arabanızı bu parmaklıkların dışında, yol boyunca park edebilirsiniz. Arkeolojik parkın en önemli iki çekim noktası hiç şüphesiz Grek Tiyatrosu ve Roma Amfiyatrosu. Ancak, Latomia adı verilen antik taş ocaklarının bulunduğu bölümü de gezmeyi ihmal etmeyin.

Bilet alıp, içeri girdikten sonra yolu ve tabelaları takip ederek aşağı doğru ilerleyin. Arkeolojik parkın farklı bölümlerine girmek için, aldığınız bileti farklı turnikelerde okutmanız gerekecek. O nedenle, biletinizi kaybetmeyin. Biz, ilk önce sol taraftaki eserlere yöneldik. Şüphesiz siz, kendi isteğinize bağlı olarak sağ taraftan da başlayabilirsiniz.

Hieron Altarı

İlk olarak, Tanrı Zeus’a adanmış Hieron Altarı karşımıza çıktı. M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı belirtilen bu sunağın kalıntılarından bile, zamanında ne kadar devasa bir yapı olduğu anlaşılıyor. Antik dönem Grek dünyasının en büyük altarı olarak tanımlanıyor. Adını, burayı yaptıran, Siracusalı diktatör II. Hieron‘dan almış. Sonraki yüzyıllarda sunağın taşları başka yapıların inşası için acımasızca talan edilmiş. Özellikle 15. yüzyılda, Ortigia adasının çevresinde İspanyollar tarafından yapılan kale surları için buradan çok taş götürülmüş.

Roma Amfiyatrosu

Yine aynı tarafta bulunan Roma amfiyatrosu ve çevresi, kendinizi en çok bir parktaymış gibi hissedeceğiniz alan. Kuş seslerinin dışında hemen hemen hiç ses olmayan bu bölümde sanki gezenler de sessizliği bozmaktan çekiniyorlarmış gibiydi. Bir ağacın altındaki üç görevli de huzurun tadını çıkarıyor, oturdukları sandalyelerde alçak sesle sohbet ediyorlardı. Biçilmiş çimenlerin ve peyzaj düşünülerek dikildikleri belli olan ağaçların taçlandırdığı amfitiyatro ise ortada yer alıyordu. M.Ö. 1. yüzyılda yapılmış olan amfitiyatro, benzerleri gibi, gladyatör karşılaşmaları için yapılmış. Arkeologlar yerin altındaki bazı hücre ve koridor gibi bölümlerin suya karşı yalıtıldıklarını saptamışlar. Buradan hareketle, amfitiyatronun su oyunları için de kullanılmış olabileceği sonucuna varmışlar. Taormina ile ilgili yazımı okuyanlar belki anımsarlar, Romalıların büyük havuzlarda deniz savaşları simülasyonları yapmaktan çok hoşlandıklarını yazmıştım. Eğlenmek için yapılan bu oyunların gerçekleştirildikleri büyük havuzlara ya da bu havuzları barındıran binalara da Naumachie veya Naumachia adı verilirmiş. Bu durumda, Siracusa’nın Roma amfitiyatrosu istendiği zaman bir Naumachia’ya dönüştürülebilecek şekilde yapılmış diyebiliriz.

Üzerlerinde bulunan derin izlerden dolayı, amfitiyatronun ortasındaki sütunların bazı sahne mekanizmaları için yapılmış olabileceği belirtiliyor. M.S. 399 yılında gladyatör okulları Theodosius tarafından kapatılmış. M.S. 404 yılında da gladyatör dövüşleri Honorius tarafından kesin olarak yasaklanmış. Bundan sonra amfitiyatro başka türlü eğlenceler için kullanılmaya başlanmış. Zaman içinde terk edilen yapı, 16. yüzyılda Siracusa’nın şehir surlarının yapımı için İspanyollar tarafından sökülmeye başlanmış.
Amfitiyatronun etrafındaki bazı izlerden buranın daha önce bir taş ocağı olarak kullanıldığına karar verilmiş. Taş ocağının dikey duvarlarında
oyulmuş bu nişlere adak amaçlı olarak küçük
tanrı ve tanrıça heykelleri konurmuş

Arkeolojik parkın içindeki ana yürüme yolunun sağ tarafına geçtiğinizde, bu kez Teatro Greco‘ya, yani Grek Tiyatrosu‘na ulaşacaksınız. Bu bölümün turnikelerinden geçtikten sonra tiyatro hemen görünmediğinden dolayı giriş kısmının tabelasını kolaylıkla es geçebilirsiniz. Nitekim, bizim için de öyle oldu. Bu girişi görmeden aşağılara inmişiz. Oraları gezip, epeyi bir sorup soruşturduktan sonra, tekrar geri dönüp gezebildik.

Siracusa‘nın muhteşem Grek Tiyatrosu

Siracusa’nın Grek Tiyatrosu, özellikle aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında, çok etkileyici. 15.000 kişilik oturma kapasitesi ile Sicilya’da günümüze kadar en iyi korunabilmiş antik tiyatro olduğu belirtiliyor. M.Ö. 5. yüzyılda, mimar Damocopos tarafından yapılmış. İzleyen yüzyıllarda üzerinde çok değişiklik yapılmış. Bunların arasında en temel değişim, M.Ö. 3. yüzyılda, Romalılar döneminde olmuş. Antik Yunanlılar bu tiyatroyu Sophocles, Euripides ve Aeschylus gibi antik tiyatro ustalarının eserlerinin sergilenmesi için kullanırken, Romalılar yapıyı bir gladyatör karşılaşmaları arenasına çevirmişler. Günümüzde tiyatroda antik Yunan eserleri sahneleniyor.

15.000 kişilik oturma kapasitesi olan tiyatroda günümüzde de
Antik Yunan eserleri sahneleniyor

Tiyatrodan aşağıya doğru inen yolu izlediğiniz zaman Latomia del Paradiso olarak adlandırılan bölüme ineceksiniz. Latomia Yunanca taş ve kesmek kelimelerinden geliyor. Yani burası bir taş ocağı. Antik kentleri gezerken yapımlarında kullanılan taşların nasıl ve nereden getirildiği konusunu çok az düşünürüz. Siracusa’daki antik anıtlar buradaki kireçtaşı ocaklarından çıkartılan taşlarla yapılmışlar. İnsan eliyle oyulmuş mağaralarda taşların nasıl kesilip çıkarıldığını açıkça görebiliyorsunuz. Burası aynı zamanda esirlerin tutulduğu bir açık hava cezaevi. Atina ile yapılan savaş sırasında burada binlerce esir tutulduğu söyleniyor. Tahmin edeceğiniz gibi, taş ocaklarında da bu esirler kullanılmış. Latomia’nın adına Paradiso (cennet) kelimesinin eklenme sebebi, daha sonra dikilen limon ve portakal ağaçları ile buranın hoş bir bahçe haline getirilmesinden dolayı. Siracusa’da benzer tarzda birkaç Latomia daha var.

Latomia del Paradiso

Latomia bölümündeki Orecchio di Dionisio (Dionisius’un Kulağı) mağarası, antik kentteki en çok ilgi çeken ve ziyaret edilen yerlerden birisi. Ters bir kulak şekline benzetildiği için bu isimle anılıyor. İnanılmaz bir akustiği olan mağarada fısıltı bile duyuluyor. Söylenceye göre, büyük despot I. Dionisius mağaranın bu özelliğinden yararlanarak gizlice esirlerin konuşmalarını dinlermiş.

Dışarıdan ve içeriden Orecchio di Dionisio
(Dionisius’un Kulağı) mağarası
Solda Grotta dei Cordari ve ilerde sağda Grotta del Salnitro

Latomia del Paradiso’daki diğer mağaralardan Grotta dei Cordari adını, buranın 1984 yılına kadar urgan ve ip üreticileri tarafından kullanılmış olmasından alıyor. Grotta del Salnitro‘nun adı ise, uzun yıllar mağaranın nemli duvarlarındaki mineral tuzlardan yararlanılarak yapılan salnitro (güherçile) üretiminden geliyor. Güherçile (potasyum nitrat), gübre, ilaç ve patlayıcı madde yapımında kullanılan bir madde.

Grotta del Salnitro’da antik eserlerin yapımında
kullanılan taşların nasıl kesilip çıkarıldıklarını
çok açık bir şekilde görebiliyorsunuz

Neapolis Arkeolojik Parkı’nı gezerken sizi bizim düştüğümüz, sıcakta pek de hoş olmayan, bir tuzaktan korumak isterim. Gezerken, karşımıza Arşimet’in Mezarı ibareli bir yön tabelası çıktı. Heyecan içinde tabelayı izlemeye başladık. Ancak, işaret edilen ve insana sıcakta sonsuz gibi gelen merdivenlerle ulaşılan tepeye tırmanmak giderek bir işkence haline gelmeye başladı. Yine de yılmadık. Büyük bilginin mezarını görmek için değer diye düşündük. Kan ter içinde yukarı çıktık. Bizi bir tabela karşıladı: “ARŞİMET’in MEZARI- Yanlış bir şekilde, ünlü bilim adamının mezarı olduğu düşünülen Roma dönemi mezarı“. Arkeolojik Park yönetiminden birileri ziyaretçilerle fena halde dalga geçiyordu anlaşılan! İşin kötü tarafı, etrafta o tırmanışı hak edecek başka görülecek pek bir şeyin de olmamasıydı. Dönüşte tekrar aşağı doğru inerken bir sürü insan, bizim kısa bir süre önce yaptığımız gibi, oflaya puflaya sıcakta yukarı çıkıyordu. Bir an onları uyarmayı düşündük. Sonra, “Neme lazım… Herkes gerçeği kendi keşfetsin ve kendi pişmanlığını kendi yaşasın”, dedik ve yolumuza devam ettik…

Arşimet’in mezarı için yönlendirildiğimiz yer ve…
Karşımıza çıkan tabela….

Arkeolojik Park’tan girdiğiniz kapıdan çıkıyorsunuz. Bu civarda, yürüme mesafesinde görülebilecek birkaç yer daha var. Bunlardan biri, Via Teacrito sokağının sol tarafına açılan Via San Giovanni alle Catacombe sokağının içindeki Basilica di San Giovanni. Siracusa’nın ilk katedrali olarak kabul edilen San Giovanni Bazilikası, ilk olarak M.S. 6. yüzyılda, Bizans döneminde, burada çok önceden var olan katakombların üzerine yapılmış. Söz konusu katakomblar M.S. 4. yüzyıldan kalma. Bu bölüm, sadece belli saatlerde yapılan rehberli turlarla gezilebiliyor. Yapılan bazilikanın altar kısmı tam olarak aşağıda bulunan Aziz Marciano‘nun kriptinin üzerine gelecek şekilde inşa edilmiş. Siracusa’nın ilk piskoposu olan Aziz Marciano, M.S. 254 yılında Romalılar tarafından kırbaçlanarak öldürülmüş. Şehrin Arapların elinde bulunduğu dönemde bazilika neredeyse tamamen yıkılmış. Sonraki Norman döneminde yeniden yapıldıysa da, 1693 depreminde çatısı çökmüş ve bir daha yapılmamış. Yapı bu döneme kadar katedral statüsünde imiş. Ancak, daha sonra bir piskopos atanmadığı için, bu özelliğini kaybetmiş.

Siracusa’nın ilk katedrali Basilica di San Giovanni
Bazilikanın tavanı 1693 depreminde çökmüş ve bir daha yapılmamış
Sütun detayı

Yakınlardaki bir diğer gezmeye değer yer, Museo Archeologico Regionale Paolo Orsi arkeoloji müzesi. Bizim gezmeye vakit bulamadığımız bu müzenin, Sicilya’daki en zengin koleksiyona sahip arkeolojik müze olduğu belirtiliyor. Müzenin karşısında göreceğiniz, biraz tuhaf görünümlü, modern kilise, 20. yüzyılda yapılmış bir Katolik kilisesi olan Madonna delle Lacrime Bazilikası. Kimi yorumlara göre bir göz yaşını simgeleyen yapı, kimileri tarafından ise, ters çevrilmiş bir dondurma külahına benzetiliyor. 1966 yılında başlanıp, 1994 yılında tamamlanan bazilikanın yapımı, 29 Ağustos-1 Eylül 1953 tarihinde yaşandığı iddia edilen bir mucizeye dayanıyor. Buna göre, söz konusu tarihler arasında altarda görülen Meryem Ana ikonunun gözlerinden gerçek göz yaşları dökülmüş. O tarihte evli bir çiftin evinde bulunan ikonanın “ağlaması” büyük olay olmuş. Uzun incelemelerden sonra, göz yaşlarının “gerçek oldukları” Papa tarafından ilan edilmiş ve ikona için bir kilise yapılmasına karar verilmiş. Ancak, kilisenin bulunduğu alanın altında arkeolojik eserler olduğu tespit edildiği için, yapım aşamasında büyük protestolar ve tartışmalar yaşanmış. Günümüzde kutsal mabed olarak kabul edilen bazilikaya her yıl, rahatsızlıklarından kurtulmak için buraya gelerek dua eden, binlerce hacı akın ediyormuş.

Madonna delle Lacrime Bazilikası
“Mucize ikona” altardaki haçın altında
Bazilikanın konik kubbesinin içeriden görünüşü

Ana karadaki bu gezmeden sonra tekrar şehrin en eski bölgesi olan Ortigia Adası’na geri döndük. Burası aynı zamanda bence şehrin en güzel tarafı. Ortigia’yı gezmeye Apollo Tapınağı‘ndan başlamak iyi bir fikir. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki en eski Dorik tarzda yapılmış anıt kabul ediliyor. Tapınağın bir diğer önemi de, mimari olarak Sicilya’da tapınakların yapımında kullanılan malzemenin değişmesi açısından bir dönüm noktası olması. Önceden tapınaklar tahtadan yapılıyorken, belirtildiğine göre, ilk olarak Siracusa’daki Apollo Tapınağı ile birlikte bu tür yapılar taştan yapılmaya başlanmış. Tapınakta yüzyıllar boyunca çeşitli değişiklikler yapılmış. Geç Roma döneminde paganlara yapılan baskılar çerçevesinde önce kapatılmış. Daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Arapların döneminde camiye ve son olarak Normanların döneminde bir bazilikaya dönüştürülmüş. 1537 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken (V. Charles veya V. Karl) tarafından Sicilya’nın tahkimi için yapılacak yeni sur ve kalelerde kullanılmak üzere, taş ocağı haline getirtilmiş. Tapınağın taşları yoğun inşaat faaliyetleri için talan edilmiş. Ortigia Adası’nın çevresindeki surların yapımında kullanılmışlar. 1562 yılında tapınağın bir bölümü, çevredeki başka binalarla birlikte, yakınındaki İspanyol askeri kışlasının içine katılmış. Bazı bölümlerinin üstüne ise, evler yapılmış. 1890 yılında Apollo Tapınağı bir anlamda yeniden keşfedilmiş. 20. yüzyılın başlarında arkeolog Paolo Orsi‘nin çabaları sonucu üstündeki binalar boşaltılıp, kaldırılarak günümüzde gördüğümüz haliyle ortaya çıkarılmış.

Otelimizin yakınında karşımıza çıkan bu kalıntılar
Grek dönemine ait bir sokaktan günümüze kalanlar
Ortigia Adası‘ndaki Apollo Tapınağı
M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki
en eski Dorik tarzda yapılmış anıt
Apollo Tapınağı da İspanyol döneminde yapılan
surlar için kullanılmak üzere talan edilmiş

Apollo Tapınağı’nın bulunduğu meydandan ayrılıp, şık dükkanların bulunduğu Corso Giacomo Matteotti caddesi boyunca yürürseniz, bir başka ünlü meydana varıyorsunuz. Barok dönemi binalarla çevrili ve ortasında yuvarlak bir çeşme bulunan bu meydanın adı, Piazza Archimede. Yani Arşimet Meydanı. Bu meydan Apollo Tapınağı ile Siracusa Katedrali (Duomo) arasındaki mesafenin hemen hemen ortasında yer alıyor. Diana Çeşmesi olarak bilinen ortadaki çeşme, 1907 yılında heykeltıraş Giulio Moschetti tarafından yapılmış. Eser, su perisi Aretusa‘nın, ona aşık olan nehir tanrısı Alpheus tarafından kovalanmasını ve ortadaki yükseltide heykeli bulunan tanrıça Diana’nın (Yunan mitolojisinde Artemis) periyi korumak için onu bir su kaynağına çevirmesini konu ediniyor. Aretusa isimli su perisi antik Grek dünyasında yeryüzündeki sadece iki su kaynağı ile bu şekilde ilişkilendirilmiş. Bunlardan biri, daha sonra göreceğimiz, Siracusa’daki Ortigia Adası’nda bulunan kaynakmış. Diğerinin ise, Yunanistandaki Elis şehrindeki bir kaynak olduğu söyleniyor. Piazza Archimede’de bulunan Cafe Archimede Diana Çeşmesini incelemek, dinlenmek, bir şeyler içmek ve gelen geçeni seyretmek için iyi bir yer.

Piazza Archimede‘deki Diana Çeşmesi

Yazımın başında Siracusa’yı ve özellikle buradaki Ortigia Adası’nı ne kadar sevdiğimi belirtmiştim. Taormina ile birlikte, Sicilya’da en beğendiğim iki yerleşim yerinden birisi oldu Siracusa’nın Ortigia bölgesi. Engebesiz, yayvan bir alanda, çok hoş ve huzur verici bir yer. Yazın çok sakin olmayabilir ama o zaman bile kalabalığın insanın içini sıkmayacağını düşünüyorum. Ortigia’da beni gerek gece gerekse gündüz büyüleyen yer Duomo ve onun bulunduğu meydan, Piazza del Duomo oldu. İlk olarak hava karardıktan sonra gördüğüm bu meydanı daha sonra, gündüz görünce de çok sevdim. Meydanın en güzel köşesinde bulunan Siracusa Katedrali (Duomo di Siracusa) ve meydanı çevreleyen, aralarında Belediye Sarayı’nın da bulunduğu, saraylar Noto’daki binalarda kullanılan taşlardan daha beyaz bir kireç taşı ile yapılmışlar. Etrafındaki yüksek duvarlara rağmen görülebilen Başpiskoposluk Sarayı’nın bahçesindeki limon ağaçlarının görüntüsü de ayrı güzel. Gündüz güneş ışıkları altında pırıl pırıl görünen meydan gece ise, yapılan kısık ve yumuşak tonda aydınlatma ile müthiş etkileyici, adeta büyüleyici bir havaya bürünüyor. Arşimet Meydanı’ndan buraya gelmek için Via Roma‘yı izlemeniz yeterli. 250 metre kadar sonra katedrale ulaşıyorsunuz.

Duomo di Siracusa
Gündüz ayrı güzel…
Alaca karanlıkta ayrı güzel…

İtalya’nın herhangi bir bölgesinde ya da Sicilya’da, birçok yerleşim yerini kapsayan bir geziye çıktıysanız, bir süre sonra katedral ve kilise gezmekten sıkılabilirsiniz. Her şehrin illaki bir Duomo’su ya da herhangi bir nedenle ünlü olmuş bir, bazen birden fazla kilisesi vardır. Bir süre sonra,

– Aman, yeter artık, diyebilir ve gezmekten vazgeçebilirsiniz.

Siracusa Katedrali’nin dış cephesinde Athena Tapınağı‘nın
sütunlarını bariz bir şekilde görmek mümkün

Bunu anlayışla karşılayabilirim. Ancak, benim size önerim, Siracusa Katedrali’ni es geçmemeniz… Açıklayayım. Siracusa’daki katedral sadece o çok güzel Barok ön cephesi için değil, bütünleştiği Grek döneminden kalma Athena Tapınağı nedeniyle de çok özel bir yapı. Yukarıda sözünü ettiğim Apollo Tapınağı’na yapıldığı gibi, pagan tapınakların sonradan kiliseye dönüştürüldüğünü çok görmüş ya da okumuşuzdur. Ülkemizde, Yunanistan’da ya da İtalya’da böyle pek çok yer var. Ama genelde buralarda, işlevi değiştirilen yapıdan ya çok az ya da hiç belirgin bir iz olmaz. Çoğunlukla, eski yapının temelinin üzerine, kalan taşlar kullanılarak, bambaşka bir yapı inşa edilmiştir. Bu durumda, eski halini gözümüzün önüne getirmek çok da kolay olmaz. Siracusa Katedrali’nin kanımca en etkileyici ve güzel yanı, o koca antik tapınağın yüzyıllar sonra yapılan Hristiyan ibadet yerinin mimarisi ile son derece estetik bir şekilde bütünleştirilmiş olması. Öyle ki, gerek dışarıdan gerekse içeriden tapınağın o heybetli sütunlarını belirgin bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu unutamayacağım bir deneyim oldu benim için.

Tapınak sütunlarının katedralin içinden görünümü
Katedralin ana nefi
Tavan 16. yüzyılda yapılmış ancak, Siracusa’nın
asil ailelerine ait armalar bir sonraki yüzyılda eklenmiş
Ana nefin iki yanındaki yan nefleri ayıran kemer ve
sütunlar Bizanslilar tarafından yapılmış

Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış. Bazı kaynaklara göre, M.Ö. 480 yılında, Himera Savaşı‘nda Kartacalılara karşı kazanılan zaferin şerefine, Siracusa despotu Gelone tarafından yaptırılmış. Tapınak M.S. 6. yüzyılda Bizanslılar tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Meryem Ana’ya adanmış. Bizanslılar bunu yaparken, tapınağın sütunlarının aralarını doldurmuşlar. Bu sayede, Athena Tapınağı da bir anlamda ayakta kalmış. 7. yüzyılda başına bir piskopos gelmesi ile birlikte katedral statüsü kazanmış. 9. yüzyılda gelen Arap yönetimi sırasında yapı cami olarak kullanıldıktan sonra, 12. yüzyılda Normanlar ile birlikte tekrar kiliseye dönüşmüş. 15. yüzyılda renkli mermer kullanılarak kilisenin tabanı yeniden yapılmış. Tüm bu yönetim değişiklikleri sırasında, her yeni gelen yapıya yeni şeyler katmış. 1693 yılında yaşanan büyük deprem sırasında, daha önce Normanların yaptığı ön cephe ve çan kulesi yıkılmış. Çan kulesi bir daha hiç yapılmamış ama, katedralin ön cephesi mimar Andrea Palma tarafından Barok tarzda yeniden yapılmış.

Katedralin ana altarı
Ana altarda Hz. Meryem’in doğumunun resmedildiği
tabloyu kimin yaptığı bilinmiyor
Grek vaftiz kurnasının bronz aslanlardan
yapılmış ayakları Norman dönemden. Duvarlarda
Arap-Norman stilde mozaikler.
Sağ taraftaki nefte bulunan şapellerden Haç Şapeli
Altarın üstündeki haç, Bizans dönemine ait.

Duomo’ya ilk olarak akşam saatlerinde gitmiştik. Katedral ziyarete kapanmıştı. Bilet gişesi de o nedenle açık değildi. Kapıdaki yazıda, katedralin akşam ayini için açık olduğu yazıyordu. Biz de içeri girdik. Katedralin büyük bölümü karanlıktaydı. Görünürdeki bölümler çok sınırlıydı. Doğrusu buna bir anlam veremedim. Bir başka gün içeri bilet alarak girdiğimiz zaman, bunun nedeni ortaya çıktı. Bu kez, katedralin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Biletli ziyaret saatlerinin dışında, katedralin görülecek yerleri aydınlatılmıyordu.

Azize Lucia Şapeli
Altarın altındaki kutuda sergilenen kemiğin
Santa Lucia’ya ait olduğu iddia ediliyor
17. yüzyılda gümüş ustası Pietro Rizzo tarafından yapılmış olan Santa Lucia’nın bu gümüşten heykeli, yılda iki kere (Mayıs ayının ilk pazar günü ve 13 Aralık’ta) kutlanan Azize Lucia Festivali sırasında, uzun bir kortej ve saatler süren bir yürüyüş ile kentin sokaklarından geçiriliyormuş
Siracusa Katedrali’nin sağ taraftaki yan nefinde bulunan Kutsal Ayin Şapeli

Katedralin içi, aslında oldukça sade. Bir tane ana nef, onun her iki yanında da iki tane yan nef var. Bu iki yan nef ana neften, Bizanslılar tarafından yapılmış bir dizi sütun ve kemer ile ayrılmış. Ana nefte bulunan süslü Barok altar 17. yüzyılda yapılmış. Sağ taraftaki koridorda bir dizi şapel var. Bunlardan ilkinde bulunan vaftiz kurnasının çanak kısmı aslen Grek dönemine ait. Üzerlerine oturtulan bronz aslanlar ise Normanlardan kalmış. İkinci şapel, Romalılar tarafından öldürülen, Siracusa’nın koruyucu Azizesi, Santa Lucia’ya ithaf edilmiş. Burada, Santa Lucia’nın sol koluna ait olduğu iddia edilen bir kemik de sergileniyor. Sol taraftaki nefin sonunda, Bizanslılardan günümüze kalmış tek orijinal apsis var. Buradaki Madonna heykeli (Madonna della Neve- Karın Meryem Anası), 1512 yılında Antonello Gagini (1478-1536) tarafından yapılmış. Bu tarafta, sol duvar boyunca Grek tapınağının orijinal sütunlarını belirgin bir şekilde görebilirsiniz.

Katedralde Bizans döneminden kalan tek
orijinal apsis sol taraftaki yan nefte
Madonna della Neve heykeli
Antonello Gagini (1478-1536)

Duomo meydanının güney köşesinde, Başpiskoposluk Sarayı’na bitişik olan Santa Lucia alla Badia Kilisesi, ilk olarak 15. yüzyılda yapılmış. Benzer birçok yapı gibi 1693 depreminde yıkılınca, 1695-1703 yılları arasında, şimdi gördüğümüz kilise yapılmış. Bu kiliseye gitme nedenimiz, Caravaggio olarak bilinen, Michelangelo Merisi‘nin Azize Lucia’nın Gömülmesi (1608) adlı tablosunu görmekti. Güzel, Barok özellikleri taşıyan kiliseyi gezdik. Burası tek nefli, 18. yüzyılda yapılmış stucco süslemeleri (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) olan bir kilise. Tavanda, Marcello Vieri tarafından yapılmış olan freskde şehrin koruyucu Azizesi olan Santa Lucia’nın Siracusa’yı kıtlıktan koruması resmedilmiş. Altar’da, 1579 yılında Deodato Guinaccia tarafından yapılan Azize Lucia’nın Şehadete Götürülmesi tablosu asılı. Altarı kaplayan gümüş antependium (altara örtülen örtü veya metalden yapılmış kaplama), 1726 yılında Messinalı gümüş ustası Francesco Turco tarafından yapılmış. Kilisenin ayrıca çok güzel yer karoları var.

Santa Lucia alla Badia Kilisesi

Altarın üstünde, Deodato Guinaccia tarafından yapılan
Azize Lucia’nın Şehadete Götürülmesi tablosu asılı

Kiliseyi gezdik ama Caravaggio’nun tablosunu göremedik. Kilisenin içinde, bir dizüstü bilgisayarın başındaki görevliye tablonun nerede olduğunu sordum. Adam, Sicilya’da karşılaştığım en antipatik insandı diyebilirim. Burnundan, tenezzül ediyormuş edası ile, tablonun iki seneden beri orada olmadığını, Ortigia’nın dışında olduğunu söyledi. Lütfedip, yerin adını da söylemedi. Kiliseden çıkarken baktığımız krokiden tablonun kopyasının kilisenin girişindeki ufak bir salonda olduğunu öğrendik ve oraya yöneldik. Adam o kadarcık bir bilgi verme lüzumunu bile görmemişti. Tablonun kopyası bile pek güzeldi. Aslı kim bilir nasıldır…

Kilisenin yer karoları çok güzel
Artık Borgato semtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘nda olan Caravaggio‘nun Azize Lucia’nın Gömülmesi isimli tablosu

Daha sonra, merak edip araştırdım ve belki de görevlinin niye o kadar sevimsiz davranmış olabileceğini anladım. Caravaggio’nun o tablosu esasen, sanatçıya zamanında eseri sipariş de eden, Borgato semtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘na aitmiş. 2009 yılında bazilika restorasyona girince, geçici olarak buraya getirilmiş. Bu arada, tablo nedeniyle Santa Lucia alla Badia Kilisesi ziyaretçi akınına uğramaya başlamış. Günde 3000 kişinin tabloyu görmeye geldiği zamanlar olmuş. Bu nedenle, Caravaggio’nun tablosu için Borgato’daki ve Ortigia’daki, ikisi de Santa Lucia’ya adanmış, ibadethane arasında bir savaş başlamış. Birisi eseri geri alabilmek, diğeri de geri vermemek için büyük bir tartışma başlatmışlar. Televizyon kanallarında her iki tarafı destekleyen uzmanlar günlerce görüşlerini belirtmişler. Kimi, uygun olmayan rutubet koşullarından kimi tablonun Ortigia’da daha görünür olacağından dem vurmuşlar. Sonunda, kazanan taraf tablonun asıl sahibi olan Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası olmuş. Restorasyon bitince, 2020 yılında, eser yuvasına dönmüş. Santa Lucia alla Badia Kilisesi’ndeki görevlinin suratsızlığının altında hala unutamadıkları bu yenilgi olabilir diye düşünüyorum….

Tatlı su kaynağı Fonte Aretusa ve burada yetişen papirüsler

Siracusa’nın bir diğer ilginç noktası, bir tatlı su kaynağı olan Fonte Aretusa. Yukarıda, Piazza Archimede’deki çeşmeden söz ederken, su perisi Aretusa’dan ve Tanrıça Diana’nın (Artemis) onu nehir tanrısı Alpheius’un elinden kurtarmak için nasıl bir su kaynağına dönüştürdüğünden bahsetmiştim. İşte, Sicilya’daki Greklere göre, o kaynak Fonte Aretusa. Bir havuz haline getirilmiş kaynağın bir özelliği de, içinde yabani papirüs bitkilerinin yetişiyor olması. Siracusalılar, Nil nehrinin çevresinin dışında dünyada papirüsün bir tek Siracusa’da bu kadar bol yetiştiğini savunuyorlar. Uzmanlar papirüsün Mısır’dan mı geldiğini, yoksa Siracusa’nın doğal bir bitkisi mi olduğunu hala tartışıyorlarmış. Ancak, Siracusalı despot II. Gerone ve Firavun Ptolemy Philadelphus arasındaki ilişki nedeniyle, bu değerli bitkinin firavun tarafından adaya hediye olarak gönderildiği fikri ağır basmaktaymış. Siracusa’da yabani papirüs, Fonte Aretusa’nın dışında, Ciane nehrinin kıyılarında bol miktarda yetişiyormuş. Biz nehir kıyısına gitmedik ama, şehir içindeki bu su kaynağı sayesinde ben de hayatımda ilk olarak papirüs bitkisini gördüm. Bana, eskiden Bodrum Kalesi’nin dibindeki deniz kıyısında gördüğümüz, benim de bir aralar evde yetiştirdiğim Japon Şemsiyesi adlı bitkiyi andırdı. Ama, ondan biraz daha uçuşkan ve püsküllü idi. Siracusa’da bir de fırsat bulunursa gezilebilecek Papirüs Müzesi var.

Castello Maniace

Ortigia Adası’nın en uç kısmında, 1232-1240 yılları arasında Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II. Frederick tarafından yaptırılmış bir kale, Castello Maniace var. İlk başta bir kraliyet sarayı olarak da kullanılan kale, sonraki yüzyıllarda giderek sadece askeri bir nitelik almış ve 1970 yılına kadar bu amaç için kullanılmış. Buradan güzel bir manzara var. Ayrıca, kaleye doğru giden sokakları da görmek ilginç. Adanın bu tarafında farklı bir hava var. Bazı sokaklar, dışları Barok tarzda süslemelerle bezeli saraylar, küçük dükkanlar çok hoş. Ortigia’nın merkezinde daha “turistik” ürünler satan dükkanlar var. Oysa, buradaki dükkanlar daha özel ürünler satan, butik dükkanlar. Bunlar arasında alış veriş yaptığımız bir tanesindeki seramik ürünler özellikle çok güzeldi.

Ortigia sokakları
Bir saray balkonundan detay

Kaleden, deniz kenarındaki Lungomare Alfeo boyunca kuzeye doğru yürüyüp, Fonte Aretusa’nın yanından geçtikten sonra, ağaçlık bir yürüyüş yolu olan Foro Italico‘ya varıyorsunuz. Sıcak havada insana ilaç gibi gelen bu yol sizi Porta Marina‘ya götürüyor. Bizim otelden de görünen bu tarihi kapı, 15. yüzyılda İspanyollar tarafından adayı çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış.

Ağaçlık bir yürüyüş yolu Foro Italico
Porta Marina kapısından dışarı doğru bakış. Solda otelimiz
Grand Hotel Ortigia, sağda Siracusa Ticaret Odası.
Otelin terasından ağaçlık Foro Italico yolu ve onun sonunda Porta Marina

Siracusa’da üç gece kaldık. Burada kaldığımız sırada, bir önceki yazımda anlattığım Val di Noto’ya ve bir sonraki yazımın konusu olan Villa Romana del Casale‘ye de gittik. (Romalı bikinili kızları görmeden Sicilya’dan ayrılmak olmazdı). Buna rağmen Siracusa’yı da gezebildik. Tarihi şehir küçük olduğu için, özellikle Ortigia Adası’nda görülecek yerler birbirine çok yakın. Görmek istediğim yerler arasında Galeria Regionale de vardı. Özellikle, burada sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) Annunciazione tablosu aklımdaydı ama, vaktimiz yetmedi. Da Messina’nın Cefalù ve Messina‘da gördüğümüz eserleri ile yetinmeye karar verdik.

Regina Lucia‘da (saat yönünde) üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta, ana yemek mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe
Ana yemek şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri (üstte), tatlı olarak Şam fıstığı bisküvisi ve Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması

Siracusa gastronomik açıdan da çok memnun kaldığımız bir şehir oldu. İlk akşam yemek yediğimiz daha mütevazi restoranda da, sonraki iki akşam gittiğimiz daha pahalı restoranlarda da yediklerimiz çok lezzetliydi. Duomo Meydanı’nda, katedralin karşısında bulunan ve bir Michelin restoranı olan Regina Lucia, gerek ambiyans gerekse mutfak olarak çok güzeldi. Restoranın mutfağı, Michelin’in sitesinde “modern” olarak tanımlanmış. Başımızdan kötü bir deneyim geçtiği için biz aslında genel olarak benzer şekilde tanımlanmış Michelin restoranlarından uzak dururuz. O nedenle, eğer önceden yer ayırtmayı düşünseydim, bu ibareyi görünce büyük olasılıkla vazgeçerdim. Daha önce gittiğimiz hemen hemen tüm restoranlara bir ay öncesinden yer ayırtmıştım ama, Siracusa’da yemek işlerini biraz oluruna bırakmaya karar vermiştik. Dolayısı ile, Regina Lucia gözümüze iyi göründüğü için oturmaya karar verdiğimiz bir yer oldu. Şansımıza, gittiğimiz zaman yer de vardı. Pişman olmadık neyse ki. Başlangıç olarak üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta yedik. Ben, ana yemek olarak zeytinyağında emülsifiye edilmiş (her ne demek ise) mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe yedim. Eşim, ana yemek olarak şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri, tatlı olarak ise şam fıstığı bisküvisi ve reduction tekniği ile hazırlanmış (alkolü buharlaştırılarak uçurulmuş) Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması yedi. Şarap olarak, Pietranera DOC 2021 içtik. Son gece, yine Duomo Meydanı’nda, bir başka restorana gittik. Burası, La Volpe e l’Uva idi. Adını, Ezop’un Tilki ve Üzümler öyküsünden almış. Her türlü pizza ve salata olan bu restoranda deniz ürünleri ve et de var. Yediklerimden aklımda kalanlar, patlıcan yatağında tuna balığı ve kalamar. Lezzetli idi ama bir önceki gece yediklerimiz kadar alengirli ve gurme değildi. Yemekte Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.

La Volpe e l’Uva lokantasında tuna balığı, burrata ve kalamar