Antikacı dükkanlarını sever misiniz? Ben, konunun uzmanı gerçek tutkunlar kadar sık olmasa da, severim antikacılara gitmeyi. Ankara’da Kaleiçi ve Samanpazarı’ndaki antikacılara gitmişliğim vardır. İstanbul’da Çukurcuma ve Kadıköy’deki antikacılara da giderim arada. Her zaman bir şey de almam. Bakmakla yetinirim çoğunlukla.
Antikacılardan içeri her adım attığımda benzer ve karmaşık duygular yakalar beni. Onların o kendine özgü eski ahşap, toz ve biraz da havasızlık kokan ortamı beni hüzünlendirir. Bazısı gerçekten çok güzel ve zarif olan bu eşyaların, masaların, dolapların, sandalyelerin, konsol ve gardıropların o terkedilmiş hali beni üzer. Kim bilir ne günler görmüş, sahiplerinin kaderlerine koşut olarak neler yaşamışlardır? Acaba şu tuvalet masasında kimler oturup süslenmiştir? Belli ki İkinci Dünya Savaşı yıllarını geçirmiş şu radyonun düğmelerini kimler, hangi haberleri dinlemek umuduyla çevirmiştir? Evin büyüğü mutlaka, “Radyoyu açın da, ajansı dinleyelim”, demiştir. Benim çocukluğumda da haberler yerine ajans kelimesi kullanılırdı.
Her eşyanın mutlaka bir öyküsü, bir hayat çizgisi vardır. Üstünde yazılarımı yazdığım bu masa örneğin… Birkaç yıl önce bir antikacıdan almıştık. Yüz yıl civarında bir geçmişi olduğunu söylemişti dükkan sahibi. Başına her oturuşumda yeniden cilalanmış yüzeyinde elimi gezdirir, arada yazmaya ara verir, zarif pirinç süslemelerini okşarım. Bir zamanlar üstünde ne yazılar, ne mektuplar yazılmış olabileceğini düşünmekten hoşlanırım. Ağdalı bir dille yazılmış bir iş mektubu ya da dokunaklı bir aşk mektubu. Belki de bir veda mektubu. O, kaliteli kağıtlara mürekkepli kalem kullanılarak el yazısı ile yazıların yazıldığı zamanlardan kalma… Ama, artık üzerinde büyükçe bir ekran ve bir klavye var. Dolmakalemin kağıt üzerinde çıkardığı hoş ses yerine de, klavye tıkırtısı…
Antika olsun olmasın, eşyaların parçası oldukları hayatlar ve onlarla ilgili anılar, sahiplerinin değişmesi ya da ölmesi ile birlikte bilinmez olurlar. Demode ya da eski bulduğunuz eşyaların bir hikayesi vardır. Belki zamanında çok beğenilerek alınmış ya da hediye edilmişlerdir. Ayrıca, bilmediğiniz halde, çok değerli de olabilirler. Belki dünyanın değişik yerlerinden alınmış, çok özel şeylerdir. Toplum olarak, eşyaların aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda çok başarılı olduğumuz söylenemez. Bizde aile büyükleri öldüğü zaman, çoğu şey atılır veya yok fiyata satılır. O nedenle çoğu evde, bırakın birkaç kuşak öncesinden, anne babalardan bile kalmış ufacık bir şey zor bulunur. Zevklerin zamanla değişmesi normal. İnsanların kendi evlerinde yer olmaması da geçerli bir sebep. Ama yine de, aile belleklerimizi canlı tutacak bir iki parça kişisel eşyanın ya da mobilyanın gelecek kuşaklara kalması çok güzel bence.
Babaannemden kalma iki tane koltuk var. Hani şu kolları ahşap olan, eski tip koltuklardan. Ahşap yerleri ve döşemeleri elden geçirilmiş halde, çağdaş mobilyalarla uyumlu bir şekilde salonda yerlerini aldılar. Bana sık sık çocukluğumu anımsatıyorlar. Babaannemin ayda iki kere yapılan günlerini, aile toplantılarını, salonu boş bulduğumuz zaman yaşları bana yakın kuzenlerimle oynadığımız koltuk kapmaca oyunlarını hatırlatıyorlar.
Bundan otuz sene önce babaannem öldüğü zaman, hepimizin büyükleri vefat ettiğinde yapılanlar yapılmış, paylaşılacaklar paylaşılmış, atılacaklar, satılacaklar organize edilmişti. Ben süreci çok yakından izlememiştim ama, babamın bana söylediği bir cümle hala aklımdadır. “Kızım, bir evin kapatılması çok acı”, demişti. Çok üzgün olduğunu görebiliyordum ama, ne yaşadığını o zaman tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Anlamam için, aradan bir yirmi sekiz yıl geçmesi ve daha önce vefat eden babamın ardından, annemin de vefat etmesi gerekiyormuş. İnsan hiçbir şeyi, kendi başına gelmeden tam olarak anlayamıyormuş gerçekten. Altmış dokuz yıllık bir hanenin kapanması bana son derece acı gelmişti. Alınış ya da hediye ediliş öykülerini bildiğim, kimi bol kahkahalı neşeli günleri kimi acıları anımsatan eşyaları elden geçirmek çok zor olmuştu.
Bizim evlerimizin başına gelecek olan da benzer olacak, şüphesiz. Nereden, nasıl alındığı veya değerinin ne olduğu bilinmeyebilecek şeyler bir çırpıda yok olabilecek. Ben, belki üzerlerinde birkaç dakika daha durulur düşüncesi ile, bazı ufak tefek eşyanın altına küçük etiketler koymaya başladım. Üzerlerinde nereden, ne zaman alındıklarını veya kimin tarafından hediye edildiklerini belirten etiketler. Dediğim gibi, belki en azından, söz konusu eşyaların kaderlerini tayin etme konusunda çok aceleci davranılmaz böylelikle…
Geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) bir etkinliği için Pera Müzesi’ne davet edilmiştim. Öncesinde, müzenin kafesinde bir açık büfe kahvaltı vardı. Yağmurlu ve oldukça karanlık bir sonbahar günüydü. Zamanında gidebilmek için her zamankinden oldukça erken kalkmış, üstelik de yolda epeyce üşümüştüm. Salon henüz çok fazla dolu değildi. Gözüme kestirdiğim bir masaya oturdum. Yerleşip biraz soluklandıktan sonra, kahvaltı büfesinden bir şeyler almak için kalktım ve kuyruğa girdim.
Önce, onu fark etmedim… Salonun bir köşesi ile kahvaltı büfesinin başlangıç tarafı arasında sıkışıp kalmıştı. Siyah, kuyruklu bir piyano. İlk bakışta herhangi bir piyano. Sonra, üstünde bir açıklama olduğunu gördüm ve yaklaşıp okudum. Şaşırdım, kaldım… O piyanoyu o kafede daha önce de görmüştüm ama, demek ki yanına hiç yaklaşmamışım. Üzerine konan açıklamayı görmemişim. Oysa işte, eşyaların tahmin edemeyeceğimiz bir kader çizgisine sahip olabileceklerine dair müthiş bir örnek. Şanslı da üstelik. Nereden geldiği, kaç kere el değiştirdiği biliniyor. Bir de hangi ünlülerin parmaklarının tuşlarında dolaştığı… Pek çok ünlü besteci ve piyanistin kaybolup gitmiş piyanolarını düşününce, müthiş bir şans gibi geliyor insana. Tabii ki, hiçbir şeyin garantisi yok şu dünyada. Ama, en azından şimdilik, güvenli ellerde.
Siz, 20. yüzyılın en büyük sopranolarından biri kabul edilen Maria Callas’ın piyanosunun İstanbul’da olduğunu biliyor muydunuz? Belki de biliyorsunuz. Öyle ya, benim bilmiyor olmam pek çok kişi tarafından bilinmiyor demek değil. Doğrusu, ben bilmiyordum. O nedenle o kadar çok şaşırdım. Hayranlarının “La Divina” diye hitap ettikleri o muhteşem sesin sahibine ait bir piyano, olsa olsa Yunanistan’da olur diye düşünürdüm ben. Ama, işte öyle olmamış, bu piyano ilginç bir şekilde İstanbul’a gelmiş. Bu konu hakkında birkaç makale, hatta bir roman bile yazılmış. Ancak, ben atlamışım hepsini.
Pera Müzesi’nin kafesinde duran bu Steinway piyano herhalde Callas’ın piyanolarından sadece biriydi. Ama büyük olasılıkla ilk piyanosu idi. İlginç bir şekilde, önce Atlantik Okyanusu’nu aşmış ve Yunanistan’a gelmiş. Sonra önce Ankara’ya, oradan İstanbul’a ulaşmış. Dedim ya, eşyaların ilginç öyküleri olabiliyor…
Doğduğunda adı Maria Kalogeropoulou olan Maria Callas, 2 Aralık 1923 günü New Yok’da doğmuş. Yunanlı anne babası, Maria 13 yaşındayken boşanmışlar. Annesi boşandıktan sonra Maria’yı ve ablasını alarak gemi ile, yaşamlarını sürdürmek üzere, Atina’ya doğru yola çıkmış. Bu yolculuk sırasında götürdükleri eşyalar arasında, Maria’ya babasının New York’ta aldığı piyanosu da varmış. Piyanonun serüveni işte böyle başlamış. Gemi, Atlantik’i aşıp Cebelitarık’tan geçmiş ve Yunanistan’da Pire limanına yanaşmış. Kızının müzik yeteneğinin farkında olan annesi, Maria’nın eğitimine Atina konservatuarında devam etmesini sağlamış. Burada, geleceğin Maria Callas’ının yolu, zamanın büyük bir koloratur sopranosu ile kesişmiş. Elvira de Hidalgo (1892-1980) ile…
İspanyol bir soprano olan Elvira de Hidalgo, efsanevi İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ile defalarca sahneye çıkacak kadar parlak bir kariyerden sonra, İkinci Dünya savaşının başlarında, İtalya’dan ayrılıp, Atina’ya gelmiş. Hem operada primadonna olarak sahneye çıkmış hem de konservatuarda şan hocalığı yapmış. Bu sırada, Maria Callas da Elvira de Hidalgo’nun öğrencisi olmuş. İnternette izlediğim bir söyleşisinde Callas, İspanyol hocasından çok şey öğrendiğini, özellikle göğüs kafesini kullanmak konusundaki başarısını ona borçlu olduğunu söylüyor.
Savaş, yarattığı tüm yıkım ile Yunanistan’a yaklaşırken, Maria Callas Atina’da çok genç yaşta opera sahnesine çıkmaya başlamış. 1945 yılında tek başına, New York’taki babasının yanına dönmeye karar vermiş. Dönerken de, piyanosunu sevgili hocasına armağan etmiş. Çalması ve çaldığı zaman Callas’ı hatırlaması için… Maria Callas, başarılar, çalkantılar ve skandallarla dolu bir yaşama doğru yol alırken, Elvira de Hidalgo’yu ve artık onun olan piyanoyu da çok farklı bir kader bekliyormuş.
O zamanlar, Ankara’da Devlet Konservatuarı, Devlet Operası ve Tiyatrosu’nun kuruluş yılları. Bunun için, Alman oyuncu, eğitmen, tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert (1887-1980) Ankara’ya davet edilmiş. Carl Ebert, Nazi karşıtı olduğu için Almanya’yı terk edip Arjantin’e yerleşmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş ve on yıl burada yaşamış. Ebert, Ankara Konservatuarı’nı kurduktan sonra Atina’da bulunan Elvira de Hidalgo’yu Ankara’ya davet etmiş. Savaş sırasında Almanların, İtalyanların ve Bulgarların saldırısına uğrayan Yunanistan’da o sırada açlık ve yokluğun iyice artması üzerine, Hidalgo bu daveti seve seve kabul etmiş. Öğrencisinin hediyesini geride bırakmak istemediği için de, Callas’ın piyanosu onunla birlikte, bu kez tekrar Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelmiş. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konmuş. Yıl, 1945.
Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalmış ve bu sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunmuş. Hidalgo 1947 yılında rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar vermiş. Ancak, Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo Dinar’a bırakmış. Ünlü bir hukukçu olan Dinar, küçük yaşta keman ve piyano çalmayı öğrendiği için müzik ile yakından ilgiliymiş. Bu anlamda, Maria Callas’ın piyanosunun şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, evde çok yer kapladığı gerekçesi ile piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da, birkaç gün sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olmuş. Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek razı edebilmiş.
Mordo Dinar gibi Galatasaray Lisesi mezunu ve hukukçu olan, edebiyatçı Yiğit Okur, Suna ve İnan Kıraç’ın verdiği bir davette, Maria Callas’ın piyanosunun öyküsünü sahibinden dinlemiş. Çok etkilenmiş. Piyanonun insana neredeyse inanılmaz gelen bu serüveni, onun Piyano isimli romanının esin kaynağı olmuş. Dinar 2002 yılında öldüğü zaman, kendisinin İspanya’da yaşayan kızı piyanonun akıbeti konusunda Yiğit Okur’dan yardım istemiş. Öyküsünü romanlaştırdığı piyanoya sahip çıkmasını rica etmiş. Bunun üzerine Yiğit Okur, piyanoyu almaları için Suna ve İnan Kıraç çiftine teklifte bulunmuş. Emin ellerde olması ve Pera Müzesi’nde sergilenmesi için. Mordo Dinar’ın kızı bunun karşılığında sadece, İstanbul’a gelirse Boğaz’daki salaş lokantalardan birinde kendisine rakı ve lüfer balığı ısmarlanmasını istemiş…
Etkileyici.
Teşekkür ederim.
Gercekten hem içerigi hem de stili “kuvvetli” bir yazı.Bana da acı-tatli birçok şey hatırlattı. Kalemine sağlık.
Çok teşekkür ederim. Seni eskilere götürebildiğime sevindindim. Bizi biz yapan, her an hatırlamasak da, anılarımız aslında. Acısı ve tatlısı ile…
Çok duygulandım ben de antikacı dükkanlarını çok gezerim hatta Tellalzade sokakta 16 sene oturdum oranın en eski ve büyük antikacısı Akif amca ile çok samimi idik şu an işi bıraktı ama torunu ile görüşüyoruz..
Sanırım, eskinin antikacıları da bir başka idi… Daha kıdemli olanlarda ben bile farklı bir tarz, bir kibarlık hissediyorum.