(Bu şarkıyı çok seven babamın anısına… “Pire’nin çocukları” Müzik: Manos Hadjidakis (1925-1994))
2013 yılının Ağustos ayında, Bodrum’da kız kıza tatil yaparken, feribot ile Kos’a geçtik. 40 dakikalık bir feribot yolculuğu ile havamız değişti. Üstelik, Kos güzellik ve popülerlik açısından Yunan Adaları içinde en üst sıralarda olmamasına rağmen.
Eskiden, Yunan Adalarından Türkçe isimleri ile söz ederdik. Şimdilerde orijinal isimleri kullanılır oldu. Kos’a da bir zamanlar, 400 yıllık Osmanlı idaresi boyunca adlandırıldığı üzere, İstanköy denirdi.
Büyüklük açısından On İki Adalar’ın içinde üçüncü sırada olan Kos’da Eski Yunan, Roma, Bizans, Aziz John Şövalyeleri (Hospitaliers- Hastane Şövalyeleri de deniyor) ve Osmanlı dönemlerinin izlerini görmek mümkün. Ada 1912 yılında İtalyanlara, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Almanlara geçmiş ve savaşın sonuna kadar onların elinde kalmış.
O gün, Ağustos sıcağında pek tavsiye edilmeyecek bir şey yapıp, şehir merkezine 3.5 kilometre uzaklıkta bir tepe üzerinde bulunan Asklepeion’u gezdik. Sıcak göz açtırmıyordu ama yine de, zaman zaman bayılacak gibi olsak da, tarihi Milattan önce üçüncü yüzyıla kadar giden bu kalıntıları gezmeyi başardık. Aslında pek bir şey de kalmamış. Hastane, hamam, tapınak ve diğer binaların taşları Saint John Şövalyeleri tarafından sahildeki Kos kalesinin, Osmanlılar tarafından da çeşitli camilerin yapımı için kullanılmış. Yine de, Hipokrat’ın da eğitim aldığı bu Antik Çağ tıp ve sağlık merkezi ilgi çekici idi.
Üçüncü terasa tırmanıp, tapınağa vardığımızda sıcak o kadar dayanılmaz oldu ki, bazılarımız güneşten yanıp kavrulmamak için giydikleri t-shirt’leri çıkarıp, içlerindeki askılı bluzlarla gezmeye devam etmek istedi. Ancak, çevredeki görevliler bu tapınağın üstüne bir zamanlar bir kilise yapılmış olmasını gerekçe göstererek, buna engel oldular. Bunca yıldır, dünyanın çeşitli yerlerinde gezdiğim, benzer ören yerlerinde karşılaşmadığım bu bağnazlık beni çok şaşırttı. Neyse ki, bir başka gezide, yine çok sıcak günlerde gezdiğimiz ve içlerinde daha sonraki yüzyıllarda yapılmış kiliseler barındıran Rodos’taki Lindos Akropolünde ve Atina’daki Akropolde aynı kısıtlama ile karşılaşmadık.
Asklepeion’un üçüncü terasından, gerçek değil de, rüyaymış gibi görünen Bodrum ve civarının manzarasını da seyrettik uzun, uzun. Güzel ve çirkinleştirilmiş yönleri ile…Bu benim Türkiye’yi karşı kıyıdan ilk görüşüm oldu sanırım. Tuhaf bir duygu uyandırdı bende. İnsanın ruhunun bedeninden ayrılıp, kendisine bakması gibi geldi bana…
Öğle yemeğini şehir merkezinde, Fidelio’da yedik. Garsonumuz Yannis bizi ağaçların altında güzel bir masaya buyur etti. Annesi Ayvalık’tan, babası Foça’dan göç etmişler. Kendisi de her sene Foça’ya gezmeye gittiğini söyledi. Bize inanılmaz yakınlık gösterdi. Bir yandan diğer masalara hizmet verirken, her fırsatta bizim masaya uğrayıp, sohbete devam etti. Her birimizin isimlerini Yunan alfabesi ile kağıttan masa örtüsünün üstüne yazdı.
Sadece Kos’da değil, bir sonraki yaz gemi ile gittiğimiz Rodos, Girit, Santorini ve Mikanos’da da atalarının Türkiye’nin değişik yerlerinden, İstanbul, İzmir, Edirne ve başka şehirlerden, kasabalardan göç ettiğini söyleyip, bize yakınlık gösteren pek çok kişi oldu. Her biri beni ayrı duygulandırdı. Gezi dönüşü, benzer şeyler hissedeceğini düşündüğüm bir tanıdığımın “aman canım, turist olarak sizi tavlamak için öyle konuşuyorlardır” diye kestirip, atması beni inanılmaz şaşırttı. Böylesi yüzeysel, duyarsız ve duygusuz bir yaklaşımı hiç beklemiyordum.
Türkiye Cumhuriyeti ve Yunan Krallığı arasında, 1923 Lozan Anlaşması’nın bir ek sözleşmesi çerçevesinde yapılan nüfus değişiminin (Nüfus Mübadelesi) sonucunda yaklaşık 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 kadar da Müslüman Yunanistan’dan Anadolu’ya göç ettirildiler. Genel olarak buradan gidenlere Rum, Anadolu’ya gelenlere ise Türk dense de her iki grup da aslında homojen değildi. Değişim kriterinin dil ya da ırk değil de, sadece din olması nedeniyle Anadolu’dan göç edenler arasında sadece Rumlar değil, aslında Türk olan ve Türkçeden başka dil konuşamayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar ve Ortodoks Karaman Türkleri de bulunmaktaydı. Benzer bir şekilde, Yunanistan’dan Anadolu’ya zorunlu göçe tabii tutulanlar arasında da sadece Türkler değil, kendi dillerini konuşan Pomaklar, Ulahlar, Arnavutlar bulunmaktaydı.
Yoğun olarak 1923-1924 yıllarında yaşanıp 1930’a kadar dalgalar halinde süren bu büyük göçün yarattığı kişisel dramlar ve özlemler Selanik günlerimizde bizim de hayatımıza değişik şekillerde dokundu. Çevremizde pek çok Anadolu göçmeni vardı. Oturduğumuz evin sahipleri, apartmanın altındaki pastanenin sahipleri, ağabeyime özel İngilizce dersi veren Mrs. Cüneyto isimli çok yaşlı hanım ve başkaları.. Hatta, ağabeyimin gittiği Amerikan Koleji de göç eden Rumlarla Merzifon’dan Selanik’e taşınmış bir okuldu. Kütüphaneden ödünç aldığı kitapların bir kısmının içinde “Merzifon Amerikan Koleji” ibaresi olurdu.
Şimdi düşününce, aslında 1960’ların başında bu insanların göç etmelerinin üzerinden henüz 30 küsur sene geçmiş olduğunun farkına varıyorum. Başka bir ülkenin yerlisi olmak için kısa, özlem çekmek için uzun bir süre.. Buradan göçen birinci kuşak bu özlemi hep içinde taşıyıp, sonraki kuşaklara anlatmış. Apartmanın altındaki pastanenin sahipleri Türkiye’den göç etmiş ninelerinden, dedelerinden, ana, babalarından, onların Selanik’e alışamadıklarından, onlarla anlaşabilmek için evde Türkçe konuştuklarından söz ederlerdi. Babamın başından geçen ve yıllar sonra bana gözleri yaşararak anlattığı bir olay ise gerçekten fazla söze gerek bırakmayan, yürek burkan cinsten…
Selanik’e gitmemizden kısa bir süre sonra babam gümrükten ev eşyalarımızı çekmek için, üzerinde askeri üniforması ile gümrük müdürlüğüne gidiyor. İşlemlerin bitmesini beklerken yanına yaşlı bir adam yaklaşıyor ve babama Türkçe olarak, “ Zabit Efendi, Zabit Efendi ben Anadolu’dan göç ettim” diyor. Gözlerinden yaşlar süzülürken, bir yandan eliyle babamın üniformasının parlak düğmelerini okşuyor, bir yandan da Çanakkale Savaşında İngilizlere karşı savaştığını anlatıyor… Doğup, büyüdüğün, uğruna savaştığın vatanından bir gün göç etmek zorunda kalmak ve bütün bir ömrünü özlemle geçirmek ne acı… Üstelik göç ettiğin topraklarda da daima “sonradan gelen” ve yabancı olarak kalmak…
Louis de Bernieres’in “Birds Without Wings” (Kanatsız Kuşlar) kitabı, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminin, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen Nüfus Mübadelesinin bir güney-batı Anadolu köyünde (kitapta Eskibahçe olarak geçer ama Fethiye’ye bağlı Kayaköy’dür yazarın ilham aldığı yer) yüzyıllarca birlikte, kardeşçe yaşayan Türklerin ve Rumların yaşamlarını ve kaderlerini nasıl değiştirdiğini çok güzel anlatır.
Bu konuyu dokunaklı bir şekilde işleyen bir başka kitap da, 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülünü alan ve kendisi de Anadolu’dan (Aydın’dan) göç etmiş olan Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli kitabıdır. “Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin … Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”