Yine Yeniden Çanakkale (3): Paris’in Kenti Parion

Antik kentte yürütülen kazı çalışmalarının resmî web sitesinde Parion’u, “Kuzey Troas’ın Parlayan Yıldızı” olarak tanımlamışlar. Henüz tam olarak halka açılmamış, hâlâ bir kazı alanı statüsünde olan kenti gidip gördükten sonra ben de Parion’un sürdürülecek kazılarla bölgenin dikkat çeken arkeolojik sit alanlarından birisi olacağına inanıyorum. Kazı alanında tanıştığımız birisinin söylediği gibi ileride buranın Efes antik kenti kadar önemli bir çekim merkezi olup, olamayacağını bilemem. Konunun uzmanı değilim. Ancak kanımca, günümüze kadar yapılan çalışmalar, ileride buranın kesinlikle arkeoloji meraklıları için görülmeye değer bir yer olacağını hissettiriyor. Doğrusu, ben de Parion’u bir 50-60 yıl sonra tekrar görmek isterdim.

Benim için çoğunlukla, bir kitabı okumak ya da bir yeri görmek arzusunu tetikleyen (bazen doğrudan ilintili bazen bambaşka) bir neden vardır. Bu okuduğum bir kitap, birisinden öğrendiğim yeni bir bilgi, gördüğüm bir obje ya da düpedüz bilinç akışı sırasında süzgecime takılan ve ilgimi çeken bir şey olabilir. Parion’u görme isteği de bende benzer bir şekilde uyandı diyebilirim. Bir yıl önce gittiğimiz Troia Müzesi’ndeki Parion buluntuları ve bunların arasında özellikle M.Ö. 4. yüzyıldan kalma bronz bir amfora aklımı fena halde çelmişti. Oysa müzede çok daha değerli ve eşsiz eserler vardı. Hepsine hayran kalmış ve müzede 5 saate yakın zaman geçirmiştik. Buna karşın, Parion’u da aklımın bir köşesine yazmıştım.

Troia Müzesi‘nde sergilenen Parion antik kenti buluntuları
Bronz amfora (M.Ö. 4. yy.)

Troia Müzesi’nin giriş katında, antik Troas bölgesinin çeşitli antik kentlerinde bulunan arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu’nun kuzeybatısında yer alan bu bölge, Çanakkale ilimizin büyük bölümü ile örtüşüyor ve adını bölgenin en önemli kenti olan Troia’dan alıyor. Ancak, bölgede daha pek çok antik yerleşim yeri var. Bu yazı dizisinin ilkinde Çanakkale’nin, ülkemizde sınırları içinde en çok antik yerleşim yeri barındıran illerimizden birisi olduğunu belirtmiştim. Troas bölgesinin diğer önemli antik kentleri arasında daha önce gittiğimiz Assos, Alexandria Troas, Neandria, Apollon Smintheion tapınağının bulunduğu Chryse de bulunuyor. Parion da Troas bölgesinin sınırları içinde bir antik kent. Kentte yapılan kazılarda çıkarılan gözyaşı şişeleri, koku ve içki kapları, pişirme ve servis tabakları, hayvan ve insan figürleri ve süslü kandiller Troia Müzesi’nde sergileniyor. Yukarıda sözünü ettiğim bronz amfora da bu buluntulardan birisi.

Savaşçı Kuklalar (Pişmiş Toprak)
Roma Dönemi (M.Ö. 1. yy.)

Parion, Çanakkale Boğazı‘nın Anadolu yakasında, boğazın Marmara Denizi‘ne doğru genişlediği doğu ucunda bulunuyor. Günümüzde kentin konumu, Çanakkale’ye bağlı Biga ilçesinin Kemer köyü sınırlarının içine denk geliyor. Parion’u bulmak için de biraz dolandık ama neyse ki, bir gün önce Neandria’ya ulaşmak kadar zahmetli olmadı. Google Maps uygulamasına Parion diye girmiştik. Navigasyon bizi tarlaların ortasında bir yerlere götürdü. Orada çalışan birkaç kişi vardı. Biraz ümitsizce onlara sorduk. Adamların hemen gitmek istediğimiz Parion’u anlayıp bizi yönlendirmesi epeyce şaşırtıcı oldu. Meğer, aynı şekilde yanlış gelen bir sürü insan oluyormuş. Artık alışmışlar. Bazı yerlerin konumlarının navigasyona yanlış girilmiş olması yüzünden başka şehirler ve ülkelerde de maceralar yaşamışlığımız var. Bunu kim neden yapıyor, anlamış değilim. Parion için de durum aynı idi. Eğer hala düzeltilmemiş ise, Kemer/Biga/Parion olarak aramakta yarar var.

Tarihçi Eusebius (c. 260- 339) Parion’un M.Ö. 709 yılında kurulduğunu belirtmiş. Ancak, bugüne kadar yapılan kazılarda çıkarılan seramikler en erken M.Ö. 625-600 yıllarına tarihlenebilmişler. Kuruluş tarihi ile ilgili (en azından şimdilik) var olan belirsizliğin dışında, Parion’un kimler tarafından kurulduğu konusunda da bir fikir birliğine varılamamış. Bu konuda da farklı kaynaklarda, Erythrai, Miletos ve Paroslular tarafından kurulduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmış. Öyle anlaşılıyor ki, Parion’da yapılan çalışmalar ilerledikçe, bu konuda daha kesin söylemler benimsenebilecek. Sanıyorum şimdilik, Troia Müzesi’nın Parion bölümündeki açıklamaları referans alarak, kentin M.Ö. 7. yüzyılda Milet‘ten ve Ege‘nin karşı kıyısındaki Paros‘dan gelenler tarafından kurulduğunun düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Parion ile ilgili bir başka tartışma konusu da antik kentin adı ile ilgili. Bir görüşe göre Parion adı, kenti kuranların ana vatanı olduğu düşünülen Paros’tan geliyor. Diğer bir fikre göre, kentin ismi Erythrailı göçmen Iason ve Demetria’nın oğlu Parius‘a, bir başkasına göre ise, Paris‘in şehri anlamında, Troia prensi Paris’e dayanıyor.

Parion’un ilk başta küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuşken, zaman içinde gelişerek büyüdüğü ve önemli bir liman şehri haline geldiği belirtiliyor. Kentin, biri büyük diğeri küçük olmak üzere, iki limanı var. Bu da giderek göçlerle büyüdüğünün ve stratejik konumunun da etkisi ile, önemli bir ticari ve askeri merkez haline geldiğinin göstergesi kabul ediliyor. Kuruluşundan sonra Parion’un tarihi, kabaca bölgenin diğer kentleri ile bir paralellik göstermiş. M.Ö. 547 yılında Persler tarafından istila edilmiş. Daha sonra, M.Ö. 478-477 yılında Atinalılar tarafından Perslere karşı kurulmuş olan Delos Birliği‘ne katılmış. M.Ö. 431-404 yılları arasında Atina ve Sparta arasında yapılan Peleponez Savaşları‘nda da Atinalıların tarafını tutmuş. (Sicilya yazı dizimin Selinunte ve Siracusa bölümünü okuyanlar, Peleponez savaşları’nın Sicilya‘da yaşanan uzantılarını anımsayacaklardır). Bu bir dizi savaşın sonunda Atinalıların Spartalılara yenilmesinden sonra, Spartalıların M.Ö. 387 yılında Perslerle yaptıkları Kral Barışı’nın ardından, Parion tekrar Pers hakimiyeti altına girmiş. Şehrin Perslerden kurtuluşu, bölgenin diğer antik kentlerinin tarihinden öğrendiğimiz gibi, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in Persleri yenmesi ile mümkün olmuş. M.Ö. 188 yılında Romalılar Parion’u bölgenin diğer kentleri ile birlikte, ödül olarak Pergamon Krallığı‘na vermiş. Bunun nedeni, zamanında Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından kurulmuş olan Seleukos Krallığı ile M.Ö. 190 yılında Magnesia‘da yaptıkları savaşta Pergamon Krallığının Roma’nın yanında yer alması olmuş. Kent, tüm Troas bölgesi ile birlikte, Pergamon Kralı III. Attalos‘un M.Ö. 133 yılında ölümünden sonra vasiyeti üzerine, Romalılara geçmiş.

Parion’da yapılan kazılarda bulunan sikkelere dayanılarak, ilki Julius Caesar ya da Augustus döneminde, ikincisi ise Hadrianus döneminde olmak üzere, kentin iki kere koloni statüsü elde ettiği belirtiliyor. Roma yönetim sisteminde koloni terimi, en üst statüye sahip kentler için kullanılırmış. Parion özellikle Hadrianus döneminde koloni statüsünü ikinci kez elde ettikten sonra mimari açıdan çok gelişmiş. Tiyatrodan çıkarılan, M.S. 2. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bezeme ve kabartmalar bunun kanıtı olarak gösteriliyor. Romalılar döneminde ihya olup gelişen Parion, bir süre sonra Romalı askerlerin emeklilik günlerini geçirdikleri büyük bir kent haline gelmiş. M.S. 2. yüzyıldan itibaren Parion’da Hristiyan bir topluluk da oluşmaya başlamış ve bu açıdan Bizans İmparatorluğu döneminde de, bir piskoposluk merkezi olarak, önemini korumuş.

Yakındaki Kemer köyünün adını aldığı su kemeri İmparator Hadrianus dönemindeki imar projesinin bir parçası olarak, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. Söz konusu su sistemi kentin 12 Km. güneyindeki Kolonai (Çataltepe) bölgesinden
su getirmek için inşa edilmiş.

Parion antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarının resmi web sitesinde belirtildiğine göre, aralarında Herodotos, Ksenophon, Aeneas Tacticus, Diodorus, Strabon, Plinius ve Plutarkhos‘u sayabileceğimiz birçok yazar eserlerinde Parion’dan söz etmişler. Kentteki ilk tespit araştırması 1801 yılında İngiliz arkeolog P. Hunt tarafından yapılmış. 1970’li yıllarda İlhan Akşit tarafından Çanakkale Müzesi adına bir yüzey araştırması gerçekleştirildikten sonra, 1997-2015 yılları arasında kazılar Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yürütülmüş. Kendisinin sağlık sorunları sebebiyle, 2015 yılından itibaren kazı başkanlığını Prof. Dr. Vedat Keleş devralmış. Kentte henüz cavea (oturma) bölümü tam olarak ortaya çıkarılmamış bir tiyatro, büyük bir Roma Hamamı, Yamaç Hamamı olarak adlandırılmış ayrıca başka bir hamam, Kemer köyünün adını aldığı söylenen su kemeri, odeon, surlar ve kuleler ile agora ve dükkanlar var.

Roma Hamamı bölgesinde çalışan arkeologlar
Roma Hamam alanının üstü bir gölgelikle örtülmüş

Parion resmî olarak bir kazı alanı olduğu için, yapılara ancak koruma amaçlı çekilmiş tel çitlerin ve uyarı tabelalarının izin verdiği ölçüde yaklaşabiliyorsunuz. Biz gittiğimiz zaman, Roma hamamı alanında yoğun bir çalışma vardı. Rahatsız etmemek için uzaktan sessizce bir süre izledik. Biraz sonra, hocalardan birisi olduğunu düşündüğüm, yaşça daha büyük bir bey yanımıza geldi ve oldukça sıcak davrandı. Hem kendisi birtakım bilgiler verdi hem de sorularımızı yanıtladı. Parion’u merak edip, gelmiş olmamızdan memnun gibiydi. Genel olarak gözlemlediğim bir noktayı da burada belirtmeden geçmeyeyim. Ekipte çalışan genç arkeologlar daha asık yüzlü ve insanın cesaretini kırıcı görünürken, daha kıdemli görevliler çok daha sıcak ve bilgi vermeye istekliydiler. Bu durum bende önce çok negatif hisler uyandırdıysa da sonradan bunun bilgi ve deneyim eksikliğinden veya yetkiyi aşıp, başlarını derde sokmaktan çekindiklerinden dolayı olabileceğini düşündüm.

Parion Roma Hamamı
Arka tarafta cavea (oturma) kısmı çalılarla kaplı
olan antik tiyatro alanı görünüyor

Üstü büyük bir gölgelikle örtülmüş olan Parion’daki Roma Hamamı’nın ilk olarak M.S. 2. yüzyılın ilk çeyreğinde yapıldığı tahmin ediliyor. Yapı, 200 yılı aşkın bir süre kullanıldıktan sonra, M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında tahrip edilmiş. M.S. 5. yüzyılın başından itibaren kısmen çöplük olarak kullanılmaya başlandıktan sonra, aynı yüzyılın ikinci yarısında tamamen bir çöplüğe dönüşmüş. Bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar devam etmiş. Roma hamamında çalışmalara ilk olarak 2006 yılında başlanmış. Günümüze kadar iki ılıklık bölümü ve bir soğuk su havuzu toprak altından çıkarılmış. Çalışmalar sonucunda, ılıklık bölümlerinin bir zamanlar tabandan ve duvarların içinden ısıtıldığı anlaşılmış.

Şimdilik çalılık ve yeşilliklerle kaplı olsa da burada
bir antik tiyatro olduğu anlaşılıyor
Yaşanan tahribatlar nedeniyle tiyatronun sahne bölümünün planı henüz tam olarak anlaşılamamış

Yukarıda belirttiğim gibi, Parion’daki tiyatronun cavea, yani oturma bölümü, henüz çalılıklar ve yeşilliklerle kaplı. Ancak şeklinden dolayı, uzaktan baktığınız zaman bir antik tiyatro olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Buranın tiyatro olduğu, henüz yüzey çalışmaları yapılırken yaşanan bir çöküntü sayesinde anlaşılmış ve 2006 yılından itibaren kazı yapılmaya başlanmış. Uzmanlar, oturma kısmının doğuya ve denize bakıyor olmasından dolayı, Parion tiyatrosunun bu özelliği nedeniyle Afrodisias tiyatrosuna benzediğini belirtiyorlar. Günümüze kadar bulunan mimari büyük kalıntılar ile seramik parçalar ve sikke gibi diğer küçük buluntular yardımıyla tiyatronun ilk olarak M.S. 1. yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiğine karar verilmiş. M.S. 2. yüzyılın sonlarında onarılmış ve sahnesi yenilenmiş. Daha sonra, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle, M.S. 4. yüzyılın ilk yarısına kadar kullanılmaya devam edilmiş. M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmış ve çok fazla tahribata uğramış. Gerek ortasından bir sur geçirildiği belirtilen cavea bölümü gerekse sahne kısmı zarar görmüş. Açıklama tabelasında okuduğuma göre, bugüne kadar yapılan çalışmalardan sahne binasının planı konusunda tam olarak bir fikir elde edilememiş. Buna karşın, sahne tarafının en az iki katlı olduğu ve heykel ve kabartmalarla süslü olduğu sonucuna varılmış.

Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartma
Kabartmanın sol tarafında görülen tarım, hasat, bolluk ve bereket tanrıçası Demeter

Tiyatrodan çıkarılanların bulunduğu açık alanda inanılmaz güzellikteki kabartmaları inceler ve fotoğraf çekerken yaşlıca bir kişi yanımıza geldi. Bizi, “Hoş geldiniz”, diyerek selamladı. Aslında eski bir SAT komandosu imiş ama, o sırada kazı alanında çevirmenlik yapıyormuş. Kazı ekibi ile kimin arasında çevirmenlik yaptığını tam olarak anlayamasam da birkaç dakikalık bir sohbet sonucu kendisinin artık Parion ile bir gönül bağı olduğunu ve burada yapılan çalışmalarla gurur duyduğunu anladım. Arkeoloji merakı ve Parion kazılarına gösterdiği ilgi ışığında bize çok güzel bilgiler verdi. Tiyatrodan çıkan alınlıkta resmedilmiş olan Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartmayı özel olarak gösterdi. Ben de bu mitolojik efsanenin ve benzer kabartmaların Sicilya’da da çokça insanın karşısına çıktığını anlattım. Sicilya ve oradaki eski Yunan antik kent kalıntıları hakkında biraz daha konuştuk.

Hades Persephone‘yi kaçırır ve yer altı dünyasına götürür…
Bu sırada, güneş de tutulmuştur (yukarıda).
Persephone’nin kaçırılışı ve tutulmuş güneş
(Detay)

Efsaneyi çok kısaca özetlemeye çalışayım. Anadolu kültlerindeki tanrıça Kybele ile de sıkça ilişkilendirilen Demeter tarım, hasat, bereket ve bolluk tanrıçasıdır. Persephone, Demeter’in erkek kardeşi Zeus‘dan olma kızıdır. Bir gün, yer altı dünyasının tanrısı Hades Persephone’u çiçek toplarken görür ve âşık olur. Bu durumu kardeşi Zeus’a anlatır ve ondan aldığı izin ile Persephone’u kaçırıp, yer altı dünyasına götürür. Demeter kızını her yerde arar ama bulamaz. Hades’in kızını kaçırdığını öğrenince, tüm görevlerini ihmal eder. Tarım yapılamaz, hiçbir bitki büyümez, korkunç bir kıtlık olur ve insanlar ölmeye başlar. Felaketin son bulması için, Zeus kardeşi Hades’e Persephone’u annesine geri vermesini emreder. Ancak, Persephone yer altında birkaç nar tanesi yediği için, artık yeryüzünde sürekli yaşaması mümkün değildir. Her yıl ilkbaharda yerin üstüne çıkar. Bu zamanda annesi Demeter bitkilerin ve ekinlerin yeşermesine izin verir. Bolluk ve bereket olur. Sonbahar geldiğinde Persephone kocası Hades’in yanına dönmek zorundadır. Onun yokluğunda tohumlar yeşermez, hasat yapılamaz. Böylece, Yunan mitolojisinde mevsimsel döngü de açıklanmış olur.

Çıkarılan diğer kabartmalardan birkaçı

Tiyatrodan çıkan alınlıktaki figürler gerçekten çok güzeldi. Atlı savaş arabasına binmiş Demeter, Hades’in Persephone’u kaçırışı çok açık seçik görülebiliyordu. Bu efsane ile ilk karşılaşmam küçük yaşlarda, Roma‘daki Galleria Borghese‘de gördüğüm ve çok etkilendiğim, Gian Lorenzo Bernini‘nin (1598-1680) heykeli ile olmuştur. Persephone’nun, Latince adı Proserpina olarak anıldığı (heykelin adı Proserpina’nın Tecavüzü olarak geçer) bu heykeldeki usta işçiliğe bir çocuk olarak bile hayran olmuştum. Babam ile defalarca gittiğim Galleria Borghese’de her seferinde bu heykelin bulunduğu salona koşturarak gider ve Persephone’un yüzündeki dehşet ifadesine ve Hades’in güçlü parmaklarının kızın etine gömülmesine büyülenmişçesine bakardım. Öylesine gerçektir ki o parmakların gömülüşü, bir süre sonra insan o bedenin mermerden yapılma olduğunu unutur…

Agora ve dükkanlar

Parion antik kentinin merkezi olduğu belirtilen ve tiyatro, hamam ve odeonun bulunduğu bölgede, tahmin edilebileceği gibi, agora ve dükkanlar da yer alıyor. Ancak, verilen bilgilerde, buranın da yapımından sonra epeyce tahrip edildiği ve değişikliğe uğradığı belirtiliyor. Buluntulardan şu ana kadar varılan sonuç, buranın M.S. 2. yüzyıl sonuyla M.S. 4. yüzyıl başları arası bir zamanda yapıldığı yönünde. Sonradan, M.S. 5 ile 7. yüzyıllar arasında eklemeler yapılmış. Bölgede bulunan sikkelerden agora ve dükkanların M.S. 11-12. yüzyıllara kadar kullanıldıkları anlaşılmış.

Odeon
Kazı alanı olduğu için yakınına gidemediğimiz odeonun
bilgi tabelasından fotoğraflar. Çalışma yapan
Prof. Dr. Cevat Başaran ve buluntular

Pareon’da odeonu açık seçik görebilmek güzel bir sürprizdi. Kazı alanı olduğu için yakınına gitmemiz mümkün olmadı. Uzaktan bakabildik. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen odeon, ilk olarak 2009 yılında yüzey kalıntılarını inceleyen Prof. Dr. Cevat Başaran tarafından tespit edilmiş. Başlangıçta buranın bir stadyum olduğu düşünülse de 2010 yılında kazılar ilerledikçe ortaya çıkan cavea bölümünün kavisi sonucunda odeon olduğu anlaşılmış. Yapılan hesaplamalara göre buranın 950-1050 kişilik bir oturma kapasitesi olduğu tahmin ediliyor. Bir yangın geçirdiği anlaşılan sahne kısmında bir Artemis ya da Roma mitolojisindeki adıyla Diana heykeli parçalarına ve başka heykel parçalarına rastlanmış.

Yamaç Hamamı
Kent surlarından bir bölüm

Antik kentte son olarak, bir yamaçta yer alması nedeniyle bu şekilde anılan, Yamaç Hamamı tarafına yürüdük. Yapılan çalışmalar sonucu bir Roma dönemi hamamı olduğu saptanan yapının başlıca üç evre geçirmiş olduğu belirtiliyor. İlk evre, M.S. 1. yüzyıl olarak saptanmış. Bundan sonraki ikinci evrede (M.S. 3. ile 4. yüzyılın başları) çok yoğun olarak kullanılmış. Son olarak, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda eklemeler yapılmış ve kullanılmış. Çalışmaların devam ettiği yapıda su havuzları, su deposu, su boruları ve temiz su hattının parçası olan künklere rastlanmış.

Dönüş yolunda…
Kemer Balıkçı Barınağı
Kemer Köyü

Hava çok sıcak olmasına rağmen, Parion antik kentinden çok memnun ayrıldık. Büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir antik kenti gezmekten daha farklı bir heyecan yaşadık. Deniz kenarında, çok hoş bir konumu da olan kentte çalışmaların sürmesini ve gelecek yıllarda bir çekim merkezi olmasını diliyorum.

Yine Yeniden Çanakkale (2): Alexandria Troas ve Neandria

Nar Konak’ın sessiz ve sakin ortamında lezzetli bir kahvaltı yaptıktan sonra yola çıktık. Bir sonraki konaklama yerimiz olan Çanakkale’ye gitmeden önce iki antik kenti daha görmek istiyorduk: Alexandria Troas ve Neandria. Aslında konum olarak Assos bir başka antik ören yeri olan Chryse antik kentine çok yakın. Yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan Gürpınar köyündeki Chryse’nin Apollon Smintheion Tapınağı’ını Çanakkale’ye bir önceki gidişimizde görmüştük. Buradan Troia ile ilgili yazımda söz etmiştim. (Dilerseniz, link aracılığı ile okuyabilirsiniz). O zaman, vakit kalmadığı için, çok yaklaşmamıza rağmen Assos’a gitmemiştik.

Çanakkale Troia Müzesi‘nde sergilenen Alexandria Troas buluntuları
Figürün Başları
M.Ö. 3. yy. (Helenistik Dönem)
Alexandria Troas buluntuları
Çanakkale Troia Müzesi

Tarih boyunca birçok uygarlığın kurulup yıkıldığı bir coğrafyada böyle olmasının doğal olduğunu düşünsek de, Alexandria Troas’ın büyük bölümünün zeytinliklerin, tarlaların ve çalılıkların altında kaldığını görmek insanı üzüyor. Ülkemizde büyük olasılıkla bastığımız hemen hemen her yerin ve yerleşim alanlarının önemli bir kısmının altı tarihi zenginliklerle dolu. Bunların bazıları için, az da olsa, çözümler üretilebiliyor. Ama, Alexandria Troas gibi, belki yüzyıllardır ekilip biçilen tarım arazileri için sahiplerini tatmin edecek bir çözüm bulmak zor olsa gerek. Mecburen, geride kalan ya da görünür olan az sayıda eser ile yetinme durumu söz konusu sanırım şu anda. Bu zor şartlara karşın, Alexandria Troas’da kazılar 2011 yılından beri Ankara Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.

Bronz Heykel Eli
M.Ö. 1.yy (Roma Dönemi)
Alexandria Troas buluntusu
Çanakkale Troia Müzesi

Alexandria Troas antik kenti, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı olan Dalyan köyünün sınırları içerisinde bulunuyor. İzleyeceğiniz rotaya bağlı olarak, Assos’a yaklaşık 50 dakika ile bir saat arası bir uzaklıkta. Ancak, yukarıda belirtiğim  şartlar nedeniyle Alexandria Troas’a gittiğiniz zaman öyle derli toplu bir antik kent ile karşılaşmayı beklemeyin. Kent sadece bitki örtüsü altında kalmamış, bir de araba yolu nedeniyle ikiye bölünmüş. Bu nedenle, bazı kalıntılar yolun solunda, bazıları sağında, ağaç ve makilerin arasına saklanmış durumda.

Kent, M.Ö. 310 yılında Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından, Antigoia ismiyle  kurulmuş. İskender’in ölümünden sonra, yine onun komutanlarından Lysimachos tarafından bu isim değiştirilerek, İskender’in Troas’daki kenti anlamına gelen Alexandria Troas adını almış. Yapılan çalışmalar sonucu kentin bir zamanlar 8 kilometre uzunluğunda surlarla çevrili olduğu sonucuna varılmış. Kentin ilk kuruluşunda buraya, o dönemde çok gelişmiş ve nüfuzlu bir kent olan Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilerek büyük bir metropol yaratılmış. Limanı olması nedeniyle, kent kısa bir sürede çok güçlenmiş ve zenginleşmiş. O dönemde kuzeybatı Anadolu’nun en önemli ticaret merkezi haline gelen bu limanın kalıntılarını günümüzde biraz ilerideki Dalyan köyünün sahilinde görmek mümkün.

Podyumlu Tapınak
Alexandria Troas

Alexandria Troas özellikle Roma döneminde çok gelişmiş ve M.Ö. 188 tarihinde özgür ve özerk şehir staüsünü kazanmış. Çeşitli kaynaklarda bir dönem şehrin nüfusunun 100.000’ne ulaştığı belirtiliyor. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (M.S. 117-138) kentte büyük bir imar hareketi başlamış ve o zamanın en zengin kişilerinden Atinalı Herodes Atticus’un katkıları ile, Kaz Dağları’ndan su getiren bir su yolu ve kemeri ile birlikte, günümüzde çok az bir bölümü ayakta olan, büyük bir hamam inşa edilmiş. Herodes Atticus Hamamı olarak anılan bu hamamın yanına aynı zamanda bir de gymnasium yapılmış.

Forum Çeşmesi
Geriye maalesef bir tek yuvarlak kaidesi kalmış

Alexandria Troas’ın, erken Hristiyanlık döneminde de önemli bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. Bir önceki yazımda Assos’u ziyaret ettiğini belirttiğim Aziz Paulus deniz yoluyla gittiği Makedonya yolculuğuna buradan çıkmış.Yola çıkmadan önce, bir hafta kaldığı bu kentte vaazlar vermiş ve taraftar toplamış. Bu sebeple, Hristiyanlar için Alexandria Troas bir hac merkezi haline gelmiş. Kayıtlarda, M.S. 4. ve 5. yüzyıllar arasında üç yerel piskopos adına rastlanması, kentin bir zamanlar Hristiyanlık açısından önemli bir merkez olmasının kanıtı olarak görülüyor.

Tarih boyunca yoğun bir talana maruz kalan kentin
tapınağından geriye kalan sütunlar

Antik kentin denize yakın konumu, yerleşim yeri olmaktan çıktıktan sonra yoğun bir şekilde yağmalanmasını kolaylaştırmış. Taşları başka inşaatlarda kullanıldığı için kent adeta bir taş yığını haline gelmiş. 14. yüzyılda Troas bölgesine Karasioğulları yerleşmiş. 1336 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş. Bu dönemde de kentin taşları inşaatlar için kullanılmaya devam edilmiş. Sütunları İstanbul’un bazı camilerinde kullanılmış.

Büyük olasılıkla tapınağa ait süslemeler

Alexandria Troas’ın günümüze ulaşmış kalıntılarını gezmeye tapınaktan başladık. Yol kenarında, Dalyan yönüne giderken sol kolda kalan tapınağın hangi tanrı veya tanrıçaya adandığı konusunda ulaşabildiğim kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlayamadım. Bu konuda, tapınak çevresindeki açıklama tabelalarında da bir bilgi yoktu. Forum alanının ortasında yer aldığı belirtilen yapı, Podyumlu Tapınak olarak adlandırılmış. Temelinin 8 metre derine gittiği, 16,60 metre genişliği ve 23,65 metre uzunluğu olduğu belirtilen tapınak, İmparator Augustus dönemine (M.Ö. 27- M.S. 14) tarihlenmiş. Tapınağın yanındaki sundurmanın altında bu yapıya ait güzel süslemeleri, ayrıca açık alanda yere yatırılmış bazı sütunları görebilirsiniz. Podyumlu Tapınak ile odeon arasında kalan alanda Forum Çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşme olduğu belirtiliyor. M.S. 2. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı yazılan bu çeşmeden de geriye bir tek yuvarlak kaidesi kalmış. Bu bölge forum alanı olduğu için, çevresinde kentin sivil yönetim binalarının kalıntıları da var.

Forum alanındaki yapı kalıntıları
Korumaya alınmış bir yazıt

Kentin görülebilecek yerleri arasında bulunan Herodes Atticus Hamamı’nı görmek için geldiğimiz yöne doğru, araba ile birkaç yüz metre geriye gitmemiz gerekti. Hamamdan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez ama, ayakta kalabilmiş ve çelik iskeleler ile desteklenmeye çalışılmış kemerler, bir zamanlar yapının ne kadar görkemli olduğunu hissettiriyorlar. Açıklamalarda, M.S. 135 yılında inşa edildiği düşünülen hamamın Anadolu’da bilinen en büyük hamamlardan birisi olduğu yazılmış. Hamam ve yanındaki gymnasium büyük ölçüde 1809-1810 kışında yaşanan deprem sırasında yıkılmış. O nedenle, yapının özellikleri hakkında bilgi edinmek için 18. ve 19. yüzyıllarda buralara gelen gezginlerin eserlerinden yararlanılmış. Hamam çevresini gezdiğimiz sırada, iki görevli burada ilaçlama yapıyordu. Kendi ifadelerine göre, yaz mevsimi ile birlikte gelecek ziyaretçi sayısında beklenen artış nedeniyle bu işlem gerçekleştiriliyormuş.

Herodes Atticus Hamamı ve yanındaki gymnasium‘dan geriye kalanlar

Yolun karşısında, yine yeşilliklerin arasında, bir de anıtsal çeşme, nymphaion, kalıntısı var. M.S. 2. yüzyılın ortasında yapılan çeşmelerle aynı özellikleri taşıdığı ve yarım daire şeklinde olduğu ifade edilen nymphaion’dan da geriye pek bir şey kalmamış.

Anıtsal Çeşme
Nymphaion

Zamanımız kısıtlı olduğu için biz, kentin en yüksek noktasında olduğu belirtilen tiyatroya gitmedik. Belirtildiğine göre buradan, kent manzarası dışında, Çığrı Dağı’nın tepesindeki Neandria, Midilli Adası, Bozcaada ve Çanakkale Boğazı da görülebiliyormuş. Ayrıca, 21. yüzyılın başında Alman arkeologların yaptıkları kazılar sonucu M.Ö. 100 civarında yapılmış olabilecek bir stadyum bulunduğundan da söz ediliyor.

Alexandria Troas’ın antik liman kalıntılarını Dalyan köyünün
sahilinde görmeniz mümkün

Bu bölgede görebileceğimiz kalıntılardan sonra sahildeki Dalyan köyüne doğru yola çıktık. Köye vardığımızda epeyce şiddetli esen, rüzgarlı bir hava ile karşılaştık. Deniz de çok çırpıntılı idi. Biraz sorduktan sonra, Alexandria Troas’ın büyük ölçüde suyun içinde kalmış liman kalıntılarını görmek için sahil boyunca yürüdük. Kumdan fışkıran bitki ve çiçekler çok güzeldi. Bir süre sonra kumsalda kıyıya paralel uzanan duvar kalıntılarını ve suyun içinde de, dalgaların dövdüğü sütunları gördük.

Suyun içinde kalmış liman kalıntıları

Alexandria Troas’ın antik limanının bulunduğu Dalyan köyünde ilginç bir doğa oluşumu da görmek mümkün. Suyun içindeki sütunların karşısında, çok yüksek olmayan bir kumul tepesinin ardında, Kalpli Göl olarak bilinen küçük bir göl yer alıyor. Bu isim ile bilinmesinin iki nedeni var. Birincisi, şeklinin bir kalbe benzemesi, ikincisi ise, yılın belli zamanında suyun pembe ya da kırmızı  bir renk alması. Bunun sebebi olarak, sıcaklık ve tuzun arttığı dönemlerde dunaliella salina (su yosunları) olarak bilinen mikroskobik bitkisel canlıların fazlaca üremesi gösteriliyor. Söz konusu renk değişikliği özellikle eylül ayında olurken, kasım ve aralık ayının bazı günlerinde de yaşanan sıcaklık değişiklikleri sonucu görülebiliyormuş. Uzmanlara göre, dünyanın farklı bölgelerinde buna benzer sekiz tane göl varmış.

Kalpli Göl‘ün yılın belli dönemlerinde görülen kırmızımsı hali
Kaynak: www.canakkaletravel.com
Fotoğraf: Cihan Kurnaz/Çanakkale
Baharda gittiğimiz için gölü renkli görmeyi beklemiyorduk zaten ama,
kuraklık nedeniyle gölün suyu da azalmıştı

Hava çok sıcak, güneş ise çok yakıcı idi. Buna karşın, planladığımız gibi, yakınlarda olduğunu düşündüğümüz Neandria antik kentine de gitmeye karar verdik. Navigasyon uygulamasından Neandria’yı bulduk ve yola koyulduk. Yollarda antik kenti gösteren hiçbir tabelaya rastlamadık. Uygulama bizi önce bir taş ocağına götürdü. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama, internette bu taş ocağının antik çağlarda da inşaatlar için kullanıldığı yazılıydı. Aklıma Sicilya’daki Selinunte antik kentinin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı tarihi taş ocakları ve Siracusa’da yine aynı amaç için kullanılan Grotta del Salnitro mağarası geldi. Ancak, burada öyle gezilecek ne bir tarihi taş ocağı ne de antik bir kent vardı. Doğal çimenlik bir alanda araba ile ilerledikten sonra, toprak yol da bitti. Mecburen geri döndük ve yakında görünen Koçali köyüne gittik. Sıcakta etrafta hiç kimseler yoktu. Köy kahvesinde oturan birkaç kişi gördük. Onlara sorduk. Önce yanlış geldiğimizi söyledikten sonra, bir süre kendi aralarında tartıştılar. Sonunda, içlerinde bu konuda daha bilgili görünen bir adamın ısrarı üzerine, bizi Kayacık köyüne yolladılar. Antik kente köyün içinden çıkılacağını söylediler.

Kayacık köyünü de bulmak çok kolay olmadı doğrusu. Ana yoldan köye doğru saparken üzerinde Neandria yazan bir tabela görünce ümitlendik. Ama, hem yazının çok silik olması hem de tabelanın renginin genelde antik ya da turistik yerleri yönlendirenler gibi kahverengi olmaması beni biraz şüphelendirdi. Köye vardığımızda etrafta bir tek insan yoktu. En yakın gölgeye doğru koşturan birkaç tavuk dışında hayvan da görünmüyordu ortalıkta. Güneşin en tepe noktaya ulaştığı saatlerin kavurucu sıcağında sanki köydeki tüm canlılar derin bir uykuya dalmışlardı. Köyün parke taşlı sokaklarında bir iki tur attık. Yoldan ve binaların duvarlarından alev topu gibi bir sıcaklık yansıyordu. Derken, 7-8 yaşlarında iki kız çocuğu gördük. Biz, antik kent falan diye derdimizi anlatmaya çalışırken, içlerinden birisi,

– Kaleyi mi arıyorsunuz siz? diye sordu.

Kentin surları olduğunu okumuştum.

– Evet, dedim.

Çocuk, biraz ileride, sağ tarafta göreceğimiz yokuştan yukarı doğru çıkmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür ettik ve söylediği tarafa yöneldik ama çocukların doğru yolu bilip bilmediklerinden de emin olamadık. Yolun başlangıç noktasında da Neandria ile ilgili hiçbir tabela yoktu. Tam o sırada genç bir adam belirdi. O da aynı tarifi yapınca, başladık araba ile tırmanmaya. Kıvrımlı ve asfalt yolda tahminimden daha uzun süre çıktık. Etrafta ne bir canlı ne de gelip geçen bir araba vardı.

Neandria, Alexandria Troas’tan aşağı yukarı 13 kilometre içeride, Çığrı Dağı’nın 500 metre yükseklikteki tepe noktasında kurulmuş bir kent.  Prof. Dr. Ekrem Akurgal’a göre, 1400 metre uzunluğunda ve 450 metre genişliğinde bir alanı kaplıyor. Kent, 1899 yılında, Alman arkeolog Robert Koldewey tarafından kazılmış. Kentin etrafına kalınlığı 3 metre, uzunluğu 3200 metre olan çokgen bir sur yapılmış. Kentin kuruluşu hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber, büyük olasılıkla M.Ö. 5. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bu varsayım, Neadnria’da bulunan ev kalıntılarına göre bu yapılarda en az 100 sene yaşandığı ve daha sonra, M.Ö. 310 yılında Alexandria Troas kurulduğu zaman, kentin tamamen terkedildiği bilgisine dayandırılıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Alexandria Troas kurulduğu zaman buraya, Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilmiş.

Kent duvarları içinde bulunan, daha eski dönemlere (M.Ö. 6 yy.) ait ve daha kısa bir surun dağın en yüksek noktasındaki akropolü çevrelediği belirtiliyor. Akurgal’a göre, Neandria’daki en önemli yapıt, M.Ö. 600 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen tapınakmış. Zamanında sütunları tahtadan olan tapınağın Aeolik tarzda yapılmış sütun başlıkları günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. (Aeolis, antik çağda Batı Anadolu’nun kuzeyindeki bölgeye verilen isim. M.Ö. 1000 yılının başından itibaren, Yunanistan’dan göç eden Aeol halkı önce Midilli Adası’nda daha sonra Troas bölgesinde kentler kurmuşlar).

Çığrı Dağı’nı biraz endişe duyarak tırmandık. Bir süre sonra oldukça sağlam görünen kent duvarları ile karşılaştık. Yol da bu sırada bir düzlükte bitti. Arabayı park ettik. Sanırım, önce ben indim. Toprak göz alabildiğine doğal bir çim ile kaplıydı ve etrafta bol miktarda koyun pisliği vardı. Belli ki, köyün çobanı hayvanları otlamaları için buralara çıkarıyordu. Bunda yadırganacak bir durum yoktu. Ancak, hayatımda o güne kadar hiç deneyimlemediğimiz bir şeyi yaşamak için bir iki adım atmamız yetti. Toprağa bastığımız her adım ile birlikte yerden iri böcekler havalanıp, kimi zaman bacaklarımıza çarpmaya başladı. Kelimelerle anlatması zor, son derece rahatsız edici bir durumdu. Buna karşın, söylenerek de olsa, surlardaki bir açıklığa doğru yürümeye devam ettik. Kent surları bu noktada yıkılmış mıydı, yoksa burası kentin kapılarından birisiydi de çökmüş müydü, emin olamadım ama, zorlukla da olsa, taşların üstünden atlayarak, içeriye girdik.

Neandria kent surları

Her gidilen yer insana yeni bilgiler ve farklı deneyimler sunar. Pek çok şey öğrenilir. En azından benim için gezmek bu demektir. Elbette bu maceradan da öğrendiklerim oldu. Bunların ışığında size önerim şu olacaktır. Eğer devletimiz antik kent veya diğer ören yerleri ile ilgili yol tabelası koymamışsa, bir bildiği vardır. Bu demektir ki, gitmeseniz de olur…

Surların ötesi…

Ne kadar talan edilmiş ya da henüz yeteri kadar gün yüzüne çıkarılmamış olursa olsun, genel olarak bu tür yerlerde ilgimi çeken bir detay yakalarım. Neandria’da ise, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şey yoktu. Duvarı aştıktan sonra, yer yer kayaların yükseldiği bir düzlükten başka etrafta bir şey görünmüyordu. Belki kaya olarak görünenlerin bir kısmı eski yapı parçaları idi. Binlerce yıllık doğal aşınmalar sonucu doğa ile bütünleşmişlerdi. Bilemiyorum. Kent duvarları içerisinde de o tuhaf böcekler bizi rahat bırakmadı. Her adımda onlarcası adete yerden fışkırmaya ve sağa sola uçuşmaya devam etti. Biraz da bu nedenle, bir an önce oradan ayrılmaya karar verdik. Akurgal’ın kitabındaki çiziminde yer alan akropol ve tapınağın nerede olduklarına uzaktan bile bakmadan arabaya döndük.

Belki de bu taş yığını, elimdeki krokide yer alan yapılardan biriydi

Bu tuhaf deneyimin ardından, ancak akşam Çanakkale’de gittiğimiz Yalova restoranda kendimize geldik diyebilirim. Önceki gidişimizde olduğu gibi, birbirinden güzel mezeler eşliğinde günün yorgunluğunu attık. Buzlu rakı ile birlikte tuzlu sardalya, enginar fava, Atatürk (börülce, tahin ve çeşitli baharatlarla yapılıyormuş), salata ve barbunya balığı yedik. O gün gördüklerimizin yanında, ertesi gün gideceğimiz antik kenti konuştuk. Tüm gezimizin odak noktası olarak planladığımızı söyleyebileceğim o kenti bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Not: Bu yazıyı yazarken, sinema yönetmeni Reha Erdem’in 2023 yılında Koçali köyünde ve Neandria’da çektiği, Neandria isimli bir film olduğunu öğrendim. Merak ettim doğrusu…

Tanrıların Savaştığı Kent Troia: Çanakkale (4)

Çanakkale, Türkiye‘de en çok antik kent bulunan illerimizden biri. Sayısının 200’den fazla olduğu belirtilen bu antik kentlerin yüzey araştırmaları ve kazıları ağırlıklı olarak Çanakkale 18 Mart Üniversitesi‘nin öğretim üyeleri ve öğrencileri tarafından yürütülüyor. Coğrafi konum olarak çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, antik alanların bu kadar çok olması aslında insanı şaşırtmamalı. İstanbul gibi, tarihin değişik zamanlarında iki kıta arasında her iki yöne doğru geçmek isteyen herkes (Yunanlılar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Araplar) buralara gelmiş ve iz bırakmış. 1915 yılında Müttefik Kuvvetler tarafından yapılan son deneme ise, onlar için bir hezimet, bizim için destansı bir direniş ile tarihe geçmiş. Uzmanlar, Çanakkale Savaşları’nın geçtiği alanların da aslında arkeolojik kalıntılarla dolu olduklarını belirtiyorlar. Ne acıdır ki, savaş sırasında Fransız Kuvvetleri buralarda savaşırken bir yandan da kazılar yapmışlar. Özellikle, günümüzde Çanakkale Şehitler Abidesi‘nin bulunduğu yerdeki Elaeus antik kentinin mezarlık alanında (nekropol) yaptıkları kazılar sonucunda burayı talan etmişler. Elaus’tan götürülen beş lahit, mücevherler, çanak çömlek ve diğer farklı objeler günümüzde Paris‘teki Louvre Müzesi‘nde sergileniyorlar. Kentin büyük bölümü savaş sırasında top atışleri nedeniyle tahrip olmuş. Günümüzde, kentin sadece sınırları ve sur duvarları tesbit edilebilmiş.

Homeros
Troia Müzesi

Bildiğiniz gibi, tarihte en az 1915 Çanakkale Savaşları kadar ünlü bir diğer savaş da yine bu topraklarda yapılmış. Sözünü ettiğim yer elbette Troia. Antik Çağ’da şüphesiz, günümüzde bilmediğimiz ya da üstünde durmadığımız, daha pek çok savaş olmuştur. Onların hiçbiri, Troia Savaşı kadar evrensel bir tanınırlığa ulaşmamıştır. Arkeoloji ve tarihle uzaktan yakından ilgisi olmayanlar bile tahta atın hikayesini bilirler. İnsanlığın, bu tanınırlığı borçlu olduğu kişi, büyük ozan Homeros‘tur. Eğer Homeros bu savaşı yaklaşık 500 yıl sonra dizelere dökmemiş olsaydı, büyük olasılıkla Troia Savaşı da sadece antik dönemin diğer birçok savaşı kadar ilgimizi çekecekti. Homeros, ünlü İlyada adlı eserinde, on yıl süren bu savaşın son yılında geçen elli bir günü bize sunar. Ama, geriye dönüşlerle savaşın çıkış noktasını ve gelişen olayları da öğreniriz. Öte yandan İlyada, olayların sadece kuru kuru anlatıldığı bir eser değildir. Edebi olarak son derece güzel, kimi yerlerde dokunaklı kimi yerlerde son derece heyecanlı anlatımlar vardır. İlyada’yı okuyanlar bilirler. Özellikle, gerek kahramanların birebir dövüşleri gerekse genel savaş sahneleri son derece canlı bir şekilde anlatılmıştır. Ben okurken çok heyecanlandığımı hatırlıyorum.

Polyksena Lahdi (M.Ö. 520-500)
Troia Müzesi

Troia Savaşları denince herkesin ilk aklına gelen tahta at öyküsü, İlyada’da değil, Odysseia‘da anlatılır. Homeros, İlyada’yı Troialı Prens Hektor‘un cenaze töreni ile bitirir. Tahta at hilesini ve savaşın sonunu Odysseia‘daki anlatımla öğreniriz. Bu ikinci kitap aslında, Odisseus‘un savaştan sonra, kralı olduğu vatanı İthaka‘ya dönmeye çalışırken başından geçenleri anlatır. Odisseus, Troialılara karşı savaşta yer almış Aka (Yunan) krallarından biridir. Esasen, savaşın sona ermesinde de rolü büyük olmuştur çünkü, tahta at fikri onundur. Odisseus’un türlü maceralarla dolu eve dönüş yolculuğu da on sene sürer. Ama ozan, bir geri dönüşle, Troia Savaşı’nın sonunu da bize söyler. Bazı tarihçilere göre, Troia atı tarihte hiç var olmamış, Homeros tarafından, tanrı Poseidon‘un simgesi olan at için bir metafor olarak kullanılmıştır. Poseidon, denizler tanrısı olmanın yanında, aynı zamanda depremler tanrısıdır da ve at, Akaların deprem nedeniyle yıkılan sur duvarları sayesinde Troia’yı ele geçirmelerini temsil etmektedir.

Polyksena Lahdinin bir yüzünde yer alan, Troia Kralı Priamos’un ve Kraliçe Hekabe’nin küçük kızları Polyksena’nın kurban edilme sahnesi

Homeros’un Troia Savaşı anlatımında sadece insanlar değil, tanrılar da taraf tutar ve savaşırlar. Zaman zaman insan şekline bürünür ve aşk, nefret, gurur, kıskançlık gibi insani duygulara kapılırlar. Savaşın bizzat çıkışı da böyle değil midir? Troia kralı Priam‘ın oğlu olan Paris‘in Afrodit‘i üç tanrıça arasında en güzel seçmesi ile başlamamış mıdır bütün olaylar? Kendilerini aşağılanmış hisseden Hera ve Athena o kadar kızmışlardır ki, Akaların tarafını tutmuşlardır. Üstelik Athena, kuruluşundan beri Troia şehrinin koruyucusudur ve burada kendisine adanmış bir tapınak bulunmaktadır. Tanrılar arasında Afrodit ve Apollon savaşın başından sonuna kadar Troialıların yanında kalmışlardır.

Günümüzde savaşların çıkış nedenlerini tabii ki tanrıların gazabına dayandırmıyoruz. Troia Savaşı da büyük olasılıkla, Troia’nın zenginliğinden gözleri kamaşan ve bu verimli toprakları ele geçirmek isteyen Yunan halklarının (Akaların) buraları ele geçirme savaşıdır. Ancak, savaş çetin olmuştur. Kent duvarları o kadar sağlamdır ki, Troia’yı ancak bir hile (veya deprem) ile ele geçirebilmişlerdir.

Troia ya da Troya, isim açısından halen süren tartışmaların konusu. Son zamanlarda toplum içinde veya sosyal medyada, eskiden alışkın olduğumuz şekilde, Truva demeye görün… Eleştiriler gecikmeyecektir. Çocuklukta öğrendiğimiz, zamanın tüm turistik tabela ve broşürlerinde geçen Truva ismi, antik kentin Fransızca ismi olan Troie‘den Türkçeye geçmiş. Ancak daha sonra, aralarında Azra Erhat‘ın da bulunduğu uzmanlar, kentin Yunancada Troia olarak geçtiğini ve bu şekilde anılması gerektiğini belirtmişler. Aynı kelimenin Türkçe okunuşu olarak Troya da kullanılmaktadır. Tarihte Troia’nın adı daha da çok çeşitlilik göstermiş. Kentten Yunanca, Troia’nın dışında, Ilion; Latince Ilium; Hititçe Wilusa ya da Truwisa olarak da söz edilmiş.

Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann (1942-2005)
Kaynak: www.troiavakfi.com

Troia (Troya) antik kenti 1998 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde bulunuyor. Bunun gerçekleşmesi için, Troia’da 25 yıl boyunca çalışmalar yürüten, Tübingen Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann‘nın (1942-2005) çok büyük çaba gösterdiği belirtiliyor. Bir Anadolu ve Troia aşığı olan Prof. Korfmann 1981 yılında başladığı yüzey araştırmalarının ardından, 1988-2005 yılları arasında hem Troia’da hem de Troas bölgesinde (günümüzün Biga Yarımadası) yaptığı kazılarla bölge arkeolojisine çok büyük katkılar yapmış. Ayrıca, Troia çevresinin korunması için bu bölgenin Tarihi Troya Milli Parkı yapılmasına ön ayak olmuş.

Manfred Osman Korfmann Kütüphanesi
Çanakkale şehir merkezinde bulunan kütüphane, 19. yy. sonunda Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nin Sübyan Okulu olarak yapılmış binada hizmet veriyor. Bina belediye tarafından satın alınarak, restore ettirilmiş ve vakfa tahsis edilmiş. Kütüphane 2007 yılında açılmış.
Kaynak: www.troiavakfi.com

Çok iyi Türkçe konuşan ve çalışmaları sırasında civardaki köylülerle çok iyi ilişkiler kuran Profesör Korfmann, Türk vatandaşlığı da alarak adına Osman’ı da eklemiş. Genç yaştaki ölümünün ardından, ailesi binlerce kitap, makale ve basılı eserlerini kendi kurduğu Çanakkale Tübingen Troia Vakfı‘na bağışlamış. Şimdi öğrenciler, akademisyenler ve arkeoloji meraklıları, vakfın Çanakkale’nin merkezindeki kütüphanesinden yararlanıyorlar.

Troia Müzesi

Korfmann’nın en büyük hayali ve bir anlamda vasiyeti, Türkiye Devleti’nin Troia antik kentinin yakınında dünya standartlarında bir müze açması olmuş. Ne mutlu ki, Korfmann’ın bu dileği yerine getirilmiş. Günümüzde Troya (Troia) Müzesi, çağdaş müzeciliğin ülkemizdeki göğüs kabartan nadide örneklerinden birisi. Çanakkale gezimizin en önemli nedenlerinden biri Troya Müzesi idi diyebilirim. Gerek Troia antik kenti gerekse müze aslında daha çok sayıda ziyaretçiyi hak ediyor. Dilerim, mevsimsel bir nedenden dolayıdır ama, biz gezerken olması gerekenden çok az sayıda ziyaretçi vardı. En az Efes kadar önemli bu ören yeri ve müzenin, hem yurt dışında hem yurt içinde, daha çok tanıtılması gerekiyor. En azından arkeolojiye ilgi duyan herkes gitmeli diye düşünüyorum.

Müze girişi

Müze, Çanakkale Merkez ilçesine bağlı, Tevfikiye köyünün yakınında. Binanın inşaatına, yapılan bir proje yarışmasından sonra, 2013 yılında başlanmış. Ziyarete 2018 yılında açılmış. Üç katlı müze, 12.765 metrekarelik kapalı alanıyla son derece ferah ve rahat gezilen bir mekan. Katlar arasında merdiven yerine rampalar yapılmış. Müzede sadece Troia’dan çıkarılan eserler değil, Troas bölgesinin diğer belli başlı antik kentlerinden (Assos, Tenedos (Bozcaada), Parion, Alexandria Troas, Smintheion, Lampsakos, Tavolia, İmbros (Gökçeada)) çıkarılmış eserler de sergileniyor. Giriş katında bulunan bu eserler daha önce Çanakkale Arkeoloji Müzesi‘nde sergileniyorlarmış. Şimdi hepsi, Troia ile beraber aynı çatı altında toplanmışlar.

Troia’nın farklı dönemlerine ait buluntular
Müzenin giriş katında, Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmbros) da dahil olmak üzere, antik Troas bölgesinin önemli antik yerleşimlerinden eserler sergileniyor.
Dardanos Afroditi (M.Ö. 1.yy.)
Troya Müzesi, Çanakkale
Müzede sergilenen bu 31,5 cm boyutundaki heykelcik Dardanos’da bulunmuş. Heykelin, Praxiteles tarafından yapılan, antik çağın ünlü Knidos Afroditi’inin bir kopyası olduğu belirtiliyor. Knidos Afroditi maalesef günümüze ulaşmamış. Dardanos antik kenti günümüzde Çanakkale 18 Mart Üniversitesi kampüsünün içinde bulunuyor.

Troia Müzesi, kısa zamanda uluslararası ödüller almış bir müze. Sadece eserler açısından değil, içerdiği açıklamalar ve aktardığı bilgi açısından da çok zengin. Bu açıdan, katlar arasındaki rampalar bile değerlendirilmiş. İnsanın herhangi bir müzede geçirdiği süre, konuya duyduğu ilgiye bağlı oluyor. Biz Troia Müzesi’nde dört buçuk saat kaldık. Herkes bu kadar kalmayı tercih etmeyebilir. Ancak, kullanılan çeşitli modern odyovizüel teknoloji ile arkeoloji ile en az düzeyde ilişkisi olan ziyaretçilerin bile ilgisini çeken köşeler var. Bu arada elbette, 2004 yılında çekilen ve Brad Pitt‘in Akhilleus rolünü oynadığı Troy filmi de kullanılmış. Yunan mitolojisinin en bilinen kahramanlarından biri olan Akhilleus, Aka ordusunda savaşan büyük bir savaşçıdır. Kendisi aynı zamanda bir yarı tanrıdır. Annesi su tanrıçası Thetis, babası Phthia hükümdarı Kral Peleus‘dur. Annesi onu sol topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağında yıkadığı için, vücunda ölümcül yara alabileceği tek yer orasıdır. Troialı Paris de, Akhilleus ile dövüşürken, onu attığı ok ile sol topuğundan vurarak öldürür.

Heinrich Schliemann (1822-1890)
Kaynak: www.wikipedia.org
Schliemann’ın Yunanlı eşi Sophia’nın Troia hazinesinden bazı parçalarla çektirdiği fotoğraf. Hazine 1873 yılında bulunmuştu.
Kaynak: www.wikipedia.org

Müzenin en ilgi çekici yerlerinden biri altın takıların bulunduğu bölüm. Her ne kadar zamanında Heinrich Schliemann‘ın kaçırdığı hazineye içimiz yansa da, Troia Müzesi’nde sergilenenler de hiç de azımsanacak nitelikte değiller. Schliemann’ın Almanya’ya götürdüğü bu hazineyi, karlı bir kış günü Moskova‘daki Puşkin Müzesi‘nde görmüştüm. Çok zengin bir müze olan Puşkin Müzesi’ne ben sadece bu hazineyi görmek için gitmiş ama, müzenin geri kalanını da gezebildiğim kadar gezmiş ve çok beğenmiştim. Schliemann’ın Troia Kralı Priamın hazinesi olduğunu sandığı Troia Hazinesi‘nin büyük bir kısmı, II. Dünya Savaşı sırasında Ruslar tarafından Moskova’ya götürülmüş. Kalanı Avrupa’nın farklı müzelerine dağılmış. Günümüzde, arkeolojik bulgular aslında Schliemann’ın büyük bir zamanlama hatası yaptığını ortaya koymuş. Homeros’un İlyada’sı ile bir bağ kurma konusunda ısrarlı olan Schliemann’ın Priam’ın hazinesi olarak ilan ettiği takıların aslında o dönemden en az 1250 yıl daha eski oldukları saptanmış.

Puşkin Müzesi, Moskova
Schliemann’ın kaçırdığı Troia hazinesini
2013 yılında Puşkin Müzesi’nde görmüştüm. 1945 yılında Moskova’ya götürülen eserlerin varlığını Ruslar 1993 yılında resmi olarak kabul etmişlerdi.
Schliemann kaçırdığı hazineyi, Paris’teki Louvre ve St. Petersburg’daki Hermitage müzeleri dahil olmak üzere, Avrupa’nın belli başlı müzelerine satmak istemiş ama başarılı olamamış. Sonunda Berlin şehrine armağan etmiş. Günümüzde bu hazine, Moskova ve St. Petersburg
dahil olmak üzere, dünyanın yedi ayrı kentinde,
sekiz farklı mekana dağılmış bulunuyor.

Troia Müzesi’nde sergilenen altın takıların bir kısmı Biga Yarımadası’nın (antik Troas bölgesi) farklı yerlerinden çıkarılmış. Bir bölümü, İstanbul Arkeoloji Müzesi‘nin koleksiyonundaki, Schliemann’ın kaçırdığı eserlerden geriye kalanlardan oluşuyor. Diğer bir bölümü ise, 1966 yılında Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi koleksiyonuna katılan eserler. Daha sonra yapılan incelemelerle bu hazinenin aslında Troya’ya ait oldukları saptanmış. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimleri ile söz konusu eserler 2012 yılında Türkiye’ye getirilmişler. Müze tarafından yapılan açıklamada, bu konuda Pennsylvania Üniversitesi Müzesi yetkililerinin iyi niyet ve iş birliği gösterdiklerinden de söz ediliyor.

Troia Müzesi’nde sergilenen altın takılar.

Müzenin üst katlarında, Troia antik kentinin çeşitli dönemlerine ait eserler sergileniyor. Troia, M.Ö. 3000 yılına uzanan tarihi ile, 5000 yıllık bir kent. En önemli özelliklerinden birisi, neredeyse 3000 yıl kesintisiz yaşamın var olduğu bir yer olması. Şehir olarak, her biri tarihsel olarak birbirini takip eden, on farklı katmandan oluşuyor. Deprem bölgesinde olması ve kullanılan malzemenin ağırlıklı olarak kerpiç olması nedeniyle, her katman bir öncekinin üstüne yapılmış ve böylece, 19. yüzyıla gelindiğinde, 15 metre yüksekliğinde bir höyük (Hisarlık) halini almış.

Troia Müzesi’nde sergilenen altın eserlerden bir bölümü, 2012 yılında Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi’nin iade ettiği eserlerden oluşuyor

Troai’nın dönemleri Prof. Korfmann tarafından şu şekilde sıralanmış:

– Troia I (yaklaşık M.Ö. 2920-2350)

– Troia II (yaklaşık M.Ö. 2350-2250)

– Troia III (yaklaşık M.Ö. 2250- 2200)

– Troia IV/V (yaklaşık M.Ö. 2200-1740)

– Troia VI (yaklaşık M.Ö. 1740- 1180). Troai kültürünün doruğa ulaştığı ve Homeros’un bize ulaştırdığı Troia savaşının geçtiği dönem olarak kabul ediliyor. Uzmanlara göre, savaş bu dönemin kapanmasına neden olmuş.

– Troia VII (yaklaşık M.Ö. 1180-700)

– Troia VIII (yaklaşık M.Ö. 700- 85) Yunan Ilion dönemi.

– Troia IX (yaklaşık M.Ö. 85-M.S. 500) Roma Ilium dönemi.

– Troia X (yaklaşık M.S. 500-M.S. 14. yy) Bizans Ilion dönemi.

Gerçekte şehrin katmanları on ile sınırlı değil. Yukarıda sıralanan her dönem de kendi içinde birkaç katman oluşturmuş. Örneğin, Erken Bronz ile Erken Demir Çağı arasına karşılık gelen Troia I ve Troia VII arası dönemlere ait katmanlar aslında elliden fazla tabakaya denk geliyormuş. Şehrin yıkıntı haline gelerek yeniden inşa edilmesine depremler kadar, yangınlar da sebep olmuş.

Ana tanrıça Kybele heykelciği
Pişmiş toprak, Helenistik Dönem, M.Ö. 4. yy.
Troya kazısından
Erken Helenistik Dönem kutsal alanlarında sıkça rastlanan atlı adam plaketlerinden bir örnek. Terakotadan (pişmiş toprak) yapılan bu plaketlerde canlandırılan süvarinin, Troialıların atası, Dardanos olduğu öne sürülüyor. Dardanos, Semadirek Adası’nda doğmuş ve Dardanos kentini kurmuş. Torunu Ilus, Troia’nın kurucusu imiş. Tarihte, Troia’nın diğer isimlerinden Ilion/Ilios onun adından türetilmiş.

Tarihte Troya’ya ilgi hep çok olmuş. İmparator Konstantin (306-337) İstanbul‘dan önce burayı Doğu Roma İmparatorluğu‘nun başkenti yapmayı düşünmüş. Hatta bu amaçla burada yeni binalar inşa ettirmeye de başlamış. Daha sonra, stratejik olarak daha uygun bulduğu Byzantion (İstanbul) şehrinde karar kılmış. Troia’nın bir diğer özelliği de, tarihte pek çok farklı milletin kökünü Troyalılara dayandırması olmuş. Sadece daha yaygın olarak bilinen Romalılar ve Türkler değil, Frenkler, Burgonyalılar, Normanlar ve Britonlar da Troyalıların ataları olduklarını öne sürmüşler. Romalılar M.Ö. 3. yüzyıldan itibaren buna inanmaya başlamışlar ve savlarını yine Homeros’a dayandırmışlar. Homeros’un destanında, yenilgiden sonra Troyalı Aeneas kaçar. Troialı bir asil ve büyük bir savaşçısıdır. O da, düşman taraftaki Akhilleus gibi, bir yarı tanrıdır. Babası, Troialı prens Anchises, annesi tanrıça Afrodit’tir. Onun İtalya‘ya giderek Roma‘yı kurmasını ise Romalı şair Vergilius (M.Ö. 70-19), Aeneas isimli epik şiirinde anlatır. Julius Sezar‘ın soyu da Aeneas’ın oğlu, Iulus‘a dayandırılır. Söylentiye göre, Sezar’ın da hayali, Troya’da yeni bir başkent kurmakmış ama öldürülmesi bunun gerçekleşmesine engel olmuş.

Hitit Kralı Büyük Muvattali’nin Troya Kralı Aleksandu ile M.Ö. 1280 yılında imzaladığı anlaşma. Bu anlaşma ile, Troialılar Mikenlere karşı Hititlerle müttefik olmuşlar.
Kotyle (Derin Şarap Kasesi), Pişmiş Toprak, Arkaik Dönem, M.Ö. 6. yy.

Bildiğiniz gibi, Troialıların Türk oldukları ile ilgili olarak da bir sav var. İşin ilginç tarafı, sadece Türkiye’de belli bir kesim değil, tarihte bir dönem yabancı kaynaklar da bu iddiada bulunmuşlar. 14. yüzyılda İtalyan ve Fransız tarihçiler, Latince Türkler için kullanılan “Turci” kelimesinin, şair Vergilius’un Aeneas destanındaki Troyalı kahraman Teucri‘den geldiğini öne sürerek Troialılar ile Türkleri ilişkilendirmişler. Avrupa’da bir dönem çok kabul gören bu görüş, Fatih Sultan Mehmet‘in Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis‘i fethetmesinden sonra, inkar edilmeye başlanmış. Günümüzde bilim adamları Troialıların kökenlerinin Türklerle bağlantısı konusunda bilimsel bir kanıt olmadığı görüşündeler. Çok saygı duyduğum Prof. Dr. İlber Ortaylı‘nın dediği gibi ben de, elde bilimsel bir kanıt olmadığı sürece bu tür iddiaların doğru kabul edilemeyeceği inancındayım. Akademisyenler bu konuya çok temkinli yaklaşmakta ve Troialıların kökeni ve kullandıkları dil konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini yazmaktalar. Bazı bulgulara dayanarak, konuşulan dilin, Anadolu halklarından Luvilerin ve Hititlerin dillerine benzediğini belirtmekteler. Bu iki halkın kullandığı dil Hint-Avrupa dil grubuna aittir. Türkçe ise, bildiğiniz gibi, Ural-Altay dil grubunun bir parçası.

Helenistik dönemden terakotalar

Durum böyle olunca, tarihte Troialıların intikamını aldığını söyleyen de çok olmuş. Örneğin, İstanbul’u yakıp yıkan 4. Haçlı Ordusu yaptıklarını bu intikam ile haklı göstermeye çalışmış. Fatih Sultan Mehmet’in de 1462 yılında bu bölgeyi ziyaret ettiği ve Troyalıların intikamını aldığını söylediği yazılmıştır. Fatih’in Troya’ya özel ilgisi hiç şüphesiz, Yunanca aslından okuduğu İlyada destanından kaynaklanmaktadır. Fatih’in bu kişisel İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı Kütüphanesi‘nde saklanıyor. Yirmi sene kadar önce bu el yazması eseri, İstiklal Caddesindeki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan bir sergide görme fırsatım olmuştu. Atatürk‘ün de 1922’de Dumlupınar‘da Troyalıların alınan intikamı ile ilgili yanındaki subaylara benzer bir ifade kullandığı söylenir: “Dumlupınar’da Hektor’un öcünü aldık”. Buradaki gönderme açıkça Anadolu’nun Akalara karşı intikamı olsa gerek. Zira, Troia savaşında, Anadolu’nun yirmi iki farklı bölgesinden müttefik kuvvetler savaşa katılmışlar; Dardanoslular, Sestoslular, Abydoslular, Likyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Trakyalılar Akalara karşı Troialılarla birlikte savaşmışlar.

Afrodit heykeli (M.Ö. 1.yy- Helenistik dönem)

Müzeyi gezdikten sonra, Troia antik kentine gitmeden önce, bir şeyler yiyelim dedik. Müzenin hemen karşısındaki ufak bir aile işletmesinde gözleme yedik. Çanakkale’de bu tür işletme çok. Aydınlık yüzlü, kibar insanlar işletiyorlar. Az yağlı, hafif çıtır gözlemeler de, köfteler de çok leziz, bir o kadar da hesaplı oluyorlar. Gelibolu tarafında yemek yediğimiz Doyumlar aile işletmesi için de aynı şeyleri söyleyebilirim.

Troia’da, Odeon’da bulunan
Roma İmparatoru Augustus kafası.
Aynı yerde bulunan İmaparator Hadrianus heykeli

Antik Kent ile müzenin arası oldukça yakın. Araba ile birkaç dakika sürüyor. Aslında Troia, üst üste çok sayıda kat olması nedeniyle, gezmesi diğer antik kentlere göre oldukça zor olan bir yer. Burayı ziyaret etmeyi düşünen bir kişi Efes gibi bir yere geleceğini düşünmemeli. O nedenle, sizi şehrin girişinden itibaren yönlendiren bir platform yapılmış olması son derece akıllıca. Yapısı gereği, söz konusu platform olmadan ziyaretçilerin kenti iyi bir şekilde gezmesi pek mümkün olmazdı. Bu anlamda, Troia’yı çok iyi düzenlenmiş buldum. Kırk küsur sene önce gördüğüm zaman gerek girişi gerekse kentin içi karmakarışık ve toz toprak içindeydi. Gezi yolunu takip ederek ve önemli noktalara konmuş ayrıntılı açıklamaları okuyarak, Troia’yı çok güzel gezebiliyorsunuz. Bu yazıyı yazarken, ben ayrıca müzeden aldığım, Prof. Korfmann’ın yazdığı rehber kitabından da çok yararlandım.

Troia Antik Kenti’nin girişinde sizi ilk olarak tahta at canlandırması karşılıyor. Tahta at, 1975 yılında İzzet Senemoğlu tarafından yapılmış. Çanakkale’nin içinde, kordon boyunda sergilenen bir tahta at daha bulunuyor. Bu ikinci at, 2004 yılında çekilen Troy filmi için yapılmış ve çekimden sonra Warner Bros şirketi tarafından Çanakkale’ye hediye edilmiş.
Kentin güney girişindeki savunma duvarları
Erken Bronz Çağı, M.Ö. 2920-2600. Erken ve Orta Troia I dönemi

Bildiğiniz gibi, Troy filmi çekilirken, filmin neden Türkiye’de çekilmediği çok konuşulmuştu. Film, Malta ve Meksika‘da çekilmişti. Bazıları, filmin antik kentte çekilmesinin en doğrusu olacağını düşünmüştü. Antik kentlerin film seti olarak kullanılmasının son derece zararlı olması bir yana, kentin çok katmanlı yapısı nedeniyle, bu Troia’da zaten mümkün olamazdı.

Troia II (yaklaşık M.Ö. 2660-2250) dönemine ait savunma duvarı ve kentin güneybatı giriş kapısına çıkan rampa. Schliemann, yurt dışına kaçırdığı hazineyi 1873 yılında bu giriş kapısında bulmuş.
Megaron
Troia II-III dönemi, yaklaşık M.Ö. 2300-2200
Megaron, bildiğimiz Grek tapınak planının öncüsü olan, giriş ve ana mekandan oluşan, dar ve uzun bir yapı. Doğrudan kalenin savunma duvarına bitişik yapılmış. 1998-1999 kazıları sırasında ortaya çıkarılmış. Yanmış arpa tanelerinden buranın yangın geçirdiği anlaşılmış.
Taş temel üzerine, kerpiç duvarlar yapılmış.
Megaronun yaslandığı pişirilmiş kerpiçten kale duvarları

Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’ın vefatından sonra, kazıları 2012 yılına kadar Tübingen Üniversitesi, Prehistorya ve Protohistorya Bölümünden, Prof. Dr. Ernst Pernicka ve Dr. Peter Jablonka aynı ekiple sürdürmüşler. 2013 yılından itibaren Troia kazıları Prof. Dr. Rüstem Aslan başkanlığındaki bir ekip tarafından yürütülüyor. Prof. Dr. Rüstem Aslan da, İstanbul Üniversitesi‘nden sonra, Tübingen Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yapmış bir bilim insanımız.

Kutsal Alan
Troia VIII-IX, M.Ö. 8 yy.ın erken evrelerinde yapıldığı tahmin ediliyor. Troia VI-VII döneminin aşağı kentinin kalıntıları içine yapılmış ve etrafı duvar ile çevrilmiş. Alanda birden fazla sunak yeri var. Antik dönem kaynakları ve yapılan kazılardan Troia’nın Grek ve Roma dönemlerinde önemli bir dini merkez olduğu anlaşılmış. Alanın ortasında, örnekleri Troia Müzesi’nde sergilenen çok sayıda terakota Kybele heykeli ve Dardanos’u canlandıran atlı süvari plaketleri bulunmuş.
Kentin Roma döneminden (Troia IX) kalma Odeon
Troia Müzesi’nde sergilenen İmparator Augustus kafasının ve
İmparator Hadrianus heykelinin sahne
kısmının arkasında yükselen yapıda yer aldığı belirtiliyor.
Bouleuterion (Meclis Binası)
Troia VIII-IX dönemi
Bina hem Grek (Ilion) hem Roma (Ilium) dönemlerinde kullanılmış

Troia’da insana en üzücü gelen yer, Schliemann Hendeği olarak anılan ve antik sit alanının bir karnıyarık gibi açıldığı kısım oluyor. 17 metre derinliği, 40 metre eni olan bu alanda Schliemann Priam’ın hazinesine ulaşma hayali ile oldukça fazla tahribat yaratmış. Aslında, kendisi bilmese de, çok daha eskilerden (Troia I dönemi) kalma kalıntılara ulaşmış. Erken Bronz Çağı’na ait bu kalıntılar, yüz sene sonra daha ayrıntılı olarak incelenmiş. Biz, Schliemann’ı genel olarak haris bir define avcısı olarak düşünsek de, uzmanlar onun arkeoloji bilgisi ve merakının da yabana atılmayacak düzeyde olduğunu, ancak hem çok hızlı çalışmak istemesi hem de dönemin arkeolojik kazı tekniklerinin çok ileri olmaması nedeniyle yol açtığı tahribatın çok olduğunu belirtiyorlar. Schliemann bulduğu hazineyi yasa dışı yollarla Atina’ya kaçırmış. Bunun ortaya çıkmasından sonra, Osmanlı Devleti’nin dava açmasını engellemek için, bir anlaşma yapmış ve bu çerçevede İstanbul’daki Arkeoloji Müzesi’ne (Müze-i Hümayun) 40 bin altın frank bağışlamış. Schliemann’ın ölümünden sonra, 1893-1894 yıllarında kazılar Alman arkeolog Wilhelm Dörpfeld tarafından yürütülmüş. 38 yıl aradan sonra, 1932-1938 yılları arasında, Amerikalı arkeolog Carl W. Blegen tarafından kazılara devam edilmiş. Antik kent 1938’de, elli yıl boyunca kazılara kapatılmış. 1988’de Profesör Korfmann ve ekibi ile kazılar tekrar başlamış.

Schliemann Hendeği
Schliemann Yarması olarak da bilinen bu çukur, kazıların ilk üç yılında (1871-1873) kazılmış. Schliemann, höyüğün merkezinden geçen bu hendekte “Priam’ın Hazinesi”ne en kısa zamanda ulaşmak istediği için, yaptığı tahribat da büyük olmuş. Kendisi fark etmese de, aslında Kral Priam’ın döneminden (Troia VI) çok daha eski katmanlara (Troia I) ulaşmış. Görülen duvarlar, M.Ö. 2920-2800
arasından kalma sıra evlere ait.

Troia antik kentini gezmeyi bitirdiğimiz zaman akşam üzeri olmuştu. O gün Apollon Smintheion Kutsal Alanı‘na da gitmek istiyorduk ama, saatin ilerlemiş olması nedeniyle, epeyce kararsız kaldık. Yol Troia’dan bir buçuk saat sürüyordu ve biz gidene kadar kapanmış olabilirdi. Yakın bir arkadaşım buraya gitmemizi önermişti. Ayrıca o sabah, Troia müzesinde, Apollon Smintheion’da yapılan kazılardan çıkan eserler görmüştük. Sonunda risk almaya karar verdik.

Apollon Smintheion Kutsal Alanı‘ndan çıkarılan ve Troia Müzesi’nde sergilenen eserlerden bazıları

Apollon Smintheion Tapınağı, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Gülpınar köyündeki Chryse antik kentinin kalıntıları arasında yer alıyor. Köy, kelimenin tam anlamıyla antik kentin üstüne kurulmuş. Oraya vardığımızda saat 17:40 olmuştu ama bilet gişesi hala açıktı. Görevli, etrafı çevrilmiş kazı alanlarının içine girmememizi rica ederek, bizi buyur etti. İçeri girer girmez, görkemli tapınakla karşılaşıyorsunuz. Akşam üzerinin sakin ve sesssiz saatlerinde etrafta hiç kimse yoktu ve görüntü çok etkileyici idi.

Apollon’a adanmış tapınak ve fareleri
1980 yılında kazılar başlayana kadar, Apollon Smintheus Tapınağı Gülpınar köyündeki bu yapıların altındaymış

Apollon Smintheus Tapınağı’nın (Smintheion) İlyada destanı ve Troia ile birkaç yönden ilişkisi var. Öncelikle Smintheus, Mysia (Marmara Denizi’nin güneyindeki bölge) dilinde fare demekmiş. Tanrı Zeus ve Leto’nun oğlu olan Apollon’un çok fazla yeteneği vardır. Bunlardan biri de çiftçileri farelerden korumasıdır. Apollon, çiftçilerin hasatına zarar veren fareleri okları ile öldürür. Öte yandan, halkına eziyet eden zalimleri de farelerden oklarına bulaşan veba mikrobu ile cezalandırır. Bu cezalandırma yöntemini Apollon İlyada destanında da kullanmıştır. İlyada’nın başında, Akalı kahraman Akhilleus ve Kral Agamemnon arasında müthiş bir anlaşmazlık vardır. Akhilleus, Agamemnon’a duyduğu öfke nedeniyle savaşmayı red etmektedir. İki savaşçı, Troia’ya savaşa giderken saldırdıkları bir şehirde Briseis ve Chryseis isimli iki güzel kızı rehin alırlar. Ancak, Agamemnon’un rehinesi olan güzel Chryseis, Apollon’un rahibi olan Crhyses‘in kızıdır. Crhyses tanrısından yardım isteyince, Apollon Agamemnon’un ordularına veba mikrobu yollar. Bu tehdit karşısında Agamemnon, Chryseis’i serbest bırakır. Ama, güzel kölesini kaybedince, Akhilleus’un rehinesi Briseis’i alır ve ona sahip olur. İşte destanın başında anlatılan Akhilleus’un öfkesi bundan kaynaklanmaktadır.

Tapınakta Troya Savaşı canlandırmaları

Apollon Smintheus Kutsal Alanı, Helenistik dönemde (M.Ö. 330-30) Anadolu’nun en önemli kutsal alanlarından birisi imiş. Tapınak, M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış. Tapınağın tambur ve friz olarak adlandırılan kısımlarında Troya Savaşı betimlemeleri bulunuyor. Tapınağın yakınında ayrıca, su depoları, Roma hamamı (M.S. 1. yy.), yerleşkeyi Alexandras Troas‘a bağlayan bir kutsal yol ve diğer kalıntılar var. Bunların çoğu Helenistik ve Roma dönemlerine ait. Kazılar 19. yüzyılda başlamış. 1980 yılından beri, başkanlığını Prof. Dr. Coşkun Özgünel‘in yaptığı bir ekip tarafından kazılıyor. Tapınağın merdivenlerine dökümden farelerin yerleştirilmesi de Profesör Özgünel’in fikriymiş. Bence çok güzel düşünülmüş. Tapınak, çevresine ekilmiş çimenlerle birlikte, görsel olarak çok etkileyici. Antik alanda çalışmalar devam ediyor olmasına rağmen, çevre gezmek için gayet güzel düzenlenmiş. Ayrıca, İngilizce ve Türkçe açıklama tabelaları da çok iyi hazırlanmış. Dilerim, bu güzel antik ören yerini giderek daha çok insan ziyaret eder.

Roma hamamına giden su boruları
Spor Oyunları ve Yazıtlar Salonu
Roma hamamının batısında bulunan alandaki bu kaidelerin üzerinde bir zamanlar bronzdan sporcu heykelleri bulunuyormuş. Heykeller günümüze ulaşmamış ama kaidelerindeki yazılardan bunların, Apollon adına düzenlenen spor oyunlarında birinci olanların heykelleri olduğu anlaşılmış.
Apollon Smintheus Tapınağı’nı
Alexandras Troas‘a bağlayan kutsal yol

Uzun ve yorucu bir gün olmuştu ama, gezdiğimiz yerler çok heyecan verici idi. Şimdi geriye, otele dönüp, gördüklerimizi sindirmek, üzerlerinde düşünmek kalıyordu. Dönüş yolunda, köy yakınında döndüğümüz bir virajın sunduğu manzara ise gezimizi sonlandırmak için adeta şahane bir tablo gibi oldu. Köy mezarlığında topraktan adeta fışkıran gelinciklerin yanında, büyük şehir mezarlıklarında insan eliyle dikilmiş çiçekler ne kadar da sönük kaliyor…

Gelincikler…

Çanakkale gezimizle ilgili yazılarımın sonuna gelmiş oluyorum. Ancak, Çanakkale’de gezilecek yerler bitmedi. Daha görülecek çok yer, öğrenilecek pek çok şey var. Bir dahaki sefere diyelim artık…