Açıkçası, benim bu #tbt olayının farkına varmam çok eski değil. #tbt… Yani, sosyal medyada kullanılan “Throwback Thursday” etiketi. Oysa, 2011’den beri Instagram’da kullanılıyormuş. Giderek, popülerliği o kadar artmış ki, şimdi Twitter, Facebook gibi sosyal medya ortamlarında da sık sık kullanılıyor. “Throwback” deyiminin çıkışı ise, Instagram’ın ortaya çıkmasından bile önce imiş. Konuşma dilinde bugünkü anlamında kullanılması 2003 yılına kadar gidiyormuş.
“Throwback Thursday”, sosyal medya ortamında insanların, perşembe günleri, #tbt etiketi koyarak oluşturdukları bir paylaşım zinciri. Amaç, eski ve güzel günlere, anılara bir dönüş yapmak. Çıkışı Instagram olduğu için, bu genelde bir fotoğraf oluyor ama, diğer sosyal medya ortamlarının da bu kervana katılması ile birlikte, müzik ya da video gibi farklı araçlar da kullanılabiliyor. Şimdi bir de, bu uygulamayı haftanın farklı günlerine yayarak, #tbf, #tbs gibi etiketler de çıkmaya başladı. Böylece, cuma günleri ayrı, cumartesi ya da pazar günleri ayrı temaları temel alan paylaşımlar yapılıyor.
Ne yalan söyleyeyim, başta bana oldukça saçma geldi tüm bu olay. “Bu da nereden çıktı?” diye düşünmeden edemedim. Hoş, daha saçmalarını da görmüşlüğümüz var… Neydi o bir aralar, koca koca insanların kafalarından aşağı su döküp, videosunu paylaşmaları? Hatırladığım kadarı ile, önemli bir şeye dikkat çekmek içindi ama, bence yine de çok saçma idi. Saçma veya değil, sosyal medya şirketleri bu tür şeyleri ortaya atıyorlar ve siz, başta yadırgasanız da, giderek alışıyorsunuz. Sonra, bir bakmışsınız, şirketler de bu modayı reklam amaçlı olarak, etkin bir şekilde kullanmaya başlıyorlar.
Bugün, günlerden perşembe… Hadi, “trend”e uyup, ben de bir #tbt yapayım diyorum… O günü, 2 Aralık 1977 gününü anayım diyorum… İki gün sonra tam 40 yıl olacak… Ama elimde o güne dair bir fotoğraf yok. O zamanlar, fotoğraf çekmek böylesine kolay, böylesine sıradan bir olay değildi. Akıllı telefon ile her anı kaydetmek diye bir şey hayal bile edilemezdi. Akıllı telefon hayal edilemezdi… Fotoğraf çekeceksen, yanında makine taşıyacaksın. İçinde yeterli filmin olacak. Sonra, filmi tab ettireceksin ve fotoğrafçıdan fotoğrafları teslim alana kadar resimlerin nasıl çıktığını bilemeyeceksin. Kimi zaman da, fotoğraflar o aşamaya bile gelemeyecek. Filmi dibine kadar sarmadığın için ya da arkadaki kapağı zamansız açtığın için resimler “yanacak”…
Her neyse… Yani demem o ki, bu #tbt tamamen hafızamıza dayanacak. Yıllardır unutamadıklarımıza… Yıllardır gözümüzün önüne gelenlere… Öyle bir günü unutmak mümkün mü?
1977 yılı karanlık bir yıldı… 1970’lerin tamamı öyleydi aslında ama biz, ilk gençlik çağındakiler, başlangıçtaki olayları çok da iyi algılayamamıştık. Ya da benim sosyal ortamımda öyleydi diyeyim. Bir takım şeyler tabii ki duyuyor, siyah beyaz televizyon kanalında izliyorduk. 12 Mart Muhtırası, ardından gelişen olaylar… Geceleri arada silah sesleri duyuyor, gazetelerde bazı eylemleri, çatışmaları, idamları, kurulamayan hükümetleri okuyorduk. Ama biz, ergenlik yaşlarının kendi sorunları ve heyecanları ile birlikte, başka bir dünyada yaşıyor gibiydik. Ta ki, üniversite yıllarımıza gelene kadar…
1975 yılının ağustos ayı sonunda ODTÜ’yü kazandığımı öğrenince çok mutlu olmuştum. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okuyacak olmak son derece gurur vericiydi benim için. Gerçi, sadece birkaç yıl önce olan “olaylar” değil, biz lise son sınıfta iken yapılan 6 aylık boykot nedeniyle de, çevremde ODTÜ ile ilgili bir tedirginlik vardı…
ODTÜ’de yapılan 6 aylık boykot nedeniyle, 1975 Güz dönemi girişli olan bizler, okula zamanında başlayamamıştık. Önce, eski öğrencilerin yaşanan ders kaybını kapamalarını beklememiz gerekmişti. Bu yüzden, derslere başlayabildiğimiz Şubat 1976’ya kadar kendimi tuhaf bir ruh halinde, bir tür arafta hissetmiştim. Lise bitmişti, üniversiteyi kazanmıştım ama, üniversite öğrencisi olamamıştım…
ODTÜ’de fiilen okumaya başladıktan bir yıl sonra, 13 Şubat 1977’de, Mütevelli Heyeti, Aydınlar Ocağı üyesi ve MHP yanlısı Hasan Tan’ı rektör olarak atadı. Evet, o zamanlar ODTÜ, özel çıkarılmış bir yasa çerçevesinde, diğer üniversitelerden ayrı bir statüde yönetilmekteydi ve bugün sadece vakıf üniversitelerinde olduğu gibi, bir Mütevelli Heyeti vardı.
Hasan Tan rektör olur olmaz, okulda gerilim arttı. Öğrenciler ve akademisyenler tepki göstererek, dersleri boykot ettiler. Ardından rektör, 400 faşist militanı işçi olarak işe aldı. Bunlar sürü halinde yerleşkede gezmeye ve ona buna sataşmaya başladılar. Rektörün bölümlerde keyfi olarak yaptığı atama ve uygulamalara tepki gösteren akademisyenlerin evlerine bombalı saldırılar yaparak baskı kurmaya çalıştılar. Sonunda, direnişi kırmak için, Hasan Tan okulu kapatıp, yurtları boşalttı ve böylece 9 aylık boykot başlamış oldu. Bu boykotun en önemli özelliği, sadece öğrencilerin bir hareketi olmayıp, akademisyeni, çalışanı ve işçisi ile, hep birlikte yapılmış bir eylem olmasıdır. Sadece öğrencilerin derse girmemesi değil, akademisyenlerin de ders vermeyi reddetmesidir aynı zamanda.
Hasan Tan’ın zoraki rektörlüğü, Ertuğrul Karakaya isimli öğrencinin ana kapıda vurularak öldürülmesine kadar sürdü. Olaydan sonra Hasan Tan istifa etti ama, işe aldığı 400 militan okulda çalışmaya devam etti. Birkaç ay sonra, okul açıldı… Yavaş yavaş okula, derslere yeniden alışmaya çalışıyorduk. O gün, günlerden 2 Aralık 1977 idi…
Dersteyiz. Şiddetli bir patlama sesi… Hoca dersi kesiyor ve camdan bakıyor. Herkes dehşet içinde birbirine bakıp, hep bir ağızdan konuşurken, kapı açılıyor ve içeri Öğrenci Temsilciliğinden bir arkadaş giriyor. Hasan Tan’ın işe aldığı militanların Rektörlük binasının üst katlarında toplandıklarını ve bir ses bombası attıklarını söylüyor. Sınıflar boşalıyor. Bazı öğretim üyelerinin de katılımıyla, herkes Rektörlüğün arka tarafındaki çimenlik alana gitmek üzere merdivenlerden iniyor. Ben, tuvalete gitmem gerektiği için arkadaşlarımdan geride kalıyorum. Nasıl olsa yetişir, onları orada bulurum.
Matematik binasından çıkıp, Rektörlük binasının arka tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Bütün okul orada toplanmış bile. Üst katlardan aşağıya doğru küfür ediyorlar. Aşağıdan yukarıya doğru, binlerce kişi hep bir ağızdan slogan atıyor. Küfür eden faşist militanlardan birisi kız. Tiz sesi açık alanda yankılanıyor ve insanın kulağını tırmalıyor.
Fizik binasını geçtim. Toplanılan alana çok yakınım artık. Birden, yukardan aşağıya bir cisim atılıyor. Kitap mı, başka bir şey mi, tam olarak göremiyorum. Kalabalıkta hafif bir dalgalanma oluyor ama, sonra herkes eski yerine dönüp, slogan atmaya devam ediyor. Birkaç adım sonra ben de yeşillik alanda olacağım. Yukardan kalabalığın üzerine ikinci kez bir şey atılıyor. Bu sefer kimse kıpırdamıyor… Birden bire, müthiş bir patlama sesi… Çığlıklar, bağrışmalar… Her yöne kaçmaya çalışanlar, koşanlar…
Arkamı dönüp, geldiğim yöne doğru koşmaya başlıyorum. Şimdi silah sesleri de başladı. Rektörlük binasından aşağıya, öğrencilerin üzerine ateş açtılar. Herkes birbirini eziyor. Herkes panik içinde. Ne olursa olsun, yere düşmemeliyim… Yakınlarda bir ağaçtan yüzlerce serçe havalanıyor, çığlık çığlığa… O ağaçta bu kadar serçe varmış meğer. Aklımdan hızla bu da geçiyor. Koşuyorum, koşuyorum… Kulaklarımda bir uğultu. Sanki sesler çok uzaktan geliyor gibi… Bir de, kalp atışımı duyuyorum sürekli. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor…Dilim, damağım kurumuş vaziyette ama, vücudum ter içinde…
Daha yakın diye, kendimi Fizik Bölümünün gerisine atıyorum. Oradan, Matematik binasının arka taraftaki kantinine geliyorum. Benimle aynı yolu izleyen 5-10 kişi daha var. Şimdi içerdeyim ama, nefes alışım bir türlü sakinleşmiyor. Dışarda hala gürültü, patırtı var. Bir sandalyeye oturup, arkadaşlarımı bekliyorum… Bir öğrenci vurulmuş diyorlar…
Bir zaman sonra, bizim sınıftakiler birer ikişer geliyorlar. Renkler bembeyaz… Göz bebekleri büyümüş, yüzlerde dehşet ifadesi… Herkes, hep bir ağızdan, olayı ve nasıl kaçtığını birbirine anlatmaya çalışıyor. Anlatırsak sanki sakinleşeceğiz. Derken, biri çok zayıf, diğeri orta yapılı, sonuncusu ise oldukça şişman, üç arkadaşımız içeri giriyor, soluk soluğa… Onlarda da aynı yüz ifadesi… Sonra, birbirlerine bakıp, katılırcasına gülmeye başlıyorlar. Anlaşılan o ki, bombanın atıldığı noktaya çok yakın olan bu arkadaşlarımız can havliyle kaçarken, en zayıf arkadaş yere düşüyor. Onun üstüne orta yapılı olan, onun da üstüne şişman arkadaşımız düşüyor. En altta kalan, “Oğlum mahvettiniz beni” diyor gülerken. “Hadi lan, vücudumla sizi korudum” diyor şişman olanı. Herkes gülmeye başlıyor. Sinirler boşalıyor artık…
O kadar yakınımıza geldiği halde, ölüm tehlikesine gülebildiğimiz o günde, 20 yaşındaydık henüz. Belki bazılarımız biraz daha büyüktü. Bu, olayın vahametini kavrayamadığımızdan, ya da hafife aldığımızdan değildi. Gençliğin verdiği bir tür “ölümsüzlük” duygusundandı kanımca. Oysa, ölüm yabancı olduğumuz bir şey değildi o günlerde…
Saldırganların, önce ses bombası kullanarak herkesi Rektörlük binasının etrafına topladığı, sonra bomba atıp, ateş ettiği kalabalıktaki herkes bizim kadar şanslı değildi. 2 Aralık 1977 günü ODTÜ’de yapılan bu saldırıda 52 kişi yaralandı, bir kişi kaldırıldığı hastanede öldü. Saatler sonra, daha güvenli olduğu için, binlerce kişi yurtlara gitmek için yürüyüşe geçtiğinde, Rektörlük binasının arka tarafındaki alanın yanından geçtik. Etrafta kitaplar, defterler, kırılmış gözlükler ve bol miktarda ayakkabı teki… Bombanın düştüğü yerde ise kocaman bir delik vardı. Günümüzde genç ODTÜ’lü arkadaşlar neyi temsil ettiğini biliyorlar mı, bilemiyorum ama, şimdi orada bir anıt var. Dokuz çubuktan oluşan bu anıt, hem 1977’deki 9 aylık boykotun, hem de 2 Aralık saldırısının anısına yapılmıştır…