Sonbahar Rotası (2017)

Sonbaharı severim… Belki sonbaharda doğduğum için. Bilemiyorum… Aslında bütün mevsimleri severim ama, sonbaharı, hele de ılık geçen, pastırma yazı dedikleri türde olanını bir başka severim… Sıcakta kavrulup, serin ama üşütmeyen sulara dalmak gibi, keyif verici gelir bana sonbahar.

Sonbahar, deniz kıyısında ayrı, dağda ayrı, bozkırda ayrı güzeldir. Evet, bir şehirde deniz olmazsa, güzellik olmaz diye düşünenlerin aksine, bozkır da çok güzeldir sonbaharda… Bembeyaz bulutlarla dolu, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında uzanan sararmış tarlalar ve kıraç dağlar… Çok çok etkileyicidir…

Sonbahar aynı zamanda, dostların yaz boyu dağılmış oldukları yazlıklardan, tatillerden geri dönme zamanıdır. Arkadaşlarla, dost ve akrabalarla yeniden bir araya gelme, hasret giderme zamanıdır. Bunun için de çok severim sonbaharı…

Bir de sonbaharda yapmaktan özellikle hoşlandığım bazı şeyler vardır. Örneğin, klasik kitaplardan birini (ilk olarak veya tekrar) okuyacaksam, sonbaharda başlamak isterim. Bu bir Rus klasiği ise, daha da keyif alırım…

Sonbaharda yapılan gezilerin de ayrı bir yeri vardır benim için… Bir iki günlük olsun, daha uzun olsun, bu mevsimde yapılan geziler çok hoştur. Hele hava da yağışsız ve açıksa, keyfinize diyecek yoktur… Arkeolojik yerler gezmek, yeni bir şehir, bölge ya da ülke keşfetmek için güzel bir mevsimdir sonbahar.

Biz, bu sonbahar da geleneğimizi bozmadık ve İtalya’ya, İtalya’da daha önce hiç görmediğimiz yerlere, gittik. Önceki yıllarda gittiğimiz Toscana, Amalfi ve Puglia’dan sonra, bu kez de İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesini keşfetmeye karar verdik. Yine unutulmaz anılar, damağımızda tatlar ve bir sürü yeni bilgi ile geri döndük…

Açık söylemek gerekirse, rotayı çizerken merkeze koyduğum ve ilk aklıma gelen şehir Ravenna idi. Ravenna’nın çeşitli kiliselerindeki Bizans mozaiklerinin resimlerini uzun zaman önce görmüş ve hayran olmuştum. Hep gidip, görmek istemiştim. Bu nefes kesen mozaiklerin asıllarını görünce, hiçbir fotoğrafın bu güzellikleri tam anlamıyla yansıtamadığını düşündüm…

Ravenna’da karar kıldıktan sonra, ardından Modena, Parma, Bologna ve bir de, dünyanın en küçük beşinci devleti olan, San Marino girdi listeye. Zamanımızın yetmeyeceğini bildiğimiz için, aklımız kalsa da, Piacenza, Ferrara ve Giuseppe Verdi’nin şehri Busseto gibi birkaç yeri bir başka sefere bıraktık.

Emilia-Romagna bölgesi, İtalya’nın gastronomik olarak en ileri bölgelerinden birisi kabul ediliyor. İtalya’ya özgü olarak bildiğimiz pek çok ürünün ve tadın anavatanı burası. O nedenle, Modena’da balzamik sirke, Parma’da meşhur Parmigiano Reggiano (Parmesan peyniri) ve prosciutto (domuz jambonu) üretim tesisi görmeden olmazdı. Bir de tabii, Ferrari’nin vatanı da burası. Arabalara fazla ilgi duymayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir efsane…

Parma’nın, içi tamamen ahşaptan yapılmış, büyüleyici Teatro Farnese’si, katedrali ve vaftizhanesi… “Kızıl” Bologna’nın, kuleleri ve canlı havası… Masalsı San Marino…

Bu gezide gördüğümüz yerleri, keşfettiğimiz yeni lezzetleri, gittiğimiz restoranları ve karşılaştığımız ilginç insanları, rotamızda yer aldıkları sıraya bağlı kalarak kaleme aldım.

2017 sonbahar rotamız:

Modena
Parma
San Marino
Ravenna
Bologna

Şirince

1906 yılında Aydın’da doğup, Büyük Mübadele ile Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan yazar Dido Sotiriou, “Yeryüzünde bir cennet varsa, orası Şirince olmalı…” demiş, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı eserinde. Ne de güzel söylemiş… Şirince gerçekten çok güzel ve şirin bir köy. Gerçi o, Kırkıca demiş çünkü bir Rum köyü olan Şirince’nin o zamanlar adı buymuş. Kırkıca, Kirkince, Çirkince derken, sonunda 1930’larda Şirince olmuş köyün adı.

Mübadeleden önce Şirince’de, 1800 kadar hane ve 5000 civarında bir nüfus varmış. Bugün 150 hanede 650 kadar kişinin yaşadığı söyleniyor. Göç eden Rumların yerine Makedonya’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Köy içinde ve çarşıda dolaştığınız zaman, özellikle daha yaşlıların konuşmalarında bu Makedon aksanı hemen fark ediyorsunuz.

Bozburun’dan Şirince’ye gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Kaldığımız Nişanyan Houses Hotel’e, köy merkezine girmeden ayrılan, dik bir yoldan çıkılıyor. Otel, ana binasının dışında, ondan fazla evde hizmet veriyor. Biz, ana binadaki (köşk deniyor)) bir numaralı odada kaldık. İçeriye adım atar atmaz buraya çarpıldım diyebilirim. Resepsiyon, ikinci kattaki oturma odası, kaldığımız oda, hepsi çok ince bir zevkle, detaylara önem verilerek döşenmiş. Sevan Nişanyan ile yapılan bir röportajda okuduğuma göre, eşyaların bazıları annesine aitmiş. Bir de sağa sola, kaldığımız odadaki çalışma masasına, sehpalara serpiştirilmiş kitaplar var. Öyle laf olsun diye konan kitaplardan değil. Hepsi ilgi çekici, kaliteli, yabancı dilde ve Türkçe kitaplar.

Nişanyan Evleri Oteli

Odamızın, yukardan tüm Şirince’ye hakim bir manzarası vardı. Köy, adına yaraşır bir güzellikte görünüyordu. Ayrıca, köyün iki ana kilisesi de, evlerin arasından, rahatlıkla seçilebiliyordu. Terasta, şahane bir gün batımından sonra, akşam yemeği yerken baktığımız köy manzarası ise bana Matera’yı anımsattı. Mimari olarak fazla benzemese de, sokak lambalarının sarımtırak ışıkları ve sessizliğin verdiği huzur duygusu bende bu etkiyi yarattı sanırım. Büyük şehir gürültüsünden sonra, bu sessizlikte, arada sırada köy köpeklerinin havlamaları dışında hiçbir gürültü olmadan, uyumak da ayrı güzeldi. Çocukluğumun sessizliğini özlemişim…

Otelden köy meydanına 330 metrelik bir yürüyüşle inebiliyorsunuz. İnişe başlamadan önce, otel personeli yukarı çıkışın oldukça zorlu olduğu konusunda uyarılarda bulunmayı ihmal etmiyor. İnerken ve dönerken yolunuzu kaybetmemeniz için, otel tarafından kritik köşelere kırmızı renkli oklar ve işaretler konmuş. Bunları takip ederek, kolaylıkla aşağı indik. Ancak, dönüşteki bazı işaretleri göremediğimiz için ufak bir kaybolma yaşadık. Gerçi bunun da hoş bir tarafı oldu…Yolumuzu ararken, birkaç kere geçmek zorunda kaldığımız bir evden arya sesleri geliyordu. Şan çalışması yapan birisi olsa gerek.

Köy meydanında bir şeyler yiyip, içebileceğiniz birkaç yer var. Biz de bir tanesinde karadut suyu içtik. Çok güzeldi. Ayrıca, gördüğüm kadarı ile, burada kumda Türk kahvesi yapımı yaygın. Masaların ortasında kum ile doldurulmuş çukurlar var.

Meydandan yukarı doğru çıkan sokaklarda yan yana dükkanlar sıralanmış. Daha çok yerel tekstil ürünleri, kekik, biberiye, sabun, zeytinyağı ve şarap satılıyor. Dükkan ve satıcıların sayısı ile karşılaştırılınca, yerli ve yabancı turist sayısının az olması insanı üzüyor.

Aziz John Kilisesi

Yerel şarapçılık gelişmiş bu yörede. Sokak aralarında, birbirinden güzel evlere bakarak, gittiğimiz Aziz John Kilisesi’nin (1873) mahzeninde de şarap satışı yapıyorlar. Burada tadımını yaptığımız meyve şarapları özellikle başarılı idi. Biz, mürdüm eriği şarabı aldık. Yemek sonrası, “digestivo” olarak ikram edilebilecek, güzel bir şarap.

Aziz John Kilisesinin Avlusu

Süren restorasyon nedeniyle, Aziz John Kilisesi’nin içini görmek mümkün olmadı. Ancak, avlusunu ve mahzeni görebiliyorsunuz. Avluda hediyelik eşya stantları ve de köy manzaralı bir cafe var. Köyün diğer büyük kilisesi, Aziz Demetrios karayoluna hakim bir noktada. Burası virane bir halde iken, restorasyon geçirmiş. Çalışmalar henüz tamamlanmamış gibi ama, içi gezilebiliyor.

Aziz Demetrios Kilisesi

Akşam yemeğini, otelin harikulade manzaralı terasında yedik. Yemekler çok lezzetli idi. Antrelerden, özellikle, tulum peynirli biber aklımda kaldı. Zencefilli tavuk ve keçiboynuzlu dondurmayı da çok beğendim. İçtiğimiz şarap ise, yakınlardaki Yedi Bilgeler isimli bir bağ ve şarap evinin ürettiği, uluslararası ödüller kazanmış, merlot şarabıydı. Garsonumuzun önerdiği bu şarap gerçekten çok kaliteli ve iyiydi.

Şirince’de Gün Batımı

Şirince’de bir gece kaldık. Çok zor ayrıldım buradan. İlerde mutlaka , birkaç günlüğüne gelip, çok yakındaki Efes harabelerinde çıkarılan son buluntuları tekrar görmeyi, Selçuk’u gezmeyi, ayrıca civardaki Nesin Matematik Köyü, Yedi Bilgeler bağları ve benzeri yerleri ziyaret etmeyi çok isterim. Bir de, birkaç gün o yeşillikler içindeki huzurlu bahçelerde kitaplara gömülmeyi…

Nişanyan Evleri Oteli

Bozburun

Selimiye ve Bozburun taraflarına hep tekne ile, günübirlik gitmişimdir. Esasen, bir zamanlar oralara tekne dışında bir araçla gitmek de pek öyle kolay değildi. Yine otuz yıldan fazla bir zaman önce araba ile bir kere gitmeye çalışmıştık. Marmaris- Datça yolundan sapılan Bozburun yolu, kızıl renkte toprak bir yoldu ve bizim dışımızda bir tane araç geçmiyordu. Ormanlık alanda bir süre ilerledikten sonra karşımıza yaban domuzları çıkınca, iyice ürküp, geri dönmüştük. Şimdi, Bozburun yollarında üstü açık ciplerle gezmeye çıkmış, güle oynaya giden, fotoğraf çekip, şahane manzaranın ve güneşin tadını çıkaran turist kafilelerine rastlıyorsunuz. Karşılaştığımız bir kafilede tam yirmi iki cip peş peşe gidiyordu.

O zamanlar Selimiye’deki Sardunya da, daha çok günübirlik teknelerin öğlen molası verdiği, salaş, etrafı toz toprak içinde olan bir lokanta idi. Yıllar içinde gelişti. Şimdi konaklama hizmeti de veren, güzel bir yer haline geldi.

Bozburun’a en son geçen sene tekne ile gitmiş ve önlerinde “deck”leri olan otelleri görünce, buraya gelip, kalmanın güzel olacağını düşünmüştüm. O nedenle, bu seneki yaz rotasına Bozburun’u da ekledim.

Hotel Aphrodite- Bozburun

Kaldığımız Hotel Aphrodite, küçük bir aile işletmesi. Yol belli bir yere (Otel Mete’nin önüne) kadar geliyor. Oradan telefon edince, sizi beş dakika içinde, motorla gelip, alıyorlar. Motoru kullanan Çetin bey her türlü işe koşan, sempatik birisi. Bavulların taşınması, köye gidip, gazete alınması, akşam masalarının kurulması, yemek servisi… Dedim ya, her türlü iş… Konuşkan da aynı zamanda. İnsanı sıkmadan, tatlı tatlı bilgi veriyor, yardımcı oluyor. Civardaki bir köydenmiş kendisi. Yirmi senedir bu otelde çalışıyormuş.

Otelin olmazsa olmazı Çetin Bey…

Bu civardaki otellerin yerleşim alanları çok büyük değil. Kıyı normal bir plaj için uygun olmadığı için, hepsinin önlerinde şemsiye ve şezlongların konduğu “deck”leri var. Deniz, otelin önünde bile 5 metre derinlikte ama, hiç dalga olmadığı için, küçük çocuklar bile simit veya can yelekleri ile rahatça yüzüyorlar. Üstelik, su da soğuk değil. Burada da denizin inanılmaz güzel bir rengi var. İnsanın çıkası gelmiyor…

Hotel Aphrodite- Bozburun

Hotel Aphrodite’i yanındakilerden ayıran en önemli özelliği çok sayıda ağaç olması. Esinti ve ağaçların gölgesi, aşırı sıcaklarda kurtarıcı oluyor. Akşam yemeği “deck”in üstünde kurulan masalarda yeniyor. Eğer yarım pansiyon olarak kalmıyorsanız, yemek isteyeceğiniz kalamar, ahtapot, balık ve benzeri için siparişlerinizi sabahtan alıp, taze taze tedarik ediyorlar. Yediklerimizin arasında kalamar tava ve akya ızgara özellikle aklımda kalanlar.

Hotel Aphrodite- Bozburun

Otelin diğer odalarını görmedim. Biz standart odada kaldık. Temiz ama, biraz fazla “standart”tı. Hem odalara, hem otelin geneline ince bir dokunuş güzel olurdu . Öte yandan, bu küçük işletmelerin de desteğe ihtiyacı olduğunu, artan müşterileri ile kendilerini iyileştireceklerini düşünüyorum. Nitekim, gözlemlediğim kadarı ile, Hotel Aphrodite’in sadık bir müşteri kitlesi var. Artık aile gibi olmuşlar. Yurtdışından da, özellikle Hollanda’dan sürekli gelen misafirleri varmış.

Sığacık

Ayvalık’tan Sığacık’a gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Bunda, öteden beri (çevre yolu yapıldıktan sonra bile) bir türlü çözemediğim İzmir civarı Karayolları tabela sistemi ve Google Maps’in çeşitli azizliklerinin epeyce payı oldu. Sonunda, saat 4 civarı Sığacık’a vardık. Çok sıcak bir gündü. Haziran ortası için normalin çok üstünde bir sıcaklık vardı.

Sığacık Yavaş Şehir

Sığacık da, yıllardan beri hakkında okuduğum ve gitmek istediğim, merak ettiğim bir yerdi. Bir mahalle olarak bağlı olduğu Seferihisar’a otuz küsur yıl önce gitmiştim. Fazla gelişmemiş, sıcaktan kavrulan bir yer olarak hatırlıyorum. Sonraları, uluslararası “yavaş şehir” (cittaslow) ağına katılması ile dikkatimi çekmişti. Cittaslow 1999 yılında, Toskana’nın şirin kasabalarından Greve in Chianti’nin Belediye Başkanı tarafından başlatılmış bir hareket. Temel olarak, çağımızın baş döndürücü temposuna inat, insanların keyif ve huzurla yaşayabilecekleri ortamlar yaratarak, yaşam standartlarını yükseltmeyi ve sağlıklı ürünler tüketmelerini (slow food) hedefliyor. Günümüzde bu ağ, yirminin üzerinde ülkenin, kriterleri sağlayabilen şehirlerini kapsıyor. İşte Seferihisar-Sığacık da bunlardan biri.

Sığacık, nahiye, köy gibi evrelerden geçtikten sonra, 1963 yılından itibaren Seferihisar’ın bir mahallesi olmuş. Bölge, M.Ö. 2.000’li yıllardan başlayarak, pek çok medeniyet görmüş. Lidya, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Aydınoğulları, Timur İmparatorluğu, Osmanlı yönetimlerinde yaşamış. Son olarak, 11 Eylül 1922’ye kadar, üç yıl Yunan işgali altında kalmış.

Sığacık Kalesi

Yaptığım ön araştırmadan sonra, Sığacık’ta Kale içinde kalmanın daha ilginç olacağı sonucuna varmıştım. Doğru da hissetmişim. Kale bölgesinin dışı çok ilgi çekici gelmedi bana. Özellikle, yapılan marina buradan çok şey götürmüş bence. Yine bildiğimiz, toprakla doldurularak, denizden çalınan büyük bir alan ve tekneler, tekneler… Esas “yavaş şehir” bölgesi de Kale içi zaten.

Sığacık Kalesi

Sığacık Kalesi, deniz kenarında yapılmış, çok yüksek duvarları olmayan bir kale. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile, 1521-1522 yıllarında, Rodos kuşatmasına hazırlık olması ve bir tür ikmal noktası görevi görmesi için yapılmış. Kale içindeki daracık sokaklardaki evler de alçak, bahçeli evler. İnsanlar kapı önlerinde kendi ürettikleri mandalinalı lokum, baklava vb yiyecekler satıyorlar. Bir de Pazar sabahları pazar var burada. O zaman daha büyük çaplı bir organizasyonla, herkes kapısının önüne masalar çıkarıp, daha çeşitli ürün satıyor. Reçeller, börekler, sıkılmış meyve suları. Bunların arasında özellikle karadut suyu çok güzeldi. Kaldığımız otelin çaprazındaki tezgahtan sadece içmekle kalmayıp, bir litrelik şişe ile de aldık karadut suyundan. Sıcakta çok iyi geldi doğrusu.

Kaldığımız otelin adı Gardenya Otel’di. 2016 Eylül ayında açılmış, yeni bir işletme. Otelin binası, geleneksel taş bir yapı. Konum olarak, kale girişine yakın ancak, arabanızı burada bırakamıyorsunuz. Eşyalarınızı indirip, hemen kale dışındaki park yerlerine park etmeniz gerekiyor. Bu küçük butik otelin her köşesi zevkle döşenmiş. Benim için en önemlisi, otelin aslının web sitesindeki fotoğraflarla birebir örtüşmesi. Çünkü, biliyorsunuz, bu yönde çeşitli aldatmacalar, hileler olabiliyor. Bunun sonucunda hayal kırıklıkları yaşanabiliyor. Otelin müdürü Cengiz bey ve iki hanım personel, insanı sıkmayacak bir kibarlıktalar. Sizi evinizde hissettiriyorlar. Akşam saat 10’da personel gittiği için, size dış kapının da anahtarını veriyorlar. Ancak acil bir durum için Cengiz beye her an ulaşmanız mümkün.

Sabah kahvaltısı ise tek kelime ile muhteşem… Ayrıca, bitirmesi zor bir bollukta… Çeşit, çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, bal, kaymak, domates, salatalık, biber, İzmir’e özgü boyoz, simit, istediğiniz şekilde yumurta…Kaldığımız sürece, başka yerde kalıp, buraya özel olarak kahvaltıya gelenler de çoktu. Gardenya Otel’in, aynı sokakta, biraz ilerde bir kardeş oteli de var. Dantel Otel. Burayı görmedim ancak, Cengiz bey burayı, odaları daha müsait olduğu için, daha çok çocuklu ailelere önerdiklerini belirtti.

Gardenya Otel

Sığacık’ta kaldığımız sürece biz denize girmek yerine, çevreyi gezmeyi tercih ettik. Henüz Haziran ortası idi ve önümüzde deniz tatili yapabileceğimiz epeyce gün vardı. Denize girmek için, Teos antik kentine giderken yolda gördüğümüz, bir sonraki koydaki plaja gitmek mümkün. Araba ile birkaç dakika. Deniz uzaktan çok güzel görünüyordu. Aslında, Sığacık’ta, kaleden çıkıp, sağa doğru yürüdüğünüz zaman da, çok güzel, bakir bir koy var ama, nedendir bilinmez, kullanılmıyor. Herhangi bir tesis de yok. Belediyenin bir projesi olduğunu söylediler ama, henüz bir faaliyet yok. Aslında, Seferihisar Belediye Başkanı burada çok güzel şeyler yapmış. Kale içindeki evlere badana, panjur, sokak lambası ve benzeri konularda epeyce standart getirmiş. Bu açıdan takdir edilmesi gerekir. Öte yandan, halkın bilinçlenmesi için de daha yol alınması gerekiyor gibi görünüyor. Arka taraflarda hala mezbelelik yerler, atılmış eski eşyalar ile dolu arsalar var.

Sığacık’ın merkezinde çok fazla gezilecek, görülecek yer yok. Yat limanının dışında sıralanmış cafe ve çay bahçeleri var. Buradaki dondurmacı Edem’in yüzde yüz keçi sütünden yapılmış Maraş Dondurmasından söz etmeden edemeyeceğim. Benim denediğim çeşitler sakızlı, karamel ve portakallı idi ve Cunda’daki Taş Kahve’ninkinden de güzeldi. İlk akşam yemeğimizi sahildeki Burç Restoran’da yedik. Herhalde, Ayvalık ve Cunda’nın müthiş yemekleri üzerine, fazla etkileyici gelmedi. Kötü de sayılmazdı. Ama, suyun hemen kıyısında oturduğumuz için, esintili bir noktada olması çok iyi geldi.

Dionysos Tapınağı-Teos

Teos antik kenti Sığacık’a araba ile 9-10 dakika mesafede. İlk kazılar 19. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar tarafından başlatılmış. Günümüzde kazılar, Seferihisar Belediyesi ve yakınlarda yapılan bir otelin sponsorluğunda yürütülüyormuş. Biz gezerken bir faaliyet varmış gibi görünmüyordu ama, kentin etrafı çevrilmiş, güzel bir giriş, depo binaları ve tertemiz tutulan tuvaletler yapılmış. Bunların ötesinde, Akropol alanı hariç, diğer taraflarda, tüm görülecek yerlere rahatça yürümenizi sağlayacak, parke taşlarla döşeli bir yürüyüş yolu yapılmış. Ara ara, ağaç altlarına, dinlenebileceğiniz banklar konmuş. Ayrıca, bol miktarda zeytin ve nar ağacı olması da çok güzel.

Teos’da toplam üç saat kaldık. Aslında hava, antik kent gezmek için oldukça sıcaktı. Bu tür geziler için benim tercihim Nisan- Mayıs ayları ve Sonbaharın yağışsız, güneşli günleri ama, buraya kadar gelmişken, görmemezlik etmeyelim dedik. Teos’da şu anda çıkarılmış eserler tarih olarak M.Ö. üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Bunların arasında en önemlisi, antik dünyada söz konusu tanrıya adanmış en büyük tapınak olan, Dionysos tapınağı. Dionysos, Teos kentinin koruyucu tanrısı. Her yıl onun adına yapılan festival kent için daima çok önemli olmuş. Teos’un bir diğer önemli özelliği, M.Ö. üçüncü yüzyılın sonunda burada, tarihte ilk olarak, bir tiyatro sanatçıları birliğinin oluşturulmuş olması. Hem festival zamanı, hem de onun dışında temsiller veren bu birliğin üyelerine şehirde özel bir statü tanınmış. Kentin tiyatrosu maalesef çok iyi durumda değil. Ancak, Ekrem Akurgal hocanın kitabındaki tavsiyeye uyarak, yukarı tırmanmanıza değiyor. Tiyatronun üst tarafındaki basamaklar neredeyse tamamen yok olduğu için, sıcakta yukarı çıkmak epeyce zorlayıcı. Çıktığınız zaman gördüğünüz manzara ise, şahane… Aşağıda tiyatro alanı, karşınızda zeytin ağaçları, deniz ve adalar…

Tiyatro-Teos

Teos antik kentinde, çok iyi durumda olmasalar da, görebileceğiniz agora tapınağı, meclis, odeon, akropol, kuzey tarafta uzaktan görebileceğiniz ve Türkler tarafından 15. yüzyılda yapılmış kalenin kalıntıları var.

Gezdiğimiz ikinci antik kent Erythrai idi. Burası, Sığacık’a bir saat kadar uzaklıkta, Çeşme’nin yaklaşık 20 kilometre kuzey-doğusunda yer alan Ildırı köyündeki bir kent. Erythrai’nın büyük ölçüde üstüne kurulmuş olan Ildırı, televizyon dizisi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile Türkiye’de bilinirliği artmış, şirin bir köy. Kıyısında irili ufaklı adaları, yemyeşil yamaçları ve deniz kenarındaki tekneleri ile çok pitoresk bir yer. Erythrai’nın görebileceğiniz kalıntıları köyün üst kısmında, tepede bulunuyor. Kent alanına, ören yerinin hemen dışındaki, manzarası güzel ve bol esintili Agora Cafe’nin karşısından giriyorsunuz. Prof. Ekrem Akurgal’ın da bir dönem kazı yaptığı bu antik kent, günümüzde maalesef çok iyi durumda değil. Bulunan önemli eserler İzmir Arkeoloji Müzesine götürülmüş. İyi ki de öyle yapılmış çünkü, düzgün bir girişi ve bekçisi olmayan bir yer. Burada da, eğer biraz tırmanmayı göze alırsanız, Teos’daki tiyatronun tepesinde olduğu gibi, muhteşem manzaraları ile Athena tapınağının temelini ve Matrone kilisesinin kalıntılarını, ayrıca tiyatroyu görebilirsiniz.

Ildırı

Erythrai’yı gezdikten sonra Agora Cafe’de soluklanmak, eğer akşamüzeri ise, gün batımını izlemek insana çok iyi gelebilir. Biz, gün boyu bir şey yemediğimiz için, önce sahildeki Ali’nin Yeri’nde akşam yemeği yedik ve gün batımı için tekrar Agora Cafe’ye çıktık. Ne yazık ki, şansımız yaver gitmedi. Hava çok puslu olduğu için gün batımının tadını çıkaramadık.

Sığacık çevresinde gidilebilecek pek çok köy var. Örneğin, son zamanlarda yazılı medyada ve İz TV’de bahsi geçen, bir köylü kadınımızın ev duvarlarını resimlerle süslediği Türkmen köyü Germiyan ve Osmanlı zamanında Özbekistan’dan gelenlerin yerleştiği balıkçı köyü Özbek. Benim ilginç bulduğum köy ise, bir Alevi köyü olan Bademler köyü. Bademler’in en önemli özelliği, köy halkının tiyatroya olan düşkünlüğü. Köyde bir tiyatro binası var ve düzenli olarak verilen temsillerde oynayanlar köyün ahalisi. Sanki, çok da uzaklarında olmayan Teos halkının tiyatro tutkusu binlerce yıl sonra bu köyde yaşıyor gibi…

Bademler köyünde bir de müze var. Burası, Efes antik kentinin yedi yıl müze müdürlüğünü de yapmış olan, arkeolog Musa Baran’ın evi. Köy meydanına bakan bu 100 yıllık evde zamanında Cevat Şakir, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar konuk olarak kalmışlar. Evin esas eski olan bölümünde bir köy evi düzeni sergileniyor. Diğer tarafta ise, Musa Baran’ın çalışma odası ve bir oyuncak koleksiyonu var. Bu ilginç bölümde Musa Baran, günümüzde kullanılan bazı oyuncakların ve oynanan oyunların antik çağlarda da var olduğunu göstermiş. Eski eserlerin üzerindeki kabartma ve resimlerden yola çıkarak, topaç çevirmek, uçurtma uçurmak gibi oyunların antik çağlardaki varlığını sergilemiş.

Bademler köyüne ziyaretimizi, müzenin karşı köşesindeki gözlemecide noktaladık. Birkaç kadın tarafından işletilen bu yerde, leziz gözlemelerimizi yiyip, güzel demlenmiş çayımızı içerken köy meydanını izlemek çok keyifli idi. Meydana açılan sokakta pazar kurulmuştu. Satıcı köylüler keyifle, neşe ile konuşup, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve ılıktı…

Sığacık civarı ile ilgili son yazmak istediğim yer, otel müdürümüz Cengiz beyin tavsiyesi ile gittiğimiz, Artemis Restoran. Google Maps’in azizliğine uğrayıp, uzun, çok bozuk ve karanlıkta zaman zaman korkutucu olan bir yoldan gittiğimiz bu restoran, aslında ana yoldan gidilince çok uzak değil. Karanlıkta etrafı tam görememiş olsam da, restoran ilk bakışta salaş bir kır lokantası görünümünde idi. Hava serin olduğu için içerde oturduk. Güzel havalar için dışarıda bir çok masa vardı. Buranın özelliği, enginarın akla hayale gelmeyecek her türlü yemeğinin yapılıyor olması. Bazıları çok lezzetli. Biz, enginar tarator, çiğ enginar salatası, enginar kızartma, enginarlı börek, enginar güveç ve enginar tatlısı yedik. Karanfil de koydukları tatlıyı ben çok beğendim.

Artemis Restoran
Enginar Tatlısı

Ayvalık

Kaldığımız Ortunç’tan Ayvalık merkeze gelmek 25-30 dakika sürüyor. Bu kalışımızda Ayvalık’a da çok fazla zaman ayıramadık. Sadece bir akşamüzeri gidebildik. Şeytan Sofrası, Sarımsaklı Plajı göremediğimiz yerler. Artık bir dahaki sefere diyoruz…

Az görmüş olsak da Ayvalık’ı, tekrar gitmeyi isteyecek kadar sevmemizde en büyük etken, hiç şüphesiz, yukarda söz ettiğim yakın arkadaşım oldu. Buluşma noktamızdan başlayarak, birlikte yürüdüğümüz sokakları, yemek yediğimiz restoranı kapsayan seçimleri ile bize “hızlandırılmış bir Ayvalık kursu” vermiş gibi oldu. Bunların üstüne bir de tabii ki, yenilenmiş eski bir Rum evi olan kendi evinin olağanüstü manzarasının tadını, buz gibi soğutulmuş bir şişe Prosecco’nun eşliğinde çıkarmış olmamız var… İnce bir zevkle döşenmiş, yüz küsur yıllık bu ev, çarşı içinden çıkılan bir yamaçta, oldukça dik bir sokağın köşesinde yer alıyor. Küçük bir de bahçesi var. Çok güzel…

Ayvalık, Osmanlı dönemindeki özel statüsü ile de ilginç bir yerleşim merkezi. Bugüne kadar bilmediğim bu statü, bir özerklik statüsü. Ana hatları ile; Türklerin Ayvalık merkezde oturmalarının yasaklanması, müstakil bir idare ile yönetilmesi, kaymakamın Türk olmasına karşın halk tarafından seçilmesi ve görevine son verilebilmesi, askeri komutanların Ayvalık’ta kalamaması, aşar vergisinden muaf olunması gibi konuları kapsayan bu statünün ortaya çıkışı konusunda değişik kaynaklarda, değişik yorumlar okudum. Bir yaklaşım, bu statünün Küçük Kaynarca Anlaşması’nın doğal bir sonucu olduğunu belirtirken, bazı kaynaklar da bunun, daha sonra Sadrazam olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın yöre halkına bir vefa borcu olarak kabul edildiğini söylüyor. Buna göre, 1770 yılında Çeşme’de Ruslarla yapılan savaşta gemisi yanan Hasan Paşayı Ayvalık halkı ve Papaz İkonomos bir hafta boyunca ağırlamışlar ve Çanakkale’de bulunan Osmanlı donanmasına yetişmesini sağlamışlar. Bu nedenle, daha sonra Sadrazam olan Hasan Paşa, Ayvalık’a özerklik statüsü vermiş.

Agios Yorgi- Çınarlı Cami

Doğrusu, buluşma yeri olarak Ayvalık Gücü 1 adını duyunca yadırgamadım desem, yalan olur. Mekanın adı, kafamda bir yere oturtabileceğim herhangi bir çağırışım yapmadı bir türlü. Gidince gördük ki, burası tipik bir taşra sahil kasabası çay bahçesi. Ayvalık Gücü 1 olunca, bir de Ayvalık Gücü 2 varmış haliyle. İnsanlar, denizden gelen esintide oturmuşlar, akşamüzeri çaylarını yudumluyor, sohbet ediyorlar. Stres yok, heyecan yok. Sakin, dingin ve mutlu gözüküyorlar… Sanki, aynı Türkiye’de yaşamıyoruz. Çoğunluğu yerli halk. Kimi bizim gibi birkaç günlüğüne gelmiş kişiler. Kimi de, büyük şehir stresinden kaçıp, Ayvalık’a yerleşmiş eski beyaz yakalılar olsa gerek. Çünkü, diğer sahil kasaba ve kentlerine olduğu gibi, buraya da son yıllarda epeyce insanın yerleştiğini duydum.

Ayvalık’ın ara sokakları da, Cunda’da olduğu gibi, çok güzel binalar, evlerle dolu. Büyük çoğunluğunda, Mübadele sonrası ataları buraya yerleştirilen yerli halk oturuyor. Bir kısmı harap, yıkılmak üzere. Bazıları da restorasyon ile kurtarılmışlar. Ev, küçük otel, dükkan olarak kullanılıyorlar. Daha yapılacak çok iş var ama, yapılanlar insana umut veriyor…

Agios Yannis- Saatli Cami

Umut veren, takdir edilecek yerlerden biri de Taksiyarhis Kilisesi. Osmanlı döneminde 20.000 civarında Rum nüfusu olan Ayvalık’ta birkaç tane büyük kilise varmış. Bunlardan, Agios Yannis (Saatli Cami) ve Agios Yorgi (Çınarlı Cami) gibi bazıları camiye çevrilmiş. Gayet bakımlı durumdalar. Küçükken, Yunanistan’da gördüğüm ahıra çevrilmiş Osmanlı camilerini hatırlayınca bu kiliseleri böyle görmek beni mutlu etti. 1844 yılında yapılmış olan Taksiyarhis Kilisesi ise, yine harap bir durumda iken, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ettirilerek, 2013 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Şu anda ayakta olan çoğu kilise gibi, Taksiyarhis Kilisesi de üst üste birkaç kez yapılmış. İlk kilisenin tarihi, 15. yüzyıl olarak belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi’ne vardığımızda, müzenin kapanmasına birkaç dakika vardı. Yine de, görevliler bizi kırmadı ve hızlıca da olsa, içeriye girip, bakmamıza izin verdiler. Görebildiğim kadarı ile, güzel bir çalışma yapılmış. Kilisede zaman zaman konserler verilmesine de izin veriliyormuş. Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA) düzenlediği resitaller ve Ayvalık AIMA Müzik Festivali kapsamındaki konserler bunlardan bazıları. 18-21 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilen olan 2017 festivalinin konserleri de yine Taksiyarhis Kilisesi’nde yapıldı.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Günün kapanışını ise, yine arkadaşımın önerisi ile, Romen bir hanımın işlettiği Aybalık’ta yaptık. Sahil boyunca giden Atatürk Bulvarına bakan, üst katta, küçük bir yer burası. Öyle şatafatı olmayan ama, iyi yemek yenebilecek bir restoran. Yine, sıcak ot, Saganaki vb yerel mezelerin üstüne yediğimiz sardalye çok lezzetliydi. Mevsimine denk gelmek lazım.

Cunda (Alibey) Adası

Cunda, epeydir eşten dosttan methini duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Sonunda, sosyal medyada gördüğüm birbirinden güzel fotoğraflar o kadar aklımı çeldi ki, bu yaz yolumuzu mutlaka oraya düşürmeye karar verdim.

Ada olmasına rağmen, Cunda’ya Ayvalık’tan kara yoluyla geçilebiliyor. Cunda’nın kara ile bağlantısı iki aşamalı. Önce, 1817 tarihinde yapılmış bir dolgu yol ile Lale Adasına, oradan da 1964 yılında yapılmış bir köprü ile Cunda’ya geçiliyor. Bu ikinci köprünün yanındaki “Türkiye’nin İlk Boğaz Köprüsü” tabelası, geçerken insanı gülümsetiyor. Belli ki, adalılar için bu önemli bir övünç kaynağı.

Cunda’nın resmi adı Alibey Adası. Günlük dilde pek kullanılmasa da, adaya bu isim Cumhuriyetin ilanından sonra, Yunan işgaline karşı ilk direnişi Ayvalık’ta gösteren Yarbay Ali’nin (Çetinkaya) anısına verilmiş. O zamana kadar ağırlıklı olarak Rum olan Cunda halkı, 1923-1924 yıllarında Büyük Mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmiş. Buna karşın, Girit, Rumeli ve Midilli’den gelen Türkler de Ayvalık ve Cunda’ya yerleştirilmişler. Bir bölümü 1944’teki depremden, bir bölümü de ilgisizlik ve bakımsızlıktan harabeye dönmüş binaların önemli bir kısmı son yıllarda, gelişen turizm faaliyetlerine paralel olarak, restore edilmiş. Sokak aralarında insanın bakmaya doyamadığı evler, binalar var. Bunların bazıları küçük butik otel, dükkan veya restoran olarak kullanılıyor.

Biz Cunda’da, ada merkezine yaklaşık on dakika uzaklıktaki Ortunç Otel’de üç gece konakladık ve çok memnun kaldık. Kırk yıl kadar önce, Devlet Opera ve Balesinde sanatçı olan Necla-Orhan Tunç çiftinin kurduğu otel günümüzde, oğulları tarafından işletiliyor. Duyduğumuza göre çeşitli çevreci gruplar tarafından zaman zaman dava edilen tesiste ben açıkçası doğaya zarar verecek bir işletme anlayışı ve mimari göremedim. Bana kalırsa, aksine, günümüzde bir turizm işletmesinin karşılaması gereken her türlü ihtiyaç, çevreye son derece saygılı bir şekilde, ince bir mimari ve estetik zevkle karşılanıyor burada.

Ortunç Otel’in ucuz bir otel olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor. Cunda’da kalabileceğiniz çok daha ekonomik seçenekler mutlaka vardır. Ancak, eğer genel olarak, ödediğiniz bedeli aldığınız karşılıkla ölçme gibi bir yaklaşımınız varsa, Ortunç’tan memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Hizmet kalitesinin dışında, benim için en akılda kalan noktalar ortamın sessizliği, sakinliği ve insanın içini dolduran huzur duygusu oldu. On iki yaşından küçük çocukların alınmaması bu noktada önemli bir faktör sanırım. Onun yanında, çalınan müziğin türü ve ses yüksekliği üzerinde de düşünülmüş, belli ki. Hafiften gelen güzel bir caz ya da “lounge” müziği…

Ortunç

Ortunç’ta kaldığımız sürece, sabahları balkonda karşımızdaki irili ufaklı adaları, ufuktaki sıradağları seyretmek çok keyifli idi. Sessizlik, kuş sesleri, arada kulağıma gelen personelin alçak sesle konuşmaları, hepsi çok huzur verici idi. Ha, bir de, zeytin ağaçlarını budayarak, yuvarlak şekil veren bahçıvanın makasından çıkan “kıt kıt” sesler…

Sadece bir akşam otelde yemek yedik. Yemek kalitesi büyük şehirlerin birinci sınıf restoranlarında yiyebileceğiniz kalitede ve fiyattaydı. Şarap listesinde kaliteli yerli ve yabancı marka seçenekler mevcut. Yemek sonrası, iskeleye yakın burundaki şezlonglara uzanıp, yıldızları seyretmek çok güzeldi. Yazın İstanbul dışına, özellikle güneye gidince, en çok yapmak istediğim şeylerden biri yıldızları seyretmek… Büyük şehirlerde, yoğun ışık ve kirlilik nedeniyle, ne yazık ki iyi göremiyoruz artık onları. Eğer keyfinize keyif katmak isterseniz, bardan birer Mojito da alabilirsiniz…

Cunda’da gezilip, görülecek yerler de olduğu için, zamanımızı deniz ve gezme arasında paylaştırmaya çalıştık. Deniz çok güzel, temiz ama, epeyce de soğuktu. Belki biraz da henüz Haziran ortası bile olmamasından kaynaklanıyordu. Temmuz- Ağustos’ta girmek daha kolay olabilir.

Cunda’da belli başlı yerleri bir akşamüzeri gezmek mümkün. Ortunç’tan ada merkezine gelirken önce Agios Yannis Kilisesi’ne gidilebilir. Burası, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden hemen önce, Edremitli iki keşiş tarafından kurulmuş eski bir manastırın şapeli. Çok güzel manzarası olan bir tepenin üzerinde yer alıyor. Bu manzara nedeniyle, ada halkı arasında buraya Aşıklar Tepesi de denirmiş. Şapelin batı tarafında, büyük olasılıkla manastırın un ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir değirmen var. Agios Yannis manastırının kütüphanesi 1835 yılından itibaren zenginleşmeye başlamış ve ünlü olmuş. Ancak, 1924’de yapılan nüfus mübadelesinden sonra kilise de, manastır da kullanılmaz olmuş ve harabeye dönmüş. Ta ki, 2007 yılında tamamlanan bir restorasyon ile, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından bir kitaplık haline getirilene kadar. Bu şirin şapelin içinde şu anda Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı bulunuyor. Muhtar Kent, 2000’li yılların başında ölen anne ve babasının 300’den fazla kitabını buraya bağışlamış. Ben şahsen, bir iki tane eski ve önemli kitabı saymazsak, koleksiyonu çok değerli bulmadım açıkçası. Öyle zannediyorum ki, Necdet Kent gibi önemli bir diplomatın çok daha geniş ve kıymetli bir kitap koleksiyonu vardı. Bende daha çok, sanki kitaplar aile üyeleri tarafından iyice seçilip, alındıktan sonra, kalanlar buraya bağışlanmış gibi bir izlenim oldu. Yine de böyle bir kitaplığın adaya kazandırılmış olması önemli tabii ki.

 Agios Yannis Kilisesi Sevim-Necdet Kent Kitaplığı

Kitaplığı gezdikten sonra, dışardaki kafede oturmak ve tatlı bir esintinin eşliğinde, soğuk bir limonata yudumlayarak, manzaranın keyfini çıkarmak çok güzeldi… Karşınızda yine irili ufaklı adalar, pırıl pırıl deniz, tepelerde artık kullanılmayan yel değirmenleri ve adanın liman tarafına doğru baktığınızda bütün görkemi ile dikkatinizi çeken Taksiyarhis Kilisesi var.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi, Ayvalık ve Cunda’daki diğer çoğu kilise gibi 19. yüzyılda yapılmış. 1873 yılında, o dönem 8.000-10.000 arasında olan Rum cemaatin ihtiyacını karşılamak üzere, Metropol Kilisesi olarak inşa edilmiş. Ayvalık’ta da bir başka Taksiyarhis Kilisesi var. Her iki kiliseye de, Koruyucu Baş Melekler Cebrail ve Mikhail’e adandıkları için bu isim verilmiş.

 Cunda Taksiyarhis Kilisesi-Rahmi Koç Müzesi

Cunda’daki Taksiyarhis Kilisesi, Rumlardan kalma çok güzel taş evlerin çevrelediği küçük bir meydanda bulunuyor. Bazı evler otel ve pansiyon haline dönüştürülmüş. İlerde çok daha güzel bir hale gelecektir diye düşünüyorum. Kilise yapısı, Neo Klasik üslupta yapılmış, görkemli bir bina. Bölgedeki diğer pek çok yapı gibi, o da Büyük Mübadeleden sonra kaderine terk edilmiş ve giderek, çökme noktasına gelmiş. Ancak, 2011 yılında Vakıflar Meclisinin aldığı bir karar ile burası, müze yapılmak üzere, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfına tahsis edilmiş. Yirmi ay süren bir restorasyondan sonra, üç yıldan beri müze olarak hizmet veriyor. Sergilenen koleksiyon, İstanbul ve Ankara’daki Rahmi Koç Müzelerinin, daha küçük ölçekli bir benzeri. Çeşitli denizcilik aletleri, motorlar, arabalar, sağlık ve eczacılık gereçleri, üst katta çocuk oyuncakları vb var. Kilisede bu tür objelerin sergilenmesi eleştirilere neden olmuş. Bu eleştirileri çok haksız bulmuyorum. İnsan mimari ile, sergilenenleri bağdaştıramıyor. Öte yandan, bunun alternatifinin kilisenin giderek yok olması olduğu düşünüldüğünde şükretmek gerek bence. Kaldı ki, İtalya gibi eski eserlerin çok korunduğu bir ülkede bile kiliseler artık farklı amaçlarla kullanılıyor. En son geçen sene Ostuni’de, arkeoloji müzesine dönüştürülmüş bir kilise gezmiştik örneğin. Ben, Taksiyarhis Kilisesi’ni gezerken, önce sadece kilise binasını inceleyip, sergilenenlere hiç bakmadım. Yapının inceliklerini iyice içime sindirdikten sonra, bu kez yeni baştan, sergilenen objeler için gezdim.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi-
Rahmi Koç Müzesi

Kiliseyi gezdikten sonra sokak aralarında gezmek, yüz küsur yıl önce adadaki yaşantıyı hayal edebilmek açısından çok güzel oluyor. İnsan, ayağa kaldırılmış evlere sevinip, hayranlıkla bakarken, harap durumda olanlara üzülüyor…

Sahilde pek çok lokanta var. Ayvalık ve Cunda’nın mutfağı gerçekten çok güzelmiş. Ben buralara gelene kadar, bu yöreyi de mutfak olarak genel Ege Mutfağına katıyordum kafamda. İşte, bildiğimiz otlar vesaire. Ama hiç de öyle değilmiş. En büyük şansımız, bu konuda Ayvalık’ta evi olan yakın bir arkadaşımdan tüyolar alabilmemizdi. Yine onun önerisi ile sahildeki Deniz Restoran’da yemek yedik. Bu yöreye özgü, çıtır çıtır kızarmış Papalina (minik sardalyelerden yapıldığı için mevsimin uygun olması lazım), dev boyutta peynir kızartması Saganaki, sıcak ot (muhteşem), baby kalamar, kabak çiçeği dolması, Kidonya (şarapta kum midyesi) çok lezzetli ve doyurucu idi. Yine de, yan taraftaki meşhur Taş Kahve’de birer dondurma ve kahve için yer açabildik midemizde. Sakızlı, karadut ve karamel üçlemesinin tadı damağımda kaldı. Bir karamelli dondurma düşkünü olarak, karamelliyi özellikle başarılı buldum.

Taş Kahve

Yaz Rotası (2017)

Profesyonel yaşam insanı bütün bir yıl, irili ufaklı tatillere doğru koşmaya itiyor. Özlemle bekliyor, gün sayıyorsunuz. Sonra, o hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan tatiller göz açıp, kapayıncaya kadar geçiyor. Son birkaç gün içinize düşen “işe geri dönme” sıkıntısı da cabası. Tabii bu, şanslı olup da, tatiliniz süresince çağımızın en büyük esaret cihazı olan cep telefonunuz aracılığıyla işten, bazen defalarca, aranmadığınız sürece… Ne yazık ki, bazı kapasitesiz yöneticiler bunu özellikle yapmaktan zevk alırlar. Ya da, sanki tatil yasal hakkınız değilmiş gibi, dönüşünüzde kendilerince tatilinizi burnunuzdan fitil fitil getirirler..

Tatil günleri sınırlı olunca, insan ister istemez gideceği yere en hızlı şekilde varmayı ve yollarda gereksiz zaman harcamamayı hedefliyor. O nedenle, uzun yıllardan beri yaz tatillerinde eğer güneye gidilecekse, uçak ile seyahat etmeyi ve genelde tek bir yere gitmeyi tercih ediyordum. Yaşamın farklı evreleri insana farklı tatil modelleri empoze ediyor. Küçük çocuğunuz varken tercih sebebi olan büyük ve yarım/tam pansiyon turizm işletmeleri daha sonra sizin için cazibesini yitiriyor.

Bu yaz, uzun yıllardan beri yapmadığımız şekilde bir tatil yapmak istedik. Hem uçak yerine araba ile gidelim, hem de yol boyu, seçtiğimiz birkaç yerde kalalım dedik.

İşte 2017 yaz rotamız:

CundaAyvalık
Sığacık
Datça
Bozburun
Şirince

Capri’de Bir Gün

Miramare’nin resepsiyonundaki kadın görevli değişik bir tip. Ağzı bol laf yapıyor ve çok yüksek perdeden konuşuyor. İnsanda sürekli palavra atıyor hissi uyandırıyor. İltifatlarının da dozu biraz fazla sanki… Gelin görün ki, bize çok yerinde bir tavsiyede bulunuyor ve yardımcı oluyor. Ona, Positano‘dan Capri’ye giden tur teknelerini sorduğumda, eğer gitmek istiyorsak hemen ertesi gün gitmemizi, daha sonra havanın bozacağını söylüyor. Haksız sayılmaz. Ekim ayının ortasını geçtik. Hava epeyce serin.

Güney İtalya’ya gittiğiniz zaman eğer, gezmenin dışında, denize de girmek istiyorsanız, öyle Eylül ayının ikinci yarısına, Ekim’e kalmamanızda yarar var. Buralarda hava bizim Antalya bölgesi ile karıştırılmamalı. Sonbahar, deniz için oldukça serin. Öte yandan, Temmuz- Ağustos da fazla sıcak ve kalabalık olabiliyor. Bana kalırsa, Haziran ve Eylül’ün ilk yarısı ideal. Eğer biraz serince olan deniz suyu sizin için sorun değilse, Nisanın ikinci yarısı ve Mayıs ayı da olabilir.

Ertesi gün gidebileceğimizi söyleyince, kadın teknede yer ayırtmak için telefon ediyor. Yüksek sesle, bağıra çağıra, Napoli lehçesi ile ve (telefonda konuşuyor olsa da) el hareketlerini ihmal etmeden, bize yer ayırtıyor.

Sabah otelin, bizim odanın tam altına denk düşen ve kaptan köşkünü andıran, müthiş manzaralı restoranında kahvaltımızı yapıyoruz. O ölümcül iki yüz basamağı inip, tam zamanında sahilde, bize tarif edilen, teknenin kalkacağı yerde oluyoruz. Tekne, büyükçe bir sürat teknesi. Değişik milletlerden on kişiyiz. Amerikalı, Hint ya da Pakistan asıllı İngiliz, İsviçreli, Kanadalı… Kaptanımız Dario genç, yakışıklı ve kibar bir çocuk. Oldukça iyi İngilizce konuşuyor. Bugün yapacağı seferin bu sezonun son seferi olacağını, sonra “kış uykusu” misali, dinlenme ve hayattan keyif almakla geçecek kış aylarının tadını çıkaracağını anlıyoruz konuşmasından. Kışın İsviçre’ye kayağa gittiğini de…

Kaptanımız Dario ile Capri’ye Doğru Demir Alıyoruz

Hava bazen bulutlu, bazen açıyor ve epeyce serin. Teknenin üstü açık olduğu için, zaman zaman rüzgar insanın tam anlamıyla içine işliyor. Öte yandan, manzara çok güzel. Vahşi bir güzellik… Vezüv yanardağının yarattığı tektonik hareketler ve suyun yarattığı aşınma nedeniyle bu sahilde ve bölgenin adalarında inanılmaz kaya oluşumları var. Hepsi de koruma altında.

Varlığıyla Napoli körfezine ve civarına güzellik katan Vezüv yanardağına çocukken gitmiş, kraterinin belli bir noktasına kadar inmiştim. Vezüv, Avrupa kara parçasının hala aktif olan tek yanardağı. En son 1944’de patlamış. Tarihteki en meşhur patlama ise İ.S. 79 yılında, Pompei ve Herculaneum şehirlerinin yok olmasına sebep olanı. Uzun yıllar önce birkaç kez gittiğim Pompei de hala hafızamda canlı. Tekrar görmek istememe rağmen bu seferki İtalya gezimizde vakit yok maalesef. Belki bir başka sefer…

Positano’dan Capri’ye sürat teknesi ile 45-50 dakikada gidiliyor. Dario yolda sürekli bilgi veriyor, İtalyanlara özgü espriler, sevimlilikler yapıyor. Karaya yanaşacağımız, adanın kuzeyindeki Marina Grande’den önce, ünlü Grotta Azzurra’ya (Turkuaz Mağara) gideceğimizi, şansımız varsa ve dalgalar izin verirse, içeri girebileceğimizi söylüyor.

Grotta Azzurra, Capri adasının kuzeybatısında. Mağaraya giriş yatay ve alçak bir delikten yapılabiliyor. O nedenle, siz girerken denizden dalga gelmemesi çok önemli. Bu açıdan, tabii ki, ilkbahar ve yaz ayları daha az riskli.

Mağaranın önüne vardığımız zaman, bizi bir gürültü, patırtı ve hengame karşılıyor. Mağaranın girişi çok dar olduğu için, büyük teknelerle girmek imkansız. Onun için, dört kişi alan sandallara binmeniz ve mağaradan içeri girerken sandalın içine tamamen yatmanız gerekiyor. Göremediğim için tam olarak bilemiyorum ama, sandalcı da bir şekilde, bir yere yapışarak sizi içeri sokuyor. Ancak, bu giriş öyle hemen olmuyor…

Grotta Azzurra Mağarasının Önünde Sıra Bekleyen Sandallar

Grotta Azzurra’yı Capri’nin sandalcılar kooperatifi işletiyor. Mağarayı görmek istiyorsanız, hem Kültür Bakanlığına, hem sandalcılar kooperatifine, adam başı toplam 13 Euro ödemeniz ve en önemlisi, sıraya girmeniz gerekiyor. Her sandal sadece dört kişi aldığı için ve buraya sadece bizimki gibi tekneler değil, çok daha büyük tekneler de geldiği için uzun süre bekleniyor. Bu süre, sezon sonunda bir saate yakın olduğuna göre, yaz aylarında birkaç saate kadar çıkıyor olsa gerek.

Dario, kooperatif görevlileriyle konuşarak, bizim teknenin sıraya girmesini sağladıktan sonra, demir atıyor ve ayaklarını uzatıp, keyifle sandalcıları izliyor. Yüzünde müstehzi bir ifade var… Bekleme süresi boyunca sandalcıların birbirleri ile bağırarak konuşmaları, el kol hareketleri yapmaları bitmiyor. Napoli lehçesi(*) ile konuştukları için hiçbir şey anlamıyorum. “Napolitence” apayrı bir dil sanki. Sabah yola çıktığımızda, Dario da kendini tanıtırken, İngilizce dışında iki dil konuştuğunu, bunların İtalyanca ve “Napolitano” olduğunu söylemişti! Sandalcıları ilgiyle izlediğimizi gören Dario gülerek, “Merak etmeyin, kavga etmiyorlar. Normal konuşuyorlar” diyor. Kavga ettikleri zaman, bir yere yanaşırken kullandıkları, mızrak benzeri sopalar havada uçuşuyormuş…

Beklerken, arada bir deniz dalgalanıyor, müthiş bir çırpıntı oluyor. Öyle zamanlarda içeri girişi durduruyorlar. Eğer uzun zaman devam ederse, mağarayı o gün için tamamen kapatabiliyorlarmış. Bu kadar uzun süre bekledikten sonra, girememek çok acı olur doğrusu…

Grotta Azzurra’nın Girişi

Sonunda sıra bize geliyor. Teknemize sandallar yanaşıyor. Bunlardan birine, iki çift olarak biniyoruz ve bize söylendiği gibi, sandalın dibine dümdüz yatıyoruz. Heyecan dorukta…Sandalcıların haberleşmek için bağrışmaları heyecanımı artırıyor. Nefesimizi tutuyoruz ve içeri giriyoruz…

İşte girdik… İçerisi zifiri karanlık…Masmavi bir manzara beklerken, bu karanlık ile karşılaşmak bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bunun için mi bu kadar saat bekledik diye aklımdan geçirirken, kafamı geriye doğru, girdiğimiz delikten tarafa çevirince, nefesimi tutuyorum… Bu ne güzellik… Dışardan gelen ışık ile su, turkuazın en güzel tonlarında… İnsan bakmaya doyamıyor. Kim bilir, yaz aylarının pırıl pırıl güneşi vurduğunda görüntü ne kadar muhteşem oluyordur.

Grotta Azzurra’nın İçi

Mağaranın içinde kalış süresi 10 dakikayı geçmiyor. Sandalcılar içerde 2-3 tur atarken, bir yandan da, yüksek sesle şarkı söylüyorlar. Her biri farklı bir şarkı söylediği için, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Bizimki var gücüyle, “O Sole Mio” döktürüyor. Mağaraya girdiğimiz şekilde dışarı çıktığımız zaman, verdiğimiz 10 Euro bahşişi pek beğenmiş görünmüyor. Belli ki, performansının daha fazla bahşiş hak ettiğini düşünüyor.

Mağaranın İçinde Birkaç Tur Atıyoruz

Teknemizde mağarayı görmek isteyen herkes içeri girip, çıktıktan sonra, demir alıyoruz ve Marina Grande’ye doğru gidiyoruz. Orada karaya çıkacak ve Capri’de dört saat geçireceğiz.

Capri adasının genel olarak kayalık bir yapısı var. Bazı kaynaklar, adadaki kayalıkların bir kısmının oluşumunu 65 ile 190 milyon yıl öncesine kadar götürüyorlar. Güney İtalya’nın pek çok yerinde olduğu gibi Capri adasında da (başta adanın ismi olmak üzere) antik Yunanlıların izleri var.

Marina Grande’de karaya çıkıyoruz ve dağılıyoruz. Adada başlıca iki büyük yerleşim merkezi var. Anacapri ve Capri. Anacapri, antik Yunancada “yukarıdaki Capri” demekmiş. Biz Anacapri ile gezmeye başlayalım diyoruz. Sonrasında, daha aşağıdaki Capri’ye gelir, orayı gezer ve limana döneriz. Bol bol vaktimiz var gibi görünüyor…

Ekim ayının oldukça serin bir günü olmasına rağmen Capri’de o kadar çok turist var ki, yukarıya, Anacapri’ye gidecek otobüse binebilmek için kuyrukta tam bir saat beklememiz gerekiyor. Orta boydaki otobüsler dar ve bir tarafı kayalık yolda öylesine hızlı gidiyorlar, karşıdan gelen arabalarla o kadar milimetrik bir şekilde yan yana geçiyorlar ki, yüreğim ağzıma geliyor. Otuz seneyi aşkın bir süredir Datça’ya gidip, gelen ve Marmaris-Datça yolunun en eski halini bilen birisi olarak, yolun dar olması değil de, şoförün bu kadar hızlı kullanması beni ürkütüyor. Manzara ise, çok güzel…

Yaklaşık on beş dakika sonra Anacapri’deyiz. Sokaklarda geziniyoruz biraz. Keşke hava biraz daha iyi olsaydı… Çok daha keyifli olurdu. Yazın buraların, ürünlerinin bir kısmını kapı önüne çıkarmış butikleri, tasarım takı dükkanları, kaldırımlara yayılmış cafe ve restoranları ile ne kadar sevimli olduğunu hayal edebiliyorum. Bir daha gelirsek, hiç olmazsa bir gece kalmayı çok isterim.

Vakit tahminimizden de hızlı bir şekilde azalıyor. Bu kadar az sürede her şeyi göremeyeceğimiz açık. Bir seçim yapmak gerekiyor. Kararımızı veriyoruz ve San Michele kilisesine doğru yöneliyoruz.

San Michele Arcangelo Kilisesi- Anacapri

San Michele kilisesi, Anacapri’nin arı kovanı gibi kaynayan sokaklarından kısa bir yürüyüş mesafesinde, sakin küçük bir meydanda yer alıyor. 1698-1719 yılları arasında yapılmış olan bu kilisenin dışardan oldukça sade bir görünümü var. Beyaza boyanmış bina, Barok dönem için epeyce mütevazi. Ancak, bu küçük kilisenin içinde insanı hayran bırakan bir sanat şaheseri var.

San Michele Arcangelo Kilisesinin İçi- Anacapri

Ufak bir giriş ücreti ödeyip, içeri giriyoruz ve girer, girmez gördüğümüz şey bizi etkisi altına alıyor. Kilisenin tabanı tamamen, elle boyanmış seramik karolarla kaplı. Bu karolar, tamamı Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu resmedecek şekilde boyanmış. Adem ve Havva’nın dışında, ağaçlar, çeşitli bitkiler, hayvanlar… İnanılmaz güzellikte renk tonları… Bu muhteşem eser, dönemin Napolili en iyi seramik ustalarından olan Leonardo Chiaiese tarafından, 1761 yılında yapılmış. Son derece iyi korunmuş olmasının nedeni üstüne çok az basılmış olmasından kaynaklanıyor. Çok akıllıca bir şekilde, bu sekizgen tabanın etrafına, çepeçevre, ahşaptan, dar bir platform yapılmış. Onun üzerinde yürüyerek, tüm detayları yakından inceleyebiliyorsunuz. Ama eserin tamamını en iyi şekilde görmek için, yukarıya, orgun bulunduğu, balkonumsu yere çıkmanız gerekiyor. İnsan bakmaya doyamıyor gerçekten…

San Michele Kilisesinin Seramik Tabanı- Anacapri
San Michele Kilisesinin Taban Döşemesinden Ayrıntı. Adem ve Havva’nın Cennetten Kovuluşu- Anacapri

Seramik tabanı dışında, kilisenin mermer ana altarı, mermer görünümü verilmiş ahşaptan yapılma yan altarları, Barok dönemin Napolili ressamlarına ait tabloları da güzel. Kilise çok büyük olmamasına rağmen, üzerinde beyaz kabartmalar olan açık sarıya boyanmış duvarlar ve kubbe insana bir ferahlık, hafiflik hissi veriyor. Canım gitmek istemiyor. Tekrar tekrar bazı ayrıntılara bakıyorum. Ama, hem vaktimiz azalıyor, hem de bu küçük kiliseyi görmek isteyen sıradaki insanlara yer açmak gerekiyor.

Ahşap Yan Altarlardan Biri. San Michele Kilisesi – Anacapri

Aklım hala gördüklerimde, dışarı çıkıyoruz. Daha çok şey görmek, örneğin hemen otobüsle Capri’ye inmek ya da bir bistroda oturup, karnımızı doyurmak ve keyif yapmak arasında bir seçim yapmak gerekiyor. İkincisi ağır basıyor. Yaş aldıkça, son yıllarda bende gelişen bir eğilim bu. Artık, yolculuklarda ağırdan almak, gördüklerimi sindirmek, adeta tüketircesine, hızlı hızlı birkaç şey daha görmek yerine biraz keyif yapmak, günün orta yerinde bir cafe’de köpüklü şarap veya kahve yudumlamak çok daha hoşuma gidiyor. Hala, öyle yapmadığım yolculuklarım da olmuyor değil. İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Şu dünyada vaktim azalıyor duygusu da yok değil bende. Ama, en azından İtalya’da, bu, bana göre, yaşama zevkini doruğa çıkarmış insanların ülkesinde, daha aheste gezmek gerek diye düşünüyorum…

Çevre sokaklarda biraz dolaşıp, bir köşede, kaldırımdan hafif bir yükseltiyle ayrılmış bir bistroyu gözümüze kestiriyoruz. Masalar dolu ama, kaldırıma bakan terasında, güneş alan, güzel bir masa buluyoruz. Burası, İtalya’da çokça rastlayacağınız, tipik bir aile işletmesi. Birer kadeh güzel kırmızı şarap ve bu taraflara özgü, dev boyuttaki bruschetta’larla karnımızı doyuruyoruz. Çok lezzetli… Ayhan Sicimoğlu’na katılıyorum. İtalya’da kötü yemek yemeniz mümkün değil. En ücra dağ köyüne de gitseniz, ufacık bir lokantada harika şeyler yersiniz. Bir tek et yemekleri konusunda muhalefet şerhimi koyacağım. Et yemeklerinde, özellikle güney İtalya’da, çok memnun kalmadığım örneklere rastladığım oldu çünkü.

Bize, muhtemelen buranın sahibi olan, yaşlıca bir adam servis yapıyor. Güler yüzlü ve kibar. Hesabı ödeyip, kalktıktan sonra, sokaklarda Capri’ye giden otobüslerin kalktığı yeri ararken, kendisi ile yeniden karşılaşıyoruz. Muhtemelen riposo ( dinlenme) için eve gidiyor. Restoranını açık tutup, biraz daha para kazanmak söz konusu bile olamaz. Şimdi o da evine gidecek. Güzel bir şarap eşliğinde yemeğini yiyecek ve muhtemelen biraz da uzanıp, dinlenecek… Riposo, yani bizdeki yaygın (İspanyolca) ismiyle, siesta, özellikle güney İtalya’da çok önemli. Dükkanlar, restoranlar birkaç saatliğine (kışın biraz daha az, yazın daha fazla) kapanır. Aç kalmak istemiyorsanız, bu saatlere dikkat etmek gerek.

Restoran sahibinin bize tarif ettiği yerden Capri’ye giden otobüse biniyoruz. Ama, vakit o kadar azaldı ki, orada çok kalamadan, Marina Grande’ye doğru yola çıkıyoruz. Dario, 16:10’da kesin olarak kalkarım demişti. Tekneye son binenler biziz…

Teknede bizi güzel bir ikram bekliyor. Kaptanımız Dario, birkaç değişik peynir, çeşitli atıştırmalıklar ve şaraptan oluşan ufak bir büfe hazırlamış. İyice artan rüzgar ve serin havada, güçlükle yiyip, içiyoruz. Keşke hava birazcık daha sıcak olsaydı. En azından, rüzgar bu kadar sert esmeseydi. Yine de, sezonun son gününde de olsa bu geziyi yapabilmiş olmamız büyük şans.

Dönüş yolunda adanın doğu tarafından dolanıp, güneyine doğru iniyoruz. Grotta Azzurra gibi içlerine girilebilir mağaralar olmasalar da, Grotta Bianco (Beyaz Mağara) ve Grotta Verde (Yeşil Mağara) de çok ilginç. Özellikle Beyaz Mağarada, suyun içinde, dizi dizi beyaz mercanları görmek mümkün.

Grotta Bianco- Capri
Grotta Bianco- Capri

Tabii, Capri’de bir de Faraglioni kaya oluşumları var. Serinin bir filminde James Bond’un sürat teknesi ile altından hızla geçtiği o ünlü, kemer şeklindeki kaya kütlesi. Dario, eğer altından geçerken sevdiğinizi sürekli öperseniz, birlikte uzun bir yaşamınız olacağını söylüyor…

Faraglioni Kaya Oluşumları- Capri
Capri Dönüşü Positano’ya Yanaşırken…

(*)- İtalya’da bölgelere göre binin üzerinde lehçe bulunmaktadır. Bu, yöresel ağız veya aksan ile karıştırılmamalıdır. Bazı lehçeler, ait oldukları bölgeye bağlı olarak, Almanca, Yunanca, Slovakça, Hırvatça vb.den etkilenmiştir. Bu nedenle, 1861’de İtalya’nın birleşmesinden sonra ortak bir dil kullanımı için çok çaba gösterilmiştir. Günümüzde, uluslararası İtalyanca olarak bilinen lehçe, Floransa lehçesidir ve bunun yaygınlaşmasında televizyonun büyük yararı olmuştur. Ancak, İtalyanlar yerel lehçelerini kullanmayı sürdürmektedirler. Anlamadığınızı belirttiğiniz zaman, sizinle “resmi” İtalyanca ile iletişim kurarlar.

Yine Positano…

2015 yılının Ekim ayında Positano‘da kaldığımız Miramare otelindeki odamızın nefis bir deniz ve plaj manzarası vardı. Hem odamızdan hem de tam altına denk düşen yemek salonundan plajı tüm ayrıntıları ile kuşbakışı görmek mümkündü. İki yüz basamak yükseklikten seçebildiğim kadarı ile plajda çok büyük değişiklik olmamış, sadece, eskiden 1960’lar tarzı, hafif salaş olan yerler daha modernleşmiş ama sevimliliklerini kaybetmemişlerdi. Aradaki fark hiçbir şekilde beni, yıllar sonra yeniden gördüğüm Bodrum, Gümüşlük veya Kuşadası gibi şoke etmedi.

Miramare Otelinin Denizden Görünüşü

Üç katlı Miramare oteli, kırmızı ile kiremit rengi arası boyası ile hem denizden, hem de Positano koyunun değişik yerlerinden kolayca fark edilen, kartal yuvası gibi bir yapı. Özellikle, “özel odalar” olarak ifade edilen üç odasından muhteşem bir manzarası var. Temiz ve düzgün işletilen bir otel olmasına karşın, ödenen ücretin çoğunun manzara için ödendiğini düşünebilirsiniz. Ancak, kanımca, özel bir nedenden ötürü oraya gitmişseniz buna değer. Sabahları inanılmaz manzaralı bir banyoya girmek, akşamları yorgun argın otele dönüp, balkonda ayaklarınızı uzatıp, bir aperatif yudumlamak müthiş keyifli…

Miramare’deki Banyomuzdan Manzara

Öte yandan, Positano’da çok daha ekonomik ve sevimli konaklama çözümleri de bulmak mümkün. Zevkle döşenmiş kiralık evlerden, dairelerden birini kiralayabilir, öğlen ve akşam yemekleri için sayısız yiyecek yerlerinden birini deneyebilir veya bakkaldan alacağınız kaliteli bir şişe şarap, büyük bir salkım iri, siyah üzüm ve çeşit çeşit peynirlerle mükellef bir çilingir sofrası kurabilirsiniz.

Hiç şüphesiz, Amalfi sahilini en iyi gezme şekli bir araba kiralamak. Yerleşim yerlerinin arasında otobüs seferleri de olmakla beraber, bu hem pratik değil, hem de insanı kısıtlayıcı bir yöntem. Otobüs, sadece tek bir yerde kalmak planlanıyor, çevredeki diğer yerleşim yerlerini görmek düşünülmüyorsa kullanılabilir.

Positano’ya, kayalıkların tepesindeki dar ve virajlı yoldan, aşağıdaki masmavi denizi seyrederek varılıyor. Sol tarafta limon ve asma bahçeleri, sağınızda deniz… Kayaların üstüne oturtulmuş bu yerleşim yerine araba ile girmek mümkün olmadığı için, arabanızı ya yukardaki umumi park yerlerinden birine veya oteliniz için ayrılmış park yerine park etmeniz gerekiyor.

Miramare’nin, birkaç arabanın zor sığdığı park yerini bulduk ve rezervasyon onayında belirtildiği gibi, duvardaki telefondan otele geldiğimizi haber verdik. Beklememizi, biraz sonra bavulları taşımak için birisinin geleceğini söylediler. Çok geçmeden, iri yarı bir otel personeli geldi. İki bavulumuzu elindeki uzun kayışın birer ucuna bağlayıp, kayışı, bavulları iki omuzundan aşağı sallandıracak şekilde, boynunun arkasına attı. Üçüncü bavulumuzu da eline alıp, kendisini takip etmemizi söyledi. Ondan sonra, sadece merdivenlerden oluşan, daracık ve dik sokaklardan aşağı doğru bir iniş başladı.

Kalışımızın sonuna doğru kondisyonumuzda bir gelişme olsa da, doğrusu bu merdiven işi Positano’nun tek zorlayıcı yanı oldu. Özellikle, sahilden otele gelmek için çıkılması gereken iki yüz basamak tam bir ölüm kalım meselesi gibiydi. Sonraki günlerin birinde gittiğimiz Amalfi’de, bir dükkan sahibi nerede kaldığımızı sordu. Ben Positano diye yanıt verince, “Ah Signora, belli bir yaştan sonra Positano yerine Amalfi’de yaşamak ve kalmak daha iyi. Burası daha az dik bir yer” dedi. Söylediğinde haksız değildi ama, güzel olmasına rağmen, Amalfi de bir Positano değildi… Üstelik, Positano’da da daha az dik konumlarda olan yerlerde kalmak mümkün. Örneğin, ben çocukken Yvette’in kiraladığı, Santa Maria Assunta kilisesinin karşısındaki eve inen yol daha hafif eğimli ve daha az yorucuydu. Sahile de oldukça yakındı.

Positano’ya Yukardan Bakış

Paskalya zamanı olması nedeniyle etraf henüz yaz ayları gibi turistlerle dolup, taşmıyor. Positano’da kum, büyük olasılıkla volkanik coğrafya nedeniyle, oldukça koyu renkli. Neredeyse siyahımsı. Yvette ile plajda tembellik yapıyoruz. O şezlongunda uzanmış bulmaca çözüyor, ben de onun biraz ilerisinde havluya uzanmışım. Gözlerim kapalı. Gözkapaklarımın üzerinde hissettiğim güneş ışınlarının etkisi ile gördüğüm renk cümbüşüne dalıp, gitmişim yine. Kendime göre hayaller kuruyorum. On, on bir yaş hayalleri…

Birden bire çevremde bir gürültü kopuyor. Etrafımda bağıran bir grup İtalyan çocuk var. Benim yaşlarımdalar ve bana bir şeyler söylüyorlar. Önce hiçbir şey anlayamıyorum. Şaşkınlık içindeyim. Sonra, yavaş, yavaş dediklerini algılıyorum ve şaşkınlığım daha da artıyor.

Nerden ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bu çocuklar benim Türk olduğumu öğrenmişler. Belki de esnafla sohbet eden, şakalaşan Yvette’den yayıldı bu bilgi. Her nasıl öğrenmişlerse öğrenmişler ve belli ki çok heyecanlanmışlar. Etrafımda adeta yamyam dansı yaparak Türkiye’de insanların nasıl giyindiğini, peçe takıp, takmadığımızı, develere mi bindiğimizi soruyorlar hep bir ağızdan. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Havlumu hızla yerden alıp, Yvette’in yanına gidiyorum. Kalbim küt, küt atıyor. Bir yandan da, ben bikini giymiş haldeyken böyle sorular soruyor olmaları bana çok aptalca geliyor. Yvette başını bulmacasından kaldırıp, Fransız aksanlı İtalyancası ile çocuklara bir şeyler söylüyor ve çocuklar dağılıyor. Sonra bana dönüyor ve eğer denize gireceksem girmemi çünkü birazdan akşam yemeğine çıkacağımızı söylüyor. Bir yandan da, eliyle plajın sonunda derme çatma bir restoranı işaret ediyor.

O akşam ve sonrasında, Yvette ile pek çok sefer gittiğimiz o restoranda yediğim peynir panelerin tadını hala unutmuş değilim. Yıllar sonra Positano’da, o müthiş tadı damağımda tekrar hissedebilmek, dışı kıtır, içi yarı akışkan peynir pane lokmalarını yemeden önce dilimin üzerinde birkaç saniye keyifle tutmak için o salaş restoranı boşuna aradı gözlerim. Hafızamda Boğaz kenarındaki veya Güney sahillerimizdeki salaş balık restoranlarını çağrıştıran o yer artık yoktu. Onun yerinde, beş yıldızlı Covo dei Saraceni oteli ve otele ait, bembeyaz, kolalı masa örtüleri, harika aydınlatması ile romantik bir ambiyansı olan restoranı bulunuyordu…

Covo dei Saraceni, sırtınızı Santa Maria Assunta kilisesine, yüzünüzü denize döndüğünüz zaman Positano’nun ana plajının en sağında yer alıyor. Otel kısmı, diğer binalar gibi, arkadaki kayalık oluşuma adeta oyularak, birkaç katlı olarak yapılmış. Unutulmaz tatları ve en kaliteli şarapları mükemmel bir servis ile sunan restoranı ise nerdeyse plajın ve denizin üstünde. Yer ayırtırken balayımız için burada olduğumuzu belirttiğimiz için olsa gerek, bizi terasın en güzel masasına buyur ediyorlar. Kendimi bir an için elli, altmış yıl öncesinin filmlerine ışınlanmış gibi hissediyorum. Sanki, kafamı çevireceğim ve ilerdeki masada buğulu bakışları ile Ingrid Bergman oturuyor olacak. Yanında, beyaz smokini, papyon kravatı ve elinde sigarası ile Humphrey Bogart…

Covo dei Saraceni

Menüyü incelemeden önce, birkaç dakika için ortamın, manzaranın, dalga seslerinin ve deniz kokusunun tadına varmak istiyor insan… Garsonumuz bize bu süreyi tanıyacak kadar duyarlı, deneyimli ve kibar. Çok iyi bir İngiliz aksanıyla, mükemmel İngilizce konuşuyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde, eğitimini İngiltere’de yaptığını öğreniyoruz.

Bence, çocukluğumun İtalya’sı ile günümüzün İtalya’sı arasındaki en önemli fark İngilizce konuşan İtalyanların sayısındaki artış olmuş. Özellikle sokaktaki İtalyanların. Bu konuda çok yol kat ettiklerini belirtmeliyim. 1960’lı yıllarda sokakta, dükkanlarda, turistik yerlerde birisine İngilizce bir şey sorup, yanıt almanız hemen, hemen imkansızken, son birkaç yılki gidişlerimde, ben hevesle İtalyanca söze başlasam bile, beklemediğim insanların (örneğin, Pisa havaalanındaki temizlik görevlisi, Roma tren garındaki bagaj taşıyıcısı, Toskana’nın çok da işlek olmayan bir noktasındaki benzin istasyonu görevlisi gibi) İngilizce konuşması beni çok şaşırttı. Bu anlamda, Avrupa Birliğine katılımın İtalyanlara çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Fransızlar bu konuda inatlarını sürdüredursunlar, İtalyanlar çok yol almışlar.

İşinin ehli bir garsonun ilgilendiği masayı uzaktan takip edip, gerektiği anda yanı başınızda olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. En ufak bir talep için, ısrarla sizden tarafa bakmayan garsonların görüş alanına girmeye çabalamaktan da, sürekli tepenizde olanlarından da hoşlanmam. Covo dei Saraceni’deki garsonumuz bu konuda çok usta. Kibarlığı da, servis sırasında yaptığı küçük sohbetler de tam kararında. Yemek ve şarap seçiminde yaptığı öneriler bizi çok memnun ediyor. İsabetli yönlendirmelerinden cesaret alarak, gecenin ilerleyen saatlerinde, listelerinde olmayan ama, bizim çok beğendiğimiz bir kırmızı şarap hakkında fikrini soruyoruz. Amarone della Valpolicella (by Masi) dememizle birlikte garsonumuz başını sallayıp, bir takım ağız burun hareketleri yapıyor. Birden içime bir şüphe düşüyor…Yoksa iki gece önce Roma’da misafirlerimize ikram ettiğimiz şarap sandığımız kadar iyi bir şarap değil miydi? Biz endişe ile bir şeyler söylemesini beklerken, garsonumuz “O, başka bir hikaye… Amarone della Valpolicella (by Masi) çok özel günlerde içilecek, çok özel bir şaraptır” diyor. Mutlu oluyoruz ve kendisine düğün yemeğimizde ikram ettiğimizi söylüyoruz. Gülümsüyor ve, “Çok doğru bir seçim… Tebrik ederim. Ben de o şarabı yılda ancak bir kere, çok özel günlerde içerim” diyor.

Yediğimiz her şey son derece leziz olmakla beraber, Covo dei Saraceni’den anılarımıza kattığımız unutulmaz tatlar, en sondaki tatlılar ve onların eşliğinde içtiğimiz tatlı şarap (dessert wine) oldu. Kulağa garip gelse de, çikolata ile kaplı patlıcan tatlısı inanılmaz bir deneyim. İrice bir top halinde önünüze gelen bu tatlının üstüne garsonun döktüğü sıcak çikolata sosu, tatlının içine doğru çöküp, yarılarak açılmasına neden oluyor. Hem bu tatlı, hem de limonlu sorbé ve dondurma eşliğinde içtiğimiz tatlı şarabı ise yine garsonumuz önerdi. Muffato’yu (en iyisinin Cantinetta Antinori yapımı olduğunu da öğrendik) o kadar beğendik ki, izleyen günlerde önümüze çıkan tüm marketlerde, şarap dükkanlarında bıkmadan arayıp, sonunda Sorrento’da bir yerde bulduk. Dükkan sahibi kadına sevinç içinde, Muffato’yu Amalfi bölgesinde gittiğimiz her yerde aradığımızı söyleyince, “Ama Signora, doğrudan bana gelmeliydiniz” dedi ve göz kırptı…

Devam edecek…

Bir Positano akşamı sürprizi… Canlı müzik eşliğinde sokakta dans edenler… (17/10/2015)

Her Paskalya Zamanı Aklıma Positano Düşer…

Kırmızı, üstü açık, spor arabada son sürat gidiyoruz. Yvette arabayı yine korkusuzca kullanıyor. Ben de korkmuyorum. Ona güveniyorum. Çocuk olmama karşın arabayı ustalıkla kullandığını fark edebiliyorum. Kemerim bağlı. Güneş içimizi ısıtmakla kalmıyor, şortumdan açıkta kalan çöp gibi bacaklarımı da yakıyor bir yandan.

Paskalya zamanı ve okulum üç hafta tatil. Roma’dan güneye doğru indikçe insan artık Bahar’ın geldiğini daha çok hissediyor. Rüzgar Bahar, deniz, çayır, çimen ve her türlü çiçek kokusunu içimize dolduruyor. Tatlı bir sarhoşluk hali…

Yvette Positano’da ev tutmuş. Napoli’nin güneyindeki bu şirin kasabaya Amalfi sahili boyunca giden dar ve bol virajlı yoldan varılıyor. Sol tarafta sarp ve dik kayalar, sağ tarafta ise yüksek uçurumların dibinde uzanan masmavi, pırıl pırıl deniz. Müthiş bir manzara…

45 yıl sonra Positano’ya tekrar gittiğimde bu güzelim manzarayı bozacak bir tek çivinin bile çakılmamış olduğunu, yolun kalitesi iyileştirilmiş olsa da, ülkemizde sıklıkla yapıldığı gibi kayaların dinamitlenerek, yolun genişletilmediğini hem hayret, hem de sevinçle gördüm. Dik yamaca, birbirinin deniz manzarasını kapamayacak şekilde, kartal yuvası gibi yapılmış evler aynen duruyordu. Öyle ki, üç sene üst üste Paskalya tatilinde kaldığımız evi de elimle koymuş gibi buldum. Badana rengi bile aynıydı. Kimsenin aklına bu iki ya da üç katlı şirin evleri yıkıp, yüksek apartmanlar yapmak gelmemişti…

Positano, Amalfi sahilinin en popüler yerleşim yerlerinden biri. Ortaçağda denizci bir devlet olan Amalfi Cumhuriyetinin bir liman şehri. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda zenginliğinin doruğuna ulaşmışken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde eski zenginliğini kaybetmiş. Amerika’ya göç dalgası nedeniyle nüfusu da epeyce azalmış. Ta ki, 1950’li yıllarda turizm ile yıldızı yeniden parlayana kadar. Bazılarına göre, John Steinbeck 1953 yılında Harper’s Bazaar dergisinde Positano ile ilgili bir yazı yazarak bu konuda önemli bir rol oynamış. Ondan sonra Positano’nun uluslararası şöhreti giderek artmış. Capri adası ve tüm Amalfi sahili ile birlikte zenginlerin, sanatçıların, gezginlerin uğrak yeri olmuş.

Virajlı yolun bazı yerlerinde yol o kadar daralıyor ki, karşıdan gelen arabaya sürtmemek için azami dikkat gerekiyor. Yvette ister istemez daha yavaş gitmek zorunda artık. Bu sayede radyodan yayılan müziği duyabiliyorum. Domenico Modugno bizi “uçuruyor” (Nel blu dipinto di blu !). Bu zamansız şarkı neredeyse on yıllık o zamanlar. Yvette normalde İtalyan radyosu dinlemez ama anlaşılan çevremizdeki güzellik nedeniyle o da bu manzaraya ancak İtalyanca bir şarkının yakışacağını düşünüyor.

Positano’ya varınca arabayı yerleşim bölgesinin girişinde bırakmamız gerekiyor çünkü buraya taşıt girmiyor. Aşağıdaki sahile doğru inen dik yamaca sıralanmış rengarenk evler merdivenlerden oluşan, bazı yerlerde inanılmaz daralan sokaklarla birbirine bağlanmış. Bavulları yüklenip, inişe geçmekten başka çare yok. Nerdeyse boyum kadar bavulu sürükleye, sürükleye Yvette’in arkasından iniyorum aşağı. Merdivenli sokaklar boyunca bikiniler, elbiseler, hırkalar satan butikler ve seramikçi dükkanları sıralı. Hakim renkler sarı, turuncu, cart yeşil, çingene pembesi. Tam bir cümbüş.

Çocuk olarak, yüz yıl sürmüş gibi gelen bir süreden sonra Yvette, “ İşte burası,” diyor. Kollarım kopmuş bir vaziyette etrafa bakıyorum. Yorgunluktan bitmişim ama şikayet yok çünkü biliyorum ki Yvette asla kulak asmayacaktır. Yvette ile birlikte olmanın birinci şartı, kendi işini kendin yapacaksın… O ne zaman yardıma gerçekten ihtiyacın olduğunu bilir…

Önünde durduğumuz evin tanımlaması zor, gülkurusu ile kavuniçi arası, hoş bir rengi var. Positano’daki diğer evler gibi kod farkı sayesinde üç dört kata sahip. Giriş kapısı ufacık bir meydana bakıyor (Flavio Gioia) ve karşıda Santa Maria Assunta kilisesi var. Kilisenin heybetli ana kapısının üzerinde türlü, türlü deniz hayvanları, deniz yıldızları, dev dalgalar, dalgalarla boğuşan yelkenliler var. Çünkü Aziz Meryem aynı zamanda denizcilerin koruyucusu… Çok büyük olmayan bu kilisenin tarihi 10.yüzyıla kadar gidiyor ancak, günümüzde 18. yüzyılda restorasyondan geçmiş halini görüyoruz.

Santa Maria Assunta Kilisesi- Positano
Santa Maria Assunta Kilisesinin Kapısı- Positano

Santa Maria Assunta kilisesi ile ilgili çocukluğumdan kafama kazınan en önemli ayrıntı kilisenin ana mihrabının üstünde yer alan Meryem Ana ikonası ve onunla ilintili efsane. Meryem Ana’nın zenci olarak tasvir edildiği bu ikonanın büyük olasılıkla Benedikt rahipleri tarafından Bizans’dan buraya getirildiği ve 13. yüzyılda (bazı kaynaklar 12. yüzyıl da diyor) yapıldığı düşünülüyor. Şimdi öğreniyorum ki, söz konusu ikona ile Positano’yu ilişkilendiren efsanenin değişik versiyonları var. Benim ilk öğrendiğim hali ise şu şekilde: İtalya’nın tüm güney kıyıları gibi Positano da bir dönem yoğun bir şekilde korsanların saldırısına uğruyormuş. Bir keresinde, korsanlar Santa Maria Assunta kilisesindeki bu ikonayı yerinden indirip, gemiye yüklemişler ve denize açılmışlar. Ancak, denizin ortasında öyle büyük bir fırtına kopmuş ki, neye uğradıklarını şaşırmışlar. Dev dalgalar koca gemiyi neredeyse alabora ediyormuş. Korkuya kapılan korsanlar geri dönüp, ikonayı yerine bırakmak zorunda kalmışlar.

1960’ların sonunda Positano’da korsan yerine “Türk” kelimesini kullanıyorlardı. Aynı şekilde, yukardaki ve benzeri tüm öykülerde, efsanelerde Türklerden söz ediliyordu. Seramikleri ile ünlü Positano’nun sokaklarında, kulakları küpeli, sarıklı ve ellerinde palaları, kılıçları olan Türkleri gösteren pek çok seramik pano hatırlıyorum. Bu panolardan birindeki bir tiplemeyi Yvette babama benzetmiş ve beni çok güldürmüştü. Ondan sonra bu işi oyun haline getirmiş ve Yvette’in de tanıdığı tüm Türkleri bu duvar resimlerindeki figürlerle eşleştirmeye başlamıştık. Yaklaşık yarım asır sonra Positano’ya tekrar gittiğimde kentin duvarlarında artık bu tür panolar olmadığını ve “Türk” ifadesinin yerine “Saracini”nin(*) kullanıldığını fark ettim. Bu dönüşümün tam olarak nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum ama, benim tahminim hem günümüzde bu tür ifadelerin “politik doğruluk” (political correctness) açısından uygun olmadığının düşünülmesi, hem de İtalya’ya giden Türklerin sayısının artmış olması etkin olmuş bu konuda.

Günümüzde hayal etmek epeyce zor ama, bundan elli yıl öncesinin dünyasında, bırakın internetin varlığını, televizyon ve uydu yayınlarının bile doğru dürüst olmadığını, insanların bu kadar rahatlıkla seyahat edemediklerini, bilginin çok daha rahat saklandığını, çarpıtıldığını hatırlayalım. Böylesi bir ortamda “Türk” kelimesinin yarattığı çağırışım şimdikinden çok farklıydı. Günümüzde İtalya’da Türk olduğunuzu, hele İstanbul’dan geldiğinizi söylemenin yarattığı ilgi, alaka, sempatiye karşın, 1960’ların sonunda yüzlerde beliren, yüzyılların birikimi ile kuşaktan kuşağa geçmiş dehşet, hayret ve ürkme ifadelerinin arasında büyük fark var benim kişisel deneyimlerim açısından.

Yvette dairenin kapısını anahtarla açıyor ve içinde gerekenden fazla eşya olmayan, güneş ışınları ile pırıl pırıl, ferah bir daireye giriyoruz. Yerler kiremit rengi, sekizgen, seramik karolarla kaplı. Duvarlar beyaza boyanmış. Göz alıcı aydınlık biraz da ondan. Duvarlarda bel hizasına gelen yükseklikte, beyaz fon üzerine mor, sarı, mavi çiçeklerin yer aldığı seramik bordürler var çepeçevre. Mobilyalar koyu renk ve rüstik. Yvette’in bana uygun gördüğü odaya yerleşmem fazla uzun sürmüyor. Çok geçmeden plaja gitmek için hazırım.

(*)- Saracini, Orta Çağdan itibaren bazı Hristiyan yazarlar tarafından Müslüman korsanlar için kullanılan isimdir. Bazen sadece Müslüman yerine de kullanılmaktaydı.

Devam edecek…