Sakız Adası’nda Tatil…

Ağustos ayının sonuna yaklaşırken, 28 Ağustos günü, İstanbul‘dan Yunanistan‘ın Sakız Adası‘na gitmek üzere yola çıktık. Bildiğiniz gibi, Sakız ya da uluslararası adıyla Chios, Çeşme’nin hemen karşısında bulunuyor. Genelde yabancı yer isimlerini, yaygın olan yabancı dillerde (örneğin İngilizce veya Fransızca) okundukları şekilde söylemeye alışkın olduğumuz için, bizde de “Kios” olarak adı geçtiği oluyor. Sakız’da, yerli halktan İngilizce bilmeyen bazı kişilere derdimizi anlatmaya çalışırken, adalarının adını bu şekilde telaffuz edince hiçbir şey anlamadıklarını fark ettim. Böylece, aslının “Hios” olduğunu öğrenmiş oldum.

Sakız Adası Merkezi‘nde kordon boyu

Adalara özel bir merakım var. Bu sitede de daha önce, gittiğim birkaç ada ile ilgili yazı yazmıştım. (Capri, Meis, Bozcaada ve Gökçeada ile ilgili yazılarıma linklere tıklayarak erişim sağlayabilirsiniz. Sicilya ile ilgili uzun yazı dizimi ise, bildiğiniz gibi henüz yeni bitirebildim). Ben bilmiyordum, meğer adalara hastalık derecesinde ilgi duyanlara verilen özel bir isim varmış. Böyle insanlara islomaniak, hastalığa da islomania deniyormuş. Yani, kısaca tanımlamak gerekirse, etrafı sularla çevrili bir kara parçasında bulunmak ya da yaşamak için karşı konulamaz bir istek duyan ve bir adada bulunmaktan zevk alan insanlara islomaniak deniyormuş. Bu bilginin bende yarattığı şaşkınlığın hemen ardından, terimin kimin tarafından türetildiğini öğrenince, ikinci bir şaşkınlık daha yaşadım. İslomania kelimesini ilk kullanan ve tanımlayan, Britanyalı romancı, şair ve oyun yazarı Lawrence G. Durrell (1912-1990) olmuş. Edebiyat dışında gezi kitapları ve anılarını da yayınlayan Durrell, bir süre yaşadığı Korfu ve Rodos üzerine yazdığı eserlerinde bu tutkuya değinmiş ve adını koymuş. Ben şahsen islomaniak olduğumu düşünmüyorum ama, adaları genel olarak severim ve bir adada sürekli yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu sık sık merak ederim.

Çarşı içinde özgün Sakız Adası evleri

Sakız Adası, yüzölçümü olarak Yunan Adaları arasında beşinci sırada. Adanın 66 tane köyü olduğu belirtiliyor. Zengin tarihi mirası ve farklı özellikleri olan yerleşim yerleri nedeniyle, adayı iyi bir şekilde gezebilmek için araba şart. Bundan dolayı, ya arabanızla gitmenizi ya da orada araba kiralamanızı öneririm. Aksi takdirde, adanın merkezi olan Chios Şehrine sıkışıp kalmanız veya daha zahmetli ve vakit alan kamu ulaşımını kullanmanız gerekir. Biz, kendi arabamız ile gitmeye karar verdik. Arabanızı götürmek, yolculuk öncesi çok fazla bir bürokrasi gerektirmiyor. Normal olarak yurt dışına çıkış için gerekli tüm belgelerin dışında, arabanız için Yeşil Kart Sigortası yaptırmanız, arabanızın yurt dışındayken başına gelebilecek ek riskleri de kapsayacak şekilde kaskonuzu bir zeyilname ile genişletmeniz, ve tabii ki, ruhsatınızı unutmamanız yeterli. Şimdiye kadar Yunanistan’ın farklı sınır kapılarında ve değişik adalara girişlerde polis ve gümrük görevlilerinin birbirinden çok değişik tutumlarını gözlemledim. Kendi deneyimimize dayanarak, Sakız Adası’nda kibar, oldukça hızlı ve çok bürokratik olmayan bir tutumla karşılaştığımızı söyleyebilirim. Bu konuda Çeşme’den çıkış işlemlerinin daha uzun ve ayrıntılı olduğunu belirtmeliyim. Buna arabaların boşaltılması ve X-ışınları ile taranması dahil. Sınırlarımız kaçak göçmenler tarafından delik deşik bir hale gelmişken, bu duruma bir anlam veremedim açıkçası. Sanki Yunan tarafının yapması gereken sıkı denetimi biz üstlenmiş gibiydik.

Evlerin zarif detayları…

Çeşme’den Sakız Adası’na giden arabalı feribot akşam saat 7’de kalkıyordu. O nedenle, çok erken bir saat yerine, İstanbul’dan sabah 10’da yola çıkmak bizim için yeterli oldu. Çeşme limanında yukarıda belirttiğim işlemleri de tamamlamak için bol bol vaktimiz kaldı. Limandaki kafede kalkış saatini beklerken, Sakız’a giden ve oradan gelen Yunanlı sayısı dikkatimi çekti. Bu kişiler Midilli’den Ayvalık’a, Kos’tan Bodrum’a veya Meis’ten Kaş’a gelenler gibi günübirlik, alış veriş yapmaya gelenler değildi. Birkaç tane günübirlik gelen de vardı ama, çoğunluk çok sayıda bavulları ile birlikte, tatil yapmaya gelen Yunanlılardı.

Çeşme’den Sakız Adası’na feribot 40 dakika sürdü. Bizim gibi, adaya tatil için giden çok sayıda Türk vardı. Sakız’da geçirdiğimiz birkaç gün boyunca yaptığımız harcamalardan sonra bunun normal olduğunu düşünmeye başladım çünkü, günümüzde Türkiye’de sahil bölgelerinde uygulanan aşırı yüksek ve vatandaşı kazıklamaya yönelik fiyatların yanında, burada yeme-içme (hele kalite ve porsiyon büyüklüğü karşılaştırması yapılınca) gerçekten ucuz kalıyor. Euro kuruna rağmen bu böyle. Ayrıca, bizim kaldığımız otel ucuz olmamasına karşın, kalınabilecek daha hesaplı bir sürü seçenek var.

Sakız’a gitmeden, adada deniz tatili yapmak yerine, görülmeye değer yerleri gezmeye karar vermiştik. Öyle de yaptık. Çok bilinen, sosyal medyada ünlü kimi köyler dışında, gitiğimiz yerlerde çok fazla yurttaşımıza rastlamadık. Anlaşılan, bizim aksimize, giden vatandaşlarımız daha çok denize girmeyi tercih ediyorlardı. Bu konuya değinmemim nedeni, eğer Sakız Adası’ndaki plajlar ve deniz hakkında araştırma yapıyorsanız, size o konuda yardımcı olamayacağımı belirtmek için. İnternette bu konuda ayrıntılı bilgi bulabileceğiniz pek çok site var zaten.

Feribot limanın iki yanındaki mendireklerin ortasından geçerek şehre yaklaşırken, sahildeki uzun kordon boyunu ve onun bir ucundaki kalacağımız Chios Chandris Hotel‘i gördük. Dört gece kaldığımız otelimizden ve verilen hizmetten genel olarak memnun kaldık diyebilirim. Konum olarak da, gerek görmek istediğimiz yerlere gerekse kordon boyunca sıralanmış restoran ve barlara yakın olması açısından idealdi. Otelin kendine ait bir otoparkı yoktu ama bulunduğu sokakta veya civardaki sokaklarda park yeri bulmak mümkün. Personel oldukça yardımseverdi. Özellikle, birkaç iyi restoran önermesini istediğimiz resepsiyon görevlisinin çok yardımcı olduğunu yazmadan geçmek istemiyorum. Farklı yerlerde önerdiği restoranlar gerçekten çok iyi çıktılar. Tüm bu olumlu yönlerine karşın, oteli fiyat olarak hak ettiğinden pahalı bulduğumu da belirtmeliyim.

Gonia’nın o müthiş domates salatası, cacık
ve marine hamsisi

İlk akşam, öneri üzerine gittiğimiz kordondaki Gonia (Η Γωνιά) restoranı çok beğendik. Adanın genelinde olduğu gibi, porsiyonlar büyük ve ayrıca çok lezzetli idi. Birkaç yıl önce, Yunanistan’da restoranlardaki porsiyon büyüklüklerinin Turizm Bakanlığı tarafından denetlendiğini okumuştum. Ülkemizde gittikçe küçülen porsiyonları, buna karşın artmaya devam eden fiyatları düşününce, bu uygulamayı çok yerinde buldum. Gonia’da yediğimiz her şey çok lezzetli idi; kapari ile birlikte kızartılmış kalamar, çipura köftesi, çok sevdiğim Yunan usulü cacık (bizimkinden çok daha kıvamlıdır), sirke ile marine edilmiş hamsi ve yanında reçel ile servis edilen, ızgara yapılmış, adanın ünlü Mastelo peyniri. Tüm bunların yanında, bir de Gonia’nın özel domates salatası… Nefisti. Yanında, elbette ouzo. Öneri üzerine içtiğimiz, Sakız’da üretilen Kazanisto‘dan da ziyadesi ile memnun kaldık ve sonraki günlerde de içtik. Gonia hızlı servisi ile de hoşumuza gitti. Geliştirdikleri sistem hem çok pratik ve akıllıca hem de daha sonra hesapla ilgili tartışmaları önleyecek şekilde düzenlenmiş. Masanıza, aralarında Türkçe seçeneği de olan, yabancı dillerde yazılmış bir sayfalık bir menü kağıdı ve bir kalem bırakıyorlar. Siz kağıdın üzerine istediklerinizi kendiniz işaretliyorsunuz. Gecenin sonunda, hesaba zımbalanmış olarak bu kağıdı da tekrar önünüze getiriyorlar. Böylece, “Bunu istememiştim, onu istemiştim v.b.” tartışmaları da olmuyor. İkinci akşam, yine kordon boyunda, gözümüze iyi görünen bir restorandan pek memnun kalmayınca, üçüncü gece de Gonia’ya gittik. Sakız Adası’nda çok memnun kaldığımız bir diğer restoran da, son gece gittiğimiz Bachari (Το Μπαχάρι) oldu. Yine otelimizden verilen tavsiye üzerine gittiğimiz bu taverna, şehre 10 kilometre uzaklıkta bulunan, Agia Ermioni adındaki bir balıkçı köyünde bulunuyor. İlk gidişimizde yer olmadığı için geri çevrilince, iki gün sonrası için yer ayırtıp, öyle gittik. Gerçekten ne dışarıda ne de içeride bir tek boş masa yoktu. Burada da; peynir ve sebze köfteleri, tel kadayıfa sarılarak kızartılmış dev karidesler, mastelo peyniri, hamsi ve yanında yeşil elmalı ve cevizli kocaman bir salata yedik.

Beğendiğimiz tavernalardan Bachari‘den
Agia Ermioni köyünün limanına bakış

Genel olarak yazılarımda yeme-içme ile ilgili konuları en sona koyuyordum ama, bu yazıda daha baştan restoran işlerine girmiş oldum. Ne var ki, Sakız Adası’nda damağımıza değen ve adaya özgü güzel tatlar burada bitmedi. Bunları daha sonraya bırakıp, şimdi adanın tarihine kısaca bir göz atalım.

Tel kadayıfa sarılarak kızartılmış dev karidesler ve salata…

Yapılan araştırmalara ve kazılara dayanılarak, Sakız Adası’nda M.Ö. 6000’li yılardan beri insan yaşamı olduğu saptanmış. M.Ö. 1000 civarında, Yunan ana karasının uğradığı Dor saldırısından kaçan Akalar, Anadolu’daki İzmir-Aydın arası sahil şeridinde İyonya‘yı kurduktan sonra, Sakız ve Samos adalarında da yerleşim yerleri kurmuşlar. Adanın tarihine bakınca, Anadolu ile olan bu ortak geçmişin, kültürel ve ticari bağlar şeklinde çağlar boyunca ve çeşitli yönetimler altında hep devam ettiğini görüyoruz. Bu bağın günümüzde de devam ettiği söylenebilir.

Antik Çağ Sakız paralarında görülen Sakız Sfenksi,
asma dalları ve amfora (M.Ö. 380-M.Ö. 350)

Sakız Adası’nda ilk olarak kurulan İyon yerleşim yerinin Sakız Merkez’i (Chios Town) olduğu saptanmış. Karşı kıyıda görünen Çeşme sahili o kadar yakın ki, bunun son derece doğal olduğunu düşünüyor insan. M.Ö. 7. ve M.Ö. 4. yüzyıllar arasında Sakız çok gelişmiş ve güçlenmiş. Özellikle denizcilik ve buna bağlı olarak ticarette çok ileri gitmişler. Sakız Adası’nın şarapları antik dünyada çok ünlenmiş. Söz konusu dönemde paraların üzerinde, Sakız Sfenksi ile birlikte şarap amforaları ve asma dalları resmedilmiş. Öte yandan, sanatta da çok ilerleme olmuş ve antik dünyanın bazı önemli heykeltıraşları Sakız’dan yetişmiş. Bu sırada ada, Pers işgaline de uğramış. M.Ö. 564- M.Ö. 479 arasında süren bu hakimiyetten, Atina ile iş birliği yapılarak kurtulunabilmiş. Ancak bu kez de, M.Ö. 356 yılına kadar, ada Atinalıların yönetiminde kalmış. Bundan sonra, Büyük İskender‘in ve daha sonra onun ardıllarının yönetim alanına girmiş. M.Ö. 2. yüzyılda Sakız Roma İmparatorluğu‘na geçmiş. Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını tek elden yöneten son imparator olan I. Theodosius‘un M.S. 395 yılında ölümünden sonra Sakız, daha sonra Bizans İmparatorluğu olarak anılacak olan Doğu Roma’nın elinde kalmış. Ancak, 1346’ya kadar süren Bizans dönemi sırasında kısa sürelerle Selçuklu Türkleri‘nin (1089-1092) ve Venedikliler‘in (1124 ve 1125 arasında, 1172 yılında ve 1204 ile 1225 arasında) hakimiyeti altına girmiş. Sakız’ın stratejik konumu nedeniyle, Bizans dönemi ve daha sonraki Cenovalılar (bizde bilinen isimleri ile Cenevizliler) ile Osmanlılar döneminde, başta Sakız şehrinde olmak üzere, adanın her yerinde kaleler, burçlar ve gözetleme kuleleri inşa edilmiş. 1261 yılında, o dönemdeki Constantinopolis‘in, 1204 yılından beri süren Latin işgalinden kurtulmasından sonra, Sakız Adası Bizans İmparatoru tarafından Cenovalı Zaccaria ailesine bir derebeylik olarak verilmiş. 1346 yılına kadar bu aile tarafından yönetilen Sakız, 1346 yılında Cenovalılar tarafından tamamen işgal edilmiş. Aslen İtalya‘nın Ligurya bölgesindeki Cenova‘dan gelen pek çok güçlü ve varlıklı ailenin yönetiminde Sakız Adası, denizcilik ile damla sakızı üretimi ve ticaretinde çok ileri giderek, zenginleşmiş. Bu dönemde aynı zamanda, ada için çok önemli olan damla sakızı üretimini ve ticaretini bir tekel şeklinde elinde tutan, Maona şirketi de kurulmuş. Sakız’da bu dönemden kalan, daha sonra söz edeceğim, birçok mimari eser ve Orta Çağ köyü var. Cenevizliler, 1415 yılında Osmanlı Devleti‘ne haraç ödemeye başlamışlarsa da, adanın tamamen Osmanlı idaresine girmesi, Kanuni Sultan Süleyman‘ın son döneminde, 1566 yılında, Kaptan-ı Derya Piyale Paşa‘nın fethi ile olmuş. 1694-1695 arasında Venedikliler kısa bir süreliğine adayı ele geçirseler de, Osmanlılar Sakız’ı tekrar almışlar. 1912 yılına kadar, 346 yıl süren Osmanlı yönetimi sırasında Sakız adası, damla sakızından sağlanan büyük kazanç ve ayrıca ipek ile pamuk ticaretindeki önemi nedeniyle merkezi yönetim tarafından daima el üstünde tutulmuş ve imtiyazlı bir konumu olmuş. Ayrıca Sakız Adası’ndan, sadrazamlık makamına kadar çıkan birçok devlet adamı yetişmiş.

Büyük İskender’in M.Ö. 332 yılında Sakızlılara gönderdiği
emir niteliğindeki mektup. Belgede adanın siyasi yönetimi, sürgünlerin
dönüşü ve halkın yükümlülükleri gibi konulara değiniliyor.
Chios Arkeoloji Müzesi

Sakız Adası’nda, Osmanlı yönetimi ile ilgili olarak söz edilen tek negatif olay, 1822 yılında olmuş. Bu dönemde yaşananlar, ada halkının üzerinde çok derin izler bırakmış. Kurtuluş Savaşı‘ndan sonra, Lozan‘da, Lord Curzon ve Venizelos‘un isteği üzerine gerçekleşen Büyük Mübadele ile birlikte, Sakızlıların yaşadığı en travmatik iki olaydan birisi bu kanımca. 1822 olayları hemen hemen her yerde bir şekilde karşınıza çıkıyor. Ancak Sakızlılar, müzelerdeki ve tanıtım panolarındaki anlatımlarda konuyu oldukça az duygu sömürüsü yaparak, mesafeli bir şekilde ifade ediyorlar. Bunun nedeni, tarihsel olaylara karşı ulaştıkları belli bir olgunluk sonucunda, olanları artık geçmişte yaşanmış ve bitmiş şeklinde değerlendirmeleri ya da günümüzde adaya tatil için gelen Türklerin önemli bir gelir kaynağı sağlaması olabilir.

Son günümüzde gittiğimiz Mastika Müzesi‘ndeki bu süreli serginin konusu, Büyük Mübadele ile “denizin karşı kıyısından” gelen göçmenlerdi. Bolca anı, özlem ve göz yaşı vardı…
Doğup büyüdüğün topraklardan ayrılmak hiç kimse için kolay değil. Bir de Anadolu’dan göç edenlere Yunanistan’da zamanında çok kötü davranıldığını düşünürsek, iyice zor. Sergide yapılan göçmenlerin Yunanistan’a ve ekonomiye katkıları vurgusu, günümüzde bir tür
“hellaleşme” yaşandığını düşündürüyor.
Anadolu’dan Sakız Adası’na göç eden Rum kadınların
1900’lerin başlarında giydikleri gelinlik ve
giysilerden örnekler
Yılbaşı akşamı çocukların bu gemiyi ilahiler söyleyerek şehrin sokaklarında dolaştırmaları İzmirli Rumların bir geleneği imiş. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu adet Sakız Adası’nın göçmen mahallelerinde yeniden canlanmış.

Sakızlıların ve Yunanlıların tüm dünyada “Osmanlı’nın Sakız Adası Katliamı” olarak anlattıkları 1822 olayları kısaca şöyle gelişiyor. 1821 yılında Yunanlı tebanın Mora‘da Osmanlı devletine karşı başlattığı isyanların ardından, Sakız halkı da Samos adalı isyancıların önderliğinde ayaklanıyorlar. Olaylar sırasında, adadaki Müslüman halk, Sakız merkezindeki kaleye sığınıyor. İsyanı bastırmak üzere devlet, 30 Mart 1822 tarihinde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa‘yı Sakız Adası’na gönderiyor. Yunan kaynaklarına göre, büyük bir katliam yapılıyor. isyan bastırılıyor. O tarihlerde 100 binin üzerinde nüfusu olan adada, birkaç ay içinde 25 bin kişinin öldürüldüğü, bu sayının iki katının köle olarak satıldığı, kaçabilenlerin ise, yurt dışında bir diaspora meydana getirdiği belirtiliyor. 6 Haziran 1822 gecesinde, yapılan katliamın intikamını almak için, isyancılardan Konstantinos Kanaris, Sakız limanında demirli Osmanlı sancak gemisini ateşe veriyor. Gemide bulunan Nasuhzade Ali Paşa, adamları ile birlikte yangını söndürmeye ve gemiyi kurtarmaya çalışırken, üstüne düşen alev almış bir enkaz parçası nedeniyle yanarak, denize düşüyor ve ölüyor. Ertesi gün bulunan cesedi, Sakız Kalesi’ndeki kabristanda toprağa veriliyor. Günümüzde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın mezarını kale içindeki Osmanlı mezarlığında görmeniz mümkün.

Argenti Folklor Müzesi ve Argenti Galerisi‘nde gördüğüm bu gravürde
Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa‘nın cesedinin askerleri
tarafından karaya çıkarılışı resmedilmiş.

Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın yanarak ölmesi nedeniyle, sülalesinin kendisinden sonra gelen nesilleri, Arapça “ateşte yanmış” anlamına gelen, Mahruki lakabı ile anılmışlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra soyadı kanunu kabul edilince de, Mahruki’yi soyadı olarak almışlar. Ünlü dağcımız ve AKUT kurucusu Nasuh Mahruki de Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın 5. kuşak torunu oluyor.

Osmanlı Mezarlığı’nda bulunan Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın
kabri en arkada, büyük kavuk olan mezar

Sakız Adası’nda 1822 yılında yaşanan olayların sonucunda bizim açımızdan ilginç olan bir gelişme de, ünlü arkeolog, müzeci ve ressam Osman Hamdi Bey (1842-1910) ile ilgilidir. Osman Hamdi’nin yetişmesinde büyük etkisi olan babası, Sadrazam İbrahim Ethem Paşa da Sakız isyanı sırasında köle olarak satılan Rum çocuklardan birisi imiş. İstanbul’a getirildiği zaman, Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa tarafından alınıp, büyütülmüş. Kendisinin de bir köle geçmişi olduğu söylenen Hüsrev Paşa, konağında bu şekilde aldığı çocukları büyütmekle de tanınıyormuş. Kaptan-ı Derya, zekasını fark ettiği İbrahim Ethem’i küçük yaşta, başka çocularla birlikte, okumaları için Fransa’ya göndermiş. Çok iyi bir eğitim alan İbrahim Ethem Paşa daha sonra, Hariciye ve Ticaret Bakanlığı, Valilik, Berlin ve Viyana Büyükelçiliği gibi üst düzey makamlardan sonra, Sadrazamlığa kadar yükselmiş. Kendisi de daha sonra, oğlu Osman Hamdi‘yi iyi bir eğitim alması için Fransa’ya göndermiş.

Sadrazam İbrahim Ethem Paşa
Kaynak: Wikipedia
Osman Hamdi Bey
Kaynak: Wikipedia

1822’den sonra, büyük ölçüde Sakızlı diasporanın sayesinde, Avrupa’da Yunanlıların Osmanlı’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine büyük bir ilgi ve destek doğmuş. Öyle ki, daha sonra Victor Hugo, Enfant de Chios (Sakız Adalı Çocuk) isimli bir şiir yazarken, ünlü ressam Delacroix da, günümüzde Louvre Müzesi‘nde sergilenen, Sakız Adası Katliamı tablosunu yapmış. Adadan Avrupa’ya kaçanların bir bölümü, 1832 yılında geri dönmüşler. Yaşam ve ticaret toparlanmaya başlamışken, bu kez 1881 yılında büyük bir deprem yaşanmış ve Sakız bir darbe daha almış. Bu dönemde de yurt dışına gidenler olmuş. Sakız Adası’nın Osmanlı yönetiminden çıkması ve Yunanistan ile birleşmesi 1912 yılında gerçekleşmiş. Günümüzde Sakızlılar, tarihten gelen birikimlerini kullanarak, damla sakızı ile turunçgiller üretimi ve ticareti ile geçiniyorlar. Ayrıca, antik Yunanlılar ve Cenoalılardan dolayı genlerinde taşıdıkları gemicilik ve denizcilik alanında da çok başarılılar. Zamanında Kristof Kolomb‘un, Amerika’nın keşfiyle sonuçalanan seferi için Sakız Adası’ndan gemiciler seçtiği belirtiliyor. Günümüzde de adada bu dallarda eğitim veren meslek okulları ile yüksek öğretim bölümleri var.

Eugène Delacroix‘nın (1798-1863) Louvre Müzesi‘nde
sergilenen Sakız Adası Katliamı isimli dev tablosu.
Tablonun boyutları 419 cm. X 354 cm.
Kaynak: Wikipedia

Bu genel bilgilerden sonra, Sakız Adası’nı gezmeye başlayabiliriz… Aslında, Sakız’ın uydusu diyebileceğimiz iki küçük adası daha var: Oinousses ve Psara. Buralara da gidilebiliyor. Ancak, biz oralara gitmeye hiç niyetlenmedik. Sakız Adası’nda da her yere gidemedik. Örneğin, aklımın kaldığı, gezilebilen birkaç mağara ve antik kalıntı var. Ama, doğal olarak bir şeçim yapmamız gerekti.

Plateia Vounakiou Meydanı
Konstantinos Kanaris‘in heykeli meydandaki parkta

Gezmeye öncelikle Sakız Merkez’den başladık. Bunun için kentin ana meydanı, Plateia Vounakiou doğru bir nokta. Ağaçlık, büyük bir meydan burası. Bir ucunda, içinde, Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın yanarak ölmesine sebep olan, kahramanları Konstantinos Kanaris’in heykeli bulunan bir park var. Heykeli Michail Tombros yapmış. Park çalışmalar nedeniyle kapalı olduğu için içine giremedik. O yüzden, yine aynı parkın içinde olduğu söylenen, 16. yüzyılda yapılmış eski katedralin temellerini ve tabanını göremedik. Katedral 1822 isyanı sırasında yıkılmış.

Abdülhamit Çeşmesi
Açılışı 1849 yılında Padişah tarafından yapılan
Mecidiye Camii günümüzde Bizans Müzesi
Mastika, zencefil ve limonlu gazoz sıcak havada
serinlemek için birebir

Meydanın yola yakın tarafında, ağaçlar altında büyük bir kafe var. Sıcakta burada birkaç kere oturduk ve o çok sevdiğimiz mastika, limon ve zencefilli gazozdan içtik. Sıcak havada bir denemenizi öneririm. Bu arada, adadaki Osmanlı eserlerinden iki tanesini de görmüş olacaksınız. Bunlardan biri, neredeyse kafe masalarının arasında bulunan Abdülhamit Çeşmesi. Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından yaptırılan çeşmede kullanılan mermerlerin bir bölümü Anadolu’dan getirilmiş. Çeşme 1991 yılında restore edilmş. Çeşmenin önünden geçen yolun karşısında, bir başka Osmanlı eseri olan, Mecidiye Camii var. Sultan Abdülmecit (1839-1861) tarafından, daha önce burada bulunan yıkılmış bir kilisenin üzerine yaptırılmış. 1846 yılında yapımına başlanan caminin açılışı, 1849 yılında Sultan Abdülmecit’in adaya yaptığı üç günlük bir ziyaret sırasında, kendisi tarafından yapılmış. Bu resmi açılış, ada halkı tarafından 1822 yılında olanlar için devletin bir tür “özür dilemesi” olarak algılanmış. Büyük Mübadele’den sonra Sakız’da Müslüman halkın kalmamasından dolayı, 1923’ten sonra cami ibadete kapatılmış. Son yıllarda restore edilen Mecidiye Camii günümüzde Bizans Müzesi olarak kullanılıyor.

Sakız Kalesi‘nin Venedikliler tarafından yapılan Porta Maggiore kapısı
Adayı her işgal eden, kaleye eklemeler yapmış.
Etrafındaki su hendeği Cenevizliler tarafından yapılmış.

Tarihi Sakız Kalesi‘ne de Plateia Vounakiou meydanından girebilirsiniz. Girişteki görkemli Porta Maggiore kapısı 1694 yılında Venedikliler tarafından yaptırılmış. Kalenin bulunduğu alanda antik çağlardan beri yerleşim olduğu belirlenmiş. Savunma için ilk olarak burada 7. yüzyılda, Bizanslılar tarafından bir tahkimat duvarı yapılmış. 10. yüzyıldan başlayarak yapı bir kale halini almaya başlamış. Cenevizliler döneminde yüksek duvarlar ve kalenin etrafına bir su hendeği yaptırılmış. Bu dönemde kale, yönetim merkezi ve askeri garnizon olarak kullanılıyormuş. Sivil yerleşim, kalenin dışında yer alıyormuş. 1566 yılında adayı alan Osmanlılar da kaleyi güçlendirmeye ve yeni yapılar eklemeye devam etmişler. Yukarıda belirttiğim gibi, arada adayı kısa sürelerle ele geçiren Venedikliler de, başta ana kapı olmak üzere, çeşitli eklemeler yapmışlar. Kale, çeşitli dönemlerde Osmanlılar tarafından tamir edilmiş olmakla beraber, 1822 olayları ve 1881 depremi sırasında çok zarar görmüş. Bir bölümü de 1895-1898 yılları arasında liman yapılırken yıkılmış. 1912 yılında, bağımsızlık kazanılınca, daha önce Müslümanların oturduğu kaleye Yunanlı aileler yerleşmiş. Ancak bundan sonra, ihmal edildiği için giderek bakımsızlaşmış. 1922 yılında, Mübadele ile Anadolu’dan gelen aileler de buraya yerleştirilmiş. Bu sırada kale içinde tam bir sefalet ve açlık yaşanmış. Göçmenler çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışmışlar. Tarihi yapının taşları da ev yapılmak üzere talan edilmiş. 1930 yılında bir yasa çıkarılarak, bu talan yasaklanmış. 1963’ten itibaren kale korumaya alınmış ve dönem dönem restorasyonlar sürmüş.

Kaleye girdikten sonra hemen sağınızda Kara Zindan‘ı (bu fotoğrafta tam karşıda) ve karşınızda Giustiniani Sarayı‘nı (burada solda) göreceksiniz.
Görebildiğimiz kadarıyla Giustiniani Sarayı

Sakız Kalesi, yaşayan bir kale. İçinde hala bir yerleşim var. Günümüzde 650 kişinin yaşadığı söyleniyor. Evlerin çoğu restore edilmiş. Kale kapısından içeri girdikten sonra, karşınıza ilk olarak Kara Zindan olarak anılan, Cenevizlilerden kalma bir yapı çıkıyor. 1822 ayaklanması sırasında, Sakız Adası’nın yetmiş tane ileri geleni, idam edilmeden önce, Osmanlılar tarafından burada tutulmuşlar. Onun yanında, yine Ceneviz döneminde yapılmış olan, Giustiniani Sarayı var. Adı saray olmakla beraber, çok büyük bir yapı değil. Cenevizlilerin yönetim merkezi olan bu bina günümüzde sergiler için kullanılıyor.

Kalenin meydanı
Meydanın bir kenarında Osmanlı Mezarlığı var
Kale içi evleri

Yolu izleyerek devam edince, kalenin meydanına geliyorsunuz. Burası, dükkanlar, kafe ve restoranlar olan küçük bir meydan. Akşam saatlerinde hareketli olduğuna eminim. Osmanlı Mezarlığı da bu meydanın bir köşesinde bulunuyor. Belki, mezarlığın günümüze kadar kalabilen bir bölümü demek daha doğru olur çünkü, çok büyük değil. Mezarlıktaki en büyük mezar, Nasuhzade Ali Paşa’nın kabri. Mezar taşlarından, 1890 yılına kadar buraya adanın ileri gelen ailelerinin gömüldüğü anlaşılmış. Meydanı geçip, karşıya yöneldiğiniz zaman bir başka Osmanlı yapısı olan Bayraklı Camii‘ni görüyorsunuz. İlginç minareli bu cami, 1881 yılındaki depremde ölenlerin anısına yapılmış.

Bayraklı Camii ve ilginç minaresi

Agios Georgios Frouriou, kale bölgesinin ana kilisesi. M.S. 993 yılında yapılmış ve Osmanlılar döneminde Eski Cami adı verilerek kullanılmış. Kalede bir de Osmanlı Hamamı var. 2012 yılında, restore edilmiş. Şimdi sanat etkinlikleri için kullanılıyormuş.

Agios Georgios Frouriou Kilisesi
Osmanlı Hamamı
Koulas
Kalenin kulelerinden biri
Kale içinde Hagios Nikolaos Kilisesi

Kaleden aynı yollardan çıkınca, sağa doğru yürürseniz, bir başka güzel Osmanlı eserini görebiliyorsunuz. Sakız’daki kaynaklar tarafından, adadaki en güzel ve zarif Osmanlı eseri olarak tanımlanan bu eser, Melek Paşa Çeşmesi veya Mermer Çeşme olarak anılıyor. Padişahın damadı olan Mehmet Melek Paşa, Sakız’ın ileri gelen Osmanlı ailelerinden ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın soyundan geliyormuş. Belli dönemlerde Sakız Adası’nın yönetiminde de bulunan Paşa, çok büyük bir gayri menkul servetine sahipmiş. Yaptırdığı bu çeşme aynı zamanda, adanın yüksek bölgelerinden hem şehre hem de donanmaya su sağlayan büyük bir şebekenin parçası imiş. Önceleri kendi kurduğu bir vakfa ait olan çeşmeyi, 1768 yılında Sakız Adası’na bağışlamış. Zamanında kurşundan olan çeşmenin çatısı günümüzde kiremit kaplı.

18. yüzyılda yapılmış olan Melek Paşa Çeşmesi

Sakız şehrinin ticari merkezi olan Aplotaria Sokağı, sadece dükkan ve kafeleri nedeniyle değil, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başından kalan ev ve konakları ile de görülmeye değer. Bu yapıların bazıları mimari olarak çok güzel. Sokağın sonunda varilan Filippou Argenti Sokağı, kültürel önemi olan üç yere açılıyor. Bunlardan biri, şehrin katedrali. Kapalı olduğu için, içini göremediğimiz katedralin bulunduğu yerde önceleri bir manastır varmış. 1822’de tamamen yanan manastırın yerine 1838 yılında bir kilise yapılmış. Ancak, bu kilise de 1881 yılındaki depremde yerle bir olunca şimdiki, Bizans mimarisini anımsatan, iki çan kulesi olan yapı inşa edilmiş. Yapı 1888 yılında tamamlanmış ve katedral olarak açılarak, Minas, Victor ve Vincent Azizlerine adanmış. Katedralin içini göremesek de bahçesine girdik. Bahçenin tabanı, adanın diğer yerlerinde de rastladığımız, siyah ve beyaz çakıllarla yapılmış, çok güzel desenlerle kaplı. Votsaloto olarak anılan bu işçiliğin yerel ve geneksel bir sanat olduğu ve dini yapıların dışında, büyük malikanelerde de kullanıldığı belirtiliyor.

Sakız Belediye Sanat Galerisi
Aplotaria Sokağı‘nda evler, dükkanlar, kafeler

Katedralin karşısında göze çarpan tarihi bina, 1792 yılında yapılmış olan bir orta okul binası. Sakız Adası, antik çağlardan beri aydınları ve sanatçıları ile ünlenmiş. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, M.Ö. 8. yüzyılda yaşamış olan, epik şair Homeros. İlyada ve Odysseia destanlarının yaratıcısı olan Homeros’u sahiplenen birçok kent olmuş. Sakız ile ilgili bazı kaynaklar onun İzmir‘de doğup, sonradan buraya geldiğini ifade ediyor. Bazıları ise, doğum yerinin de Sakız olduğunu söylüyor. Bu belirsizliğe karşın, burada yaşadığına ve eserlerini burada yazdığına dair kesin kanıtlar olduğunu belirtiyorlar. Sakız Adası, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan matematikçi Hippocrates‘in de ana vatanı olarak biliniyor. Sonraki yüzyıllarda yaşamış pek çok ünlü yazar, dil bilimci, şair, diplomat, müzisyen ve bestecileri de var. 20. yüzyıl Yunan müziğinin en önemli iki bestecisi, Mikis Theodorakis ve Yannis Christou da Sakız’lı. Ayrıca, bildiğiniz gibi, Osmanlı Devleti döneminde, imparatorluğun en üst makamlarına yükselmiş, birçok Sakız Adası doğumlu devlet adamı yetişmiş.

Katedral
Katedralin bahçesindeki, siyah ve beyaz
çakıllarla yapılan, Votsaloto işçiliği

Bu civardaki üçüncü kültürel yapı, İzmir doğumlu, tıp doktoru ve edebiyatçı bir aydın olan Adamantios Koraes‘in (1748-1833) adını taşıyor. Koraes Halk Kütüphanesi, Yunanistan’ın en önemli kütüphanelerinden birisi sayılıyor. Adamantios Koraes’in bağışladığı değerli kitap ve el yazmaları, kütüphanenin daha sonra iyice zenginleşen koleksiyonunun çekirdeğini oluşturmuş. Okuduğuma göre, Koreas’ın koleksiyonunun içinde, kendisine Napolyon‘un hediye etttiği, Mısır üzerine 14 ciltlik bir eser de bulunuyormuş. Doğrusu, bu eseri görebilmek isterdim. Uzun yıllar Paris’te yaşayıp, ölen ve bu arada Fransız Devrimi’ne de tanıklık eden Koraes’in, fikirleri ve eserleri ile Yunan Aydınlanması olarak adlandırılan sürece öncülük ettiği ifade ediliyor.

Koraes Halk Kütüphanesi ve ikinci katta bulunan
Argenti Folklor Müzesi ve Argenti Galerisi
Müzenin bulunduğu meydandan katedralin görünümü
Sakız Adası milli kıyafetleri
Argenti Folklor Müzesi

Koraes Kütüphanesi’nin ikinci katı, Argenti Folklor Müzesi ve Argenti Galerisi. Salı günleri adada müzelerin kapalı olduğunu okumuştum. O nedenle, buranın açık olmasını hiç beklemiyordum. Kapıyı açık görünce, sorduk. Gezebileceğimizi ancak, kapanmasına 20 dakika kaldığını söylediler. Bizden ücret de almadılar. (Adada müzeler genelde saat 3-3:30 civarı kapanıyorlar). Hızla gezdiğimiz müzede, Philip Pandely Argenti‘nin kişisel koleksiyonu olan etnografik eserler, milli kıyafetler, tarihi objeler, Sakız’ın ileri gelen ailelerinin armaları, kişisel eşyaları ve tabloları var. Ailelerin İtalyanca soyadları insana adanın Cenova ile ilintili köklerini bir kez daha anımsatıyor.

1580 yılında Sakız Şehrini gösteren gravür
Argenti Galerisi
1881 yılında yaşanan depremin öncesinde (üstte) ve sonrasında (altta)
şehrin durumunu gösteren iki gravür
Argenti Galerisi

Bana yıllar sonra bile, Sakız Adası gezimizde en çok nereden etkilendiğim sorulsa, eminim Nea Moni Manastırı derim. Adanın orta kesimindeki Provatio Tepesinde bulunan bu manastır, aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan tarihi bir yapı. Aşağı yukarı 17.000 metre karelik bir alanı kaplayan, büyük bir yerleşke. Manastırı gezmek için açık olan saatleri bilmek önemli çünkü, uzun bir öğle tatili var ve dağın başında olduğu için, yakınında beklemek için herhangi uygun bir yer yok. Yakın bir arkadaşımdan, kapanış saatine 15 dakika kala bir papazın manastırın kapısını yüzlerine kapattığını öğrenince, erkenden yola çıkmaya karar verdik. Manastır, sabah saat 8 ile öğlen saat 1 arası açık. Daha sonra, 4 saatlik bir aradan sonra, kapılarını akşamüzeri saat 5-7 arası tekrar açıyor. Ormanlık bir alanda, çam ağaçlarının arasında kıvrılarak yukarı çıkan yol son derece rahattı. Oraya vardığımızda, manastırın yüksek duvarlarının ve giriş kapısının önünde bir iki tane araba, içeride de çok az sayıda insan vardı. Her yer çok sessiz, sakin ve huzurluydu. Manastırın bahçesindeki çok sayıda ağacın arasında, özellikle dev selvi ağaçları dikkatimi çekti. Ortam aklıma hemen, yıllar önce büyük keyif ile okuduğum, Umberto Eco‘nun ünlü Gülün Adı isimli kitabını getirdi.

UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan
Nea Moni Manastırı
Biz gittiğimizde manastırın bahçesi çok sessiz ve sakindi
Ana kilise (katholikon) ve çan kulesi. Kule, manastırın yapımından çok sonra, 1512 yılında yapılmış ancak, 1881 depreminde yıkılmış. 1900 yılında yeniden inşa edilmiş.
Ana Kilise’de duvar freskleri

Belki merak ediyorsunuzdur diye, önce Nea Moni’nin neden dünya kültür mirası açısından önemli olduğundan söz edeyim. 11. yüzyılda yapılmış olan manastırın ana kilisesinde (katholikon), türlü afetler geçirmiş olmasına karşın, günümüze kadar kalabilmiş, eşsiz Bizans mozaikleri var. Tıpkı, Sicilya’da gördüğümüz, Bizanslı sanatçıların elinden çıkmış şahane mozaikler gibi, Nea Moni’nin mozaikleri de Bizans sanatının 2. Altın Çağı’nda (M.S. 843-1204) yapılmışlar. (Bizans sanatı ve mimarisi, uzmanlar tarafından tarihsel olarak üç evreye ayrılıyorlar: Erken Dönem (M.S. 330-730), Orta Dönem (M.S. 843-1204) ve Geç Dönem (M.S. 1261-1453)). Ayrıca, yapılan incelemeler sonucunda, doğal taşlar ve sonradan cam kullanılarak yapılmış olan bu mozaiklerle, İstanbul’daki Ayasofya‘nın üst katındaki kadınlar bölümünün mozaiklerini yapan sanatçıların aynı ekolden oldukları saptanmış. (Bildiğiniz gibi, Ayasofya M.S. 537 yılında tamamlanmış. Ancak, mozaik ve diğer süslemelerin yapımına izleyen yüzyıllarda devam edilmiş).

Nea Moni Manastırı’nın Bizans mozaiklerinden örnekler
Hz. İsa’nın vaftiz edilmesini gösteren bu mozaikte
suyun resmediliş tarzı özellikle dikkatimi çekti

M.S. 1042 ve 1056 yılları arasında inşa edilen Nea Moni Manastırı’nın yapımı ile ilgili olarak kayıtlardaki anlatıma geçelim şimdi. Rivayete göre, Sakız Adalı üç tane papaz, Provatio Tepesinde inzivaya çekilip bir mağarada yaşarlarken, bir gece tepenin doğu tarafındaki ağaçların arasında garip bir ışık görmüşler. Papazlar, bir anlam veremedikleri bu tuhaf olayı bastırmak için, tepenin o tarafını ateşe vermeye karar vermişler. Alevler kısa zamanda o bölgeyi sarmış. Ancak, yangın birden bire sönmüş. Bölgedeki ağaçların hepsi yanmış. Sadece bir tane mersin ağacı, hiçbir şey olmamış gibi, sapasağlam ayaktaymış. Ağacın bir dalında da, yine hiç zarar görmemiş, bir Meryem Ana ikonası asılıymış. İkonada resmedilen Meryem Ana papazlara, o sırada Midilli’de sürgünde olan Monomakos‘un bir gün Konstantinopolis’e geri döneceğini ve Bizans tahtına çıkacağını söylemiş. Bunun üzerine, papazlardan ikisi vakit geçirmeden Midilli’ye giderek, bu kehaneti Monomakos’a iletmişler. Önce onlara inanmayan Monomakos, daha sonra papazlara, eğer kehanet doğru çıkarsa, diledikleri her şeyi vereceğine dair söz vermiş. Kendileri için hiçbir şey istemeyen papazlar, şayet imparator olursa, ikonanın bulunduğu yerde görkemli bir kilise yaptırmasını dilemişler. Gün olmuş, devran dönmüş ve Monomakos 1042 yılında, IX. Konstantinos Monomakos ünvanıyla ve İmparatoriçe Zoe‘nin üçüncü eşi olarak, Bizans tahtına çıkmış. Hani şu, İstanbul’da Ayasofya’nın üst katındaki kadınlar bölümündeki bir mozaikte, eşi ile Hz. İsa‘nın iki yanında resmedilmiş olan İmparatoriçe Zoe… Mozaik ilk eşi zamanında yapılmış. Ancak Zoe her evlenişinde, mozaikteki eşinin yüzünü yeni eşinin görünümü ile değiştirttmiş. Günümüzde, söz konusu mozaikte görünen son eşi ve işte bu öykünün kahramanı IX. Konstantinos Monomakos oluyor.

Manastırı yaptıran İmparator IX. Konstantinos Monomakos (solda)
ve İmparatoriçe Zoe (sağda)
Ayasofya, İstanbul
Mermer tabandaki bu beş daire, Hz. İsa’nın açları doyurmak için beş ekmek somununu çoğaltması ile ilgili İncil’de
anlatılan mucizeyi temsil ediyor
Din görevlisinin, arkasına geçerek, cemaate görünmeden ayini yönettiği ikonostasis. Sağ taraftaki, gümüşten yapılmış, ellerini uzatmış Meryem Ana ikonasının, manastırın yapımına vesile olan ikona olduğuna inanılıyor.

Kehanetin gerçekleştiğini öğrenen papazlardan ikisi hemen başkentin yolunu tutmuşlar ve imparatorun karşısına çıkarak, verdiği sözü hatırlatmışlar. Nea Moni Manastırı bu şekilde 1042 yılında yapılmaya başlanmış ve 1056 yılında, imparatorun ölümünden bir yıl sonra, tamamlanmış. Manastır, Hazreti Meryem’in göğe yükselmesine ve cennete kabul edişine adanmış. İzleyen yüzyıllarda manastıra Cenevizliler ve Osmanlılar döneminde ilaveler yapılmış. Binaların çevresinde, kale gibi yüksek duvarlar ve bir de güçlü bir savunma kulesi yapılmış. Yerleşkenin içinde görebileceğiniz büyük bir ana kilise (katholikon), iki küçük kilise, ufak bir müze, taştan uzun bir masası olan yemekhane var. Müze ve yemekhane için ortak bir bilet almanız gerekiyor. Ayrıca, kazılar ile ortaya çıkarılan papaz hücrelerinin ya da evlerinin kalıntıları var. Bunlar, iki katlı ve birbirine yapışık olarak yapılmışlar. Her papaz alt katı, dokuma, çömlekçilik ve benzeri alanlarda işlik olarak kullanır, üst katta ise, yaşarmış. Manastırın su ihtiyacını karşılamak üzere, kendine ait bir sarnıcı da varmış. Yapılan çalışmalar sonucunda, burada bir dönem bir kütüphane ve bir scriptorium (Orta Çağ’da manastırlarda eserlerin yazıldığı veya var olanların kopyalarının yapıldığı yer) olmasına karşın, Nea Moni Manastırı’nın papazlarının daha çok tarım, hayvancılık ve çeşitli zanaatlerle uğraştıkları, kültürel ve entelektüel faaliyetlerinin pek olmadığı saptanmış.

Manastırın tarihi yemekhanesi (yatay bina).
Yapı, manastırın ana kilisesi ve sarnıç ile beraber, 11. yüzyılda yapılmış. Ancak, sadece kuzey ve güney duvarları ile üçlü penceresi günümüze
orijinal haliyle ulaşabilmiş. 14. ve 15. yüzyıllar arasında
ve 17. ile 18. yüzyıllar arasında tamir edilmiş.
En son, 1994-1999 yılları arasında restore edilmiş.
Yemekhanenin 11. yüzyılda yapılmış olan orijinal taş masası.
2000-2006 yılları arasında restore edilmiş.
Masanın üstündeki taş işçiliği çok güzel

Manastırın ana kapısından girer girmez, sol tarafta, Kutsal Haç Kilisesi var. Bu küçük kilisenin içindeki bir dolapta görülen kuru kafa ve kemiklerin, 1822 ayaklanması sırasında, çoğu kadın ve çocuk olan, manastıra sığınmış kişilere ait olduğu yazılmış. Duvardaki açıklamaya göre, manastıra sığınan 3500 kadar kişinin ve papazların çoğu, Paskalya Pazarı günü (2 Nisan 1822) Osmanlılar tarafından katledilmişler. Kurbanlardan az bir kısmının kemikleri saklanabilmiş. Kuru kafa ve kemikler bana, Otranto‘nun Duomo’sunda gördüklerimizi anımsattı. (Otranto ile ilgili yazıma erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz). Aynı acıyı hissettim. Otranto’nun aksine, Sakız Adası’nda bir isyan söz konusu. Sadece Osmanlı değil, hangi devlet olursa olsun, isyanların hep sert bir şekilde bastırıldığını bilsem de, tarihte olan buna benzer olayların hepsi için üzülürüm. Bu saldırı sırasında manastır aynı zamanda büyük bir yangın da geçirmiş. 1881’de yaşanan büyük deprem sırasında da büyük bir tahribat olmuş. Yukarıda söz ettiğim papaz evleri de büyük olasılıkla bu nedenlerle yıkılıp, toprak altında kalmışlar.

Kutsal Haç Kilisesi
1822 yılında manastırda öldürülenlerin bir kısmına ait
kuru kafa ve kemikler, bu küçük kilisede bir dolapta tutuluyorlar

Ana kilisede bulunan Bizans dönemi mozaikleri gerçekten çok güzel ve etkileyici. Altın rengi bir fon üzerine yapılmış olan İsa’nın yaşamı ve İncil’den sahneler son derece canlı. Ayrıca, bazı mozaiklerde yüz ifadelerinin başarılı bir şekilde yansıtılması insanı şaşırtıyor. Biz bu bölümü gezerken, içeride bizimle beraber 4-5 kişi vardı. Sessizlikte bir rahip, Ortodoks kiliselerinde altar kısmını cemaatin bulunduğu nef bölümünden ayıran ikonostasis duvarının önünde dua ediyordu. Benim ikonaların fotoğrafını çektiğimi fark edince, duvarın arkasına geçti ve bir süre bekledi. Aynı papaz ile daha sonra bahçede tekrar karşılaştık. Kimin olduğunu bilmediğim bir mezarın başında dua ediyordu. Çevrenin fotoğrafını çekerken, bu sefer de bir ağacın arkasına geçti. Belli ki, fotoğraflarda turistik bir görüntü olsun diye değil, içtenlikle dua ediyordu. Biz ayrılırken, manastır biraz daha kalabalıklaşmıştı ama, gelen Türklerin sayısı azdı.

Manastırın huzur verici ortamı…
Papaz evlerinin kalıntıları

Bir sonraki durağımız, şehrin içinde, otelimize yürüme mesafesinde olan, Chios Arkeoloji Müzesi oldu. Müzenin karşısındaki okulun bahçesinde top oynayan çocuklara daldığımız için, müze bahçesinin demir giriş kapısını kaçırmışız. Oysa, müzenin binasını uzaktan fark etmiştik. O sıcakta, müzenin bulunduğu adayı gereksiz yere dolandık ve dik yokuşu iki kere çıkmak zorunda kaldık. Müzenin bulunduğu yer, mahalle içinde ve apartmanların arasında. Girişi birisine sorduğumuzda, orada müze bile olduğundan haberi yoktu. Demek ki, ülkemizde de karşılaştığımız bu gibi meraksız insanlar, sadece bize özgü değilmiş.

Chios Arkeoloji Müzesi
Müzenin koleksiyonundaki M.Ö. 1300-1200 arasına ait eserlerden bazıları
Sakız Şehri’nde bulunmuş bir Kibele heykeli (M.Ö. 1. yy.)

Sakız’ın Arkeoloji Müzesi küçük ama dolu dolu bir müze. Arkeoloji meraklılarına öneririm. Çok sayıdaki dikkate değer tarihi eser, adanın çeşili kazı alanlarından ve Sakız şehrinden çıkarılmış. İlginç bir şekilde, burada karşı kıyıdan, bizim Erythrai kentinden de çıkarılmış eserler var. Bunlar, müzeye bağış yapan özel koleksiyonerler aracılığı ile gelmiş olabilir. Sergilenen eserlerin tarihi, Geç Tunç Çağı’na (M.Ö 1550-M.Ö. 1200) kadar gidiyor.

Miğferli savaşçı (M.Ö. 600)
Helenistik dönem ve daha sonrasına ait altın takılar
Mermer erkek gövdesi (M.Ö. 575-550)
Karşı kıyıdan, bizim Erythrai antik kentinden
bir arslan heykeli

Sakız Adası’na gidip de, birkaç köye gitmeden olmaz. Yukarıda belirttiğim gibi, adanın 60’tan fazla köyü var. Kısıtlı zamanda hepsine gitmek mümkün değil. Öyle yapmayı aklınıza koyduysanız, ya adaya birkaç kere gitmeniz ya da kalış sürenizi uzun tutmanız gerekir. Gittiğimiz köylerden söz etmeden iki yere değinmek istiyorum. Bunların ilki, şehir merkezine yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıktaki Tampakika bölgesindeki yel değirmenleri. Araba ile birkaç dakika. Yürüyerek de gitmek mümkün. Neredeyse denizin içine yapılmış gibi duran bu dört yel değirmeni 1881 depreminden sonra yapılmışlar. Son derece pitoresk bir görünümleri olduğu için, insanlar buraya özel olarak fotoğraf çekmek için geliyorlar. Birkaç yıl öncesine kadar hemen dibinde bir taverna da (Mili) varmış. Hatta bizim otelden önerdikleri restoranlar arasında orası da vardı ama, benim internette artık kapalı olduğuna dair okuduğum bilgi doğru çıktı. Orası olmadığı gibi, yakınında başka herhangi bir restoran da yoktu. Belki, ileride orada tekrar bir restoran açılır.

Fotoğrafını ancak arabadan çekebildiğim Kambos‘un
Orta Çağ dönemi Cenevizli zengin evlerinden biri

Şehir merkezine çok uzak olmayıp, sözünü etmek istediğim ikinci yerin adı Kambos. Burası, Cenevizliler döneminin (1346-1566) varlıklı asillerinin oturdukları malikaneler ile ünlü bir bölge. Sakız Adası ile ilgili hemen hemen bütün dijital ve basılı ortamlarda burası, mutlaka görülmesi gereken bir bölge olarak övülüyor. Orta Çağ ve Akdeniz mimarisinin özelliklerini taşıyan, iki renkli taşlarla yapılmış villalar methediliyor. Evlerin sahibi olan varlıklı Cenevizli aileler yüzyıllarca burada ipek böceği yetiştirmiş ve meyva bahçelerinin ürünü olan her türlü turunçgili (portakal, mandalina, limon, bergamut) ihraç ederek, zenginliklerine zenginlik katmışlar. Bu ürünlere damla sakızını da eklemek lazım ama, ona sonra değineceğiz. Tüm bu bilgiler insanın kulağına çok ilginç geliyor ve insan doğal olarak Kambos’u merak ediyor. Ancak, gittiğiniz zaman çok fazla bir şey de göremiyorsunuz çünkü, villalar çok yüksek duvarlarla çevrili. Örnek olarak ziyarete açılmış bir müze ev de yok. Ancak yüksek bir tur otobüsü ve benzeri bir aracın içindeyseniz, duvaların üstünden ve ağaçların arasından belki kısa süreliğine gözünüze bir şeyler çarpabilir. Bunun dışında, ana cadde ve sokaklar o kadar dar ki, arabayı park edip yürüyebilmeniz imkansız. O nedenle, bu bölgeyi ancak birkaç kere araba ile içinden geçerken görebildik. Burada bir de çokça tavsiye dilen, bizim de kapısına kadar gidip, saat çok erken olduğu için yemek yemediğimiz Apomero restoran var. Tepedeki bu açık hava restoranından bizim kıyıların güzel bir manzarası da var. Yolun darlığı nedeniyle yukarı çıkmak, belli noktalarda biraz sıkıntılı olabiliyor.

Orta Çağ’dan kalma Vessa‘nın sokaklarında

Sakız Adası’ındaki son günümüzde önce Vessa‘ya gittik. Merkez’den 19 kilometre uzaklıktaki bu Orta Çağ’dan kalma köyün adının Yunanca vadi anlamına gelen“βήσσα” kelimesinden geldiği düşünülüyormuş. Gerçekten de Vessa, yeşil bir vadide, tarımsal arazilerin ortasında yer alıyor. Köy, adada çokça görülen, Cenevizliler döneminde kurulmuş ve aynı zamanında birer savunma kalesi niteliği taşıyan köylerden biri. Zaman içinde surları tahrip olsa da, ana giriş kapısı sağlam. Köyün içinde dar sokaklar ve yer yer, yüksek kule benzeri evler var. Bazı evler bakımlı ancak çoğunun boş ve terk edilmiş olduklarını okudum. Bu nedenle olsa gerek, köy çok sessiz ve sakindi. Köy girişindeki kahvede oturan 2 ya da 3 kişi dışında sokaklarda kimseyi görmedik.

Aynı zamanda bir kale olan Vessa’da bazı evler
yüksek kulelere benziyor
Mesta‘ya giderken…

Vessa’dan sonra gittiğimiz Mesta, çok daha canlı bir köy. Orta Çağ’dan kalan köyler arasında en iyi korunmuş olanı. Yunanistan Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış. Bu nedenle olsa gerek, çok daha organize. Köyün giriş kapısında bir yürüyüş rotası verilmiş. Ayrıca, sık sık İngilizce açıklama tabelaları konmuş. Arabayı köyün dışındaki otoparka bırakıp, tarihi giriş kapısını bulmak için, yan yana sıralanmış taş evler boyunca yürüdük. Bu evler, gerek kullanılan taşlar gerekse mimarileri nedeniyle, aynı zamanda bir dış kale duvarı görevini de görüyormuş. Köye, Militas Kulesi‘nin olduğu yerden girdik. Köy halkı, korsan saldırıları ve kuşatma zamanlarında, yüzyıllar boyunca kendileri ve hayvanları için buradaki kuyudan su sağlamışlar. Barış zamanlarında, halk dışarıda bulunan bir başka kuyuyu kullanır, 18 metre derinliği olan bu kuyu sadece muhafızların kullanımına ayrılırmış.

Mesta’da aynı zamanda kalenin dış duvarı olarak yapılmış evler
Mesta’ya Militas Kulesi‘nden girdik
İçerideki su kuyusu

Girişteki yürüyüş tabelasının fotoğrafını çekmek, sonradan içeride gezerken çok işime yaradı. Köyün esas tarihi ana giriş kapısı, demirden yapılmış Porta Kapetaniou (Yüzbaşı’nın Kapısı), daha yukarıda. Oraya köyün içinden yürüyerek ulaştık. Yüzyıllar boyunca, gün doğduğunda açılmış, gün batımında kapanmış. Kalenin yüzbaşı rütbeli komutanının evi de hemen içeri girer girmez sağda.

Mesta köy meydanı
Yeni Baş Melekler Mikhail ve Cebrail Kilisesi

Mesta’nın içinde yürürken, doğal bir şekilde köyün ana meydanına geliyorsunuz. Çok şirin bir meydan burası. Bir kenarında büyük bir kilise, Yeni Baş Melekler Mikhail ve Cebrail Kilisesi var. (Aynı meleklere adanmış, bir de Eski Kilise var köyde). Bu büyük kilisenin olduğu yerde bir zamanlar kalenin merkezi, yuvarlak bir kulesi varmış. Ceneviz dönemi bitip, ada Osmanlıların eline geçtikten çok sonra, bu kule yıkılmış. Yerine bir kilise yapılmış. İki yıl süren yıkıma 1858 yılında başlanmış. Köy halkının emek gücü ile yapılan inşaat 10 yıl sürmüş. Kilise 1868 yılında açılmış. Genelde kolsuz kıyafet ve şortla kiliselere girilemiyor. Bir gün önce, Nea Moni Manastır’ında olduğu gibi, içeri almıyorlar. Bunu bildiğim için, Nea Moni’ye giderken uygun bir kıyafet giymiştim. Ama ertesi gün hava o kadar sıcaktı ki, aynı şekilde kapalı ve uzun giyinemedim. Kutsal yerlerde içeri alınmamayı göze aldım. Büyük bir sürpriz oldu ve o gün gittiğimiz hiçbir kilisede şortla içeri girmeme bir şey demediler. Bu durumda, risk almak size kalıyor.

Aziz Georgios Kilisesi Mesta’nın en eski kiliselerinden biri.
16. yüzyılın başında yapıldığı tahmin ediliyor.
Aziz Paraskevi Kilisesi de Mesta’nın en eski
kiliselerinden birisi. O da 16. yüzyılda yapılmış.
1709 yılında tamir edilmiş.
Köyün içinden, ileride görünen demir Porta Kapetaniou‘ya
(Yüzbaşı’nın Kapısı) doğru giderken

Meydanın diğer kenarlarında küçük dükkanlar, kafe ve restoranlar sıralanmış. Ortadaki ağaçların altında bu yeme-içme yerlerinin masaları var. Sıcakta bunalmışken, oturup, bir soluklanalım dedik. Bir de ne görelim, daha önce Sakız Merkez’de iki kere yediğimiz ve bayıldığımız Kronos dondurması buradaki kafelerden birinde de satılıyor. 2 top tuzlu karamel ve 1 top sakızlı dondurma ile üstüne birer espresso ile kendimize takviye yaptık. Bu dondurma konusuna daha sonra tekrar döneceğim.

Porta Kapetaniou
Demir kapı Cenevizliler döneminden günümüze kadar korunabilmiş. Burası aynı zamanda Orta Çağ Mesta’sının köye tek girişi imiş. Kapının üstündeki bir yarık, düşman saldırıları sırasında kızgın yağ dökmek için kullanılırmış.
Aynı zamanda kalenin valisi konumunda olan
yüzbaşının evi, demir kapıdan girer girmez sağdaki ilk kapı

Mesta, aynı zamanda şarabı ile ünlü. Mestousiko denen bu şarabın adanın en iyi şaraplarından biri olduğu belirtiliyor. Sokak arasında girdiğimiz bir bakkalda Mesta’nın şaraplarından tattık. Dükkandaki genç kız, sattıkları şarapları kendi ailesinin ürettiğini söyledi. Burada büyük olasılıkla böyle bir sürü üretici var. Mesta’ya özgü bir de, incir ve üzümün damıtılması ile elde edilen, souma adında bir içki var. Onu da tattık ama doğrusu, %60 alkol seviyesi nedeniyle, oldukça sert geldi bize.

Kendine özgü evleriyle Pyrgi
Meydandaki Theotokos Kilisesi 19. yüzyılda yapılmış

Bir sonraki durağımız Pyrgi idi. Adını bilmeseniz ya da hatırlamasanız da, Sakız’a giden hemen hemen herkesin sosyal medyaya koyduğu fotoğraflardan burayı anımsayacaksınız. Kimi siyah-beyaz kimi gri-beyaz desenlerle boyalı evlerin olduğu sokaklarda fotoğraf çektirmek çok popüler. Evler gerçekten ilginç ve hoş. Pyrgi, Sakız şehrine 25 kilometre uzaklıkta. Adanın Orta Çağ’dan kalan köylerinin içinde en büyüğü. Korumaya alınana kadar biraz zarar görmüş. Arada, geleneksel mimariye uymayan, modern binalar var ama, en azından, yüksek katlı yapılar yok.

Kutsal Havarilar Kilisesi

Pyrgi’de bana göre, mimarisinden çok daha değerli bir şey var. O da, Kutsal Havarilar Kilisesi. Köy meydanında dolaşırken, dar bir aralıkta, gözümüze şans eseri ilişen bu kilise, gerçek bir mücevher. Ne yazık ki, biz oradayken, fark eden ve gezen çok az kişi vardı. Pyrgi’yi gezmeye gelenler, daha çok köy meydanındaki, 19. yüzyılda yapılmış kiliseye yöneliyorlar. Oysa, asıl görülmesi gereken bence, Kutsal Havariler Kilisesi. Doğrusu, bu kilise önce şirinliği ile ilgimizi çekti. Bizans mimarisi ile yapılmış küçük kilise, dar bir geçitin sonuna yerleştirilmiş bir biblo gibi duruyordu. Meğer, asıl sürpriz bizi içeride bekliyormuş. Yapımı 14. yüzyıla tarihlenen kilise, Nea Moni Manastırı’nın ana kilisesi (katholikon) model alınarak, tabii ki çok daha küçük ölçekte yapılmış. Giriş kapısının üstünde yazılı olan 1564 yılında, yapı büyük bir tamirattan geçmiş. İçeride, tavan ile duvarları kaplayan ve hayranlık uyandıran freskler ise, çok daha sonra, 1665 yılında, Giritli sanatçı, Antonios Kynegos tarafından yapılmış. Oldukça iyi korunmuş olan duvar resimlerinde, Hz. İsa ile ilgili İncil’den sahneler dışında, kilisenin adandığı Havariler, Peter ve Paul’ün yaşamlarından kesitler ve gerçekleştirdikleri söylenen mucizeler resmedilmiş.

14. yüzyılda yapılan kilisenin freskleri, daha sonra,
1665 yılında yapılmış

Pyrgi’ye birkaç dakika uzaklıktaki Mastika Müzesi, bence adayı her ziyaret edenin gitmesi, görmesi gereken bir müze. “Mastikayı zaten biliyoruz, müzesine gitmeye ne gerek var”, diyebilirsiniz. Eğer böyle derseniz, çok şey kaçırmış olursunuz kanımca. Her şey bir yana, Yunanistan’ın Piraeus Bank‘ı tarafından yaptırılan Mastika Müzesi, sadece müzecilik açısından bakıldığında bile, çok özel bir yer. Mastikanın, yani damla sakızının, özellikleri, üretim ve ticaret tarihi, disiplinler arası bir yaklaşımla derinlemesine incelenmiş ve ortaya bu müze çıkmış. Darısı, ülkemize özgü geleneksel ve önemli ürünlerle ilgili müzelerin yapımına.

Mastika Müzesi,

UNESCO 2014 yılında, damla sakızı üretimini “Elle Tutulamayan İnsanlık Kültürel Mirası Listesi”ne almış. 2016 yılında açılan müzenin konumu bir rastlantı sonucu seçilmemiş. Mastichochoria olarak adlandırılan adanın güneyindeki bu bölgede, bizim de bazılarını gezdiğimiz, 20 kadar Orta Çağ’dan kalma köy var. Ortak özellikleri, damla sakızı üretiyor olmaları. Müzenin arazisini Sakız Adası Mastika Üreticileri Birliği sağlamış.

Toplanmış ve ayıklanmış üç farklı boyda
sakız (mastika) mahsulü
İçinde mastikalı tarifler olan, 1844 yılında basılmış, Osmanlı yemek kitabı. Eski Türkçe yazılmış olan kitabın aynı zamanda Osmanlıca
basılmış ilk yemek kitabı olduğu belirtilyor.

Skinos olarak adlandırılan sakız ağacı, aslında tüm Akdeniz bölgesinde yetişen bir tür maki. Ancak, bitkinin tarımsal bir ürün olarak dikilip, elde edilen mastik ile ticari bir kazanç sağlanması bir tek Sakız Adası’nda oluyormuş. Uzmanlar bunu, ada halkının antik çağlardan beri bu bitkiyi keşfetmiş olmalarına ve binlerce yıldan beri yaptıkları iyleştirmelerle, bir ağaçtan en fazla ürün elde etmeyi bilmelerine bağlıyorlar. Adanın iklimi de sakız ağacı için çok elverişli imiş. Sakız Adası’nın kuzeyi dağlık ve ormanlık olduğu için, rutubet ve kuzey rüzgarlarının burada etkili olduğu, oysa mastika üretimi yapılan güney bölgesinin ılıman ve kuru olduğu belirtiliyor. Böylece, Mastichochoria bölgesinde, uzun ve yağışsız geçen yaz boyunca mastika iyice kuruyabiliyormuş. Sakızın olgunlaşma sürecinde ıslanmaması önemliymiş.

Müzeden bakınca, vadide göz alabildiğine sakız ağaçları var
Yakından bir sakız ağacı
Müzede, mastikalı ürünlerin üretim sanayi süreçleri
ve tarihine de yer verilmiş

Müzenin etrafında dikilmiş sakız ağaçlarını da görebiliyorsunuz. Bir ağaç 100 yıldan fazla yaşıyor. 40 ile 50 yıl sonra tam olgunluğa ulaşıyor. Ürün elde etmeye ise, 5 ile 7 yaş arasında başlanıyor. Her ağacın yıllık ortalama sakız üretimi 150-180 gram. Bazı ağaçlardan sadece 10 gr elde edilebiliyor. Nadiren, bir ağacın yıllık 2 kilogram verdiği oluyormuş. Sakız ağaçları, sıralar halinde tek başlarına dikilebildiği gibi, başka ağaçların aralarında da yetiştirilebiliyormuş. Çok kendine özgü olan damla sakızı hasat döneminde, müzenin bahçesindeki ağaçlarda bu işlemler ziyaretçilere uygulamalı olarak da anlatılıyormuş. Tıbbi olarak çok faydalı olduğunun henüz antik çağlarda keşfedilmiş olması, damla sakızının binlerce yıldan beri değerli olmasında en önemli etken olarak görülüyor. Özellikle cilt hastalıkları, hazımsızlık ve ağız sağlığı konusunda faydaları 2015 yılında Avrupa Sağlık Ajansı tarafından da tescillenmiş. Osmanlılar tatlı ve içeceklerde yaygın olarak kullanırken, Avrupa’da da dini törenlerde, boya üretiminde ve kozmetik üretiminde kullanılmış. Değişik açılardan değerli olan mastika nedeniyle, Sakız Adası daima yabancıların göz diktikleri bir yer olmuş. Arap korsanlar da, Bizanslılar, Venedikliler, Cenevizlier ve Osmanlılar da bu nedenle Sakız’ı ele geçirmek ve hükümranlıkları altında tutmak istemişler. Tarihsel olarak; adanın 1346’daki kesin Ceneviz işgalinden önceki, Zaccaria ailesi derebeyliği dönemi (1304-1329), sonraki Ceneviz devleti yönetimi sırasındaki (600 hissedarı olan) Manoa şirketi dönemi ve Osmanlı döneminin sakız üretimi açısından ilginç özellikleri var. Örneğin, Osmanlı döneminde adada atanmış bir Sakız Emini varmış. Her yıl, Mastichochoria köylerindeki üretimi denetler ve vergileri toplarmış. Ürün saklayanlar, yargılanır ve cezalandırılırlarmış. Günümüzde, bölgenin bazı köylerinde her yıl yapılan karnavallarda , Osmanlı Devleti’nin bu uygulamaları parodiler şeklinde canlandırılıyormuş. 1840 yılından itibaren devlet vergiyi kaldırmış, üretim ve ticaret serbest bırakılmış. Yaşanan bu imtiyazlı ve serbest dönemden sonra, 1912 yılında Yunanistan’a katılınca, tekrar vergi vermek zorunda kalmaları, sakız üreticileri için büyük bir darbe olmuş. Sektör büyük bir krize girmiş. 1938-1939 yılında çıkarılan yasalarla sağlanan koruma ve üretici birliğinin kurulması sonucu mastika üretimi ve ticareti tekrar canlanmış.

Dondurma seviyorsanız, Kronos’a bir uğrayın derim…
Tadı damağımda kaldı…

Başlarda belirttiğim gibi, genel olarak yazılarımı yemek içmekle ilgili konularla noktalarım. Bu sefer, bunları daha baştan yazdım. Yine de, sizlerle paylaşmak istediğim, damağımıza değen iki lezzet daha var. Bunlardan biri, ara sokakların birinde (Argenti sok. No: 2) dükkanı olan Kronos‘un dondurması. Navigasyon aracılığı ile kolayca bulabilirsiniz. Asıl yerinde iki, Mesta’da da bir kere olmak üzere, toplam üç kez yediğimiz bu dondurmanın tadı damağımda kaldı. Sosyal medyada birisinin yazdığı gibi, kordon boyunda, göz önünde olan fabrikasyon dondurma satıcılarına itibar etmeyin ve Kronos’a gidin derim. Ben her seferinde iki top tuzlu karamel ve bir top sakızlı dondurma yedim. Meyveli seçenekler de çok güzel. Artisanal dedikleri, el yapımı dondurmanın üreticisi Kronos’un kurucuları, Dimitris ve Yorgo Theofanidis kardeşler 1920’li yıllarda Trabzon‘dan Atina‘ya göç ederek Kronos Dondurma Fabrikası’nı kurmuşlar. 1929 yılında Sakız Adası’na göç etmişler. Günümüzde, ailenin üçüncü kuşağı dedelerinin titizlikle geliştirdikleri üretimi sürdürüyor.

Trabzon’dan önce Atina’ya, sonra Sakız Adası’na göç eden dondurmacı
Dimitris ve Yorgo Theofanidis kardeşler

Sakız Adası’ndan ayrılmadan, adaya özgü masourakia tatlısını mutlaka tatmak istiyordum. Bu enfes tatlıyı birkaç yere sordum ama ya derdimi anlatamadım ya da yoktu. Aslında, daha çok Noel zamanı yapılıyormuş. Sonunda, sahildeki Candio isimli pastanede bulduk. Kahveyle çok iyi giden bu leziz tatlıyı yapmak için, önce tereyağlanmış ince bir hamur, mastika ile tatlandırılmış ypovríchio (Denizaltı da denilen bu vanilyalı tatlıyı Yunanistan’da tatmış olabilirsiniz. Ben ilk olarak Girit’te, kahve ile birlikte ikram edildiğinde tatmıştım. Bir bardak suyun içine bir kaşık denizaltı koyarak getiriyorlar), çekilmiş badem, yumurta beyazı ve limon ya da mandalina rendesinden yapılan bir için etrafına sarılıyor, yapılan bu küçük rulolar fırında çıtır çıtır ve hafif kahverengi olana kadar kızartılıyormuş. Sonrasında, üstleri ya sadece pudra şekerine bulanıyor veya (bizim yediğimiz gibi) şerbete batırılarak, öğütülmüş badem ile kaplanıyormuş. Biz, tadına bayıldığımız bu tatlıyı orada yemekle kalmadık. Ayrıca, eve getirmek üzere de, bir kilo aldık.

Sakız Adası’nın nefis masourakia tatlısı

Sakız Adası’ndan aklımızda güzel anılar ve damağımızda güzel tatlarla ayrıldık. Benim için yolculukların olmazsa olmazı, öğrenme fırsatı bulduğumuz yeni şeyler de cabası…

Hoşça kal Sakız…