Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (4): Sintra

Portekiz’de kalacağımız süre içerisinde en yorucu olacağını tahmin ettiğimiz gün, mecburen en sonuncusu oldu. Görmek istediğimiz müzelerin kapalı oldukları günler, akşam programlarımız ve benzeri nedenlerle, Sintra’ya gidişimizi İstanbul’a dönmeden bir gün öncesine koymuştuk. Üstelik, bir gece öncesinde de evlenme yıldönümümüzü kutlamak için fado dinlemeye gideceğimiz Café Luso’dan geç döneceğimizi de biliyorduk. Ama başka çare yoktu.

Lizbon’un merkezinden yaklaşık 30-35 kilometre uzaklıktaki Sintra, Lizbon’a ya da Portekiz’e yolculuk yapan hemen hemen herkesin gittiği bir yer. Kimi renk renk ve eklektik, kimi gotik ve eksantrik sarayların fotoğraflarına sosyal medya paylaşımlarında sık sık rastlarsınız. Ekim ortasında bile turistlerle dolup taşıyordu. Yazın nasıl olduğunu hayal bile edemiyorum.

Lizbon gezimizi önceden planlarken beni en çok uğraştıran ve vaktimi alan kısmın Sintra olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta şu karara vardım. Gidenlerin çoğu ya her şeyin sizin için planlandığı turlarla gidiyor ya da bizim gibi kendi gitse bile, sarayların pek azının (belki de hiçbirinin) içini geziyor. Sintra konusunda kritik konular hem oraya olan ulaşımı hem de Sintra’nın içinde değişik ören yerleri arasındaki ulaşımı planlamak. Saraylara girişler genel olarak randevulu bilet ile. Yani belli bir saatte kapıda olamazsanız, biletiniz yanıyor. İçeri giremiyorsunuz. Bu arada, önceden biletleri alırken, hem Sintra merkezden gezmeyi seçtiğiniz ilk yere olan hem de diğer yerler arasındaki ulaşım süresini ve otobüsün zamanında gelip gelmeyeceği konusunu da dikkate almak şart. Bu konuda navigasyonun gösterdiği yürüyüş sürelerine aldanmamanızı özellikle belirtmek isterim. 15-20 dakikalık yürüyüş olarak belirtilen rotalar dik yokuşları ve döne döne kıvrılan yolları kapsıyor. Özellikle sıcakta hiç hoş olmayabilir.

Lizbon’da Rossio Tren İstasyonu

Lizbon’dan Sintra’ya gitmek için önce araba kiralamayı düşünsek de, birkaç kitap ve bloga baktıktan sonra, tren ile gitmenin daha iyi olacağına karar verdim. Genel olarak, virajlı yolun dışında, yaz aylarında zaman zaman görülen yoğun trafik araba ile gidişleri caydırıcı en çok sözü edilen nokta. Lizbon’dan Sintra trenine Rossio İstasyonu’ndan binebilirsiniz. Bu tarihi tren istasyonundan Portekiz serisindeki ilk yazımda ayrıntılı olarak söz etmiştim. Gün boyunca Lizbon ve Sintra arasında karşılıklı seferler var. Biz önce, sabah 09:11 trenine binmeyi düşünmüştük ama sonra, baktık ki yetişiyoruz, bir önceki 08:41 trenine binmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız. Erken saatteki o tren bile doluydu. Trene binmeden önce istasyonun girişindeki Starbucks’da kahvaltı yapalım demiştik. Bol vaktimiz var gibiyken, inanılmaz yavaş servis yüzünden trene neredeyse ucu ucuna yetiştik. Her şey boğazımıza dizildi. Üstelik yiyeceklerin kalitesi de berbattı.

Trenle Lizbon’dan Sintra’ya gitmek yaklaşık 40 dakika sürüyor. Yanlış hatırlamıyorsam, yolda birkaç durakta duruyor. Bu arada, yol üzerinde bazı iç kapayıcı ve zevksiz bölgelerden de geçiliyor. Sosyal konut tarzı zevksiz yapılar, çirkin duvar yazıları ve resimlerle dolu duvarlar… Tren yolculuğundan aklımda kalan bir şey, Portekiz’de bulunduğumuz o birkaç gün sırasında ilk olarak bir iki tane güzel sayılabilecek Portekizli kızı görmüş olmamız oldu. Hiç kimseyi, hiçbir zaman görünüşlerine göre yargılamam ya da değerlendirmem. Beni tanıyanlar bilirler. Ancak, Portekizlileri ırk olarak güzel bulduğumu söyleyemeyeceğim. Konu sadece güzellik de değil.  Bir sağlıklı görünme, belli bir alım ve bir duruş hali sözünü ettiğim. Doğrusu, şöyle genel olarak bakınca, Portekizlilerde bu özelliklerin hiçbirini göremedim.

Sintra Sıradağları’nın kuzey yamacında kurulmuş olan Sintra, iklimi nedeniyle Portekiz krallarının gözde bir yazlık yerleşim yeri olmuş. Sıcak yaz aylarında krallar ve asiller burada yaptırdıkları yazlık saraylara çekilerek, Lizbon’un kavurucu sıcağından kaçmayı tercih etmişler. Portekiz’in batısında, Sintra’dan Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki Cabo da Roca’ya (Roca Burnu), 16 kilometre boyunca uzanan Sintra Sıradağları, zengin bitki örtüsü ve barındırdığı yabani hayvan çeşitliliği ile sadece turist ya da tarihi eser görme meraklılarının değil, doğaseverlerin de gitmekten hoşlandıkları bir bölge. Dağların en yüksek noktası (529 metre), Sintra yerleşim yerinin yakınlarında.

Sintra, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ve özellikle 19. yüzyıl boyunca Romantizm akımının simge yerlerinden birisi olarak sivrilmişse de, aslında tarihi çok eskilere giden bir yer. Paleolitik ve Neolitik çağlardan beri yerleşim olduğu tespit edilen bölge daha sonra Kelt, Roma ve Arap işgalleri yaşamış. Kral Alfonso Henriques’nin Arapları yenmesi üzerine Sintra Portekiz Krallığı’nın bir parçası olmuş. 1755 yılında yaşanan büyük depremden etkilenmeyince, 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyıl boyunca bölge altın çağını yaşamış. Ünlü yabancı gezgin ve edebiyatçılar egzotik buldukları bölgenin hayranı olmuşlar. Kimisi eserlerinde Sintra’dan esinlenmişler. Bu kişilerin arasında en tanınmışı Lord Byron.

Palácio Nacional da Pena

Bu arada, Portekiz aristokrasisi de bölgede yazlık saraylar ve köşkler yaptırmaya başlamışlar. Söz konusu saray yaptırma merakının doruk noktası hiç şüphesiz ünlü Palácio Nacional da Pena (Pena Sarayı) olmuş. Bu saray, çevresindeki park ile birlikte Sintra’nın en çok ziyaret edilen tarihi yeri. Söylendiğine göre sadece bahar ve yaz aylarında değil, tüm yıl boyunca ziyaretçileri ağırlıyor. Belki çetin kış aylarında o kadar kalabalık olmasa da, ekim ayında sarayın içinde adım adım ilerleyebildikten sonra, yılın büyük bir bölümünde belirtildiği gibi olduğuna inanabiliyorum.

Sintra‘nın tarihi merkezinden bir kesit

Sintra, 1995 yılında bir yerleşim yeri olarak tümüyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Yukarıda belirttiğim gibi, gezilebilecek çok yer var. Ancak, bunların hepsini bir güne sığdırmak mümkün değil. İster istemez bir seçim yapmak zorundasınız. Sintra istasyonunda inince, hemen karşıdan kalkan 434 (veya biraz farklı bir rota izleyen 435) numaralı otobüsle çoğunlukla gezilen bütün yerlere gitmeniz mümkün. Aldığınız bilet 24 saat geçerli. Biz kolaylıkla bilet alıp, 434 numaralı otobüse bindik. Anladığım kadarı ile, bahar ve yaz aylarında bilet almak, ardından kuyruğa girip otobüse binebilmek büyük sorun olabiliyormuş. Ayrıca, otobüslerin ring seferi yaptıkları yollar aşırı trafikten tıkandığı için randevulu giriş biletleri olanlar bazı saraylara giriş saatlerini kaçırabiliyorlarmış.

Sintra tren istasyonunun önünden bineceğiniz otobüslerle gidebileceğiniz yerler: Sintra tarihi merkezi, Sintra Ulusal Sarayı, Regaleira Sarayı, Seteais Sarayı, Monserrate Sarayı, Pena Sarayı, Arap Kalesi ve Biesten Sarayı. Ayrıca yakınlarda bir Kapuçin Manastırı ve başka saraylar ile köşkler de var. Kendini bölgenin doğasına bırakan, mantar, meşe ve çam ağaçlarının arasındaki yürüyüş yollarını keşfe çıkanlar ya da Okyanus kıyısındaki Roca Burnu’na gidenler de oluyor. Ancak, eğer Sintra’da kalmıyorsanız, tüm bunları bir günde yapmanız çok zor. Çoğu ziyaretçi için tipik bir Sintra gezisi iki yeri, Pena ve Regaleira saraylarını içeriyor. Biz, biraz zorlanarak da olsa ve ulaşım yoğunluğu izin verdiği için üç yeri gezmeyi başardık ama, epeyce yorucu oldu.

Castelo dos Mouros (Arap Kalesi)

Otobüs önce Arap Kalesi’nde (Castelo dos Mouros) durdu. Biz kaleye uzaktan ve ağaçların arasından bakmakla yetindik çünkü aksi takdirde Pena Sarayı’ndaki giriş için saat 11:30 randevumuza yetişmemiz mümkün olmayacaktı. Kale, 10. yüzyılda Araplar tarafından yapılmış. 1147 yılında Alfonso Henriques tarafından fethedilmiş. 19. yüzyılda onarılmış. Yukarıdan çok güzel bir manzara olduğu söyleniyor.

Palácio Nacional da Pena
Masalsı bir yapı

İlk gezeceğimiz yer olan Palácio Nacional da Pena’yı, yani Pena Sarayı’nı, çevreleyen muazzam parkın kapısında otobüsten indik. 2000 dönümden fazla büyüklükte bir araziyi kaplayan parkın girişinden sarayın kapısına ulaşmak için yaklaşık yarım saat yürümek gerektiğini okumuştum. O nedenle sadece parkı gezmekle yetinmeyip, sarayın içini de gezmek istiyorsanız, alacağınız giriş biletinin saatini seçerken bu noktaya dikkat etmelisiniz. Biz, saraya giriş bileti alırken, bir de Pena Parkı’nın girişi ile sarayın kapısı arasında gidip gelen otobüse de çift yönlü bilet almıştık. Bu biletlerin saati yok. Kuyruğa girip, biniyorsunuz. Bu şekilde, koşturmak zorunda kalmadan, 3 dakikada rahatça yukarı çıktık. Giriş saatine kadar kafede oturmaya bile vaktimiz oldu. Bu arada etrafı izledim. Her yer insan kaynıyordu. Ancak bu insanların bir bölümü, sarayın içine girmek yerine, önünde kendilerini ya da binayı fotoğraflıyorlardı. Doğrusu, Pena sarayı eklektik ve biraz tuhaf mimarisi ile peri masallarından çıkmış gibi görünüyor. Ayrıca, farklı bölümlerinin değişik renklere boyanmış olması onu çok sevimli kılıyor. Biraz kirli ve boyaya ihtiyacı varmış gibi göründü gözüme. Aslında bu kadar ziyaretçi akını olan bir yer için bütçe açısından bir sorun olmamalı diye düşünüyorum.

Sarayı yaptıran, Kraliçe II. Maria’nın eşi ve aslında Saxe-Coburg-Gotha hanedanından bir Alman prensi olan
Kral (Dom) II. Ferdinand
Sintra’daki sarayların içinde en bilineni olan Pena Sarayı ekim
ayında bile ziyaretçilerin akınına uğramıştı

Sintra Dağları’nın ikinci en yüksek tepesinde inşa edilmiş olan Palácio Nacional da Pena, Kraliçe II. Maria’nın eşi, Saxe-Coburg-Gotha hanedanından Alman prensi Ferdinand tarafından, kraliçe için yaptırılmış. Ferdinand, eş durumundan kral olmuş ve Portekiz tarihine Kral (Dom) II. Ferdinand olarak geçmiş. Kendisi, Sintra denince ilk akla gelen bu saray ile Bavyera kralı II. Ludwig’in meşhur Neuchwanstein şatosunda yarattığı masalsı ve romantik havayı yaratmak istemiş. (Görmüş olanlar bilir. Neuchwanstein gerçekten çocukken masallarda olduğunu hayal ettiğimiz şatolar gibidir. 1960’ların başında, henüz küçükken babamın götürdüğü o şatoyu hala hatırlarım). Ancak, Neuchwanstein’dan farklı olarak, kullanılan canlı renkler ve mimari özelliklerle, Pena Sarayı’na aynı zamanda bir Akdeniz havası da verilmiş. Bir doğa düşkünü olarak II. Ferdinand yaptırdığı sarayın çevresine de önem vermiş. Binlerce meşe, mantar, çam, Meksika selvisi, Avusturalya akasyası ile başka birçok ağaç diktirmiş. Böylece, sarayın gerçeküstü havasına fazladan başka bir hava katan çevresindeki o muhteşem park ortaya çıkmış.

Sarayın masalsı mimarisinde sık sık gerçeküstü
yaratık figürleri göze çarpıyor

II. Ferdinand, İngiltere Kraliçesi Victoria ile evlenen kuzeni Prens Albert gibi, sanata, doğaya ve zamanın teknolojik yeniliklerine meraklı birisi imiş. Sarayın yapımı için önce, 15. yüzyıldan beri burada bulunan Pena Manastırı’nı satın almış. Sarayın yapımında manastırın belli bölümleri yeni yapıya katılmış. Gezerken, manastırın revaklı avlusunu, odaya çevrilmiş keşiş odalarını görmeniz mümkün. 1840 yılında yapımına başlanan sarayın mimarı Alman Baron Von Eschwege. İnşaat 45 yıl sürmüş. O zamana kadar Kraliçe II. Maria çoktan ölmüş. Prens ise, sarayın tadını çıkaramadan, inşaatın bittiği 1885 yılında ölmüş.

Saray inşa edilirken, burada bulunan 15. yüzyılda yapılmış Pena Manastırı‘nın belli bölümleri korunmuş. Etrafında keşiş odalarının bulunduğu bu revaklı avlu da o bölümlerden biri.
Avludan saat kulesine bakış
Manastırdan kalma orijinal niş. Küçük taşlar, deniz kabukları ve porselen parçaları ile yapılmış. Rafta, Aziz Jerom’un kilden yapılmış bir heykeli dururmuş. Sonradan
burası depo olarak kullanılmış.

Kraliçe II. Maria öldükten 16 yıl sonra, II. Ferdinand opera sanatçısı Elise Hensler’e aşık olmuş. İsviçre’de doğup, Amerika’da büyümüş ve sonra Paris’te eğitim almış olan Hensler ile Ferdinand 1869 yılında evlenmişler. Sadece konsort kral (yani eşi nedeniyle) ünvanı olduğu için Portekiz’i yönetme durumu olmayan Ferdinand, yeni eşi ile birlikte özel mülkü olan Pena’ya yerleşmiş. Zaten Kraliçe II. Maria’nın ölümünden sonra taht çoktan, önce büyük oğullarına, sonra küçük oğullarına geçmiş. Pena Sarayı arazisinin içinde, evlenmeden önce Edla Kontesi ünvanını alan Elise Hensler’in II. Ferdinand ile birlikte yaptırdıkları ve Kontes Edla Şalesi olarak adlandırılan bir köşk ve bahçesi de var. Vaktiniz varsa, orayı da gezebilirsiniz. Biz, diğer saraylara olan bilet saatlerimizi kaçırmamak için orayı gezmedik.

Yemek odası
Geyikli Salon
Adını duvarlardaki geyik başlarından alan ve resmi davetler
için kullanılan yuvarlak salon
Sarayın mutfağı
Sarayın kilisesinden bir vitray

Ferdinand 1885 yılında ölünce, vasiyeti üzerine, özel mülkü olan Arap Kalesi ve Pena Sarayı ile Parkı Edla Kontesi’ne bırakmış. Portekiz kültürel mirası olarak söz konusu mülklerin Portekiz kraliyetine ait olması gerektiği gerekçesi ile açılan ve uzun süren davaların sonunda, Elise Hensler Arap Kalesi ve Pena Sarayı ve Parkı’nı devlete satmış. Buna karşılık 1904 yılına kadar şaleyi ve bahçesini kullanmış. Pena Sarayı ve Parkı, 1910 yılında Portekiz’de Cumhuriyet ilan edilince müzeye dönüştürülmüş ve koruma altına alınmış.

Sarayın bir restorasyona ihtiyacı var gibiydi

Pena Sarayı’na belli saat aralıklarında, gruplar halinde girildiği için, gezerken kendinizi bir akıntının ortasında buluyorsunuz. Özellikle ilk girişteki, manastırdan kalma bölümlerde fiziksel olarak da bir darlık söz konusu olduğu için kendinizi bir odadan diğerine sürükleniyor gibi hissediyorsunuz. Çoğu yerde, şöyle bir durup etrafı incelemek için vakit olmuyor. İncelemeye gerek var mı diye de sorabilirsiniz tabii. Eminim, siz de benim gibi, içi çok daha şaşalı olan saraylar görmüşsünüzdür. Yine de, zaman zaman bu yarış havasında gezme olayı insanı boğabiliyor. Düşününce, bu kadar çok ziyaretçisi olan bir yerde, yönetimin yöntem olarak başka da seçeneği olmayabilir.

İçeri girmek için bilet saatini bekleyen kalabalıklar…

Gitmeyi planladığımız ikinci saray Palácio Nacional de Sintra, yani Sintra Ulusal Sarayı idi. (Bazı kaynaklarda Sintra Sarayı ya da Kent Sarayı olarak da adı geçebiliyor). Çok yüksek konik bacaları ile son derece sevimli görünen bu saray, Sintra’nın eski bölgesinin tam kalbinde yer alıyor. Aslında istasyona da çok uzak değil. Ancak biz, uzak noktadan başlamanın daha iyi olacağını düşünerek, önce burayı gezmeyi tercih etmemiştik. Pena Sarayı’nı gezip, gelenekselleşmiş malum noktalarında bolca fotoğraf çektikten sonra, yine servis arabası ile parkın kapısında indik. Bu sırada yağmur da indirdi. Oysa o gün, hava tahminlerine göre güneşli olacaktı. 435 numaralı otobüse binerek Ulusal Saray’a geldik. Burası, randevulu bilet ile girilen bir saray değil ama, biz planımızı saat 2’de orada olacak şekilde yapmıştık. Saat 2’den epeyce önce orada olduk.

Palácio Nacional de Sintra
Sarayın üzerinde bulunduğu inişli çıkışlı arazinin topoğrafyası
maketten daha iyi anlaşılıyor. Saray, farklı dönemlerde yapılan
eklemelerle, yüzyıllar boyunca genişletilmiş.

Palácio Nacional de Sintra, bizim Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi, değişik dönemlerde, farklı hükümdarların eklemeler yaptırarak büyüttüğü bir saray. Bu nedenle, tarz olarak da kaçınılmaz bir şekilde, eklektik bir yapı. Gotik bir ön yüzü olan sarayın ana kısmı 14. yüzyılda Kral I. João tarafından, burada 8. yüzyılda Araplar tarafından inşa edilmiş başka bir yapının yerine yaptırılmış. Saray kısa zamanda kraliyet ailesinin gözde bir yazlık sarayı olmuş ve 1910 yılına kadar bu amaçla kullanılmış. 16. yüzyılda, Kral I. Manuel döneminde saraya Manuelin ve Arap tarzını çağrıştıran eklemeler yapılmış. Saray, topoğrafyaya uygun bir şekilde, farklı kademeler üzerine oturtulmuş.

Manuelin Salon
16. yüzyılda, Kral I. Manuel zamanında sarayın Büyük Salon‘u olarak yapılmış. Sonraki yüzyıllarda küçük dairelere bölünmüş. Diktatörlük döneminde eski haline getirilmiş. Tavana Portekiz’in 15. ve 16. yüzyıllarda denizlerdeki başarılarının resmedilmesi düşünülse de, bu yapılamamış.
Sarayın birçok yerinde olduğu gibi,bu salonun da duvarları
çok güzel fayanslarla (Azulejo) ile kaplı

Pena Sarayı’nın aksine, Palácio Nacional de Sintra oldukça tenha idi. O nedenle rahat rahat ve keyifle gezebildik. Pena Sarayı’nı istila eden kalabalık burada yoktu. Aslına bakarsanız, Sintra Ulusal Sarayı bana göre çok daha tarihi ve ince detaylarla dolu bir yer. Gelin görün ki anlaşılan, sosyal medyanın da katkıları ile, renkli ve türlü türlü kuleleri olan Pena Sarayı insanların daha çok ilgisini çekiyor. Ben, Sintra’ya giden ve vakti olanlara Palácio Nacional de Sintra’ya da gitmelerini öneririm.

Kuğular Salonu
Tavandaki kuğular Kral I. João‘nun eşi Kraliçe Philippa‘ya
bir jest olarak yapılmışlar

Sarayın aklımda kalacağını düşündüğüm ve beğendiğim birkaç köşesinden kısaca bahsedeyim. Kuğular Salonu olarak adlandırılan sarayın Büyük Salonu 14. yüzyılda, Kral I. João ve eşi, Kraliçe Philippa zamanında yapılmış. Burası 19. yüzyıla kadar kralın divanı ve yemek davetleri, konserler, dini törenler ve resmi kabuller için kullanılmış. Abisi, İngiltere Kralı IV. Henry’nin amblem olarak kullandığı ve salona adını veren tavandaki kuğular, Lancaster’den gelin gelen Kraliçe Philippa’ya bir jest olarak yapılmışlar. Kraliçe Philippa aynı zamanda, önceki Portekiz yazılarımda adı geçen Gemici Prens Henrique’nin de annesi. Bundan dolayı, Belém’de gördüğümüz Padrão Dos Descobrimentos’daki (Keşifler Anıtı) heykeller arasında tek kadın heykeli Kraliçe Philippa’nınki idi.

Saksağanlı Salon
Bu salonun tavan süslemelerindeki saksağanların pençelerinde tuttukları güllerin de Kraliçe Philippa’nın üyesi olduğu İngiltere’nin Lancaster Hanedanı’na bir gönderme olduğu düşünülüyor. Saksağanların gagaları ile tuttukları Por Bem (İsteyerek) yazıları ise, kraliçenin eşi
Kral I. João’nun kendine seçtiği sloganmış.

Bir diğer salon olan Saksağanlı Salon’un tavan süslemelerinde de yine Kraliçe Philippa’ya bir gönderme yapıldığı düşünülüyor. Saraydaki en eski süsleme olduğu belirtilen tavana neden 136 tane saksağan yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Bu konuda çeşitli söylentiler var ama, hiçbiri kayıtlı bilgi değil. Buna karşın, saksağanların pençelerinde tuttukları güllerin büyük olasılıkla, Kraliçe Philippa’nın üyesi olduğu İngiltere’nin Lancaster Hanedanı’na bir gönderme olduğu belirtiliyor.

Hanedan Salonu
Salonun görkemli tavanı
Salona duvar fayansları 18. yüzyılda eklenmiş

Hanedan Salonu (Sala dos Brasões) olarak bilinen büyük mekân 16. yüzyılda, Kral I. Manuel tarafından yaptırılan görkemli kulede bulunuyor. Bütün bir katı kaplayan salonun sekizgen bir kubbesi var. Burada kral en tepeye Portekiz kraliyet armasını koydurmuş. Bu, hiyerarşik ama aynı zamanda birbirine bağımlı bir toplumsal yapıda kendisinin en tepede olduğunu simgeliyor. Öte yandan, sahip olduğu güç, altındaki aristokrasiye dayanıyor. Alt tarafta, armaları ile temsil edilen Portekiz’in en soylu ve önemli 72 aristokrat ailesi de sosyal statülerine kral sayesinde sahip olabiliyorlar. I. Manuel, kendi devam edecek soyunu da tavan süslemelerine 8 evladının armalarını koydurarak ifade etmiş. Kız evlatların armaları evlenene kadar boş tutulmuş. Hanedan Salonu’nun duvarlarının alt tarafları 18. yüzyılda Delft tarzı fayanslarla (Azulejo) süslenmiş.

Avludan sarayın sevimli mutfak bacalarını görmenk mümkün

Palácio Nacional de Sintra’yı iki saatten kısa bir sürede bitirince, kafesinde bir şeyler yemek ve kahve içmek için bol vaktimiz kaldı. Sintra’nın aynı zamanda tatlıları ile meşhur bir yer olduğunu okumuştum. Onun için fırsatı kaçırmadık ve müzenin kafesindeki Sintra’ya özgü 2 tatlıdan yedik. İkisini de lezzetli buldum. Queijadas de Sintra, 13. yüzyıla dayanan tarifi nedeniyle Sintra’nın en eski tatlısı imiş aynı zamanda. 18. yüzyılın ortasına kadar sadece evlerde yapılıyormuş. Daha sonra özel Queijadas imalathanelerinde üretilmeye başlanmışlar. Tatlı, un ve tuz ile yapılan küçük hamurların içine peynir, şeker, yumurta sarısı, tarçın ve un kullanılarak hazırlanan dolguların konması ile yapılıyormuş. Tat olarak, küçük cheesecake’leri andırıyor. İkinci tatlı, Travesseiros de Sintra, ağızda dağılan, pofuduk hamurlu bir tatlı. O da Sintra’nın en sevilen tatlılarından birisi imiş. İçinde yumurta sarısı, badem ve şeker var.

Avlunun ortasındaki burgu şeklinde su fıskiyesi
16. yüzyılda yapılmış
Avlunun bir köşesinde Su Mağarası olarak adlandırılan bir girinti var. Güneşten ve sıcaktan korunmak için yapılmış. Bir zamanlar, duvarlardaki fıskiyelerden su püskürtülüyormuş. 15. yüzyılın sonu ya da 16. yüzyılın başında yapılmış. Tavandaki stucco, sanatçı Giovanni Grossi‘ye atfediliyor. Ortada dünya, çevresinde dört mevsim ve mitolojik temalar canlandırılmış. (Stucco sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir,
yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve
bununla yapılan kabartma eserlere verilen isim)

Bir yandan kahvelerimizi içerken ve tatlılarımızı keyifle yerken bir yandan da biraz dinlendik. Epeyce yorulmuştuk. Tezgâhtaki görevli kızlar neşe ile birbirleriyle konuşuyorlardı. İkisinin de ataları Portekiz’in eski sömürgelerinden olmalıydı. Tiplerinden öyle anlaşılıyordu.

Sintra’ya özgü tatlılar

Palácio Nacional de Sintra’nın kafesinde dinlendikten sonra, 435 numaralı otobüse bindik ve vaktinden biraz da önce Quinta da Regaleira’nın kapısında olduk. Biletimiz saat 16:30 içindi. Burası da sabah gezdiğimiz Pena Sarayı gibi çok popüler olduğu için inanılmaz bir kalabalık vardı. Herkes, Romantik mimari tarzındaki sarayı, kiliseyi, ama en çok da şifreler, gizemli köşeler, gizli geçitler ve yapay göletlerle dolu parkını görmeye gelmişti. Söz konusu şifrelerin, simya, Masonluk, Tapınak Şövalyeleri ve Gül-haçlılar (Rozikrusyenler) ile ilişkilendirilmesi bu konulara az çok ilgi duyanları doğal olarak çekiyor. Duymayanlar için ise, Regaleira malikanesi neredeyse Disneyland tarzı bir keyif sunuyor.

Quinta da Regaleira Sarayı
Aşağı girişe yukarıdan bakış

Günümüzde Quinta da Regaleira olarak bilinen arazi aslen, adını aldığı, Vikontes Regaleira’nınmış. Kendisi 1892 yılında mülkünü Augusto Carvalho Monteiro’ya satmış. Monteiro, İtalyan mimar Luigi Manini ile birlikte, bu 40 dönümlük arazide kendi ilgi alanlarını ve inandığı ideolojileri yansıtan gerçeküstü bir ortam yaratmış. Kendisinin de Mason olduğu tahmin edilen Manini için bunun eğlenceli bir proje olduğunu tahmin ediyorum. İnşaat 1904 yılında başlamış ve 1910 yılında tamamlanmış. Malikhane 1942 yılında Waldemar d’Orey isimli şahsa, 1987 yılında da Japon şirket Aoki’ye satılmış. Şirket, on yıl boyunca araziye girişi yasaklayarak tamamen halka kapatmış. 1997 yılında, Sintra Belediyesi Quinta da Regaleira’yı satın almış ve kültürel etkinliklerin de yapıldığı bir müze haline getirmiş. Saray ve parkı aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.

Bahçede seyir kulesi
Bolluk Çeşmesi
Parkın içinde birbirinden farklı banklar var

Quinta da Regaleira Sarayı sekizgen kulesi, Gotik sivrilikleri, ön cephesindeki canavarımsı gargoylları ve sütunları ile etkileyici, biraz da ürkütücü bir yapı. Roma, Gotik, Rönesans ve Manuelin mimari özellikleri harmanlanmış. Devasa yapının kendisi (bodrum ile beraber) beş katlı. Sarayın ana cephesinin önündeki Regaleira Kilisesi’nin mimarisi de saray ile uyumlu. Kilise, tahmin edileceği üzere, bir Roma Katolik kilisesi.

Regaleira Kilisesi
Kilisenin içi

Ana yapılar bir yana, kalabalıkların esas görmek için oradan oraya gittiği noktalar, yukarıda belirttiğim gibi, parkın çeşitli yerlerindeki gizli mesaj ve şifrelerle dolu çeşmeler, insan yapımı mağaralar, geçitler, banklar ve benzeri. Aslında sarayın içinden çok, insanlar buralara ilgi gösteriyorlar. Tabelalar ve haritalara karşın bazılarını bulmak biraz vakit alabiliyor. Kalabalığa takılıp, bazı yerleri atlamanız da mümkün. O nedenle, elinizde bir görülecek noktalar listesi olsa iyi olur.

Ibis (Aynak Kuşu) Çeşmesi
Taştan çardak

Saray parkının içinde en çok ilgi çeken hiç şüphesiz, ters kuleler olarak da tanımlanan, iki kuyu. Tekris Kuyuları (Initiation Wells) denen bu yapılar, birçok insan için Quinta da Regaleira’ya gelmelerinin tek nedeni olabilir. Internette buranın pek çok fotoğrafına rastlamışsınızdır. Aşağı doğru döne döne inen merdivenleri var. Bu merdivenlerden aşağı iniyorsunuz. Kuyular hiçbir zaman su kaynağına ulaşmak için kullanılmamış. Adı üzerinde, tören için yapılmışlar. Kuyulardan büyük olanı 27 metre derinliğinde ve merdivenlerin kenarlarında toplam 23 tane pencere var. Kuyunun dokuz katlı olması, Tapınak Şövalyeleri’nin dokuz kurucusuna bir gönderme şeklinde değerlendiriliyor. Öte yandan, bazıları da bunun Dante’nin (İlahi Komedya’daki) Cehenneminin dokuz bölümünü temsil ettiğine inanıyorlar. Kuyunun dibinde, yerde Tapınak Şövalyeleri’nin haçının da resmedildiği bir pusula var.

Büyük Tekris Kuyusu (Initiation Well)
En altta, ortasında Tapınak Şövalyelerinin haçı olan pusula
Aşağı inerken yukarı bakmayı da ihmal etmedim
Gökyüzüne bakış…

Bir Tapınak Şövalyesi ya da yüzyıllar sonra onların ritüellerini yeniden canlandıran Masonların bir üyesi olduğu tahmin edilen Monteiro’nun bu kuyuları tekris törenleri için yaptırdığı tahmin ediliyor. Aydınlanma ya da İnisiasyon Töreni olarak da adlandırılan bu Masonluğa kabul töreninin Quinta da Regaleira’nın ünlü kuyularında yapılan şeklinde, gözleri bağlanan adayların, kalplerine yakın tuttukları bir bıçak ile bu dokuz kat merdiveni indiklerine, aşağı varınca bir labirentle kiliseyi bulmaya çalıştıklarına ve orada, yapılan tören ile kabul edildiklerine inanılıyor.

Tekris Kuyuları’ndan mağaralara açılan yeraltı dehlizi

Bitmemiş Kuyu olarak adlandırılan ikinci kuyu, bir tünelle ana kuyuya bağlanıyor. Ben bir kuyudan inip, öbüründen yukarı çıkacağız sanmıştım ama, güvenlik sebebiyle oraya giriş kapatılmıştı. Okuduğuma göre, bu daha küçük bir kuyuymuş.

Her ne kadar ziyaretçiler park kadar ilgi göstermiyorlarsa da,
Quinta da Regaleira Sarayı’nın içinde zarif ayrıntılar var

Yazının başında da belirttiğim gibi, bir güne üç sarayı sığdırmaya çalışınca epeyce yorulduk. Quinta da Regaleira’dan Sintra merkezine inmek için otobüsü beklemek yerine, oradaki bir taksiye bindik. Esasen niyetimiz, akşam yemeğini Sintra’da yedikten sonra, 22:50 ya da 23:50 treniyle Lizbon’da dönmekti. Ancak, girdiğimiz birkaç restoranda yer bulamayınca, Lizbon’a daha erken dönmeye karar verdik. Bir restoranda yer ayırtmak iyi olurmuş ama, saatler konusundaki belirsizlik nedeniyle onu yapmamıştım. Açıkçası, her yerin o kadar dolu olacağını da hiç tahmin etmemiştim.

Uzun bir günün ardından Lizbon’a döndükten sonra,
Rossio İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz
Café Beira Gare‘da yemek yedik

Lizbon’da trenden inince, fazla yer aramadan bir şeyler yemeğe karar verdik. Bu kadar yorgunluğun üzerine, daha ertesi gün İstanbul’a dönüş için toplanmamız gerekiyordu. Rossio  İstasyonu’ndan çıkınca, karşıda, sağ tarafta Café Beira Gare gözümüze çarptı. Ben, bira ile (Portekiz biraları güzel) balık çorbası ve ardından sardalya balığı yedim. Portekiz’deki sardalyalar bizimkilere göre epeyce büyükler. Ancak, önemli nokta, Portekiz’de sardalyayı temizlemeden pişirip, servis ediyorlar. Bunu gitmeden öğrenmiştim ama, yine de daldırıp, ufak çaplı bir kazaya uğradım!

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (1)

Birkaç gün için gittiğimiz Portekiz‘den yeni döndük. Yine yeni pek çok bilgi, gözlem ve hoş anılar biriktirdik. Güzel bir gezi oldu. Henüz gitmediğimiz her ülke, insana oraya özgü olduğunu düşündüğü belli şeyler çağrıştırır. Öteden beri, Portekiz denince benim de aklıma gelen birkaç şey vardı.

Bunlardan bir tanesi, klasik ekonomi okulunun en önemli teorisyenlerinden David Ricardo (1772-1823) ve onun uluslararası ticaretin temel kuralı kabul edilen Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi idi. Burada bu teorinin ayrıntılarına girerek sizi sıkmayacağım. Ülkeler arası serbest ticaret ve uzmanlaşmayı destekleyen bu teori özetle, ülkelerin her şeyi üretmeye çalışmak yerine, fırsat maliyeti açısından üstün oldukları malları üretip, bunu başaramadıkları ürünleri ithal etmelerinin her ülkenin yararına olacağını belirtir. Ricardo bu teorisi için İngiltere ve Portekiz’i örnek olarak kullanır ve yaptığı maliyet karşılaştırması ile iki ülkenin hem şarap hem de kumaş üretmek yerine, maliyet açısından avantajlı oldukları ürünü üretip, diğerini ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağını ortaya koyar. Buna göre, İngiltere avantajlı olduğu kumaşı üretip Portekiz’den şarap ithal etmeli, Portekiz de şarap üretip kumaşı İngiltere’den ithal etmelidir. Nedense, Portekiz denince aklıma hep üniversitede okuduğumuz bu örnek gelirdi.

Bir de babamın 1960’ların sonlarında bir iş gezisi için Portekiz’e gidişi ve grup olarak Padrão dos Descobrimentos, yani Keşifler Anıtı‘nın önündeki fotoğrafı vardır. Sözünü ettiğim yıllarda Portekiz günümüzde olduğu kadar gidilip gelinen bir ülke olmadığı için babamın bu gezisi çok heyecan verici gelmişti bana. Sonraki yıllarda tek tük akraba ya da tanıdıklarım gitmeye başladı Portekiz’e. Genelde söylenen, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça geri olduğu ve eğer insan ilk olarak yurt dışına çıkıyorsa, gidilecek ülkenin Portekiz olmaması gerektiği yönündeydi. Hatırlarsınız, Avrupa Birliği‘ne girişinde de (1986) ekonomik olarak aslında topluluk üyesi olmayı hiç hak etmediği ve İspanya‘nın kanatları altında girdiği çok konuşulmuştu.

Bir ülkeye birkaç gün için gitmek bizi elbette o ülkenin uzmanı yapmaz. Kaldığımız sürenin sonunda olsa olsa o ülke hakkında yüzeysel bir fikir edinebiliriz. Bir dizi gözlemden oluşan tadımlık bir deneyimdir bu. Esasen, aynı şey insanın kalış süresi birkaç haftaya yayılsa bile geçerlidir çünkü, bir ülkeye gezgin olarak gitmekle orada yaşamak, günlük hayatı deneyimlemek çok farklı şeyler. Ben de bu yazımda size, gezip görebildiğimiz yerleri mümkün olduğunca gözlemlerimi de katarak, anlatacağım.

Lizbon’a uçağımız epeyce erken bir saatte idi. İstanbul Havaalanı’na gitmek için sabah 03’te kalkmamız gerekti. Gidenler bilirler, İstanbul’dan Lizbon’a uçuş epeyce uzun sürüyor. 4 saat 35 dakika uçtuk. İndiğimizde yerel saat 10’a geliyordu. Kolayca taksi bulduk. Lizbon’un en iyi yanlarından biri, havaalanının şehir merkezine çok yakın, 15-20 dakika uzaklıkta olması. Kalacağımız Hapimag Lisbon‘un yakınına kısa sürede geldik ama, otelin bulunduğu Rua São José sokağında çalışma olduğu için taksi epeyce dolanmak zorunda kaldı. Sonunda, mümkün olan en yakın noktada inmemiz ve biraz yürümemiz gerekti. Oda girişleri saat 16’da olduğu için bavullarımızı bıraktık ve hemen Lizbon’u keşfe çıktık.

Praça dos Restauradores
Meydanın ortasındaki anıt Portekiz’in 1640 yılında İspanyol
hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor.

Otelimizin konumu hem çoğu gidilecek yere hem de başta metro olmak üzere toplu taşıma olanaklarına oldukça yakın olması açısından mükemmeldi. Meraklısı için, ünlü markaların sıralı olduğu ve 1879-1882 yılları arasında yapıldığı zaman Paris‘in ünlü Champs-Élysées caddesine benzetilmeye çalışılan Avenida da Liberdade birkaç saniyelik, Avenida metro istasyonu 5 dakikalık yürüme uzaklığında. Liberdade caddesi, kuzeyde Praça Marquês de Pombal meydanından başlayıp güneyde Praça dos Restauradores meydanında son buluyor. Marquês de Pombal (1699-1782) Lizbon şehircilik tarihi açısından önemli bir isim. Marki Pombal, 1750-1777 yılları arasında Kral I. José‘nin (1714 –1777) bakanı ve başbakanı olarak çok etkin bir şekilde görev yapmasının yanında, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan 9 Richter şiddetindeki deprem faciası sonrası Lizbon’un yeniden inşası konusunda da ünlenmiş. O nedenle, şehircilik açısından Paris için Baron Haussmann ne anlam ifade ediyorsa, Lizbon için de Marki Pombal onu ifade ediyor diyebiliriz. Bu arada, yaşanan depremin ve sonrasındaki tsunaminin yol açtığı yıkımın Lizbon’u gezerken tarihsel olarak insanın sık sık karşısına çıktığını belirteyim. Sicilya‘yı gezerken 1699 Etna patlaması nasıl sürekli karşımıza çıkıyorsa, aynı şey 1755 Lizbon depremi için de geçerli.

Praça dos Restauradores meydanında Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerini (calçada Portuguesa) yapan ustalara saygı olarak yapılmış anıt. Heykeltıraş Sergio Stichini‘nin eseri (2017)

Gezdiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce Portekiz tarihinden kısaca söz etmek istiyorum. Kimileri bunu gereksiz buluyor. Hatta bu şekilde yazılarımı uzattığımı düşünenler de var.  Onlar da sağ olsunlar ama ben nasıl ki, yurt içinde olsun yurt dışında olsun, gezdiğim şehir ya da ülkelerin geçmişini, nereden gelip nereye vardıklarını bilmek istiyorsam, yazılarımı da o şekilde yazıyorum. Sadece gezilebilecek yerler, gidilebilecek restoranlar ve benzeri konularında daha yüzeysel bilgiler veren bir sürü site zaten mevcut. Beni tatmin etmeyen bu sitelerin arasına bir benzerini de eklemek bana ters geliyor açıkçası.

Lizbon sokaklarından
Çeşitli içkiler satan bir dükkan

Portekiz, sonraki dönemlerde sadece işgaller, devrimler, darbeler ve ekonomik krizlerle anılan bir ülke olsa da aslında Avrupa’nın en eski ulus devletlerinden birisi olarak tanımlanıyor. Tarihsel gelişimine bakıldığında, ülkede Taş Devri dönemi insan topluluklarının M.Ö. 2000 yılından itibaren güney ve doğu İberya‘dan gelen İber kabilelerinin saldırısına uğradıkları ve  topraklarının istila edildiği görülüyor. M. Ö. 700’lerde Keltler de Portekiz topraklarını istila ediyorlar. M.Ö. 218 yılında bölgeye ulaşan Romalılar tüm bu yerleşik kabilelerin ve özellikle Lusitenya kabilesinin çok şiddetli bir şekilde karşı koyması ile karşılaşıyorlar. Romalılar bu topraklara yerleşme konusunda o kadar zorlanıyorlar ki, bunu ancak bir casusun M.Ö. 139 yılında Lusitenlerin lideri Viriato‘yu zehirleyerek öldürmesi sonucunda başarıyorlar. Romalılar, aynı zamanda saygı duydukları Lusitenya kabilesine ithafen bu yeni eyaletlerinin adını Lusitenya koyuyorlar. Romalıların altında bu topraklarda huzurlu bir ortam yaşanıyor. Bu arada Hristiyanlık da günümüz Portekiz topraklarında M.S. 200’lü yıllarda yayılmaya başlıyor. Ancak, Batı Roma İmparatorluğu‘nun çöküşü sırasında tüm Batı Roma topraklarında yaşanan Cermen barbar kabilelerinin istilası buraya da uzanıyor. 409 yılında başta Vandallar olmak üzere barbar kabileler buraları istila ediyor. Kısa bir süre sonra, M.S. 415 yılında, Vizigotlar‘ın istilası başlıyor ve diğer Cermen kabileleri yenerek buralardan sürüyorlar. Zaman içinde Vizigot kabileleri arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi başlıyor. 711 yılında bu kabilelerden birisi Kuzey Afrika‘dan Arapları yardıma çağırınca Portekiz için yeni bir dönem başlıyor. Araplar kısa zamanda İber yarımadasının güneyini istila ederek, 756 yılında Abd-al- Rahman önderliğinde bağımsız Al-Andalus krallığını kuruyorlar. Günümüzde Portekiz’in en güney bölgesi olan Algarve bölgesine Araplar, batı anlamına gelen Al-Garb adını veriyorlar.

Birkaç yüzyıl boyunca güneyde Arapların yönetiminde oturmuş ve sakin bir ortam hüküm sürerken kuzeydeki bazı ufak Hristiyan krallıklar kuvvetlenmeye başlıyorlar. Bu krallıklar 11. yüzyılda, yeniden fetih anlamına gelen Reconquista hareketini başlatarak, Araplara saldırmaya başlıyorlar. Bu harekatlar sırasında, Leon Krallığı‘nın bir parçası olan Portucale bölgesi özellikle öne çıkıyor. 1139 yılında liderleri Alfonso Henriques, Ourique‘de kazandığı zaferden sonra kendisini Portekiz Kralı ilan ediyor. Buna karşın, Algarve bölgesi 1249 yılına, III. Alfonso burayı yeniden fethedene kadar, Arapların elinde kalmaya devam ediyor. Bundan sonra tarihte Portekiz’in sınırlarında önemli bir değişiklik olmuyor.

Portekiz Sardalyasının Fantastik Dünyası
Ülkemizde yediklerimizden epeyce büyük olan Portekiz’deki sardalyalar hem halkın temel bir besini hem de özellikle konserve tesisileri ile bir endüstri olarak önemli bir geçim kaynağı. Rossio Meydanı’ndaki bu dükkanda yaratılan Disneyland havası sardalyanın turistlere tanıtımını ve satışını
çok eğlenceli bir hale getirmiş.

Portekiz’in keşifler ve emperyalist yayılmacı döneminin başlangıcı olarak Kral I. João zamanında Kuzey Afrika’daki Ceuta şehrinin ele geçirilmesi (1415) gösteriliyor. Kralın üçüncü oğlu Prens Henrique 1418 yılında babası tarafından Algarve valisi yapıldıktan sonra Batı Afrika’nın keşfine öncülük ediyor. Aslında kendisi bu keşif seferlerinin hiçbirisine katılmıyor ama Keşifler Çağı‘nın öncüsü kabul edildiği için kendisine Gemici lakabı takılıyor. Portekiz bu dönemde Gine Körfezi‘ne yapılan seferlerden elde ettiği altın ve kölelerden büyük karlar ediniyor. Ardından, I. Manuel zamanında Vasco da Gama‘nın 1498 yılında Hindistan‘a, Pedro Alvares Cabral‘ın 1500 yılında Brezilya‘ya ulaşması ile ülkenin zenginliğine zenginlik katılıyor.

Keşifler ve genişleme döneminin sonu olarak 1578 yılında Kral I. Sebastião‘nun Fas‘a yaptığı başarısız sefer kabul ediliyor. Kimilerine göre, inatçı ve dediğim dedik olan kral yüzyıllar sonra Müslümanlara karşı Yeniden Fetih ruhunu abartarak, gereksiz bir saldırıda bulunuyor. Alcácer Quibir Savaşı‘nda kesin olarak öldüğü belirtilen I. Sebastião’nun ardından büyük amcası Kardinal Kral Henrique tahta çıkıyor ancak, Katolik bir Kardinal olarak bekar olması gerektiği için, 1580 yılında öldüğü zaman varis bırakamıyor. Bunun üzerine, İspanya Kralı II. Felipe anne tarafından Portekiz tahtında hak iddia edince, Portekiz 60 yıl boyunca İspanyol Habsburg yönetimi altında kalıyor.  İspanyolların altında iken ülkede Portekizli asillerin yönetim pozisyonlarında olmalarına karşın, izlenen ortak dış politika sonucu Portekiz kolonilerinin pek çoğu Hollandalıların eline geçiyor.

Esasen halk için Lizbon’un dik yokuşlarına çare olarak yapılmış olan asansör ve fünikülerler, turistler için de ulaşım, şehri yukarıdan görmek ve daha iyi
tanımak için önemli toplu taşıma araçları

Portekizlilerin İspanyol yönetiminden kurtulma süreci, 1640 yılında bir ayaklanma ve Bragança Dükü’nün Kral IV. João olarak taç giymesi ile başlıyor. İspanyollar karşı çıkıyorlar ancak, bir dizi savaş sonrası, 1668 yılında resmen Portekiz’in bağımsızlığını tanımak zorunda kalıyorlar. Yukarıda belirttiğim İspanyol dönemindeki koloni kayıplarına rağmen, Portekiz Brezilya’dan gelen altın ve elmaslarla çok büyük gelirler kazanmaya devam ediyor. Bu bilginin ışığında insan Portekiz’in bu zenginliği neden İngiltere ya da onun kadar olmasa da İspanya gibi başarılı bir sanayi devrimi için gerekli sermaye birikimine çeviremediğini merak ediyor. Benim anladığım kadarıyla, bu konuda kritik bir dönem olan 18. ve 19. yüzyıllarda Portekiz birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Bunların bir tanesi, onca gelire karşın, Kral V. João‘nun yaptığı savurganlıklar ve lüks düşkünlüğü nedeniyle ülkeyi iflas noktasına getirmesi. 1755 depremi de ülke için büyük bir yıkım oluyor. Lizbon neredeyse tamamen yerle bir olurken, nüfusunun yüzde 10’u ölüyor. Ardından, tüm kıta Avrupa’sı ile birlikte, Napolyon‘un işgali yaşanıyor. Kraliyet ailesi Brezilya’ya kaçıyor ve geçici bir dönem için imparatorluğun başkenti Rio da Janeiro oluyor. 1811 yılında, daha sonra Wellington Dükü yapılacak olan General Arthur Wellesley ve General William Beresford yönetimindeki Britanya ve Portekiz birlikleri Napolyon’u yenerek ülkeyi kurtarsalar da aile 1821 yılına kadar Portekiz’e dönmüyor. Bu kez de 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığını kazanması ile büyük bir gelir kaybı yaşanıyor. Ardından, iki kardeş arasında yaşanan bir on yıllık taht kavgası ve iç savaş dönemi oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir ekonomik toparlanma dönemi yaşanmaya başlansa da endüstriyel üretimin neden olduğu kitlesel işsizlikler ülkede büyük bir hoşnutsuzluk yaratarak cumhuriyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor. 1908 yılında ünlü Praça do Comércio meydanında hem Kral Carlos hem de veliaht prens öldürüldükten iki yıl sonra, 1910 yılında cumhuriyet ilan ediliyor.

Rossio Tren İstasyonu

Ne yazık ki, cumhuriyetin ilanı Portekiz’e hemen refah ve mutluluk getirmiyor. Yaşanan politik istikrarsızlık ve ekonomik krizlere 1926 yılında askeri bir darbe ile çare aranıyor. Bu ise, 1932 yılında Başbakan olan ve ülkeyi 36 yıl boyunca çok sert bir şekilde yöneten António de Oliveira Salazar‘ın  (1889-1970) diktatörlüğüne uzanan yolun başlangıcı oluyor. Ülkedeki diktatörlüğün son bulması tam olarak ancak 25 Nisan 1974 günü yapılan barışçıl bir askeri darbe ile mümkün oluyor. Benim yaş grubumda olanlar, kan dökülmeden yapılan ve askerlerin tankların ve silahlarının namlularına taktıkları karanfiller nedeniyle Karanfil Devrimi olarak anılan bu darbeyi anımsarlar. Ülkenin tam olarak demokrasiye geçmesi ise, iki yıllık bir geçiş ve değişim döneminden sonra mümkün olabiliyor. Tüm bu kaos ve keşmekeş dolu tarih içerisinde benim dikkatimi çeken nokta, Portekiz’de 1834 yılı gibi erken bir tarihte tüm tarikatların yasaklanarak, manastırların kapatılması oldu. 100 yıldan beri dini tarikatlar konusuna kesin bir çözüm bulamamış ya da içtenlikle bulmak istememiş bir ülkenin vatandaşı olarak bu konuyu neredeyse 200 yıl önce çözen Portekiz’i çok takdir ettim.

19. yüzyılda Neo-Manuelin tarzda yapılmış olan Rossio İstasyonu
gece ışıklandırması ile bir bibloya benziyor

Gitmeden önce yaptığım araştırmalardan kendimce Lizbon’u gezmeye Rossio ve Figueira meydanlarından başlamanın iyi olacağına karar vermiştim. Ayrıca, bu bölgede arayıp bulmak istediğim özel bir şey de vardı. Yüzyıllar boyunca Lizbon’da ticaretin merkezi olan bu iki meydan, Avenida da Liberdade’nin son bulduğu Praça dos Restauradores meydanına da çok yakın. Geçerken meydanın ortasında göreceğiniz anıt, 1640 yılında Portekiz’in İspanyol hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor. 1886 yılında açılan anıtın iki bronz heykeli ellerinde tuttukları taç ve palmiye dalıyla Zafer ve Özgürlüğü simgeliyorlar.

Rossio İstasyonu’nun at nalı şeklindeki kapıları

Praça dos Restauradores’den yolumuza devam ederken, bir Starbucks gördük. Amerika dışında gittiğim ülkelerde hiç Starbucks meraklısı değilimdir. Hele sonradan içtiğimiz kahvelerden anladığımız üzere, Portekiz gibi kahvenin iyi olduğu bir ülkede bence Starbucks’a gitmeye hiç gerek yok. Onun yerine yerel bir kafede oturup kahve içmek, varsa yerel bir şeyler yemek çok daha güzel. Yine de, sabah çok erken kalktığımız ve uzun bir yolculuk yaptığımız için en azından kahvesini bildiğimiz standart bir yerde soluklanma ihtiyacı hissettik. Lafı hiç uzatmadan belirteyim. Kahve inanılmaz kötüydü. Birkaç gün sonra, Sintra‘ya giderken kahvaltı niyetine aldığımız yiyecekler de felaketti. Mecbur kalmazsanız Lizbon’da Starbucks’a gitmeyin derim. Öte yandan, bu kötü deneyim de bir işe yaradı sonuçta. Dinlendikten sonra kalkınca Starbucks’ın altında bulunduğu binanın kendisi ve giriş kapısı dikkatimi çekti. Ana kapıdan girince ışıklı göstergelerden buranın bir tren istasyonu, dahası birkaç gün sonra Sintra trenine binmek için gelmemiz gereken Rossio Tren İstasyonu olduğunu fark ettim. Sintra’ya gidiş konusunu bir başka yazımda ayrıntıları ile anlatacağım.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı
En arkada, Lizbon’un en prestijli tiyatro binası,
Teatro Nacional Dona Maria II görünüyor.

İki tane at nalı şeklinde çok güzel kapısı olan Rossio Tren İstasyonu 1886 yılında mimar José Luis Monteiro (1848-1942) tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında halka açılmış. O dönemde Avrupa’da inşa edilmiş belli başlı tren garlarının yakınında görmeye alışkın olduğumuz görkemli otellere benzeyen Avenida Palace Hotel de yine aynı mimarın eseri. İstasyonun mimarisi, Portekiz’de 19. yüzyılda yapılmış yapılarda sıkça karşımıza çıkan Neo-Manuelin (Yeni-Manuelin) tarz olarak tanımlanıyor. Adından anlaşılacağı üzere bu aslında 16. yüzyılda, Kral I. Manuel‘in (1495-1521) dönemine denk gelen bir mimari geleneğin yeniden yorumlanması. Portekiz’e özgü bir mimari olan ve bazen Portekiz Geç Gotik Mimarisi olarak da anılan Manuelin tarzı Portekiz’in Rönesans ve Keşifler döneminden beslenerek ortaya çıkmış. Bunun en güzel örneği, Belém‘e gittiğimizde gezdiğimiz Jerónimos Manastırı. Bu manastırda Gotik mimari ile, fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu gibi uzak diyarların mimari özelliklerinin ne kadar güzel bir ahenk ile yan yana getirildiğini görmek mümkün. 1755 depremi maalesef Lizbon’da I. Manuel tarafından bu tarzda yaptırılan eserlerin neredeyse tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak akım, imparatorluğun Azor Adaları ve Madeira gibi yakın ve Kuzey Afrika, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi uzak noktalarına kadar yayılmış. Neo-Manuelin akımı 19. yüzyılda bu akımın yeniden yorumlanması ile ortaya çıkmış.

Meydanın ortasında yükselen sütunun üstündeki heykel hem bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru hem de daha sonra Portekiz kralı olan IV. Pedro. 19. yüzyılda yapılan dalga desenli mozaikler yürürken insanda tuhaf bir duygu yaratıyor.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı, tren istasyonunun karşısında, iki dakikalık yürüme mesafesinde. Söz konusu meydan, altı yüzyıl boyunca Lizbon’un can damarı olmuş. Boğa güreşleri, askeri ve dini geçitler, festivaller hep burada yapılmış. Meydanın ortasında, aynı zamanda bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru olan IV. Pedro‘nun heykeli yükseliyor. Dom Pedro IV, yukarıda sözünü ettiğim iki kardeş arasında yaşanan iç savaşın taraflarından birisi. Kardeşi Miguel, ülkenin muhafazakarları ile birlik olup, mutlak monarşiyi savunurken kendisi, bir liberal olarak, İngiltere’de olduğu gibi anayasal monarşiyi savunmuş ve 1822’de bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun birinci hükümdarı iken, tahtı kızına bırakarak Portekiz’e gelmiş ve kardeşini yenmiş. Meydan 19. yüzyılın ortasında dalga desenli mozaik ile kaplanmış. Uzaktan bakınca ve üstünde yürürken insanda değişik bir duygu yaratıyor. Meydanın çevresindeki binalar, Marki Pombal tarafından 1755 depreminde yıkılan binaların yerine yaptırılmış. Günümüzde bu binaların altında kafe ve dükkanlar var. Meydanın kuzey yanında Lizbon’un en prestijli tiyatro binası, Teatro Nacional Dona Maria II var. Daha önce burada bulunan Estaus Sarayı 1450 yılında, Lizbon’u ziyaret eden üst düzey yabancıları misafir etmek için yapılmış. Daha sonra, 16. yüzyılda, Engizisyon Mahkemesi olarak kullanılan saray 1755 depreminde yıkılmış. Günümüzde gördüğümüz Neo-Klasik bina, İtalyan mimar Fortunato Lodi tarafından tasarlanmış ve 1842-1846 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın tepesindeki alınlıkta yer alan heykel, Portekiz tiyatrosunun kurucusu sayılan Gil Vincente‘nin (1465-1536) heykeli.

Figueira Meydanı

Rossio Meydanı’nın yanındaki Praça da Figueira (figueira incir ağacı demekmiş) meydanında depremden önce Hospital Real de Todos-os-Santos hastanesi varmış. 1750’de yangın geçiren hastane beş yıl sonraki depremde tamamen yıkılmış. Pombal Markisi Baixa semtini yeniden tasarlarken buranın şehrin merkezi pazar yeri olmasına karar vermiş. 1885’te, Barselona’daki pazarlar gibi, üstü kapatılmış ama, 1950’de pazarın üstü tekrar açılmış. Meydandaki bronz Kral I. João‘nın heykeli heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından yapılmış ve 1971 yılında açılmış. Rossio meydanında olduğu gibi bu meydanı da günümüzde otel ve kafeler çevreliyor. 1829’da açılan ve aynı ailenin 6. kuşağı tarafından işletilen, bir zamanlar kraliyet ailesinin şekerlemecisi olan Confeitaria Nacional da Figueira meydanında. Biz burada oturmaya fırsat bulamadık ama, siz bir kahve ve pastanenin ünlü tatlıları ile bir mola verebilirsiniz. Okuduğuma göre buranın kahvaltısı da güzelmiş.

Praça da Figueira meydanının ortasında görülen ve 1971 yılında yapılan
Kral I. João‘nun heykeli Leopoldo de Almeida‘nın eseri.

Kafe ve restoranlar gittiğimiz ülkelerin yerli vatandaşlarını gözlemlemek için en uygun yerler. Eğer dışarıda oturuyorsanız, buna gelen geçenleri de ekleyebilirsiniz. Toplu taşıma araçları da bu açıdan çok zengin bir fırsat sunuyorlar. Eğer bir yerde yaşamayıp, kısa süreli kalıyorsak gözlemlerimizin yüzeysel olma olasılığı elbette yüksektir. Buna karşın Portekizliler hakkında size yine de birkaç satır yazmak istiyorum. Ben Portekizlileri oldukça mesafeli ve ciddi buldum. Fazla güler yüzlü oldukları söylenemez. Bu yönden Katalanlara benzettim. Gittiğiniz yerlerde öyle İtalya’da olduğu gibi sohbet ya da şaka, espri beklemeyin. İstisnalar elbette olabilir ama, ben rastlamadım. Ama yine de genel olarak Portekizce bir obrigado (teşekkür ederim) ya da por favor (lütfen) diyerek kimilerinden bir gülümseme koparmanız mümkün. Aslında bu yaz Yunanistan’da edindiğim deneyim de gittiğiniz ülkenin dilinde, özellikle nezaket içeren birkaç kelimenin çok olumlu karşılandığı yönünde. Portekiz’de çok sayıda eski sömürgelerinden gelen insan da yaşıyor. Çeşitli işlerde çalışan Brezilyalılar, Hintliler, Uzak Doğulular ve Endonezyalılar var. Ancak, bu farklı etnik kökenli insanlar beyaz Portekizlilerle pek fazla karışmışlar gibi gelmedi bana. Hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Portekizlilerde gözlemlediğim bir başka özellik ise çevrelerinden, dünyadan oldukça kopuk görünmeleri. Belki sadece dışarıdan öyle görünüyorlar, bilemiyorum.

Masonların kendilerine özgü, özel el sıkma hareketlerini
gösteren kabartmayı insanlar fark etmeden geçiyorlar

Figueira Meydanı tarafında bulmak istediğim özel bir şey olduğunu yukarıda yazmıştım. Farklı şehirlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bazen bir kenti belli bir tema doğrultusunda, bir şeylerin peşine düşerek gezmeyi sevdiğimi bilirler. Aradığım şey, Figueira Meydanı ile Rua do Amparo‘nun köşesindeydi. Bu, çoğu insanın fark etmeden yanından geçip gittiği bir Mason simgesi idi. Sokağı ve meydanı birleştiren köşedeki mermerden büyük madalyonun üzerinde bariz bir şekilde, Masonlara özgü el sıkışmasının yer aldığı bir kabartma var. Lizbon’da, daha önce Barselona’da yaptığım gibi detaylı olarak Mason simgelerinin peşine düşecek zamanım olmadı. Barselona’da bu konuya epeyce zaman ayırmış ve ayrı bir yazı yazmıştım. Burada o kadar vaktimin olmayacağını önceden biliyordum. O nedenle, sadece bu mermer plakayı ve daha sonra gideceğimiz bir restorandaki simgeleri görmeye karar vermiştim. Söz konusu restorandan bu yazımın sonunda bahsedeceğim.

Rua do Amparo, Figueira Meydanını Rossio Meydanına bağlıyor. Sokağın başındaki Masonik el sıkma kabartmasının iki meydanın birbirlerine desteğini simgelediği düşünülüyor.

Masonik röliyefin büyük olasılıkla, Rossio Meydanı’nı yeniden düzenleyerek buradaki pazarı komşu Figueira Meydanı’na taşıyan mimar Carlos Mardel tarafından tasarlandığı belirtiliyor. Kendisi de Mason olan Mardel, yeni bir işlev ve önem kazandırdığı Rossio ile Figueira arasındaki karşılıklı desteği tipik bir Mason el sıkma hareketi ile simgelemiş. 18. yüzyılda şehirde yapılan bu düzenlemeler sonucunda Lizbon’da, üç meydan çevresinde, farklı alanlarda önemi olan üç merkez yaratılmış. Rossio, dükkanlar ve iş yerleri ile kentsel, Figueira büyük pazar yeri ile kırsalla bağlantılı bir merkez haline getirilmiş. Mardel, Masonik el sıkma kabartması ile hem kendi ait olduğu topluluğun bir izini bırakmış hem de Lizbon’un iki farklı yüzü olan kentsel ve kırsal odakların dayanışmasını ifade etmiş. Lizbon için önemli olan diğer meydan daha önce sözünü ettiğim Praça do Comércio. Adı üstünde, nehir kıyısındaki konumu ile bu meydan, özellikle dünya ile ticaretin merkezi olarak tasarlanmış.

İki meydanı birleştiten sokaklardan Rua da Betesga‘dan
Lizbon’un kalesi Castelo de São Jorge manzarası. Kalenin bulunduğu tepe Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar tarafından da savunma amaçlı kullanılmış. Arapların 8. yüzyılda yaptıkları kale, 1147 yılındaki kuşatma ile Portekizlilerin eline geçmiş. Orta Çağ boyunca yapıda birçok değişiklik yapılmış. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda kraliyet konutu olarak kullanılmış.

Masonluk, İspanya’ya olduğu gibi, Portekiz’e resmi olarak yüzyıllar sonra girmiş olsa da her iki ülkenin de Tapınak Şövalyeleri ile kuvvetli tarihsel bağlarının olması, Masonluğun bu ülkelerde yaygın ve kuvvetli olmasının bir nedeni olarak gösteriliyor. Tüm localar olmasa da kendisini Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olarak gören localar olduğu çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Engizisyon mahkemesi kayıtlarına dayanılarak, Portekiz’de ilk Mason oluşum 1727 ya da 1728 olarak kabul ediliyor. Web sitemdeki “Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…” başlıklı yazımda Tapınak Şövalyeleri’nin tarihte ortaya çıkışlarından ve yaklaşık iki yüz sene sonra kafir ilan edilerek, yöneticilerinin 1314’te yakılarak yok edilmesinden söz etmiştim. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için linki kullanarak, söz konusu yazımı okuyabilirsiniz. 1096 yılında, Birinci Haçlı Seferi‘nden sonra kurulan ve 1128 yılında Papa II. Honorius tarafından resmi olarak tanınan Tapınak Şövalyeleri’nin başlangıç amacı Kutsal Topraklara hacca giden Hristiyanları korumaktı. Zamanla, aldıkları bağışlar ve yaptıkları yatırımlarla Avrupa’nın en büyük finansal gücü haline gelmişlerdi. Öyle ki, tarikat Avrupa’nın monarklarına borç verebilecek güce kavuşmuştu. Onların sonunu getiren de bu güç oldu. Günümüzde, Tapınak Şövalyeleri’nin 1312 yılında Papa V. Clement tarafından din düşmanı ve kafir ilan edilerek yok edilmesinin arkasında, şövalyelere ödeyemeyeceği kadar büyük borcu olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in yaptığı baskı olduğu biliniyor. Bu süreçte, Fransa’da büyük ölçüde katledilen tarikat üyelerine İspanya ve Portekiz hükümdarları kucak açıyor. Dönemin Portekiz hükümdarı Kral Dinis, Tapınak Şövalyeleri’nin, başta İsa’nın Şövalyeleri olmak üzere, başka tarikatlar içinde varlıklarını sürdürmelerine izin veriyor. İşte Masonluğun Lizbon’da kuvvetli olması bir yanıyla bu tarihsel gerçeklere dayandırılıyor.

Rua da Betesga’nın köşesindeki São Jorge yani Aziz George kabartması. Aziz George, aralarında İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Gürcistan bulunan birçok ülkenin olduğu gibi, Portekiz’in de koruyucu Azizi kabul ediliyor.

Rossio ve Figueira civarındaki ilginç yerlerden birisi de Ulusal Anıt staüsünde olan, Igreja de São Domingos, yani Aziz Dominik Kilisesi. Küçük bir meydana (São Domingos Meydanı) açılan kilisenin, dışarıdan belli olmasa da içerisinde oldukça ürkütücü bir atmosfer var. Bunun sebebi, en son 1959 yılında geçirdiği büyük bir yangının izlerini taşıyor olması. Açıkçası, kilise hakkında bilgi sahibi değildim. Sadece, yola çıkmadan birkaç gün önce bir Portekizlinin görülmesi gereken bir yer olduğu yönündeki ipucuna dayanarak görmeye karar vermiştim. Kilisenin tarihi konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeri girer girmez bir tuhaflık sezdim ve buranın yangın geçirmiş olduğunu hemen fark ettim. Psikolojik olsa gerek. Sanki kararmış duvarlardan insanın burnuna bir yanık kokusu yayılıyordu. Kilise, 13. yüzyılda, Kral II. Sancho zamanında yapılmış. Ancak, 1531 ve 1755 yıllarının depremleri ile geçirdiği birkaç yangından sonra yapılan iyileştirmeler orijinal Orta Çağ kilisesinin izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Oysa ilk yapıldığı dönemde burası Lizbon’da Kraliyet vaftiz, düğün ve cenaze törenlerinin yapıldığı kilise imiş. Yangından kararmış orijinal sütunların arasındaki turuncu tonlarında boyanmış daha yeni duvarlar ilginç bir tezat oluşturuyor.

Igreja de São Domingos

İçeri girdikten kısa bir süre sonra hem biraz soluklanmak hem de etrafı incelemek için sıralardan birine oturalım dedik. Bu, birçok gezgin gibi, gittiğimiz hemen hemen her ülkede yaptığımız bir şey. Ama bu kez oturur oturmaz, son derece asık yüzlü ve kaba bir görevli tarafından, ayin olacağı belirtilerek, kaldırıldık. Adam suratsız olmanın dışında bir de düpedüz bağırıyordu. Aklıma birkaç yıl önce, Noel zamanı, Beyoğlu’ndaki Santa Maria Draperis Kilisesi‘ndeki sevimsiz bir siyahi görevli geldi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak ve bir afra tafra ile ziyaretçileri sözde düzene sokuyordu. İki olay da aklımda, kompleksli insanların verilen en basit görevi abartarak, “Ali kıran baş kesen” haline gelmelerine güzel bir örnek olarak kalacak.

São Domingos Kilisesi’nin içi
Aziz Domingos Kilisesi’nin içi geçirdiği
yangınların izleri ile dolu

Kilisenin önündeki meydanda büyük bir Afrikalı grup vardı. Meğer bu bir rastlantı değilmiş.  São Domingos Kilisesi’nin cemaatinin neredeyse tamamının, kökleri Portekiz’in eski Afrika sömürgelerinden gelenlerden oluştuğunu okudum. Burası, Lizbon’un özel olarak Afrikalılara kucak açan ve onları kollayan bir kilisesi imiş. Kilisenin Afrikalılar ile bağı 1400’lü yıllara kadar dayanıyor. Bu yıllarda Afrika’dan gelen köleler eğer Afrika’da veya getirildikleri gemilerde vaftiz edilmemişlerse, São Domingos Kilisesi ve çevredeki birkaç kilisede vaftiz edilirlermiş. Daha sonra, civardaki köle pazarlarında madenlerde, gemilerde, dükkanlarda, tarlalarda ve dökümhanelerde çalışmak üzere satılırlarmış.

Santa Justa Asansörü

Rua de Santa Justa‘daki Santa Justa Asansörü Rossio Meydanı’ndan kolaylıkla görülebiliyor. Göğe doğru yükselen bu dev asansör genel olarak Lizbon’a gidenlerin görmeyi ihmal etmedikleri bir yer. Günümüzde daha çok bir turist çekim merkezi olsa da Portekizce adıyla Elevador de Santa Justa aslında zamanında Lizbon’un toplu taşıma sisteminin bir parçası olarak inşa edilmiş. İçi ahşap, 25’er kişilik iki kabini olan asansör şehrin Baixa semti ile yukarıdaki Bairro Alto‘yu birbirine bağlıyor. Tepenin ne kadar dik olduğunu görünce insan, bu asansörün yapıldığı zaman Lizbonlular için ne büyük bir kolaylık sağladığını anlıyor. Demirden ve kimi kaynaklara göre 32, kimine göre 45 metre yüksekliği olan (sanırım nereden ölçüldüğü ile ilgili) asansör 1902 yılında hizmete açılmış. Mimarı, Alexandre Gustave Eiffel‘in öğrencisi olan Fransız mimar Raoul Mesnier du Ponsard. Başta buharla çalışan asansörde 1907 yılından itibaren elektrik kullanılmaya başlanmış. Yapının demir iskeleti Neo-Gotik süslemeler ve detaylarla dolu. O nedenle insana sadece bir demir yığını değil, bir sanat eseri izlenimi veriyor.

Santa Justa Asansörü’nden kale manzarası

Talebin çok, kabin kapasitesinin ise sınırlı olması nedeniyle uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Belki sabah çok erken ya da geç bir saatte daha az yoğun olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi, asansör şehrin toplu taşıma sisteminin bir parçası olduğu için Lizbon için almanızı önerdiğim toplu taşıma kartınızı burada da kullanabilirsiniz.

Uzakta görünen Tagus nehri

Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi. İçi ahşap kaplı, tertemiz kabine bindik. Bizim İstanbul’daki Tünel’in sistemi gibi, Santa Justa Asansörü’nün de kabinlerinden birisi inerken diğeri yukarı çıkıyor. Gittiğim şehirlere yukarıdan bakmayı hem manzara açısından severim hem de şehirde ne nerede diye kafamda yerli yerine oturtmak için çok yararlı bulurum. Lisbon’da şehri yukarıdan görebileceğiniz dokuz, on tane böylesi manzara noktası (Mirador) var. Santa Justa Asansörü de bunlardan birisi. Yukarı çıkınca, tepeden Rossio Meydanı’nı, karşıdaki kaleyi (Castelo de São Jorge), katedrali (Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca Sé de Lisboa) ve İber Yarımadası‘nın en uzun (1007 kilometre) nehri olan ve Lisbon’dan Atlantik Okyanusu‘na dökülen Tagus‘u görebilirsiniz.

Santa Justa Asansörü’nü yukarıdan Bairro Alto semtine bağlayan koridor

Santa Justa Asansörü yukarıda Bairro Alto semtine iki yanı açık, koridor şeklinde bir yürüyüş yoluyla bağlanıyor. Bu yolu izlediğinizde, kendinizi bana göre Lizbon’un en ilginç tarihi eserlerinden birinin dibinde bulacaksınız. Aşağıda Rossio Meydanı’ndan da görülebilen bu çatısız tarihi yapı Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) ve Carmo Manastırı. Aslen Karmelit tarikatına ait olan kompleksin girişi, önündeki sevimli ve sakin Largo do Carmo meydanında. Günümüzde, ağaçların altındaki sakin kafeleri ile çok huzurlu görünen bu meydan Portekiz yakın tarihinde önemli olaylara sahne olmuş. Meydanın ortasındaki çeşme ve çevresindeki binalar, depremin ardından Pombal Markisi’nin Lizbon’da başlattığı yeniden inşa döneminde yapılmışlar. Ancak, günümüz Portekizlileri için meydanın tarihsel önemi bundan çok daha fazla. 1974 yılındaki Karanfil Devrimi’nin en önemli olayları burada yaşanmış. 25 Nisan 1974 günü, 48 yıldan beri süren diktatörlük rejiminin başbakanı olan Marcello Caetano, başlayan ayaklanmalar üzerine, o sıralar Carmo Manastırı’nın bir bölümünü karargâh olarak kullanan Cumhuriyet Muhafızları Birliği’ne sığınmış. Ayaklanan diğer askeri birlikler ve halk bu meydanda toplanmışlar ve sonunda karargâhı ele geçirmişler.

Carmo Kilisesi ve Carmo Manastırı‘na Santa Justa Asansörü’nden bakış
Kilise ve manastırın Rossio Meydanı’ndan görünüşü

Carmo Kilisesi ve Manastırı 14. yüzyılda, önce asker olup, daha sonra Karmelit tarikatına giren General Nuno Álvares Pereira tarafından yaptırılmış. Kendisi 2009 yılında Papa tarafından resmen Aziz ilan edilmiş. Lizbon kalesinin karşısındaki tepede, bir zamanlar şehrin en görkemli kiliselerinden birisi olan yapı, 1755 depremi ve ardından yaşanan yangında ağır hasar görmüş. Çatı tamamen çökmüş. 1756 yılında Neo-Gotik tarzda bir yeniden inşa süreci başlatılsa da bu çalışmalar 1834 yılında Portekiz’de dini tarikatların yasaklanması nedeniyle tamamen durmuş. Günümüzde ayakta gördüğümüz kalıntılardan 14. ve 15. yüzyıllardan kalma orijinal kısımların güney ve batı kapıları ile apsis önündeki hol benzeri açıklık olduğu belirtiliyor. Kilisenin çatısı hiçbir zaman tekrar kapatılmamış. 1864 yılında burada bir arkeoloji müzesi oluşturulmaya karar verilmiş. Ülkenin ilk sanat ve arkeoloji müzesi olarak burada, hem tarikatların lav edilmesi ile terk edilen dini mekanlardaki sanat eserleri hem de Fransız işgali ve iç savaşlar sırasında tahrip olan eserler korumaya alınmış.

Carmo’nun ana giriş kapısı
19. yüzyılda müzeye dönüştürülen Carmo’nun
etkileyici bir havası var.
Manuelin Tarzda yapılmış pencere (16. yy.)
Santa Maria de Belém Manastırı‘ndan getirilmiş.
Altta Portekiz arması (14.yy.)

Bilet aldık ve içeri girdik. Kilisenin çatısının olmadığını fotoğraflardan zaten biliyordum ama yine de içeri girince etkilendim. Bir kısmı Neo-Gotik yeniden inşa döneminden kalan kirişlerin arasından gökyüzünü ve bulutları görmek elbette hoştu. Ben burayı esas, sergilenen arkeolojik ve eski eserlerle bütünleştirilmiş olmasından dolayı etkileyici buldum. Portekiz’in dört bir tarafından getirilen Roma ve Arap dönemi ile çeşitli manastır ve kiliselerden getirilen Orta Çağ’dan kalmış eserler ortamın ambiyansına ayrı bir değer katıyor kanımca. Yapının manastır bölümü de küçük ama güzel düzenlenmiş bir müze. Burada da Portekiz’in Erken ve Orta Paleolitik, Neolitik, Bronz ve Demir Çağlarına giden geçmişine ait buluntular, Orta ve Güney Amerika’dan getirilen eserler ve çoğunluğu yine dini mekanlardan kurtarılmış parçalar sergileniyor. İlgi çekici eserler arasında 16. yüzyılda yapılmış ve Santarém‘den getirilmiş Kral I. Fernando‘nun lahiti ve yine aynı yüzyıla ait Perulu bir oğlan çocuğunun mumyasını söyleyebilirim. Işıkların aşırı parlaması nedeniyle mumyanın fotoğrafını kendim çekemedim. Burada müze broşüründen bir fotoğraf paylaşıyorum.

Orta ve Geç Neolitik Dönem buluntuları
6. ve 19. yy. arasına tarihlenen Orta Amerika’dan
çeşitli seramik ve çömlek objeler
Kral I. Fernando‘nun mezarından detay
Santarém‘deki San Francisco Manastırı’ndan getirilmiş
(14. yy.)
Oğlan çocuğu mumyası
Peru (16. yy.)
Kaynak: Müze broşürü

İlk güne sığdırdığımız tüm bu gezmelerden sonra, akşam yemeğe gitmeden, artık otele giderek odamıza yerleşme zamanı gelmişti. Sabah İstanbul’da ne kadar erken kalktığımızı düşününce, hiç de fena gezmemişiz diyebilirim. O arada bir de Lizbon’a gelenlere önerilen 28 numaralı tramvaya binme denememiz oldu ancak, inanılmaz bir kuyruk nedeniyle vaz geçtik. Sanırım, vaz geçmesek iki saatten fazla beklememiz gerekecekti. Bu tramvay özellikle, 40 dakika süren ve şehrin ilgi çekici Graça, Alfama, Baixa semtleri ile katedral ve kale gibi önemli turistik noktalarından geçen güzergahı nedeniyle çok popüler.

Ah! İşte o ünlü 28 numaralı tramvay!

Otele dönmeden önce Rua Augusta‘daki Fábrica da Nata‘da bir soluklanalım dedik. Burada kahve eşliğinde birer Pastéis de Nata yedik. Portekiz’e giden gitmeyen herkes Pastéis de Nata veya Pastéis de Belém‘i duymuştur. Ülkemizde bazı pastanelerde de bu altı çıtır, içi tarçın ve limon kabuğu ile çeşnilendirilmiş krema ile dolu, yuvarlak ve küçük tatlılar yapılıyor. Bu arada, bazen bu tatlıya Pastel de Nata veya Pastel de Belém de dendiğini görebilirsiniz. Pastéis Portekizce tatlı hamur işleri için kullanılan çoğul bir terim. Pastel ise, onun tekil hali. Şimdi bir de Pastéis de Nata ve Pastéis de Belém arasındaki farkın ne olduğu olayı var. Pastéis de Belém, bu tatlının Belém’deki ünlü Pastelaria de Belém pastanesinde yapılanına verilen isim. 1837 yılında kurulan pastane, bu tatlının özel, orijinal tarifinin kendilerinde olduğunu ve bunu, tatlıyı asıl icat eden, yakınlarındaki Jerónimos Manastırı’nın rahiplerinden öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardıklarını söylüyor. Bir sonraki gün Pastéis de Belém’i de tatma fırsatı bulduk. Arada fark olup olmadığını ve değerlendirmemi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Fábrica da Nata‘nın ikinci katından kafe ve restoranlarla
dolu Rua Augusta‘ya bakış

Akşam yemeği için, 2023 ve 2024 Michelin listesinde yer alan Cervejaria Trindade‘de çok önceden yer ayırtmıştım. Bunun sebebi sadece Michelin değerlendirmesine girmiş olması değildi. Doğrusu, mekânı da çok merak etmiştim. Cervejaria Trindade, yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bir manastırda hizmet veriyor. 1294 yılında kurulmuş. Manastırın özel misyonu Arapların elindeki Hristiyanları kurtarmakmış. Manastırın bir başka özelliği de papazların burada bira üretmeleri imiş. Zaten Cervejaria da Portekizce bira imalathanesi demek. Cervejaria Trinidade aynı zamanda Portekiz’in en eski bira imalathanesi kabul ediliyor. Günümüzde Portekiz Ulusal Mirası statüsünde olan manastır tarihinde birkaç büyük felaket geçirmiş. 1704 yılında çıkan bir yangında yerle bir olmuş. Büyük Lizbon depreminde (1755) ağır hasar aldıktan sonra 1756 yılında tekrar yanmış. 1834 yılında dini tarikatların yasaklanması sonucu kapatılmış. Kapatıldıktan bir sene sonra burayı Galiçyalı bir sanayici olan Manuel Moreira Garcia satın almış ve yapının kilise, manastır ve yemekhane bölümlerini 1836 yılında açılan bir bira fabrikasına çevirmiş. 1840 yılında papazların yemekhane bölümünden geriye kalan kısımda halka doğrudan hizmet veren bir bira salonu açılmış. Manuel Moreira Garcia 1863 yılında, Fábrica de Cerâmica Viúva Lamego seramik fabrikasının sanat direktörü Luís Ferreira‘ya, manastırın orijinal seramik duvar kaplamalarına (azulejos) ek olarak başka boyalı paneller sipariş vermiş. Sahibinin inanç ve zevkini yansıtan bu panellerden orijinal manastırın atrium bölümündeki beş tanesi Masonik simgelerle dolu olmaları açısından çok ilginç. Restoranın hemen girişindeki bu duvar panolarından sonra, biraz daha ilerleyince, manastırın yemekhanesine denk gelen yerde, Dört Element ve Dört Mevsimi simgeleyen canlandırmalar var. Mevsimlerden kışı simgeleyen pano artık yok. Sonraki yıllarda bir kapı açma uğruna yok edilmiş. Benim çok merak ettiğim bu duvar panolarını restoranda yemek yemeseniz de belli saatlerde (sabah: 10-12, öğleden sonra 3-7 arası) görmenize izin veriyorlar.

Cervejaria Trinidade’ye akşam saat 9:30 için rezervasyon yaptırmıştım. Portekiz’de önceden restoran rezervasyonu yaparsanız o günün sabahında e-mailinizi kontrol etmeyi ihmal etmeyin çünkü, aynı gün sizden rezervasyonunuzu onaylamanızı istiyorlar ve bunu da elektronik posta yoluyla yapıyorlar. Eğer yapmazsanız, masanızı başkasına verebileceklerini belirtiyorlar.

Üstad-ı Muhterem
Her şeyi gören göz…
Sekreter…
Birinci Nazır…

Günün yorgunluğunun üzerine, Bairro Alto, Rua Nova da Trinidade 20C adresindeki restorana gitmek, çıkmamız gereken yokuş ve merdivenler nedeniyle, epeyce zahmetli oldu. Yine kısa bir yürüyüş gösteren ama topografya konusunda hiçbir bilgi vermeyen navigasyonun azizliğine uğradık. Oysa buraya gelmenin en pratik yolu, yine Santa Justa Asansörü’ne binmekmiş. Sizin aklınızda olsun…

Dört Mevsim canlandırmalarından Rüzgar
Mevsimlerden Sonbahar (solda) ve Yaz (sağda)
Cervejaria Trindade‘nin duvarlarındaki azulejos’larda başka
canlandırmalar da var. Gözüme çarpan bu pano da
Ticareti temsil ediyor.

Restorana geldiğimiz zaman, oturmak istediğim ve ona göre yer ayırttığım Masonik panolar olan ön bölmede, tek başına oturan ve garsonla inanılmaz yüksek sesle konuşan bir Amerikalı turist kadın nedeniyle daha içerideki salona geçmeye karar verdik. Bu salon, daha önce manastırın kilisesinin ve 1866-1935 yılları arasında bira imalathanesinin bulunduğu bölümmüş. 1946 yılında buraya yeni bir fonksiyon kazandırılmak istenince, yeniden düzenlenmiş ve duvarlarını panellerle süslemek üzere, sanatçı Maria Keil davet edilmiş. Salon da günümüzde bu isimle anılıyor. Güney Portekiz doğumlu olan sanatçının, Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerinden (calçada Portuguesa) ve Roma tapınaklarından esinlenerek yaptığı paneller sanatta Portekiz Modernist akımının bir parçası sayılıyor. Bu kısım bir dönem (1959-1972) ayrı bir restoran haline getirilmiş. 1973 yılında tekrar Trinidade’ye katılmış.

Bizim yemek yediğimiz Maria Keil salonu
Sanatçı duvar panolarını yaparken ülkeye özgü kaldırım
döşemelerinden (calçada Portuguesa) esinlenmiş
Restoranın daha önce manastırın revaklı
avlusu olan bölümü

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Cervejaria Trinidade’nin ortamını fazla modern buldum. Restoran, 2021 yılında girdiği, bir yıl süren tadilattan sonra bu halini almış. Eski halini bilenler önceki ambiyansının çok daha otantik ve güzel olduğunu söylüyorlar. Maalesef bu durum, ülkemizde ve dünyada sıkça karşılaştığımız bir durum. Tarihi yerlerin mutfak ve tuvalet gibi bölümlerinin çağdaş hale getirilmeleri elzem. Ama orijinal havanın bozulmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki gençlerin ilgisini çekmek için bu yola başvuruluyor. Bilemiyorum.

Şerefe…
Kabuklu deniz ürünleri Portekiz mutfağının olmazsa olmazları

Restoranda, bizim gibi turistlerin yanında, çok sayıda Portekizli de vardı. Bilirsiniz, bu benim için daima iyiye işarettir. Garsonların biraz ilgisiz ve bu dünyadan kopuk gibi olduklarını söylemeliyim. Ancak, bunu kişisel almamalısınız. Portekiz’de neredeyse her yerde rastladığımız bir durumdu. Daha önce de belirttiğim gibi, Portekizliler genel olarak insana bu hissi veriyorlar. Gelmeden önce onların bu özelliğine dikkat çeken çok sayıda yorum okumuştum. Öte yandan, yemekler çok güzeldi. Önden, ikram olarak, spesiyaliteleri olduğunu söyledikleri morina balığı (cod) ve et kroket getirdiler. Başka yerlerde de yedik ama en iyi yapılmış ve lezzetli olanlar buradakilerdi. Ana yemek olarak, otlu sos ile pişirilmiş dev (tiger) bir karides ve Lizbon’a, hatta restoranın bulunduğu Bairro Alto semtine özgü olduğu belirtilen Bacalhau à Brás, yani à Brás usulü morina balığı yedik. Tuzlu morina parçaları, sotelenmiş soğan ve çok ince doğranmış kızarmış patatesin yumurta ile “bağlanması” yöntemi ile yapılıyormuş. Üzerinde kıyılmış zeytin ve maydanoz var. (Yaygın bir görüşe göre, tabağın “Brás Usulü” anlamına gelen adı, yemeği icat eden kişinin adından geliyor). İki ana yemek de çok lezzetli idi. Portekiz’e geliyorsanız, kendinizi deniz ürünleri, özellikle kabuklu deniz hayvanları yemeye hazırlamalısınız çünkü, Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyor. Trinidade’de olduğu gibi, bazı yerlerde et ve tavuk da bulmanız mümkün ama, seçeneklerin yüzde doksanını deniz ürünleri oluşturuyor diyebilirim. Yemekte kuzey Portekiz’in Vinho Verde bölgesindeki Palácio da Brejoeria şaraphanesinde yerel Alvarinho üzümü çeşitlerinden (Alvarinho, Arinto, Loureiro, Azal, v.b.) yapılan Alvarinho Vinho Verde 2023 beyaz şarabını içtik.

Otlu sos ile pişirilmiş dev bir karides ve Lizbon’a özgü olduğu
belirtilen Bacalhau à Brás. Yanında roka ve domates salatası.
Morina balığı ile yapılan Bacalhau à Brás
yemeğini denemenizi öneririm
Alvarinho Vinho Verde 2023

En büyük sürpriz, hayatımda daha önce hiç yemediğim Bira Pudingi idi. Bu enfes tatlı, papazların yaptığı tarife göre yapılıyormuş. Ben bugüne kadar bilmiyordum ama daha sonra öğrendiğime göre yemeklerde ve tatlılarda bira kullanımı belli coğrafyalarda yaygın bir uygulama imiş. Bizim yediğimiz tatlı yumurta sarısı, bira hamuru (stout) ve tarçın ile yapılıyormuş. Giderseniz, denemenizi öneririm. Yediğimiz diğer tatlı, Toucinho do Céu da manastır kökenli bir Portekiz tatlısı. Manastırlarda papaz ya da rahibelerin yaptığı tatlıların tüm coğrafyada geleneksel tatlılar haline gelmesini Sicilya ile ilgili yazılarımdan hatırlarsınız. Orada, papaz ya da rahibelerin yapıp sattığı tatlıların Sicilya’nın geleneksel tatlıları haline geldiğini öğrenmiştik. Portekiz’de de benzer bir durum var. Toucinho do Céu yumurta sarısı, şeker ve badem ile yapılan güzel bir tatlı.

Gecenin sürprizi: Bira Pudingi
Papaz efendiler ağızlarının tadını biliyorlarmış…
Toucinho do Céu
Tatlılara harika bir eşlikçi…
Late Bottled Nacional Vintage Port 2016

Garsonun önerisi üzerine, tatlılarla birlikte Duoro Valley’deki Quinta do Noval şaraphanesinin Touriga Nacional, Touriga Francesa, Tinta Roriz, Tinto Cão ve Sousã üzümlerinden ürettiği Late Bottled Nacional Vintage Port 2016 fortified şarabını içtik. (Fortified şarap, fermantasyon sırasında veya sonunda damıtılmış yüksek alkollü brandy veya konyak gibi bir içki eklenerek alkolü yükseltilen şarap çeşididir. Port, Sherry, Madeira, Moscatel ve Marsala fortifiye şarap türlerinden bazılarıdır).

Dönüş yolunda Lizbon’un Misericórdia
bölgesi sokaklarından birisi…