Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (3): Fernando Pessoa, Calouste Gulbenkian ve Fado Durumları

Fernando Pessoa (1888-1935) ile tanışmam, kendisi Portekizli olmayan ama Pessoa’nın eserlerini İtalyancaya çeviren, İtalyan yazar ve akademisyen Antonio Tabucchi (1943-2012) aracılığı ile olmuştu. Eğer edebiyat ile gönülden ilgili iseniz, bu olağan bir durumdur. Bir yazar bir başkasına, bir kitap diğerine kapı aralar ve o harika serüven devam eder. Tabucchi, belki de Portekizli eşi nedeniyle daha yakından tanıdığı Portekiz’in ve özellikle Pessoa’nın bir tutkunu olmuş ve Pisa’da başlayan yaşamı da Lizbon’da sona ermiş. Elimdeki yaprakları sararmış ve 1980’lerde basılmış kitapları da onun bu tutkusunun birer göstergesi. Tabucchi, Requiem adlı kitabında 12 saatlik bir zaman diliminde Pessoa’yı çok andıran bir şairi ve yaptıklarını anlatır. Bu kitapta arka planda hep hissedilen Lizbon’un temmuz sıcağını hâlâ hatırlarım. Lizbon’da gezerken ekim ayında yaşadığımız beklenmedik sıcak hava o nedenle bana hep temmuzda bu şehirde nasıl bir cehennem sıcağı olabileceğini düşündürdü. İkinci kitap, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü, Portekiz edebiyatının köşe taşlarından Pessoa’yı ölüm döşeğinde yaşamı boyunca kullandığı takma adları ile söyleşir ve anılarını gözden geçirirken anlatır. Şair, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı olan Pessoa kariyeri boyunca 80’e yakın takma isim kullanmakla kalmamış, bunlar için farklı ve detaylı yaşam öyküleri, zevk, inanış ve dünya görüşleri de oluşturarak bir anlamda kendi benliğinden farklı benliklere (alter ego) bürünmüş. Tüm bu ilginç yönlerine ve yaratıcı eserlerine karşın Pessoa ancak öldükten sonra ünlenmiş.

Bir gün önce Belém’deki Jerónimos Manastırı’nın avlusunda Pessoa’nın mezarını görmüştük. Aslında, öldüğü zaman başka bir mezarlıkta gömülmüş, giderek tanınırlığı ve şöhreti artınca buraya nakledilmiş. Lizbon’daki üçüncü günümüze Pessoa’nın yazı yazarak saatler geçirdiği bir yerde, Café Martinho da Arcada’da başlamaya karar verdik. Praça do Comércio No:3 adresindeki Café Martinho, Lizbon’un en eski kafesi kabul ediliyor. Resmi web sitesine göre 1782 yılında açılmış.Tagus nehrinin kıyısındaki Praça do Comércio meydanından birinci yazımda söz etmiştim. Burası, 1755 yılındaki büyük depremden sonra Lizbon’u şehir olarak adeta yeniden yaratan Marquês de Pombal’ın şehre kazandırdığı üç önemli meydandan birisi. Marki burayı Portekiz’in dünya ile ticaretinin merkezi olarak tasarlamış. Aslında meydanın tarihi çok daha eskilere gidiyor. Yerli halk tarafından Terreira da Paça (Saray Meydanı) olarak anılan meydan 400 yıl kraliyet sarayına ev sahipliği yapmış. 1511 yılında, o zamana kadar São Jorge Kalesi’inde bulunan kraliyet sarayı Kral I. Manuel tarafından burada inşa edilen  bir saraya taşınmış. 1755 yılında saray ağır hasar alınca, Pombal Markisi hem sarayı hem de meydanı yeniden düzenlemiş. Meydanı üç taraftan çevreleyen saray yapılarının altına revak (portico), nehir tarafına da kıyıya kadar inen merdivenler yaptırmış. Meydanın ortasındaki dev heykel, Kral I. José’nin heykeli. Meydanın kuzey tarafında, heykelin arka tarafındaki etkileyici tak Lizbon’a gelen turistlerin çekim noktalarından birisi olan ünlü Arco da Rua Augusta. 1755 yılındaki büyük yıkımdan sonra şehrin yeniden ayağa kaldırılmasını kutlamak amacıyla yapılmaya başlanmış. Şimdi gördüğümüz halini 1873 yılında almış. Günümüzde tepesine çıkılabildiği söyleniyor ama, biz çıkmadık. Lizbon’un en canlı caddelerinden Rua Augusta ile Baixa semtini ve nehri yukarıdan görmek için iyi bir nokta olsa gerek. Takın en tepesinde görkemi temsil eden heykel ve onun ödüllendirdiği dahilik ve kahramanlığı temsil eden heykeller Fransız heykeltıraş Célestin Anatole Calmels (1822-1906) tarafından yapılmışlar. Daha aşağıda, sütunların üstündeki kısımda bulunan dört heykeli Portekizli heykeltıraş Vitor Bastos (1830-1894) yapmış. Dördü de Portekiz tarihi açısından önemli kişilere ait olan bu heykellerden birisi Pombal Markisini, biri de Vasco da Gama’yı canlandırıyor. Uzanmış pozisyondaki iki heykel ise, Tagus ve Duoro nehirlerini temsil ediyor. Tam ortada Portekiz kraliyet arması yer alıyor.

Praça do Comércio meydanında Arco da Rua Augusta takı (arkada) ve Kral I. José’nin heykeli

Praça do Comércio meydanı Portekiz tarihinde önemli olaylara da sahne olmuş. 1 Şubat 1908 tarihinde Kral Carlos ve veliahtı olan oğlu Luis Filipe meydandan geçerken yapılan bir suikast ile öldürülmüşler. Ardından gelişen olaylar, Portekiz’de monarşinin lağvedilerek cumhuriyetin ilan edilmesine kadar uzanmış. 1974 yılında Caetano’nun devrilmesini sağlayan kansız Karanfil Devrimi’nin ilk kıvılcımı da burada parlamış.

Meydanın üç kenarı boyunca uzanan portico (revak)

Praça do Comércio meydanını bir gün önce, Belém’e gitmek için Cais do Sodré metro istasyonunda indikten sonra, yukarı kattaki tren istasyonuna çıkarken şöyle bir görmüştük. Bu sefer daha çok gezme ve fotoğraf çekme fırsatımız oldu. Hatta, Café Martinho’yu bulmak için fazladan meydanı neredeyse çepeçevre yürüdük. Hava epeyce sıcak ve güneşli idi. Bu açıdan, revakın gölgesi altında yürümek iyi oldu. Aslında, kafe oldukça kolay bulunabilecek bir konumda. Sırtınızı nehre, yüzünüzü Arco da Rua Augusta’ya döndüğünüz zaman, takın Rua Augusta’nın başındaki (size göre sağ tarafındaki) köşesinde yer alıyor.

Café Martinho da Arcada Arco da Rua Augusta takının
altında, köşede bulunuyor

Café Martinho’da Portekiz’de gittiğimiz hiçbir yeme içme yerinde karşılanmadığımız kadar sıcak bir şekilde karşılandık. Masaların çoğu yabancılarla doluydu. Eğer akşam gidilecekse, rezervasyon yaptırmak daha iyi olabilir. Oturduğumuz süre boyunca da birkaç kez büyük turist grupları oturup kalktılar. Buna karşın, garsonlardan sadece bir tanesi doğru dürüst İngilizce konuşuyordu. Bir yandan siparişleri alırken bir yandan da Pessoa’nın kafenin müdavimi olduğunu, en önemli eserlerini burada yazdığını anlatmaya çalışıyordu. Kahvaltı için birer limonata, tost ve kahve söyledik. Martinho’ya ya da Portekiz’e özgü, başka enteresan bir şeyler var mıdır diye kalkıp içeri girdim. Bana eşlik eden garson, kasadaki görevlinin de onayını alarak, sonradan adının Rabanadas olduğunu öğrendiğim bir tatlı önerdi. Özellikle Noel zamanı çok tüketildiği belirtilen Rabanadas süt, yumurta, şeker, limon kabuğu, vanilya ve arzuya göre konacak baharat karışımında iyice ıslatılan ekmek dilimleri (bir gün önceden kalan ekmek olursa, daha iyi olduğu söyleniyor) zeytinyağında kızartılarak yapılıyormuş. Üzerine, tercihe bağlı olarak, bal veya şarap da serpiştirilebiliyormuş. Biz kahvaltı sırasında ve üzerine bir şey eklemeden yedik ama, aslında bu Portekizliler için yemek sonrasında ya da aralarda tükettikleri bir tatlı çeşidi imiş.

Bu fotoğrafı kafenin boş olduğu nadir anlardan birinde çektim
Kahvaltı için birer limonata, tost, kahve ve Rabanadas söyledik

Kafenin içerideki restoran bölümünde, hepsi müşteri ağırlamaya hazır, beyaz örtülü masalar vardı. İçlerinden, pencere önündeki bir tanesinde Reservado yazıyordu. Pessoa’nın oturmayı sevdiği o masa, kimselere verilmiyor. Duvarlar Pessoa ile ilgili yazı ve fotoğraflarla dolu. Café Martinho’nun müdavimi olan başka Portekizli edebiyatçıların da fotoğrafları asılmıştı. Bu sırada, ortada hazırlanmış, yine beyaz örtülü uzun bir masada kafenin personeli yemek yiyordu. Saygı gereği fotoğraflarını çekmedim ama, mutfak kısmından çalışanların da olduğu anlaşılan masadakilerin kafenin içinde öyle yemek yiyor olmaları çok hoşuma gitti.

Café Martinho’nun içi
Pessoa’nın sürekli oturduğu o masada Reservado yazıyor
ve kimseye verilmiyor

Café Martinho konum olarak Lizbon Katedrali’ne oldukça yakın. Yürüyerek 6-7 dakikalık uzaklıkta. Ulaşmak için biraz yokuş çıkmak gerekiyor. Hemen önünde, turist yoğunluğundan anlayacağınız, Lizbonluların en sevdiği aziz olan Santo Antonio’ya  ithaf edilmiş bir kilise (Santo Antonio da Sé) daha var. Resmi adı Santa Maria Maior de Lisboa olan ama kısaca  olarak da adlandırılan Lizbon Katedrali şehrin en eski Katolik ibadethanesi kabul ediliyor. Yapımına 1147 yılında, Kral Alfonso Henrique Lizbon’u Arapların elinden aldıktan sonra başlanmış. Daha önce burada bulunan caminin üstüne yapılan bina aynı zamanda, Lizbon’un ilk piskoposu olan İngiliz Haçlısı Gilbert of Hastings’in makamı olarak inşa edildiği için katedral statüsü almış. Önceki yazılarımdan birinde sözünü ettiğim gibi, bir Hristiyan mabedinin katedral sayılması için, büyüklüğüne bakılmaksızın, başında Papa tarafından tayin edilmiş bir piskopos olması gerekli. Lizbon Katedrali’nin kısaca Sé olarak anılması da Sede Episcopal (piskoposluk makamı) ifadesinden geliyor.

Lizbon katedrali Santa Maria Maior de Lisboa
ya da kısaca
Katedralin içi oldukça sade

Katedral, 1755 yılındaki büyük depremin öncesinde, 14. Yüzyılda üç tane deprem daha geçirmiş ve her seferinde büyük hasarlar almış. Buna bağlı olarak, yüzyıllar boyunca yapılan yenileme ve yeniden inşalar sonucunda günümüzde oldukça eklektik bir mimarisi var. Son yıllarda, günümüzde çalışmalar nedeniyle kapalı olan, manastır bölümünde yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Demir Çağı’ndan başlamak üzere, çeşitli dönemlere ait buluntular elde edilmiş. M.Ö. 7, yüzyıla ait seramik malzemeler bu dönemde Fenikeliler ile yapılan ticareti açıkça ortaya koymuş. Roma dönemine ait en eski kalıntılar M.Ö. 2. ve 1. yüzyıllara tarihlenmiş. Ayrıca yine Roma döneminden (M.S. 1. yy.), iki yanında sıralı dükkanlar olan, taş döşenmiş bir yol da bulunmuş. 1990 yılında manastır kısmının bahçesindeki bir çökme sonucu başlayan bu arkeolojik kazılar, İslami döneme ait cami kalıntılarını da ortaya çıkarmış.

Katedralin hazine bölümünden eşyalar

Katedralin içi oldukça sade. Vitraylarda ince bir işçilik göze çarpıyor. Kral IV. Afonso ve eşinin mezarları da burada. Hazine bölümünde, çeşitli değerli parçaların dışında, Lizbon’un koruyucu azizi olan Aziz Vincent’e ait kutsal eşyalar var. Gitmeden okuduğum bir kaynakta özellikle sütun başlıklarına dikkat çekilmişti. Bazıları gerçekten çok ilginç. Katedralin ana kapısının hemen dışında, sol baştaki sütun başlığının özel bir anlamı da var. Burada, birisi bir boğanın, diğeri bir aslanın üzerinde savaşan iki şövalye görülüyor. Boğanın üzerindeki savaşçı sakalsız. Aslanın üzerindeki sakallı. Boğanın hilal şeklindeki boynuzu İslamiyet’i ve Hz. Muhammet’i temsil ediyor. Diğer savaşçı Hristiyanlığı ve Hz. İsa’yı simgelerken, ikisinin arasındaki mücadele de Müslümanların ve Hristiyanların savaşmasını anlatıyor.

Katedralin içinden bir sütun başlığı örneği
Giriş kapısının dışında, sol taraftaki sütun başlıklarından
en sağdakinin özel bir anlamı var
Kabartma Müslümanlar ile Hristiyanların
savaşmasını simgeliyor

Lizbon Katedrali’nden sonra gideceğimiz yeri çok önceden planlamıştık. Oranın, Lizbon’a gitmek istemem konusunda başlıca etmen olduğunu bile söyleyebilirim. Söz konusu yer, eşsiz koleksiyonunu yıllardan beri bildiğim, bazı değerli Osmanlı parçalarını 2006 yılında Sabancı Müzesi’ndeki sergide gördüğüm Calouste Gulbenkian Müzesi idi. (Türkçede Kalust Sarkis Gülbenkyan).

Lizbon’daki dünyaca ünlü Calouste Gulbenkian Müzesi
Müzenin bahçesi Kalust Sarkis Gülbenkyan‘ın
doğaya olan büyük sevgisini yansıtıyor

Gülbenkyan Müzesi’ne gitmek zor değil. Buraya metro ile mavi hattaki Praça de Espanha veya bulunduğunuz yere göre mavi ya da kırmızı hat ile ulaşabileceğiniz São Sebastião istasyonlarında inerek ulaşabilirsiniz. Her iki istasyona da yürüyerek uzaklık yaklaşık 3-4 dakika. Biz daha önce olan São Sebastião’da indik. Belki yanlış kapıdan çıktığımız için, bizim müzeye yürüyüşümüz biraz daha uzun sürdü ama sorun olmadı.

Bahçenin bir bölümünde bir bambu korusu da var
Gülbenkyan Vakfı’nın sanat eseri alımları devam ediyor. Antonio Duarte‘nin (1912-1998) eseri olan bu heykel 1960 yılında yapılmış ve müzenin modern koleksiyonuna katılmış.

Avenida de Berna 45A adresinde bulunan Gülbenkyan Müzesi, gerçekte yedi hektarlık bir alanı kaplayan dev bir bahçenin içinde. Burası aynı zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde ofisleri olan Gülbenkyan Vakfı’nın da merkezi. Kompleks, müzenin dışında, 1983 yılında açılan bir Modern Sanat Merkezi’ne, 1200 kişilik bir oditoryuma, konferans salonlarına, süreli sergiler için iki büyük galeriye, bir açık hava amfisine ve Gülbenkyan’ın kişisel kütüphanesinden yararlanılarak oluşturulmuş, içinde 190.000’den fazla kitap barındıran bir kütüphaneye de ev sahipliği yapıyor. Vakfın bir de klasik müzik orkestrası ve korosu var. Kompleksin halka açık bahçesi, içindeki çeşit çeşit ağaçlar, su yolları ve hayvan türleri ile birlikte, aynı zamanda bir doğasever olan ve “Bilim adamı olmak ve kendi tarzımda bir bahçe içinde hayal kurmak; bunlar, hayatımın iki büyük amacı, ulaşamadığım iki şeydir”, dediği bilinen Kalust Gülbenkyan’ın anısına bir başka açıdan saygı addediliyor.

Müzeden aldığım Türkçe kitap
1890’larda Kalust Gülbenkyan

Vakıf, Kalust Sarkis Gülbenkyan 1956 yılında öldükten sonra, kendisinin vasiyeti doğrultusunda kurulmuş. Eğitim, sanat, bilim ve hayır faaliyetleri alanında çalışmalar yapan vakfın Avrupa’nın en büyük vakıflarından birisi olduğu belirtiliyor. Müzeden aldığım Türkçe yayınlanmış kitapta belirtildiğine göre, vakfın 2009 yılındaki varlığı 2,8 milyar Euro. Aynı yıl için bütçesi 109 milyon Euro. Vakıf varlığının dörtte bir kadarı Orta Doğu’da, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Gülbenkyan’a ait petrol imtiyazlarının gelirinden geliyor. Gülbenkyan’ın Irak ve Katar’da sahibi olduğu petrol hisseleri ise ilgili devletler tarafından kamulaştırılmış. Belirtilenlerin dışında, Kazakistan, Angola, Brezilya ve Cezayir’deki ortaklıklardan ve çeşitli uluslararası yatırım portföylerindeki hisse senedi ve tahvillerden de gelir sağlanıyor. Vakıf, başta Orta Doğu olmak üzere, çeşitli ülkelerdeki gelir düzeyi düşük öğrenciler için eğitim bursları veriyor, kütüphane ve hastane yapımı için bağışlar yapıyor. Gülbenkyan Vakfı hakkında verdiğim bilgiler ve aşağıda okuyacağınız Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın yaşam öyküsü için yukarıda belirttiğim ve müze dükkanından aldığım vakfın 2014 basımı resmi yayınından yararlandım. Kitap İngilizce, Fransızca, Portekizce ve Türkçe olarak satılıyordu. Böyle bir müzede Türkçe yayın satılması ilgimi çektiği için Türkçesini aldım. Özenle ve güzel bir Türkçe ile hazırlanmış, bilgi dolu bir kitap.

Kral III. Senwosret’in obsidiyenden başı
(M.Ö. 1860 civarı)
Romalılara ait cam eşyalar (M.S. 1.-6. yy. arası)

Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın özetlemeye çalışacağım çok ilginç bir yaşam öyküsü var. Kendisi 1869 yılında, bir Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olarak, İstanbul’un Üsküdar semtinde doğmuş. Bir Ermeni aile olarak, soyunun Anadolu topraklarında köklü bir geçmişi var. Ataları, IV. yüzyılda Van Gölü’nün güneyinde geniş arazilere sahip derebeyleri imiş. XI. yüzyılda Kayseri’ye (Talas) göç etmişler. Ailenin Talas’taki konağının günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin mülkiyetinde olduğu belirtiliyor. Burada, Bizans’da bir asalet unvanı sayılan Vart Badrig soyadını almışlar. Bu soyadı XVII. yüzyılda Türkçeleştirilerek Gülbenkyan olarak değiştirilmiş. Osmanlı döneminde Ermeniler ticaret, kuyumculuk, bankerlik ve daha sonra sanayi alanında toplumun itici gücü olmuşlar. Saray ile sıkı ve iyi ilişkiler geliştirmiş ve hanedan tarafından sadık tebaa olarak görülmüşler. Bu sayede sadece devlet katında kendilerine üst düzey pozisyonlar edinmekle kalmamış, hanedan ile kişisel dostluklar da kurabilmişler.

1902 yılında Mısır’da (Abukir) bulunan hazinenin bir parçası olan madalyonlardan bir tanesi. Toplam 20 tane olan bu madalyonların 11 tanesini Gülbenkyan satın almış. M.S. 3. yy.ın başlarında, Roma döneminde, yapılan madalyonların
çoğunda Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323)
portresi bulunuyor.
Mihrap (1311, İlhanlı Dönemi)
Kashan, İran

Gülbenkyan’ın soyağacını incelerken karşıma bu bağlamda bildiğim ilginç bir örnek çıktı. Daha önce öğrendiğim bir bilgi ile daha sonra ve hiç beklemediğim bir şekilde bir bağlantının karşıma çıkması beni daima çok heyecanlandırmıştır. Fark ettiğim bu tür ilişkiler çok hoşuma gider. Gülbenkyan’ın soyağacında görüldüğü üzere, Kalust Gülbenkyan’ın damadının anne tarafından dedesi ünlü Abraham Paşa. Söz konusu Abraham Paşa, günümüzde Beykoz’da halka açık olan muhteşem korunun sahibi. Buradaki, artık var olmayan, malikâne o dönemde dillere destanmış. Bu malikâneden geriye sadece ahır kısmı kalmış durumda ve orada da günümüzde Milli Saraylar’a bağlı, birbirinden değerli eserlerle dolu, Beykoz Cam ve Billur Müzesi bulunuyor. Mükemmel şekilde restore edilen ahırların büyüklüğü insana, artık yerinde yeller esen eski malikânenin görkemi hakkında bir fikir veriyor. Ermeni Karakehya ailesinden olan Abraham Paşa sadece vezirliğe kadar yükselmekle kalmamış, Sultan Abdülaziz ile sık sık kağıt oynayacak kadar da yakın dost olmuş.

İpek kadife (16.yy.)
Bursa, Osmanlı
İpek kadife yastık (17. yy.)
İstanbul, Osmanlı

Nüfuzlu ve saray ile iyi ilişkileri olan Ermeni aileleri arasında yapılan evlilikler, Ermenilerin devlet katıyla ilişkileri geliştirmelerine, bu yolla da bazı imtiyazlar ve yetkiler elde etmelerine yardımcı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın en hatırı sayılır 18 bankerinin 16’sının Ermeni olması ve sanayi üretiminin yüzde 45’inin onlar tarafından gerçekleştirilmesi Ermenilerin ülke ekonomisindeki önemli katkılarını destekleyici veriler.

İpek kadife (16. yy.)
Bursa, Osmanlı
İpek kadife (16. yy.)
Bursa, Osmanlı
Kumkapı Halısı (19.-20. yy.)
Hagop Kapoudjian

İşte bu ortamda Gülbenkyanlar da tüccar ve banker bir aile olarak zenginleşmişler. Tıp ve tarım alanında zamanın ileri teknolojisini ülkeye getirmişler. 1800’lü yılların ortasında İstanbul’a taşınmışlar. Henüz Kalust Gülbenkyan doğmadan önce, babası Sarkis’in Güney Kafkasya ve Bakü’de petrol arazileri varmış. Aynı zamanda, Ermeni asıllı Rus petrol kralı Alexander Mantashev’in uluslararası şirketinin Osmanlı İmparatorluğu’nda temsilcisi imiş. 1869 yılında doğan Kalust Gülbenkyan ilkokulu Kadıköy’deki Ermeni Aramyan-Uncuyan İlkokulu’nda, daha sonra Saint Joseph’de ve Robert Kolej’de okumuş. Arada, Fransızcasını geliştirmek için Marsilya’ya da gitmiş. 1887 yılında Londra’daki King’s College’dan mühendislik ve uygulamalı bilimler dalında diploma alarak, 18 yaşında mezun olmuş. Kendisi fizik alanında bir bilim adamı olmayı arzu etmiş ama, babası karşı çıktığı için, yaşamı petrol sektöründe bambaşka bir yola evrilmiş. 1889 yılında Güney Kafkasya’daki petrol yatakları üzerine yazdığı makalelerle Osmanlı Hükümetinin Maden Bakanının dikkatini çekmiş ve kendisine günümüzde Irak olan Mezopotamya bölgesindeki petrol rezervleri konusunda bir rapor hazırlatılmış. 1896 yılında, ilk Ermeni karşıtı olayların başlaması üzerine, ailesi ile birlikte Mısır’a, oradan da Avrupa’ya taşınmış ancak, Osmanlı Devleti adına çalışmaya ve çeşitli zamanlarda devleti temsilen müzakerelerde bulunmaya devam etmiş. Bu çerçevede, 1898 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra ve Paris Büyükelçiliklerine ekonomi ve maliye konularında danışman olmuş. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce Sultan II. Abdülhamit’ten Mezopotamya’nın her yerinde petrol arama yetkisi de almış.

16. ve 17. yy. İznik çinileri
Sol baştaki objeye gümüş eklemeler İngiltere’de yapılmış
16. yy. İznik çinileri

1902 yılında İngiliz vatandaşlığı da alan Gülbenkyan’ın ilginç bir yaşam öyküsü var. 1897-1920 yılları arasında Londra’da, 1920-1940 yılları arasında Paris’te yaşamış. 1955 yılında ölmeden önce, ömrünün son 13 yılını Lizbon’da geçirmiş. 86 yaşında burada ölmüş. Hiçbir zaman Portekizce öğrenmemiş, Portekizlilerle de, avukatı dışında, pek ilişkisi olmamış. Vakfın kitabında neden Portekiz’de yaşamayı seçtiği konusunda tek bir neden olmadığı belirtiliyor. Sıralanan olası nedenler arasında II. Dünya Savaşı sırasında Paris’in Almanlar tarafından istila edilmesi ve Portekiz’in savaşta tarafsız bir ülke olması var. Bir diğer neden olarak da Gülbenkyan’ın, Tagus (Tejo) nehrini ve kıyısındaki Lizbon’u Boğaz’a ve İstanbul’a benzetmesi belirtiliyor.

16.yy. İznik çinileri

Gülbenkyan Ermeni köklerini hiçbir zaman unutmamış ve zor zamanlarda ülkemizdeki ve Orta Doğu’nun çeşitli ülkeleri ile tüm dünyaya yayılmış Ermeni toplumlarına daima büyük yardımlar yapmış. Bugün de Gülbenkyan Vakfı onun üstlendiği bu misyonu gerek Ermenistan’da gerekse çeşitli ülkelerde sürdürüyor. Tüm bunlara karşın, Kalust Gülbenkyan’ı bir dünya vatandaşı olarak görmek daha doğru olur. Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmuş, Fransa ve İngiltere’de yetişmiş ve yaşamış, siyaseten Osmanlı İmparatorluğu, İran, Ermenistan, Fransa ve İngiltere’ye hizmet vermiş. Yeri geldiğinde, belli zamanlarda, Orta Doğu’nun petrol kaynakları konusunda Türk, Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Amerikalı, İranlı ve Iraklı taraflar arasındaki süreçleri yönetmiş ve diplomasi yeteneği tüm taraflarca takdir edilmiş.

Tavus kuşu (solda) ve sülün (sağda) desenli İznik tabakları (16.yy.)
Çeşitli hayvan desenli İznik tabağı (16.yy.)
Ermeni feneri, Kütahya (18.yy.)

Kalust Gülbenkyan’ın 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Orta Doğu’da şirketi adına yaptıklarına bu yazıda ayrıntıları ile girmeyeceğim. (Orta Doğu tarihi açısından çok karışık olan bu dönemle ilgili, Günümüzün Orta Doğu Cehennemine Işık Tutacak İki Kitap başlıklı yazımda önerdiğim kitaplar, konuya ilgi duyanlar için faydalı olabilir). Özellikle günümüzde Orta Doğu’da yaşananlar ile ilgili birçok ipucu taşıyan rolü, tamamı İngiliz sermayesinden oluşan Türk Milli Bankası’na verdiği danışmanlık, Almanlarla Osmanlılar adına yaptığı madencilik ve petrol müzakereleri, Turkish Petroleum Company’i (TPC) kurması bunlardan bazıları. 1912’de kurulan ve ismindeki Türk ibaresi dışında Türklükle alakası olmayan TPC’de %25 Shell’in, %35 Türk Milli Bankası’nın (dolayısı ile İngilizlerin), %25 Deutsche Bank’ın ve %15 Kalust Gülbenkyan’ın hissesi bulunuyormuş. 1922 yılında Amerikalıların çeşitli politik oyun ve baskılarla katıldığı TPC’deki hisse dağılımının değişmesi ve kendi hisselerinin %5’e düşmesi sonucu Kalust Gülbenkyan tarihe Bay Yüzde Beş olarak geçmiş.

16. ve 17. yy. İznik çinileri
16. yy. İznik çinileri
Çini kase (18. yy.), Kütahya

Gülbenkyan çok genç yaşlardan itibaren sanata ve koleksiyonerliğe ilgi duymuş. İnce zevki ile merak ve bilgisini, iş yaşamında başarı ile kullandığı müzakere yeteneği ile harmanlayarak, zaman içinde eşsiz bir koleksiyona sahip olmuş. Kararlı ve sıkı bir pazarlık ustası olarak çoğu eseri henüz müzayedeye konmadan satın almış. İlk önce, babasının karşı çıkmasına rağmen, eski para biriktirerek bu işe başladığı biliniyor. Ancak, belgelenmiş ilk sanat eseri alımlarını 19. yüzyılın sonlarına doğru yapmış ve 1953 yılına kadar bunu sürdürmüş. Konularının uzmanı danışmanlar, antikacılar ve müzayede evleri ile daima sıkı ilişkileri varmış ama, kendi estetik zevki ve sezgileri en önemli yol göstericisi olmuş.

Çini duvar panosu (1550 civarı), İznik
Selvi ağaçlı ve asmalı duvar panosu (1610-1620), İznik
Ay ışığı altında kiraz ağaçları (1580), İznik
Çini davlumbaz (17.yy.), İznik

Gülbenkyan ömrü boyunca 6440 eser satın almış. Müze broşüründe bunlardan sadece 1000 parçanın sergilendiği yazılmış. Antik Çağ arkeolojik eserlerinden erken 20. yüzyıla uzanan değerli bir koleksiyonu görebilirsiniz burada. 11 bölüme ayrılmış müzede Mısır, Grek, Roma ve Mezopotamya dönemi buluntuları ile İslam Sanatı, Ermeni Sanatı, Çin ve Japonya, 12-17.yy. arası Avrupa, 15-17.yy. Avrupa, 18.yy. Avrupa, 18-19.yy. Avrupa ve Gülbenkyan’ın yakın arkadaşı ve kuyumcu René Lalique’in eşsiz mücevherlerine ayrılmış salonlar var. Ayrıca, Gülbenkyan’ın en sevdiği sanatçılardan biri olan Venedikli ressam Francesco Guardi için özel bir salon da ayrılmış.

Üzümlü ve çiçekli duvar panosu (16. yy. sonu-17. yy. başı)
Şam, Suriye (Osmanlı dönemi)
Yarı değerli taşlardan kaplar (18.-19.yy.), Çin

Kalust Gülbenkyan’ın 1928-1930 yılları arasında Sovyetler Birliği ile yaptığı sıkı pazarlıklar sonucu Hermitage Müzesi’nin koleksiyonundan satın aldığı eserler de var. O dönemde Sovyetler Birliği hükümeti, yıllardır yaşanan feci bir kıtlık ve nakit para yokluğu nedeniyle elindeki bazı değerli eserleri el altından dünya sanat piyasasında satmakta imiş. Zamanının ünlü ve Ermeni bir koleksiyoneri olan Gülbenkyan Sovyet yetkililer için kötünün iyisi ve güvenilir olarak değerlendirilmiş. Gülbenkyan Sovyetler Birliği Merkez Bankası guvernörüne yazdığı mektupta şöyle demiş, “Bana da, başka hiç kimseye de satmamanız gerekir… Bu parçaları müzelerinizden çıkarmasınlar diye temsilcilerinizi uyarmaya devam ediyorum. Ama eğer her şeye rağmen satmak zorundaysanız, tercihinizi eşit fiyat koşullarında benden yana kullanmanız için ısrar ediyor ve satmayı arzuladığınız fiyatlar konusunda beni geciktirmeden bilgilendirmenizi istiyorum”. Müzede göreceğiniz heykeltıraş Jean-Antoine Houdon’un (1741-1828) Diana heykeli ve Rembrandt’ın (1606-1669) İhtiyar Adam portresi Hermitage’dan satın alınan eserlerden iki tanesi.

Gülbenkyan’ın Sovyetler Birliği’nden satın aldığı
Diana heykeli
Jean-Antoine Houdon (1741-1828)
İhtiyar Adam
Rembrandt (1606-1669)
Hermitage Müzesi koleksiyonundan alınmış bir diğer eser

Müzede sergilenen Osmanlı ipek ve yün halılarının ve özellikle İznik çinilerinin olağanüstü güzellikleriyle beni büyülediklerini söylemeliyim. Böylesi çinileri ben yakın zamanda gezdiğim İstanbul’daki Çinili Köşk Müzesi’nde de, başka yerde de görmedim. Yıllar önce British Museum’da gördüğüm İznik çini tabakları da beni etkilemişlerdi ama Gülbenkyan koleksiyonunun sahip olduğu çinilerimiz hem bir başka güzeller hem de sayıca çok daha fazlalar.

Tekneler (1868)
Claude Monet (1840-1926)
Buzların Çözülüşü (1880)
Claude Monet (1840-1926)
Victor Hugo (1886-1888)
Auguste Rodin (1840-1917)

Koleksiyonda ayrıca İran, Suriye, Kafkasya ve Hindistan’dan da çiniler, el yazmaları, vazolar, kandiller ve dokumalar var. Kendisi Ermeni olduğu için, müzeyi gezerken Gülbenkyan’ın koleksiyonuna daha çok sayıda Ermeni eserleri katacağını düşünmüş, eser sayısının az olmasına şaşırmıştım. Sonradan öğrendiğime göre bunun nedeni, Ermenilere ait eserlerin büyük bölümünün Gülbenkyan tarafından Kudüs Patrikliği’ne bağışlanmış olması imiş.

Gülbenkyan koleksiyonunda 18. ve 19. yüzyılda yapılmış çok
sayıda değerli mobilya da var

1920’lerin başına gelindiğinde Gülbenkyan’ın koleksiyonu oturduğu çeşitli konutlara artık sığmaz hale gelmiş. Bunun üzerine, Paris’teki Avenue d’Iéna caddesinde büyük bir konut almış ve II. Dünya savaşı çıkana kadar burayı hem eserlerini tutabileceği bir mekan hem de konut olarak kullanmış. Savaş çıkınca, güvenlik nedeniyle Mısır koleksiyonunu Londra’daki British Museum’a, değerli tablolarını da National Gallery’e emanet olarak göndermiş. Ancak, savaştan sonra İngilizler bu eserleri geri vermek istemeyince, 1948 ve 1950 yılları arasında büyük tartışmalar olmuş. Sonunda, eserlerin  Washington’daki National Gallery of Art’a emaneten verilmesi kararlaştırılmış. Birkaç yıl sonra eserlerin tamamı Gülbenkyan Vakfı’na teslim edilmek üzere Portekiz’e gönderilmişler.

Giovanni Boccaccio‘nun (1313-1375) ünlü
Dekameron kitabının 1757-1761 baskısı
Semaver ve çay servisi seti (1817)
Martin-Guillaume Biennais (1764-1843)
Jasper taşından ibrik (14. yy) Üstündeki altın süslemeler
Juste-Aurele Meissonier (1695-1750) tarafından yapılmış

Gülbenkyan’ın koleksiyonunu Türkiye’ye bağışlamak istediği ancak dönemin hükümetinin bunu kabul etmediği yönündeki söylenti ya da iddiaları duymuş olabilirsiniz. Açık bazı kaynaklardan okuduğuma göre, Ermenistan da benzer iddialarda bulunuyormuş. Ancak, elde bu konularla ilgili hiçbir yazılı belge, yazışma v.b. olmaması nedeniyle kanıtlanamayan bu iddialar maalesef iddiadan öteye geçemiyor. Vakıfın resmi ifadesiyle, Kalust Gülbenkyan 18 Haziran 1953’te imzaladığı son vasiyetine göre, aile bireyleri ve belirlemiş olduğu bazı özel mirasçıları dışında, tüm servetini ve koleksiyonunu vakfa bırakmış. Müzenin girişindeki yazıya göre kendi ifadesi şu şekilde:

Aynı zamanda Kalust Gülbenkyan’ın
dostu olan René Lalique‘in (1860-1945) eşsiz
mücevherlerinden bazıları

Sanat eserlerimin geleceği ile ilgili kararım son derece bilinçli bir şekilde verilmiştir. Hiç abartmadan onları “çocuklarım” bildiğimi ve bakımlarının başlıca kaygılarımdan biri olduğunu söyleyebilirim. Kimi zaman birçok zorluklar pahasına, ama her zaman sadece kişisel beğenilerimin rehberliğinde biriktirdiğim bu eserler hayatımın elli ya da altmış yılını temsil etmekteler. Elbette bütün koleksiyoncular gibi ben de uzmanlara danıştım. Ama bu eserlerin ruhumun ve yüreğimin gerçekten ayrılmaz birer parçası olduğunu biliyorum. (Lizbon, 10 Şubat 1953)

Biz müzede uzun saatler kaldık. Bazı eserleri dönüp tekrar incelediğimiz oldu. Bu kadar güzel ve kapsamlı olacağını hiç tahmin etmediğim Gülbenkyan koleksiyonu bende büyük bir hayranlık uyandırdı. Bir özel müze olarak böyle bir şey beklemiyordum. Sergilenenler, yukarıda belirttiğim gibi, koleksiyonun çok az bir bölümü. Diğer eserlerin arasında kim bilir neler var… Biz müzeyi gezerken yağmur yağmaya başladığı için bahçeyi iyi göremedik ama, çiseleyen yağmurun altında görebildiğimiz kadarı ile, çok huzur verici bir yer. Hem bakımlı hem de mümkün olduğu kadar doğal haline bırakılmış bir bahçe. Müze dükkanında ve kafesinde de biraz vakit geçirdikten sonra, ruhumuzu saran hoş bir havada otelimize döndük.

René Lalique‘in (1860-1945) mücevherlerinden bir seçki

O gün evlenme yıl dönümümüzdü. Müzik tarzı olarak özel bir düşkünlüğüm olmasa da, Portekiz’e gidip de izlememek olmaz diye düşünerek, o akşam için yemek eşliğinde fado dinleyebileceğimiz bir yere gitmeye karar vermiştik. Gerçi fado bir kutlama müziği olmaktan çok bir ağıt ve hüzün ifadesi. Aynen Blues gibi. Bunu biliyorduk. Ama yine de o akşam için bunun değişik ve unutmayacağımız bir anı olacağı konusunda fikir birliğine vardık. Yerimizi Lizbon’a gelmeden birkaç hafta önce ayırttık.

Kelime anlamı kader olan fado 150 yıl kadar önce, kabaca şehrin kalesi, katedrali ve sahil arasındaki bölgeyi kapsadığını söyleyebileceğimiz Alfame semtinde doğmuş bir müzik türü. Aslen bir balıkçı köyü olan bu bölgenin dar ve tehlikeli sokaklarında gemicilerin ve sokak kadınlarının içli ve yanık müzikal yakarışları onların bitmeyen özlemlerini, hüzünlerini ve acılarını ifade etme yolları olmuş. Çıkış noktası ve felsefe olarak Arjantin’in tangoları ile benzerlik taşısa da, fado dans içermiyor. Ancak, özellikle kadın şarkıcıların fado söylerken bazı tipik çok sert hareketleri ve yüz ifadeleri var. Fado müziği Portekizlilerin saudade diye ifade ettikleri bir kavrama dayanıyor. Bu, gerek bir zamanlar sahip olunan ama kaybedilen gerekse hiçbir zaman elde edilememiş bir şeye duyulan özleme karşılık geliyor.

Fado için gideceğimiz yer konusunda epeyce bir araştırma yaptım. Bildiğim kadarı ile tarz olarak biraz fazla “yanık” ve abartılı bulduğum için aradığım mekanın fazla otantik olmasını istemiyordum. İnternette, sadece Portekizlilerin gittiği ve saatlerce fado ile kendilerinden geçtikleri mekanlar buldum ama o kadarını kaldırabileceğimizden emin değildim. Öte yandan, uyduruktan bir programı olan bir turist tuzağına gitmek de hoş olmaz diye düşünüyordum. Sonunda, 90 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen Café Luso’da karar kıldım ve Lizbon’a gitmeden önce yerimizi ayırttım.

Café Luso, hem bir fado mekanı hem de bir restoran. (Tüm fado mekanlarında yemek yenmiyor). Adresi, Travessa da Queimada, No: 10. Fado dinlemek için genellikle bu müziğin doğduğu yer olan Alfame öneriliyor ama, Café Luso Bairro Alto semtinde. Bulunduğu bol kemerli yer bir zamanların, 1755 büyük depremini hasar görmeden atlatan, Brito Freire sarayının mahzen ve ahır kısmı imiş. Yapının doğal mimarisinin bir parçası olan kalın mermer sütunlar ve kubbeli tavanlar buraya hoş bir hava veriyor. Müzik saat 8’de başlıyor ve saat sabah 2’ye kadar aralıklarla devam ediyor. Ara verildiği zaman yemek servisi yapılıyor ve yemeğinizi yerken sohbet etmeniz için biraz süre tanınıyor. Müzik başladığı zaman servis duruyor, gürültü yapılmaması ve özellikle fotoğraf ya da film çekilmemesi isteniyor. Fotoğraf için biraz daha toleranslılar ama, film konusunda epeyce hassaslar. Her yeni seansta  şarkıcılar değişiyor.

Café Luso fado dinlemek için iyi bir mekan

Fado için müzik aleti olarak guitarra (10 ya da 12 telli gitar), viola (bizim klasik müzik aleti olarak bildiğimiz viola ile hiçbir benzerliği olmayan, 6 telli bir gitar türü) ve bazen viola baixo (8 telli bir bas viola) kullanılıyor. Şarkıcılar kadın ya da erkek olabiliyor. Fado müziği ile dolu bir gece geçirdikten ve daha sonra dijital platformlarda bir süre bu müziği dinledikten sonra kesin olarak erkek şarkıcıları daha çok sevdiğime karar verdim. Kadınların aşırı bulduğum şarkı söyleme tarzlarını ve hareketlerini çok sevdiğimi söyleyemem. Sakin halleri ve kadifemsi sesleri ile erkek şarkıcılar bana daha çok hitap ettiler. O akşam, özellikle erkek şarkıcılardan birisini çok beğendim. Söyleyiş tarzı, kadın fado sanatçılarının aksine, çok içli ve melodikti. Gitarcılardan bir tanesi de çok başarılı idi.

Otelden Café Luso’ya gitmek için Avenida da Liberdade’den karşıya geçtik. Navigasyon 15 dakikalık bir yürüyüş gösteriyordu. Bizim gibi, bunun fazla uzun bir yürüyüş olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak önerilen rota, son derece dik olan Calçada da Glória yokuşunu kullanıyor. Burası, Lizbon’un meşhur yokuşlarından birisi. Aslında yukarı çıkan bir füniküler var. Elevador da Glória Lizbon şehrindeki üç fünikülerden birisi. 1885 yılında kullanıma girmiş. 1915 yılından itibaren elektrikli hale getirilmiş. Biz yokuşun dibine vardığımızda füniküler orada bekliyordu ama kapıları kapalıydı ve kısa zamanda kalkacak gibi görünmüyordu. Karanlık havada önümüzdeki yokuşun ne kadar dik olduğunu tam olarak kestirememiş olmalıyız ki, yürüyerek çıkmaya karar verdik. İleride bir yerlerde, yürüyen tek tük başkaları da vardı. Ne büyük hataymış! Yokuşu çıktık ama, kolay olmadı. Eğer giderseniz, siz aynı hataya düşmeyin.

Café Luso’ya saat 8’de varmayı başardık ama girişte, sanki bizi görmüyormuş gibi, orada bulunan bir kadın ile sohbetini sürdüren görevli bizi yerimize oturtsun diye neredeyse 10 dakika bekledik. Sonunda yerimize oturduk. Masaların çoğu doluydu. Birkaç boş masa da daha sonraki arada doldu. Oturur oturmaz, hemen yanımızdaki masada Türkçe konuşulduğunu duydum. Uzun bir masada bir erkek grubu oturuyordu. Sonra, tanıdım onları. Bu, bizim bir gün önce Belém’de, aşırı yağmur altında Keşifler Anıtı’nın (Padrão dos Descobrimentos) altında rastladığımız gruptu. Bir süre sonra bizim de Türkçe konuşmalarımız kulaklarına çalınmış olmalı ki, içlerinden benim yanımda oturan genç adam bizimle konuşmaya başladı. Onları bir gün öncesinden tanıdığımı söyledim. Rehberleri de çaprazımda oturuyordu. Türkiye’de bir Portekiz şirketinde çalışıyorlarmış. Bir süre sohbet ettik.

Karidesli morina balığı lezzetli idi
Portakallı crème brûlée‘yi çok
beğendiğimi söyleyemeyeceğim

Yemekte başlangıç için Akdeniz salata aldık. Ardından karidesli morina balığı yedik. Yemekler beklediğimden daha iyiydi. Şarap olarak, yine daha önce içtiğimiz ve çok beğendiğimiz Palácio da Brejoeria – Alvarinho 2023 beyaz şarabını tercih ettik. Tatlı olarak, portakallı crème brûlée çok başarılı değildi. Biraz kuru geldi.

Önceki senelerde yaptığımız İtalya gezilerinde olduğu gibi, iyi bir masa ayırmaları için, o günün özel bir gün olduğunu rezervasyonda belirtmiştim. İtalya’da genellikle böyle yapınca bize hoş sürprizler yapar ya da hediyeler verirler. Burada da garson gecenin sonunda bize bir jest yapmak istedi ancak, bunun için bizi epeyce bekletti. Bir şeyler ayarlamaya çalıştığı belliydi. Bir yandan da, “Sakın erken kalkmayın” deyip, duruyordu. Bazı masalar kalkmaya başlamıştı. Biz de epeyce yorgunduk. Sonunda, uzun bir bekleyişten sonra, orkestra ve fado şarkıcılarının çalıp söyledikleri şarkı eşliğinde, üzerinde yanan mum olan bir peynir pudingi («Serra» Cheese Pudding) getirdiler. Söyledikleri doğum günü şarkısıydı ama önemli değil. Ya garson yanlış anladı ya da evlilik yıl dönümü için söylenecek bir şarkı olmadığı için onu söylediler…

Café Luso’dan ufak bir jest: «Serra» Peynir Pudingi

Gece karanlığında dar ve ıssız sokaklarda bir süre kaybolup, büyük olasılıkla yolu da epeyce uzatarak, otelimize döndük. Ertesi gün yine yorucu bir gün olacaktı.

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (2): Belém

Bir gün önce o kadar yorulmuşum ki, o sabah uyandığımda kemiklerim hala sızlıyordu. İkinci gün için planımız, Lizbon şehir merkezinin birkaç kilometre batısında, Tagus (Portekizliler Tejo diyor) nehrinin kıyısındaki Belém’e gitmekti. İstanbul’da en az 10 günden beri izlediğim tahminler maalesef bizi şaşırtmadı. Hava epeyce kapalıydı. Ne yapalım? Gezginlikte bu da vardır. Yılacak değildik ama, şöyle bir gün önce olduğu gibi günlük güneşlik bir hava olsa hiç fena olmazdı…

Belém’e gitme konusunda internette tramvay ya da otobüs yoluyla gitmek için çeşitli önerilerle karşılaşmıştım. Sonra birden Yeşil Metro Hattı’nın son durağı olan Cais do Sodré’den Belém’e her 20 dakikada bir tren kalktığı bilgisine ulaştım. Oradan yolculuk 7 dakika sürüyor. Otobüslerin trafik sıkışıklığını aşma sorunu ile tramvayların ancak belli bir hızda gidebildiği düşünülünce, benim de Belém’e gitmek için size önereceğim en iyi ulaşım yöntemi bu olacak. Otelin yakınındaki, Mavi Hat istasyonlarından Restauradores’ten metroya bindik. (Avenida istasyonu da otele 5 dakika uzaklıkta idi ama, onun için geriye doğru yokuş yukarı yürümek gerektiği için orayı genelde otele dönüşlerde kullandık). Bir durak sonra, Baixa-Chiado’da indik ve Yeşil Hatta geçtik. Cais do Sodré bir durak sonra. Burası zaten hattın da son durağı. Cais do Sodré, üç tarafı revaklı yapılarla çevrili ünlü Praça do Comércio meydanının Tagus nehri kıyısına bakan sahilinde yer alıyor. Bu meydan hakkında bir sonraki yazımda bilgi vereceğim. Cais do Sodré aynı zamanda hem arzu ederseniz nehrin karşı kıyısına (Cacilhas) geçmeniz için bir rıhtım hem de bir tren istasyonu. Yakında otobüs ve tramvay durakları da var. Metrodan trene geçmek için üst kata çıkılıyor.

Makinalardan bilet alıp, trene binmek sorun olmadı. Oturacak yer bulduk ama, oldukça hareketli, ineni bineni bol bir trendi. Yerel halkı izlemek için iyi bir fırsat oldu. Yine çok fazla gülmeyen, insana dünyadan kopuklarmış gibi gelen, çeşitli ırk ve renkten insanlar vardı. Yolculuk sırasında geçtiğimiz bazı bölgeler çirkin toplu konutlar ve neredeyse aralıksız duvar yazıları yüzünden çok da hoş değildi. Yol üstünde altından geçilen köprü, Tagus ırmağının iki kıyısını birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü. 1966 yılında yapıldığı zaman adı Salazar Köprüsü imiş. Diktatörlüğü yıkan Karanfil Devrimi’nden (1974) sonra adı o tarihi günü anmak üzere değiştirilmiş.

Belém’e indiğimizde hava iyice kapamış, hafiften bir yağmur da başlamıştı. Trenden indikten sonra, geniş ana yolu geçmek için kullanılan üst geçitte rüzgâr şemsiyeleri ters çevirecek kadar kuvvetliydi. Trenden bizimle birlikte, neredeyse tamamı turist, epeyce insan inmişti. Hep birlikte, hızlı adımlarla üst geçitten kendimizi Belém’in merkezine atmaya çalıştık.

Antiga Confeitaria de Belém

Lizbon’un en çok turist çeken noktalarından Belém, Portekiz’in Keşifler Çağı için son derece önemli bir yer. Burası dönemin, bilinmez ülkelere doğru yelken açan, inanılmaz bir zenginlik ve kölelerle dönen gemilerinin okyanusa açıldığı tarihi nokta. Tagus (ya da Tejo) nehrinin ağzındaki Belém bu nedenle Portekiz tarihi açısından ayrı bir yere sahip. (Kısa bir Portekiz tarihi özeti için Portekiz ile ilgili ilk yazıma bakabilirsiniz). Bunun karşılığında, Belém’de keşiflerin sağladığı zenginliğin ürünü, eşsiz güzellikte eserler yapılmış. Kral I. Manuel’in (1495-1521) dönemine ait, özellikle Manuelin tarzda yapılmış pek çok eser 1755 yılındaki deprem sırasında Lizbon’un merkezinde yerle bir olurken, burada ayakta kalabilmiş çok güzel örnekler var.

Tarihi pastanenin duvar fayansları (azulejos) pek güzeller

1755 yılındaki büyük deprem felaketinden sonra Kral I. José (1750-1777) saray maiyetini, önce çadırlarda ikamet etmek üzere, Belém tepelerine taşımış. Kraliyet ailesinin yaklaşık 30 yıl burada ikamet etmesi Belém’de ticaretin gelişmesini ve zenginliğin artmasını sağlamış.

Üretim sürecinin gizli olmayan kısmını buradan izleyebilirsiniz
Bizim gibi oturmayı tercih edenlerin yanında pastanenin
ürünlerinden alıp gidenler de çok
Çeşit çeşit lezzetler…

İlk olarak, ünlü Pasteis de Belém tatlısının yapıldığı Antiga Confeitaria de Belém pastanesine (bazı kaynaklarda Fábrica dos Pastéis de Belém olarak da geçebiliyor) gitmeye karar vermiştik. Genelde açlığa çok dayanamasam da alacağımız kalorileri düşünerek kahvaltı yapmamıştım. Burası, Portekiz’in en önemli tatlarından sayılan tatlının patentli olarak yapıldığı yer. Bir önceki gün Lizbon’un merkezindeki Fábrica da Nata‘da Pastéis de Nata yemiştik. İlk yazımı okumamış olanlar için kısaca belirteyim; aslında altı hafif tuzlu ve çıtır bir hamur, üstü yumurta sarısı, şeker ve limon kabuğu rendesi ile yapılmış krema olan bu iki tatlı temel olarak aynı. Tatlının sadece Belém’deki bu pastanede yapılanına Pasteis de Belém deniyor. Bu konuda çeşitli tartışmalar var. Kimileri, burada uzun kuyruk beklemeye gerek olmadığını, başka yerlerde de aynı şeyin yenebileceğini savunuyor. Ben ikisini de karşılaştırma olanağı buldum. Aslında, öyle ya da böyle, tüm üreticiler, Portekiz’in bu tatlısının dünyaya tanıtımı konusunda Antiga Confeitaria de Belém’in katkısını kabul ediyorlar.

Antiga Confeitaria de Belém’de başta içki olmak
üzere başka birçok ürün satılıyor
İşte menüden seçtiklerimiz. Ortadaki tabakta tabii ki Pasteis de Belém var. Pasteis Portekizce hamur işleri için kullanılıyor. Pastel, kelimenin tekil hali. İki türlü de duymanız mümkün.

Bizimle birlikte trenden inen büyük yabancı grubunun yöneldiği yerin Antiga Confeitaria de Belém olduğu kısa zamanda belli oldu. Beklediğimiz gibi, pastanenin önünde uzun bir kuyruk vardı. Bazı kaynaklarda, daha çok küçük pastaları eline alıp gitmek isteyenlerin oluşturduğu kuyruktan ürkmek yerine, 250 kişilik salonda oturmak üzere kapıya yönelmenin akıllıca olacağı yazılıydı. Biz de öyle yaptık ama, oturmak isteyenlerin kuyruğu da epeyce uzundu. Biraz bekledik. Pastanenin içinde de inanılmaz bir hareket vardı. Oturma yerlerine yönlendiren görevliler, ağır tepsilerle oradan oraya koşturan garsonlar. Oturanlar, kalkanlar, büyük gruplar, aileler. Kuyruk beklerken tarihi pastanenin duvar fayanslarını (azulejos) inceleme fırsatım oldu. Bazıları çok güzeldi. Dükkânın iç içe geçen bölümlerinin bir tanesinde üretim sürecinin bir bölümünü de görmeniz mümkün.

Pasteis de Belém’in çıkış yeri olduğu kabul edilen Mosteiro dos Jerónimos manastırı ve kilisesinin önünde sabahın erken saatlerinden
itibaren uzun bir kuyruk vardı
Manastırın kilisesi Igreja de Santa Maria de Belém

19. yüzyılın başlarında, daha sonra gezeceğimiz Mosteiro dos Jerónimos manastırının yakınındaki bu yerde bir şeker kamışı işleme tesisi ve ona bağlı bir dükkân varmış. 1820’ler boyunca süren iç savaşta liberal monarşistlerin galip gelmesi sonucu 1834 yılında bütün tarikatlar yasaklanıp manastırlar kapatılınca, birçok rahip, rahibe ve buralarda çalışan insan ortada kalmış. Bu sırada yaşanan hayatta kalma mücadelesi sırasında manastırın eski üyelerinden birisi bu dükkânda satılmak üzere kendi yaptığı, daha sonra Pastéis de Belém olarak tanınacak, tatlılardan getirmiş. 1837 yılında, manastırın gizli ve özel olduğu söylenen tarifi ile pastanede üretime başlanmış. O dönem Lizbon’dan uzak sayılan ve sadece gemi ile gelinebilen Belém’in bu tatlılarının şöhreti kısa sürede yayılmış. Pastanenin sahipleri tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan bu tarif ile günümüzde günde ortalama 20.000, yazın bazı günlerde 40.000 Pastéis de Belém üretildiği söyleniyor. Tarif hala gizli tutuluyor ve söylendiğine göre, lezzet için en önemli dokunuşlar, baş pastacılar tarafından herkesin giremediği bir “sır odası”nda yapılıyor. Okuduğum, ailenin temsilcisi Miguel Clarinha’nın ifadesine göre (@culinarybackstreets.com), Pastéis de Belém’in tarifinin tamamını, babası, kendisi, kuzeni ve dört şef olmak üzere, sadece yedi kişi biliyormuş.

Kilisenin ana kapısı Manuelin tarzda ayrıntılarla dolu

Sonunda oturduk. Aslında, iç içe salonlardan meydana gelen pastanenin oturma bölümü epeyce büyük ama talep o kadar çok ki, yetmiyor. Belki de bu kadar çok birbirinin içinden geçilen salon olmasının nedeni de yıllar içinde artan talep yüzünden. Yanlış hatırlamıyorsam, bir görevli üst katta da oturulabileceğini söyledi. Biz 2 tane Pastéis de Belém, 2 tane kek (Queque), 2 portakal suyu, 2 kahve ve eve, İstanbul’a götürmek üzere ayrıca 6’lı bir paket Pastéis de Belém aldık. Hepsine 24,95 Euro verdik. Fiyatlar konusunda yangın yerine dönen ülkemiz ile karşılaştırma yapabilmeniz için bu bilgiyi de paylaşıyorum.

Kilisenin apsis kısmı
1501 yılında verdiği talimatla kilise ve manastırın yapımını başlatan Kral I. Manuel ve eşi Aragon
Kraliçesi Maria‘nın mezarı

Şimdi gelelim, Pastéis de Belém hakkında düşündüklerime. İki gün üst üste tatma fırsatı bulduktan sonra, ben Pastéis de Belém’i daha çok beğendiğimi söyleyeceğim. Bu açıdan kuyrukta beklediğimize değdi kanımca. Sanırım işin sırrı gerçekte kullanılan malzemede. Belki yapım sırasında bir iki küçük püf noktası da vardır. Bana Belém’inki daha farklı, daha lezzetli geldi. Belki psikolojiktir diyebilirsiniz. En iyisi, sizin de mümkünse ikisini de tatmanız ve kendiniz karar vermeniz. Yalnız önerim, bu tatlıdan bizim gibi sonra da yemek üzere alırsanız, kısa zamanda tüketmeniz çünkü, durdukça, tadı bozulmasa da alt kısmının çıtırlığı kayboluyor. Pastéis de Belém’in en hoşuma giden özelliği elinizle yedikten sonra ellerinizde yağ veya şekerden dolayı yapışkanlık hissetmemeniz. Son olarak, bu küçük tatlılar hakkında okuduğum ilginç bir bilgiyi daha ekliyeyim. Söylendiğine göre, aslen manastırda yapıldığı zamanlarda, yumurtaların sarıları tatlının kremasında kullanılırken, beyazları da papaz ve rahibeler tarafından kıyafetleri için kola olarak kullanılırmış.

Tavan detayları

Daima işin kaynağına, özüne gitmeyi seven bir insan olarak, Belém tatlılarımızı yedikten sonra Jerónimos Manastırı’na gitmesek olmazdı. Şaka bir yana, Belém’e kadar gelip de Manuelin tarzı mimarinin incisi kabul edilen tarihi yapıya gitmemek çok yazık olur. Pastaneye çok yakın olan manastırın ve bitişiğindeki kilisesinin (Igreja de Santa Maria de Belém) önünde daha sabahtan çok uzun kuyruklar vardı. Ne yalan söyleyeyim, ekim ayında bu kadar uzun bir kuyruk beklemiyordum. O nedenle, önceden internetten bilet almamıştım. Bilet almak için karşıdaki parkın içindeki bilet satış yerine gittik. Açıkçası, görevli çok umut verici konuşmadı. Sıradaki herkesi bilet satmadan önce, en az iki saat bekleyecekleri konusunda uyarıyordu.  Yine de bilet aldık. Kilise bölümü ücretsiz ama onun da önünde uzun bir kuyruk vardı çünkü, içeride aynı anda belli bir sayının üzerinde ziyaretçi olmasını istemiyorlar.

Ölümü halk arasında bir efsanenin yayılmasına neden
olan Kral I. Sebastião‘nun mezarı
Vasco de Gama‘nın mezarı

Portekiz Keşifler Çağı’nın ve dönemin zenginliğinin en önemli sembollerinden birisi olan Jerónimos Manastırı 1983 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Portekiz Geç Gotik mimarisinin en güzel örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor. Manastırın yapımına 1501 yılında, zamanın hükümdarı Kral I. Manuel’in talimatıyla başlanmış. İnşa süreci neredeyse 16. yüzyıl boyunca çeşitli mimarların katkıları ile devam etmiş. 1850 yılında manastıra Neo-Manuelin mimari tarzında bir ekleme de yapılmış. Günümüzde manastırın bu kanadında bir arkeoloji müzesi (Museu Nacional de Arqueologia) var.

Jerónimos Manastırı ve kilisesine deniz kıyısından bakış
Manastır avlusunu çevreleyen revak
Büyük Portekiz şair ve yazarı Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı

Jerónimos Manastırı’nın bulunduğu yerde daha önce Gemici Prens Henrique’nin yaptırdığı ve yeni ülkeleri keşfetmek üzere yola çıkan gemicilerin dua ettiği bir kilise varmış. Bu kilisenin yerine yapılan Jerónimos Manastırı ve Santa Maria de Belém Kilisesi, o dönemde dünyanın en zengin ülkesi sayılan Portekiz’in sömürgelerinden elde ettiği varlığı fazlasıyla yansıtıyor. İnşaat parasal olarak, ülkeye getirilen baharat, değerli taşlar ve altından alınan vergilerle finanse edilmiş. Başlangıçta, Portekiz Kraliyet ailesinin gömülmesi için tasarlanan kilise, daha sonra aynı zamanda asil olmayıp, ülke için önemli olan başka kişilerin de gömüldüğü bir yer olmuş. Vasco de Gama bunlardan birisi. Buradaki önemli mezarlardan birisi de boş bir mezar. Bir önceki yazımda Kral I. Sebastião‘nun 1578 yılında Fas’a yaptığı ve Portekiz’in genişleme döneminin sonunu getiren seferden söz etmiş ve kralın Alcácer Quibir Savaşı’ında “kesin olarak öldüğü” ifadesini kullanmıştım. Bu ifademin özel bir nedeni vardı zira, halk arasında Kral I. Sebastião’nun aslında ölmediği ve bir gün çıkıp geleceği inancı o kadar kuvvetle yayılmış ki, sonunda kemiklerinin bulunduğu iddia edilerek bu mezar yapılmış. Kilisenin sütunları ve yukarıda, tavandaki desenlerle birleşirken verdikleri palmiye ağacı izlenimi bana bir anda Gaudi’nin hala bitmeyen eseri Sagrada Familia’nın içerisinde sütunlarla yarattığı o eşsiz havayı anımsattı.

Avlunun yukarıdan görünüşü

Kiliseyi gezdikten sonra bitişik olan manastırın giriş kapısındaki uzun kuyruğun sonuna gittik. Bu arada hava gittikçe kapamaya başladı. İki saat beklemedik ama yine de içeri girmemiz 30 ile 45 dakika arasında sürdü. Manastırın içinde, avluyu çevreleyen revaklı bölümü (cloister) ve yemekhane (refectory) salonunu gezebiliyorsunuz. İki katlı avlunun mimarisi gerçekten çok güzel. Burada, Portekiz’in Gotik mimarisi ile fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu ülkelerinin mimari ve estetik özelliklerinin, Manuelin tarzı tanımlamak için ifade edilen şekilde, ne kadar güzel harmanlandığını görmek mümkün. Avluyu çepeçevre dolaşırken bir bakıyorsunuz kendinizi Kuzey Afrika Arap mimarisi, bir bakıyorsunuz Uzak Doğu havası ile sarmalanmış hissediyorsunuz. Portekizli büyük şair ve yazar Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı da bu avluda. Yaşamı sırasında hak ettiği gibi kabul görmeyen ve öldüğü zaman çok mütevazi bir mezarlığa gömülen Pessoa, ölümünden sonra ünlenince, buraya nakledilmiş.

Manuelin mimari tarzının ince detayları her yerde göze çarpıyor

Manastırın yemekhanesi epeyce büyük. Bu bölüm, 16. yüzyılda, yapının banisi Kral I. Manuel’in hükümdarlığı sırasında tamamlanmış. Yapımda, Portekizli mimar Leonardo Vaz ve yönetimindeki 10 usta çalışmışlar. Gerek mekânsal büyüklük gerekse mimari olarak etkileyici. Bir zamanlar pencerelerin karşısındaki duvarda yemek sırasında İncil okunması için tahtadan bir minber varmış. 1780-1785 yılları arasında duvarlar kısmen İncil’den dini sahnelerin resmedildiği azulejo’larla (fayans kareler) kaplanmış.

Manastırın ünlü yemekhanesi ve bir duvar detayı
El yıkamak için lavabo

Jerónimos’tan çıktığımız zaman hava iyice bozmuş, yağmur artmıştı. Manastırın karşısındaki parkın içinden geçip, alt geçidi kullanarak sahildeki geniş ana caddenin karşı tarafına geçtik. Padrão Dos Descobrimentos (Keşifler Anıtı) heybetli bir şekilde önümüzde yükseliyordu. Niyetimiz, en tepedeki seyir terasına çıkıp, manzarayı seyretmek ve birkaç fotoğraf çekmekti.  Bilet almak için içeri girerken kapıdaki görevli genç kadın seyir terasının üstünün açık olduğunu ve şiddetli rüzgâr ve yağmur olduğunu söyledi. İsteyenlere yine de bilet satıyorlardı. Kısa bir duraklamadan sonra yukarı çıkmaktan vaz geçtik. Dışarı çıkıp anıtın fotoğraflarını çekmeye karar verdik.

Keşiflere ithaf edilmiş Padrão Dos Descobrimentos anıtı

Padrão Dos Descobrimentos anıtı, 15. yüzyılda Portekiz’in Keşifler Çağı olarak adlandırılan dönemine ithaf edilmiş bir eser. İlk olarak, 1940 yılında Lizbon’da yapılan Dünya Fuarı için tahta ve alçı kullanılarak yapılmış. Fuarın bitiminde sökülmüş. 1960’larda, diktatörlük döneminde esen geçmişin ihtişamlı havasını canlandırma eğilimi kapsamında, Gemici Prens Henrique’nin ölümünün 500. yılını anmak için tekrar yapılmış. Kalıcı olması planlanan anıt bu kez kireç taşı, beton ve çelik kullanılarak yeniden inşa edilmiş. 52 metre olan anıt Belém’in sahilinde, Tagus Dalyanı’nın kıyısında görkemli bir şekilde yükseliyor. Burası tam da 15. yüzyılda dünyayı keşfe çıkan üçgen yelkenli karavelaların (Portekizce’de caravela) yola çıktığı nokta. Karavela, keşifler için ideal olan orta büyüklükte, hızlı, manevra kabiliyeti yüksek ve yelken açmak için yalnızca küçük bir mürettebata ihtiyaç duyan bir gemi türü.

Kendisi de bir karavela formunda yapılmış olan Padrão Dos Descobrimentos’un en uç noktasında, bizzat seferlere hiç çıkmamış olsa da keşifler açısından Portekiz’in en önemli tarihi şahsiyeti kabul edilen Gemici Prens Henrique’nin heykeli var. O da elinde küçük bir karavela gemi tutuyor. Gemici Henrique’den geriye doğru, iki yanda Keşifler Çağı açısından önemli çeşitli kişilerin heykelleri sıralanmış. Sağ tarafta, kendisi de kâşif ve diplomat olan Pêro da Covilhã’nın elinde tuttuğu Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı (Portekiz’de, kralın izniyle, İsa’nın Tarikatı adı altında varlıklarını sürdürmüşler) bu tarikatın keşifleri maddi olarak finanse etmiş olmasını simgeliyor. Anıttaki tek kadın heykeli de bu tarafta. Lancaster’den gelin gelerek Portekiz kraliçesi olan Kraliçe Philippa Gemici Henrique’nin annesi. Anıtın diğer tarafında, Prens Henrique’nin hemen arkasında Kral V. Alfonso, onun arkasında sırasıyla Vasco da Gama, Brezilya’yı keşfeden Pedro Álvares Cabral ve dünyanın çevresini dolaşan ilk gemici ve kâşif Ferdinand Magellan var. Daha arkaya doğru sıralananlar arasında dönemin ünlü diğer gemicileri ile haritacı, vakanüvis (zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi), yönetici ve benzeri kişileri bulunuyor. Yine bu yüzde Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão’nun birer Padrão ile adeta boğuştukları görülüyor. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar. Eskiden Portekiz sömürgesi olan dünyanın çeşitli yerlerinde bunlara hala rastlamak mümkünmüş.

En önde elinde bir karavela tipi gemi modeli tutan Gemici Prens Henrique. Arkasında sıralanmış tarihi kişilerin arasında bulunan kâşif ve diplomat Pêro da Covilhã’nın elinde Portekiz’e sığınmış olan
Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı görülüyor.

Padrão Dos Descobrimentos anıtında Portekiz’in Keşifler Çağı’nın karanlık yüzü elbette yansıtılmıyor. Hristiyanlık adına yapılan tüm bu keşifler yerli halkların inanılmaz bir şiddetle yok ya da esir edilmesine herhangi bir gönderme barındırmıyor. Ya da ezilen ve yok edilenlerin açısından yansıtmıyor demek daha doğru olur çünkü, anıta uzaktan ve arkadan baktığınızda, karavel geminin ana yelken direği bir Latin haçını anımsatıyor. Biraz yaklaşınca, bunun aynı zamanda ucu aşağı doğru uzanan dev bir kılıç olduğunu görüyorsunuz. Bu, keşifler sırasında Hristiyanlığın kılıç zoruyla uzak diyarlarda kabul ettirilmesi gerçeğinin simgesel olarak anlamlı bir ifadesi.

Sol tarafta Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão birer Padrão dikmeye uğraşıyorlar. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar.

Burada paylaştığım fotoğraflarda havanın kapalı olduğu belli olmakla beraber, Okyanus’tan karaya doğru esen güçlü rüzgarı ve şiddetli yağmuru anlamak mümkün değil. Bugüne kadar hiç görmediğim şekilde patlayan fırtına sanki bir zamanlar okyanuslara açılan gemicilerin ne tür koşulları göğüslemeleri gerektiğini anlamamız için kurgulanmıştı. O rüzgârda şemsiye açmak da mümkün olmadı. Mecburen sahilde, biraz ilerimizde görünen bir başka Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki anıta gitmekten vaz geçmek zorunda kaldık. Doğrusu, Manuelin mimarinin ayakta kalabilmiş nadir güzelliklerinden Torre de Belém’e (Belém Kulesi) gidemediğimiz için üzüldüm. Ama, gitmeye çalışmak da pek gerçekçi olmayacaktı. Arap mimarisinden esinlenilmiş kuleleri, halat şeklinde süslemeleri ve balkonları görebilmek için daha çok dışarıda olmak gerekecekti. Belém Kulesi, Kral I. Manuel’in isteği üzerine, 1514-1520 yılları arasında yapılmış. Anıt, Portekiz’in şaşaalı döneminin en önemli simgelerinden biri olarak kabul ediliyor.

Fırtına yüzünden gidemediğimiz Torre de Belém
Kaynak: visitlisboa.com

Yağmurun altında elimden geldiği kadar fotoğraf çektim. Bu arada yakınımızda Türkçe konuşmalar duydum. 9-10 kişilik bir erkek grubu idi. Onlar da zorlukla fotoğraf çekmeye ya da birbirlerini anıtın önünde çekmeye çalışıyorlardı. İçlerinden bir tanesi rehberleriydi. O hava koşullarında Türkçe olarak anıt hakkında bilgi vermeye çalışıyordu. Derken, yağmur iyice şiddetlendi. Artık hava koşullarına direnmeye çalışmanın bir anlamı da kalmamıştı. Vakit geçirmeden otele dönmeye karar verdik ama, yağmurun altında tren istasyonuna o yolu nasıl geri gidecek, en önemlisi, sabah geçtiğimiz o üst geçitten nasıl geçecektik?

Çaresiz koşmaya başladık. Anıtın giriş kapısının önünde, 1960 yılında Güney Afrika’nın Gemici Prens Henrique’nin 500. ölüm yıl dönümü için Portekiz’e hediye ettiği, çeşitli renklerde mermerlerden mozaik şeklinde yapılmış dev pusulayı, fazla inceleyemeden, şöyle bir görebildik. 50 metre çapı olan pusulanın ortasındaki haritada, Portekiz’in 16. yüzyılda fethettiği tüm toprakları görmek mümkün.

Ana yola doğru koşarken, uzakta, yol kenarında park etmiş bir taksi gördük. Şoför dışarıda, açtığı arabanın bagaj kapağının altında sakin sakin sigara içiyordu. Bizi hemen arabasına buyur etti. Nereye gideceğimizi sordu. İngilizce konuşabilen, kibar bir adamdı. Hava kötüydü ama, İstanbul’da yağmur yağdığı zaman bir felakete dönüşen trafik gibi bir sıkışıklık yoktu. Araba kullanma şekli bir yana, ne de olsa Lisbon’un nüfusu 545 bin civarındaydı. Sonunda, taksi şoförü bizi, otelin yakınındaki Avenida da Liberdade üzerinde bıraktı. Akşam yemeğine gidene kadar mecburen dinlenecektik çünkü Lizbon’un merkezinde de hava berbattı.

Yemek için, Lizbon’a gelmeden Cervejaria Ramiro’da yer ayırtmıştım. Burayı, hem Lizbon’da beş yıl çalışıp, yaşamış genç bir tanıdığım önermiş hem de kaldığımız Hapimag Lisbon’un şehirde önerdiği restoranlar arasında görmüştüm. Ayrıca, çeşitli sitelerde Lizbon’da deniz ürünleri yenebilecek en iyi yerlerden birisi olarak söz ediliyordu.

Ortada Queijo Monte da Vinha ve çevresinde
Manchego peynirleri

Avenida Almirante Reis 1 adresindeki Cervejaria Ramiro’ya metro ile gittik. Yeşil metro hattındaki Intendente durağında inip, kısa bir yürüyüşten sonra kolayca bulduk. İki kata yayılmış, fena sayılmayacak bir oturma kapasitesi vardı. Buna karşın tıklım tıklım doluydu. Bizim gibi, her milletten yabancının dışında, onlardan daha fazla Portekizli göze çarpıyordu. Bu da buranın sadece turistik bir yer olmadığını gösteriyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk bakışta bana daha çok bir esnaf lokantası gibi geldi. Elbette değildi ama, biraz fazla kokulu, kalabalık, gürültülü ve hengâme havası olan bir yerdi. Bu ambiyansa, çeşitli masalarda süren yengeç kırma çabaları ve o nedenle çıkan sesler de ayrı bir hava katıyordu. Yanımızdaki masada üç Portekizli kadın vardı. İçlerinden biri, arkadaşının bu konuda başarısız olduğunu görünce çekici eline aldı ve kare bir mermerin üzerinde duran yengece okkalı bir vuruş yaptı. Yengecin kabuğunu kırmayı başardı. Ancak, yengecin kabuğu masada kalırken, içinden kocaman bir et parçası yere fırladı. Üçünü birden bir gülme krizi tuttu. Aman ne güldüler ne güldüler! Portekiz’de gördüğüm en neşeli tiplerdi. Bu hallerine bayıldım.

İnsan her gezide yeni şeyler öğreniyor. Deve dikeninin peynir
yapımında kullanıldığını hiç bilmiyordum.

Yemekler çok lezzetli, servis hızlıydı. Başlangıç olarak iki peynir aldık. Bunlardan birisi, bildiğimiz bir peynir, Manchego idi. Asıl şaşırtıcı olan Queijo Monte da Vinha idi. Kaşıkla servis yapılması gereken, krem peynir kıvamındaki Monte da Vinha çok hoşumuza gitti. Marketlerde arayıp, eve götürmek için satın almaya karar verdik. Ertesi gün, gittiğimiz büyük bir markette aradık. Reyonlardaki yüzlerce peynir arasında bulamayınca, sorduk. İçeriden getirdiler. Ben bunun, Monte da Vinha peynirinin farklı saklama koşulları gerektirdiği için olduğunu düşünüyorum. Monte da Vinha peynirinin internet sitesinden öğrendiğime göre bu peynir, tamamen elle ve hiçbir katkı maddesi kulanılmadan üretilen, artisanal bir peynirmiş. Üretimde sadece çiğ koyun sütü, tuz ve bitkisel pıhtılaştırıcı olarak (coagulant) deve dikeni kullanılıyormuş. 2019 yılında İtalya’nın Bergamo kentinde yapılan Dünya Peynir Yarışması’nda, 6 kıta ve 42 ülkeden katılan 3804 peynir arasından altın madalyaya layık bulunmuş.

Sahanda karidesler çok lezzetli idi

Peynirlerin ardından, sahanda iri karidesler yedik. Sarımsaklı sosu ekmek batırıp yenecek kadar lezizdi. O kadar söyleyeyim. Şarap olarak Kuzey Portekiz’in Vinho Verde vadisi alt bölgesi Monção e Melgaço’da bulunan 50 yıllık, ilk Soalheiro bağından elde edilen Alvarinho çeşidi üzümlerden yapılan Soalheiro Primeiras Vinhas Alvarinho DOC 2023 beyaz şarabını içtik.

Morgado do Bussaco tatlısı

Ben, bir gece önce içtiğimiz Alvarinho kadar beğenmedim ama, havalandıkça daha bir iyiye gidiş oldu. Tatlıyı bir tane alıp, paylaşsak daha iyi olurdu aslında. Epeyce doymuştuk ama, yolculuklarda kendimi kısıtlamam genelde. Biraz aç gözlülük yaptık, doğru, ama Morgado do Bussaco denilen tatlı pek güzeldi. Bol cevizli ve ballı. Menüde öyle demiyordu ama, ben incir tadı da aldım. Yanında Duoro Vadisi bağlarının Tempranillo, Touriga Franca, Touriga Nacional, Tinta Barroca üzümlerinden yapılan, ve 10 yıl meşe fıçılarda yaşlandırıldığı için kırmızımsı kehribar rengini alan W&J Graham’s 10 Tawny Port içmeyi ihmal etmedik elbet…

Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (1)

Birkaç gün için gittiğimiz Portekiz‘den yeni döndük. Yine yeni pek çok bilgi, gözlem ve hoş anılar biriktirdik. Güzel bir gezi oldu. Henüz gitmediğimiz her ülke, insana oraya özgü olduğunu düşündüğü belli şeyler çağrıştırır. Öteden beri, Portekiz denince benim de aklıma gelen birkaç şey vardı.

Bunlardan bir tanesi, klasik ekonomi okulunun en önemli teorisyenlerinden David Ricardo (1772-1823) ve onun uluslararası ticaretin temel kuralı kabul edilen Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi idi. Burada bu teorinin ayrıntılarına girerek sizi sıkmayacağım. Ülkeler arası serbest ticaret ve uzmanlaşmayı destekleyen bu teori özetle, ülkelerin her şeyi üretmeye çalışmak yerine, fırsat maliyeti açısından üstün oldukları malları üretip, bunu başaramadıkları ürünleri ithal etmelerinin her ülkenin yararına olacağını belirtir. Ricardo bu teorisi için İngiltere ve Portekiz’i örnek olarak kullanır ve yaptığı maliyet karşılaştırması ile iki ülkenin hem şarap hem de kumaş üretmek yerine, maliyet açısından avantajlı oldukları ürünü üretip, diğerini ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağını ortaya koyar. Buna göre, İngiltere avantajlı olduğu kumaşı üretip Portekiz’den şarap ithal etmeli, Portekiz de şarap üretip kumaşı İngiltere’den ithal etmelidir. Nedense, Portekiz denince aklıma hep üniversitede okuduğumuz bu örnek gelirdi.

Bir de babamın 1960’ların sonlarında bir iş gezisi için Portekiz’e gidişi ve grup olarak Padrão dos Descobrimentos, yani Keşifler Anıtı‘nın önündeki fotoğrafı vardır. Sözünü ettiğim yıllarda Portekiz günümüzde olduğu kadar gidilip gelinen bir ülke olmadığı için babamın bu gezisi çok heyecan verici gelmişti bana. Sonraki yıllarda tek tük akraba ya da tanıdıklarım gitmeye başladı Portekiz’e. Genelde söylenen, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça geri olduğu ve eğer insan ilk olarak yurt dışına çıkıyorsa, gidilecek ülkenin Portekiz olmaması gerektiği yönündeydi. Hatırlarsınız, Avrupa Birliği‘ne girişinde de (1986) ekonomik olarak aslında topluluk üyesi olmayı hiç hak etmediği ve İspanya‘nın kanatları altında girdiği çok konuşulmuştu.

Bir ülkeye birkaç gün için gitmek bizi elbette o ülkenin uzmanı yapmaz. Kaldığımız sürenin sonunda olsa olsa o ülke hakkında yüzeysel bir fikir edinebiliriz. Bir dizi gözlemden oluşan tadımlık bir deneyimdir bu. Esasen, aynı şey insanın kalış süresi birkaç haftaya yayılsa bile geçerlidir çünkü, bir ülkeye gezgin olarak gitmekle orada yaşamak, günlük hayatı deneyimlemek çok farklı şeyler. Ben de bu yazımda size, gezip görebildiğimiz yerleri mümkün olduğunca gözlemlerimi de katarak, anlatacağım.

Lizbon’a uçağımız epeyce erken bir saatte idi. İstanbul Havaalanı’na gitmek için sabah 03’te kalkmamız gerekti. Gidenler bilirler, İstanbul’dan Lizbon’a uçuş epeyce uzun sürüyor. 4 saat 35 dakika uçtuk. İndiğimizde yerel saat 10’a geliyordu. Kolayca taksi bulduk. Lizbon’un en iyi yanlarından biri, havaalanının şehir merkezine çok yakın, 15-20 dakika uzaklıkta olması. Kalacağımız Hapimag Lisbon‘un yakınına kısa sürede geldik ama, otelin bulunduğu Rua São José sokağında çalışma olduğu için taksi epeyce dolanmak zorunda kaldı. Sonunda, mümkün olan en yakın noktada inmemiz ve biraz yürümemiz gerekti. Oda girişleri saat 16’da olduğu için bavullarımızı bıraktık ve hemen Lizbon’u keşfe çıktık.

Praça dos Restauradores
Meydanın ortasındaki anıt Portekiz’in 1640 yılında İspanyol
hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor.

Otelimizin konumu hem çoğu gidilecek yere hem de başta metro olmak üzere toplu taşıma olanaklarına oldukça yakın olması açısından mükemmeldi. Meraklısı için, ünlü markaların sıralı olduğu ve 1879-1882 yılları arasında yapıldığı zaman Paris‘in ünlü Champs-Élysées caddesine benzetilmeye çalışılan Avenida da Liberdade birkaç saniyelik, Avenida metro istasyonu 5 dakikalık yürüme uzaklığında. Liberdade caddesi, kuzeyde Praça Marquês de Pombal meydanından başlayıp güneyde Praça dos Restauradores meydanında son buluyor. Marquês de Pombal (1699-1782) Lizbon şehircilik tarihi açısından önemli bir isim. Marki Pombal, 1750-1777 yılları arasında Kral I. José‘nin (1714 –1777) bakanı ve başbakanı olarak çok etkin bir şekilde görev yapmasının yanında, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan 9 Richter şiddetindeki deprem faciası sonrası Lizbon’un yeniden inşası konusunda da ünlenmiş. O nedenle, şehircilik açısından Paris için Baron Haussmann ne anlam ifade ediyorsa, Lizbon için de Marki Pombal onu ifade ediyor diyebiliriz. Bu arada, yaşanan depremin ve sonrasındaki tsunaminin yol açtığı yıkımın Lizbon’u gezerken tarihsel olarak insanın sık sık karşısına çıktığını belirteyim. Sicilya‘yı gezerken 1699 Etna patlaması nasıl sürekli karşımıza çıkıyorsa, aynı şey 1755 Lizbon depremi için de geçerli.

Praça dos Restauradores meydanında Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerini (calçada Portuguesa) yapan ustalara saygı olarak yapılmış anıt. Heykeltıraş Sergio Stichini‘nin eseri (2017)

Gezdiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce Portekiz tarihinden kısaca söz etmek istiyorum. Kimileri bunu gereksiz buluyor. Hatta bu şekilde yazılarımı uzattığımı düşünenler de var.  Onlar da sağ olsunlar ama ben nasıl ki, yurt içinde olsun yurt dışında olsun, gezdiğim şehir ya da ülkelerin geçmişini, nereden gelip nereye vardıklarını bilmek istiyorsam, yazılarımı da o şekilde yazıyorum. Sadece gezilebilecek yerler, gidilebilecek restoranlar ve benzeri konularında daha yüzeysel bilgiler veren bir sürü site zaten mevcut. Beni tatmin etmeyen bu sitelerin arasına bir benzerini de eklemek bana ters geliyor açıkçası.

Lizbon sokaklarından
Çeşitli içkiler satan bir dükkan

Portekiz, sonraki dönemlerde sadece işgaller, devrimler, darbeler ve ekonomik krizlerle anılan bir ülke olsa da aslında Avrupa’nın en eski ulus devletlerinden birisi olarak tanımlanıyor. Tarihsel gelişimine bakıldığında, ülkede Taş Devri dönemi insan topluluklarının M.Ö. 2000 yılından itibaren güney ve doğu İberya‘dan gelen İber kabilelerinin saldırısına uğradıkları ve  topraklarının istila edildiği görülüyor. M. Ö. 700’lerde Keltler de Portekiz topraklarını istila ediyorlar. M.Ö. 218 yılında bölgeye ulaşan Romalılar tüm bu yerleşik kabilelerin ve özellikle Lusitenya kabilesinin çok şiddetli bir şekilde karşı koyması ile karşılaşıyorlar. Romalılar bu topraklara yerleşme konusunda o kadar zorlanıyorlar ki, bunu ancak bir casusun M.Ö. 139 yılında Lusitenlerin lideri Viriato‘yu zehirleyerek öldürmesi sonucunda başarıyorlar. Romalılar, aynı zamanda saygı duydukları Lusitenya kabilesine ithafen bu yeni eyaletlerinin adını Lusitenya koyuyorlar. Romalıların altında bu topraklarda huzurlu bir ortam yaşanıyor. Bu arada Hristiyanlık da günümüz Portekiz topraklarında M.S. 200’lü yıllarda yayılmaya başlıyor. Ancak, Batı Roma İmparatorluğu‘nun çöküşü sırasında tüm Batı Roma topraklarında yaşanan Cermen barbar kabilelerinin istilası buraya da uzanıyor. 409 yılında başta Vandallar olmak üzere barbar kabileler buraları istila ediyor. Kısa bir süre sonra, M.S. 415 yılında, Vizigotlar‘ın istilası başlıyor ve diğer Cermen kabileleri yenerek buralardan sürüyorlar. Zaman içinde Vizigot kabileleri arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi başlıyor. 711 yılında bu kabilelerden birisi Kuzey Afrika‘dan Arapları yardıma çağırınca Portekiz için yeni bir dönem başlıyor. Araplar kısa zamanda İber yarımadasının güneyini istila ederek, 756 yılında Abd-al- Rahman önderliğinde bağımsız Al-Andalus krallığını kuruyorlar. Günümüzde Portekiz’in en güney bölgesi olan Algarve bölgesine Araplar, batı anlamına gelen Al-Garb adını veriyorlar.

Birkaç yüzyıl boyunca güneyde Arapların yönetiminde oturmuş ve sakin bir ortam hüküm sürerken kuzeydeki bazı ufak Hristiyan krallıklar kuvvetlenmeye başlıyorlar. Bu krallıklar 11. yüzyılda, yeniden fetih anlamına gelen Reconquista hareketini başlatarak, Araplara saldırmaya başlıyorlar. Bu harekatlar sırasında, Leon Krallığı‘nın bir parçası olan Portucale bölgesi özellikle öne çıkıyor. 1139 yılında liderleri Alfonso Henriques, Ourique‘de kazandığı zaferden sonra kendisini Portekiz Kralı ilan ediyor. Buna karşın, Algarve bölgesi 1249 yılına, III. Alfonso burayı yeniden fethedene kadar, Arapların elinde kalmaya devam ediyor. Bundan sonra tarihte Portekiz’in sınırlarında önemli bir değişiklik olmuyor.

Portekiz Sardalyasının Fantastik Dünyası
Ülkemizde yediklerimizden epeyce büyük olan Portekiz’deki sardalyalar hem halkın temel bir besini hem de özellikle konserve tesisileri ile bir endüstri olarak önemli bir geçim kaynağı. Rossio Meydanı’ndaki bu dükkanda yaratılan Disneyland havası sardalyanın turistlere tanıtımını ve satışını
çok eğlenceli bir hale getirmiş.

Portekiz’in keşifler ve emperyalist yayılmacı döneminin başlangıcı olarak Kral I. João zamanında Kuzey Afrika’daki Ceuta şehrinin ele geçirilmesi (1415) gösteriliyor. Kralın üçüncü oğlu Prens Henrique 1418 yılında babası tarafından Algarve valisi yapıldıktan sonra Batı Afrika’nın keşfine öncülük ediyor. Aslında kendisi bu keşif seferlerinin hiçbirisine katılmıyor ama Keşifler Çağı‘nın öncüsü kabul edildiği için kendisine Gemici lakabı takılıyor. Portekiz bu dönemde Gine Körfezi‘ne yapılan seferlerden elde ettiği altın ve kölelerden büyük karlar ediniyor. Ardından, I. Manuel zamanında Vasco da Gama‘nın 1498 yılında Hindistan‘a, Pedro Alvares Cabral‘ın 1500 yılında Brezilya‘ya ulaşması ile ülkenin zenginliğine zenginlik katılıyor.

Keşifler ve genişleme döneminin sonu olarak 1578 yılında Kral I. Sebastião‘nun Fas‘a yaptığı başarısız sefer kabul ediliyor. Kimilerine göre, inatçı ve dediğim dedik olan kral yüzyıllar sonra Müslümanlara karşı Yeniden Fetih ruhunu abartarak, gereksiz bir saldırıda bulunuyor. Alcácer Quibir Savaşı‘nda kesin olarak öldüğü belirtilen I. Sebastião’nun ardından büyük amcası Kardinal Kral Henrique tahta çıkıyor ancak, Katolik bir Kardinal olarak bekar olması gerektiği için, 1580 yılında öldüğü zaman varis bırakamıyor. Bunun üzerine, İspanya Kralı II. Felipe anne tarafından Portekiz tahtında hak iddia edince, Portekiz 60 yıl boyunca İspanyol Habsburg yönetimi altında kalıyor.  İspanyolların altında iken ülkede Portekizli asillerin yönetim pozisyonlarında olmalarına karşın, izlenen ortak dış politika sonucu Portekiz kolonilerinin pek çoğu Hollandalıların eline geçiyor.

Esasen halk için Lizbon’un dik yokuşlarına çare olarak yapılmış olan asansör ve fünikülerler, turistler için de ulaşım, şehri yukarıdan görmek ve daha iyi
tanımak için önemli toplu taşıma araçları

Portekizlilerin İspanyol yönetiminden kurtulma süreci, 1640 yılında bir ayaklanma ve Bragança Dükü’nün Kral IV. João olarak taç giymesi ile başlıyor. İspanyollar karşı çıkıyorlar ancak, bir dizi savaş sonrası, 1668 yılında resmen Portekiz’in bağımsızlığını tanımak zorunda kalıyorlar. Yukarıda belirttiğim İspanyol dönemindeki koloni kayıplarına rağmen, Portekiz Brezilya’dan gelen altın ve elmaslarla çok büyük gelirler kazanmaya devam ediyor. Bu bilginin ışığında insan Portekiz’in bu zenginliği neden İngiltere ya da onun kadar olmasa da İspanya gibi başarılı bir sanayi devrimi için gerekli sermaye birikimine çeviremediğini merak ediyor. Benim anladığım kadarıyla, bu konuda kritik bir dönem olan 18. ve 19. yüzyıllarda Portekiz birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Bunların bir tanesi, onca gelire karşın, Kral V. João‘nun yaptığı savurganlıklar ve lüks düşkünlüğü nedeniyle ülkeyi iflas noktasına getirmesi. 1755 depremi de ülke için büyük bir yıkım oluyor. Lizbon neredeyse tamamen yerle bir olurken, nüfusunun yüzde 10’u ölüyor. Ardından, tüm kıta Avrupa’sı ile birlikte, Napolyon‘un işgali yaşanıyor. Kraliyet ailesi Brezilya’ya kaçıyor ve geçici bir dönem için imparatorluğun başkenti Rio da Janeiro oluyor. 1811 yılında, daha sonra Wellington Dükü yapılacak olan General Arthur Wellesley ve General William Beresford yönetimindeki Britanya ve Portekiz birlikleri Napolyon’u yenerek ülkeyi kurtarsalar da aile 1821 yılına kadar Portekiz’e dönmüyor. Bu kez de 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığını kazanması ile büyük bir gelir kaybı yaşanıyor. Ardından, iki kardeş arasında yaşanan bir on yıllık taht kavgası ve iç savaş dönemi oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir ekonomik toparlanma dönemi yaşanmaya başlansa da endüstriyel üretimin neden olduğu kitlesel işsizlikler ülkede büyük bir hoşnutsuzluk yaratarak cumhuriyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor. 1908 yılında ünlü Praça do Comércio meydanında hem Kral Carlos hem de veliaht prens öldürüldükten iki yıl sonra, 1910 yılında cumhuriyet ilan ediliyor.

Rossio Tren İstasyonu

Ne yazık ki, cumhuriyetin ilanı Portekiz’e hemen refah ve mutluluk getirmiyor. Yaşanan politik istikrarsızlık ve ekonomik krizlere 1926 yılında askeri bir darbe ile çare aranıyor. Bu ise, 1932 yılında Başbakan olan ve ülkeyi 36 yıl boyunca çok sert bir şekilde yöneten António de Oliveira Salazar‘ın  (1889-1970) diktatörlüğüne uzanan yolun başlangıcı oluyor. Ülkedeki diktatörlüğün son bulması tam olarak ancak 25 Nisan 1974 günü yapılan barışçıl bir askeri darbe ile mümkün oluyor. Benim yaş grubumda olanlar, kan dökülmeden yapılan ve askerlerin tankların ve silahlarının namlularına taktıkları karanfiller nedeniyle Karanfil Devrimi olarak anılan bu darbeyi anımsarlar. Ülkenin tam olarak demokrasiye geçmesi ise, iki yıllık bir geçiş ve değişim döneminden sonra mümkün olabiliyor. Tüm bu kaos ve keşmekeş dolu tarih içerisinde benim dikkatimi çeken nokta, Portekiz’de 1834 yılı gibi erken bir tarihte tüm tarikatların yasaklanarak, manastırların kapatılması oldu. 100 yıldan beri dini tarikatlar konusuna kesin bir çözüm bulamamış ya da içtenlikle bulmak istememiş bir ülkenin vatandaşı olarak bu konuyu neredeyse 200 yıl önce çözen Portekiz’i çok takdir ettim.

19. yüzyılda Neo-Manuelin tarzda yapılmış olan Rossio İstasyonu
gece ışıklandırması ile bir bibloya benziyor

Gitmeden önce yaptığım araştırmalardan kendimce Lizbon’u gezmeye Rossio ve Figueira meydanlarından başlamanın iyi olacağına karar vermiştim. Ayrıca, bu bölgede arayıp bulmak istediğim özel bir şey de vardı. Yüzyıllar boyunca Lizbon’da ticaretin merkezi olan bu iki meydan, Avenida da Liberdade’nin son bulduğu Praça dos Restauradores meydanına da çok yakın. Geçerken meydanın ortasında göreceğiniz anıt, 1640 yılında Portekiz’in İspanyol hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor. 1886 yılında açılan anıtın iki bronz heykeli ellerinde tuttukları taç ve palmiye dalıyla Zafer ve Özgürlüğü simgeliyorlar.

Rossio İstasyonu’nun at nalı şeklindeki kapıları

Praça dos Restauradores’den yolumuza devam ederken, bir Starbucks gördük. Amerika dışında gittiğim ülkelerde hiç Starbucks meraklısı değilimdir. Hele sonradan içtiğimiz kahvelerden anladığımız üzere, Portekiz gibi kahvenin iyi olduğu bir ülkede bence Starbucks’a gitmeye hiç gerek yok. Onun yerine yerel bir kafede oturup kahve içmek, varsa yerel bir şeyler yemek çok daha güzel. Yine de, sabah çok erken kalktığımız ve uzun bir yolculuk yaptığımız için en azından kahvesini bildiğimiz standart bir yerde soluklanma ihtiyacı hissettik. Lafı hiç uzatmadan belirteyim. Kahve inanılmaz kötüydü. Birkaç gün sonra, Sintra‘ya giderken kahvaltı niyetine aldığımız yiyecekler de felaketti. Mecbur kalmazsanız Lizbon’da Starbucks’a gitmeyin derim. Öte yandan, bu kötü deneyim de bir işe yaradı sonuçta. Dinlendikten sonra kalkınca Starbucks’ın altında bulunduğu binanın kendisi ve giriş kapısı dikkatimi çekti. Ana kapıdan girince ışıklı göstergelerden buranın bir tren istasyonu, dahası birkaç gün sonra Sintra trenine binmek için gelmemiz gereken Rossio Tren İstasyonu olduğunu fark ettim. Sintra’ya gidiş konusunu bir başka yazımda ayrıntıları ile anlatacağım.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı
En arkada, Lizbon’un en prestijli tiyatro binası,
Teatro Nacional Dona Maria II görünüyor.

İki tane at nalı şeklinde çok güzel kapısı olan Rossio Tren İstasyonu 1886 yılında mimar José Luis Monteiro (1848-1942) tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında halka açılmış. O dönemde Avrupa’da inşa edilmiş belli başlı tren garlarının yakınında görmeye alışkın olduğumuz görkemli otellere benzeyen Avenida Palace Hotel de yine aynı mimarın eseri. İstasyonun mimarisi, Portekiz’de 19. yüzyılda yapılmış yapılarda sıkça karşımıza çıkan Neo-Manuelin (Yeni-Manuelin) tarz olarak tanımlanıyor. Adından anlaşılacağı üzere bu aslında 16. yüzyılda, Kral I. Manuel‘in (1495-1521) dönemine denk gelen bir mimari geleneğin yeniden yorumlanması. Portekiz’e özgü bir mimari olan ve bazen Portekiz Geç Gotik Mimarisi olarak da anılan Manuelin tarzı Portekiz’in Rönesans ve Keşifler döneminden beslenerek ortaya çıkmış. Bunun en güzel örneği, Belém‘e gittiğimizde gezdiğimiz Jerónimos Manastırı. Bu manastırda Gotik mimari ile, fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu gibi uzak diyarların mimari özelliklerinin ne kadar güzel bir ahenk ile yan yana getirildiğini görmek mümkün. 1755 depremi maalesef Lizbon’da I. Manuel tarafından bu tarzda yaptırılan eserlerin neredeyse tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak akım, imparatorluğun Azor Adaları ve Madeira gibi yakın ve Kuzey Afrika, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi uzak noktalarına kadar yayılmış. Neo-Manuelin akımı 19. yüzyılda bu akımın yeniden yorumlanması ile ortaya çıkmış.

Meydanın ortasında yükselen sütunun üstündeki heykel hem bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru hem de daha sonra Portekiz kralı olan IV. Pedro. 19. yüzyılda yapılan dalga desenli mozaikler yürürken insanda tuhaf bir duygu yaratıyor.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı, tren istasyonunun karşısında, iki dakikalık yürüme mesafesinde. Söz konusu meydan, altı yüzyıl boyunca Lizbon’un can damarı olmuş. Boğa güreşleri, askeri ve dini geçitler, festivaller hep burada yapılmış. Meydanın ortasında, aynı zamanda bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru olan IV. Pedro‘nun heykeli yükseliyor. Dom Pedro IV, yukarıda sözünü ettiğim iki kardeş arasında yaşanan iç savaşın taraflarından birisi. Kardeşi Miguel, ülkenin muhafazakarları ile birlik olup, mutlak monarşiyi savunurken kendisi, bir liberal olarak, İngiltere’de olduğu gibi anayasal monarşiyi savunmuş ve 1822’de bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun birinci hükümdarı iken, tahtı kızına bırakarak Portekiz’e gelmiş ve kardeşini yenmiş. Meydan 19. yüzyılın ortasında dalga desenli mozaik ile kaplanmış. Uzaktan bakınca ve üstünde yürürken insanda değişik bir duygu yaratıyor. Meydanın çevresindeki binalar, Marki Pombal tarafından 1755 depreminde yıkılan binaların yerine yaptırılmış. Günümüzde bu binaların altında kafe ve dükkanlar var. Meydanın kuzey yanında Lizbon’un en prestijli tiyatro binası, Teatro Nacional Dona Maria II var. Daha önce burada bulunan Estaus Sarayı 1450 yılında, Lizbon’u ziyaret eden üst düzey yabancıları misafir etmek için yapılmış. Daha sonra, 16. yüzyılda, Engizisyon Mahkemesi olarak kullanılan saray 1755 depreminde yıkılmış. Günümüzde gördüğümüz Neo-Klasik bina, İtalyan mimar Fortunato Lodi tarafından tasarlanmış ve 1842-1846 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın tepesindeki alınlıkta yer alan heykel, Portekiz tiyatrosunun kurucusu sayılan Gil Vincente‘nin (1465-1536) heykeli.

Figueira Meydanı

Rossio Meydanı’nın yanındaki Praça da Figueira (figueira incir ağacı demekmiş) meydanında depremden önce Hospital Real de Todos-os-Santos hastanesi varmış. 1750’de yangın geçiren hastane beş yıl sonraki depremde tamamen yıkılmış. Pombal Markisi Baixa semtini yeniden tasarlarken buranın şehrin merkezi pazar yeri olmasına karar vermiş. 1885’te, Barselona’daki pazarlar gibi, üstü kapatılmış ama, 1950’de pazarın üstü tekrar açılmış. Meydandaki bronz Kral I. João‘nın heykeli heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından yapılmış ve 1971 yılında açılmış. Rossio meydanında olduğu gibi bu meydanı da günümüzde otel ve kafeler çevreliyor. 1829’da açılan ve aynı ailenin 6. kuşağı tarafından işletilen, bir zamanlar kraliyet ailesinin şekerlemecisi olan Confeitaria Nacional da Figueira meydanında. Biz burada oturmaya fırsat bulamadık ama, siz bir kahve ve pastanenin ünlü tatlıları ile bir mola verebilirsiniz. Okuduğuma göre buranın kahvaltısı da güzelmiş.

Praça da Figueira meydanının ortasında görülen ve 1971 yılında yapılan
Kral I. João‘nun heykeli Leopoldo de Almeida‘nın eseri.

Kafe ve restoranlar gittiğimiz ülkelerin yerli vatandaşlarını gözlemlemek için en uygun yerler. Eğer dışarıda oturuyorsanız, buna gelen geçenleri de ekleyebilirsiniz. Toplu taşıma araçları da bu açıdan çok zengin bir fırsat sunuyorlar. Eğer bir yerde yaşamayıp, kısa süreli kalıyorsak gözlemlerimizin yüzeysel olma olasılığı elbette yüksektir. Buna karşın Portekizliler hakkında size yine de birkaç satır yazmak istiyorum. Ben Portekizlileri oldukça mesafeli ve ciddi buldum. Fazla güler yüzlü oldukları söylenemez. Bu yönden Katalanlara benzettim. Gittiğiniz yerlerde öyle İtalya’da olduğu gibi sohbet ya da şaka, espri beklemeyin. İstisnalar elbette olabilir ama, ben rastlamadım. Ama yine de genel olarak Portekizce bir obrigado (teşekkür ederim) ya da por favor (lütfen) diyerek kimilerinden bir gülümseme koparmanız mümkün. Aslında bu yaz Yunanistan’da edindiğim deneyim de gittiğiniz ülkenin dilinde, özellikle nezaket içeren birkaç kelimenin çok olumlu karşılandığı yönünde. Portekiz’de çok sayıda eski sömürgelerinden gelen insan da yaşıyor. Çeşitli işlerde çalışan Brezilyalılar, Hintliler, Uzak Doğulular ve Endonezyalılar var. Ancak, bu farklı etnik kökenli insanlar beyaz Portekizlilerle pek fazla karışmışlar gibi gelmedi bana. Hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Portekizlilerde gözlemlediğim bir başka özellik ise çevrelerinden, dünyadan oldukça kopuk görünmeleri. Belki sadece dışarıdan öyle görünüyorlar, bilemiyorum.

Masonların kendilerine özgü, özel el sıkma hareketlerini
gösteren kabartmayı insanlar fark etmeden geçiyorlar

Figueira Meydanı tarafında bulmak istediğim özel bir şey olduğunu yukarıda yazmıştım. Farklı şehirlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bazen bir kenti belli bir tema doğrultusunda, bir şeylerin peşine düşerek gezmeyi sevdiğimi bilirler. Aradığım şey, Figueira Meydanı ile Rua do Amparo‘nun köşesindeydi. Bu, çoğu insanın fark etmeden yanından geçip gittiği bir Mason simgesi idi. Sokağı ve meydanı birleştiren köşedeki mermerden büyük madalyonun üzerinde bariz bir şekilde, Masonlara özgü el sıkışmasının yer aldığı bir kabartma var. Lizbon’da, daha önce Barselona’da yaptığım gibi detaylı olarak Mason simgelerinin peşine düşecek zamanım olmadı. Barselona’da bu konuya epeyce zaman ayırmış ve ayrı bir yazı yazmıştım. Burada o kadar vaktimin olmayacağını önceden biliyordum. O nedenle, sadece bu mermer plakayı ve daha sonra gideceğimiz bir restorandaki simgeleri görmeye karar vermiştim. Söz konusu restorandan bu yazımın sonunda bahsedeceğim.

Rua do Amparo, Figueira Meydanını Rossio Meydanına bağlıyor. Sokağın başındaki Masonik el sıkma kabartmasının iki meydanın birbirlerine desteğini simgelediği düşünülüyor.

Masonik röliyefin büyük olasılıkla, Rossio Meydanı’nı yeniden düzenleyerek buradaki pazarı komşu Figueira Meydanı’na taşıyan mimar Carlos Mardel tarafından tasarlandığı belirtiliyor. Kendisi de Mason olan Mardel, yeni bir işlev ve önem kazandırdığı Rossio ile Figueira arasındaki karşılıklı desteği tipik bir Mason el sıkma hareketi ile simgelemiş. 18. yüzyılda şehirde yapılan bu düzenlemeler sonucunda Lizbon’da, üç meydan çevresinde, farklı alanlarda önemi olan üç merkez yaratılmış. Rossio, dükkanlar ve iş yerleri ile kentsel, Figueira büyük pazar yeri ile kırsalla bağlantılı bir merkez haline getirilmiş. Mardel, Masonik el sıkma kabartması ile hem kendi ait olduğu topluluğun bir izini bırakmış hem de Lizbon’un iki farklı yüzü olan kentsel ve kırsal odakların dayanışmasını ifade etmiş. Lizbon için önemli olan diğer meydan daha önce sözünü ettiğim Praça do Comércio. Adı üstünde, nehir kıyısındaki konumu ile bu meydan, özellikle dünya ile ticaretin merkezi olarak tasarlanmış.

İki meydanı birleştiten sokaklardan Rua da Betesga‘dan
Lizbon’un kalesi Castelo de São Jorge manzarası. Kalenin bulunduğu tepe Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar tarafından da savunma amaçlı kullanılmış. Arapların 8. yüzyılda yaptıkları kale, 1147 yılındaki kuşatma ile Portekizlilerin eline geçmiş. Orta Çağ boyunca yapıda birçok değişiklik yapılmış. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda kraliyet konutu olarak kullanılmış.

Masonluk, İspanya’ya olduğu gibi, Portekiz’e resmi olarak yüzyıllar sonra girmiş olsa da her iki ülkenin de Tapınak Şövalyeleri ile kuvvetli tarihsel bağlarının olması, Masonluğun bu ülkelerde yaygın ve kuvvetli olmasının bir nedeni olarak gösteriliyor. Tüm localar olmasa da kendisini Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olarak gören localar olduğu çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Engizisyon mahkemesi kayıtlarına dayanılarak, Portekiz’de ilk Mason oluşum 1727 ya da 1728 olarak kabul ediliyor. Web sitemdeki “Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…” başlıklı yazımda Tapınak Şövalyeleri’nin tarihte ortaya çıkışlarından ve yaklaşık iki yüz sene sonra kafir ilan edilerek, yöneticilerinin 1314’te yakılarak yok edilmesinden söz etmiştim. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için linki kullanarak, söz konusu yazımı okuyabilirsiniz. 1096 yılında, Birinci Haçlı Seferi‘nden sonra kurulan ve 1128 yılında Papa II. Honorius tarafından resmi olarak tanınan Tapınak Şövalyeleri’nin başlangıç amacı Kutsal Topraklara hacca giden Hristiyanları korumaktı. Zamanla, aldıkları bağışlar ve yaptıkları yatırımlarla Avrupa’nın en büyük finansal gücü haline gelmişlerdi. Öyle ki, tarikat Avrupa’nın monarklarına borç verebilecek güce kavuşmuştu. Onların sonunu getiren de bu güç oldu. Günümüzde, Tapınak Şövalyeleri’nin 1312 yılında Papa V. Clement tarafından din düşmanı ve kafir ilan edilerek yok edilmesinin arkasında, şövalyelere ödeyemeyeceği kadar büyük borcu olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in yaptığı baskı olduğu biliniyor. Bu süreçte, Fransa’da büyük ölçüde katledilen tarikat üyelerine İspanya ve Portekiz hükümdarları kucak açıyor. Dönemin Portekiz hükümdarı Kral Dinis, Tapınak Şövalyeleri’nin, başta İsa’nın Şövalyeleri olmak üzere, başka tarikatlar içinde varlıklarını sürdürmelerine izin veriyor. İşte Masonluğun Lizbon’da kuvvetli olması bir yanıyla bu tarihsel gerçeklere dayandırılıyor.

Rua da Betesga’nın köşesindeki São Jorge yani Aziz George kabartması. Aziz George, aralarında İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Gürcistan bulunan birçok ülkenin olduğu gibi, Portekiz’in de koruyucu Azizi kabul ediliyor.

Rossio ve Figueira civarındaki ilginç yerlerden birisi de Ulusal Anıt staüsünde olan, Igreja de São Domingos, yani Aziz Dominik Kilisesi. Küçük bir meydana (São Domingos Meydanı) açılan kilisenin, dışarıdan belli olmasa da içerisinde oldukça ürkütücü bir atmosfer var. Bunun sebebi, en son 1959 yılında geçirdiği büyük bir yangının izlerini taşıyor olması. Açıkçası, kilise hakkında bilgi sahibi değildim. Sadece, yola çıkmadan birkaç gün önce bir Portekizlinin görülmesi gereken bir yer olduğu yönündeki ipucuna dayanarak görmeye karar vermiştim. Kilisenin tarihi konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeri girer girmez bir tuhaflık sezdim ve buranın yangın geçirmiş olduğunu hemen fark ettim. Psikolojik olsa gerek. Sanki kararmış duvarlardan insanın burnuna bir yanık kokusu yayılıyordu. Kilise, 13. yüzyılda, Kral II. Sancho zamanında yapılmış. Ancak, 1531 ve 1755 yıllarının depremleri ile geçirdiği birkaç yangından sonra yapılan iyileştirmeler orijinal Orta Çağ kilisesinin izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Oysa ilk yapıldığı dönemde burası Lizbon’da Kraliyet vaftiz, düğün ve cenaze törenlerinin yapıldığı kilise imiş. Yangından kararmış orijinal sütunların arasındaki turuncu tonlarında boyanmış daha yeni duvarlar ilginç bir tezat oluşturuyor.

Igreja de São Domingos

İçeri girdikten kısa bir süre sonra hem biraz soluklanmak hem de etrafı incelemek için sıralardan birine oturalım dedik. Bu, birçok gezgin gibi, gittiğimiz hemen hemen her ülkede yaptığımız bir şey. Ama bu kez oturur oturmaz, son derece asık yüzlü ve kaba bir görevli tarafından, ayin olacağı belirtilerek, kaldırıldık. Adam suratsız olmanın dışında bir de düpedüz bağırıyordu. Aklıma birkaç yıl önce, Noel zamanı, Beyoğlu’ndaki Santa Maria Draperis Kilisesi‘ndeki sevimsiz bir siyahi görevli geldi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak ve bir afra tafra ile ziyaretçileri sözde düzene sokuyordu. İki olay da aklımda, kompleksli insanların verilen en basit görevi abartarak, “Ali kıran baş kesen” haline gelmelerine güzel bir örnek olarak kalacak.

São Domingos Kilisesi’nin içi
Aziz Domingos Kilisesi’nin içi geçirdiği
yangınların izleri ile dolu

Kilisenin önündeki meydanda büyük bir Afrikalı grup vardı. Meğer bu bir rastlantı değilmiş.  São Domingos Kilisesi’nin cemaatinin neredeyse tamamının, kökleri Portekiz’in eski Afrika sömürgelerinden gelenlerden oluştuğunu okudum. Burası, Lizbon’un özel olarak Afrikalılara kucak açan ve onları kollayan bir kilisesi imiş. Kilisenin Afrikalılar ile bağı 1400’lü yıllara kadar dayanıyor. Bu yıllarda Afrika’dan gelen köleler eğer Afrika’da veya getirildikleri gemilerde vaftiz edilmemişlerse, São Domingos Kilisesi ve çevredeki birkaç kilisede vaftiz edilirlermiş. Daha sonra, civardaki köle pazarlarında madenlerde, gemilerde, dükkanlarda, tarlalarda ve dökümhanelerde çalışmak üzere satılırlarmış.

Santa Justa Asansörü

Rua de Santa Justa‘daki Santa Justa Asansörü Rossio Meydanı’ndan kolaylıkla görülebiliyor. Göğe doğru yükselen bu dev asansör genel olarak Lizbon’a gidenlerin görmeyi ihmal etmedikleri bir yer. Günümüzde daha çok bir turist çekim merkezi olsa da Portekizce adıyla Elevador de Santa Justa aslında zamanında Lizbon’un toplu taşıma sisteminin bir parçası olarak inşa edilmiş. İçi ahşap, 25’er kişilik iki kabini olan asansör şehrin Baixa semti ile yukarıdaki Bairro Alto‘yu birbirine bağlıyor. Tepenin ne kadar dik olduğunu görünce insan, bu asansörün yapıldığı zaman Lizbonlular için ne büyük bir kolaylık sağladığını anlıyor. Demirden ve kimi kaynaklara göre 32, kimine göre 45 metre yüksekliği olan (sanırım nereden ölçüldüğü ile ilgili) asansör 1902 yılında hizmete açılmış. Mimarı, Alexandre Gustave Eiffel‘in öğrencisi olan Fransız mimar Raoul Mesnier du Ponsard. Başta buharla çalışan asansörde 1907 yılından itibaren elektrik kullanılmaya başlanmış. Yapının demir iskeleti Neo-Gotik süslemeler ve detaylarla dolu. O nedenle insana sadece bir demir yığını değil, bir sanat eseri izlenimi veriyor.

Santa Justa Asansörü’nden kale manzarası

Talebin çok, kabin kapasitesinin ise sınırlı olması nedeniyle uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Belki sabah çok erken ya da geç bir saatte daha az yoğun olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi, asansör şehrin toplu taşıma sisteminin bir parçası olduğu için Lizbon için almanızı önerdiğim toplu taşıma kartınızı burada da kullanabilirsiniz.

Uzakta görünen Tagus nehri

Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi. İçi ahşap kaplı, tertemiz kabine bindik. Bizim İstanbul’daki Tünel’in sistemi gibi, Santa Justa Asansörü’nün de kabinlerinden birisi inerken diğeri yukarı çıkıyor. Gittiğim şehirlere yukarıdan bakmayı hem manzara açısından severim hem de şehirde ne nerede diye kafamda yerli yerine oturtmak için çok yararlı bulurum. Lisbon’da şehri yukarıdan görebileceğiniz dokuz, on tane böylesi manzara noktası (Mirador) var. Santa Justa Asansörü de bunlardan birisi. Yukarı çıkınca, tepeden Rossio Meydanı’nı, karşıdaki kaleyi (Castelo de São Jorge), katedrali (Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca Sé de Lisboa) ve İber Yarımadası‘nın en uzun (1007 kilometre) nehri olan ve Lisbon’dan Atlantik Okyanusu‘na dökülen Tagus‘u görebilirsiniz.

Santa Justa Asansörü’nü yukarıdan Bairro Alto semtine bağlayan koridor

Santa Justa Asansörü yukarıda Bairro Alto semtine iki yanı açık, koridor şeklinde bir yürüyüş yoluyla bağlanıyor. Bu yolu izlediğinizde, kendinizi bana göre Lizbon’un en ilginç tarihi eserlerinden birinin dibinde bulacaksınız. Aşağıda Rossio Meydanı’ndan da görülebilen bu çatısız tarihi yapı Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) ve Carmo Manastırı. Aslen Karmelit tarikatına ait olan kompleksin girişi, önündeki sevimli ve sakin Largo do Carmo meydanında. Günümüzde, ağaçların altındaki sakin kafeleri ile çok huzurlu görünen bu meydan Portekiz yakın tarihinde önemli olaylara sahne olmuş. Meydanın ortasındaki çeşme ve çevresindeki binalar, depremin ardından Pombal Markisi’nin Lizbon’da başlattığı yeniden inşa döneminde yapılmışlar. Ancak, günümüz Portekizlileri için meydanın tarihsel önemi bundan çok daha fazla. 1974 yılındaki Karanfil Devrimi’nin en önemli olayları burada yaşanmış. 25 Nisan 1974 günü, 48 yıldan beri süren diktatörlük rejiminin başbakanı olan Marcello Caetano, başlayan ayaklanmalar üzerine, o sıralar Carmo Manastırı’nın bir bölümünü karargâh olarak kullanan Cumhuriyet Muhafızları Birliği’ne sığınmış. Ayaklanan diğer askeri birlikler ve halk bu meydanda toplanmışlar ve sonunda karargâhı ele geçirmişler.

Carmo Kilisesi ve Carmo Manastırı‘na Santa Justa Asansörü’nden bakış
Kilise ve manastırın Rossio Meydanı’ndan görünüşü

Carmo Kilisesi ve Manastırı 14. yüzyılda, önce asker olup, daha sonra Karmelit tarikatına giren General Nuno Álvares Pereira tarafından yaptırılmış. Kendisi 2009 yılında Papa tarafından resmen Aziz ilan edilmiş. Lizbon kalesinin karşısındaki tepede, bir zamanlar şehrin en görkemli kiliselerinden birisi olan yapı, 1755 depremi ve ardından yaşanan yangında ağır hasar görmüş. Çatı tamamen çökmüş. 1756 yılında Neo-Gotik tarzda bir yeniden inşa süreci başlatılsa da bu çalışmalar 1834 yılında Portekiz’de dini tarikatların yasaklanması nedeniyle tamamen durmuş. Günümüzde ayakta gördüğümüz kalıntılardan 14. ve 15. yüzyıllardan kalma orijinal kısımların güney ve batı kapıları ile apsis önündeki hol benzeri açıklık olduğu belirtiliyor. Kilisenin çatısı hiçbir zaman tekrar kapatılmamış. 1864 yılında burada bir arkeoloji müzesi oluşturulmaya karar verilmiş. Ülkenin ilk sanat ve arkeoloji müzesi olarak burada, hem tarikatların lav edilmesi ile terk edilen dini mekanlardaki sanat eserleri hem de Fransız işgali ve iç savaşlar sırasında tahrip olan eserler korumaya alınmış.

Carmo’nun ana giriş kapısı
19. yüzyılda müzeye dönüştürülen Carmo’nun
etkileyici bir havası var.
Manuelin Tarzda yapılmış pencere (16. yy.)
Santa Maria de Belém Manastırı‘ndan getirilmiş.
Altta Portekiz arması (14.yy.)

Bilet aldık ve içeri girdik. Kilisenin çatısının olmadığını fotoğraflardan zaten biliyordum ama yine de içeri girince etkilendim. Bir kısmı Neo-Gotik yeniden inşa döneminden kalan kirişlerin arasından gökyüzünü ve bulutları görmek elbette hoştu. Ben burayı esas, sergilenen arkeolojik ve eski eserlerle bütünleştirilmiş olmasından dolayı etkileyici buldum. Portekiz’in dört bir tarafından getirilen Roma ve Arap dönemi ile çeşitli manastır ve kiliselerden getirilen Orta Çağ’dan kalmış eserler ortamın ambiyansına ayrı bir değer katıyor kanımca. Yapının manastır bölümü de küçük ama güzel düzenlenmiş bir müze. Burada da Portekiz’in Erken ve Orta Paleolitik, Neolitik, Bronz ve Demir Çağlarına giden geçmişine ait buluntular, Orta ve Güney Amerika’dan getirilen eserler ve çoğunluğu yine dini mekanlardan kurtarılmış parçalar sergileniyor. İlgi çekici eserler arasında 16. yüzyılda yapılmış ve Santarém‘den getirilmiş Kral I. Fernando‘nun lahiti ve yine aynı yüzyıla ait Perulu bir oğlan çocuğunun mumyasını söyleyebilirim. Işıkların aşırı parlaması nedeniyle mumyanın fotoğrafını kendim çekemedim. Burada müze broşüründen bir fotoğraf paylaşıyorum.

Orta ve Geç Neolitik Dönem buluntuları
6. ve 19. yy. arasına tarihlenen Orta Amerika’dan
çeşitli seramik ve çömlek objeler
Kral I. Fernando‘nun mezarından detay
Santarém‘deki San Francisco Manastırı’ndan getirilmiş
(14. yy.)
Oğlan çocuğu mumyası
Peru (16. yy.)
Kaynak: Müze broşürü

İlk güne sığdırdığımız tüm bu gezmelerden sonra, akşam yemeğe gitmeden, artık otele giderek odamıza yerleşme zamanı gelmişti. Sabah İstanbul’da ne kadar erken kalktığımızı düşününce, hiç de fena gezmemişiz diyebilirim. O arada bir de Lizbon’a gelenlere önerilen 28 numaralı tramvaya binme denememiz oldu ancak, inanılmaz bir kuyruk nedeniyle vaz geçtik. Sanırım, vaz geçmesek iki saatten fazla beklememiz gerekecekti. Bu tramvay özellikle, 40 dakika süren ve şehrin ilgi çekici Graça, Alfama, Baixa semtleri ile katedral ve kale gibi önemli turistik noktalarından geçen güzergahı nedeniyle çok popüler.

Ah! İşte o ünlü 28 numaralı tramvay!

Otele dönmeden önce Rua Augusta‘daki Fábrica da Nata‘da bir soluklanalım dedik. Burada kahve eşliğinde birer Pastéis de Nata yedik. Portekiz’e giden gitmeyen herkes Pastéis de Nata veya Pastéis de Belém‘i duymuştur. Ülkemizde bazı pastanelerde de bu altı çıtır, içi tarçın ve limon kabuğu ile çeşnilendirilmiş krema ile dolu, yuvarlak ve küçük tatlılar yapılıyor. Bu arada, bazen bu tatlıya Pastel de Nata veya Pastel de Belém de dendiğini görebilirsiniz. Pastéis Portekizce tatlı hamur işleri için kullanılan çoğul bir terim. Pastel ise, onun tekil hali. Şimdi bir de Pastéis de Nata ve Pastéis de Belém arasındaki farkın ne olduğu olayı var. Pastéis de Belém, bu tatlının Belém’deki ünlü Pastelaria de Belém pastanesinde yapılanına verilen isim. 1837 yılında kurulan pastane, bu tatlının özel, orijinal tarifinin kendilerinde olduğunu ve bunu, tatlıyı asıl icat eden, yakınlarındaki Jerónimos Manastırı’nın rahiplerinden öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardıklarını söylüyor. Bir sonraki gün Pastéis de Belém’i de tatma fırsatı bulduk. Arada fark olup olmadığını ve değerlendirmemi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Fábrica da Nata‘nın ikinci katından kafe ve restoranlarla
dolu Rua Augusta‘ya bakış

Akşam yemeği için, 2023 ve 2024 Michelin listesinde yer alan Cervejaria Trindade‘de çok önceden yer ayırtmıştım. Bunun sebebi sadece Michelin değerlendirmesine girmiş olması değildi. Doğrusu, mekânı da çok merak etmiştim. Cervejaria Trindade, yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bir manastırda hizmet veriyor. 1294 yılında kurulmuş. Manastırın özel misyonu Arapların elindeki Hristiyanları kurtarmakmış. Manastırın bir başka özelliği de papazların burada bira üretmeleri imiş. Zaten Cervejaria da Portekizce bira imalathanesi demek. Cervejaria Trinidade aynı zamanda Portekiz’in en eski bira imalathanesi kabul ediliyor. Günümüzde Portekiz Ulusal Mirası statüsünde olan manastır tarihinde birkaç büyük felaket geçirmiş. 1704 yılında çıkan bir yangında yerle bir olmuş. Büyük Lizbon depreminde (1755) ağır hasar aldıktan sonra 1756 yılında tekrar yanmış. 1834 yılında dini tarikatların yasaklanması sonucu kapatılmış. Kapatıldıktan bir sene sonra burayı Galiçyalı bir sanayici olan Manuel Moreira Garcia satın almış ve yapının kilise, manastır ve yemekhane bölümlerini 1836 yılında açılan bir bira fabrikasına çevirmiş. 1840 yılında papazların yemekhane bölümünden geriye kalan kısımda halka doğrudan hizmet veren bir bira salonu açılmış. Manuel Moreira Garcia 1863 yılında, Fábrica de Cerâmica Viúva Lamego seramik fabrikasının sanat direktörü Luís Ferreira‘ya, manastırın orijinal seramik duvar kaplamalarına (azulejos) ek olarak başka boyalı paneller sipariş vermiş. Sahibinin inanç ve zevkini yansıtan bu panellerden orijinal manastırın atrium bölümündeki beş tanesi Masonik simgelerle dolu olmaları açısından çok ilginç. Restoranın hemen girişindeki bu duvar panolarından sonra, biraz daha ilerleyince, manastırın yemekhanesine denk gelen yerde, Dört Element ve Dört Mevsimi simgeleyen canlandırmalar var. Mevsimlerden kışı simgeleyen pano artık yok. Sonraki yıllarda bir kapı açma uğruna yok edilmiş. Benim çok merak ettiğim bu duvar panolarını restoranda yemek yemeseniz de belli saatlerde (sabah: 10-12, öğleden sonra 3-7 arası) görmenize izin veriyorlar.

Cervejaria Trinidade’ye akşam saat 9:30 için rezervasyon yaptırmıştım. Portekiz’de önceden restoran rezervasyonu yaparsanız o günün sabahında e-mailinizi kontrol etmeyi ihmal etmeyin çünkü, aynı gün sizden rezervasyonunuzu onaylamanızı istiyorlar ve bunu da elektronik posta yoluyla yapıyorlar. Eğer yapmazsanız, masanızı başkasına verebileceklerini belirtiyorlar.

Üstad-ı Muhterem
Her şeyi gören göz…
Sekreter…
Birinci Nazır…

Günün yorgunluğunun üzerine, Bairro Alto, Rua Nova da Trinidade 20C adresindeki restorana gitmek, çıkmamız gereken yokuş ve merdivenler nedeniyle, epeyce zahmetli oldu. Yine kısa bir yürüyüş gösteren ama topografya konusunda hiçbir bilgi vermeyen navigasyonun azizliğine uğradık. Oysa buraya gelmenin en pratik yolu, yine Santa Justa Asansörü’ne binmekmiş. Sizin aklınızda olsun…

Dört Mevsim canlandırmalarından Rüzgar
Mevsimlerden Sonbahar (solda) ve Yaz (sağda)
Cervejaria Trindade‘nin duvarlarındaki azulejos’larda başka
canlandırmalar da var. Gözüme çarpan bu pano da
Ticareti temsil ediyor.

Restorana geldiğimiz zaman, oturmak istediğim ve ona göre yer ayırttığım Masonik panolar olan ön bölmede, tek başına oturan ve garsonla inanılmaz yüksek sesle konuşan bir Amerikalı turist kadın nedeniyle daha içerideki salona geçmeye karar verdik. Bu salon, daha önce manastırın kilisesinin ve 1866-1935 yılları arasında bira imalathanesinin bulunduğu bölümmüş. 1946 yılında buraya yeni bir fonksiyon kazandırılmak istenince, yeniden düzenlenmiş ve duvarlarını panellerle süslemek üzere, sanatçı Maria Keil davet edilmiş. Salon da günümüzde bu isimle anılıyor. Güney Portekiz doğumlu olan sanatçının, Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerinden (calçada Portuguesa) ve Roma tapınaklarından esinlenerek yaptığı paneller sanatta Portekiz Modernist akımının bir parçası sayılıyor. Bu kısım bir dönem (1959-1972) ayrı bir restoran haline getirilmiş. 1973 yılında tekrar Trinidade’ye katılmış.

Bizim yemek yediğimiz Maria Keil salonu
Sanatçı duvar panolarını yaparken ülkeye özgü kaldırım
döşemelerinden (calçada Portuguesa) esinlenmiş
Restoranın daha önce manastırın revaklı
avlusu olan bölümü

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Cervejaria Trinidade’nin ortamını fazla modern buldum. Restoran, 2021 yılında girdiği, bir yıl süren tadilattan sonra bu halini almış. Eski halini bilenler önceki ambiyansının çok daha otantik ve güzel olduğunu söylüyorlar. Maalesef bu durum, ülkemizde ve dünyada sıkça karşılaştığımız bir durum. Tarihi yerlerin mutfak ve tuvalet gibi bölümlerinin çağdaş hale getirilmeleri elzem. Ama orijinal havanın bozulmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki gençlerin ilgisini çekmek için bu yola başvuruluyor. Bilemiyorum.

Şerefe…
Kabuklu deniz ürünleri Portekiz mutfağının olmazsa olmazları

Restoranda, bizim gibi turistlerin yanında, çok sayıda Portekizli de vardı. Bilirsiniz, bu benim için daima iyiye işarettir. Garsonların biraz ilgisiz ve bu dünyadan kopuk gibi olduklarını söylemeliyim. Ancak, bunu kişisel almamalısınız. Portekiz’de neredeyse her yerde rastladığımız bir durumdu. Daha önce de belirttiğim gibi, Portekizliler genel olarak insana bu hissi veriyorlar. Gelmeden önce onların bu özelliğine dikkat çeken çok sayıda yorum okumuştum. Öte yandan, yemekler çok güzeldi. Önden, ikram olarak, spesiyaliteleri olduğunu söyledikleri morina balığı (cod) ve et kroket getirdiler. Başka yerlerde de yedik ama en iyi yapılmış ve lezzetli olanlar buradakilerdi. Ana yemek olarak, otlu sos ile pişirilmiş dev (tiger) bir karides ve Lizbon’a, hatta restoranın bulunduğu Bairro Alto semtine özgü olduğu belirtilen Bacalhau à Brás, yani à Brás usulü morina balığı yedik. Tuzlu morina parçaları, sotelenmiş soğan ve çok ince doğranmış kızarmış patatesin yumurta ile “bağlanması” yöntemi ile yapılıyormuş. Üzerinde kıyılmış zeytin ve maydanoz var. (Yaygın bir görüşe göre, tabağın “Brás Usulü” anlamına gelen adı, yemeği icat eden kişinin adından geliyor). İki ana yemek de çok lezzetli idi. Portekiz’e geliyorsanız, kendinizi deniz ürünleri, özellikle kabuklu deniz hayvanları yemeye hazırlamalısınız çünkü, Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyor. Trinidade’de olduğu gibi, bazı yerlerde et ve tavuk da bulmanız mümkün ama, seçeneklerin yüzde doksanını deniz ürünleri oluşturuyor diyebilirim. Yemekte kuzey Portekiz’in Vinho Verde bölgesindeki Palácio da Brejoeria şaraphanesinde yerel Alvarinho üzümü çeşitlerinden (Alvarinho, Arinto, Loureiro, Azal, v.b.) yapılan Alvarinho Vinho Verde 2023 beyaz şarabını içtik.

Otlu sos ile pişirilmiş dev bir karides ve Lizbon’a özgü olduğu
belirtilen Bacalhau à Brás. Yanında roka ve domates salatası.
Morina balığı ile yapılan Bacalhau à Brás
yemeğini denemenizi öneririm
Alvarinho Vinho Verde 2023

En büyük sürpriz, hayatımda daha önce hiç yemediğim Bira Pudingi idi. Bu enfes tatlı, papazların yaptığı tarife göre yapılıyormuş. Ben bugüne kadar bilmiyordum ama daha sonra öğrendiğime göre yemeklerde ve tatlılarda bira kullanımı belli coğrafyalarda yaygın bir uygulama imiş. Bizim yediğimiz tatlı yumurta sarısı, bira hamuru (stout) ve tarçın ile yapılıyormuş. Giderseniz, denemenizi öneririm. Yediğimiz diğer tatlı, Toucinho do Céu da manastır kökenli bir Portekiz tatlısı. Manastırlarda papaz ya da rahibelerin yaptığı tatlıların tüm coğrafyada geleneksel tatlılar haline gelmesini Sicilya ile ilgili yazılarımdan hatırlarsınız. Orada, papaz ya da rahibelerin yapıp sattığı tatlıların Sicilya’nın geleneksel tatlıları haline geldiğini öğrenmiştik. Portekiz’de de benzer bir durum var. Toucinho do Céu yumurta sarısı, şeker ve badem ile yapılan güzel bir tatlı.

Gecenin sürprizi: Bira Pudingi
Papaz efendiler ağızlarının tadını biliyorlarmış…
Toucinho do Céu
Tatlılara harika bir eşlikçi…
Late Bottled Nacional Vintage Port 2016

Garsonun önerisi üzerine, tatlılarla birlikte Duoro Valley’deki Quinta do Noval şaraphanesinin Touriga Nacional, Touriga Francesa, Tinta Roriz, Tinto Cão ve Sousã üzümlerinden ürettiği Late Bottled Nacional Vintage Port 2016 fortified şarabını içtik. (Fortified şarap, fermantasyon sırasında veya sonunda damıtılmış yüksek alkollü brandy veya konyak gibi bir içki eklenerek alkolü yükseltilen şarap çeşididir. Port, Sherry, Madeira, Moscatel ve Marsala fortifiye şarap türlerinden bazılarıdır).

Dönüş yolunda Lizbon’un Misericórdia
bölgesi sokaklarından birisi…