Eminim, başlığı gören çoğu kişinin ilk aklına gelen 24 Kasım 2005-26 Mart 2006 tarihleri arasında İstanbul’daki Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso İstanbul’da sergisi olacaktır. Hatırlarsanız, o zaman adeta yer yerinden oynamış, sergiyi gezmek için Doğu illerimizden bile otobüslerle vatandaşlarımız İstanbul’a akın etmişti. Serginin önemi büyüktü. Türkiye’de ilk olarak sanat tarihinin büyük sanatçılarından birisinin, üstelik geniş kapsamlı, bir sergisi düzenlenmişti. Uzun kuyruklar bize vız gelmiş, sergiyi yarı inanamamazlık yarı çocuksu bir sevinçle gezmiştik. Öte yandan, kanımca serginin bu kadar ilgi görmesinde bir diğer etmen daha vardı. Serginin İstanbul’da olması…
İstanbul, neredeyse 100 yıldır ülkenin başkenti değil. Buna karşın, pek çok alanda merkez olma niteliğini hala sürdürüyor. Sanat ve kültür de bunların arasında. Dünya çapında festivaller, sergiler ve konserlerle bu iddiasını fazlasıyla hak ediyor. Öte yandan, sanat ve kültür alanında ülke genelinde de artık geçmiş yıllarla karşılaştırılamayacak ölçüde kaliteli projeler gerçekleştiriliyor. Ne var ki, İstanbul dışında olmaları sebebiyle gerekenden çok daha az ilgi görüyorlar. Medyada daha az yer bulabiliyorlar.
Genel olarak, bitmesine az süre kalan ya da geçmiş sergiler hakkında yazmıyorum. İlgi duyabilecek insanlara gezmeleri için haber vermek açısından geç olduğunu düşünüyorum. Ancak şimdi, Yılbaşı için gittiğimiz İzmir’de tesadüfen, kapanmasına birkaç gün kala, gezdiğimiz bir sergi için bu kuralımı bozuyorum. Çünkü, 18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında, İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde yer alan Picasso: Gösteri Sanatı sergisinin, geride kalmış olsa da, insanların haberdar olması gereken bir proje olduğunu düşünüyorum. Bu muhteşem serginin yeteri kadar ilgi görmemiş olması açıkçası beni çok üzdü. Bu da en az Sabancı Müzesi’ndeki sergi kadar, başka şehirlerden akın akın gidilecek bir sergi idi. Ama işte, yukarda belirttiğim gibi, sergi yerinin İstanbul yerine İzmir’de olması kanımca bunun başlıca nedeni. Araştırınca, sergi hakkında basında yer almış birkaç kısa yazı buldum. Ancak, bunların önemli bir kısmı yerel gazeteler. Büyük gazetelerde ise, bazı köşe yazarları yazılarında birkaç satır ile geçiştirmişler. Öyle anlaşılıyor ki, basılı ve görsel basınımız sergiyi Türkiye genelinde tanıtımını yapmaya değer görmemiş. Madem ki İstanbul’da değil, o zaman o kadar da önemli olmasa gerekir düşüncesi ile…
Sergi hakkında en kapsamlı yazı, 21 Eylül 2019 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde Aynur Tarhan tarafından yazılmış. Yazar, “Yaşasın İzmir, Yaşasın Picasso!” başlıklı yazısında şu satırlarla biz İstanbullu sanatseverlerin benmerkezciliğini ne güzel ifade etmiş. “Sevgili İstanbullular, sergilerinize, bienalinize geliyoruz, seviyoruz. Ama artık sizi sadece Çeşme’ye, Alaçatı’ya değil, şehrimizin sanatına, sanatçısına da bekliyoruz”. Genelleme yapmam doğru olmaz. Eminim, hem bu sergiden hem de İzmir’in diğer etkinliklerinden haberdar olan, giden İstanbullular vardır. Ben sadece kendi adıma bu zarif sitemden dolayı utandım. Sergiden daha önce haberim olmadığı için üzüldüm. Ama neyse ki, kapanmasına birkaç gün kala, tamamen şans eseri, gezebildim.
Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Paris-Picasso Ulusal Müzesi’nin 2017-2019 yılları arasında gerçekleştirdiği “Picasso-Mediterranee” isimli projenin bir parçası olarak düzenlenmiş. Çok yönlü ve çok disiplinli kültürel bir program çerçevesinde, temel olarak Picasso ve Akdeniz arasındaki zengin bağa dikkat çekilmesi amaçlanmış. İki yıl boyunca düzenlenen sergiler, sempozyumlar ve toplantılar ile yeni araştırma alanları oluşturulmaya çalışılmış. Bu arada, Akdeniz’in çeşitli kentleri arasında bir yakınlaşma da hedeflenmiş. Dokuz ülkeden yetmişin üzerinde kurumun desteği ile, çeşitli Akdeniz şehirlerinde kırk beşin üzerinde sergi düzenlenmiş. Projede Türkiye’yi temsil eden tek kurum Arkas Sanat Merkezi (ASM) olmuş ve böylece, projenin kapanış sergisi olan bu muhteşem sergiye de ev sahipliği yapmış. Serginin özellikle, ücretsiz olduğunun da altını çizmek isterim. Arkas Sanat Merkezi’nin, 13 Şubat-28 Temmuz 2019 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlediği “Arkas Koleksiyonu’nda Post-Empresyonizm” sergisi de ücretsizdi. MSGÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde açılan sergide yer alan inanılmaz tabloların yanında (doğrusu bu sergiye kadar, ülkemizde bu tür değerli tabloları içeren bir koleksiyon olduğunu hayal bile etmemiştim), halka bu hizmetin ücretsiz sunulmasını da çok takdir etmiştim. Sonradan öğrendim ki, kuruluşundan beri düzenlenen sergilerin ve diğer uluslararası projeler çerçevesindeki etkinliklerin ücretsiz olması ASM’nin misyonunun bir parçası.
ASM, İzmir’deki tarihi Fransa Konsolosluğu binasının deniz tarafında bulunuyor. Bu görkemli bina, 1906 yılında mimar Emmanuel Pontremoli tarafından inşa edilmiş. Binanın bir özelliği, İzmir’in 1922 yangınından kurtulan nadir binalardan birisi olması. Ancak bina yıllar içinde epeyce yıpranmış. Arkas Holding’in 2010 yılında üstlendiği restorasyondan sonra hak ettiği ihtişamlı haline dönmüş. Bunun karşılığında Fransız Hükümeti tarafından 20 yıllığına Arkas Holding’e tahsis edilmiş. Kasım 2011 tarihinden beri Arkas Sanat Merkezi olarak kullanılıyor.
Sergi, adının da ima ettiği üzere, Picasso’nun gösteri sanatı için veya ondan etkilenerek yarattığı eserleri kapsıyordu. Eserlerin tamamına yakını Paris’teki Picasso Müzesi’ne (Musee National Picasso-Paris) aitti. Özel koleksiyonlardan ödünç alınmış az sayıda eser de vardı. Paris’teki Picasso Müzesi’ni 1990 yılının Mart ayında gezmiştim. O günden beri aklımdan çıkmadı. O kadar etkilenmiştim ki, her nedense, Barcelona’daki o koskocaman Picasso Müzesi bile bana aynı heyecanı ve tadı vermemişti. Paris’te kaldığım on günün bir gününü bu müzede geçirmiş, sadece eserleri değil, Picasso’nun Fransız Komünist Partisi üye kartı gibi kişisel eşyalarını da dikkatle incelemiştim. Ancak, o kadar vakit geçirmeme karşın, eserlere bu sergide sunulan perspektiften baktığımı hatırlamıyorum. İşte burada küratörlerin hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. Kimi zaman farklı müze ve koleksiyonlardan eserler toplayarak, kimi zaman da belli bir müzeden seçtikleri eserleri bir araya getirerek dikkatimizi özel bir temaya çekebiliyorlar. Öyle ki, biz o müzede saatlerimizi geçirmiş olsak da, o perspektifi yakalayamayabiliyoruz. Bu nedenle, söz konusu serginin küratörü Jean Luc Macso’yu çok başarılı buldum. Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Picasso’nun yaşamı boyunca gösteri sanatına duyduğu ilginin etrafında kurgulanmış bir sergi idi. Küratör tarafından seçilen tablolar, maketler, eskizler, incelemeler, fotoğraflar, filmler, kostümler, heykeller, videolar ve belgeler bu tema etrafında seçilmişlerdi. Picasso, tüm sanat hayatı boyunca tiyatro, boğa güreşi, bale, dans ve bizzat kendisini konu alan mizansenlerle gösteri dünyasına olan ilgisini her zaman canlı tutmuş.
Picasso’nun gösteri dünyasına olan ilgisi, sekiz yaşından itibaren gitmeye başladığı boğa güreşleri (corrida) ile başlamış ve giderek bir tutku haline gelmiş. Öyle ki, yıllar sonra Güney Fransa’ya yerleştiği zaman, ünlü matador Luis Miguel Dominguin’i izlemek için özel olarak Arles kentine gidermiş. Bu onun için adeta bir ritüel haline gelmiş. Picasso için boğa güreşleri hem hayat koşusunun hem de dünya ile olan kavganın sembolü olmuş. Çok etkilendiği boğa güreşlerini ışık-gölge, iyi-kötü, eril-dişil gibi karşıtlıkların modeli olarak sanatına yansıtmış. Boğa ve at temasını aynı zamanda insan ilişkilerinin, mağdur ile celladın, şiddet ve zulmün kendi aralarındaki ilişkisinin sembolü olarak görmüş. Boğa güreşi bir yandan da onun için, çarmıha gerilme ile de ilişkilendirdiği, bir kurban ritüeli olmuş. Boğa ve Minotaur (kafası boğa bedeni insan olan varlık) gibi figürler, 1937 yılında yaptığı La Guernica’da olduğu gibi, defalarca eserlerinin merkezinde yer almış.
Gösteri sanatlarından sirk dünyası da Picasso için hep ilgi çekici olmuş. Bu ilgi, sanatçının 1904 yılında Paris’e yerleşmesi ile başlamış. O dönem Picasso’nun atölyesi, daha sonra çok ünlenecek Modigliani, Kees Van Dongen, Max Jacob gibi sanatçıların da atölyelerinin bulunduğu, Montmartre’daki ünlü Bateau Lavoir binasında imiş. Yakınlardaki Medrano Sirki, Picasso’nun vakit geçirmekten hoşlandığı favori mekanlardan birisi olmuş. Soytarı figürleri 1905 yılından itibaren sanatçının resim, çizim ve gravürlerinde görülmeye başlanmış. Picasso, sirk temalı çalışmalarında, gösterinin kendisinden ziyade, soytarıların günlük yaşamlarını ve kulisteki hallerini yansıtmayı tercih etmiş.
Picasso’nun, bir sanatçı olarak, sahne dünyasına gerçek adım atması Sergei Diaghilev’in kurduğu ünlü Ballets Russes için kostüm ve sahne tasarımları yapmaya başlaması ile olmuş. Sanatçı bundan sonra, sahnenin büyülü dünyası için, kübizm akımının etkisinde pek çok sahne dekoru, kostüm ve sahne perdesi tasarlamış. Picasso Ballets Russes için ilk olarak, tek perdelik realist bale olarak tanımlanan, Parade balesi için çalışmış. Diaghilev bu bale ile Ballets Russes’e modern bir soluk getirmek istemiş. Bu amaçla efsanevi kişileri bir araya getirmiş. Kurgu, film yönetmeni, şair ve roman yazarı Jean Cocteau tarafından yapılmış. Leonid Massine hem koreografiyi yapmış hem de balede Çinli hokkabaz rolünde oynamış. Müzik Erik Satie tarafından bestelenmiş. Dekor, kostüm ve sahne önü perdesi Pablo Picasso tarafından tasarlanmış. Eser ilk olarak, 18 Mayıs 1917 tarihinde Paris’teki Theatre de Chatelet’de sahnelenmiş.
Sergide benim en hoşuma giden bölüm, Picasso’nun Tricorne balesi için yaptığı çalışmalar oldu. Yine bir Ballets Russes prodüksiyonu olan bu tek perdelik bale, klasik müzik severlerin aşina olduğu ve sevdiği bir müziği olmasına karşın, klasik bir bale olmaktan ziyade, İspanyol dans tekniklerini içeren bir gösteri imiş. Pedro de Alarcon’nun El Sombrero de Tres Picos (Üç Köşeli Şapka) romanından uyarlanmış konusu Picasso’ya çok cazip gelmiş olmalı. Boğa güreşi temasının hakim olmasının yanında, konunun Picasso’nun memleketi olan Endülüs’te geçiyor olması sanırım sanatçının işini daha büyük bir şevkle yapmasına neden olmuş. Ayrıca işin içinde bir aşk hikayesi olması ve otorite ile alay etme fırsatı da cabası. Picasso’nun tasarladığı rengarenk kostümler göz kamaştırıyordu.
Tricorne balesi için Diaghilev 1916 yılında besteci Manuel de Falla’ya beste siparişinde bulunmuş. Bestecinin Üç Köşeli Şapka süitini günümüzde de zevkle dinliyoruz. Koreografiyi Leonid Massine’in, dekor, kostüm ve sahne önü perdesini Picasso’nun tasarladığı eser ilk olarak 22 Temmuz 1919 tarihinde Londra’daki Alhambra Theatre’da sahnelenmiş.
Ballets Russes tarafından ilk olarak 15 Mayıs 1920 tarihinde Paris Operası’nda sahnelenen Pulcinella balesi Picasso’nun bu topluluk ile yaptığı bir başka işbirliği olmuş. Müziği Igor Stravinsky’e ait olan balede ayrıca, Giovanni Pergolesi ve döneminin başka İtalyan bestecilerinin eserlerinden uyarlamalar da kullanılmış. 1700’lü yıllara tarihlenen bir Napoli kökenli tiyatro oyunundan esinlenilen balede baş karakter Pulcinella, Picasso’nun özgün tasarımlı kostümleri ile sahnede hayat bulmuş. İtalyan Commedia dell’Arte gösterilerinin başlıca karakteri olan, sırtında kamburu ve kanca burnu ile karakterize edilen Pucinella’yı temel alan bir bale yaratma fikri, Picasso, Stravinski ve Massine’in yaptıkları bir Napoli gezisi sırasında, koreograf Massine’in aklına gelmiş. Bu fikir Picasso’ya da çok cazip gelmiş olmalı zira, Pulcinella figürü sıklıkla Arlecchino (soytarı) figürü ile özdeşleştirilmiş. Arlecchino ise, Picasso’nun hep ilgisini çeken bir figür olmuş.
Picasso, Arlecchino karakterine 1901 yılından itibaren ilgi duymuş ve yaşamının sonuna kadar, aralıklarla da olsa, resmetmeye devam etmiş. Zaman zaman unutsa da, sonra tekrar bu karakteri canlandırmış. Bir Commedia dell’Arte karakteri olan Arlecchino onun için, belirsizlik, karmaşa, yalnızlık ve melankoli imgesi olarak bir tür kendi yansımasının betimi olmuş. Arlecchino (ve Pulcinella gibi onunla özdeşleştirilen Pedrolino), Picasso’nun sanat yaşamında Mavi Dönem’den, sirkleri sıklıkla ziyaret ettiği 1929 yılı sonuna kadar olan süre sırasında önemli bir rol oynamış. 1924-1929 yılları arasında sanatçı pek çok kez oğlu Paul’ü Arlecchino ve Pedrolino olarak resmettiği eserler üretmiş. Bu karakterler 1961 yılında heykel olarak, 1969’dan itibaren de bir grup resim ve çizim olarak sanatçının yaratılarına geri dönmüşler.
Picasso’nun Diaghilev ile işbirliği, Cuadro Flamenco ve Mercure gösterileri ile devam etmiş. 17 Mayıs 1921 tarihinde Paris’te sahnelenen Cuadro Flamenco için Manuel de Falla geleneksel Endülüs müzik parçalarını aranje etmiş. 15 Haziran 1924 tarihinde sahnelenen ve üç tabloluk “plastik poz” gösterisi olarak tanımlanan Mercure’ün müziğini Erik Satie bestelemiş. Ancak, Mercure gösterisi maalesef bir skandalla sonuçlanmış. Kendileri ile alay edildiğini düşünen Parisliler gösteriyi ıslıklarla protesto etmişler.
Yaşamı boyunca Picasso’yu etkilemiş birçok sanatçı ve aydın olmuş. Bunlardan bazıları gösteri sanatı ile ilişkili kişilermiş. Oyun yazarı, besteci, koreograf, dansçı, fotoğraf sanatçısı pek çok kişi onun özel hayatında ve sanatında iz bırakmışlar. Serginin Picasso’nun Galaksisi olarak adlandırılan bölümünde, sanatçının bu kişiler ile ilgili yaptığı çalışmalar sergilenmişti. Bu bölümde, fotoğraf sanatçısı sevgilisi Dora Maar’ı resmettiği Mavi Şapkalı Kadın Portresi serginin en ilgi çeken eserlerinden biriydi.
Her ne kadar sergi kapanalı neredeyse üç ay olsa da, bu yazı ile iki şey amaçlıyorum. Birincisi, hep birlikte İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’ni daha yakından izlememiz. Faaliyetlerinin Türkiye çapında bir ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum. İkincisi ise, henüz Paris’teki muhteşem Picasso Müzesi’ni gezmemiş olanlara bir tadımlık sunmak. Doğrusu bu sergiden sonra benim içimde Paris’teki müzeyi de tekrar görmek için büyük bir istek doğdu. Farklı bir perspektifle yeniden gezmek için.