Yeniden (6): Sicilya

Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.

Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.

Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.

Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.

Keyifli okumalar ve gezmeler dilerim…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Not: Bulunduğunuz ortamın internet erişim kalitesine ve hızına bağlı olarak, bazı resimlerin inmesi vakit alabilmektedir.

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Palermo‘ya ikinci kere gittiğimiz zaman ilk gidişimizin üzerinden beş gün geçmişti. O arada biz adanın batısına birkaç kez gitmiş, güneye inip Agrigento‘da kalmıştık bile. Bu biraz tuhaf rotayı çizmemizin nedeni ilk yazımda sözünü ettiğim bir takım zorunlu değişikliklerden kaynaklanmıştı. Her neyse, aklımızın kaldığı diğer yerleri de görebilmek için, işte yine Palermo’da idik. Bu kez ilk başta, bir önceki sefer yaşadığımız aşırı sıcak havanın aksine, inanılmaz bir yağmur ve serin hava vardı. Şehrin genel keşmekeşine eklenen hava koşulları ile birlikte Palermo tam bir arı kovanına dönmüştü.

Görmek istediğim yerlerin bazıları genel turist rotalarının dışında idi. Özellikle bir tanesi, bir sanat eseri olarak değerli olmasının yanında, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Gittiğim yabancı ülke ve şehirlerde değişik izler sürmeyi severim. Bu da o türden bir heyecan vermişti bana. Şu işe bakın ki, bir park yeri arama telaşı sırasında şans eseri, bu konuda Palermo’daki bir başka iz çıktı karşıma. Daha önce üzerinde herhangi bir bilgiye rastlamadığım bir şey…

Palermo’ya ikinci gidişimizde park yeri bulmak bir önceki sefer kadar kolay olmadı. Arayışlarımız sırasında bir ara kendimizi, daha önce uzaktan ve diğer taraftan, yani Via Vittorio Emanuele tarafından gördüğümüz Porta Nuova‘nın dibinde bulduk. Kapının bu tarafında (Corso Calatafimi cephesinde), girişin iki yanında olmak üzere, öbür yanda olmayan kabartma heykeller vardı. Birbirinin aynı, ikişerli bu heykellerdeki adamların başlarındaki sarıklar hemen dikkatimi çekti. Simetrik olarak en dışarda duran heykellerde adamlar kollarını çapraz olarak göğüslerinin üzerinde kavuşturmuşlardı. İç tarafta duranların kolları ise dirseklerinin üst kısmından kesikti. Kapının fotoğrafını çektim ve daha sonra araştırmaya karar verdim.

Porta Nuova‘ya Corso Calatafimi tarafından bakınca
kapının iki yanındaki kabartma heykeller gözüme çarptı

Dönemin diğer şehirleri gibi, Palermo da bir zamanlar duvarlarla çevriliymiş. Şehre giriş birkaç kapıdan kontrol edilirmiş. Bunların arasında en ünlüsü, Porta del Palazzo (Saray Kapısı) imiş. Bu kapı 1460 yılında kapatılmış ve daha ileride, yine saraya bitişik olarak bir başka kapı yapılmış. Resmi olarak Kartal Kapısı adı verilse de, bu kapı halk arasında hep Yeni Kapı (Porta Nuova) olarak anılmış ve bu isim günümüze kadar bu şekilde gelmiş. Ancak, 15. yüzyılda yapılan bu ilk kapı, daha sonra birkaç kez yeniden yapılmış. Mimar Gaspare Guercio tarafından yapılan son halini 1669 yılında almış. Şimdi gelelim kapının Monreale yönüne bakan tarafına ve üzerindeki sarıklı erkek heykellerine. Bunlar, tahmin ettiğim gibi Osmanlıları canlandıran heykeller.

Tarih derslerinden 16. yüzyılda Akdeniz‘de Osmanlılar ile Hristiyan dünyası arasındaki güç savaşlarını hatırlarsınız. Kanuni Sultan Süleyman‘ın (saltanatı 1520-1566) Donanma Komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, Katolik dünyasının lideri konumundaki, hem İtalya hem de İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) derhal bir Haçlı Donanması toplamış, başına da Andrea Doria‘yı getirmiş. Şarlken’in kendisinin de katıldığı savaşta Osmanlı yenilip Tunus geri alınınca, dönüş yolunda muzaffer imparator 1535 yılının sonbaharında Sicilya’ya gelmiş. Bu zafere büyük önem atfeden Sicilyalılar imparatoru ağırlamak için o kadar büyük hazırlıklar yapmak istemişler ki, kendisine Palermo’ya gelmeden önce Monreale’de sekiz gün beklemesi için yalvarmışlar. Nihayet 13 Eylül 1535 günü Şarlken, Afrika Fatihi olarak, Porta Nuova kapısından Palermo’ya girmiş. Osmanlılara ve Müslümanlara karşı kazanılan bu zaferin coşkusu o kadar uzun sürmüş ki, 1583 yılında adanın İspanyol valisi kapıyı tekrar ve daha görkemli yaptırmaya karar vermiş. Ancak bu yapı 1667 yılında bir yıldırım düşmesine maruz kalınca üstündeki katlardan birinde depolanmış cephane patlamış ve ciddi bir hasar olmuş. 1669 yılında tekrar yapılmış.

Doğru mu görüyorum diye kapıya biraz daha yaklaştım

Porta Nuova’daki kabartma Türk heykellerinin kesik kollu olanları o zamanlar hırsızlık nedeniyle kolları kesilen kişileri anımsatarak, kollarını göğüslerinde çapraz kavuşturmuş olanlar da boyun eğmeyi simgeleyerek Şarlken’in Afrika zaferine gönderme yapıyorlar. Ancak bu noktada bana ilginç gelen, heykellerin yapım tarihi ile tarihsel gerçekler arasındaki çelişki oldu. Aslında, heykeller yapılmadan çok önce, 1574 yılında (Sultan II. Selim zamanında) Osmanlı Tunus’u tekrar fethetmiş ve 1881 yılına kadar da elinde tutmuştu. Anlaşılan Palermolular, ardından yaşanan bu ağır yenilgiye karşın, geçmişin zaferi ile avunmak için Tunus’u kaybettikten çok sonra olsa bile söz konusu heykelleri buraya koymuşlardı.

Sonunda, navigasyonun sayesinde gideceğimiz yön hakkında bir fikrimiz olmasına rağmen, biraz kaybolarak biraz da tesadüflerle arabayı bu kez Piazza Colonna‘da park ettik. Kağıt üzerinde burası ile güne başlamak istediğimiz Via Valverde‘deki Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita arasındaki uzaklık yürüyerek üç dakika olması gerekiyordu. Ancak bizim burayı bulmamız çok daha uzun sürdü. Bu sırada yine bir zamanların güzel binalarının bulunduğu ama şimdi yoksulların mahallesi gibi duran yerlerden, sokaklardan geçtik. Ara sokaklara girince iyice kafası karışan navigasyon bizi bir o tarafa bir bu tarafa yönlendiriyordu. Vazgeçmeye hiç niyetim olmadığı için sonunda bir kapı ağzında duran iki adama yaklaştım ve aradığımız yeri sordum. Önce, cümleme kibarca başlarken ikisi de bana kuşkuyla baktılarsa da, yerin adını duyunca içlerinden biri, “Şu köşeyi dönün, orada”, dedi. Gerçekten de Oratorio di Santa Cita daha önce birkaç kez girip çıktığımız o sokaktaydı. İddiasız kapısı sokağa açılmasına rağmen, önündeki merdivenlerin konumu nedeniyle, bizim geldiğimiz yönden neredeyse görünmez gibiydi. Merdivenleri çıktık ve açık kapıdan oldukça harap bir avluya girdik.

Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita

İçeriye girince, önce bir hüzün hissettim. Bu, bir zamanlar ne kadar güzel olabileceğini düşündüğünüz ya da bakılabilse ne de hoş bir yer olabileceğini sezebildiğiniz yerlerin insana verdiği türden bir hüzündü. Karşımızda, her iki katının önünde de revak bulunan bir yapı vardı. Etraf, sanki imkanlar elverdiğince temizlenebilmiş gibi görünüyordu. Merdivenlerden üst kata çıktık. İkinci katta bir büst karşıladı bizi. Az sonra göreceklerimizin yaratıcısı, heykeltıraş ve stucco sanatçısı Giacomo Serpotta‘nın (1656-1732) büstü idi bu. Hatırlarsanız, bir önceki yazımda Chiesa del Gesu kilisesinden bahsederken söz etmiştim kendisinden.

Açık kapıdan bir avluya girdik

İzin verirseniz, Oratorio kelimesine de kısaca değinmek istiyorum. Zira, çoğu insanın düşünebileceği gibi, benim de bu mekanın adını okuduğumda ilk aklıma gelen müzikte bildiğimiz oratoryo olmuş ve bir anlam çıkaramamış, merak etmiştim. İngilizcesi Oratory olan Oratorio, Katolik düzende belli bir cemaat veya grup tarafından ibadet için kullanılmasına özel izin verilmiş bir ibadet yeri demekmiş. Buranın başkaları tarafından kullanılabilmesi ancak o topluluğun izni ile olabiliyor. Bu mekanlar, Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’da olduğu gibi tamamen ayrı yapılar da olabiliyor, kiliselerin içinde özel bir bölüm olarak da görülebiliyor.

Giacomo Serpotta (1656-1732)

Serpotta’nın büstünün önünden yürüdük ve ilerde gördüğümüz açık kapıdan içeriye girdik. Oldukça iddiasız bir bankonun arkasında birkaç genç duruyordu. İçlerinden biri onlardan daha büyük, otuzlu yaşlarında idi. Daha genç olanlar ne yapacaklarını bilememenin verdiği rahatsızlık ile gözlerini kaçırırken, o bizi karşıladı. Biletlerimizi kesti ve elimize İngilizce bir açıklama verdi. Kibarca, “Buradan gireceksiniz”, diyerek bizi yönlendirdi. Doğrusu, edindiğim ilk izlenim bana çok ümit vermemişti. Yine eski ve bakımsız görünümlü bir antreden geçtikten sonra kilise kısmına girince, nutkum tutuldu. İçeride olağanüstü bir güzellik vardı…

Serpotta’nın 31 yılda yarattığı şahaser…
Altarın yanındaki kapıdan içeri girdiğiniz zaman
ilk önce karşı duvar sizi büyülüyor
Altar
Duvarlar ince detaylarla dolu

Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’ya ait kilise ve ona açılan odalar 1590 yılında Rosario cemaati tarafından yaptırılmış. Cemaatin kendisi ise 1570 yılında oluşmuş. Antre bölümünde cemaatin liderlerinin resimleri var. Giacomo Serpotta, kilise bölümündeki bakmaya doyamayacağınız Barok şahaseri yaratmak için burada 1687-1718 yılları arasında, yani tam 31 yıl çalışmış. Duvarlardaki beyaz stucco kabartmalarda İsa’nın yaşamından kesitlerle beraber, inanılmaz detaylar, süsler ve incelikler var. Altardaki Meryem Ana konulu tablo 1695 yılında ressam Carlo Maratta tarafından yapılmış. Altar bölümünün iki yanındaki Esther ve Judith heykelleri, Tevrat‘a yapılan göndermenin dışında, Barok ve Rokoko dönemlerininin aşırı süslemelerinden sonra ortaya çıkan, daha sade Neoklasik dönemin habercisi kabul ediliyor.

Altardaki Meryem Ana konulu tablo ressam
Carlo Maratta‘nın eseri
İki uzun duvar boyunca uzanan oturma yerleri

Benim burayı görmek isteme nedenim ise, altarın tam karşısındaki duvarda, iki kapının arasında ve yukarıda yer alan ana kabartma paneli idi. Serpotta burada, yine inanılmaz detaylar ile birlikte, Hristiyan aleminin tarih boyunca Osmanlıya karşı kazanmaktan en çok övündüğü savaşlardan biri olan Lepanto (1571), yani İnebahtı deniz savaşını müthiş bir gerçekçilikle canlandırmıştı. Öyle ki, bir süre bakmaya devam ettiğiniz zaman, sanki ateşlenen top seslerini, savaşan askerlerin bağırmalarını, kılıç şakırtılarını, acıyla denize düşenlerin feryatlarını duyabiliyorsunuz… 7 Ekim 1571 günü Korint Körfezi‘nin kuzeyindeki, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan, İnebahtı yakınlarında gerçekleşen savaşta, Osmanlı donanmasına karşı savaşan Haçlı Güçleri İspanya, Venedik, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri birleşik gücünden meydana gelmiş. II. Selim zamanında yaşanan bu yenilgiyle Osmanlı Donanması neredeyse tamamen yok olmuş. İspanyol güçleri ile birlikte asker olarak savaşan yazar Miguel de Cervantes (1547-1616) de yaralanmış ve sol eli kullanılamaz hale gelmiş.

Benim aradığım işte oradaydı.
Altarın karşısındaki duvarda, iki kapının üstünde ve tam ortada.
Giacomo Serpotta’nın gözünden İnebahtı (Lepanto) deniz savaşı (1571)
Lepanto Savaşı sırasında Kutsal İttifak‘ın eline geçen Osmanlı sancağı. 1965 yılındaki ziyareti sırasında Papa 6. Paul tarafından Türkiye Cumhuriyeti‘ne geri verilmiştir. Günümüzde, Beşiktaş‘taki Deniz
Müzesi‘nde sergilenmektedir.

Günün ikinci gezilecek yeri olarak, Palermo’nun Kalsa semtindeki Piazza Marina‘da bulunan Palazzo Chiaramonte Steri sarayını belirlemiştim. Yürüyerek Piazza Marina’ya doğru giderken yağmur azalmaya başladı. Sonra kesildi ama, kapkara bulutlar tehditkar bir şekilde gözyüzünü kaplamayı sürdürdü. Biz bu arada Palermo’nun Eski Limanı‘na vardık. Limanın bulunduğu ve adı La Cala olan korunaklı koyu bu amaçla değerlendirmeyi ilk olarak düşünenler M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Fenikeliler olmuş. Elverişli konumu ve doğal şekli nedeniyle burası 16. yüzyılın sonuna kadar önemini korumuş. O tarihten sonra, şehrin genişlemesine paralel olarak, şehrin civarında başka destekleyici limanlar yapılmış.

Eski Liman’ın bulunduğu La Cala koyunda tarihi apartmanlar
Santa Maria della Catena
La Cala’da bulunan bu kilise1490 yılında Gotik-Katalan stilde yapılmış
Piazza Marina‘nın ortasındaki Giardino Garibaldi

Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra, Palazzo Chiaramonte Steri’nin bulunduğu Marina meydanına geldik. Meydanın ortasında, 1863 yılında Giovan Battista Basile tarafından tasarlanmış Garibaldi Bahçesi (Giardino Garibaldi) var. Çevresi demir parmaklıkla çevrilmiş bahçede dev manolyalar ve başka egzotik ağaçlar var. Burası sıcak günlerde mükemmel bir sığınma noktası olmalı. Bahçede ayrıca, Benedetto De Lisi tarafından yapılmış bir Giuseppe Garibaldi anıtı ve önemli Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) kahramanlarının büstleri var. Meydanın etrafında kafe ve restoranlar var ama, bu civarın en ünlü binası şüphesiz Chiaramonte Steri Sarayı. Ünlü çünkü, gerek Hristiyanlık gerekse Sicilya tarihi açısından önemli.

Bir 14. yüzyıl yapısı olan Palazzo Chiaramonte Steri günümüzde
Palermo Üniversitesi tarafından Rektörlük
ve idari binalar olarak kullanılıyor

Gotik stilde yapılmış olan saray binası, aynı zamanda bir Orta Çağ kalesi. İsmindeki Steri kelimesi Latince Hosterium kelimesinden geliyormuş ve güçlendirilmiş demekmiş. Mimarisinde ayrıca, Sicilya’da sıkça karşılaşacağınız Arap-Norman tarzının belirgin izleri var. Aslen Fransa’nın Picardy bölgesindeki Clermont ailesinin bir uzantısı olan zengin ve güçlü Chiaramonte ailesi Sicilya’ya Normanlar zamanında gelmişler ve özellikle 13. ve 14. yüzyıllarda adada çok etkili olmuşlar. Çok geniş araziler edinmişler. O nedenle Sicilya’nın başka yerlerinde de Chiaramonte saraylarına rastlamak mümkün. Örneğin, Siracusa bu yerlerden birisi. Yapımına 1320 yılında başlanan Palazzo Chiaramonte Steri’nin yapısal özellikleri bir dönem Sicilya’da aristokratlar tarafından beğenilen bir mimari tarz haline gelmiş ve benzer şekilde yapılan binalara, Chiaramonte ailesine ait olmasalar da, Chiaramonte stili‘nde denilmeye başlanmış.

Sarayın mimarisinde Arap-Norman etkisi,
bu pencerelerde olduğu gibi, açıkça görülüyor
Binanın yapımında Arap dönemine ait yapıların parçaları da malzeme olarak kullanılmış. Bu sütunun da bir camiden
getirildiği düşünülüyor.

Chiaramonte ailesi, Fransız asıllı olmalarına karşın, Fransızlara karşı yapılan 1282 (Vespri Siciliani) ayaklanmasında İspanyolların yanını tutmuşlar. Buna rağmen, ailenin gücünün sonu da 1392 yılında yine İspanyolların eliyle olmuş. İhanetle suçlanan 8. Modica Dükü Andrea Chiaramonte 1 Haziran 1392 günü bu sarayın önündeki meydanda idam edilmiş. Saray, Chiaramonte ailesinin tüm mallarına el konulduktan sonra, 1468- 1517 arasında adanın İspanyol genel valisinin konutu olmuş. İzleyen dönemlerde çeşitli idari kurumlar tarafından kullanıldıktan sonra, 1601-1782 yılları arasında, İspanyol Engizisyonunun Sicilya’daki hapishanesi ve mahkeme binası yapılmış. Bodrum katındaki hücrelerde Hristiyanlığa karşı günah işlemek ve kafir olmakla suçlanan mahkûmlar yıllarca işkence görmüş ve insanlık dışı bir ortamda kapalı kalmışlar. Uzun ve acılı geçen bu sürecin sonunda kendilerini “auto-da-fe“nin (büyük inanç mahkemesi) önünde bulan mahkûmların kaçınılmaz sonu ise yakılarak idam edilmek olmuş. İşte bu insanlar kapatıldıkları hücrelerde, günümüzde çoklukla “sessiz çığlıklar” olarak ifade edilen, izler bırakmışlar. Başlarda toz, kurum ve tükürük ile yaptıkları karışımları kullanarak, hücrelerin duvarlarına resimler yapmış, yazılar ve şiirler yazmışlar. Sonraki yıllarda sözde daha insancıllaşan Engizisyon yönetimi, mahkûmlara boya verilmesini sağlamış. O nedenle, son döneme ait duvar resimleri renkli boya ile yapılmışlar.

İspanyollar Chiaramonte Steri Sarayı’na el koyduktan sonra,
yapının çeşitli yerlerindeki aile armalarını tahrip etmişler
1601-1782 yılları arasında Engizisyon mahkemesi olarak kullanılan sarayın davet salonu, günümüzde konferans salonu olarak değerlendiriliyor
Salonun muhteşem ahşap tavanından detaylar

Sözde inançsız oldukları için buraya kapatılan bu insanların yaptıkları çoğu dini konulu resimleri ve kurtulmak için yakarışlarını görmek insanı derinden etkiliyor. Tarih boyunca din adına insanoğlunun birbirine yaptığı eziyete bir kez daha lanet ediyor insan. Tüm Engizisyon dönemi boyunca İspanyol dünyasında 7000 civarında insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Sadece Sicilya’da ise bu sayının 250 civarında olduğu belirtiliyor. Olmadık bahanelerle hapsedilen ve öldürülen mahkûmların birçoğunun geniş arazilerine ve mallarına el konulup, kilise liderlerine ve onların hısım akrabalarına verilmesi de olayın bir başka boyutu. Burada, tüm benzer katliamlarda olduğu gibi, bir gelir ve sermaye transferi yapıldığı çok açık. Aslında Sicilyalılar Engizisyona karşı gelmeye çalışmışlar. Hatta 1516 yılında ayaklanmışlar. Ancak, Engizisyon uygulaması 1783 yılına kadar sürmüş.

Mahkûmlar, hücre duvarlarına yaptıkları resimlerle sadece huzur bulmaya çalışmamış, geriye kendileri hakkında birçok bilgi de bırakmışlar. Bu resim ve yazılar yoluyla onların meslekleri, milliyetleri, yaşları ve benzeri
özellikleri tespit edilebilmiş.
Yukarıdaki iki resimde olduğu gibi, farklı hücrelerde aynı elden çıktığı
anlaşılan duvar resimlerinin olması, zaman zaman tutsakların
hücrelerinin değiştirildiğini gösteriyor.
İngilizce yazılmış bu yazı, nasıl olmuşsa, bir İngilizin de adadaki
İspanyol Engizisyonu’nun eline düştüğünü gösteriyor

Onca çekilen acı ve işkenceden sonra yapılan infazlar da son derece teatral ve törensel olurmuş. Muhteşem giysiler içindeki kilise ileri gelenleri, bir kafesin içine konulan mahkûmla beraber, Katedral’in önünden yürümeye başlar, Via Vittorio Emanuele boyunca gittikten sonra, daha önce hapislik ve yargılama sürecinin yaşandığı Palazzo Chiaramonte Steri’ye doğru sağa sapar ve buradan sahildeki Piazza Sant’Erasmo‘ya giderlermiş. Mahkûmun öldürüleceği büyük ateş, günümüzde botanik parkı olan Villa Giulia‘nın bulunduğu bu meydanda yakılırmış.

Bazı hücrelerde bulunan tuvalet
Bir başka hücredeki tuvalet kısmının duvarına yapılan resimdeki at da, orayı kullanan tutsak ile benzer bir meşguliyet içinde iken resmedilmiş…

Engizisyon uygulaması sona erdikten sonra Palazzo Chiaramonte Steri gümrük, adalet sarayı ve benzeri amaçlarla kullanılmış. Bu sırada tüm duvar resimlerinin ve yazıların üstleri boyanmış. 1967 yılında Palermo Üniversitesi‘ne verilmiş. Şu anda rektörlük ve diğer idari binaların bulunduğu sarayda 1972 yılında restorasyon çalışmaları başlatılmış. Günümüzde müze olarak halka açılan bölümdeki bu yürek burkan izler bu şekilde, mükemmel bir restorasyon ile gün yüzüne çıkarılmışlar. Gezilmesi kolay olsun diye hücreler arası duvarlarda geçiş yerleri açılmış, bazı duvarlar yıkılmış ve içerisi aydınlatılmış. Mahkûmların duvarlardaki resimleri yaptıkları yıllarda ortamın ne kadar karanlık, izbe ve pis olduğunu hatırlayınca insanın içi daha da bir kararıyor.

Engizisyon yönetiminin sonuna doğru mahkûmlara renkli
boyalar verilmeye başlanmış

Sicilya’ya gitmeden okuduğum çeşitli kaynaklardan Engiziyon mahkûmlarının bıraktıkları bu duvar resimleri hakkında bilgi sahibi olunca, mutlaka görmeye karar vermiştim. Saraya vardığımız zaman gişedeki genç görevli müzenin sadece rehberli turla gezilebileceğini söyledi. En erken tur 45 dakika sonra yapılacaktı. O süre içinde meydandaki bir kafede oturmaya karar verdik. Oldukça salaş bir yere oturup 2 doppio (duble) espresso ve su istedik. Kalkarken ödediğimiz hesap beni çok şaşırttı. 2.5- 3 Euro gibi bir şey ödedik. Bu kadar turistik bir noktada kazıklamaya meyilli olmamaları Sicilyalılarda daha sonra da çeşitli defalar karşılaştığımız bir durum oldu.

İşkencelerde kullanılan bir sandalye

Günün son gezilecek yeri Palermo’nun Kapuçin Manastırının Mezarlığı ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) oldu. Bu ilginç yer Palermo’da diğer gezilecek yerlere konum olarak biraz uzak mesafede, Piazza Cappuccini, 1 adresinde. Biz bir de denize yakın olan Palazzo Chiaramonte Steri’den oraya gitmek zorunda olduğumuz için, 45 dakika kadar yürüdük. Doğrusu, Sicilya gibi nefis mutfağı olan bir yere gidince insan yediklerini eritmek için böylesi uzun yürüyüşleri gayet iyi bile karşılıyor.

Kapuçin Katakombları’nda görebileceğiniz 17. ve 19. yüzyıllar arasında mumyalanmış ölüler, Sicilya’da çok eski bir gelenek olan mumyalamanın görebileceğiniz en üst örneği. Önceleri sadece manastırın papazları için bir defin yeri olarak kullanılan mezarlık daha sonra Palermo aristokratlarının, ileri gelenlerinin ve sanatçıların da gömüldüğü bir yer haline gelmiş. Kapuçin keşişleri 1534 yılında Palermo’da varlık göstermeye başlayınca, ölen papazlarını önceleri günümüzde katakombların giriş kapısının yanında bulunan Santa Maria della Pace kilisesinde, Azize Anna’ya adanmış altarın altında kazdıkları bir toplu mezara gömmüşler. Ancak, 1597 yılında bu mezar yetersiz kalmaya başlayınca, bu sefer ana altarın altında, burada bulunan mağaralardan da yararlanarak, daha büyük bir mezarlık alanı açmaya başlamışlar. İki sene sonra yeni mezarlık tamamlanınca, eski mezarı açıp bazı cesetlerin buraya nakledilmesine karar vermişler. Bu sırada son derece şaşırtıcı bir durumla karşılaşmışlar. Ölülerin 45 tanesinin doğal yolla mumyalandığını ve çürümek bir yana, yüzlerinin tanınır bir halde olduğunu görmüşler. Bu haber çok ilgi görmüş ve önceleri sadece din adamlarının ölülerini kabul eden manastır, 1783 yılından itibaren isteyen herkesi mumyalamaya başlamış. 19. yüzyıl sonuna kadar, manastıra bağış yapabilen binlerce varlıklı insanın ölüleri burada mumyalanarak duvarlardaki oyuklara yerleştirilmiş. Mezarlık 1880 yılında kesin olarak kapatılmış. Bu tarihten sonra sadece iki mumyalama işlemi yapılmış. 1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Konsolos Yardımcısı Giovanni Paterniti ve 1920 yılında iki yaşında ölen Rosalia Lombardo mumyalanmış.

Rosalia Lombardo‘nun mumyasının 1982 yılındaki hali. Halk arasında mumyaya “Uyuyan Güzel” adı takılmış. Günümüzde mumya hala iyi durumda olmakla beraber, resimdeki halinden biraz daha bozulmuş görünüyor.
Kaynak: wikipedia.org

Mumyalama işlemi birkaç farklı şekilde yapılabiliyormuş. Palermo Katakombları’ndaki mumyaların büyük çoğunluğu doğal mumyalama olarak adlandırılan yöntemle mumyalanmışlar. Bu yöntem vücudun susuz bırakılmasına (dehydration) dayanıyormuş. Vücuttaki sıvıların boşaltılması bakteri oluşumunu ve dolayısı ile çürümeyi önlüyormuş. Vefattan kısa süre sonra iç organlar boşaltılıp ceset saman ve defne yaprakları ile dolduruluyormuş. Hem bu doldurma işlemi hem de cesetin bir yıl kadar düşük rutubetli ve kuru bir ortamda tutulması mumyalama işleminin püf noktalarındanmış. Zamanı gelince “colatoio” denen bu bölümden çıkarılan ölüler sirke ile yıkanıp giydirildikten sonra mezarlık bölümündeki duvara oyulmuş mezarlara yerleştiriliyorlarmış. Bu yöntemin dışında, özelllikle pandemi dönemlerinde kullanılan, arsenik banyoları ve yapay mumyalama olarak adlandırılan vücuda kimyasalların enjekte edilmesi yöntemleri de kullanılmış. Kapuçin Katakombları’nda her üç yöntemle mumyalanmış ölüler var. Yapay mumyalama tekniğinin kullanıldığı iki yaşındaki Rosalia Lombardo’nun mumyası yüz yıldan fazla bir zaman sonra hala iyi durumda.

Kapuçin Katakombları‘nda tarikatın keşişlerinin
mumyalarına ayrılmış bölüm

Kapuçin Katakombları’na kapanmadan yarım saat kadar önce varabildik. Ziyaret saatleri 9:00-12:30 ile 15:00-17:30 arasında. Biletlerimizi alıp eğimli bir koridordan aşağıya indik. Girer girmez karşılaşılan manzara oldukça ürpertici. Duvarlar dik olarak sabitlenmiş veya yatay olarak nişlere yerleştirilmiş mumyalarla dolu. Büyük bir çoğunluğu artık mumya olma özelliğini yitirmiş, kuru kafaları ortaya çıkmış. Bazılarının beden bölümlerinden dışarı fışkırmış samanlar görünüyor.

Koridorlara ayrılmış mezarlıkta mumyalar cinsiyet, meslek ve sosyal sınıfa göre gruplanmışlar. 160 tane olduğu belirtilen çocuk mumyaları için de ayrı bir bölüm var. Mezarlığın en eski kısmı, Kapuçin keşişlerine ayrılmış olan bölüm. Kadınlar bölümündeki mumyalara, dönemin giyim tarzına uygun, işli elbiseler ve başlıklar giydirilmiş. Genç bakire kadınlar ise, ayrı bir şapel bölümündeler. Erkekler bölümü, Palermo’nun ileri gelen ailelerinin erkeklerine ayrılmış. Bu koridorun ortasında günümüze kadar kalabilmiş bir hazırlama odasını da (colatoio) görebiliyorsunuz. Ayrıca, aynı aile üyelerinin bir arada olduğu bir “aile koridoru” da var. Meslek sahiplerine ayrılmış koridorda doktorların, avukatların, ressamların, subay ve askerlerin mumyaları var. Ressam Diego Velázquez‘in mumyasının da burada olduğu iddia ediliyor ancak benim kontrol amaçlı okuduğum kaynaklar kendisinin Madrid’de öldüğünü ve gömüldüğünü belirtiyorlar.

Katakombları gezerken, aşağıyı kamera ile izleyen görevliler hoparlörden sürekli olarak buranın bir mezarlık olduğunu ve ölülere saygı gereği fotoğraf çekilmemesini anons ediyorlar. Bu, anlaşılabilir bir şey. Öte yandan, içeriye ücret karşılığında (biletler 3 Euro) girilebiliyor olması insana bu yasağın samimiyetini sorgulatıyor. Bu nedenle ben, kameraların konumlarını kollayarak birkaç fotoğraf çektim.

Koridorlara ayrılmış mezarlıkta mumyalar cinsiyet, meslek
ve sosyal sınıfa göre gruplanmışlar

Tuhaf hislerle dışarı çıktık ve mezarlığın kilisesi Santa Maria della Pace’ye de kısa süreliğine bir girip çıktıktan sonra, akşam yemeği için yola koyulduk. Uzun ve hem fiziksel hem de ruhsal olarak yorucu bir günün ardından yemeği hak etmiştik doğrusu.

Sicilya’ya gelmeden önce gezi sırasında kutlamayı düşündüğümüz özel günler ve bazı özel restoranlar için çok önceden rezervasyonlar yapmıştım. Birkaç akşamı ise boş bırakmış, yer ayırtmamıştım. Geziler sırasında bazan spontan kararlar vermek ya da yerel halktan öneri almak da iyi olabiliyor. Palermo’ya ayırdığımız ikinci günün akşam yemeği için de benzer şekilde düşünmüştüm. Bu düşünce ile tekrar Via Vittorio Emanuele’ye doğru gittik. Daha önce Quatro Canti civarında ve Via Maqueda‘da gözümüze bazı iyi olabilecek yerler çarpmıştı.

O akşam yemek yiyeceğimiz yerde karar kılmadan önce iki ayrı yere oturup, kısa bir süre sonra kalktık. İlkinde zaten kısıtlı olan menüde bir de bir sürü şeyin olmadığını söylediklerinde, o ana kadar ısmarladığımız bir şişe suyun parasını ödedik ve ayrıldık. Via Maqueda’nın üzerindeki modern görünüşlü, yüksek tabureleri olan mekanda da Hint asıllı olduğunu tahmin ettiğimiz garson kızın sürekli kulağımın içine bağırması, yüksek müzik ve menü kalkma nedenimiz oldu. Via Maqueda üzerinde ilerlemeye başladık. Bu gibi durumlarda en iyisi geleneksel seçeneklere yönelmektir.

Cadde üzerindeki mekanlarda masaların çoğu doluydu. Hepsi yan yana dizilmiş kafe, bar ve restoranları sadece turistler değil, işten çıkan Palermolular da doldurmuştu. Kapı önünde mütevazi örtüleri olan birkaç masalı bir yer gözümüze çarptı. Sadece bir masaları doluydu. Önde duran bir adam yoldan geçenlere elindeki menüyü göstererek ve kibar birkaç kelime söyleyerek müşteri çekmeye çalışıyordu. Ama bu çabası kesinlikle itici değildi. “Acaba aynı şey bizim ülkemizde yapıldığı zaman niye bana itici geliyor?” diye düşünmeden edemedim.

Adamın tipi çok ilginçti. Oturduktan sonra da ara ara bir süre incelemeden edemedim. Aslında oldukça kısa boylu ve son derece zayıf bir adamdı. Üzerinde bir jean, tişört ve daha sonra hava hafif serinleyince giydiği önü fermuarlı bir hırka vardı. Şimdi, adamın neden bu kadar ilgimi çektiğini sorabilirsiniz. Anlatayım. İlk bakışta çelimsiz ve kısa görünmesine karşın, tam olarak çözemediğim bir heybeti de vardı. Vücuduna göre geniş olan omuzları ve olağanüstü dik olan duruşu onun bu izlenimi bırakmasına neden olabilirdi. Hafif koyu bir teni ve bizde halk arasında çakır diye ifade edilen mavi, yeşil karışımı, çakmak çakmak bakan gözleri vardı. Daha önceki yazılarımda Sicilya’nın batı tarafındakilerin Arap kanı taşımakla övündüklerinden söz etmiştim. İşte bu kişi, ilginç bir şekilde bu varsayımın kanıtı sayılabilirdi.

Biz oturduktan sonra, Bar del Centro di Zama Giuseppe‘de diğer masalar da kısa sürede doldu. Hatta, epeyce kalabalık gruplar da geldi. Tesadüfen oturduğumuz bu yerden son derece memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok lezzizdi. (Involtini hakkında bilgi için linki kullanarak Sicilya yazı dizimin ikincisine bakabilirisiniz). O akşam, bir değişiklik olsun diye şarap yerine bira içtik. Sicilya’nın güzel biraları da olduğunu söylemeliyim. Onlardan biri de içtiğimiz, 1923’den beri Sicilya’da üretilen Birra Messina idi. Sicilya’ya gidince nefis şarapların yanında biraları da denemenizi öneririm.

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’ya gidip de, Palermo‘yu görmemek olmaz diye düşünüyorum. Kaotik bir trafik var. İs pas içinde ve kimi yerleri çöp yığınları ile dolu. Kabul. Ama bence, Sicilya’yı gerçekten anlamak için Palermo’yu görmek gerek. Tüm o olumsuzlukların ve ara sokaklarda daha da belirgin bir şekilde yüzünüze çarpan fakirliğin yanında, bir zamanlar Akdeniz bölgesinin en ihtişamlı şehirlerinden birisi olduğunu da hissedebiliyorsunuz. Palermo’nun dışında Messina ve Catania‘yı da gördükten sonra, Sicilya’da büyük şehirlerin, Cefalù, Taormina, Siracusa, gibi daha küçük şehirlere göre daha bakımsız ve tarihi eserlerinin daha yenilenmeye muhtaç olduğunu fark ettim. Bunun nedeni, basit bir ölçek sorunu olabilir. Daha büyük şehirleri bakımlı bir hale getirmek daha büyük kaynakları gerektirebilir.

Palermo şehir merkezindeki ara sokaklardan birisi

Sicilya’nın başkenti Palermo’yu, adayı fethetmiş çeşitli milletlerin içinde eridiği bir pota olarak düşünebilirsiniz. Burada Latin, Bizans ve Arap kültürleri birbirlerinden etkilenerek, iç içe ve birlikte evrilmişler. Örneğin, Arapların döneminde şehir muhteşem sarayları ve camileri ile Bağdat ve Cordoba kadar ünlüymüş. 9. ve 11. yüzyıllar arasındaki bu dönemde şehir liman bölgesine doğru genişlemiş. Şehri daha sonra ele geçiren Normanlar, Cermen Hohenstaufen hanedanı ve İspanyol Bourbonlar da, hepsi sanat eserleri bırakmışlar. Palermo’nun tarihi bu kadarla da sınırlı değil elbet. Birinci yazımda Palermo’da Fenikelilerin varlığından da söz etmiştim. Okumamış olanlara önce bu yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linke tıklayabilirsiniz.

Palazzo dei Normanni‘nin batı tarafına bitişik olan Porta Nuova (Yeni Kapı) yüzyıllar boyuca şehrin en önemli giriş kapısı olmuş. İlk olarak 15. yüzyılda yapılan kapı daha sonra birkaç kez yenilenmiş. Bugün gördüğümüz halinin yapımı 1669 yılında tamamlanmış.

Palermo’nun en eski bölgesinin, Palazzo dei Normanni (Norman Sarayı) ve Palermo Katedrali‘nin arasındaki bölge olduğu belirtiliyor. Şehirde ayrıca, 6. yüzyıldan itibaren önemli bir Yahudi cemaati de varmış. Bazı dönemlerde giysilerine Yahudi olduklarını belli eden semboller takmaları şartı koşulsa da, Müslüman ve Hristiyanlarla yan yana yaşamışlar. Genel olarak ticaret, dokumacılık ve tekstil boyama işi ile uğraşan Yahudilere bazı imtiyazlar da tanınmış. Örneğin Kral II. Ruggero (1095-1154), pek çok imtiyazın yanında, ipek üretimi ve dokuması alanında Yahudilere tekel olma hakkını vermiş. Palermo’daki Yahudi varlığı, İspanya‘da olduğu gibi, 1492 yılındaki büyük sürgün ile sona ermiş. Bu dönemde sadece Palermo’dan 5000 kadar Yahudi’nin sürgün edildiği düşünülüyor. (Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Osmanlı topraklarına kabul edilen Safarad Yahudilerinin geldikleri ülkelere ve hane sayısına göre dökümleri yer almaktadır. Bu defterlerden Edirne ile ilgili yazımda söz etmiştim. Örneğin bu defterlerden I. Ahmet (1590-1617) döneminde tutulan bir tanesine göre, Edirne’de o tarihte Sicilya kökenli 47 hane olduğu kayıtlara geçirilmiş). Sinagogların bir kısmı yıkılmış, bir kısmı ise kiliseye çevrilmiş. O nedenle, Via Maqueda ile Via Roma arasindaki bölge olarak tanımlanan Yahudi Mahallesi‘nde günümüzde Yahudi cemaatinden bir ize rastlamak zor. Bir tek, bazı sokak tabelalarında sokak isimlerinin Arap harfleri ile yazımlarının yanında, İbrani harfleri ile de yazılı olduklarını görüyorsunuz.

Din fakirliğin ilacı gibi sanki…

Palermo’dan söz ederken, bana sıkça sorulan bir soruyu da yanıtlamak istiyorum. Soru, güvenlikle ilgili. Sadece adada bir zamanlar Mafia‘nın merkezi sayılan Palermo için değil, gideceğimizi duyan birçok kişi bize Sicilya ile ilgili genel güvenlik endişelerini de belli etmişlerdi. Bu konuda, kendi deneyimimize dayanarak, şunu belirtmek istiyorum; biz bu açıdan hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadık ve herhangi bir olay yaşamadık. Bu demek değildir ki, dikkatli olmanız gerekmiyor. Palermo’da da, adanın diğer yerlerinde de, dünya genelinde gezerken ne kadar dikkatli olmanız gerekiyorsa, o kadar dikkatli olmalısınız. Nasıl ki, İstanbul‘a gelip de Beyoğlu‘nun arka sokaklarında başına olmadık işler gelen yabancılar, hatta kendi vatandaşlarımız oluyorsa, Sicilya’da da buna benzer şeyler yaşayanlar oluyordur. Yankesiciler ise, dünyanın her yerinde varlar. Yukarıda belirtiğim gibi, ana caddelere kısacık bir mesafede inanması zor bir sefalet ve fakirlikle karşılaşabiliyorsunuz. Bir de civardaki yıkıntı binalar bu tabloyu daha da ürkütücü yapabiliyor. Biz birkaç yeri ararken böylesi sokaklardan geçtik ama neyse ki, bir olumsuzluk yaşamadık. Bu arada, Corso Vittorio Emanuele gibi bir ana caddede de yıkıntılar ile karşılaşırsanız şaşırmayın. Sicilya ve özellikle Palermo’nun merkezi, II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik Kuvvetler‘in ağır bombardımanı altında kalmış. Başarılı Kuzey Afrika operasyonundan sonra Sicilya’ya geçen General Patton‘un askeri birlikleri 22 Temmuz 1943 günü Palermo’ya girdiklerinde, şehir harap halde imiş. Tahribatın bir bölümü de, geri çekilirken bazı yerleri havaya uçuran Alman birlikleri tarafından yapılmış. Çare olarak, adanın pek çok yerinde olduğu gibi, Palermo’da da şehrin çevresinde çirkin modern binalar yapılmış. Bunlar ağırlıklı olarak konut. İş yerleri de var. Şehrin tarihi merkezi ise, on yıllar boyunca süren bir ihmalden sonra, ancak geçtiğimiz 15-20 seneden beri ciddi bir restorasyon yüzü görmeye başlamış. Daha epeyce yapılacak iş var görünüyor ama elden geçen yerler şehrin bir zamanlarki ihtişamlı dönemlerini hayal etmeniz için yetiyor.

Corso Vittorio Emanuele üzerinde gözüme çarpan yıkıntılar…

Palermo’ya biz iki gün ayırdık ve Cefalù’dan günü birlik giderek gezdik. Yol, paralı ya da parasız yoldan gitmenizden bağımsız olarak, aşağı yukarı bir saat sürüyor. Biz bu yöne doğru başka yerlere de gittiğimiz için her iki yolu da kullandık. Gezi boyunca da kimi zaman paralı otoyolları, kimi zaman da parasız ara yolları kullandık. Aklınızda bulunsun; şayet paralı yollardan gitmeyi tercih ederseniz, yanınızda bozuk madeni para bulundurun çünkü gişelerde çoğunlukla çalışan eleman olmuyor. Siz ekranda çıkan parayı makinaya atıyorsunuz. Ancak, bu makinalar 2 Euro kabul etmiyor. Onun için yanınızda 2 Euro’dan küçük bol madeni para olmasına dikkat edin.

Palermolular Covid için de çareyi şehrin koruyucu Azizesi Rosalia’ya yakarmakta bulmuşlar. Temmuz 2022’de konan bu plakette “Pandemiden Kurtar Bizi Azize Rosalia” yazıyor.

Palermo’yu gezdiğimiz ilk gün inanılmaz bir sıcak vardı. Özellikle öğle sıcağında epeyce zorlandık. İkinci günün bir kısmı ise, oldukça yağışlı geçti. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’ya ekim ayında gidiyorsanız, her türlü koşul için giysi ve ayakkabı götürmekte yarar var. Yol buyunca, irili ufaklı yerleşim yerlerinin ve bazı yerlerde organize sanayi bölgelerinin yakınından geçtik. Palermo’ya yaklaştıkça trafik artmaya başladı ve biz de kendimizi kente akan bir araba selinin içinde bulduk. Sicilyalılar genelde sık şerit değiştirmiyorlar ve şehirler arası yollarda arabalar arası mesafeyi ülkemize göre daha fazla bırakıyorlar ama öte yandan, hızlı araba kullanıyorlar. Palermo’ya girişte etrafta modern ama son derece bakımsız kalmış apartmanlar görmeye başladık. Bir de sokak köşelerinde ve kaldırım kenarlarında birikmiş, bazı yerlerde ufak tepecikler haline gelmiş çöp yığınları. Bu atılmış çöplere adanın hemen hemen her yerinde, otoyol kıyılarında da rastladık. Belki bir grev vardı, bilemiyorum. Aklıma, çocukluğumda Roma‘da iken yaşadığımız grev dönemleri geldi. O zamanlar İtalya’da Komünist Partisi (P.C.I.) ve sendikalar çok kuvvetli idiler. Sık sık grevler olurdu. Güzelim Roma sokakları çöpten geçilmezdi. Postacıların yaptıkları grevlerin ise başka sonuçları olurdu. Dağıtılamayan yığınla mektup ve benzeri, grev bitince alınan resmi kararla topluca yakılırdı. Siz de artık postanızı bekleyin durun…

Arka sokaklarda sık sık karşılaştığımız çöp yığınları

Tahmin edebileceğiniz gibi, Palermo’da park yeri bulmak epeyce zor. Biz her iki gün de şanslıydık. İlk gün, navigasyonu kullanarak gezmek için başlama noktası olarak belirlediğim yere doğru gitmeye çalışırken, geçtiğimiz bir meydandaki park görevlisi çıkan bir arabanın yerini eliyle gösterince, hiç düşünmeden park ettik. Burası, Piazza dei Tedeschi imiş. Bilmeden çok iyi bir yere park etmişiz. Eğer siz de bizim gibi, Palermo’nun içinde kalmak yerine yakınındaki bir yerde kalmayı tercih ederseniz, arabanızı buraya park edebilirsiniz. Konum olarak gezilecek başlıca yerlere yakın. Birkaç sokak ilerideki Piazza della Vittoria‘ya çıktığınız zaman kendinizi Norman Sarayı’nın yakınında buluyorsunuz. Yeşillikler içindeki meydanı çaprazlama geçerseniz, Corso Vittorio Emanuele caddesine ve Katedral’in yakınına çıkıyorsunuz. Park ettiğimiz Piazza dei Tedeschi, Palermo’daki iki ünlü pazar yerinden biri olan ünlü Mercato di Ballarò‘ya da yakın. Arzu ederseniz buradan oraya da gidebilirsiniz. Biz bu pazar yerinin içinden daha sonra geçtik ama açıkçası beni hiç açmadı. Yiyecek ve Çin malı bir sürü plastik, anlamsız eşya satılan bir yer. Bir zamanlar havası daha başka imiş okuduğuma göre. Açıkta gıda satılmasına yabancı olan, özellikle Amerikalı turistler için bu pazarın içindeki derma çatma restoranlar ilginç geliyor herhalde. Formika masaları doldurmuşlar. Benim ise, ne bu oldukça pis görünen Ballarò ne de daha da ünlü olan Vucciria pazarı ilgimi çekmedi. Ama beni ölçü olarak almayın. Ben kendi ülkemde de pazara gitmekten çok hoşlanan bir insan değilim. Siz seviyorsanız, özellikle tarihi Vucciria’ya zaman ayırın.

Corso Vittorio Emanuele

Tüm gün park 5 Euro imiş. Parayı verirken adam “Gönlünüzden de bir şey koparsa…” benzeri bir şey söyledi. Ek olarak 1 Euro daha verdim. Sevindi. Gece geç vakit arabanın yanına döndüğümüzde, bir yerlerden bir başka adam çıktı geldi. Para istedi ama hiç oralı olmadık. Palermo’daki ikinci günümüzde, gece geç vakit arabanın yanına geldiğimizde yine aynı şey oldu. Bunlar belli ki, yabancıları yolmaya çalışan uyanıklar. Arabanıza binin ve hiç cevap bile vermeyin.

Binalardaki detayları kaçırmayın

Palermo’da görülecek çok yer var. Zaman kısıtı nedeniyle doğal olarak hepsini görmek mümkün olmuyor. Ben, görmeye fırsat bulamayacağımızı tahmin ettiğim yerleri eleyerek, iki günlük bir program yapmıştım. O listeden de gidemediğimiz yerler oldu ama, Palermo’nun belli başlı yerlerini gördük diyebilirim. Gezmeye, Quattro Canti‘den başlamaya karar vermiştim. Bunun için, yukarıda belirttiğim şekilde, Piazza della Vittoria’dan Corso Vittorio Emanuele caddesine çıktık ve aşağı doğru yürüdük. Çok geniş olmayan cadde trafiğe kapalı ve turistlerle doluydu. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, cafe, bar ve restoranlar sıralanmıştı. Çok geçmeden, sol tarafımızdaki Katedral’in önünden geçtik. Oraya günün ilerleyen saatlerinde dönmek üzere, yolumuza devam ettik. Caddeye açılan ve bazıları epeyce dar olan sokaklarda, karşıdan karşıya gerilmiş çamaşır iplerine asılmış koca çarşaflar, çamaşırlar görünüyordu. Yer yer çöp yığınları. Bazı haşmetli ama yüzyılların kirini taşıyan binaların önünden geçtik. İnanılmaz detaylar gözüme çarptı. Barok tarzda yapılmış binaların cephelerini insan figürlü heykeller, hayvan ve bitki motifleri süslüyordu. Hepsi, eski ihtişamlarına kavuşabilmek için yeterli kaynak ve ilgi bekliyor gibiydiler. Üzülmeden edemedim. Tıpkı, Beyoğlu’nun o bir zamanlar Art Nouveau tarzda yapılmış güzelim binalarına üzüldüğüm gibi.

Caddede ilerlerken sol tarafta, bir bina girişine asılmış bir pankart gördüm. NO MAFIA yazıyordu. İçeride, tam karşıda, büyük boy bir fotoğraf vardı. Fotoğraftaki adamı tanıdım. Bu, Mafya’ya karşı verdiği mücadele nedeniyle henüz 53 yaşında iken katledilen yargıç Giovanni Falcone‘nin fotoğrafı idi. Kendisi de Palermolu olan Falcone kariyeri boyunca Sicilya Mafya’sı ile mücadele etmişti. 23 Mayıs 1992 günü eşi ve üç koruması ile birlikte, A29 numaralı otoyolda Palermo’dan Trapani‘ye doğru giderken, Capaci yakınlarında yola döşenmiş bir bombanın patlatılması sonucu ölmüştü. Arabadan sağ çıkan olmadı. Bu haberi otuz sene önce öğrendiğim zaman, olay yeri olarak gözümün önüne dağ başında, ücra bir yol gelmişti. Birkaç gün sonra Trapani’ye giderken tesadüfen A29 otoyolu’nun kenarında sade bir anıt görünce çok şaşırdım. Burası Falcone’nin öldürüldüğü yerdi. Akşam üzeri saat altıda, bu kadar işlek bir yolda öldürülmüş olması beni en az bombanın 400 kilo olması kadar ürküttü. Sadece iki ay sonra, Falcone’nin yakın arkadaşı ve bir başka hukukçu, Paolo Borsellino da, Palermo’nun göbeğinde, beş koruma memuru ile birlikte, evinin önünde arabası havaya uçurularak öldürüldü. Günümüzde Palermo havaalanının resmi adı Falcone Borsellino. Otuz sene önce işlenen bu cinayetlerden bir süre sonra, bu kez Milano‘daki hukukçuların başlattığı ünlü Temiz Eller (Mani Pulite) operasyonu ile Mafya örgütünün sadece kendisine değil, onun bu kadar kuvvetlenmesine sebep olan tüm siyasetçi ve bürokratlara da darbe vuruldu. Sadece sağ partilerden siyasetçiler değil, başta Sosyalist Parti (PSI) Genel Başkanı Bettino Craxi olmak üzere sosyalist siyasetçilerin de Mafya’dan rüşvet aldıkları ortaya çıktı. O dönemde hatırlarsanız, İtalya derinden sarsılmıştı.

Giovanni Falcone (1939-1992)
Kaynak: wikipedia.org

Yıllar içinde kararlı bir şekilde yapılan mücadele ile Mafya’nın belinin kırıldığı düşünülüyor. Kimileri her an hortlamak üzere uykuya yatmış olduğunu düşünüyor. Falcone ve Borsellino’nun ölümünden sonra halk da mücadeleye katılmış. İş adamları ve iş yerleri haraç vermeyi red etmeye başlamışlar. Daha sonra bizzat sivil örgütlenmeler başlamış. Bu arada, tutuklanan Mafya liderleri ve iş birlikçilerinin mallarına devlet el koyarak, Mafya ile mücadele etmek için örgütlenen sivil toplum kuruluşlarına vermiş. Bizim önünden geçtiğimiz bina da böyle el konulmuş bir gayri menkuldü büyük olasılıkla. Palermolular Falcone’yi asla unutmamışlar. Her sene 23 Mayıs günü sokaklarda anma yürüyüşleri, kiliselerde ise onun için ayinler yapılıyormuş. İleride Aziz ilan edilebileceğini bile düşünenler var.

Paolo Borsellino (1940-1992) yargıç Falcone ile birlikte
Kaynak: wikipedia.org

Mafya’nın kökleri 18. yüzyılın ortalarına, İspanyol yönetimi zamanına kadar gidiyor. O zamanlar, büyük toprak sahipleri arazilerinin korunmasını bu tür yerel örgütlenmelere vermeye başlamışlar. Kendileri bir koruma ordusu beslemek yerine bu yolu tercih etmişler. (İlginç bir şekilde, Napoli’de de, Güney İtalya da İspanyol yönetimi altında iken, benzer bir yapılanma gelişmiş). Yerel halk da, tarih boyunca sürekli başka başka milletlerin boyunduruğu altına girmenin verdiği genel anlamda devlete güvensizlik nedeniyle, her türlü sorunlarının çözümü için Mafya’ya gitmeye başlamış. Ancak, Mafya’nın günümüzde anladığımız hale gelmesi 1861 yılında, İspanyol Bourbon hanedanının adadan kovulmasından sonra, İtalya ile birleşme sürecinde bir süre oluşan yönetim boşluğu sırasında olmuş. Adam kaçırma, haraç, rüşvet gibi her türlü yasa dışı işe girmeye başlamışlar.

Quattro Canti‘nin dört köşesindeki binalardan biri

Mafya’nın Sicilya’da daha fazla etkili olduğu yerler, başta Palermo olmak üzere, adanın batı tarafı olmuş. Monreale, Trapani, Marsala hala Mafya’nın bir zamanlar neredeyse devlet gibi olduğu yerler olarak anılıyor. Hatırlarsanız, Sicilya’nın batı tarafının kültürel olarak daha çok Arap etkisinde olduğunu yazmıştım. İlginç bir şekilde, kökünün hangi kelime olduğu konusunda tartışmalar olsa da, dil uzmanları mafya kelimesinin Arapça’dan geldiği konusunda hemfikirler. Son olarak, bu konuda benim de yeni öğrendiğim bir şeyi sizinle paylaşmak isterim. Tüm dünyada organize suç örgütlerinden Mafya olarak söz edilmesine karşın, İtalya’nın farklı bölgelerinde bu suç örgütlerine verilen isim faklı. Mafya genel olarak sadece Sicilya’daki yasa dışı örgütlenmeler için kullanılırken, benzer yapılar Napoli‘de Camorra, Calabria‘da Ndrangheta, Puglia bölgesinde Sacra Corona Unita olarak biliniyorlar.

İki yolun kesiştiği noktalardaki dört binanın her
birinin meydana bakan köşeleri kavislendirilerek
meydan yuvarlaklaştırılmş

Corso Vittorio Emanuele’nin üzerinden dümdüz aşağı doğru yürümek sizi Quattro Canti’ye getirecek. Burası Corso Vittorio Emanuele ile Via Maqueda’nın kesiştiği bir dört yol ağzı. Trafik yoktu ama, ortadaki meydan kalabalıktı. Güzel sesli bir kadın gitar çalıyor ve şarkı söylüyordu. Hemen hemen herkes meydanın dört köşesindeki binaların fotoğraflarını çekiyordu. Buranın özelliği, iki yolun kesiştiği noktalardaki dört binanın her birinin meydana bakan köşelerinin birer yay gibi kavislendirilmiş olması. Böylece, ortadaki meydana dairesel bir şekil verilmiş. Ayrıca, bu dört kavisli yüzeye heykeller ve Barok tarzda süslemeler yerleştirilmiş. Meydanın bir diğer adı Piazza Vigliena. Burası, Palermo’yu gezmeye başlamak için ideal bir nokta olarak kabul ediliyor.

Quattro Canti’nin Roma’daki
Piazza delle Quattro Fontane‘den
esinlenilerek yapıldığı belirtiliyor

Meydanı çevreleyen dört binanın yapımı tarihsel olarak 17. yüzyılın başına kadar dayanıyor. 1600 yılında Palermo Şehir Senatosu Via Maqueda sokağını açmaya karar veriyor. 1608 yılında ise, meydanın köşelerinde yer alan dört binada mimari bir bütünsellik sağlanması düşüncesi ile, tasarım için Floransalı sanatçı Giulio Lasso‘ya sipariş veriliyor. Roma’daki Piazza delle Quattro Fontane meydanından esinlenmiş olabileceği düşünülen Lasso, 1615 yılındaki ölümüne kadar meydan üzerinde çalışıyor. Bu tarihten sonra işi devralan Mariano Smiriglio da Lasso’nun tasarımına büyük ölçüde sadık kalarak, binaları 1620 yılında tamamlıyor. Heykeller ve süslemeler ise 1663 yılında tamamlanabiliyor.

Ve Quattro Canti’nin dördüncü köşesi.
Bu meydan, Palermo’yu gezmeye
başlamak için uygun bir nokta.

Meydanın köşelerinde bulunan sarayların her birindeki süslemeler üç kattan meydana geliyor. Dorik tarzda yapılmış olan ilk katta, dört mevsimi simgelemek üzere, Roma mitolojisinden dört tanrı(ça)nın heykelleri yer alıyor; Aeolus (Aiolos), Venüs (Afrodit), Ceres (Demeter) ve Bacchus (Dionisos). Bir üst katta, İyonik tarzda yapılmış dört tane kral heykeli, en üst katta ise Palermo’nun dört bölgesinin koruyucusu kabul edilen dört Azize (Santa Oliva, Santa Cristina, Santa Agata and Santa Ninfa) heykeli bulunuyor. Meydanın bir köşesinde, 1612-1645 yılları arasında yapılmış olan San Giuseppe dei Teatini Bazilikasını görebilirsiniz.

Piazza Pretoria ve ortasındaki Fontana Pretoria
Arkada Santa Caterina Kilisesi, sağ tarafta
Palazzo delle Aquile (Belediye Sarayı)
Santa Caterina Kilisesi’nin önünden meydana bakış.
Karşıda görünen, San Giuseppe dei Teatini Bazilikası

Quattro Canti’nin binalarını inceleyip, canlı ortamında bir süre vakit geçirdikten sonra çok yakınındaki Piazza Pretoria‘ya gidebilirsiniz. Bunun için yüzünüzü geldiğiniz yöne dönün ve sola, Via Maqueda’ya dönün. Neredeyse köşeyi döner dönmez Piazza Pretoria’yı göreceksiniz. Ortasında büyük bir çeşme olan bu meydanın bir zamanlar halk arasındaki ismi Piazza della Vergogna (Utanç Meydanı) imiş. Buna sebep, 1500’lerin ortasında tasarlanmış olan çeşmenin etrafındaki otuzdan fazla çıplak ya da yarı çıplak mitolojik peri, yarı-tanrı ve tanrı heykelleri. Meydanın tam karşısında Santa Caterina Kilisesi, sağ tarafta ise, Palazzo delle Aquile (Belediye Sarayı) var.

Çoğu insan farkına varmadan geçiyor ama,
Piazza Pretoria’yı Corso Vittorio Emanuele
üzerindeki bir aralıktan da görebiliyorsunuz

Meydanı ve ortasındaki Pretoria Çeşmesi‘ni (Fontana Pretoria) bir bütün olarak algılayabilmek ve fotoğraf çekmek için en iyi nokta, karşınızdaki Santa Caterina Kilisesi’nin girişinde bulunan merdivenlerin tepesi. Çeşmenin ilginç de bir öyküsü var. Eser aslında, 1552-1554 yılları arasında Floransalı sanatçı Francesco Camilliani (1530-1586) tarafından, Luigi de Toledo‘nun Floransa’daki evinin bahçesi için yapılmış. Ancak, aynı zamanda Cosimo de Medici‘nin kayınbiraderi olan zengin Toledo, borçları nedeniyle mali sıkıntı yaşamaya başlayınca, 1573 yılında çeşmeyi Palermo Senatosu’na satmış. Parçalara ayrılan çeşme, 1574 yılında Palermo’ya getirilmiş ve sanatçı Camilliani’nin oğlu Camillo Camilliani tarafından burada tekrar monte edilmiş. Yolda kırılan bazı heykellerin yerine Sicilya’ya özgü mitolojik figürler eklenmiş ve çeşme 1581 yılında tamamlanmış.

La Martorana‘nın sonradan yenilenen
Barok fasadı ve çan kulesi

Via Maqueda üzerinde devam ederseniz, Piazza Bellini‘ye ve buradaki iki önemli tarihi esere varıyorsunuz. Bunlar, La Martorana olarak da bilinen ama asıl adı Santa Maria dell’Ammiraglio Kilisesi ve San Cataldo Kilisesi. Her ikisi de, Arap-Norman mimarisi olarak anılan akımın en önemli eserlerinden ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. La Martorana günümüzde Palermo’nun Ortodoks Arnavut-İtalyan azınlığının Katedrali. Bizans ritüellerine göre yapılan ayinlerde kullanılan dilin eski Yunanca ve Arnavutça olduğu belirtiliyor. Kilise Sicilya’nın Norman döneminde, Kral II. Ruggero‘nun (İngilizcede Kral II. Roger) Suriyeli emiri, Büyük Amiral Antakyalı George tarafından yaptırılmış. Aslen Ortodoks olan George, yapıyı Bizans kilise mimarisine uygun bir planda ama Arap ve Norman stillerini de harmanlayan bir şekilde inşa ettirmiş. İçindeki paha biçilmez mozaikler Bizanslı ustalar tarafından 1143-1148 yılları arasında yapılmış. 1720 yılındaki depremden sonra La Martorana’nın fasadı Barok tarzda yenilenmiş ve bir de çan kulesi eklenmiş.

San Cataldo Kilisesi

Hemen yan taraftaki San Cataldo Kilisesi 1160 yılında yapılmış. Kırmızı renkli üç kubbesi, pencere çerçevelerinin şekli ve detayları ile yer mozaikleri nedeniyle Arap mimari özelliklerinin çok daha fazla hissedildiği bir yapı. Çok büyük olmayan kilisede tavan ve duvarlarda La Martorana’da olduğu gibi mozaikler yok ama bu sadelik de insanın hoşuna gidiyor. Ayrıca, süsleme olmayınca, insan mimari özellikleri daha açık görebiliyor.

San Cataldo Kilisesi’nin Arap mimarisinden esinlenilerek
yapılan kubbelerinin içeriden görünümü
Duvar süslemelerinin olmaması mimariyi
daha ön plana çıkarıyor
Kilisede gözlenen bir başka Arap etkisi de yer mozaikleri

Bir sonraki durağımız, Piazza Bellini’ye çok uzak olmayan Piazza Casa Professa‘daki Chiesa del Gesu kilisesi oldu. Santa Maria di Gesu adıyla da bilinen kilise, 16. yüzyılda yapılmış bir Cizvit kilisesi. İlk tasarımı, kendisi de bir Cizvit olan, Giovanni Tristano tarafından yapılmış ama sonra, 17. yüzyılda değiştirilmiş. 1658’den itibaren yapımına başlanan iç süslemelerin tamamlanması 18. yüzyılın ortalarını bulmuş. Fazla abartılı gelebilecek süsleme ve kabartmalar insanı girer girmez biraz şaşkına çevirebiliyor. Kabartma eserlerin tasarımları, ünlü Palermolu heykeltıraş ve stucco (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) ustası Giacomo Serpotta‘ya (1656-1732) atfediliyor. Daha sonra, meraklı olanlarınızı Serpotta’nın bir başka etkileyici eserine götüreceğim. Stucco eserlerin büyük bir kısmı, babasının ölümünden sonra, Giacomo’nun oğlu Procopio Serpotta (1679-1756) tarafından tamamlanmış.

Chiesa del Gesu

Gitmeyi planladığimız bir sonraki yer San Giovanni degli Eremiti Kilisesi idi. Burası da yine Normanlar tarafından, Arap mimarisinin belirgin etkisi kullanılarak yapılmış bir kilise. Ancak, bir diğer özelliği, bir zamanlar burada bulunan bir Arap camiinin kalıntılarının da kilisenin güneyinde hala ayakta olması. Ancak, üzülerek söylemeliyim ki, aşırı sıcak ve navigasyonun yaptığı tüm saçmalıklarla boğuşarak harcadığımız onca zamana karşın, bu kiliseyi bulamadık. Bu arada içine düştüğümüz Ballarò pazarının kalabalıklığı, sıkışıklığı ve pisliği de içimizi daralttı. Açıkçası kendimizi bir şekilde Norman Sarayı’nın önünde bulduğumuz zaman pek de üzülmedim. Palazzo dei Normanni ya da diğer adıyla Palazzo Reale de listemizde bulunan, Palermo’da görülmesi önerilen başlıca yerlerden biriydi. Bilet gişesinin önünde uzun bir kuyruk vardı. Öğle tatiline kadar sıra gelmesi imkansız gibi görünüyordu. Buradan tekrar Corso Vittorio Emanuele’ye yürüyerek bir şeyler yemeye karar verdik. İtalya’da olduğu gibi Sicilya’da da belli başlı yerlerin öğle saatlerinde kapanması ve uzun riposo (bizde genelde siesta olarak bilinen dinlenme saatlerine İtalyanların verdiği isim) saatleri gezerken insanı zaman zaman sıkıntıya sokabiliyor. Programınıza uymadığı için bazı yerleri göremeyebiliyorsunuz. Küçük yerlerde yemek yerlerinin tamamı kapandığı için aç da kalabiliyorsunuz. Açık olan birkaç yerden birine oturduk. Aşırı sıcağı fırsat bilerek, yemekten sonra Sicilya’ya özgü bir Granita yedim. Su, şeker ve çeşitli meyvalarla yapılan Granita sorbet ile dondurma arası bir tatlı. Rivayete göre, Sicilya’da ilk olarak Romalılar tarafından, Etna dağına düşen karlar kullanılarak, yapılmaya başlanmış. Adanın değişik yerlerinde kıvamı değişik oluyor. Palermo taraflarında daha buza yakın ve kıtır kıtır iken, doğudaki şehirlerde daha pürüzsüz yapılıyor.

Kilisenin içindeki stucco süslemeler
Giacomo Serpotta‘ya atfediliyor

Öğle arası sonrasında sarayın önünde bulunan meydandaki bilet kulübesine döndüğümüzde yine hatırı sayılır bir kuyruk vardı. Neredeyse yarım saat bekledikten sonra biletlerimizi aldık ve sarayın büyük kapılarından birinden içeri girdik. Norman Sarayı, adanın Bizans döneminden beri bir güç merkezi olmuş. Günümüzde de Sicilya Parlamentosu bu binanın ikinci katında bulunan Sala di Ercole (Herkül Salonu) isimli salonda toplanıyor. Burada ilk olarak 9. yüzyılda Araplar tarafından bir saray yapılmış. Daha sonraki Norman döneminde ve özellikle Cermen Hohenstaufen hanedanlığını II. Frederick yönetirken yapı daha da güzelleştirilmiş. Gerek Arap gerekse Norman dönemlerinde saray Avrupa’nın en güzel kraliyet konutları arasında anılırmış. Daha sonraki dönemlerde Palazzo Reale ihmal edilmiş ve uzun süre oldukça bakımsız kalmış. Bu durum, Bourbon döneminde İspanyol Genel Valisinin sarayı elden geçirip resmi konutu yapmasına kadar sürmüş. İçerideki görevliler görülecek yerlerin hiç birini atlamamanız için oldukça yardımcı oluyorlar. Hatta bazıları, “… gördünüz mü?” ve benzeri sorular sorarak, hatırlatmada bulunuyorlar. Biz sarayı gezdikten sonra çıkarken de, bir görevli bizi çıkış kapısının çaprazındaki Kraliyet Bahçesi‘ni gezmeyi unutmamamız konusunda uyardı. Alacağınız bilet orayı da kapsıyor. Çok büyük olmasa da, egzotik ağaçların altında veya kafesinde dinlenmek yorgunluğa iyi geliyor.

Palazzo dei Normanni ya da diğer adıyla Palazzo Reale
Sol taraftaki dört katlı yapı, bir savunma kulesi olan Torre Pisana. Sağ tarafta görünen üçgen prizma çatılı yapı, saraya bitişik olan Porta Nuova.
Sarayın içindeki Capella Palatina ve muhteşem mozaikleri

Sarayın şüphesiz en etkileyici yerlerinden birisi, girişin bir üst katındaki ünlü Capella Palatina kilisesi. Muhteşem mozaikleri ile burası, Normanların Palazzo Reale’de kalan az sayıda izlerinin en muhteşem olanı. 1130-1140 yılları arasında Kraliyet Kilisesi olarak Kral II. Ruggero için yapılan kilise belki de Sicilya’ya gidenlerin görmeyi ihmal etmemesi gereken yerlerden birisi. Normanlar tarafından Bizanslı ve Arap ustalara yaptırılan süslemeler hem İncil’den hem de II. Ruggero’nun yaşamından kesitler sunuyor. Burayı Bizans, Arap, Norman ve Sicilya sanat ve kültürünün karıştığı bir pota olarak görebilirsiniz. Öte yandan, Grek, Latin ve Kufi alfabesinin kullanımı da çok dikkat çekici. Sanıyorum daha önce de belirmiştim; Sicilya’da Arapça Norman döneminde de resmi saray dili olarak kullanılmış. Aslen Viking olup, Fransızlarla karışarak tarihte ayrı yerlerini aldıkları düşünülen Normanların Arap dili ve kültürüne bu yaklaşımları bana oldukça ilginç geldi.

Capella Palatina’da göze çarpan Arap esintileri…

Capella Palatina’daki duvar mozaiklerinden nef (bazilika tipi yapılarda ana koridor) kısmındaki mozaikler Tevrat’tan, yan koridorlardakiler ise İncil’den sahneler gösteriyor. Burada Yaradılış, Cennetten Kovuluş ve Nuh’un Gemisi öykülerini görebilirsiniz. Mozaiklerin bir kısmı 18. yüzyılda eklenmiş. Altarın üst kısmındaki mozaikler bu geç döneme ait. Dikkatli bir göz, 12. yüzyılda yapılanlarla aralarındaki üslup farkını görebiliyor.

Sarayın ana avlusu Cortile Maqueda
Sicilya Parlamentosu sarayın ikinci katındaki
Sala di Ercole‘de toplanıyor
İkinci katta İspanyol valilerin konut olarak kullandıkları
Appartamenti Reali bölümünden bir salon

Capella Palatina’dan sonra, geniş bir mermer merdiven ile bir üst kata çıkıyorsunuz. Saray, girer girmez göreceğiniz bir avlunun etrafında yükseliyor. 1600 yılında yapılan bu avluyu (Cortile Maqueda), sarayın üç katlı yapıları çevreliyor. Sicilya Parlamentosu’nun toplandığı salon, bir üst katta bulunan ve bir zamanlar İspanyol valilerin konut olarak kullandıkları Appartamenti Reali bölümünde. Bu bölümün çoğundaki duvar resim ve süslemeleri 19. yüzyılda yapılmış. Bunlar çok da etkileyici değil. Ama, Norman döneminden kalma Sala di Re Ruggero sarayın en görülesi yerlerinden biri. 12. yüzyılda yapılmış olan mozaiklerde resmedilmiş olan aslan, geyik ve tavuskuşu gibi hayvanlar ve çeşitli ağaçlar gerçekten büyüleyici. Capella Palatina’nın eski mozaikleri ile çağdaş oldukları belirtilen bu mozaiklerde Hristiyanlığa ait hiç bir motif kullanılmamış. Daha çok pagan ve Orta Doğu’yu çağrıştıran desenler tercih edilmiş. Sarayın bir diğer Norman köşesi, Torre Pisana. Burası aynı zamanda Norman askeri gücünün simgesi olan bir savunma kulesi. Kalenin dört kulesinden geriye kalan tek kule. Yine Kral II. Ruggero döneminde ama Capella Palatina’dan önce yapıldığı tahmin ediliyor. Bir zamanlar taht odası olarak kullanılan odanın mimarisinde Kuzey Afrika’daki XI. yüzyıla ait bazı Arap yapılarının etkisi olduğu belirtiliyor. Duvarlarda, bir zamanlar burayı da süsleyen mozaiklerden günümüze ulaşabilen çok az sayıda örnek var. 1791 yılında kule rasathane olarak kullanılmaya başlanmış.

Sala di Re Ruggero
Kral II. Ruggero’nun büyüleyici salonu
Önceleri kalenin savunma kulelerinden biri olan, daha sonra taht odası olarak kullanılan ve 18. yüzyılda rasathaneye çevrilen Torre Pisana. Duvarlarda
çok az sayıda orijinal mozaiklerden örnekler var.

Saraydan çıkmadan bodrum kata inmeyi ihmal etmeyin. İlk gireceğiniz Sala Duca di Montalto, 1565-1575 yılları arasında, ilk başta cephanelik olarak yapılmış. 1637 yılında yazlık kabul salonuna çevrilmiş ve bu sırada dönemin ünlü sanatçıları tarafından fresklerle süslenmiş. Daha sonra ise ahıra dönüştürülmüş. Günümüzde sergi salonu olarak kullanılıyor. Bu salonun içinden aşağı indiğiniz takdirde, daha önce birkaç kez bahsettiğim, Palermo’nun Fenikeliler dönemine ait kalıntıları görebilirsiniz. Burada, Palermo’nun geçmişi açısından çok önemli olan bu buluntuların yanında, şehrin çeşitli dönemlerine ait arkeolojik eserleri görebiliyorsunuz. Antonino Salinas Arkeoloji Müzesi‘ni görmeye zaman ayıramayanlar için güzel bir fırsat.

Sala Duca di Montalto önceleri cephanelikken 1637 yılında yazlık kabul salonuna çevrilmiş ve bu sırada duvarları fresklerle süslenmiş. Daha sonra ahır olarak kullanılması nedeniyle bu süslemelerin önemli bir bölümü yok olmuş.
Sarayın bodrum katında ortaya çıkarılan Fenikelilere ait kalıntıların bir kısmı. M.Ö. 4. yüzyıldan kalma duvarlar ve bir kapı
Palermo’nun Fenikelilere ait nekropolündeki 138 numaralı mezardan çıkarılan buluntular. M.Ö. 5. yüzyılın ilk yarısı ile M.Ö. 3. yüzyıl sonu arasındaki döneme ait oldukları düşünülüyor.
Aynı yerde, Sicilya’nın İslami yönetim altında olduğu 10. yüzyılın ikinci yarısı ile 11. yüzyılın ilk yarısı arasındaki dönemde Palermo’da üretilmiş bu çanak çömleklere de rastlanmış. Sicilyalılar, yeni yeme içme adetlerinin yanında, burada örnekleri görülen tarzda sırlı çömlek yapmayı da Araplardan öğrenmişler. Yemek pişirmek için kullanılan çeşitli kaplar ve tencereler ile bu dönemde Sicilya’da üretilen ve bolca içilen şarap için kullanılan testiler de dikkat çekici.
Kraliyet bahçesi

O gün son olarak Palermo Katedrali’ne gittik. Gün boyunca birkaç kere önünden geçmiştik. Her seferinde çatıdaki insan kalabalığı ilgimi çekmişti. Binanın eni boyunca bir teras olduğunu düşünmüştüm. Oysa, daha sonra yukarı çıkınca yürünülen yerin çok da geniş olmadığını gördüm. Ama şehri yukarıdan görmek güzeldi. Merdivenlerle çıkmak biraz zahmetli ama bence değiyor. Sicilya gezisi sırasında birkaç yerde daha katedral ve kiliselerin çatısına çıktık. Hem manzara güzel hem de şehirlerin planını anlamak açısından iyi oluyor.

Palermo Katedrali ve girişindeki sütunda
görülen Kuran suresi

Palermo Katedrali 1185 yılında, Norman kralı II. Guglielmo (William) zamanında, Palermo’nun Anglo-Norman piskoposu ve kralın bakanlarından Gualtiero Offamiglio (Walter Ophamil) tarafından yaptırılmış. Ancak, 14. ve 15. yüzyıllardan başlayarak sonraki yüzyıllarda sürekli ilaveler yapılmış. O nedenle, oldukça eklektik bir tarzı var. Kuleleri 12. yüzyıl Norman yapıları, revaklı ana giriş bölümü Gotik, kubbesi 1801 yılında Neoklasik tarzda yapılmış. Daha önce burada bir Bizans bazilikası varmış. 9. yüzyılda Araplar tarafından cami yapılmış. Girişteki sütunlardan birinin üzerindeki Arapça Kuran suresi yapım sırasında caminin malzemesinin kullanıldığını gösteriyor. Katedral yapılırken, hem Hristiyanlığın Sicilya’da tekrar hakim olması hem de görkem açısından Monreale’deki Duomo’yu gölgede bırakması hedeflenmiş. Aslında, dışarıdan heybetli ve alımlı görünen binanın içi benim beklentimi pek karşılamadı. Sicilya’da çok daha görkemli katedraller ve kiliseler gördük. Öte yandan, katedralin içi başka açılardan önemli.

Katedralin çatısından bakış

Palermo Katedrali’ne giriş ücretsiz. Ama Hazine, Kript, Kraliyet Mezarları bölümleri ve çatıya çıkmak için ücret ödemek gerekiyor. Kraliyet Mezarları bölümünde Sicilya tarihinin önemli hükümdarlarının mezarları var. Hazine bölümünde 16. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış ve piskoposlar tarafından kullanılmış giysiler ve eşyalar sergileniyor. Kript’te ise, katedrali yaptıran Gualtiero Offamilio dahil olmak üzere, 23 Palermo piskoposunun mezarları ve Romalılardan kalma bir lahit var.

1185 yılında yapımına başlanan katedralin
tamamlanması 19. yüzyılı bulmuş
Norman Kralı II. Ruggero‘nun mezarı.
Kral aslında kendisi ve eşi için Cefalù Katedralinde birer lahit hazırlatmış. Ancak ölümünden sonra hem Cefalù yerine Palermo Katedrali’ne hem de çok daha basit
bir lahite gömülmüş.
Kral II. Ruggero’nun kızı olan ve Kutsal Roma İmparatoru VI. Henry ile evlenen Kraliçe Constanza‘nın mezarı
Aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan II. Frederick’in mezarı, dedesi Norman Kralı II. Ruggero’nun mezarının önünde yer alıyor. II. Frederick, dedesinin kendisi ve eşi için yaptırdığı lahitleri kendi babası, Kutsal Roma İmparatoru VI. Henry ve kendisi için ayırmış.

Akşam yemeği için, bir Michelin restoranı olan Osteria dei Vespri‘de saat 8 için yer ayırtmıştım. Katedralden çıktığımızda daha epeyce vakit vardı. Dinlenmek ve zaman geçirmek için önce Via Roma ile Piazza San Domenico meydanının köşesindeki çok katlı mağaza La Rinascente‘nin terasına gitmeye karar verdik. Milano’daki La Rinascente’nin terasında nasıl Duomo‘nun çatısındaki heykellere bakarak yemek yiyebiliyorsanız, Palermo’dakinde de meydandaki San Domenico Kilisesinin tepesini ve meydanın ortasındaki dikili taşın üstündeki Meryem Ana heykelini görebiliyorsunuz. Manzaranın ve restoranın Milano’dakinin yerini tutmadığını söylemeliyim. La Rinascente de Milano’daki o büyük mağazanın yerini tutmuyor. Ama yine de alış veriş yapmak için iyi bir yer. Özellikle, İtalya’nın diğer bölgelerinin şaraplarından, peynirlerinden ya da Modena‘nın ünlü Giusti balzamik sirkesinden almak isterseniz, mağazanın yiyecek bölümü en doğru adres. Palermo dışında Sicilya’da Catania ve Siracusa’da da Rinascente mağazası var.

II. Frederick’in eşi Aragonlu Constanza’nın
mezarından çıkarılan tacı
Katedralin Kript’indeki piskopos mezarları

La Rinascente’nin terasında birer aperatif içtik. Tam karşımızda, meydanın karşı tarafında Palermo’nun diğer ünlü pazarı Vucciria’nın girişi görünüyordu. Vakit ilerledikçe, pazarın içindeki restoranlar dolmaya başladı. Biz de Osteria dei Vespri’ye doğru yola koyulduk.

Rinascente‘nin terasından San Domenico Kilisesi!ne bakış
Kilisenin önündeki San Domenico Meydanı ve karşıda Palermo’nun tarihi pazarı Vucciria‘nın girişi

İki kardeş tarafından işletilen Osteria dei Vespri, tarihi Piazza Croce dei Vespri meydanında bulunuyor. Akşam duası demek olan vespri (İngilizcede vespers), Sicilya tarihinde Vespri Siciliani olarak adlandırılan ve 1282 yılı Paskalya zamanı adanın Fransız Kralı I. Charles‘a karşı başlatılan büyük ayaklanma ile ilgili. Anjou hanedanından olan kralın tamamen kontrolü kaybettiği olaylar sırasında 13.000 Fransız (kadın, çocuk demeden) katledilmiş. Öldürülenlerin çoğu bu meydana gömülmüş. Restoranın bulunduğu bina, Palazzo Valguarnera-Gangi, bir 18. yüzyıl yapısı. Sicilyalı yazar G. Tomasi di Lampedusa‘nın kitabı Il Gattopardo‘dan (Leopar) esinlenen Luchino Visconti‘nin 1963 tarihli muhteşem filmindeki ünlü balo sahnesi, bu sarayda çekilmiş. Bunu öğrendikten sonra, Alain Delon, Claudia Cardinale ve Burt Lancasterin oynadığı filmi bir yerlerden bulup tekrar izlemek istedim. Sicilya’yı gördükten sonra, adanın tarihinden önemli bir kesit olan bu filmi daha iyi anlayabileceğimi ve yorumlayabileceğimi düşünüyorum.

Osteria dei Vespri’nin yemekleri güzel, servisi iyi idi. Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.

Tarçınlı armut, makaron, çikolata, karamelize edilmiş
badem ve portakal ile hazırlanmış enfes tatlı ve birer
kadeh Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018

Palermo’yu gezmeye ayırdığımız ilk günü bu şekilde noktaladık. Görmek isteyip de göremediğimiz birkaç yeri ikinci güne bıraktık. Onlar da Palermo üzerine yazacağım ikinci yazının konusu olsun…