Sicilya’da Catania‘dan sonraki durağımız Siracusa oldu. İki şehirin arası yaklaşık 70 kilometre. Gittiğiniz (otoyol ya da parasız) yola bağlı olarak yaklaşık 10 dakika fark ediyor. Catania’dan sonra Siracusa çok sakin ve temiz bir sayfiye şehri havası ile karşılıyor insanı. Bizim otelimiz, ana karaya iki köprü ile bağlanmış olan Ortigia adasında idi. Otelden ve yerinden çok memnun kaldık ama, tüm bunlardan daha sonraki yazımda söz edeceğim. Zira biz, otele giriş yaptıktan sonra, bavulları bile açmadan Barok Vadisi‘ne doğru yola çıktık.
Barok Vadisi olarak adı geçen bölgenin resmi coğrafi adı Val di Noto (Noto Vadisi) aslında. Adanın güney doğusunda bulunan bu bölgenin sekiz şehri, geç Barok dönemin eşsiz mimari eserlerine sahip oldukları için, Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyorlar. Catania da bu şehirlerden birisi. Diğer şehirler Modica, Noto, Palazzolo Acreide, Ragusa, Scicli, Caltagirone ve Militello Val di Catania. Bu şehirlerden bazılarının tamamı (Caltagirone, Noto ve Ragusa), bazılarının belli bölgeleri (Catania ve Scicli), diğerlerinin ise tarihi bölgelerindeki bazı tekil anıtları (Modica, Palazzolo Acreide ve Militello Val di Catania) Unesco Listesi’ne alınmışlar. Söz konusu yerleşim yerlerinin hepsi, 1693 yılındaki büyük deprem felaketi ile birlikte yerle bir olmuşlar ve daha sonra Barok stilde, her biri neredeyse birer tiyatro dekoru görünümünde, yeniden inşa edilmişler. Bazı şehirler, örneğin Catania, eski şehrin bulunduğu orijinal konumda yeniden inşa edilmiş ya da tamir görmüşken, diğerleri eski bulundukları yerlerin yanına veya biraz daha uzağına yapılmışlar.
Özellikle son dönemlerde hızla restore edilip, turizme açılan bölgenin kimi yerleri, yumuşak sarı tonlardaki taşlardan yapılmış saray, katedral ve kiliseleri ile çok etkileyici ve çekici. Vadinin tamamını hakkıyla gezmek için birkaç gün gerekir. O kadar vaktimiz olmadığı için, yine bir seçim yapmak zorunda kaldık. İlk olarak Noto’ya gitmeye karar verdik.
Noto, günümüzde Sicilya’nın en güzel Barok tarzdaki şehri kabul ediliyor. 1693 depreminde tamamen yok olan Noto’nun yeniden yaratılması için şehrin ileri gelenlerinden Prens Landolina ve Camastra Dükü Giuseppe Lanza hiç vakit kaybetmeden harekete geçmişler. Böylece, eski şehrin uzağındaki bir başka tepenin yamaçlarında yeni Noto şehri kurulmuş.
Noto’nun eski şehir merkezini gezmek için arabanızı en iyi park edeceğiniz yer, Giardini Pubblici olarak adlandırılan şehir parkı boyunca uzanan yol. Navigasyona bu şekilde girilirse, kolayca bulunuyor. Otomattan park bileti alıp camın önüne koymayı da unutmamak gerek. Noto’da görülecek en güzel anıtsal binalar Corso Vittorio Emanuele caddesinin üzerinde veya çok yakınında bulunuyor. Görkemli Porta Reale kapısı işte sizin yaya bölgesi olan bu caddeye girmenizi sağlayacak. Bir zafer takı şeklindeki Porta Reale’nin diğer bir adı da Porta Ferdinandea çünkü, Sicilya’nın İspanyol Bourbon hanedanından kralı olan II. Ferdinand‘ın onuruna yapılmış. Kapı, Notolu asilzade Cannicarao Markisi tarafından, Napolili mimar Orazio Angelini‘ye yaptırılmış ve kralın şehri ziyaret ettiği 5 Ekim 1838 günü açılmış. Üzerinde bulunan armalardan birisi Cannicarao ailesinin, diğeri ise Noto şehrinin arması. Kapının en tepesinde üç tane sembolik heykel var. Kule şeklinde olan heykel, Noto’nun yüzyıllar boyu gösterdiği gücü, köpek şeklinde olan hükümdara olan bağlılığı, pelikan ise özveriyi simgeliyor. Bazı kaynaklarda bunun bir pelikan yerine, doğurganlığı simgeleyen bir leylek de olabileceği belirtiliyor.
1693 depreminden önceki eski Noto, Sicilya’ya M.Ö. 1200-1000 yılları arasında İtalya’nın kuzeybatı bölgesindeki Liguria‘dan gelen ve Sicel veya Siculi olarak adlandırılan bir topluluk tarafından kurulmuş. Şehrin ilk adının Neas olduğu belirtiliyor. Daha sonra Siracusalılar tarafından fethedilen Noto, bundan sonra Helen kültürü, adetleri ve ritüellerinin etkisi altına girmiş. Romalıların eline geçmesinden sonra önce bir federasyon şehri statüsü almış. Federasyon şehirleri, Romalılara bir anlaşma ile bağlanan ve bir savaş durumunda Romalılar için savaşan ancak Romalı sayılmayan şehirler olarak tanımlanıyorlar. Ancak, İmparatorluk döneminde Noto, yurttaşlarının Romalı sayıldığı bir statü olan Latin Municipium ilan edilmiş ve böylece, kendi kendini yönetme hakkı da dahil olmak üzere, birçok ayrıcalık kazanmış. Araplar tarafından ele geçirildikten sonra şehir, askeri olarak tahkim edilerek, bölgenin başkenti yapılmış. Şehre Noto ismi de Araplar tarafından verilmiş. 250 yıllık Arap hakimiyeti altında yaşadıktan sonra 1090 yılında Normanlara teslim olan Noto’nun kaderi bundan sonra Sicilya’nın genel tarihinin izleğinde devam etmiş.
Noto’nun günümüzdeki yerinde 1693 depreminden sonra, eski şehrin yıkılmasının ardından, inşa edildiğini belirtmiştim. Bu yeniden yapım, sadece estetik olarak değil, şehrin planlanması açısından da birçok olanak sunmuş. Estetik açıdan üç mimarın, Rosario Gagliardi, Vincenzo Sinatra ve Paolo Labisi‘nin katkıları ile müthiş uyumlu, tiyatro dekoru gibi bir şehir yaratılmış. Mimari tarz olarak sadece Barok ile yetinilmeyip, Rönesans dönemi ve kimi İspanyol unsurlarıyla zenginleştirilmiş bir ortam ortaya çıkarılmış. Bina inşaalarında kullanılan bölgenin sarımtrak taşları da çok sıcak bir hava yaratmış. Güneş ışıklarının altında insanın ruhunu okşayan bir sıcaklık ve estetik var bu şehirde. Biz gittiğimiz zaman, çok sayıda turist olmasına rağmen, çok hoş bir sakinlik de vardı aynı zamanda.
Noto’nun üç ana caddesi de doğu-batı ekseninde tasarlanmış. Böylece caddelerin gün boyu güneş ışıkları ile aydınlanması amaçlanmış. Şehrin planlanmasındaki bir özellik de, başlıca üç sosyal sınıfa göre bir konumlandırma yapılmış olması. Corso Vittorio Emanuele ruhban sınıf için ayrlmış. Bu nedenle, bu caddenin etrafında çok sayıda kilise var. Kentin katedrali de bu caddenin üzerinde. Corso Vittorio Emanuele’nin üst tarafı aristokrat sınıfa, alt tarafı ise sıradan halka yönelik yapılmış.
Porta Reale’den Corso Vittorio Emanuele’ye girdiğiniz zaman ilk olarak sağ tarafta, görkemli merdivenlerin tepesinde San Francesco d’Assisi all’Immacolata kilisesini gezebilirsiniz. Kilise, 1711-1750 yılları arasında, mimarlar Rosario Gagliardi ve Vincenzo Sinatra tarafından yapılmış. Kilise, diğer Fransisken kiliselerinde olduğu gibi, tek nefli bir kilise. Binaya bitişik bir de Fransisken manastırı var. İçeriye girince, Barok tarzda ama bembeyaz süslemelerle karşılaştık. Bol yaldızlı çok sayıda Barok tarzda kilise gördükten sonra, bu ilk başta bana oldukça şaşırtıcı göründü. Etrafta, orta yaşlarının biraz üstünde görünen bir görevliden başka kimseler yoktu. Önce bizi uzaktan izlemekle yetindi. Sonra, yanıma yaklaştı ve altarın önüne dizilmiş sepetler içindeki çiçekleri göstererek, saat 15:30’da burada bir cenaze töreni olacağını söyledi. Ölenin yaşlı olup olmadığını sorunca,
– Çok yaşlı değil ama, hayat işte… , dedi.
Bu kısa konuşmadan sonra adam, kendiliğinden anlatmaya başladı. Bu kilisenin süslemelerinin aslında yaldızla boyalı olduğunu, bir zamanlar içerisinin ışıl ışıl parladığını söyledi. Daha sonraki tarihlerde kenti saran bir veba salgını sırasında kilise hastaneye çevrilmiş ve hasta ya da ölmek üzere olanlar burada yerlerde yatırılmışlar. Bu arada, önlemler çerçevesinde tüm duvarlar kireç ile beyaza boyanmış. Görevli bunları anlatırken bize bazı yaldız kalıntılarını da gösterdi. Eski haline döndürülmesinin düşünülüp düşünülmediğini sorduğumda, bunun yapılmak istendiğini ancak, maddi açıdan çok zor olduğunu belirtti. Böyle bir restorasyon için 4 milyon Euro gerekiyormuş.
Aynı meydanda, San Francesco d’Assisi kilisesinin çaprazında Santa Chiara kilisesi var. Öğlen için kapalı olduğunu görünce, daha sonra gezmek üzere Corso üzerindeki yürüyüşümüze devam ettik. İtalya’da katedrallerin ve kiliselerin çoğu öğle tatili için kapanıyor. Gezerken buna da dikkat etmek ve mümkünse gezi programını ona göre düzenlemek gerekiyor. Çevrede görülecek alternatif yerler varsa çok problem olmayabiliyor, ama bazen bir yere oturup beklemek şart oluyor.
Kısa bir yürüyüşten sonra Piazza del Duomo‘ya (Duomo Meydanı) geldik. Meydanın sağ tarafında, yine görkemli bir merdivenin tepesinde Cattedrale di San Nicolò (Duomo) sol tarafında ise, Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı) var. Mimar Vincenzo Sinatra’nın eseri olan Belediye Sarayı’nın yapımına 18. yüzyılın ortalarında başlanmış. Orijinal tasarımında sadece alt kat varmış. İkinci kat 1950’li yıllarda eklenmiş. Mimar Sinatra’nın Fransız saraylarından esinlendiği söyleniyor. O nedenle alt katta bir “Aynalı Salon” var. Bu salon, Belediye Sarayı’nın gezilmesi için kullanılan başlıca pazarlama aracı ancak, gözünüzün önüne sakın Versailles‘daki o ünlü salon gibi bir yer gelmesin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Görkem konusu bir yana, çok küçük bir yer. Bu anlamda insan verilen 3’er Euro’ya (Aynalı Salon ve teras için ayrı ayrı) biraz acıyor. Neyse ki, bir üst kattaki terastan manzara çok güzel. Çok yüksekte olmasa da, buradan karşıdaki katedrale ve meydana bakmak çok etkileyici. Güneş ışıkları altındaki o sarımtrak taşlarla yapılmış binaların görünümü, öğle saatlerinin sessizliğinde bir sokak müzisyenin ustaca yaptığı müziğin eşliğinde büyüleyici ve çok huzur verici idi. Noto denince sanırım hep hatırlayacağım bir duygu yaşattı bana o an orada olmak.
Cattedrale di San Nicolò’nun (Duomo) yapımı iki aşamada olmuş. İlk inşaata 18. yüzyılın başında başlanmış. Bu dönemde mimarın papaz Angelo Italia olduğu tahmin ediliyor. 1727 yılında yapının sorumluluğu mimar Rosario Gagliardi’ye geçmiş. Kendisi, Italia tarafından yapılan ilk tasarımı biraz değiştirerek çalışmaya devam etmiş ama, katedralin ön cephesini tamamlayamamış. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci yapım aşaması sırasında çalışmalar, Gagliardi’nin tasarımına yeni değişiklikler yapan, Vincenzo Sinatra tarafından yürütülmüş ve inşaat bitirilmiş.
Noto Katedrali’nin kubbesi tarihi boyunca üç kere yıkılıp yeniden yapılmış. 1760 yılındaki ilk yıkılıştan sonra kubbe, Catania‘daki San Nicolò Kilisesi‘nin bulunduğu Piazza Dante‘yi de tasarlayan, Stefano Ittar tarafından yeniden inşa edilmiş. 1848 yılında tekrar yıkılmış. Bu kez, mimar Francesco Cassone kubbeyi Neoklasik tarzda yapmış. Son olarak, 1996 yılında katedralin içinde yıkılan bir sütun nedeniyle kubbe tekrar çökmüş. Sebep olarak, yapım hatası ve 1990 yılında yaşanan bir depremin yol açtığı hasar gösterilmiş. Uzun bir çalışmadan sonra, katedral 2007 yılında güçlendirilmiş şekide bir kez daha halka açılmış. Orijinal olarak neredeyse tamamen sade ya da çok az süslü olan San Nicolò katedrali’nin içi, 1950-1956 yılları arasında Nicola Arduino and Armando Baldinelli tarafından fresklerle süslenmiş. 1996 yılında yaşanan yıkımda bu süslemeler de yok olmuşlar.
Katedralden çıktıktan sonra Corso Vittorio Emanuele boyunca yürümeye devam ederseniz, sağdaki Via Corrado Nicolaci‘nin içinde (125 numarada) Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayını göreceksiniz. Binanın dışı, özellikle balkonları tutan kirişleri, inanılmaz güzellikte canavarlar, atlar, melekler ve mitolojik karakterlerle süslenmiş. Tam bir Barok sivil mimari örneği. Esasen, binanın dışı içinden daha görkemli ve güzel. O nedenle, eğer çok vaktiniz yoksa, içeriyi gezmek yerine, sarayın karşısındaki kafede oturup, bir kadeh şarap eşliğinde binayı doya doya seyredebilirsiniz.
Nicolaci ailesi, 1575 yılında İtalya’nın Calabria bölgesinden Noto’ya gelmiş. Üst orta sınıftan olan Nicolaciler tuna balığı endüstrisinde gösterdikleri başarı sayesinde XVII. yüzyılda iyice zenginleşmişler. Bu arada, 1693 yılında yaşanan büyük depremden kurtulabilen yörenin az sayıda aristokratı bölgede özgün bir oligarşik yönetim oluştururarak, iyice güçlenmişler. Ortaya çıkan durum, Nicolaci ailesi için de bir fırsat yaratmış. Büyük ekonomik güçleri sayesinde, bu dönemde Nicolacilerin sosyal ve politik yükselişleri de başlamış. Aristokrat Landolina ailesinin arazilerini ve ünvanlarını satmak zorunda kalması sonucu, aileden Corradino Nicolaci 1701 yılında Bonfala Baronu olmuş. İlerleyen yıllarda satın alınan diğer Baronluklarla birlikte, 1774 yılında o tarihte ailenin başında olan Corrado Nicolaci Villadorata Prensi ünvanını almış. Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayı 1737 yılında yaptırılmış. Yaşayan son Prens Nicolaci, 1989 yılında sarayın bir bölümünü Noto belediyesi’ne satmış. 2004 yılında ölen Prens, hiç evlenmediği ve yasal oğulları olmadığı için Villadorata Prensliği de kendisi ile birlikte sona ermiş.
Vaktimiz azaldığı için Noto ziyaretimizi bu kadarla sınırladık. Ama, arabamıza dönüş yolunda, daha önce kapalı olan Santa Chiara Kilisesi’ni de bir görmek istedik. Tam kapısına geldiğimiz sırada büyük bir grubun içeriye girmekte olduğunu gördük ve çıkmalarını beklemeye karar verdik. O sıralar, hatırlarsanız, henüz pandemi tam olarak bitmemişti. Beklerken köşedeki meyve suyu satıcısından birer taze sıkılmış meyva suyu içmek iyi bir fikir gibi geldi. Satıcı adamdan bize birer tane nar ve portakal karışık meyva suyu sıkmasını istedik. O sırada yoldan, rehberleri ile birlikte küçük bir Amerikalı grup geçiyordu. Durup bizim meyva suyularımızın sıkılmasını izlemeye başladılar. Bu arada gruptakiler kendi aralarında konuşmaya daldılar. Şunu belirtmeliyim ki, konuşmaların içeriği, topluluğun zeka düzeyi hakkında hiç de olumlu bir izlenim vermiyordu. Gruptaki bir kadın, yine kadın olan Sicilyalı rehbere,
– Vay canına ! Şimdi adam o kocaman narı sıkacak mı? Hem de eliyle! Ne kadar çok kuvvet gerekiyordur kim bilir,
tarzında, genellikle Amerikalıların çok abartılı bulduğum hayret ve takdir ifadelerini bolca kullanarak, sorular sormaya başladı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Grup bizim arkamızda duruyordu. Bu arada rehber kadın da, böyle taze meyva suyu sıkmanın nasıl Sicilya’ya özgü, çok özel bir şey olduğunu anlatıyor, coştukça coşuyordu…. Derken, grubun biraz dışında duran ve aklı başında görünen Amerikalı bir adam sakin bir sesle,
– Ben Türkiye’de aynen böyle sokakta sıkılan meyva suyu içtim, dedi.
Rehber, duymamazlıktan geldi. Anlatmaya devam etti. Bir süre sonra, aynı Amerikalı adam, bu kez daha yüksek ve kararlı bir sesle,
– Bunu Türkiye’de de yapıyorlar. Ben orada içtim, diye tekrar etti.
Bu sefer kadın duymamış gibi yapamadı.
– Evet, Yunanistan, Ermenistan, Türkiye gibi Akdeniz ülkelerinde de var, demek zorunda kaldı.
Ermenistan’ın bir Akdeniz ülkesi olmasını anlayamadık ama, o arada bizim nefis meyva suları da hazır olmuştu. Bunlar sanki Taormina‘da içtiğimizden de güzeldi. Sıcakta ilaç gibi geldi….
Santa Chiara Kilisesi, 18. yüzyılın ilk yarısında mimar Rosario Gagliardi‘nin tasarımı ile yapılmış. İçerisi elips şeklinde olan kilise Noto’nun Barok incilerinden biri olarak kabul edilse de, bana biraz bakımsız göründü. Kaynakları kısıtlı olabilir. Kilisede bulunan Meryem Ana ve Çocuk heykeli 16. yüzyılda yapılmış. Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’nin (1478-1536) eseri olduğu düşünülen heykel, 1693’te yıkılan Eski Noto’dan getirilmiş.
Noto’dan ayrıldık. Barok Vadisi’nin bir başka ünlü şehri Modica’ya doğru yola çıktık. Gittiğimiz güzergâhta, yolun iki tarafında tarlalar, bağlar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun kalitesi hariç, her şey gayet hoştu. Ancak, yoldaki adım başı karşımıza çıkan çukurlar son derece tehlikeli görünüyorlardı. Sanıyorum ilk yazımda Sicilya’da otoyolların dışındaki bazı ara yolların çok tehlikeli olabildiklerinden söz etmiştim. Ya çok karanlık, ya çok virajlı ya da çok bozuk olabiliyorlar. O nedenle, mümkünse, güneş battıktan sonra bu yollara girilmemesini önermiştim. Burada bu uyarımı tekrar etmek istiyorum. Biz Modica yolunda ilerlerken saat henüz dört civarıydı. Keyifle gidiyor, çok yaklaştığımız Modica hakkında konuşuyorduk ki, birden kaçamadığımız, çok derin bir çukura girdik. Arabayı hemen sol tarafta bulunan yan yol gibi, toprak ve çimenlik bir alana çektik. Sol tarafta bir tarla, az ilerimizde dört beş evden oluşan bir bina topluluğu vardı. Korktuğumuz gibi, sol ön tekerlek patlamıştı. İşin kötüsü, arabadaki kriko ve benzeri aletlerin bir kısmı kırık bir kısmı da bizim arabaya uygun değildi. Büyük olasılıkla bir başka arabadan gelişigüzel alınıp, konmuştu. Bu noktada yine daha önce belirttiğim önemli bir noktayı tekrarlamak istiyorum. Sicilya’ya gittiğiniz zaman eğer araba kiralarsanız, teslim almadan önce mutlaka arabadaki yedek lastiği ve gerekli aletleri kontrol edin.
Durum kötü görünüyordu. Yoldan gelen geçen kimseler de yoktu. Bir önceki hafta Agrigento‘da yaşadığımız trafik kazasında Avis’in çağrı merkezinin hiçbir işe yaramadığını deneyimlemiştik. Biz bir şekilde işleri yoluna koymuş, Carabinieri (Jandarma) de olay yerinden ayrılmışken yardım isteyen telefonumuza anca dönüş yapmışlardı. Şimdi de mecburen yine onları arayacak ve büyük olasılıkla yardım ekibi veya çekicinin gelmesi için saatlerce bekleyecektik…
Biz ne yapalım, ne edelim diye konuşurken, ilerideki evlerden bize doğru uzanan yan yoldan beyaz renkli bir BMW araba geldi. İçinde genç bir adam vardı. Camı açıp, bir şeyler söyledi. Önce, dar yoldan geçemediği için kenara çekilmemizi istediğini sandım.
– Yardıma ihtiyacınız var mı?
diye soruyormuş.
Lastiğimizin patladığını söyleyince arabadan indi. Bir lastiğe bir de elimizdeki aletlere baktı.
– Bunlar bu arabaya uygun değil. Gidiyorum, beni bekleyin. 10 dakika sonra geleceğim, dedi.
Genç, araba ile ana yola çıkarak, geri döndü ve geldiği yöne doğru gözden kayboldu. Beklemeye başladık. Açıkçası, pek ümitli değildik. Ama, 10-15 dakika sonra, genç yanında araba tamircisi görünümünde orta yaşlı bir adam ile birlikte geri geldi ve hemen işe koyuldular. Kendi aralarında Sicilya lehçesinde konuştukları için tek kelime anlamıyordum. Aslında, lehçe demek ne kadar doğru bilemiyorum çünkü, Sicilyalılar konuştukları dile “Sicilyaca” demeyi tercih ediyorlar. Dil uzmanları da çoğunlukla Sicilyacanın ayrı bir Latin veya Romen dili (İngilizcede Romance languages) olduğu görüşündeler. Romen dilleri, M.S. V. yüzyılın ortalarında yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’nun daha önce hüküm sürdüğü ülkelerde, resmi ve idari dilin yok olmasından sonra, her bölgenin giderek çok önceden varolan eski dilleri ile Latince’yi birleştirerek türettikleri dillere verilen isim. Bir süre sonra Latice’den türetilen, Hispano-Romen, Italo-Romen, Balkan-Romen ve benzeri diller resmi Romen (Latin) dilinin yerini almaya başlamış. Öyle ki, farklı bölgelerde yaşayan bu insanlar birbirlerini anlamaz olmuşlar. Daha ileri aşamada ise, bu diller Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence gibi dillere evrilmişler. İşte Sicilya’da konuşulan dil de, her ne kadar giderek İtalyanca’nın etkisi altına girmeye başlasa da, bu Latin ya da Romen dillerden birisi kabul ediliyor. Bu dil, adanın farklı bölgelerinde de farklılaşabiliyormuş. Batı tarafında hala bol miktarda Arapça kelime kullanılırken, doğu tarafta eski Grekçe ağırlıklı imiş.
Adam, getirdiği profesyonel aletlerle çok kısa sürede lastiği değiştirdi. Bir de üstelik, bizim patlamış lastiği ve ortalarda duran işe yaramaz aletleri bizim bagaja yerleştirdi. Derin bir şükran duygusu ile kendisine,
– Yardımınız için çok teşekkür ederiz. Sizin için bir şey yapabilir miyiz, bir şey verebilir miyiz?
diye sorunca, ikisi birden,
– Hayır, hayır, olmaz, diyerek itiraz ettiler.
Sonra, genç adamın getirdiği, lastiği asıl değiştiren orta yaşlı olanı İtalyanca,
– Nereden geliyorsunuz ?
diye sordu.
İstanbul’dan, Türkiye’den geldiğimiz söyleyince,
– Bir gün biz de Türkiye’ye gelirsek, birileri de bize yardım eder, dedi.
Ben de ona,
– Türkiye’de de sizin gibi iyi insanlar var, dedim.
– Eminim vardır, dedi…
Eşyalarını topladı. Vedalaştık. Genç olanı, diğer adamı götürmeyi teklif etti ama, o yürümeyi tercih etti. İkisi, zıt yönlere doğru uzaklaştılar. O iki insanın yüzleri hala gözümün önünde. İzlediğimiz Mafya filmlerinin etkisi ile Sicilya’ya gitmek konusunda çekinceli davrananlara, orada böyle insanların da olduğunu söylemek istiyorum. Her yerde olduğu gibi, iyisi de kötüsü de, hırlısı da hırsızı da vardır mutlaka. Hiçbir yerde tedbiri elden bırakmamak lazım. Ama işte, böyle insanlar da var…
Biz de Modica’ya doğru yola çıktık. Modica da Barok Vadisi’nin güzel şehirlerinden birisi. Ayrıca, çikolatası ile ünlü. Bir de gastronomi açısından önemli olduğunu okumuştum ancak, biz burada bir şey yemedik. Şehrin, Aşağı Modica ve Yukarı Modica olmak üzere, iki bölümü var. Biz, epeyce vakit kaybettiğimiz için, Aşağı Modica’ya yöneldik. Ana cadde, Corso Umberto I üzerinde bir park yeri bulduk. Otomattan bir bilet aldık ve ön cama koyduk.
Şehir, güneşli havada hoş ve sakin görünüyordu. Latince Motyca veya Mutyca, Sicilyaca Muòrica olarak adlandırılan Modica’nın tarihi Neolitik Çağ’a kadar götürülebiliyor. Ancak şehir olarak, Noto gibi, Modica da ilk başta Sicilya’nın yerli halklarından sayılan Sicel veya Siculi topluluğunun kurduğu bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkmış. Büyük olasılıkla, bölgenin güçlü şehri Siracusa’nın uydusu olmuş. Daha sonra, bölgedeki diğer kentler gibi, Romalılar tarafından işgal edilmiş (M.Ö. 241). Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Vandal kavimlerden Ostrogotların eline geçmiş. M.S. 535 yılında, Bizanslı komutan Belisarus, Ostrogotları buradan atmış ve Modica’yı o sırada İmparator I. Jüstinyen‘nin yönetiminde olan Bizans İmparatorluğu‘na katmış. Bu dönemde şehirde nüfus hala Grekçe konuştuğu için bu geçiş kültürel olarak çok kolay olmuş. M.S. 845 yılında Araplar Modica’yı işgal etmişler ve şehrin ismini Mudiqah olarak değiştirmişler. 11. yüzyılda, uzun bir savaş döneminden sonra, Modica da diğer Barok Vadisi (Val di Noto) şehirleri gibi, Arapların elinden Norman hakimiyetine geçmiş. 1296 yılında Modica, adanın güney üçte birini elinde bulunduran Chiaramonte ailesinin yönetiminde, para basmak gibi önemli ayrıcalıklara sahip, yarı-bağımsız feodal bir yapının bölgedeki başkenti olmuş. Palermo ile ilgili ikinci yazımı okuyanlar Chiaramonte ailesini ve onlara ait, daha sonra hem Engizisyon mahkemelerinin yapıldığı hem de mahkumların hapsedildiği Palazzo Chiaramonte Steri sarayını hatırlayacaklardır. Engizisyondan söz etmişken, Sicilya İspanyol Hapsburg Hanedanı yönetimi altında iken, 1474 yılında, Modica’da çok büyük bir Yahudi katliamı yaşandığını da belirteyim. Hazreti Meryem‘in göğe yükseldiği ve cennete kabul edildiği gün (Assumption Day) olarak kutlanan 15 Ağustos 1474 günü, fanatik Katolik rahipler tarafından yönlendiren kalabalıklar 360 masum Yahudi Modicalıyı vahşice katletmişler. Sicilya’da yaşanan en büyük Yahudi katliamlarından biri sayılan bu olay, daha sonra yaşanan diğerleri ve Engizisyon baskıları sonucu, Sicilyalı Yahudiler de, İspanya ve Portekiz’dekiler gibi, topraklarından göç etmek zorunda kalmışlar ve Osmanlı Devleti‘ne sığınmışlar.
1693 yılında yaşanan büyük depremden Modica da payını almış. 1734 yılında İspanyol Bourbon Hanedanı’nın eline geçen şehir, 1860 yılında tüm İtalya gibi yeni kurulan birleşik İtalya’ya katılmış. 1902 yılında yaşanan sel felaketi Modica’yı bir kez daha tahrip etmiş.
Modica’da, Corso Umberto I üzerinde bölgenin tipik sarı taşlarından yapılmış tarihi sarayları, kiliseleri ve Chiesa di San Pietro‘yu (San Pietro Kilisesi) görebilirsiniz. Cadde üzerinde aynı zamanda şık butikler, şarap evleri, barlar ve restoranlar da var. Burası şehrin ana caddesi.
San Pietro Kilisesi, katedral olmamasına karşın, Duomo adınının kullanılmaya devam edildiği bir ibadet yeri. Cefalù ile ilgili, serinin ikinci yazısında bahsettiğim gibi, Katolik bir ibadet mekanının katedral olabilmesi için başında Vatikan tarafından atanmış bir piskopos olması gerekiyor. Bu statü yapının büyük olması ile alakalı değil. Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş olan ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılan Duomo ise, aynı zamanda katedraller için kullanılıyor. Ancak, bazı yapılar katedral staüsünü yitirse de, Duomo ifadesi kullanılmaya devam edilebiliyor. Burada da belli ki böyle bir durum söz konusu. Artık bir piskopos tarafından yönetiliyor olmasa da, Duomo olarak adlandırılıyor. Şu anda şehrin katedrali, Yukarı Modica’daki Duomo di San Giorgio.
Biz tekrar San Pietro Kilise’sine dönelim. Kilise, çok basamaklı bir merdivenin tepesinde. Ancak, Noto’daki katedralden farklı olarak, buradaki merdivenin iki yanında yukarıya doğru sıralanmış halde, 12 Havarilerin heykelleri var. Kilise 18. yüzyılda, 1693 depreminde yıkılan bir kilisenin temelleri üzerine yapılmış. İnşaatta eski yapının pek çok unsuru tekrar kullanılmış. İç süslemeleri, 19. yüzyılda yapılmış.
Dumo di San Pietro’nun merdivenlerinin altında bir çikolatacı dükkanı var. Yüzünüzü kiliseye döndüğünüz zaman, merdivenlerin sağ tarafına doğru yürüyün. Dükkanı göreceksiniz. Burası çok hoş bir dükkandı. İçeride çok güzel bir caz müziği çalıyordu. Kasanın bulunduğu tezgahın arkasındaki dükkan sahibi, sadece İtalya’da değil, Sicilya’da da görmeye alıştığımız şekilde, titiz ve güzel giyimliydi. Biz içeri girerken, bizi selamladı ve buyur etti. Sonrasında ise, dükkanın içinde serbestçe gezindik. Koyu renk ahşaptan masa, tezgah ve raflarda bölgeye özgü yiyecekler sergileniyordu. Tabii ki başta çeşit çeşit Modica çikolataları. Küçük kapların içine, tatmanız için, ambalajlı çikolataların örneklerinden konmuştu. Çoğunu tattıktan sonra, portakallı, biberli (acı), keçi boynuzlu ve tarçınlı olanlarda karar kıldım. Modica çikolatası yendiği zaman insana oldukça farklı ve kum gibi taneli geliyor. Bunun sebebi, yapım yönteminde yatıyor. Söz konusu yöntem, 16. yüzyılda Sicilya’yı ellerinde bulunduran İspanyolların Orta Amerika’da, Azteklerden öğrendikleri bir tarifmiş. Benzer çikolatalar günümüzde Meksika ve Guetemala‘da da yapılmaktaymış. Buna göre, kakao taneleri kesinlikle öğütülmeyip, elde dövülerek parçalanıyormuş. Kumlu gibi tat bundan olsa gerek. Ayrıca, içine kakao yağı eklenmiyormuş. Üretimin eriterek değil, “soğuk” olarak yapıldığı vurgulanıyor. Modica çikolatasında, Aztek formülünden farklı olarak, az miktarda şeker olduğu da belirtiliyor.
Modica’ya gelirken mümkün olursa, Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore kilisesini bulmaya ve görmeye karar vermiştim. San Pietro Kilise’sine çok uzak olmayan bu mağara kilise, Via Clemente Grimaldi, 691 adresinde bulunuyor. Haritada konumuna bakıp, bulmak için bir deneme yapmaya karar verdik. Çikolatacıdan çıkınca, ana caddeye dönmeden ara sokaklara girdik ve çok geçmeden kiliseyi bulduk. Okuduğum kitapta kapıdaki zili çalmamız yazıyordu ama buna gerek kalmadı. Küçük bir meydana bakan kilisenin kapısı açıktı ve önünde açıklama tabelaları vardı. Kapıya doğru yöneldiğimizde içeriden bizim gibi gezmeye gelen birkaç kişi çıkıyordu. Onlarla birlikte çıkan genç ve esmer bir kadın bizi karşıladı ve kendini tanıttı. Burada gönüllü olarak çalıştığını söyledi ve kilise hakkında bize bilgi verdi.
Mağaraya oyulmuş, duvarları fresklerle kaplı San Nicolò Inferiore Kilisesi, 1986 yılında meydanda top oynayan çocukların orada bulunan binanın bodrumuna toplarının kaçması ile ortaya çıkmış. 11. ve 12. yüzyıllar arasında yapıldığı düşünülen kilisenin bulunduğu yer aslında bir özel mülkmüş ve kilisenin varlığı sahipleri tarafından yüzyıllarca bilinmesine karşın, devlet tarafından el konulur kaygısı ile bir sır olarak saklanmış. Burada böyle bir kilisenin olduğu ortaya çıktıktan sonra, yerel bir dernek ve Duccio Belgiorno isimli yerel bir uzman tarafından kilisenin kazılma ve restore edilme süreci başlamış. Duvarlarda, Bizans tarzında, XII. ile XIV. yüzyıl arasında, kimi yerlerde üst üste yapılmış freskler var. Kilise Doğu Hristiyan (Ortodoks) kiliseleri özellikleri taşıyor. Kilisenin saklı tutulması, sonraki yüzyıllarda Katolikleşen adada varlığını gizli olarak sürdüren ve burayı kullanan, “Doğu Kilisesi”ne inanmış bir tarikat yüzünden olması kuvvetli bir olasılık.
Son olarak planladığımız Ragusa‘yı görme girişimimiz, ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik içine kadar gitmiş ve Duomo’nun çok yakınına varmışken. Biz Ragusa’ya varana kadar hava iyice kararmıştı. Şehir sarımtrak, yumuşak bir ışıkla aydınlatılmıştı ve çok güzel görünüyordu. Gündüz halini bilemiyorum ama, gece bu hali bana Matera‘yı hatırlattı. Tüm bu güzelliğe karşın, şehrin dar ve karışık sokakları bize bir karabasan yaşattı. Park yeri bulabilmek için dönüp durduk. Bir de, Ragusa gibi dar ve sıkışık sokakların olduğu her yerde olduğu gibi, Google Maps’in kafası tamamen karıştı. (İstanbul’un tarihi bölgelerinde de aynı durum söz konusu oluyor). Bizi Ragusa’nın bulunduğu tepeye üç kere çıkarttıp, indirtti. Sonunda, pes ettik. İyice yorulmuş ve acıkmıştık. Lastiğimizin patladığı ve neredeyse hiç durmadan gezdiğimiz uzun bir gün olmuştu. Arabadan inmeden gitmeye karar verdik. Sonradan, bana Sicilya gezimiz için çok önemli bilgiler sağlayan Seeking Sicily kitabında, yazar John Keahey‘in de Ragusa’nın sokaklarını ancak birkaç başarısız deneme ve ziyaretten sonra çözdüğünü okuyunca içim rahatladı…
Siracusa’ya döndüğümüzde saat akşam sekiz buçuğu geçiyordu. Saat ona doğru, otelin yakınındaki bir ara sokakta gördüğümüz, basit bir yerde yemek yedik. Al Forte Campana Ristorante Pizzeria‘da yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi. Birkaç kere daha belirttiğim gibi, Sicilya’da lezzetli ve iyi yemek yemek her fiyat seviyesindeki restoranlarda mümkün. Yemekle birlikte içtiğimiz Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabı güzeldi.