Yeniden (1): Otranto

Aralık ayında bu sitede ilk yazımı yayınlayalı dört sene olacak. Bugüne kadar toplam 62 yazı yayınlamışım. İlk başlarda daha çok çocukluk anılarımı yazarken, giderek yurt içinde ve yurt dışında yaptığım gezileri paylaşmaya başladım. Kimileri yazılarımı fazla kısa, kimileri uzun buldu. Ben ise, okuyucularımın sürekli artıyor olmasından güç alarak, yine de içimden geldiği gibi yazmaya devam ettim.

Geriye dönüp baktığımda, bazı çok beğenilen yazılarımın yeni okurlarım tarafından hiç bilinmediklerini fark ettim. O nedenle, sitemde yeni bir Kategori yaratarak, bir Yeniden serisi oluşturmaya karar verdim. Bundan böyle, site istatistiklerine göre en çok okunmuş olan ya da belli özel günler ile bağlantılı yazılarımı tekrar yayınlayacağım. Dilerim bu yinelemeler, hem ilk olarak hem de tekrar okumak isteyenler için keyifli olur.

Yeniden kategorisinde ilk tekrar edeceğim yazı, 11 Ağustos 2017 tarihinde yayınladığım Otranto olacak. Otranto’yu seçmemin iki nedeni var. Birincisi, istatistiklere göre en çok okunmuş yazım olması. İkincisi ise, bir yıl dönümü ile ilgili olması. 540 yıl önce, 14 Ağustos günü, yani bugün, Güney İtalya’nın Otranto kentinde olanlarla…

Tarih boyunca pek çok kötü olay yaşanmış. Acılara sebebiyet vermek konusunda hiç bir ulusun bir diğerinden farklı ya da daha masum olduğunu düşünmüyorum. Her olayın, o günün koşullarında mutlaka haklı sayılabilecek bir açıklaması olabilir. Ancak ben, haklı olduğumuzu düşünelim ya da düşünmeyelim, dünya barışı için ulusların kendi yaşadıkları acılar kadar, sebebiyet verdikleri acılar üzerinde de düşünmeleri, hatta gözyaşı dökmeleri gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki, tarihte olmuş bazı olayları herhangi bir şekilde haklı bulmak da imkansız bana göre.

Dünya barışı bir hayal olabilir. Varsın olsun. Benim kuşağım ülkesi ve tüm dünya için hayalleri olan bir kuşaktı. Söz konusu hayaller, bakış açısına göre, günümüzde ütopik hatta düpedüz yanlış bulunabilir. Önemli olan, ortak bir hayali kurarken bizim neler yaşadığımız, nasıl evrildiğimiz, kendimizi nasıl geliştirmeye çalıştığımız ve hayatımıza nasıl bir anlam kattığımızdır. O nedenle, hayal kurmaktan vaz geçmeyelim. Daha barışçıl, daha adil ve daha iyi bir dünya istemeye devam edelim…

Otranto başlıklı yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.

https://selgideranilarkalir.com/2017/08/otranto/

Otranto

Sakin bir gündü… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi idi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 1480, günlerden 28 Temmuz’du. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilirdi. Ama o sabah, her zamanki gibi deniz kokusunu içlerine çekip, o yöne bakan Otranto’lular başka bir şey gördüler. Dehşete düştüler…

“Mamma li Turchi!” “Mamma li Turchi!”…
“Anneciğim, Türkler geliyor!”… “Türkler geliyor!”…

Osmanlı filosu 140 gemi, 18.000 asker ve 700 süvari ile, yelkenlerini açmış, çarşaf gibi denizin üstünde süzülerek geliyordu, bu küçük yerleşim yerine doğru.

Türklerin gelişi, sadece Otranto’da değil, Güney İtalya’nın tüm Apulia (Puglia) bölgesinde uzun zamandır endişe ile bekleniyordu. “Büyük Türk” Constantinopolis’i alalı 27 sene olmuştu ve o zamandan beri batıya doğru seferleri dur durak bilmemişti. Madem ki Bizans’ı almıştı, hayali Roma olmalıydı… Rivayet de oydu ki, Vatikan ve İtalya’nın diğer devletleri arasında süregelen siyasi oyunlar sırasında şimdilik Osmanlı’nın yanında olmayı seçen Venedik, Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’u aldığına göre artık, Bizans şehirleri olan, Brindisi, Taranto ve Otranto’nun da onun olduğunu fısıldamıştı… Zaten, yaklaşmakta olan Osmanlı donanması Korfu adasının yanından İtalya’ya doğru geçip giderken, orada olan Venedik donanması hiçbir engellemede bulunmamıştı…

Sakin bir gün… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 2016, günlerden 18 Ekim. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilir. Ama bu sabah, ufuk puslu. Karşı kıyılar görünmüyor…

İşte, 536 yıl sonra, iki Türk Otranto’dayız…

Sokaklarda çok az insan var. Onların da çoğu, bizim gibi, buralara sonbaharda gelmeyi tercih etmiş gezginler. Arabayı, kentin tarihi merkezinin dışında, iki katlı modern evlerin sıralı olduğu bir sokakta park ediyoruz.

Güneşli yerler ılık olmasına karşın, gölgede yürürken serinlikten insanın içi ürperiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra, Otranto kalesinin önüne geliyoruz. Fazla yüksek olmayan bu kale 12. yüzyılda Normanlar tarafından yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda Aragonlular tarafından yeniden inşa edilip, güçlendirilmiş. Türklerden sonra…

Otranto Kalesi

Yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu Gedik Ahmet Paşa komutasındaydı. Apulia (Puglia) kaynaklarına göre Paşa,” zayıf, esmer tenli, iri burunlu, seyrek sakallı, orta boylu” idi. Güney İtalya seferine, Arnavutluk’un Avlonya limanından yola çıkmıştı. İtalyanlar, Gedik Ahmet Paşa’nın sadece fiziksel özelliklerini sıralamakla kalmamışlardı. Ondan aynı zamanda, “son derece gaddar” olarak da söz etmişlerdi. O sıralar, “Büyük Türk” hastaydı. Otuz yıldan fazla süren hükümranlığının sonuna yaklaşmaktaydı. O nedenle kendisi çıkmamıştı sefere…

İlk plan, Brindisi’ye çıkmaktı. Ama sonra, daha güneydeki kıyıların karaya çıkmak için daha elverişli olduğu öğrenilince, Otranto civarındaki Roca Kalesi’nin yakınlarına bir süvari alayı çıkarıldı. Bu öncü alay, Otranto’ya kadar giderek, çok sayıda yöre sakinini esir aldı, sığır ele geçirdi. Halk, korku içinde, kaleye sığındı…

Türklerin Otranto’da karaya çıktığı haberi tüm İtalya’ya hızla yayıldı. Başta Vatikan olmak üzere, tüm İtalyan devletlerini bir korku aldı. Papa derhal harekete geçerek, sadece İtalya’daki devletlere değil, tüm Hristiyanlık alemine, Türklere karşı savaşmak için, çağrıda bulundu. “Kafir Türkler” Roma’ya yaklaşıyorlardı. Otranto’nun Roma’ya uzaklığı 600-650 Km civarındaydı…

Öncü süvari alayının ardından, Gedik Ahmet Paşa tüm orduyu karaya çıkarıp, Otranto’ya doğru harekete geçti. Kaleye ulaşınca Paşa, İtalyanca bilen bir elçi aracılığıyla, şehrin teslim olmasını istedi. Reddedilince, şehri topa tutmaya başladı.

Kalenin önünde, gezmek için içeriye girmek üzere olan birkaç kişi var. Bir kadın kapıya yakın bir noktaya şövalesini kurmuş, resim yapıyor. Bizim gözlerimiz
“Il Duomo” tabelasını arıyor. Sola, aşağı doğru kıvrılan yola sapıyoruz. Katedrale gidiyoruz.

Otranto Kalesi

Sabah Lecce’den yola çıktığımızdan beri içimizde bir ağırlık, bir sıkıntı var… Otranto’nun sessizliği ve sakinliği bu sıkıntıyı daha da artırıyor sanki… Oysa, ne güzel bir gün… Pırıl pırıl bir sonbahar günü. Böylesi sonbahar günlerini çok severim aslında. Ama işte… Burada içimi bir kasvet ve sıkıntı basıyor…

Birbirimizle pek konuşmuyoruz. Bir iki kelime söylesek de, çok alçak sesle oluyor. Bizim nedenimiz farklı ama, insan zaten bu sessizliği bozmak istemiyor…

Osmanlı Ordusu, Otranto kalesini yaklaşık iki hafta topa tuttu. Kale surlarına ve iç kısımlara sürekli taş gülleler yağıyordu. Bunların bazıları inanılmaz büyüktü. Topsuz, küçük bir garnizon olan Otranto bu saldırıya ancak iki hafta dayanabildi.

11 Ağustos günü, surlarda açılan bir delikten içeri akın eden Osmanlı askerleri Otranto’yu aldılar. Şehrin tüm yaşlı erkekleri kılıçtan geçirildi. 8000 kadar genç erkek ve kadın köle olarak Arnavutluk’a götürüldü. Kuşatmadan önce 22.000 civarında olan Otranto nüfusunun 12.000 kadarının bu arada öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Otranto Kalesi

Otranto’nun düşmesinden sonra, Osmanlı süvarileri batıda Taranto’ya, kuzeyde
Lecce’ye ve Brindisi’ye kadar akınlarını sürdürdüler. Öyle görünüyordu ki, Papa’nın korkuları yersiz değildi. Gedik Ahmet Paşa, Otranto’yu tüm İtalya’yı istila etmek için bir üs olarak kullanacaktı…

Hafif eğimli yolun sonunda ufak bir meydana varıyoruz. Duomo, yani Santa Maria Annunziata’ya adanmış katedral, meydanın sağ tarafımızda kalan kenarında yer alıyor. On ikinci yüzyılda yapılmış bu yapı, beklediğimden küçük ve gösterişsiz görünüyor gözüme. Oysa, Otranto’nun resmi web sitesinde, Salento yarımadasındaki en büyük katedral olduğu yazıyor. Osmanlı ordusu, Otranto’da kaldığı süre boyunca cami olarak kullanmış burayı. Heyecanlanıyor, içeri girmek için sabırsızlanıyorum. Bir yandan da, içimde o sıkıntı ve kasvet duygusu devam ediyor…

Il Duomo- Otranto Katedrali

İçeri giriyoruz. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım katedrallere kıyasla oldukça sade bir yer ama, tabanı kaplayan mozaik döşeme hemen dikkat çekiyor. Hayat ağacını temsil eden dev mozaik, alışılagelmiş bir aile ağacı şeklinde yapılmış. Ağacın gövdesi iki filin üstünde duruyor. Resmedilenlerin arasında ise, neler var, neler… Nuh’un Gemisi, Adem ile Havva, Kıyamet günü gibi dini motiflerin yanında, Herkül ve Diana gibi mitolojik tanrılar, Büyük İskender, Kral Arthur gibi tarihi kişiler ve bir sürü hayvan… Ejderhalar, maymunlar, yılanlar, deniz canavarları…

Gördüğümüz şeyler ne kadar ilginç olursa olsun, benim aklım katedralin o özel bölümünde… Aylardır, çeşitli kaynaklardan hakkında tekrar tekrar okuduğum, fotoğraflarına baktığım o şapeli görmek için sabırsızlanıyorum. Yavaştan alıyor olmam, başka şeyleri uzun uzun inceliyormuşum gibi yapmam… Gerçek değil hiç biri… İçim içimi yiyor…

Gedik Ahmet Paşa, şehir ele geçirildikten ve talan edildikten sonra, halkın Müslümanlığı kabul etmesini istedi. Tüm baskılara rağmen, Otranto’luların bunu kabul etmemesi üzerine, 14 Ağustos 1480 günü, şehirdeki on beş yaşından büyük sekiz yüz erkek yakınlardaki Minerva Tepesi’ne götürüldü. Teker teker şahadet getirmeleri istenen bu erkeklerin, sırayla kafaları uçuruldu. İnfazlar, sıranın kendilerine gelmesini bekleyenlere izlettirildi… Cesetler, kurda kuşa yem olmak üzere, gömülmeden, açıkta bırakıldı… 1771’de, Papa XIV. Clemens tüm ölenleri şehit ilan etti. Şimdi bu tepenin adı, Şehitler Tepesi.

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Şehitler Şapeli, ana giriş kapısını arkanıza aldığınız zaman, ana “altar”ın sağına düşüyor. Demir parmaklıklı ayrı bir kapıdan girilen bu küçük şapelde üç tane büyük camekan var. Biri, Meryem Ana ve İsa heykelinin tam arkasında ve ortada, diğer ikisi yanlarda. Üçü birlikte, kilise ve şapellerde normalde “altar”ın arka tarafına yerleştirilen büyük tabloların düzeninde sergileniyorlar. Aradaki fark şu ki, bu camekanlarda sergilenenler dini konulu tablo veya objeler değil… Üçünde de, bir milim boş kalmayacak şekilde, kafatasları ve kemikler var. 14 Ağustos 1480 günü, Şehitler Tepesi’nde katledilen 800 Otranto’lu erkeğe ait…

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Daha önce fotoğraflarına defalarca baktığım için hazırlıklı olsam da, gördüğüm kemikler beni dehşete düşürüyor… Kalbime bir ağırlık çöküyor…Din adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Son derece ürkütücü ve düşündürücü bir görünüm… Bu insanlar savaşta ölmemişler. Dinlerinden vaz geçmek istemedikleri için katledilmişler. Kimin tarafından ve hangi din adına yapılmış olursa olsun, insan geçmişte ve günümüzde yapılan bu tür katliamlara lanet okumadan edemiyor…

Bir yandan da, 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in bile o zaman Bizans halkına böyle bir şeyi reva görmediğini, Patrikhaneye dokunmadığını ve halkın dinini yaşamasına izin verdiğini düşünüyorum. “Büyük Türk” bu yüce gönüllüğü göstermişken, Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto’da yaptığı bu zorlama ve katliamın sebebi ne olabilir ki ? Belki, söylendiği gibi, Sultan fethedilen yerlerin yönetimini Gedik Ahmet Paşa’ya vermeye söz verdiği için… Belki, Roma’ya ve Papa’ya düzenli bir ordu ile ilk olarak bu kadar yaklaşıldığı ve bu şekilde tüm Hristiyan alemine bir göz dağı verilmek istendiği için… Bir de tabii, Gedik Ahmet Paşa’nın gaddar olması var…

Yutkunarak etrafıma bakınıyor, fotoğraf çekiyorum. Bizimle beraber şapelde bulunan herkesin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Yüz hatları gergin ve renkler de biraz uçmuş gibi… Kafamın içinde bir uğultu ile, “altar”ın önünde yer alan açıklamaları okuyorum. Tekrar tekrar camekanlara bakıyorum.

Öte yandan, bu kafatası ve kemikleri bu şekilde sergileyen zihniyeti de sorgulamadan edemiyorum. Acıyı canlı tutma adına yapılan bu düzenlemenin, asırlar boyunca katedrale dua etmek için gelen insanlar ve çocuklar üzerinde yarattığı travma korkunç olmalı. Günümüze kadar gelen “Türk korkusu”nun ve “Türk nefreti”nin sebebini bulmak için çok dolambaçlı analizlere gerek yok. “Türkler geliyor” diye korkutularak uyutulan, büyütülen çocukların DNA’larına bu duyguların işlememesi nerdeyse mümkün değil.

Sersemlemiş bir halde dışarı çıkıyoruz. Pek fazla konuşmuyoruz. Zaten, buraya gelirken, yüksek sesle Türkçe konuşmamaya karar vermiştik… Biraz içimiz açılsın diye sokaklarda gezelim diyoruz. Otranto sokakları çok güzel, sakin ve sevimli. Etrafta çok fazla insan yok. Hediyelik eşya dükkanları var sağda solda. Yaz mevsiminde çok daha canlıdır büyük olasılıkla. Sahil tarafına yöneliyoruz. Deniz, kıyıdan itibaren cam göbeği renginde. Çok berrak ve güzel… Ama işte… Hiçbir şey bizi bu girdiğimiz ruh halinden çıkaramıyor. Otranto’dan gitmeye karar veriyoruz.

Otranto Sokaklarında

Osmanlı ordusu Otranto’da on beş ay kaldı. Bu sırada, Türkleri Apulia (Puglia)’dan atmak üzere Papa, Napoli Kralı, Macar Kralı, Milano ve Ferrara Dükleri ve Cenova ile Floransa Cumhuriyetleri bir ortak savunma ittifakı yaptılar. Venedik bu ittifaka katılmamayı tercih etti. Ancak, Osmanlı’nın buralardan çekilmesi söz konusu ittifakın zaferi sonucu değil, 1481 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ölmesi ve ardından gelen, şehzadeleri Bayezid ve Cem arasında çıkan çatışmanın sebep olduğu, istikrarsızlık döneminden dolayı oldu.

Geldiğimiz zaman, katedrale doğru yürürken, yol üstünde bir dükkan gözüme çarpmıştı. Kapısının önündeki çapraz ayaklı sehpalarda ve vitrininde suluboya resimler vardı. Arabaya dönerken oraya girmek istiyorum. Fazla büyük olmayan dükkanın duvarları ve ortadaki büyük masanın üstü de resimlerle dolu. Dükkan sahibi, aydınlık yüzlü ve kibar bir ihtiyar. Resimleri kendisi yapıyormuş. Otranto manzaraları, kalesi, katedrali ve… Bir duvarda, “Şehitler Tepesi”nde yaşanan o olayı canlandıran bir resim… Hiçbir şey demeden uzun uzun bakıyorum…

Sonra, resimlerin arasından kalenin bir resmini beğeniyoruz. Yaşlı adam, resmi paketlerken bana İtalyanca, “Madam, siz Fransız mısınız?” diye soruyor. Uzun süre cevap vermiyorum… Soran olursa, söylememeye karar vermiştik. Ama, adamcağızın bakışları o kadar iyi kalpli, yumuşak ve görmüş, geçirmiş ki… “Katedralde az önce gördüklerimden sonra, üzgünüm ama…” diye başlıyorum cümleye. “Yoksa, siz Türk müsünüz?” diye soruyor. “Evet…” diyorum. “Çok trajik bir olay… Çok üzücü…”

Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyor. “Üzülmeyin… Tarih maalesef, zaman zaman çok acımasız ve kötüdür. Çok uzun zaman önce olmuş bir olay o. Üzülmeyin…” diyor.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1- “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı”, Franz Babinger, Oğlak Bilimsel Kitaplar,
s. 336-340
2- “Büyük Türk- İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmed”, John Freely,
Doğan Kitap, s.173-180
3- “Unspoilt Puglia”, Eric & Lu Van Wesenbeeck, Station NV, s.355-359