Milano (4): La Scala’da Bir Gece…

Milano ile ilgili önceki yazılarımdan birinde, Ekim 2019’da neden Milano’ya gitmeyi seçtiğimizi daha sonra yazacağımı belirtmiştim. Doğal olarak, her gezinin bir çıkış noktası oluyor. Sanırım, bu herkes için böyle. Duyulan bir merak, özel bir ilgi ya da önceden gidip de, insanın unutamadığı bir özellik nedeniyle yeniden görme isteği. Önceki gidiş ya da gidişlerinizde görmeye fırsat bulamadığınız ama hala aklınızdan çıkmayan yerler. Hepsi olabilir.

Yolculuktan aylar önce, İtalya’da bu kez nereye gideceğimiz konusunda araştırma yaparken, operaya gidebileceğimiz bir şehre gitmenin çok güzel olacağını düşündüm. Ekim ayı İtalya’da opera için iyi bir mevsim değil. Özellikle, yazın opera sahnelenen Roma, Verona gibi kentlerde Ekim ayı bir ara verme dönemi oluyor. Bu gibi şehirlerde sezon epeyce geç başlıyor. Ama La Scala’nın öyle olmayabileceğini düşünerek, bir şansımı deneyeyim dedim ve programa baktım. Ne büyük sürpriz! Bizim İtalya gezimiz için planladığımız günlere denk gelen bir tarihte sahnelenecek bir opera vardı. Hem de bir Gala! Handel’in Giulio Cesare in Egitto (Jül Sezar Mısır’da) adlı eseri. Üstelik, başrolde ünlü mezzo-soprano Cecilia Bartoli ile… İnanması zor bir şans diye düşündüm. Handel’in bu eserini bilmiyordum ama konçerto ve süitlerini çok severim. O nedenle, eser konusunda tereddüt etmedim. Bartoli’yi de, kimilerinin yorucu ve sıkıcı bulmasına karşın, çok severim. Kendisini bir kere İstanbul Festivali sırasında Aya İrini’de izlemiştim. Albümleri de bana daima keyif vermiştir.

Böylece, 2019 sonbaharında nereye gideceğimiz belli oldu. Milano’ya gidecektik. Uçak ve otel rezervasyonundan önce, La Scala’ya biletlerimizi aldık. En son 21 yıl önce, 1998 yılında, gittiğim bu operanın birkaç mabedinden birine gidecek olmamız beni çok heyecanlandırdı.

Operayı sevmem çocukluk yıllarıma dayanır. Birkaç yıl önce yayınladığım La Diva Turca isimli yazımda (söz konusu yazıya erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz) opera sevgimin henüz çocukken Roma’da babamın götürdüğü operalar ile başladığını yazmıştım. Öyle ki, kışın Teatro dell’Opera di Roma ya da yazın Terme di Caracalla’daki açık hava temsillerine gitmediğimiz zamanlar, evdeki opera plaklarını libretto’larından takip ederek dinlerdim.

O zamanlar, kışın operaya gitmek öyle sıradan bir olay değildi ve beni temsiller kadar, ortam da çok etkilerdi. Uzun olmasa bile, daima çok şık gece giysileri içinde kadınlar ve smokin ya da koyu renk takım elbiseleri içinde erkekler. En az onlar kadar kibar görevliler. Kristal avizelerin altın rengi süslemelere yansıyan ışıltısı. Kibar selamlaşmalar, terbiyeli kahkahalar. Yazları gittiğimiz Terme di Caracalla’da durum farklıydı. M.S. 3. yüzyıldan kalma bu Roma hamamında sergilenen temsillerde, yazlık sinemalar gibi olmasa da, doğal olarak daha rahat bir ortam olurdu.

Teatro alla Scala

1998 yılında, bir arkadaşımla La Scala’da Giacomo Puccini’nin Manon Lescaut operasını izlemiştim. Milano’ya iş için gitmiştik. O zamanlar henüz önceden internetten bilet almak gibi bir olanak olmadığı için, ancak Milano’ya gidince bilet olup olmadığını soruşturabildik. Tabii ki, tüm biletler aylar önce satılmıştı. Ama, kaldığımız Hotel dei Cavalieri bu gibi durumlar için belli ki önlemini almıştı. Bilgi almaya çalıştığımız resepsiyondaki görevli,

– Bayanlar, biliyorsunuz, La Scala’nın biletleri aylar önce satıldı. Ancak, arzu ederseniz, biz size bilet sağlayabiliriz , demişti.

Böylece, normal fiyatın iki katını vererek, o akşam Manon Lescaut’ya gitmeyi başarmıştık. La Scala’nın kapısından girer girmez çocukluğuma geri dönmüştüm. Jilet gibi ütülü üniforması içindeki kibar bir görevli bizi karşılamış ve,

– Güzel bayanlar, La Scala’ya şeref verdiniz,

diyerek, türlü iltifatlarla yerimize kadar götürmüştü. Hemen hemen her kadına benzer iltifatlar yapıldığını tahmin etsek de, doğrusu söyledikleri kulağımıza, tarzı gönlümüze çok hoş gelmişti…

Yerimiz gerçekten mükemmeldi. Hiç unutmuyorum, ilk kattaki, sahnenin tam karşısında yer alan en iyi localardan birinde, öndeki iki sandalyeye oturduk. Aşağıda parterre ve yukarda localar şık insanlarla doluydu. Bir grup Japon erkek, smokinlerinin içinde hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Turistik ya da iş gezisi, her ne sebeple Milano’ya gelmişlerse, smokinlerini getirmeyi unutmamışlardı. Kısacası bana göre ortam, opera sanatına yaraşır bir haldeydi. Tıpkı çocukluk anılarımda olduğu gibi…

Sonraki yıllarda, Avrupa’ya gidişlerimde eğer denk gelen bir opera temsili varsa hep gitmeye gayret ettim. Zaman içinde, giyim kuşam ve opera izleme adabı açısından kalitesi düşen seyirci beni üzmeye başladı. 2013’te, Viyana Staatsoper’deki ortam beni eski güzel günlere götürse de, hemen arkasından gittiğim Prag ve Berlin’de hayal kırıklığına uğramıştım. Ama İtalya farklıydı. Bir süredir İtalya’da operaya gitmiyor olsam da, buna yürekten inanıyordum. Kapıcısından, duvarcısına kadar herkesin opera sevdiğini bildiğim İtalya’da, operanın anavatanında durum farklı olmalıydı.

İşte bu düşünce ve duygularla, 18 Ekim 2019 akşamı için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Yaz ortasında La Scala’dan bir e-mail geldi. Üzülerek, Cecilia Bartoli’nin sahne alamayacağını bildiriyorlardı. Kleopatra rolünü Bartoli yerine, Avusturalya asıllı Amerikalı soprano Danielle de Niese oynayacakmış. Düş kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Danielle de Niese’i tanımıyordum. Ama, programda daha önce dikkatimi çekmemiş olan, Sezar rolündeki Bejun Mehta’yı biraz araştırınca, La Scala’da güzel bir akşam geçireceğimize dair inancım geri geldi. Babası ünlü şef Zubin Mehta’nın kuzeni olan Bejun Mehta günümüzde dünyanın en iyi birkaç kontrtenorlarından birisi sayılıyormuş. Aldığı birçok ödül ve Grammy, Laurence Olivier gibi ödüllere adaylıkları var. Benim kafamı kurcalayan konu, sadece onun bir kontrtenor olarak Sezar rolünü oynayacak olması oldu. Bilindiği üzere, tıpkı geçmişte kastrato’ların yapabildiği gibi, kontrtenorlar da kadın sesi çıkarabiliyorlar. Handel de, zamanında kastratolar için birçok eser bestelemiş. Ancak bunlar, o dönem kadın sesinin Papa tarafından yasaklanmış olması nedeniyle, genelde kadın rolleri için sahneye çıkıyorlarmış. (Kastratolar ve tarihte en ünlülerinden biri sayılan Farinelli hakkındaki Sanat Aşkına başlıklı yazıma erişmek için linke tıklayabilirsiniz). Bu nedenle, Sezar gibi güçlü bir tarihi kişiliğin bir kontrtenor tarafından canlandırılması bana çelişkili geldi. Ancak, belirttiğim gibi, üzerinde fazla durmadım.

La Scala’nın her önünden geçişimizde gideceğimiz
operanın afişini görüyorduk

Milano’da kaldığımız otel, yürüyerek La Scala’ya en fazla beş dakikalık bir mesafede idi. Çok merkezi bir konumda olması nedeniyle de, günde en az bir iki kere önünden geçiyorduk. Temsil akşamının gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Bu arada, aralarla birlikte, 3 saat 43 dakika süreceği belirtilen temsil öncesinde bir şeyler yemek gerekecekti. Onun için de, La Scala’nın fuayesinde bulunan, Il Marchesino’da önceden yer ayırttık. 1998 yılında, arkadaşımla önceden değil, sonradan yemek yemeği tercih etmiştik ve temsilin sonunda yakınlardaki bir bara girmiştik. İçerisi oldukça karanlık ve çalan müzik, birkaç dakika önce bize keyif veren müzik ile alakası olmayan, yüksek perdeden bir günümüz müziği idi. Bizi kapıda karşılayan görevli, kıyafetlerimize bakarak,

– Sanırım siz La Scala’dan geliyorsunuz, demişti.

Öyle olduğunu söyleyince,

– O zaman, yan taraftaki restoran daha çok hoşunuza gidecektir,

diyerek, bizi başka bir işletmeye yönlendirmişti. Gerçekten de gittiğimiz restoranın klasik tarzdaki dekorasyonu ve çalınan klasik müzik ile, operada geçirdiğimiz büyülü saatlerin etkisi yemek boyunca devam etmişti…

Il Marchesino, kırmızı kadife ile kaplı koltuk ve sandalyelerine karşın modern tarzda döşenmiş bir restoran. Doğrusu, La Scala’nın çatısı altında daha farklı bir tarz bekliyordum. Tüm masalar, bizim gibi temsile gelenlerle doluydu. Sanırım, benim moralim yavaş yavaş bu yemek sırasında bozulmaya başladı. Bizim yaşımızda veya yaşları biraz daha fazla olan çiftler, eski günlerde olduğu gibi, son derece özenli giyinmişlerdi. Hanımlar gece elbiseleri, erkekler smokin ya da koyu renk takım elbiseleri ile mutlaka kravatlı veya papyonlu. Öte yandan, gözüme çarpan o diğer korkunç kıyafetler de neydi? Sokakta köpeğini gezdirmekten geliyormuş gibi giyinmiş kadınlar, kanvas, hatta jean pantolon giymiş erkekler. Bu doğru olamazdı. Bu insanlar bizimle temsile girecek olamazlardı. Sahnede bir kere görme fırsatı bulabildiğim ve zarafetine hayran olduğum, 25 sene prima donna olarak burada sahneye çıkmış olan Leyla Gencer’in La Scala’sı bu hale gelmiş olamazdı. 1998 yılında, değil bu kadar döküntü kıyafetlerle, kravatsız olarak gelenler kapıdan çevriliyordu.

Il Marchesino
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Karışık duygular içinde yemeğimizi yedik. Servis hızlı, yemekler lezzetli idi. İtalya’da her bölgenin, şehrin kendine has bir yemeği vardır. Milano’nunki nedir derseniz, hiç şüphesiz, başta Risotto alla Milanese (Milano usulü risotto) gelir. Avrupa’ya Araplar tarafından getirildiği düşünülen pirinç, İtalya’da ilk olarak Sicilya’ya 13. yüzyılda gelmiş. Buradan Napoli’ye, oradan da, Milano’lu Sforza ailesinin Napoli Krallığı ile olan bağı nedeniyle, Lombardiya bölgesine gelmiş. Günümüzde, ülkenin en geniş pirinç tarlaları burada bulunuyor. Tüm İtalya’da pirinçten yapılan risotto çeşitleri ile Milano usulü olanı ayıran en önemli özellik ise, burada safranın en önemli malzeme olması. Böylelikle, Milano usulü risotto’nun hoş, sarı bir rengi oluyor. Il Marchesino’da yediğimizin ilave özelliği ise, üstündeki eritilmiş altındı. Altının yemeklerde kullanıldığını biliyordum ama, daha önce hiç yememiştim. Doğrusu, çok lezzetli idi. Bir kadeh güzel şarap eşliğinde, güzel bir yemek oldu.

Altınlı Risotto alla Milanese
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Derken, temsil vakti geldi… Hesabı ödeyip, kalktık.

Kapıda düzeni sağlamaya çalışan bir iki görevli dışında etrafta personel görünmüyor. Nerede o yıllar önce iltifatlarla bizi karşılayıp locamıza götüren kibar görevliler? Bir itiş kakış. Sırtında koca sırt çantası ile gelenler. La Scala’ya yakıştıramadığım kılık kıyafette insanlar. Evet, artık iyice ikna oldum. Operanın bu son kalelerinden biri de seyircisindeki sakilliğe ve kılıksızlığa yenik düşmüş. Belli ki para kazanma kaygısı ile, artık kapıdan kimseyi kıyafetinden ötürü geri çevirmiyorlar. Kimi seyirciler de, bir opera akşamı için giyimlerine en ufak özeni göstermeyi düşünmüyorlar. Dünya nasıl bu kadar sakil, zevksiz ve banal bir hal aldı? Biliyorum, imkanı kısıtlı olmayanlar gitmesin mi denilebilir. Ama, en azından temiz ve düzgün ütülü giyinmek mümkün diye düşünüyorum. Benim düşünceme göre, La Scala’ya gitmek artık bazı insanlar için, Milano’ya gitmişken şöyle bir Duomo’yu gezmek gibi bir şey haline gelmiş. Milano’ya gidince, yapılacaklar listesindeki maddelerden biri olmuş. La Scala yönetimi de artık bundan rahatsız olmamaya karar vermiş. Yeter ki gelir olsun. Onlar da kendi açılarından haklı olabilir. Azalan eski opera severler nedeniyle ayakta kalmaya çalışıyorlar belki de.

La Scala’nın içi

Kalabalığın içinde zar zor yerimizi bulduk. İkinci kattaki 12 numaralı locanın en öndeki iki sandalyesine oturduk. Bir süre sonra, nasılsa, bir görevli Uzakdoğulu bir çifti de bizim locaya getirdi. Bu sayede, görevlinin anahtarla açtığı 12 numaralı locanın vestiyerine pelerinimi asabildim. Artık, temsil başlayana kadar biraz etrafı inceleyebilirdim.

Şeref Locası

Söylememe gerek yok, La Scala’nın içi çok güzeldir. Tam adı Teatro alla Scala olan opera binasının yapımına, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın himayelerinde, 1776 yılında başlanmış. O zamana kadar opera binası olarak Teatro Ducale kullanılıyormuş. Ducale o yıl yanınca, yeni bir opera binasının yapımı için hemen harekete geçilmiş.  İnşaat, eski binadaki loca sahiplerinden toplanan paralarla finanse edilmiş. Mimarı Giuseppe Piermarini olan La Scala’nın adı, burada daha önce bulunan ve opera binası için yıkılan, 1381 yılında yapılmış, Santa Maria della Scala kilisesinden geliyor.  Zamanında bu kilise, Dük Bernabo Visconti’nin eşi için yapılmış. 1778 yılında tamamlanan opera binasında ilk temsil, Antonio Salieri’nin L’Europa riconosciuta isimli eseri olmuş. Bundan sonra La Scala, İtalyan operasının ünlü bestecileri Rossini (1792-1868), Gaetano Donizetti (1797-1848), Verdi (1813-1901) ve Bellini’nin (1801-1835) eserlerinin sergilendiği başlıca mekanlardan biri olmuş. Ünlü şef Arturo Toscanini’nin (1867-1957) yönetime gelmesinden sonra, o zamana kadar İtalyan opera severlerin az tanıdığı, Richard Wagner’in de eserleri sahnelenmeye başlanmış. Renata Tebaldi, Maria Callas, Leyla Gencer gibi operanın Diva’ları, Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev gibi balenin unutulmazları burada sahneye çıkmışlar.

La Scala, Milano’nun 1943 yılındaki bombalanması sırasında yerle bir olmuş ve üç yıl sonra yeniden inşa edilmiş. En son 2002 yılında tekrar restorasyona girmiş ve 2004 yılında perdelerini yeniden açmış. Ancak, belki yakınlarda yeniden bir elden geçmesi gerekebilir. Örneğin, bizim locanın duvarında kocaman bir göçük vardı. Bunu kimin nasıl yaptığını bilemiyorum ama, düşmüş olduğuna kanat getirdiğim izleyici kalitesinden dolayı pek şaşırdığımı da söyleyemeyeceğim.

Nihayet, temsil saati geldi ve perde açıldı… Bundan sonrası, benim için önce bir şok, sonra hayretle karışık derin bir hayal kırıklığı ve yürek daralması ile geçti diyebilirim. Karşılaşacağımız durum ile ilgili daha önce en ufak bir ipucu fark etmemiştik. Belki, operayı sahneye koyan Robert Carsen’ı ve dekor ve kostümleri tasarlayan Gideon Davey’i bilenler, hatta sevenler, koşa koşa gelmiş olabilirler. Araştırdığım kadarı ile son yıllarda dünyanın belli başlı operaları ile çalışmış olan bu ikiliyi şahsen ben, kara listeme almış bulunuyorum. Bundan böyle, bu ikilinin yer aldığı hiçbir projeyi görme arzum yok. Bana göre bir maskaralık olan bu denemeler, aynı zamanda opera sanatına bir hakaret. Değişen zamandı, zevklerdi, gençleri operaya çekme çabasıydı… Kim ne derse desin, ben askeri kamuflaj kıyafetleri içinde bir Sezar ve Romalı askerler izlemenin zevkini anlayabilmiş değilim. Sanatta çağa uygun, yeni şeyler elbette denenir. Denenmelidir de. Ama, bu Handel ya da diğer klasik bestecilerin eserleri katledilerek yapılmamalı. Çok isteniyorsa, çağdaş besteciler yeni besteler yapabilirler. Hatta benim önerim, atonal denen o zevksiz formda yapmaları en iyisi olur…

Giulio Cesare in Egitto isimli eserden bir sahne
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Evet, perde açıldı ve salonda bir dalgalanma oldu. İlk anda kamuflaj kıyafetlerinin yarattığı şoku, giderek dozu artan başka şoklar izledi. Sahneye çıkarılan bir askeri cip ve daha sonraki perdelerde, muhtemelen sponsorluk alınarak, çıkarılan bir Mercedes araba. (Aklıma, çocukluğumda Terme di Caracalla’da izlediğim Aida operasında sahneye dört nala çıkan dört atlı zafer arabası, filler ve develer geldi.) Tayyör giymiş Kleopatra,  üzerinde kocaman FENDI yazan torbalarla Romalıların Mısırlılara hediyeler sunması (büyük olasılıkla bir sponsorluk daha), petrol boru hatları ve en sonunda i-phone ile hep beraber çekilen selfie… Hepsi, korkunç bir kabus gibi üstümüze çöktü. Bu saçmalığı bir şekilde protesto etmek, kabullenmediğimizi belli etmek  gerektiğini düşündüm. İlk aklıma gelen, alkışlamamak oldu. Sanırım, pek çok kişi benim yaşadığım çelişkiyi yaşadı. Önemli aryaların sonrasında ve perde aralarında alkışlar başlarda çok cılız oldu. Sonra, bunun da sanatçılara bir haksızlık olacağını düşündüm. Çünkü, onların icraatlarında herhangi bir falso yoktu. Bu duygular içinde geceyi tamamladık.

Fotoğraf: Marco Brescia & Rudy Amisano
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Daha önce Türkiye’de de, modern bir anlayışla sahne tasarımı ve kostümleri yapılmış klasik opera ve baleler görmüştüm. Doğal olarak, hiç hoşlanmamış, hatta kızmıştım. Bir ihtimal, kaynak sıkıntısına bağlamıştım. O tür nedenler de etkili olabilir ama, sanki bizde de yurtdışındaki gibi bir “çağdaşlaşma” çabası bu. Bir tür, “onlar yapıyor, biz de yapalım” hali.

Belli ki, artık opera sanatı için bir çağ kapanıyor. Seyircisi, kurumları ve hatta icracıları için durum bu. Geçmişin hiçbir Diva’sının bu tür saçmalıklara tahammül edeceğini düşünmüyorum. Ne Leyla Gencer’in ne Maria Callas’ın böyle bir rejiyi kabul edeceğini zannetmiyorum. Cecilia Bartoli’nin de bu tür bir projede yer almak isteyeceğinden emin değilim. Eğer vaz geçme nedeni buyduysa, hiç şaşırmam.

Gala akşamından sonra temsilin afişi değiştirildi…

Aslında, fazla söze gerek yok. Her şey La Scala’nın, 2008 yılında Leyla Gencer’in ölümü üzerine yayınladığı mesajda çok güzel bir şekilde ifade edilmiş…

“Leyla Gencer ile birlikte, yalnızca onun tiyatrosu ve ikinci evi olan La Scala değil, operanın kendisi de geri gelmez ihtişamlı yıllara veda ediyor.”

Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Sanat Aşkına…

Hiç kimseden, herhangi bir tüyo veya geri bildirim almadan keşfettiğim ve unutamayacak kadar çok beğendiğim kitap ve filmlerin benim için ayrı bir yeri vardır. Sadece iç güdülere dayanarak yapılan böyle bir seçimin sonucunda ulaşılan keyif ve memnuniyet hali alınan riskin en büyük ödülü olur. Bu süreçte, ben farkında olmasam da, bilinçaltımı tetikleyen bir şeyler mutlaka vardır. Bilemiyorum… Filmin afişi, afişte yer alan bir ifade… Kitabın kapağı, kitabın ilk cümlesi veya rastgele açılan bir sayfada göze çarpan bir cümle… Hepsi olabilir…

Sözünü ettiğim, tanıdığınız bir yönetmene ait, beğendiğiniz oyuncuların oynadığı bir filme gitmek ya da sevdiğiniz bir yazarın kimsenin önermediği bir kitabının peşine düşmek değil. O, insanın kendisini biraz daha garantiye aldığı, benim de genelde izlediğim bir yol. Diğeri ise, bilinmezlerle dolu bir serüven…

Yirmi seneyi aşkın bir zaman önce, hakkında hiçbir şey bilmeden gittiğim bir film hem sanatsal ve görsel olarak, hem de konusu itibariyle benim için unutulmaz oldu. O film sayesinde Klasik Batı müziğinin en trajik kahramanlarından haberdar oldum. Onlar için üzüldüm, hüzünlendim…

O sıralar, iki şehir ve iki ev arasında bir hayat yaşıyor, Ankara ve İstanbul arasında gidip, geliyorduk. Ankara’da olduğumuz günlerden bir gündü. Canımın sıkkın olduğunu, içimin daraldığını hatırlıyorum. Öyle belli bir nedenden dolayı değil de, genel bir kapana kısılmışlık hali… Bari sinemaya gideyim dedim. Kısa bir süreliğine de olsa, başka dünyalara dalmak insana iyi gelir bu gibi durumlarda.

Çok değil, günümüzden birkaç on yıl önce Türkiye’de sinemaların çoğunun fiziksel koşulları, bugün gençlerin adım atmak istemeyeceği haldeydi. Işıklar yanarken bile karanlık olan, izbe, havasız ve son derece rahatsız koltuklu yerler. Şikayet etmezdik yine de. Elektrikler kesilmesin, film kopmasın yeter. Şimdiki halini bilmiyorum ama, Konur sokaktaki Metropol sineması da o zamanın sinemalarının belirttiğim tüm özelliklerini taşıyordu.

Bilet alıp, girdim. Hafta içi ve gündüz olduğu için koca salonda pek fazla seyirci yoktu. Olanlar da salonun çeşitli köşelerine dağılmıştı. Ortalardaki bir sıranın ortasında bir yer gözüme kestirip, yerleştim. Salonun yapısı nedeniyle, sürekli yukarı doğru bakmak gerekecekti. O nedenle, nerede oturulursa oturulsun, boyun ağrısı kaçınılmaz gibi görünüyordu.

Az sonra başlayacak filme dikkatimi çeken afişi olmuştu. Afişte, eski kostümler içinde, başında ortasından tüyler fışkıran bir başlık olan bir adam vardı. Sahne makyajı olduğunu düşündüren beyaza boyanmış yüzü ve kıpkırmızı dudakları ile şarkı söylüyor gibiydi…

Farinelli filmi 1994 yılında, bir Belçika, Fransa, İtalya ortak yapımı olarak çekilmiş. Yönetmeni Gérard Corbiau, başrol oyuncusu Stefano Dionisi. Ne yönetmenini, ne de başrol oyuncusu dahil olmak üzere, oyuncularını tanıdığım bu film, çeşitli festivallerde farklı dallarda aldığı pek çok ödülün dışında, 1995 yılında (yabancı dilde film dalında) Altın Küre ödülünü ve birkaç dalda Cesar ödülünü almış. Ayrıca, yine 1995 yılında, yabancı dilde film dalında Oscar’a aday gösterilmiş.

Filmin afişinde, Farinelli isminin altında bir ibare daha bulunuyordu.
IL CASTRATO… Kelime bir şeyler çağrıştırsa da, bu film özelini aşan konu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Klasik Batı müziği konusunda genel kültürü ve zevki fena sayılmayacak bir insan olmama karşın, o güne kadar hiç bilmediğim bazı tarihsel gerçeklerden ancak bu film sayesinde haberdar oldum. Çok şaşırdım… Çarpıldım diyebilirim…

Yaşamı filme konu olan Farinelli 18. yüzyılın en meşhur opera sanatçılarından birisi. Asıl adı Carlo Broschi. Farinelli ismi onun sahne için kullandığı takma adı. Farinelli, 1705 yılında İtalya’nın Puglia (Apulia olarak da anılmaktadır) bölgesinde doğmuş ve 1782’de ölmüş. 15 yaşından itibaren tüm Avrupa’da, saraylarda ve konser salonlarında verdiği konserlerle ulaştığı şöhret çeşitli kaynaklarda günümüzün popüler yıldızlarının şöhretine benzetiliyor. Uğruna maddi ve manevi her şeyin feda edilebildiği, sayıları gittikçe artan bir hayran kitlesinin sürekli takip ettiği bir yıldız…

Carlo Broschi Farinelli Calatrava Nişanı İle (1750-1752). Ressam Jacopo Amigoni

Farinelli, küçük yaşlardan itibaren müziğe olan yeteneği fark edilmiş ve eğitim almış bir çocuk. Zaten ağabeyi Riccardo Broschi de bir besteci ve kardeşi için özel besteler yapıyor. Tüm bunlarda şaşılacak bir şey yok gibi görünüyor. Müzikle ilgili bir aileye doğmuş, güzel sesli ve yetenekli bir çocuk şöhret basamaklarını çıkıyor ve kariyerini İspanya kralının sarayında tamamlıyor. Ancak…

Farinelli, sadece dönemin en büyük opera sanatçısı değil, aynı zamanda en güzel sesli “castrato”su. Yani hadım edilmiş sanatçısı… “Castrato”lar(*), günah olduğu gerekçesi ile, Vatikan tarafından kadınların kilise korolarında ve sahnelerde şarkı söylemesi yasaklandığı için, 16.yüzyıldan başlayarak, yaklaşık 350 yıl boyunca müzik tarihinde yer almışlar. Bazı Papalar, bu vahşi ve insanlık dışı uygulamayı resmi olarak yasaklamış gibi görünseler de, başta Vatikan korosu olmak üzere, kilise korolarında yaygın olarak kullanılmalarına göz yumarak, bir yandan da küçük erkek çocuklarının hadım edilmesini teşvik etmişler.

İyi bir castrato olabilmek için, öncelikle, erkek çocuğunun en geç on iki yaşında, yani ergenliğe ulaşmadan, hadım edilmesi gerekmekteydi. Başarılı castrato’lar o kadar şan, şöhret ve para sahibi olabiliyorlardı ki, pek çok fakir aile gönüllü olarak bu işlemi çocuklarına yaptırmaktaydı. Bazı kaynaklar, 1700’lerin başlarında, İtalya’da yılda tahminen ortalama 3000-4000 arası erkek çocuğun hadım edildiğini belirtiyorlar.

Çoğunlukla bir berber, istisnai olarak ise bir doktor tarafından yapılan bu işlem sırasında çocuklar afyon ile uyuşturulup, sıcak su veya, Farinelli filminde olduğu gibi, sıcak süt dolu bir küvete konuyor ve işlem yapılıyordu. Kendisine ne olduğunu anlamayan bu çocuklara, biraz daha büyüdükleri zaman, küçükken bir kaza geçirdikleri (genelde attan düştükleri) söylenerek, durumları sözde açıklanıyordu…

Castrato’ lara yapılmış otopsiler, bu insanlık dışı işlem sonucunda, erkek çocukların ses tellerinin gelişmeyip, bir kadın sopranonun ses tellerinin boyutunda kaldığını göstermiş. Öte yandan, göğüs kafesleri ve çeneleri genişlediği için kadın sesini çok daha güçlü bir şekilde çıkarabilmeleri mümkünmüş. İşte onları kilise koroları ve operalar için vaz geçilmez yapan da bu karışım olmuş.

Farinelli ve Dostları-Ressam Jacopo Amigoni

Ne yazık ki, muhteşem sesli bir castrato olmak için sadece hadım edilmek yeterli değilmiş. Bunun dışında hem yetenek, hem de iyi bir eğitim şartmış. O nedenle, müzik tarihinin bu çılgınlık dönemi sırasında, başarıyı yakalayamamış ve boşu boşuna hadım edilmiş pek çok erkek çocuk da heba olmuş.

Başta Handel, Mozart, Monteverdi, Hasse ve Pergolesi olmak üzere, dönemin pek çok bestecisi, castrato’lar için özel olarak aryalar ve opera eserleri bestelemişler. Bu eserlerin arasında, örneğin, Mozart’ın Idomeneo ve Handel’in Rinaldo operaları da var. Günümüzde castrato’lar olmadığı için, söz konusu roller kadın sopranolar tarafından canlandırılmaktalar.

Castrato’larla ilgili merak edilen bir diğer konu seslerinin tam olarak nasıl olduğu. O dönemde kayıt olmadığı için bunu tam olarak bilmemiz mümkün değil tabii. 1902 ve 1904 yıllarına ait tek kayıt ise, gerek teknik yetersizlik, gerekse ses rengi nedeniyle büyüleyici olmaktan epeyce uzak. Ancak, o zamanlar castrato’lar üzerine yapılan yorumlar bize, bazılarının inanılmaz güzel seslerinin olduğunu anlatıyor. Örneğin, libretto(**) yazarı Paolo Rolli 1734’de Farinelli için şunları söylemiş: “Farinelli’yi duyana kadar, insan sesinin başarabileceklerinin çok ufak bir bölümünü duymuştum. Şimdi biliyorum ki, duyulması gereken her şeyi duydum”. Sesinin güzel olmasının dışında, bazı kaynaklar Farinelli’nin tek bir nefeste 250 nota söyleyebildiğini ve bir notayı bir dakikadan daha uzun bir süre sürdürebildiğini yazıyorlar.

Filmde, Farinelli’nin sesinin gerçeğe yakın olabilmesi için soprano Ewa Mallass Godlewska ve kontrtenor Derek Lee Ragin’in sesleri dijital olarak birlikte kayıt edilmiş ve ortaya gerçekten insanı yüreğinden vuran bir ses çıkmış. Özellikle Farinelli’nin, Handel’in Rinaldo operasından “Lascia ch’io pianga” aryasını söylediği sahne çok etkileyici. Bu sahnede Farinelli, aralarında Handel’in de bulunduğu seyircilere aryayı söylerken, bir yandan da çocukluğunu ve hadım edilişini hatırlıyor. Sesi nedeniyle sadece kadın hayranları değil, onu locasından izleyen Handel de aşırı duygulanıp, fenalık geçiriyor… Filmin bu sahnesini izlemek için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=TUOiJ1_P0Ds

1650-1750 yılları arasında altın çağını yaşayan castrato geleneği, Napolyon’un
İtalya’yı fethetmesi ile yavaş yavaş yok olmaya başladı. Öteden beri bu uygulamaya karşı olan Fransızlar, uygulamayı engellemek için önlemler aldılar. 1810’lara gelindiğinde castrato’lar iyice azalmışlardı. Buna karşın, tek tük de olsa, Vatikan’ın Sistin Kilisesi korosunda yirminci yüzyılın başlarına kadar varlıklarını sürdürdüler. Sonunda, 1903 yılında Papa tarafından alınan bir kararla bu gelenek, yine başlangıç yeri olan Vatikan’da bitti. Ancak, bitmeden önce, The Gramophone Company tarafından yapılan bir kayıt, tarihteki son castrato’nun sesinin günümüze ulaşmasını sağladı.

Müzik tarihinin son castrato’su, Alessandro Moreschi 1858-1922 yılları arasında yaşadı. Yirmi beş yaşında girdiği Sistin kilisesinin korosunda koro şefliğine kadar yükseldi ve 1913 yılında emekli oldu. Öldüğü zaman pek az arayanı soranı kalmıştı… Ancak, 1902 ve 1904 yıllarında Vatikan’da yapılan kayıtlar sesinin günümüze ulaşmasını sağladı. Şimdi bir CD’de toplanmış olan bu kayıtlarda Moreschi Sistin kilisesi korosu ile birlikte aryalar söylüyor. Doğru söylemek gerekirse, bu CD’yi dinlerken insan oldukça tuhaf duygulara kapılıyor. Bir rahatsızlık duyma hali, bir hüzün…

Yapılan kayıtın belli noktalarında Moreschi ‘nin sesini güzel bulmama rağmen, genel olarak beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu belki de Farinelli ‘ninki gibi bir ses bekliyor olmamdan kaynaklandı. Uzmanlar bunun birkaç nedeni olabileceğini belirtiyorlar. Birincisi, kayıtlar sırasında Moreschi ‘nin yaşının ileri olması (44). İkincisi,
Moreschi ‘nin kayıt sırasında gerilip, heyecanlanmış olma ihtimali. Üçüncüsü, zamanın teknolojisinin henüz çok ilkel olması. Yüz yılı aşkın bir zaman önce yapılan kayıtlardaki teknik yetersizlik, kayıtlardaki cızırtı ve sesin uzaktan geliyor olması ile zaten hemen fark ediliyor. Bunların hepsi doğru olabilir. Sonuçta, bir Farinelli olmasa da, Alessandro Moreschi de güzel sesiyle zamanında Roma’nın Meleği unvanına sahip olmuş…

(Son castrato Alessandro Moreschi’nin sesini dinlemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)

https://www.youtube.com/watch?v=GyodNzbjVkw

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

– “In Opera, a Different Kind of Less Is More: Handel and the Castrati”, Alan Riding, The New York Times,19.04.2006.
– “The Castrato Sound: Real and Imagined”, Martin Bernheimer, Los Angeles Times, 02.04.1995.
http://greatoperasingers.blogspot.com.tr/2013/01/farinelli-great-castrato.html
http://www.religioustolerance.org/rcccast.htm
http://io9.gizmodo.com/what-did-it-mean-to-be-a-castrato-1732742399
http://www.eurekaencyclopedia.com/index.php/Category:Castrati
https://bachtrack.com/review-classical-opera-mozart-castratis-wigmore-hall

_________________________________________________________
* Kastrato olarak okunur. Çoğulu “castrati” (kastrati)dir.
** Libretto, opera, operet, kantat, oratoryo gibi eserlerin sözel metinlerine ve bu
metinlerin bulunduğu kitapçığa verilen addır.

La Diva Turca

Leyla Gencer’i sahnede sadece bir kere izleme fırsatım oldu. 23 Temmuz 1987 tarihinde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Aya İrini Kilisesinde bir resital vermişti. Son temsilini verip, operayı bırakalı dört yıl oluyordu. Artık sadece konserler, resitaller veriyor ve gençleri eğitiyordu. Resital başlar başlamaz, resital boyunca ve sonrasında onu operada izleyememiş olmanın üzüntüsünü duydum…Hala da duyarım…

Leyla Gencer, dünyanın en ünlü operalarından Milano’daki La Scala Operası’nda 25 sene Prima Donna olmasını sağlayan muhteşem sesinin dışında, duruşu, sahne hakimiyeti ve zarafeti ile çok etkileyici idi… Sahneye adım atar atmaz, kırmızı tuvaletinin içinde, seyirciyi büyülemişti. Zaman zaman insanın içine işleyen soprano sesi Aya İrini’nin kubbesinde yankılanırken çok duygulanmıştım. Ama, kendisini daha önce izlememiş olsam da, sesinin çok güzel olduğunu zaten biliyordum. Bütün dünya biliyordu… Dünyada hayranları ona boşuna La Diva Turca demiyordu. “Türk Tanrıça”… Ancak, ülkemizde son zamanlarda bazı popüler şarkıcılara uygun görülen “Diva”lığı hak etmek için güzel bir sesin yeterli olmadığını da insan hemen anlıyordu. Leyla Gencer, sanki bu kelimenin (daha pek çok kelime gibi) günümüzde içinin boşaltılmasına isyan eder gibi, bize gerçek bir Diva’nın nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Sahnede izlediğimiz performans çok çalışmış, azimli, kararlı ve kişiliği güçlü bir sanatçının yeteneğini görgüsü ve deneyimi ile birleştirmesinin sonucu idi. O nedenle, hiçbir hareketi, hiçbir mimiği insana tuhaf gelmiyordu. Seyirciyi teatral bir şekilde selamlaması, terlediği zaman piyanistinin uzattığı büyük mendili zarif bir hareketle alıp, alnına götürmesi… Hepsi, hepsi bir Diva’ya yakışan, sırıtmayan, bir bütünün parçasıydı…

İstanbul Festivali, 1987

Çok heyecanlıyım… Hayatımda ilk olarak operaya gideceğim. Günlerdir anneme ve babama operanın nasıl bir şey olduğunu sorup, duruyorum. Anlayabildiğim kadarı ile, tiyatro benzeri bir şey ama konuşmak yerine, sanatçılar şarkı söyleyerek iletişim kuruyorlar. Kafamda canlandırmaya çalışıyorum…

Babam bana her operanın bir öyküsü olduğunu, zaman zaman romanların, epik şiirlerin, tarihi olayların veya efsanelerin konu edildiğini ve operaya gitmeden konusunun okunması gerektiğini söyledi. Bu arada, kalın bir kitap gösterdi. (Günümüzde her türlü bilgi anında parmaklarımızın ucunda olduğu için o yıllarda böylesi bir kaynağa sahip olmanın kıymetini şimdi anlamak biraz zor olabilir.)

Babamın opera kitabı…

Piazza Beniamino Gigli’de bulunan Roma opera binası dışardan bakıldığında çok gösterişli değil. Ama içerisi o kadar güzel ki, nefesim kesiliyor. Bordoya çalan koyu kırmızı kadifenin ve altın yaldızlı süslemelerin muhteşem uyumu içimi ısıtıyor. Kristal avizeler ve aplikler ışıl, ışıl.

Son derece şık hanımlar, smokin veya koyu renk takım elbise giymiş erkekler jilet gibi ütülenmiş üniformaları içindeki yer göstericilerin eşliğinde localarına veya parterre’deki yerlerine yöneliyorlar. Biz de, ikinci yada üçüncü katta ve sahnenin tam karşısında olan locamıza aynı şekilde gidiyoruz. Yer gösterici arada bir arkasına dönüp, bize gülümsüyor ve kibar bir el hareketi ile yolu gösteriyor.

Teatro dell’Opera di Roma, 1880 yılında Teatro Costanzi olarak açılmış ve 1946 yılına kadar çeşitli isimler altında hizmet vermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da monarşinin sona ermesi ile de Teatro Dell’Opera adını almış. Akustik açısından dünyanın sayılı opera binalarındandır.

O zamanlar, Teatro dell’Opera di Roma’da her yıl sezonun Giuseppe Verdi’nin (1813-1901) bir eseri ile açılması gelenekti. O sene de sezon Verdi’nin günümüzde fazla bilinmeyen ve sahnelenmeyen eseri, “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile açılmıştı. O kadar az bilinen bir eserdi ki, içinde 70’ten fazla opera eserinin bilgisi bulunan babamın kalın kitabının içinde “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile ilgili hiçbir şey yoktu. Konusunu mecburen temsil öncesi ve perde aralarında programdan okuduk. Eser birinci Haçlı Seferinde geçiyor ve dört uzun perdeden oluşuyordu. Bırakın 10-11 yaşlarında bir çocuğu, pek çok opera meraklısı yetişkini zorlayacak bir uzunluk ve ağırlıktaydı.

İlk sınavım bu kadar zorlu olmasına rağmen, operayı giderek daha çok sevdim. Klasik müzik gibi, opera da dinledikçe tadına varılabilecek bir sanat dalı. Babamın, çeşitli opera eserlerinin tamamını içeren bir plak koleksiyonu vardı. Her eserin, üstünde altın yaldızla isminin yazılı olduğu lacivert kadife kutusu vardı. Eserlerin “Libretto”ları da kutularının içinde dururdu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde uzun saatlerimi bu plakları dinleyip, diyalogları kitapçıklarından takip ederek geçirdim.

Opera ile ilgili çocukluğumdan kalan en güzel anılarımdan biri de, Terme di Caracalla harabelerinde sahnelenen Aida operasıdır. M.S. 212-217 yılları arasında inşa edilmiş olan Roma’daki bu hamamın kalıntılarında her yıl, yaz aylarında büyük bir sahne (o zamanlar dünyadaki ikinci büyük sahne olduğu söylenirdi) kurulur ve çeşitli opera eserleri sahnelenirdi. Günümüzde de sahnelenmeye devam ediliyor. Sahne o kadar büyüktü ki, temsil sırasında gerçek filler ve develer de yer almıştı. Zengin dekor ve kostümlerin yanında, bu da çok etkileyici idi. Hele, Zafer Sahnesi’nde Ramades’in dört atlı bir zafer arabası ile sahneye dört nala girişi muhteşemdi…

Leyla Gencer’in sahne hayatının kronolojisine baktığımda, bizim bulunduğumuz yıllarda Roma’ya üç kez geldiğini ve bir keresinde Terme di Caracalla’da Aida’yı oynadığını gördüm. Ne yazık… İzleyebilmeyi çok isterdim… Babam operaya o kadar meraklı olduğu halde kim bilir niye gidemedik. Mutlaka çakışan çok önemli bir zorunluluk olmuştur.

Genel olarak, sanatçılarına ve bilim insanlarına çok değer veren, yücelten bir toplum değiliz. Çeşitli alanlarda dünyada başarı kazanmış ve sivrilmiş olsalar da, onları takdir etmek, yüceltmek yerine kusur arayan, en azından mesafeli duran bir kamuoyumuz var. Ben çocukken, kariyerinin doruklarında olan Leyla Gencer için de o zamanlar duyduklarım onun “Türklüğünü inkar ettiği”, “zaten Hristiyan” olduğu vb yönündeydi. Türk olduğunu hiçbir zaman inkar etmediği ona yurtdışında opera severler tarafından “La Diva Turca” denmesinden zaten belli. Hatta, şöhret basamaklarını daha kolay tırmanabileceği belirtilerek, ismini değiştirmesi, İtalyanca bir ad alması önerildiğinde hep reddetmiş.

“Hayır. Benim adım Leyla. Leyla Gencer.
Benim ailem Safranbolulu. Benim kökenim Anadolu.”

Hristiyan olma konusuna gelince…

Leyla Gencer 1928 yılında İstanbul’da, Polonezköy’de doğmuştu. Annesi, Alexandra Angela Minakovska, Polonyalı aristokrat bir aileden geliyordu. Babası ise, Safranbolu eşrafından zengin bir iş adamıydı. Babası, yirminci yüzyılın başında bir Müslüman olarak, annesi ile evlenmekte bir beis görmemişti ama işte, bizim insanımız 40-50 yıl sonrasında bunu kurcalıyordu. Başardıklarını takdir etmek yerine… 2008 yılında vefat ettiği zaman da, uluslararası başarılarından çok, bu konu ve vasiyeti üzerine bedeninin yakılması yer almıştı bizim gazetelerde. Oysa, ölümünden iki gün sonra İngiltere’nin saygın gazetelerinden birinde Leyla Gencer yirminci yüzyılın en olağanüstü sopranolarından birisi olarak tanımlanmıştı.
(Daily Telegraph, 12 Mayıs 2008.)

(Vivaldi’nin Beyazıt Operasından “Sposa Son Disprezzata” aryasını Leyla Gencer’den dinlemek isterseniz tıklayınız)

Gazeteci ve yazar Zeynep Oral’ın 1992 yılında yayınlanan Tutkunun Romanı: Leyla Gencer kitabı, Leyla Gencer hakkında merak edilen pek çok şeyi içeren, çok iyi yazılmış bir biyografidir. Söz konusu kitabı yazmak için Zeynep Oral belli sürelerle Leyla Gencer’in İstanbul ve İtalya’daki evlerinde vakit geçirmiş, yanında kalmış. Bu değerli sanatçımızın dünyada gördüğü takdir ve kabulü daha iyi anlatabilmek için, kitapta bir gala için La Scala’ya birlikte gidişlerinin anlatıldığı bölümden bir alıntı yapmak istiyorum aşağıda:

“Bu gece Scala açılıyor.

7 Aralık 1990, Cuma akşamı, Milano’nun Scala Operası, Mozart’ın “Idomeneo” eseriyle açılıyor. Bestecinin 200. Ölüm yıldönümü nedeniyle “Mozart Yılı”nı karşılamaya hazırız.

Evet, tamam, yalnız Scala Operası, yalnız Milano kenti değil tüm İtalya neredeyse bir yıldır bu geceye hazırlanıyor.

Evet, tamam, 1968’de bu eser, Scala’da ilk temsil edildiğinde başrol Leyla Gencer’indi. Bu nedenle aylardır, haftalardır, günlerdir konferanslar veriyor, Mozart üzerine seminerler hazırlıyor, basın, radyo, televizyon onun görüşlerine, onun demeçlerine yer veriyor… Ama bütün bunlar geride kaldı… Şimdi sıra gala gecesinde.

Leyla Gencer, “Idomeneo”, La Scala, Milano, 1968

Bir Limousine. Üniformalı şoförü. Başka türlüsü elbet düşünülemez… Kentin daracık sokaklarında ilerlemeye çalışıyoruz. Tüm trafik akışı, o geceye, galaya göre düzenlenmiş… Scala alanına yaklaştıkça, kaldırımlarda birikmiş kalabalık çoğalıyor, trafik ve güvenlik görevlilerinin sayısı artıyor, araçların ilerleyişi yavaşlıyor…

Hani tam Scala’nın kapısının önünde değil de, şimdi bulunduğumuz köşede, opera binasına bir iki blok kala arabadan insek, yürüsek, kesin daha çabuk varacağız… Hadi inip yürüyelim mi…

“Ben tam önünde inerim. Adetim öyledir” diyor.

Of, bu primadonnaların işte böyle kaprisleri var. O köşede insek, çoktan varmış, yerlerimize oturmuştuk bile!

Hayır, Limousine’den inmedik. İçinde oturup, milim milim ilerlemeyi bekledik. Sonunda Scala’nın önündeki küçük alana vardık.

Alan, içeri girecek ünlüleri görmeyi bekleyen meraklılarla dolu… Ahşap barikatlar ve atlarının üzerinde üniformalı görevliler Scala’nın kapısına uzanan geçidin iki yanına sıralanmışlar…

Sonunda Limousine’imiz geçidin tam önünde durdu.

Leyla Gencer, uzun siyah elbisesi, sırtında beyaz kürk pelerini otomobilden indi.

O anda…

Evet tam o anda, ortalığı bir uğultu kapladı. Herkes ama herkes, alandaki kapının önündeki, kapının ardındaki herkes “Leyla, Leyla, Leyla” diye bağırıyor, alkışlıyor, “La Signora”, “ La Regina” (Kraliçe) diye sesleniyor, “Leyla geldi, Leyla geldi” diye çırpınıyordu.

O anda ne barikat, ne görevli dinleyen oldu. Fotoğrafçılar koşuştu, kameramanlar koşuştu, flaşlar patladı…”Leyla dur”… “Leyla kıpırdama.” Yine flaşlar, yine flaşlar… “Leyla’ya yol açın”… “İzin verin Leyla geçsin”…

O, bir kraliçe edasıyla, ne diyorum ben, hiç kraliçe olur mu, bir Tanrıça edasıyla başı dimdik duruyor…Sağa, sola başını eğerek selam veriyor, gülümsüyor (gülümseyişi karşılayan taraf daha çok “Leyla” diye bağırıyor), bir, iki adım ilerliyor, yine duruyor, hiç belli etmeden kalabalığı şöyle bir tartıyor, memnun kalmış olacak ki eliyle de halkı selamlıyor (selamı karşılayan taraf daha çok “La Gencer”, “La Regina” diye bağırıyor)…birkaç selam daha, birkaç tebessüm daha… en içten, daha az içten ya da eh bu kadarı size yeter tebessümleri… Fotoğrafçılara pek de önemsemeden bir bakış, bir anlık bir poz, uzanan bir mikrofona birkaç sözcük, yine başını hafif eğerek bir selam… O dimdik duran başın hafifçe sağa ya da sola eğilmesi sanki müthiş dramatik bir aksiyon… Elini sıkmak, elini öpmek isteyenlere hiç tereddütsüz ama hep yüksekten uzanan eli…

Ve Tanrıça Scala’dan içeri girdi.

Biri bana, kendine gel desin… Düş mü görüyorum yoksa gerçek mi bu sahneler?
Daha bitmedi.

İçeri girdiğimizde, Scala’nın yer göstericilerinden, smokinli devlet adamlarına herkes yolunu kesiyor, elini sıkmak, elini öpebilmek için yarışıyordu. Bir ara yere diz çöküp, evet evet, yere diz çöküp elini öpenleri bile gördüm.

…………..

O gece izlediğim sahnelerin, hele Limousine’den inip, Scala alanına yaptığı “Antre”nin şokunu kolay kolay üzerimden atamadım.

O bunu fark etti: “Niye bu kadar şaşıyorsun, cicim… Sen de yirmi beş yıl Scala’da başrol oynarsan, sana da aynı şeyi yaparlar… Milanolular beni sever, hepsi bu!”

Evet “hepsi bu”… Her şey bu denli basit…

O geceyi, o gecenin Leyla Gencer’ini bir yerde okusam, inanmazdım… Yazan abartıyor derdim.” (Tutkunun Romanı: Leyla Gencer, Zeynep Oral, s. 26-27)

10 Mayıs 2008’de Milano’da vefat eden Leyla Gencer’in bedeni vasiyeti üzerine yakıldı ve 16 Mayıs 2008 günü Dolmabahçe Sarayı açıklarında Boğazın sularına döküldü. Törende, yine vasiyeti üzerine, İstanbul Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu Mozart’ın Requiem’inden Lacrimosa bölümü ile, Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosunun 5, 12 ve 13. bölümlerini seslendirdi…

Leyla Gencer aynı zamanda İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Mütevelli Heyeti Başkanıydı. Ölmeden önce, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışladı. İKSV 2010 yılında, Leyla Gencer’in Milano’daki evinin eşyaları ile Şişhane’deki Deniz Apartmanının ikinci katında “Leyla Gencer Evi”ni açtı. Burada, uzun yıllar yaşadığı Milano’daki evinin oturma odası, kitaplığı, konuklarını ağırladığı yemek odası, fotoğrafları, aldığı ödül ve madalyalar, çok sevdiği aksesuarlar ve giysileri ve yatak odası sergilenmeye başlandı. Mekan randevu alınarak gezilebiliyordu.

“Leyla Gencer Evi”ni yıllardır görmek istiyordum. Ama, bilirsiniz işte… Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı ve ben bir türlü gidemedim. Sonunda, iki hafta önce kesin kararımı verdim. Randevu alıp, gidecektik…




2010 yılında İKSV’nin Şişhane’deki binasında açılan “Leyla Gencer Evi”

İKSV’yi randevu almak için aradığımda, “Leyla Gencer Evi”nin bir buçuk yıl kadar önce Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne taşındığını öğrendim. Aslında bu taşınma basında da yer almış ve bunun için bir tören de düzenlenmiş ama, demek ki ben bu haberi atlamışım. Telefonda görüştüğüm kişi, kibar bir şekilde, Bakırköy’deki Merkezi aramamızı ve oradan randevu almamızı söyledi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, duyar duymaz bu haber beni çok rahatsız etti… Çok yadırgadım… Öyle ya, Leyla Gencer, İKSV’nin kendi web sitesindeki ifade ile, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışlamamış mıydı? Öte yandan, bu eşyaların sanatçının kendi adını taşıyan bir merkezde sergilenmesi fikri de çok kötü gelmedi. Bir yandan da umutlandım…

Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin numarasını buldum, aradım ve 1 Şubat öğleden sonrası için randevu aldım. Telefondaki görevli hanım telefonu kapatırken, kendisinin sadece odaları açıp gösterebileceğini, ayrıntılı bilgi sahibi olmadığını belirtti. Bu konudaki en bilgili kişinin İKSV’de olduğunu söyledi. Bu da ikinci tuhafıma giden nokta oldu…

1 Şubat günü deniz otobüsü ile Bakırköy’e geçtik. İndiğimizde bir taksiye binip, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne kolayca gidebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak, durduğumuz birkaç taksi şoförü böyle bir merkezi bilmediklerini ve de aramak istemediklerini söyleyip, uzaklaştı. Sonunda, iyi niyetli bir şoföre rastlayabildik ve akıllı telefonumuzun da yardımıyla merkezi bulduk.

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi- Bakırköy

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi, Bakırköy Belediyesi tarafından 2013 yılında inşa edilmiş. Dışardan bakıldığında, biraz apartmanların arasında sıkışmış gibi dursa da, hoş bir bina. Bize verilen bilgiye göre, 10 bin m2 alana kurulmuş ve 250 kişilik bir açık hava oditoryumu, 1000 kişi kapasiteli bir salonu, 300 m2 sahnesi, 65 m2 döner sahnesi, orkestra çukuru ve 6 adet kulisi bulunuyor.

İçeri girip, Leyla Gencer Evi için randevumuz olduğunu söyledik. Kısa bir süre sonra, telefonda görüştüğüm genç, görevli hanım geldi. Bizi kibarca karşıladı ve kendisini izlememizi söyledi…

Açıkçası, bundan sonra hissettiklerimi anlatmam epeyce zor… Heyecan, sevinç, merak, düş kırıklığı, üzüntü… Evet, tam da yurdumuza özgü bir vefasızlık örneği görmenin üzüntüsü…

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde “ Leyla Gencer Evi” için ayrılmış olan bölüm, bodrum katta, son derece ufak, basık bir mekan… Elden gelenin en iyisi yapılmış olmasına rağmen, her şey o kadar sıkıştırılmış ki, bir depodan hallice bir görünüm var. Tavan inanılmaz alçak. Sanki, bu büyük sanatçının piyanolarını, değerli kitaplarını, tablolarını, ev eşyalarını, giysilerini, kürklerini birileri, ya da daha açık söyleyeyim, İKSV başından atmak istemiş… Söyleyebileceğim tek olumlu nokta mekanın ve eşyaların temiz olması. Etrafta herhangi bir toz, kirlilik olmaması.

Fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, daha önce sergilenen Şişhane’deki mekan çok daha uygunken, şimdi böyle bir yer reva görülmüş. Ne kadar üzücü…Üstelik bu devir teslim yapılırken, bir de tören yapılmış… Bizim gördüğümüzü hiç mi bir yetkili veya sanatsever görüp, düşünmemiş? “Leyla Gencer Evinin” kendi adını taşıyan bir merkezde olması fikri çok güzel. Ancak, öncelikle, bu mekan son derece sapa ve zor bulunan bir yerde. Sonra, merkezde “Leyla Gencer Evi” için ayrılan mekan son derece yetersiz. İKSV en azından, bu eşyaları verirken, daha uygun bir mekan sağlanması konusunda ısrarcı olabilirdi. Tüm bunlara ilaveten, yine öğrendiğimize göre, merkezin ödenek alamama gibi bir problemi var. Güçlükle ayakta duruyor. Gelecekte ne olacağı belirsiz. Tüm bunları görüp, öğrendikten sonra yüreğime bir ağırlık çöktü… Devletimizin sanatçılarımıza karşı sergilediği vefasızlık ve ilgisizliklere alışkınız. Beni en çok yaralayan, bu vefasızlığın yıllardır saygı duyduğumuz ve desteklediğimiz İKSV’den gelmiş olması…Çok üzücü… Umarım, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Deniz Apartmanında “Leyla Gencer Evi”nden boşalan mekanları, orayı boşaltmaya değecek bir şekilde değerlendiriyordur…





Merkez’deki tüm görevliler; danışmadaki kişiler, bizi gezdiren genç hanım ve “Leyla Gencer Evi”nin kapılarını açmak için gelen görevliler, hepsi çok iyi niyetli ve kibarlardı. Gezmeye geldiğimiz, ilgi gösterdiğimiz için çok memnunlardı. Ama gönül isterdi ki, burası daha merkezi bir yerde olsun, tanıtımı yapılsın, tüm dünyadan sanatseverler gelsin, gezsin…

Ayrılırken beni umutlandıran tek şey, kısa bir süre önce İtalyan Konsolosluğundan görevlilerin buraya geldiklerini ve bu konuda bir projeleri olduğunu öğrenmemiz oldu. Bu büyük sanatçıya biz ülke olarak umduğu ve beklediği saygıyı gösteremedik, belki onu sevip, sayan İtalyanların katkısı ile anısı daha iyi yaşatılabilir…