Milano ile ilgili önceki yazılarımdan birinde, Ekim 2019’da neden Milano’ya gitmeyi seçtiğimizi daha sonra yazacağımı belirtmiştim. Doğal olarak, her gezinin bir çıkış noktası oluyor. Sanırım, bu herkes için böyle. Duyulan bir merak, özel bir ilgi ya da önceden gidip de, insanın unutamadığı bir özellik nedeniyle yeniden görme isteği. Önceki gidiş ya da gidişlerinizde görmeye fırsat bulamadığınız ama hala aklınızdan çıkmayan yerler. Hepsi olabilir.
Yolculuktan aylar önce, İtalya’da bu kez nereye
gideceğimiz konusunda araştırma yaparken, operaya gidebileceğimiz bir şehre
gitmenin çok güzel olacağını düşündüm. Ekim ayı İtalya’da opera için iyi bir
mevsim değil. Özellikle, yazın opera sahnelenen Roma, Verona
gibi kentlerde Ekim ayı bir ara verme dönemi oluyor. Bu gibi şehirlerde
sezon epeyce geç başlıyor. Ama La Scala’nın öyle olmayabileceğini
düşünerek, bir şansımı deneyeyim dedim ve programa baktım. Ne büyük sürpriz!
Bizim İtalya gezimiz için planladığımız günlere denk gelen bir tarihte
sahnelenecek bir opera vardı. Hem de bir Gala! Handel’in Giulio
Cesare inEgitto (Jül Sezar Mısır’da) adlı eseri. Üstelik, başrolde ünlü
mezzo-soprano Cecilia Bartoli ile… İnanması zor bir şans diye düşündüm.
Handel’in bu eserini bilmiyordum ama konçerto ve süitlerini çok severim. O
nedenle, eser konusunda tereddüt etmedim. Bartoli’yi de, kimilerinin yorucu ve
sıkıcı bulmasına karşın, çok severim. Kendisini bir kere İstanbul Festivali
sırasında Aya İrini’de izlemiştim. Albümleri de bana daima keyif
vermiştir.
Böylece, 2019 sonbaharında nereye gideceğimiz
belli oldu. Milano’ya gidecektik. Uçak ve otel rezervasyonundan önce, La Scala’ya
biletlerimizi aldık. En son 21 yıl önce, 1998 yılında, gittiğim bu operanın
birkaç mabedinden birine gidecek olmamız beni çok heyecanlandırdı.
Operayı sevmem çocukluk yıllarıma dayanır. Birkaç yıl önce yayınladığım La Diva Turca isimli yazımda (söz konusu yazıya erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz) opera sevgimin henüz çocukken Roma’da babamın götürdüğü operalar ile başladığını yazmıştım. Öyle ki, kışın Teatro dell’Opera di Roma ya da yazın Terme di Caracalla’daki açık hava temsillerine gitmediğimiz zamanlar, evdeki opera plaklarını libretto’larından takip ederek dinlerdim.
O zamanlar, kışın operaya gitmek öyle sıradan
bir olay değildi ve beni temsiller kadar, ortam da çok etkilerdi. Uzun olmasa
bile, daima çok şık gece giysileri içinde kadınlar ve smokin ya da koyu renk
takım elbiseleri içinde erkekler. En az onlar kadar kibar görevliler. Kristal
avizelerin altın rengi süslemelere yansıyan ışıltısı. Kibar selamlaşmalar,
terbiyeli kahkahalar. Yazları gittiğimiz Terme di Caracalla’da durum farklıydı.
M.S. 3. yüzyıldan kalma bu Roma hamamında sergilenen temsillerde, yazlık
sinemalar gibi olmasa da, doğal olarak daha rahat bir ortam olurdu.
1998 yılında, bir arkadaşımla La Scala’da Giacomo Puccini’nin Manon Lescaut operasını izlemiştim. Milano’ya iş için gitmiştik. O zamanlar henüz önceden internetten bilet almak gibi bir olanak olmadığı için, ancak Milano’ya gidince bilet olup olmadığını soruşturabildik. Tabii ki, tüm biletler aylar önce satılmıştı. Ama, kaldığımız Hotel dei Cavalieri bu gibi durumlar için belli ki önlemini almıştı. Bilgi almaya çalıştığımız resepsiyondaki görevli,
– Bayanlar, biliyorsunuz, La Scala’nın biletleri aylar önce satıldı. Ancak, arzu ederseniz, biz size bilet sağlayabiliriz , demişti.
Böylece, normal fiyatın iki katını vererek, o akşam Manon Lescaut’ya gitmeyi başarmıştık. La Scala’nın kapısından girer girmez çocukluğuma geri dönmüştüm. Jilet gibi ütülü üniforması içindeki kibar bir görevli bizi karşılamış ve,
– Güzel bayanlar, La Scala’ya şeref verdiniz,
diyerek, türlü iltifatlarla yerimize kadar götürmüştü. Hemen hemen her kadına benzer iltifatlar yapıldığını tahmin etsek de, doğrusu söyledikleri kulağımıza, tarzı gönlümüze çok hoş gelmişti…
Yerimiz gerçekten mükemmeldi. Hiç unutmuyorum, ilk kattaki,
sahnenin tam karşısında yer alan en iyi localardan birinde, öndeki iki sandalyeye
oturduk. Aşağıda parterre ve yukarda
localar şık insanlarla doluydu. Bir grup Japon erkek, smokinlerinin içinde
hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Turistik ya da iş gezisi, her ne sebeple
Milano’ya gelmişlerse, smokinlerini getirmeyi unutmamışlardı. Kısacası bana
göre ortam, opera sanatına yaraşır bir haldeydi. Tıpkı çocukluk anılarımda
olduğu gibi…
Sonraki yıllarda, Avrupa’ya gidişlerimde eğer denk gelen bir
opera temsili varsa hep gitmeye gayret ettim. Zaman içinde, giyim kuşam ve
opera izleme adabı açısından kalitesi düşen seyirci beni üzmeye başladı.
2013’te, Viyana Staatsoper’deki ortam beni eski güzel günlere götürse
de, hemen arkasından gittiğim Prag ve Berlin’de hayal
kırıklığına uğramıştım. Ama İtalya farklıydı. Bir süredir İtalya’da operaya
gitmiyor olsam da, buna yürekten inanıyordum. Kapıcısından, duvarcısına kadar
herkesin opera sevdiğini bildiğim İtalya’da, operanın anavatanında durum farklı
olmalıydı.
İşte bu düşünce ve duygularla, 18 Ekim 2019 akşamı için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Yaz ortasında La Scala’dan bir e-mail geldi. Üzülerek, Cecilia Bartoli’nin sahne alamayacağını bildiriyorlardı. Kleopatra rolünü Bartoli yerine, Avusturalya asıllı Amerikalı soprano Daniellede Niese oynayacakmış. Düş kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Danielle de Niese’i tanımıyordum. Ama, programda daha önce dikkatimi çekmemiş olan, Sezar rolündeki Bejun Mehta’yı biraz araştırınca, La Scala’da güzel bir akşam geçireceğimize dair inancım geri geldi. Babası ünlü şef Zubin Mehta’nın kuzeni olan Bejun Mehta günümüzde dünyanın en iyi birkaç kontrtenorlarından birisi sayılıyormuş. Aldığı birçok ödül ve Grammy, Laurence Olivier gibi ödüllere adaylıkları var. Benim kafamı kurcalayan konu, sadece onun bir kontrtenor olarak Sezar rolünü oynayacak olması oldu. Bilindiği üzere, tıpkı geçmişte kastrato’ların yapabildiği gibi, kontrtenorlar da kadın sesi çıkarabiliyorlar. Handel de, zamanında kastratolar için birçok eser bestelemiş. Ancak bunlar, o dönem kadın sesinin Papa tarafından yasaklanmış olması nedeniyle, genelde kadın rolleri için sahneye çıkıyorlarmış. (Kastratolar ve tarihte en ünlülerinden biri sayılan Farinelli hakkındaki SanatAşkına… başlıklı yazıma erişmek için linke tıklayabilirsiniz). Bu nedenle, Sezar gibi güçlü bir tarihi kişiliğin bir kontrtenor tarafından canlandırılması bana çelişkili geldi. Ancak, belirttiğim gibi, üzerinde fazla durmadım.
Milano’da kaldığımız otel, yürüyerek La Scala’ya en fazla beş dakikalık bir mesafede idi. Çok merkezi bir konumda olması nedeniyle de, günde en az bir iki kere önünden geçiyorduk. Temsil akşamının gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Bu arada, aralarla birlikte, 3 saat 43 dakika süreceği belirtilen temsil öncesinde bir şeyler yemek gerekecekti. Onun için de, La Scala’nın fuayesinde bulunan, Il Marchesino’da önceden yer ayırttık. 1998 yılında, arkadaşımla önceden değil, sonradan yemek yemeği tercih etmiştik ve temsilin sonunda yakınlardaki bir bara girmiştik. İçerisi oldukça karanlık ve çalan müzik, birkaç dakika önce bize keyif veren müzik ile alakası olmayan, yüksek perdeden bir günümüz müziği idi. Bizi kapıda karşılayan görevli, kıyafetlerimize bakarak,
– Sanırım siz La Scala’dan geliyorsunuz, demişti.
Öyle olduğunu söyleyince,
– O zaman, yan taraftaki restoran daha çok hoşunuza gidecektir,
diyerek, bizi başka bir işletmeye yönlendirmişti. Gerçekten
de gittiğimiz restoranın klasik tarzdaki dekorasyonu ve çalınan klasik müzik
ile, operada geçirdiğimiz büyülü saatlerin etkisi yemek boyunca devam etmişti…
Il Marchesino, kırmızı kadife ile kaplı koltuk ve
sandalyelerine karşın modern tarzda döşenmiş bir restoran. Doğrusu, La
Scala’nın çatısı altında daha farklı bir tarz bekliyordum. Tüm masalar, bizim
gibi temsile gelenlerle doluydu. Sanırım, benim moralim yavaş yavaş bu yemek
sırasında bozulmaya başladı. Bizim yaşımızda veya yaşları biraz daha fazla olan
çiftler, eski günlerde olduğu gibi, son derece özenli giyinmişlerdi. Hanımlar
gece elbiseleri, erkekler smokin ya da koyu renk takım elbiseleri ile mutlaka
kravatlı veya papyonlu. Öte yandan, gözüme çarpan o diğer korkunç kıyafetler de
neydi? Sokakta köpeğini gezdirmekten geliyormuş gibi giyinmiş kadınlar, kanvas,
hatta jean pantolon giymiş erkekler. Bu doğru olamazdı. Bu insanlar bizimle temsile
girecek olamazlardı. Sahnede bir kere görme fırsatı bulabildiğim ve zarafetine
hayran olduğum, 25 sene prima donna
olarak burada sahneye çıkmış olan Leyla Gencer’in La Scala’sı bu hale
gelmiş olamazdı. 1998 yılında, değil bu kadar döküntü kıyafetlerle, kravatsız
olarak gelenler kapıdan çevriliyordu.
Karışık duygular içinde yemeğimizi yedik. Servis hızlı,
yemekler lezzetli idi. İtalya’da her bölgenin, şehrin kendine has bir yemeği
vardır. Milano’nunki nedir derseniz, hiç şüphesiz, başta Risotto alla Milanese
(Milano usulü risotto) gelir. Avrupa’ya Araplar tarafından getirildiği
düşünülen pirinç, İtalya’da ilk olarak Sicilya’ya 13. yüzyılda gelmiş. Buradan
Napoli’ye, oradan da, Milano’lu Sforza ailesinin Napoli Krallığı ile olan bağı
nedeniyle, Lombardiya bölgesine gelmiş. Günümüzde, ülkenin en geniş pirinç
tarlaları burada bulunuyor. Tüm İtalya’da pirinçten yapılan risotto çeşitleri
ile Milano usulü olanı ayıran en önemli özellik ise, burada safranın en önemli
malzeme olması. Böylelikle, Milano usulü risotto’nun hoş, sarı bir rengi
oluyor. Il Marchesino’da yediğimizin ilave özelliği ise, üstündeki eritilmiş
altındı. Altının yemeklerde kullanıldığını biliyordum ama, daha önce hiç yememiştim.
Doğrusu, çok lezzetli idi. Bir kadeh güzel şarap eşliğinde, güzel bir yemek
oldu.
Derken, temsil vakti geldi… Hesabı ödeyip, kalktık.
Kapıda düzeni sağlamaya çalışan bir iki görevli dışında
etrafta personel görünmüyor. Nerede o yıllar önce iltifatlarla bizi karşılayıp
locamıza götüren kibar görevliler? Bir itiş kakış. Sırtında koca sırt çantası
ile gelenler. La Scala’ya yakıştıramadığım kılık kıyafette insanlar. Evet,
artık iyice ikna oldum. Operanın bu son kalelerinden biri de seyircisindeki
sakilliğe ve kılıksızlığa yenik düşmüş. Belli ki para kazanma kaygısı ile,
artık kapıdan kimseyi kıyafetinden ötürü geri çevirmiyorlar. Kimi seyirciler
de, bir opera akşamı için giyimlerine en ufak özeni göstermeyi düşünmüyorlar.
Dünya nasıl bu kadar sakil, zevksiz ve banal bir hal aldı? Biliyorum, imkanı
kısıtlı olmayanlar gitmesin mi denilebilir. Ama, en azından temiz ve düzgün
ütülü giyinmek mümkün diye düşünüyorum. Benim düşünceme göre, La Scala’ya
gitmek artık bazı insanlar için, Milano’ya gitmişken şöyle bir Duomo’yu gezmek
gibi bir şey haline gelmiş. Milano’ya gidince, yapılacaklar listesindeki
maddelerden biri olmuş. La Scala yönetimi de artık bundan rahatsız olmamaya
karar vermiş. Yeter ki gelir olsun. Onlar da kendi açılarından haklı olabilir.
Azalan eski opera severler nedeniyle ayakta kalmaya çalışıyorlar belki de.
Kalabalığın içinde zar zor yerimizi bulduk. İkinci kattaki
12 numaralı locanın en öndeki iki sandalyesine oturduk. Bir süre sonra,
nasılsa, bir görevli Uzakdoğulu bir çifti de bizim locaya getirdi. Bu sayede,
görevlinin anahtarla açtığı 12 numaralı locanın vestiyerine pelerinimi
asabildim. Artık, temsil başlayana kadar biraz etrafı inceleyebilirdim.
Söylememe gerek yok, La Scala’nın içi çok güzeldir. Tam adı Teatro alla Scala olan opera binasının yapımına, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın himayelerinde, 1776 yılında başlanmış. O zamana kadar opera binası olarak Teatro Ducale kullanılıyormuş. Ducale o yıl yanınca, yeni bir opera binasının yapımı için hemen harekete geçilmiş. İnşaat, eski binadaki loca sahiplerinden toplanan paralarla finanse edilmiş. Mimarı Giuseppe Piermarini olan La Scala’nın adı, burada daha önce bulunan ve opera binası için yıkılan, 1381 yılında yapılmış, Santa Maria della Scala kilisesinden geliyor. Zamanında bu kilise, Dük Bernabo Visconti’nin eşi için yapılmış. 1778 yılında tamamlanan opera binasında ilk temsil, Antonio Salieri’nin L’Europa riconosciuta isimli eseri olmuş. Bundan sonra La Scala, İtalyan operasının ünlü bestecileri Rossini (1792-1868), Gaetano Donizetti (1797-1848), Verdi (1813-1901) ve Bellini’nin (1801-1835) eserlerinin sergilendiği başlıca mekanlardan biri olmuş. Ünlü şef Arturo Toscanini’nin (1867-1957) yönetime gelmesinden sonra, o zamana kadar İtalyan opera severlerin az tanıdığı, Richard Wagner’in de eserleri sahnelenmeye başlanmış. Renata Tebaldi, MariaCallas, Leyla Gencer gibi operanın Diva’ları, Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev gibi balenin unutulmazları burada sahneye çıkmışlar.
La Scala, Milano’nun 1943 yılındaki bombalanması sırasında
yerle bir olmuş ve üç yıl sonra yeniden inşa edilmiş. En son 2002 yılında
tekrar restorasyona girmiş ve 2004 yılında perdelerini yeniden açmış. Ancak,
belki yakınlarda yeniden bir elden geçmesi gerekebilir. Örneğin, bizim locanın
duvarında kocaman bir göçük vardı. Bunu kimin nasıl yaptığını bilemiyorum ama,
düşmüş olduğuna kanat getirdiğim izleyici kalitesinden dolayı pek şaşırdığımı
da söyleyemeyeceğim.
Nihayet, temsil saati geldi ve perde açıldı… Bundan sonrası,
benim için önce bir şok, sonra hayretle karışık derin bir hayal kırıklığı ve
yürek daralması ile geçti diyebilirim. Karşılaşacağımız durum ile ilgili daha
önce en ufak bir ipucu fark etmemiştik. Belki, operayı sahneye koyan Robert
Carsen’ı ve dekor ve kostümleri tasarlayan Gideon Davey’i bilenler,
hatta sevenler, koşa koşa gelmiş olabilirler. Araştırdığım kadarı ile son
yıllarda dünyanın belli başlı operaları ile çalışmış olan bu ikiliyi şahsen
ben, kara listeme almış bulunuyorum. Bundan böyle, bu ikilinin yer aldığı
hiçbir projeyi görme arzum yok. Bana göre bir maskaralık olan bu denemeler,
aynı zamanda opera sanatına bir hakaret. Değişen zamandı, zevklerdi, gençleri
operaya çekme çabasıydı… Kim ne derse desin, ben askeri kamuflaj kıyafetleri
içinde bir Sezar ve Romalı askerler izlemenin zevkini anlayabilmiş değilim.
Sanatta çağa uygun, yeni şeyler elbette denenir. Denenmelidir de. Ama, bu
Handel ya da diğer klasik bestecilerin eserleri katledilerek yapılmamalı. Çok
isteniyorsa, çağdaş besteciler yeni besteler yapabilirler. Hatta benim önerim,
atonal denen o zevksiz formda yapmaları en iyisi olur…
Evet, perde açıldı ve salonda bir dalgalanma oldu. İlk anda
kamuflaj kıyafetlerinin yarattığı şoku, giderek dozu artan başka şoklar izledi.
Sahneye çıkarılan bir askeri cip ve daha sonraki perdelerde, muhtemelen
sponsorluk alınarak, çıkarılan bir Mercedes araba. (Aklıma, çocukluğumda Terme
di Caracalla’da izlediğim Aida operasında sahneye dört nala çıkan dört atlı zafer
arabası, filler ve develer geldi.) Tayyör giymiş Kleopatra, üzerinde kocaman FENDI yazan torbalarla
Romalıların Mısırlılara hediyeler sunması (büyük olasılıkla bir sponsorluk
daha), petrol boru hatları ve en sonunda i-phone ile hep beraber çekilen
selfie… Hepsi, korkunç bir kabus gibi üstümüze çöktü. Bu saçmalığı bir şekilde
protesto etmek, kabullenmediğimizi belli etmek
gerektiğini düşündüm. İlk aklıma gelen, alkışlamamak oldu. Sanırım, pek
çok kişi benim yaşadığım çelişkiyi yaşadı. Önemli aryaların sonrasında ve perde
aralarında alkışlar başlarda çok cılız oldu. Sonra, bunun da sanatçılara bir
haksızlık olacağını düşündüm. Çünkü, onların icraatlarında herhangi bir falso
yoktu. Bu duygular içinde geceyi tamamladık.
Daha önce Türkiye’de de, modern bir anlayışla sahne tasarımı
ve kostümleri yapılmış klasik opera ve baleler görmüştüm. Doğal olarak, hiç
hoşlanmamış, hatta kızmıştım. Bir ihtimal, kaynak sıkıntısına bağlamıştım. O
tür nedenler de etkili olabilir ama, sanki bizde de yurtdışındaki gibi bir “çağdaşlaşma” çabası bu. Bir tür,
“onlar yapıyor, biz de
yapalım” hali.
Belli ki, artık opera sanatı için bir çağ kapanıyor. Seyircisi, kurumları ve hatta icracıları için durum bu. Geçmişin hiçbir Diva’sının bu tür saçmalıklara tahammül edeceğini düşünmüyorum. Ne Leyla Gencer’in ne Maria Callas’ın böyle bir rejiyi kabul edeceğini zannetmiyorum. Cecilia Bartoli’nin de bu tür bir projede yer almak isteyeceğinden emin değilim. Eğer vaz geçme nedeni buyduysa, hiç şaşırmam.
Aslında, fazla söze gerek yok. Her şey La Scala’nın, 2008
yılında Leyla Gencer’in ölümü üzerine yayınladığı mesajda çok güzel bir şekilde
ifade edilmiş…
“Leyla Gencer ile birlikte, yalnızca onun tiyatrosu ve ikinci evi olan La Scala değil, operanın kendisi de geri gelmez ihtişamlı yıllara veda ediyor.”
Ekim ayında İtalya’ya gidiyorsanız, dikkatli olmasınız. Özellikle yolculuk, İtalya’nın güneyine ise. Türkiye’nin güney sahillerinde Ekim ayında rahatlıkla denize girildiği için insan, İtalya’da da durumun aynı olduğunu düşünebilir. Oysa, işin doğrusu hiç de öyle değil. 2016 yılında bunu bizzat yaşadık. Coğrafi olarak çizmenin topuk kısmına denk gelen Puglia’da, Ekim ortasında bırakın denize girmeyi, sere serpe gezmek için bile hava oldukça serindi. Sahildeki tüm yerleşim yerleri boşalmış, plajlar kapanmıştı. Bunu haritaya bakınca da anlamak mümkün. Her iki ülkeyi gösteren bir haritaya bakarsanız, güney İtalya’nın bizim Akdeniz sahillerimizden epeyce kuzeyde olduğunu görebilirsiniz. O geziden sonra, her yıl Ekim ayında yaptığımız İtalya gezilerinde hep tedbirli olduk. Hele kuzeye doğru çıktıkça, o mevsimde havanın epeyce serin olabileceğini biliyorduk artık.
Milano’ya indiğimiz gün hava oldukça kapalı ve yağışlıydı.
Sonraki iki gün daha şanslıydık. Güneş açtı. Arada hava kapasa da, en azından
yağış yoktu. Son günümüzde, Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek için, Pinacoteca
Ambrosiana’ya gittiğimizde, yine kapalı, yağışlı ve epeyce kasvetli bir
hava vardı. Daha önce belirttiğim gibi, Milano meraklısı için sayısız gizli
hazine barındıran bir şehir. Biz de, günlük programımızı hava durumuna uydurarak,
dolu dolu bir dört gün geçirdik.
Milano, sadece bir finans, endüstri ve moda şehri değil
demiştim. Burası aynı zamanda, zengin bir sanatsal ve kültürel geçmişi olan bir
şehir. İlk bakışta öyle görünmese de, tarihi çok eskilere giden, coğrafi konumu
nedeniyle birçok milletin gelip geçtiği ve izler bıraktığı bir yerleşim yeri.
Milano hem Napolyon’un 1805 yılında Duomo’da taç giydiği şehir hem de,
güçlü sendikalara ve sosyalist harekete rağmen,
Mussolini faşizminin 1919’da doğduğu ve onun 26 Nisan 1945
yılında Piazzale Loreto’da asılmasıyla son bulduğu yer.
Milano’nun da içinde bulunduğu bölgede (Lombardiya), M.Ö.
3000-2000 yılları arasında Liguryalılar yaşamış. Daha sonra
buralara Hint-Avrupa halkları yerleşmiş. Göller bölgesinde yapılan
arkeolojik kazılardan, M.Ö. 9. ve 6. yüzyıllar arasında buralarda Keltlerin,
5. yüzyılda ise Etrüsklerin yaşadıkları anlaşılmış. Şehir, 4. yüzyılın
başlarında Galyalı kabileler tarafından kurulmuş.
M.Ö. 222 yılında Milano, Po vadisi ve bölgenin o zamanki
diğer şehirleri ile birlikte, Romalıların eline geçmiş. Çok geçmeden, önemli
bir ticaret merkezi haline gelmiş ve zamanla imparatorluğun içinde politik ve
yönetimsel bir bağımsızlık kazanmış. M.S. 286 yılında, Roma İmparatorluğu Batı
ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, Batı Roma İmparatorluğunun başşehri olmuş.
İmparator
Maximianus burada oturmaya başlamış. Böylelikle şehir, batıda Roma’dan
sonra en önemli şehir haline gelmiş. İmparator Konstantin 313 yılında,
Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiğini Milano Fermanı ile ilan
edince, şehir aynı zamanda önemli bir dini merkez haline de gelmiş.
Günümüzde, Milano’da Romalıların izleri o kadar az ki, insan
buranın bir zamanlar imparatorluğun önemli bir şehri olduğuna inanamıyor.
Örneğin, bir zamanlar kuzey- güney yönünde 470 metre uzunluğunda ve 80 metre
eninde olduğu belirtilen hipodromdan geriye kalanlar yok denecek kadar az. Bu
kalıntıları görmek için Via Circo’yu (Circo Sokağı) arayıp
bulduk. Kalıntılar, İstanbul’daki Hipodromdan geriye kalanlardan bile
azdı. Yapının önemli bölümü, çevresindeki
modern binaların içinde kalmış. Küçük bir kısmı görülen duvar, binanın
temelinin ufak bir bölümü. Romalıların Mediolanum (Milano) Circo’su
(Hipodromu), 3. yüzyılın sonlarında, İmparator Maximianus’un isteği üzerine
yapılmış. Aynı dönemde, şehir duvarları büyütülmüş ve İstanbul’da olduğu gibi,
içinden hipodroma doğrudan geçiş olan, bir İmparatorluk Sarayı yapılmış. Orta
Çağ boyunca yavaş yavaş yok olmaya başlayan yapı, daha sonra tamamen ortadan
kalkmış. Bulunduğu sokağın adının çağlar boyunca Via Circo olarak kalması, 1930’larda
bir ipucu olarak değerlendirilmiş ve yapılan kazı ile günümüzde görülen
kalıntılar ortaya çıkarılmış.
İki gün sonra, Pinacoteca Ambrosiana’dan dönerken,
yolumuz yine Via Circo’ya düştü. Yağışlı ve kapalı havada, sokak boyunca bu kez
daha uzun yürüdük. Belli noktalarda kavis yaparak dönen sokağın şekli, büyük
olasılıkla, zaman içinde eski hipodromun yapısına göre şekillenmişti. Sokağın
bir yerinde, hem dinlenmek hem de bir şeyler yemek için, kafe tarzı bir yere
girdik. Günlerden Cumartesi, hava iç karartıcı idi. İçerisi, son derece sade,
basit ama belli bir tarzı olan eşyalarla döşenmişti. Duvarlarda, canlı
renklerde ilginç afişler vardı. Burası, tam bir mahalle mekanı idi. Zaman zaman
mahalleliler içeri giriyor, sahibi ile üç beş laflarken, bir kadeh bir şey içip
kalkıyordu. Kafenin sahibi, kravatı ve yeleği ile, tertemiz giyimli, kibar bir
adamdı. Lezzetli birer tost yerken ve kahve içerken, tüm bu insanların böylesi
iç karartıcı bir günde bile ne kadar yaşam dolu, neşeli ve birbirlerine karşı
nazik olduklarını gözlemledim.
Ambrosiana Sanat Galerisinden bir önceki yazımda, burada bulunan Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unu anlatırken, söz etmiştim. Galerinin kütüphanesi, Bibliotheca Amrosiana’nın yanında bulunan, 1030 yılında yapılmış San Sepolcro Kilisesi, şehrin Roma dönemindeki Forum alanı üzerine yapılmış. Kilisenin kriptinin zemini bu Forum’dan kalan orijinal taşlardan meydana geliyor. Kilise, 1928 yılından itibaren Ambrosiana Kütüphanesi’nin mülkiyetine geçmiş. Ancak, orayı gezmek için ayrı bir biletiniz olması gerekiyor. Via S. Vittore al Teatro 14 adresindeki Ticaret Odası’nın altında bulunan ve randevu ile gezilebilen, M.S. 1. yüzyıldan kalma tiyatro kalıntıları ve Arkeoloji Müzesi’nin içindeki M.S. 1.-3. yüzyıllardan kalma ev kalıntıları, şehirdeki diğer az sayıda Roma dönemi eserleri arasında bulunuyor.
Bu oldukça gizli saklı kalmış Roma dönemi eserlerinin
yanında, şehrin içinde o döneme ait en göz önünde olan kalıntılar, San
Lorenzo alle Colonne kilisesinin önündeki 16 adet sütun. M.S. 2. ve 3.
yüzyıl arasına tarihlenen bu sütunlar, şimdi bulundukları yere 4. yüzyılda,
kilise yapıldığı zaman, yerleştirilmişler. Kilisenin kendisi, Milano’nun en
eski kiliselerinden biri. Daha önce burada bulunan bir Roma tapınağının üzerine
yapılmış. Kilisenin, Romalıların Hristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk
kiliselerden olduğu düşünülüyor. Yuvarlak formdaki yapının inşaatında tapınağın,
yakınlardaki Romalılardan kalma yapıların ve amfi-tiyatronun taşları bol
miktarda kullanılmış. San Lorenzo alle Colonne, geçirdiği sayısız yangından
sonra, 11. ile 12. yüzyıllarda ve 1573 yılında, belirtilmeyen bir sebepten
ötürü kubbesi yıkılınca, birkaç kez yeniden inşa edilmiş.
Kilisenin önündeki meydanda İmparator Konstantin’in
bronz bir heykeli var. Bu bir kopya. Heykelin aslı, Roma’daki San
Giovanni in Laterano kilisesinde. Roma İmparatoru I. Konstantin, Hristiyanlığı kabul ederek devletin resmi dini
ilan etmesi nedeniyle, Batılı Hristiyanlar için çok önemli.
Milano’nun erken Hristiyanlık dönemi kiliselerinden bir
diğeri, ünlü Sant’Ambrogio (Aziz Ambros) Kilisesi. Buranın önemli
olmasının ve en az Duomo kadar çok gezeni olmasının birkaç nedeni var. Öncelikle,
Milano’nun koruyucu Azizi Sant’Ambrogio tarafından yaptırılmış olması ve
Ambrogio’nun da burada gömülü olması. Biliyorsunuz, İtalya’da her şehrin bir
koruyucu azizi vardır. Bazılarında birden fazladır. Milano’da yaşamış olan
Piskopos Ambrogio da, sapkın kabul edilen Aryan inanca karşı verdiği mücadele
nedeniyle, daha sonra Azizlik mertebesine yükseltilmiş.
Ambrogio’nun 339 ya da 340 yıllarında doğduğu tahmin
ediliyor. Kendisi, babası gibi, Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yönetici olmak
üzere yetiştirilmiş. 370 yılında, Milano ve çevresindeki bölgeye vali olarak
atanmış. Bu dönemde, çıkan dini bir kriz nedeniyle, başta kendisi istemese de, 374
yılında, oy birliği ile Piskopos seçilmiş. Dönemin diğer Piskoposları gibi, hem
asker hem din adamı kimliğini birlikte yürütmüş. En büyük mücadelesi Aryan
inanca karşı olmuş. 4. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan ve 325 yılında toplanan İznik
Konsili tarafından aforoz edilen rahip Arius’un takipçileri olan
Aryanlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ve İsa’nın tanrısal olduğunu
reddetmekteydiler.
Sant’Ambrogio Kilisesi, 379-386 yılları arasında yapılmış.
Kilisenin bulunduğu alan daha önce, pagan Romalılar tarafından öldürülen ilk
Hristiyanların mezarlığı imiş. Yapı, sonraki yüzyıllarda Benediktin rahipleri
tarafından genişletilmiş. Çeşitli ilaveler yapılmaya devam edilmiş. 1196
yılında kubbesi yıkılınca, tekrar yapılmış. 1492 yılında Sforza ailesi, dönemin
ünlü sanatçısı ve mimarı Bramante’ye manastır ve yemekhane bölümünü
yeniden inşa ettirmişler. Maalesef, Sant’Ambrogio Kilisesi de Milano’nun 1943
yılında maruz kaldığı yoğun bombardımandan ağır hasar alan yapılardan birisi
olmuş.
Kapalı bir havada ve yağmur altında avluya adım atınca
oldukça etkilendim. Puslu havada, revaklı avlu, tam karşıdaki kilise ve çan
kulesi çok gizemli görünüyordu. Aklıma, bu tip yerlere her gittiğimde olduğu
gibi, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabı geldi… Kilise
birkaç kere yeniden inşa edilmiş olsa da, 4. yüzyıldan kalan izler az değil.
Avlunun duvarlarında, eski mezarlığa ait mezar taşları, yazıtlar ve freskler
var. 11. yüzyıldan kalma sütun başlıklarında ilginç kabartmalar göze çarpıyor.
Bunların bir kısmında İncil’den sahneler, bir kısmında fantastik hayvanlar,
ejderhalar var.
Kapısından içeri girince, erken dönem kiliselerinin çoğunun
sahip olduğu sade bir görkemle karşılaşıyor insan. Buna bir de, Ave
Maria’yı söyleyen etkileyici bir soprano sesi eklenince, her şeyden
önce, sıralardan birine oturup, hem kendimi müziğin keyfine bırakmak hem de
etrafımı doya doya incelemek istedim. Sanıyorum o gün özel bir hazırlık vardı.
Bazı görevliler altarın etrafına
özenle çiçek sepetleri yerleştiriyorlardı. Sağ tarafta, bir oda orkestrası ve
bir soprano prova yapıyorlardı. Schubert’in bestesini tekrar tekrar
seslendirdiler. Ben her seferinde keyifle dinlesem de, belli ki onların memnun
olmadıkları noktalar vardı. Hep beraber, yapabileceklerinin en iyisini
yaptıklarına ikna olana kadar çalışacaklardı.
Sant’Ambrogio’nun apsisinde
4.ile 8. yüzyıllar arasında yapılmış bir mozaik var. Tahta oturmuş İsa ve Aziz
Ambrogio’nun hayatından sahnelerin canlandırıldığı mozaiğin bir bölümü, İkinci
Dünya Savaşı sırasındaki bombalarda tahrip olmuş. Bu kısımlar yeniden yapılmış.
Apsisin önündeki Altın Altar, 9. yüzyılda yapılmış. Değerli taşlarla da bezenmiş
altarın ön tarafında İsa’nın, arka tarafında Aziz Ambrogio’nun hayatından
sahneler bulunuyor. Venedik’teki San Marco Bazilikasının Altın Altar’ından
400 yıl kadar önce yapılmış. Sant’Ambrogio’nunkini görmek için Venedik’te
olduğu gibi ayrıca bir ücret ödemeniz gerekmiyor ama, buradakini de ancak
uzaktan görebiliyorsunuz. Altın Altar’ın üstünü örten (ciborium veya baldachin
ismi verilen) sayvan, 10. yüzyılda yapılmış ama, kullanılan dört sütun Roma
döneminden kalma.
Kilisenin Aziz Ambrogio döneminden kalma en nadide parçası,
altarın sol tarafındaki StilichoLahiti. 385 yılında
yapılmış lahitin üzerindeki kabartmaların Piskopos Ambrogio tarafından bizzat
önerildiği söyleniyor. Farklı kaynaklar lahitte yatan kişi konusunda farklı
bilgiler veriyor. Ancak, kesin olarak belirtilen, lahitte yatan kişinin, Roma
İmparatoru Honorius’un bir generali olan Stilicho olmadığı. Bu ismin lahite,
18. yüzyılda yanlışlıkla verildiği düşünülüyor.
Milano, 402 yılında başkent olma niteliğini kaybediyor. 452
yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından talan ediliyor ve
şehir, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda düşüşe geçiyor. Germanik kabilelerin ve
özellikle, Gotların Bizanslıları yenmesi sonucu, Gotların istilasına uğruyor.
Şehir nerdeyse tamamen yakılıp, yıkılıyor. 569 yılında Lombardiyalıların, eline
geçiyor ve 774 yılında Frenklerin bütün Kuzey İtalya’yı
istilalarına kadar onların yönetiminde kalıyor. Bundan sonra şehir oldukça
karışık dönemler geçiriyor. Bir ara Milano yine piskopos generaller tarafından
yönetiliyor. Daha sonra, şehrin ileri gelen aileleri arasında şiddetli bir güç mücadelesi
başlıyor.
1277 yılında Visconti ailesinin yönetimi ele
geçirmesi ile Milano’da yeni bir dönem başlıyor. Visconti’ler bir yandan
dönemin en iyi sanatçı ve mimarlarını şehre davet ederek Milano’yu saraylar ve
yeni binalar ile donatırken, yayılmacı bir politika ile, bir süre sonra tüm
Kuzey İtalya’yı kontrolleri altına alıyorlar. Hatta, Toskana’nın bir bölümü de
onların etki alanına giriyor. Visconti
ailesinin döneminde, Castello’nun ve Duomo’nun yapımlarına da
başlanıyor.
Visconti ailesinin bir erkek varisleri olmaması nedeniyle, 1447 yılında hanedanlıkları sona eriyor. Ancak, evlilik yoluyla yönetim ünlü Sforza ailesine geçiyor. Sforza’lar, yayılmacı bir politika yerine, Milano’yu ihya etmeyi tercih ediyorlar. Sforza ailesi yönetiminde geçen 50 yıl boyunca Milano, tarihindeki en zengin ve görkemli dönemini yaşıyor. Özellikle, Il Moro olarak tanınan Ludovico Sforza, 1480 yılından itibaren, Leonardo da Vinci ve Bramante gibi sanatçıları himayesine alarak, sanat ve mimarlık tarihine eşsiz eserler kazandırıyor. Leonardo da Vinci’nin Milano’da bıraktığı izler konusunda daha ayrıntılı bilgi için, linklere tıklayarak Milano (1) ve Milan (2) yazılarımı okuyabilirsiniz. Burada sadece bir parantez açıp, Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları ne kadar etkilediğini açıkça görebileceğiniz bir kiliseden söz etmek istiyorum.
İtalya’da, ünlü olanların dışında, dışardan görünümleri çok
da etkileyici olmayan birçok kilisenin önünden geçersiniz. Zaten adım başı
kilise var diye düşünebilirsiniz. Ben de bir kilisenin önünden geçerken aynı
şeyi düşünmüştüm. Leonardo’nun evini ve üzüm bağını görmeye gidiyorduk.
Tesadüfe bakın ki, daha sonra Santa Maria delle Grazie kilisesine,
Leonardo’nun Son Akşam Yemeği isimli duvar resmini görmeye giderken rehber,
programda olmadığı halde, bizi bu kiliseye soktu. Amacı, Leonardo’nun
kendisinden sonra gelen sanatçıların üzerindeki etkisini göstermekti. İçeri
girer girmez neye uğradığımı şaşırdım diyebilirim. Çünkü, hiç beklemediğim bir
görüntü ile karşılaştım.
Dışardan sıradan görünen San Maurizio Kilisesi’nin içi girer girmez insanı çarpıyor. Kilisenin
her yeri, capcanlı renklerle yapılmış fresklerle kaplı. Sahneler, doğal olarak
İsa’nın yaşamı ve Hristiyanlıkla ilgili. 1518 yılında, yani Leonardo Fransa’da
ölmeden bir sene önce takdis edilerek açılan Aziz Maurizio Kilisesi, aslında
zamanında Milano’nun kadınlar için en önemli Benediktin manastırı olan Maggiore
Manastırının bir parçası. O nedenle, tam adı Chiesa di San Maurizio al
Monastero Maggiore. Manastır kısmında günümüzde Milano Arkeoloji Müzesi
bulunuyor.
1503 yılında yapımına başlanan kilise, 15 senede bitirilmiş. Kilisenin içindeki fresklerin çoğu Bernardino Luini ve oğulları tarafından, 1530’lu yıllarda yapılmış. Başka Lombardiyalı sanatçıların da eserleri var. Kilise, ikiye bölünmüş olarak inşa edilmiş. Altarın arka tarafında, tam tavana kadar çıkmayan yüksek bir duvar var. Ön taraf normal kilise. Duvarın arkasında ise, büyük bir salon var. Rahibelerin ön taraftaki halka açık ayine katılmaları yasak olduğu için, onlar rahibin yönettiği ayini duvarın arkasından dinliyorlarmış. 1794 yılına kadar, rahibelerin bu duvarın önüne geçmeleri kesin olarak yasakmış. Bu nedenle rahibeler, ayin sonunda papazın inananlara dağıttığı kutsal ekmeği de, duvardaki kapaklı küçük bir delikten alıyorlarmış. Asırlar önce olsa da, hemcinslerinin gördüğü bu ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insanın içini yakıyor.
Yukarda belirttiğim gibi, Milano’nun görkemli kalesini ilk
olarak Visconti ailesi yaptırıyor. 1360-1370 yıllarında inşa edilen kale, ilk
başta tamamen askeri amaçlar için düşünülüyor. O dönemde Porta Giovia Kalesi adı veriliyor. Şehrin ortasında, yüksek
kuleleri ve askeri talim alanına benzeyen birinci avlusu ile kalenin verdiği
izlenim halen de bir askeri garnizon havasında. Oysa, burası daha sonra, ikinci
Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza zamanında, bir Dukalık Sarayına
çevriliyor. Kaleye yaptırılan ilave binalar ve salonlar, aralarında Leonardo da
Vinci’nin de olduğu, zamanın en iyi sanatçılarına süslettiriliyor. (Daha fazla
bilgi için Milano (2) yazıma bakınız) kalenin ismi de bu dönemde değiştiriliyor
ve Castello
Sforzesco adını alıyor.
Sforzesco Kalesi’nde günümüzde 6-7 tane müze var. Birinci
avluyu, el yazma kitapların ve bir zamanlar hazine dairesine girişin bulunduğu
salonu ücretsiz gezebilirsiniz. Ne kadar zamanınız olduğuna ve ilgi alanınıza
bağlı olarak, diğer müzelerden bir seçki yapabilirsiniz. Michelangelo’nun Pieta
Rondanini adı verilen son heykel çalışmasını ve Antik Sanatlar
Müzesi’nin sekiz numaralı salonu olan, Leonardo da Vinci’nin boyadığı, Sala
delle Asse’yi görmenizi öneririm.
Sanırım, Milano’ya gelip de Duomo’yu gezmeyen ya da en
azından önündeki meydandan geçmeyen yoktur. Milano’ya gittiğinizin en büyük
kanıtı, arkanıza Duomo’yu alıp çektireceğiniz bir fotoğraftır. Selfie
demiyorum çünkü Duomo’yu layıkıyla bir selfie’ye sığdırmak gerçekten zor. Burası,
45 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden birisi.
Kapladığı alan 11.700 metrekare. Kapasitesi 40.000 kişi. Hem devasa bir
büyüklükte hem de bir biblo görünümünde. Katedralin bulunduğu alanda daha önce,
Santa
Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San
Giovanni alle Fonti vaftizhanesi bulunuyormuş.
Doumo’yu gezmek için önceden internetten aldığımız bilet,
katedrale girişi, çatıdaki terası ve katedralin müzesini kapsıyordu. Bilet 72
saat geçerliydi. Bu, bizim için büyük bir şans oldu. Katedrali ve müzeyi kapalı
ve yağışlı havada gezmenin hiçbir sakıncası yok. Ama, terasa güneşli bir havada
çıkmak gerek. Hem Milano’yu yukardan seyredebilmek hem de çatıdaki sayısız
heykelin yarattığı o büyülü havayı hakkıyla soluyabilmek için. Duomo’yu
gezdiğimiz gün yağmurlu bir gündü. Terasa iki gün sonra, güneş açtığı zaman
çıktık. İyi ki de öyle yapmışız. Terasın bir bölümü, sürdürülen restorasyon
nedeniyle kapalıydı ama, ona rağmen, çıktığımıza değdi. Pırıl pırıl bir güneşin
altında, sayısız heykelin arasında, nereye bakacağımızı şaşırarak dolaştık. Aşağıdan
görülmesi imkansız detaylara bu kadar önem verilmesi inanılır gibi değildi.
Doumo’nun yapımına 1386 yılında, zamanın Milano Dükü, Gian Galeazzo Visconti’nin
isteği üzerine başlanmış. Dük, gücünün simgesi olmasını istediği katedralin
yapımı için Almanya, Fransa ve Lombardiya’nın her köşesinden sanatçılar ve
mimarlar çağırmış. O sıralar, mimari olarak Gotik katedrallerin en gözde olduğu
dönem olması, Duomo’nun mimarisine de yansımış. 1390 yılında, katedralin yapımı
için kaynak sağlamak amacıyla, büyük bir jübile yapılmış ve halktan bağış
toplanmış. Bağış yapamayanlardan işgücü olarak katkıda bulunmaları istenmiş.
Katedralin yapımında kullanılan pembemsi mermerler, Alplerin eteklerindeki Ossolo vadisinin bir parçası olan Candoglia’dan getirilmiş. Taşıma için, bir önceki yazımda sözünü ettiğim kanallar (Navigli) kullanılmış ve Dükün özel emri ile, mermerler vergiden muaf tutulmuş. Duomo 1418 yılında takdis edilerek açılmış olsa da, aslında yapımı 500 yıldan fazla sürmüş. 26 Mayıs 1805’te Napolyon, Fransa İmparatoru olmasının yanında, İtalya Kralı olarak taç giymeden hemen önce, Duomo’nun ön cephesini tamamlamak için çalışmalar hızlandırılmış ama, katedral yine de tam olarak bitmemiş. Yapının tamamlanması, 1965 yılını bulmuş. 20. yüzyıl boyunca yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, günümüzde Duomo’nun altında bulunan Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesinin kalıntıları ortaya çıkarılmış. Katedrali gezdiğiniz zaman, 2012 yılında halka açılan bu bölümü de görmeniz mümkün.
İçerde öncelikle, vitraylar çok güzel. İçlerinde en eski
olanı (sağ tarafta beşinci), 1470-1475 yılları arasına tarihleniyor. En yenisi
ise, 1988 yılında yapılmış. Diğerleri 19. yüzyıldan kalma. Ağırlıklı olarak,
İncil’den sahneler var. Vitrayların dışında, bir de dev boyutlarda tablolar
var. Bir başka dikkat çekici eser, 1562 yılında İtalyan heykeltıraş Marco
d’Agrate (1504-1574) tarafından yapılmış olan Aziz Bartalomeo heykeli.
İsa’nın 12 Havarilerinden biri olan Aziz Bartalomeo, Hristiyanlığı yaymaya
çalıştığı için yakalanmış. Başı kesilerek öldürülmeden önce, canlı canlı derisi
yüzülmüş. Heykel onun derisi yüzülmüş halini canlandırıyor.
Katedral olur da, kutsal bir emanet olmadan olur mu? Tabii ki, Duomo’da da var. Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz. Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir çivinin saklandığı söyleniyor. 1461 yılından beri Duomo’da olduğu ve önceleri, Duomo’ya yer açmak için yıkılan, Orta Çağ kilisesi Santa Maria Maggiore’de saklandığı belirtiliyor. Rivayete göre, İmparator Konstantin’in annesi Aziz Helena tarafından bulunup oğluna verilmiş. Çivi daha sonra, Milano’nun koruyucu Azizi, Sant’Ambrogio’ya bağışlanmış. Belirtildiğine göre, her yıl 14 Eylül günü Milano Piskoposu, Nivola adı verilen, bulut şeklinde özel bir asansörle yukarı çıkarak büyük bir haçın ortasına yerleştirilmiş çiviyi, haçla beraber aşağı indirerek halka gösteriyormuş.
Duomo’ya girmeden veya çıktıktan sonra, beş bronz kapıyı da
incelemenizi öneririm. Kapılar, çok eski görünmelerine karşın aslında nispeten
yeniler. İçlerinde en eski olan ana kapı, Ludovico Pogliaghi tarafından
yapılmış ve 1909 yılında katedrale yerleştirilmiş. Diğerleri daha sonra
yapılmış. İçlerinde en yenisi 1965 yılında yapılmış. Kapılarda, Meryem Ana’nın
ve Aziz Ambrogio’nun hayatlarından sahnelerin dışında, Milano’nun tarihi ve
katedralin yapımı ile ilgili sahneler var.
Duomo’nun müzesi, katedralden çıktıktan sonra solunuzdaki
sokakta bulunuyor. Burası, şimdiye kadar çeşitli ülkelerin çeşitli şehirlerinde
gördüğüm diğer tüm dini müzeler içinde, en modern ve güzel düzenlenmiş
olanıydı. Müzede dev bir ahşap Duomo maketi var. Ayrıca, katedralin tepesinden
indirilmiş çok sayıda heykel (yerlerine kopyaları konmuş), kapı kabartmalarının
çömlek kalıpları ve benzeri var.
O gün öğlen molamızı, yakınlardaki La Rinascente’nin
tepesinde yedik. La Rinascente, çocukluğumdan beri çok sevdiğim, çok katlı bir
mağaza. İtalya’nın değişik kentlerinde rastlayabileceğiniz, 150 yılı aşkın
mazisi olan bir yer. Buranın en üst katının bir bölümü yiyecek marketi olarak ayrılmış.
İtalya’ya özgü hemen her şeyin en kalitelisini bulabilirsiniz. Her türlü şarap,
en iyisinden balzamik sirke, peynir, makarna, cantucci… Her şey. Teras kısmında
restoranlar var. 21 sene öncesinden, tek bir restoran vardı diye hatırlıyordum
ama, bu sefer baktım yan yana birkaç tane var. Yemekler bir yana, buranın en
sevdiğim yanı, manzarası. Tam Duomo’nun yanında olduğu için, katedralin
tepesindeki heykelleri ve gezen insanları seyrederek yemek yiyorsunuz. Çok
değişik bir deneyim. Öğle arası için İtalyanların çokça geldiği bir yer aynı
zamanda. İster heykelleri seyredin, ister onları gözlemleyin. Ben, masaya ne
yiyeceğimi bilerek oturdum. Yıllar öncesinden damağımda kalan o tadı yine bulur
muyum diye biraz da endişeliydim doğrusu. Hafızam beni yanıltmamış. Zeytin ve
domateslerle süslenmiş levrek yine aynı nefasette idi…
Milano, 1499 yılında Fransızlar tarafından işgal ediliyor ve
bundan sonra, eski politik ve askeri gücünü kaybederek, vasal bir devlet haline
geliyor. Birkaç kere Fransa ve İspanya arasında el değiştiriyor. 1535 yılında II.
Francesco Sforza ölünce, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken (V.
Charles) tarafından bir vali atanarak, imparatorluğun bir parçası haline
getiriliyor. Böylece, Milano’da 1706 yılına kadar sürecek bir İspanyol dönemi
başlıyor. Bu arada, 1630 yılında şehirde büyük bir veba salgını oluyor. İspanyollar
ve Avusturyalılar arasındaki taht savaşı sırasında Milano Avusturyalıların
eline geçiyor ve Avusturya-Macaristanİmparatorluğu’nun bir parçası haline
geliyor. Avusturya-Macaristan hakimiyeti iki kere kesintiye uğrasa da 150 yıla
yakın sürüyor. Kesintilerden ilki, Napolyon’un Milano’yu ele geçirdiği
1796-1814 yılları arasında, ikincisi ise, Cinque Giornate di Milano
(Milano’nun Beş Günü) adı ile anılan beş günlük ayaklanma (18-22 Mart 1848) nedeniyle
oluyor. Bastırılan ayaklanmadan sonra, Avusturyalılar tekrar şehre hakim
oluyorlar. Ancak bundan sonra, Milanolular İtalya’nın birleşmesi ve
bağımsızlığı fikrinin en ateşli taraftarı oluyorlar. 1861’de tamamlanan
birleşmeden sonra, Piemonte ve Sardunya Kralı, Vittorio Emanuele II
bağımsız İtalya’nın ilk kralı oluyor.
Milano’ya gidenlerin, Duomo dışında, en çok fotoğraf
çektirdiği ikinci yer sanırım Galeria Vittorio Emanuele II’dir.
Yeni kurulan krallığın iddialı şehircilik projelerinin bir parçası olan bu
yapı, sıra sıra kafe ve şık dükkanları ile her saat hareketli bir pasaj
aslında. Piazza del Duomo ve Piazza della Scala meydanlarını
birleştirmek üzere tasarlanmış. Bağımsızlıktan birkaç yıl sonra, 1865 yılında
yapımına başlanan Galeria’nın mimarı Giuseppe Mengoni. İki yılda
tamamlanmış ve Kral Vittorio Emanuele II tarafından açılmış.
Galeria’nın en adım atılmaz noktası, iki ana koridorun
birleştiği orta nokta. Burada, pasajı kaplayan cam tavanların birleştiği, 47
metre yükseklikteki, dev cam kubbenin tam altında bulunan Savoy Hanedanının
armasının üzerinde ya da yanında daima inanılmaz bir kalabalık var. O kadar çok
fotoğraf çektirmek isteyen var ki, boş olarak yakalayabilmek için dakikalarca
beklemeniz gerekiyor. İtalya Krallarının
Savoy Hanedanından olması nedeniyle, kırmızı üzerine beyaz bir haç olan bu arma
aynı zamanda, Milano’nun arması sayılıyor. Etrafındaki, kurt (Roma), boğa
(Torino) ve zambak (Floransa) içeren armaların ortasında, İtalya’nın dört
önemli şehrinden biri olan Milano’yu temsil etmiş oluyor. Kafanızı
kaldırdığınız zaman yukarda gördüğünüz mozaiklerin her biri Asya, Afrika,
Avrupa ve Amerika kıtalarını temsil ediyor.
Pasajın içinde, oturup bir aperatif içebileceğiniz ya da
yemek yiyebileceğiniz birkaç kafe var. Ancak, sunduklarının kaliteli olması
yanında, sunum ve servis açısından da klas
bir yer istiyorsanız, Savini’ye gitmenizi öneririm. 1867
yılından beri hizmet veren Savini, pahalı bir yer ancak, kolalı örtüleri,
servis takımları, şık kutular içinde sundukları kurabiyeleri, pastaları ve en
önemlisi, smokin giymiş işinin ehli garsonları ile, sizi başka bir dünyaya
götürecek bir yer. Alt katta bulunan Caffe Savini’de günün yorgunluğunu
atmak için beş çayınızı, kahvenizi veya aperatifinizi içerken, az ötenizdeki
kalabalığı, yüzünüzde bir tebessümle izleyebilirsiniz.
Savini’nin bir de restoranı var ki…. Birkaç yıl önce Positano’da
karşılaştığımız bir garsonun ifadesiyle, “O, başka bir hikaye”… Ristorante
Savini, kafe kısmının üst katında yer alıyor. Karşılanmanızdan,
yerinize oturtulmanıza, yemek ve şarap servisine kadar her şey, yapmacık
olmayan, gerçek bir nezaketle yapılıyor. Galeria Vittorio Emanuele II’nin
açılması ile birlikte kapılarını açan Savini’nin tarihi boyunca pek çok ünlü
konuğu olmuş. Monako Prensi Rainier ve eşi Prenses Grace, Charlie Chaplin,
Frank Sinatra, Ava Gardner bunlardan bazıları. La Scala’ya da yakın olması
nedeniyle, operanın ünlü bestecileri Verdi ve Puccini, efsanevi orkestra şefi
Toscanini ve unutulmaz prima donnaMaria
Callas bu şık restoranın müdavimi olmuşlar. Biz de bir akşam, önceden
ayırttığımız, Maria Callas’ın en sevdiği ve daima oturduğu 7 numaralı masada
oturduk. Burası, geniş penceresinden aşağıdaki Galeria’yı keyifle
seyredebileceğiniz, ana yemek salonundan bir duvar ile ayrılmış, özel bir
masa. Yanınızda başka herhangi bir masa
yok. Kimse sizi görmüyor. Ancak, sanmayın ki, burada unutuluyorsunuz. Gece
boyunca hizmet veren kibar garson sizi özenle uzaktan ve rahatsız etmeden
izliyor. Doğru zamanda yanınıza gelip, leziz yemekleri, uzun şarap listesinden
seçeceğiniz şarabınızı servis yapıyor ve sonra yine görünmez oluyor. Evet, Savini pahalı bir restoran. Bu doğru.
Ama, unutmayacağım restoranlardan biri.
Milano’da kaldığımız süre içinde gittiğimiz diğer
restoranlar, İstanbul’da iki kez açılıp yürütülemeyen Bice, Carlton Hotel
Baglioni’nin içindeki Il Baretto ve Valentino Vintage oldu.
Üçünün de yemekleri çok güzeldi. Zaten, turist kapanı yerlere gitmediğiniz
sürece, bana göre, İtalya’da kötü yemek yemeniz zor. Bice’de bizim masaya bakan
garson Carlo, İtalya’da doğmuş, ikinci kuşak, genç bir Nijeryalı idi. Gayet
güzel İtalyanca ve İngilizce konuşan Carlo çok zeki, çok okuyan, meraklı, öte
yandan köklerini de unutmamış birisi idi. Onunla sohbet etmekten zevk aldık. Yoğun
göç alan tüm ülkelerde olduğu gibi, İtalya da son elli yılda etnik doku olarak çok
değişti. Il Baretto, çok şık bir restorandı. Diğer masalarda çoğunlukla, şık
İtalyan çiftler ve aileler vardı. Bir iki masadaki Amerikalılar da Avrupa
kültürüne ve giyim kuşamına ayak uydurmuş görünüyorlardı. Ortam hoştu. Ancak
burada, garsonların biraz abartılı bulduğum ilgisi oldukça bunaltıcı idi.
Masamıza bakan bakmayan, her garsonun ikide birde gelip her şeyin yolunda olup
olmadığını sorması bir süre sonra bizi sıkmaya başladı. Son gece gittiğimiz
Valentino Vintage, 17. Yüzyıldan kalma bir sarayın giriş katında yer alıyordu.
Adını aldığı Rodolfo Valentino’nun film afişleri ile süslenmiş duvarları, sütunları
ve Belle
Epoque dönemini anımsatan dekorasyonu ile pek hoş bir atmosferi vardı.
Bir opera sever olarak, Milano’ya gelip de La
Scala’ya gitmemek olmazdı. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere
tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden
kullanılamazlar.
Milano’da Leonardo da Vinci’den izler arayışımız Son Akşam Yemeği ile bitmedi. Bu şaheser beni ne kadar etkilemiş olsa da, henüz görmeden beni son derece heyecanlandıran başka bıraktığı şeyler de var büyük ustanın bu şehirde. Birinci yazımda belirttiğim gibi Milano, arayıp bulmaya hevesli ziyaretçiler için inanılmaz hazinelerle dolu bir şehir…
Castello Sforzesco
(Sforza Kalesi), Milano’da gezilecek önemli yerlerden birisi. Bu dev kale, ilk
olarak 1360-1370 tarihleri arasında o dönem şehrin yönetimini elinde bulunduran
Visconti
ailesi tarafından, askeri amaçlar için yaptırılmış. Milano’nun evlilik yoluyla Sforza
ailesine geçmesinden bir süre sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza (1444-1476)
buranın aynı zamanda Dukalık Sarayı olarak kullanılmasına karar verince, kaleye
ilave binalar ve ekler yapılmış. Buna karşın, gidenlerin görebileceği gibi,
kale askeri bir yapı görünümünü sonuna kadar korumuş. Sforza ailesinin
ikametgahı olduktan sonra, o güne kadar Porta Giovia Kalesi olarak anılan
yapının adı da Sforza Kalesi olarak değiştirilmiş.
Günümüzde Sforza Kalesi’nde birkaç tane görülesi müze var. Bunlar,
Antik
Sanat Müzesi, Resim Müzesi (13.-18.yüzyıllara ait
1500’ün üstünde eser bulunuyor), Müzik Aletleri Müzesi, Mısır
Müzesi, Milano Arkeoloji Müzesi, Uygulamalı Sanatlar Koleksiyonu, Antika
Mobilyave Ahşap Heykeller Müzesi. Ayırabildiğiniz süreye ve ilgi
alanınıza göre içlerinden bir seçim yapabilir ya da, eğer vaktiniz varsa,
hepsini birkaç güne yayarak gezebilirsiniz. Biz, zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle,
özellikle görmek istediğimiz iki esere nokta atışı yaptık. Bunlardan ilki
Leonardo da Vinci’ye aitti. Gerçek anlamda kapıların kapanmasına bir dakika
kala, koşa koşa bulunduğu salona girdiğimiz ikinci eser ise, Michelangelo’nundu.
Her ne kadar yazımız Leonardo da Vinci üzerine olsa da, Michelangelo’nun Sforza
Kalesi’ndeki Pieta (Merhamet) Rondanini heykelinden de söz etmeden
geçemeyeceğim.
Rondanini ismini, uzun yıllar kaybolduktan sonra, Romalı
koleksiyoner Marki Giuseppe Rondinini’nin evinde tekrar ortaya çıktığı için
alan bu Merhamet heykelinin en önemli özelliği, Michelangelo’nun son ve
yarım kalmış eseri olması. Heykelin bulunduğu bina, Milano’nun İspanyol işgali
sırasında kalenin içine yapılmış olan, Ospedale Spagnolo (İspanyol
Hastanesi). Burası 1500’lü yılların ikinci yarısında, o dönem kale içine
konuşlanan İspanyol garnizonunun askerleri için inşa edilmiş.
1564 yılında ölen Michelangelo, ölümünden birkaç gün
öncesine kadar Pieta Rondanini heykeli üzerinde çalışmayı sürdürmüş. Uzmanlar,
Meryem Ana’nın yüzünün ve İsa’nın soldaki kolunun açısından dolayı sanatçının
heykelin nasıl olacağı konusunda birkaç kere fikir değiştirdiğini düşünüyorlar.
Sanatçının ölümünden sonra, bitiremediği heykeli Roma’daki evinden kaybolmuş ve
uzun yıllar boyunca bulunamamış. Ta ki, Marki Rondanini’nin koleksiyonunda
olduğu anlaşılana kadar. Sayısız el değiştirmeden sonra heykel, 1952 yılında,
Milano Belediyesi tarafından satın alınmış ve 1956’dan itibaren Sforza
Kalesi’nde sergilenmeye başlanmış.
Michelangelo’nun, Vatikan’daki Merhamet heykelinin aksine,
Meryem’in İsa’yı haçtan indirildikten sonra yatay değil, dikey bir şekilde kucaklamasını canlandırmayı düşündüğü bu heykel,
tamamlanmış olmamasına rağmen insana dokunan bir güzelliğe sahip. Bir annenin
çocuğuna ya da insanın insana duyduğu sevgi ve merhamet ifadesini bu
kucaklamada insan hissedebiliyor. Yarım kalmış figürlerin mermer bloktan
kurtulmak istermiş gibi halleri insanı ayrıca hüzünlendiriyor.
Şimdi biz yine Leonardo ustaya geri dönelim…
Birinci yazımda belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci
1480’lerin ortasından itibaren Ludovico Sforza’nın himaye ettiği ve
saygı duyduğu bir sanatçı oluyor. Bundan sonra el üstünde tutuluyor. Dük için
gerek askeri savunma gerekse mühendislik alanında birçok proje
gerçekleştiriyor. Sanat eserleri üretmeye devam ediyor. Bir yandan da, merak
duyduğu her konu üzerinde düşünmeyi, araştırmayı ve deney yapmayı sürdürüyor. İnsan
vücuduna duyduğu sonsuz meraktan dolayı, geceler boyunca kestiği kadavralar
üzerinde çalışıyor.
Sforza Kalesi askeri bir kaleden Milano Dukalık Sarayı’na
çevrilince, rezidans bölümüne birçok ilave odalar ve salonlar yapılıyor.
Özellikle, davetleri ile ünlü Sforza ailesi için konukların ağırlandığı ya da
toplantıların yapıldığı salonların fresklerle donatılması önem kazanıyor. Bunun
için dönemin sanatçılarına siparişler veriliyor. Kimi odaların duvarlarına
nelerin resmedileceği bazen Galeazzo Maria Sforza tarafından tasarlanıyor.
Kalenin bu şekilde dönüştürülmesi ve süslenmesi, kendisinden sonra Milano’yu
yöneten Ludovico Sforza zamanında da devam ediyor. Ludovico, Leonardo’dan
salonların birinin tavanını ve duvarlarını dekore etmesini istiyor.
Leonardo da Vinci’nin Sforza Kalesi’nde boyadığı oda,
önceleri Kule Odası olarak anılıyorken, daha sonra Sala delle Asse (Ahşap
Plakalar Salonu) olarak adlandırılmış.
Çünkü, belgelere dayanılarak, bir zamanlar salondaki duvarların alt kısımlarının
ahşap ile kaplı olduğu düşünülüyormuş. Günümüzde burası, Antik Sanat Müzesi’nin
sekizinci salonu oluyor.
Leonardo’nun hem fresk
hem tempera tekniklerini karışık
olarak kullandığı belirtilen söz konusu salonun özelliği, büyük ustanın burada
müthiş bir göz yanılsaması (trompe l’oeil)
yaratarak, insana dışarıda dut ağaçlarından oluşturulmuş bir çardağın
altındaymış hissi vermesi. Kökleri duvarlardaki kayaların arasından çıkan 18
adet dut ağacının yukarıya doğru yükselen dalları bir pergolaya sarılarak tavanda
sık yapraklardan oluşmuş bir yeşillik meydana getiriyorlar. Günümüzde,
Leonardo’nun resmettiği bu pergolanın üç boyutlu ahşap bir canlandırmasını
kalenin avlusunda görebiliyorsunuz.
Çeşitli kaynaklara dayanılarak, Leonardo’nun Sala delle
Asse’yi 1498 yılında yaptığı
belirtiliyor. Dut ağaçları imgesinin kullanılmasının ise Sforza’ların ipek
üretimine verdikleri önemden kaynaklandığı düşünülüyor. İpek böceklerinin besin
kaynağı olması sebebiyle, daha 1479 yılında, Galeazzo Maria Sforza bir ferman
yayınlayarak her toprak sahibinin yaklaşık her 654 metrekare arazisi için beş
adet dut ağacı dikmesini emretmiş. Kendisinden sonra gelen Ludovico Sforza da
birçok dutluk yaptırmış. Genelde takma adının siyah saçları ve koyu teni
nedeniyle Il Moro (İngilizce the Moor, Arap) olduğu söylense de, bazıları
Ludovico’ya bu ismin takılma sebebinin, Lombardiya lehçesinde dut anlamına
gelen “moron” kelimesi olduğunu iddia ediyorlar.
Sala delle Asse, sonradan Milano’nun maruz kaldığı yabancı
işgalleri döneminde ciddi tahribat görmüş. Duvar resminin üzerine kalın bir
sıva çekilmiş. Kalenin 1893 yılında Milano Belediyesi’ne geçmesi ile birlikte,
restorasyon çalışmaları başlamış. Beyaz sıvanın dikkatlice kaldırılmasından
sonra 1902 yılında ciddi kurtarma çalışmaları başlamış. En son olarak 2011
yılında elden geçen salonda daha önceki restorasyonlarda yanlış yapıldığı
düşünülen müdahaleler düzeltilmiş ve büyük ustanın el yazmalarındaki notlara
dayanılarak çalışmalar yapılmış.
Gruplar halinde alınılan salonda toplam 15 dakika
kalabiliyorsunuz. Bunun ilk birkaç dakikasında kendi kendinize duvarları ve
tavanı incelemenize izin veriliyor. Daha sonra, duvarlara yansıtılan bir
görsel-işitsel sunum ile odanın ve dönemin tarihi anlatılıyor.
Leonardo da Vinci, bir mühendis olarak yaptığı çalışmalarla da Milano’da iz bırakmış. Bunların başında, şehrin kanal ağı üzerinde yaptığı iyileştirme ve çalışmalar geliyor. Milano’da kanal çalışmaları ilk olarak 1177 yılında, Naviglio Grande (Büyük Kanal) ile başlamış. Daha sonra, dört kanal daha yapılmış. Günümüzde bu beş kanaldan sadece 3 tanesi kalmış. Bunlar, şehrin kuzey-doğusundaki Naviglio della Martesana ve güney-batısındaki Naviglio Grande ve Naviglio Pavese. Diğer ikisi 1930’larda doldurulmuşlar. Naviglio Grande ve Naviglio Pavese, günümüzde Navigli olarak adlandırılan semtin omurgasını oluşturuyorlar. İki kanal, Darsena denilen ve eskiden limanın merkezini oluşturan 750 metrelik bir bölgede birleşiyorlar. Şimdi buralar, kafe, restoran, bar ve gece kulüpleri ile birlikte, özellikle gençlerin çok sevdiği, capcanlı bir semt. Belli zamanlarda burada antika pazarı da kuruluyor. Şehir merkezinden yürüyerek o tarafa doğru gittiğinizde, çevrenizin ve gençlerin giderek daha bohem bir tarza büründüğünü görebiliyorsunuz. Şık orta yaş grubu giderek yerini daha rahat giyimli gençlere bırakıyor. Milano’nun ünlü Bocconi Üniversitesi de buraya çok uzak değil.
Kanallar, yapımlarından itibaren taşımacılıkta çok önemli
rol oynamışlar. Öyle ki, Duomo’nun mermerleri bile Alpler
bölgesindeki Maggiore Gölü’nden (Lago Maggiore) şehir merkezine bu su
yolları aracılığı ile taşınmış. Ludovico Sforza döneminde Leonardo da Vinci’nin
geliştirdiği mükemmel kapanlar sayesinde, o dönem için büyük teknolojik sorun
olan, su seviyesindeki farklılıklara çözüm bulunmuş. Böylece, bir kıyı kenti
olmayan ve yakınında büyük bir nehir de bulunmayan Milano, çok önemli bir liman
şehri haline gelmiş. Bu su yolları sayesinde şehre kömür ve tuz gibi temel
maddeler taşınırken, buradan da tekstil ürünleri ve el yapımı Milano’ya özgü
eşyalar gitmiş. Kanalların en etkin kullanıldığı yıllarda toplam uzunlukları
150 kilometreye ulaşmış. Milano tamamen bir kara şehri olmasına karşın, 1953
yılında İtalya’nın 13. büyük limanı ilan edilmiş. Ancak, kara taşımacılığının
önem kazanması ile birlikte, 1979 yılında kanallar taşımacılığa tamamen
kapatılmış.
Biz, Navigli bölgesine güneşli ama biraz serin bir günde
yürüdük. Burası, Duomo meydanından yarım saatlik bir yürüme mesafesinde. Yol
üzerinde, San Lorenzo alle Colonne kilisesini de gezdik. Önünde sıralı
halde kalmış sütunlardan da anlaşılacağı üzere, burası bir Roma tapınağının üstüne
yapılmış. Panteon gibi yuvarlak bir yapısı olan kilisenin içinde, tapınağın sütunlarının kullanıldığını görmek
mümkün.
Kanalların kıyısında biraz yürüdükten sonra, Naviglio Grande’nin kenarında, açık havada masaları olan bir kafede birer kahve içtik. Müdavimleri, salaş hali ve tuvaleti ile, tam bir öğrenci mekanı idi. Çevremizdeki masalarda değişik uluslararası diller konuşan gençlerin olması hoştu.
Leonardo da Vinci’nin geride bıraktıkları içinde benim için
belki de en önemlisini son günümüze bıraktık. Hava kapalı, serin ve yağışlıydı.
Otelde kahvaltımızı yapıp çıktık. Cumartesi sabahı olduğu için yollar epeyce
tenha idi. Bir iki kişi köpeğini gezdiriyordu. Yine yarım saat kadar yürüdükten
sonra, Pinacoteca Ambrosiana’ya vardık.
Kapıdan girerken, dışarda bir yazı gördüm. Kütüphane kısmının Cumartesi günleri kapalı olduğu yazıyordu. Birden içim sızladı. Milano’ya gelip görmeden dönecek miydik? Bilet alırken, teyit etmek için tekrar sordum. Gişedeki kadın kütüphanenin kapalı olduğunu doğruladı. Üzüntüm yüzüme vurmuş olacak ki,
– Ama siz, kütüphanenin eski kısmını görebileceksiniz, dedi.
Ümitlendim,
– O halde Codex Atlanticus’u görebileceğiz…
İtalyancasını söyleyerek yanıtladı,
– Evet, Codice’yi görebileceksiniz.
Yüreğim hafifledi. Nasıl da sevindim… Demek Leonardo da
Vinci’nin el yazmalarını görmek bu kadar önemli imiş benim için…
Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi) ve ona
bağlı olan Bibliotheca Ambrosiana (Ambrosiana Kütüphanesi), 17. yüzyılda Kardinal
Federico Borromeo tarafından, büyük bir kültür projesinin parçası
olarak kurulmuş. Kütüphane 1609 yılında, sanat galerisi 1618 yılında, sanat
akademisi (Accademia del Disegno) 1620 yılında açılmış. Yeni yetişen genç
sanatçılara ilham vermesi için açılan sanat galerisine Kardinal Borromeo, kendi
koleksiyonuna ilaveten, burası için özel olarak satın aldığı eserleri
bağışlamış. Başlangıçtaki bu 172 eserlik koleksiyon, zaman içinde yapılan pek
çok bağış ile büyümüş. Günümüzde, 1600’den fazla eser barındırıyor. Birçok ünlü
ressamın eserlerinin yanında, Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el
yazma koleksiyonu olan, Codex Atlanticus’a sahip olmak, galeri ve kütüphanenin
en büyük gururu.
Pinacoteca Ambrosiana gezmek için uzun zaman
ayırabileceğiniz bir yer. Çocukluğumda Roma’da, benzer müzeleri babamla birkaç
defa ziyaret ederdik. Aynı müzenin her seferinde farklı bir bölümüne gider,
sevdiğimiz eserlerin önünde uzunca vakit geçirir ve eserler hakkında
konuşurduk. Sayılı gün kaldığınız yerlerde bunu yapmak mümkün değil elbet ama,
Milano’ya bir daha gidersem, buraya tekrar gitmek isterim. Galeri ve kütüphane
mimari olarak da çok güzel. Her ikisi de kullanıldıkları amaçlar için özel
olarak yapılmış binalar.
Kütüphane kısmı, Avrupa’daki halka açık ilk kütüphanelerden
biri. 1609 yılında açıldığı zaman bile, ahşap rafları ve okuyucuların soğuktan
üşümemeleri için yapılmış ayak tabureleri ile, bilim ve öğrenme meraklılarına
en iyi hizmetin verilmesi hedeflenmiş. Belirtildiğine göre, günümüzde bu
kütüphanede 750.000’den fazla eser bulunuyormuş. Bunların 36.000 tanesi el
yazması, 2.500 tanesi ise ilk baskı kitaplardanmış. El yazmaların arasında,
Aristo’nun bir kitabı ve Grekçe, Latince ve Arapça eserler varmış. Ama
kütüphanenin en büyük övünç kaynağı, yukarda da belirttiğim gibi, Leonardo da
Vinci’nin Codex Atlanticus’una sahip olmak. Ambrosiana Kütüphanesi, 1.000’den
fazla sayfası olan Codex Atlanticus’u 1637 yılında satın almış. 1796 yılında
Milano’yu işgal eden Napolyon Codex’i Paris’e götürmüş. Milano’lular işgalden
sonra, 1815 yılında, Codex’in sadece bir bölümünü geri alabilmişler.
Leonardo da Vinci, 2 Mayıs 1519’da (23 Nisan 1519 diyen kaynaklar da bulunmaktadır), Fransa’da Amboise yakınlarında bulunan ClouxŞatosu’nda öldüğü zaman, bütün yazılı belgeleri ve entelektüel mirası, aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok daha fazlası olduğu bilinen, sanatçı ve aristokrat Francesco Melzi’ye kalmış. Melzi, Leonardo da Vinci’nin Fransa Kralı I. Francois’nın misafiri olarak yaşadığı şatoda bir süre daha kalmaya devam etmiş. Birkaç ay sonra hocasının tabloları, ahşap ve metal modelleri ve kutular dolusu el yazmaları ile yüklü büyük bir araba ile buradan ayrılmış. 13.000 sayfa kadar olduğu tahmin edilen bu notların çoğu ip ya da kurdelelerle bağlanmış, bir kısmı ise deri kaplı defter ya da dosyalarda bulunuyormuş. Melzi hocasının insanlığa bıraktığı bu mirası, Milano yakınlarındaki Vaprio’da bulunan aile malikanesine taşımış. Hayatının amacı, askeri kuşatmalarda kullanılacak kule tasarımlarından böbreklerin nasıl çalıştığına, kuşların uçuşundan ay üzerindeki kraterlere kadar geniş gözlem, deney ve düşünceleri içeren bu yazmaları tasnif etmek olmuş.
Melzi birkaç yıl sonra evlenmiş ama, Leonardo’nun eserleri
üzerinde çalışmaya devam etmiş. Ancak, iki tane tam zamanlı yardımcısı olmasına
karşın, işin altından kalkamamış. Bu çabanın sonunda sadece, daha sonra Resim
Üzerine Risale (Trattato della Pittura) olarak adlandırılan bir cilt
bir araya getirebilmiş. Bu eser bir süre sonra, bir şekilde Vatikan’ın
kütüphanesine ulaşmış. Eser 1651 yılında, Vatikan tarafından epeyce basitleştirilerek
ve değiştirilerek basılmış.
Francesco Melzi öldükten sonra, oğlu Orazio hiç ilgi
duymadığı bu kağıtları hoyratça toparlayıp malikanenin tavan arasındaki bir
dolaba istiflemiş. Ancak, Orazio’nun elindeki hazinenin değerini anlayan
açıkgöz hocası Lelio Gavardi, onu içlerinden 13 kadar defteri vermesi için ikna
etmiş ve daha sonra bunları zamanın Toskana Grand Düküne satmış. Bundan sonra,
Orazio Melzi’nin elinde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının olduğu haberi her
yere yayılmış. Meraklılar ve “hazine avcıları” Melzi malikanesine akın etmeye
başlamışlar. Hiçbir giden eli boş dönmemiş. Her biri, Leonardo’nun
defterlerinden koparılmış en az birkaç sayfa ile ayrılmış oradan. İşte bu
nedenle, günümüzde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının ancak 7.000 sayfa
kadarının nerede olduğu biliniyor. Bunların çoğunluğu halka açık
koleksiyonlarda. Az bir kısmı ise özel koleksiyoncuların elinde.
Da Vinci’nin el yazmaları Codex kelimesine (aslen, el
yazması kağıt sayfası ya da kitap demek), o sırada sayfalara kim sahipse onun
ismi eklenerek ifade ediliyor. Codex Arundel, Codex Hammer ve benzeri gibi. Codex Atlanticus, adını
hacminin büyük olmasından alıyor. Şu anda yeryüzündeki hiçbir Leonardo da Vinci
Codex’i bu kadar çok yapraktan oluşmuyor. Tam olarak 1119 sayfa olduğu söylenen
Atlanticus’un çoğu yaprağı çift taraflı kullanılmış.
Diğer Codex’ler gibi, Codex Atlanticus da Leonardo da Vinci tarafından bir araya getirilmemiş. 16. yüzyılın sonunda heykeltıraş Pompeo Leoni, Melzi’nin varislerini ikna ederek, sanatçıdan kalan yazılı materyallerin büyük bir bölümünü almış. Elindeki belgeleri iki ana grupta tasnif etmeye çalışmış. Teknik ve bilimsel çizim ve notları ayrı, anatomi ve sanat ile ilgili belgeleri ayrı gruplamış. Bu sınıflamanın ilki günümüzde Codex Atlanticus, ikincisi ise Codex Windsor olarak biliniyor.
Bazı Codex’lerin ilginç hikayeleri de var. Örneğin, İngiliz
Kraliyet ailesinin elinde bulunan ve 600 sayfa olduğu belirtilen Codex Windsor,
birkaç yüzyıl Windsor Şatosu’ndaki bir sandıkta unutulduktan sonra, 18.
yüzyılda tamamen tesadüfen bulunmuş. Codex Windsor’un İngiltere’ye nasıl
geldiği konusunda ise bugüne kadar bir bilgi bulunamamış. Bir de tabii, Bill
Gates’in 1994 yılında satın aldığı Codex Hammer var. Gates, 72 sayfa
için 30,8 milyon dolar ödemiş. Bu durumda, Ambrosiana Kütüphanesi’nin
koleksiyonundaki 1000 sayfadan fazla Codex Atlanticus’un değerini tahmin
edebilirsiniz. Bill Gates, isim kuralını bozarak, daha önce Amerikalı zengin
Armand Hammer’e ait Codex’i kendi soyadıyla isimlendirmemiş. Onun yerine, Codex’in
Hammer’den önceki sahibine atfen Leicester ismini tercih etmiş. Bu nedenle,
günümüzde Bill Gates’in elinde bulunan Leonardo da Vinci’ye ait el yazmalarına Codex
Leicester deniyor.
Leonardo da Vinci’nin not ya da defter tutmaya tam olarak ne
zaman başladığı tespit edilememiş. Ancak, eserlerinin tamamının o öldükten
sonra Melzi’nin toparlayıp malikanesine götürdükleri olmadığı biliniyor.
Uzmanlar, yaşamı boyunca yazdığı bütün yazılı belgelerin 28.000 sayfa kadar
olduğunu tahmin ediyorlar. Bu da, günümüze yazılarının ancak dörtte birinin
ulaştığını gösteriyor. Da Vinci’nin sol eliyle yazı yazdığı ve resim yaptığı
çağdaşları tarafından belirtilmiş. Bu nokta, Leonardo’nun üniversite eğitimi
almadığının da en önemli kanıtı olarak görülmüş. Eğer üniversiteye gidecek
kadar eğitim almış olsaydı, mutlaka sağ elini kullanmaya zorlanacağı
belirtilmiş. Ancak, 11 Nisan 2019 tarihli Independent gazetesinde yayınlanan
bir makaleye göre, bazı notlarından hareketle, Leonardo da Vinci’nin iki eliyle
de yazabildiğine inanılmaya başlanmış. Sağ elini kullanmayı her nasıl öğrenmiş
olursa olsun, sanatçının daha çok sol elini kullandığı düşünülüyor. Bundan da
önemlisi, Leonardo’nun yazısının en önemli özelliği, yazılarını sağdan sola
doğru, harfleri de tersine çevirerek yazması. Öyle ki, yazılarını ancak ayna
tutarak deşifre etmek mümkün. Tüm yazılı metinlerini bu şekilde yazmasının
nedeni olarak, sanatçının fikirlerinin ve çalışmalarının başkaları tarafından
çalınması konusunda aşırı derecede hassas ve şüpheci olması belirtiliyor.
Üstelik, Leonardo ayna yazısı olarak
ifade edilen bu yazıyı kullanmakla da yetinmeyip, metinleri zaman zaman ilave kodlamalar
kullanarak daha da deşifre edilmesi zor hale getirmiş.
Geliş amacımız Leonardo da Vinci olduğu için, vakit darlığından dolayı, sanat galerisinde Caravaggio, Rafael, Brueghel, Titian gibi sanatçıların eserlerini hızla geçtik. Derken, salonların birinde, büyük usta ile karşılaştık. Burada, 8 tanesi Codex Atlanticus’tan olmak üzere, Leonardo da Vinci’nin 15 çizimi ve Leonardesque olarak adlandırılan, ondan etkilenmiş öğrencilerinin ve Lombardiyalı sanatçıların eserleri sergileniyordu. Eserleri inceleyince insan, belirtilen etkiyi hem malzeme hem de figüratif olarak açıkça görebiliyor. Örneğin da Vinci, kırmızı tebeşir ile çizim yapan ilk sanatçı imiş. Daha sonra başka sanatçılar onu izlemişler. Bu etkileşim sadece kullanılan malzeme konusunda da olmamış üstelik. Çizdiği figürler ve konular da kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları etkilemiş. Bu salonda ayrıca bir camekanda, dönemin sanatçılarının kullandığı resim araç gereçleri de sergileniyor. Bunlar, Leonardo da Vinci’nin ve çağdaşlarının yaptıkları çizimlerden yola çıkılarak yapılmış replikalar.
Pinacoteca Ambrosiana’da müzeyi gezme rotası her köşeyi
görebileceğiniz şekilde düzenlenmiş. Leonardo da Vinci ile baştaki bu tadımlık
karşılaşmadan sonra epeyce bir dolandık. Benim kafam ise, sürekli kütüphane kısmını
nasıl bulacağımız konusu ile meşguldü. Bir ara, görüp göreceğimizin bu kadar
olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü, Codex’in tamamını sergilemek mümkün
olmadığı için, belirli aralıklarla sayfaların dönüşümlü olarak
sergilendiklerini biliyordum. Derken, iddiasız görünen bir kapıdan içeri adım
attık ve kendimizi başka bir alemde bulduk…
Neredeyse karanlık denebilecek kadar loş ve yüksek tavana
doğru uzanan dört duvarı boydan boya eski ciltli kitaplarla kaplı bu büyük
salon, Ambrosiana Kütüphanesi idi. Ortam, eski kitap ve ahşap kokuyordu. Önce
kendimi bu kitaplardan alamadım. Sonra, salonu çepeçevre dolanan camekanları
gördüm. Ortada ise, bir camekanda dev bir cilt duruyordu. Codex Atlanticus… Ancak, bu camekandaki cilt
orijinal olmasına rağmen, içindeki sayfalar orijinal değil. Uzmanlar, 1119
sayfalık Codex Atlanticus’un kendi ağırlığı nedeni ile içindeki kağıt
yapraklarına zarar verdiğini keşfetmişler. Bunun üzerine, her bir sayfa
dikkatlice ciltten çıkarılmış ve yerleştirildikleri paspartuların arasında
saklanmaya başlanmış. Ziyaretçilerin Codex Atlanticus’un hacmini
anlayabilmeleri için camekanın içindeki cildin arasına orijinal sayfaların
kopyaları yerleştirilmiş. Bu, Leonardo da Vinci’nin 40 yıllık (1478-1519)
çalışmalarının fiziksel hacmini anlamak açısından çok iyi olmuş.
Codex Atlanticus’un birbirinden ayrılan sayfaları, çeşitli
temalar çerçevesinde, belirli sürelerle sergileniyor. Salonu çevreleyen, esere
zarar vermeyecek şekilde aydınlatılmış, camekanlarda bu dönem için seçilmiş
sayfalar yer alıyordu. Bir süre sonra bunlar kaldırılıp yerlerine başka
sayfalar konacak. Bizim gördüğümüz sayfalarda yer karosu dizaynı olduğu
düşünülen çizimden, anatomik ve mekanik makine çizimlerine kadar çeşitli
çizimler vardı. Bazı sayfalarda çok farklı konularda çizimler ve notlar bir
arada bulunuyor. Ciddi konular üzerine yazılmış notların yanında bir alış veriş
listesi ya da günlük bir not olabiliyor. Tüm bunlar bana Leonardo’nun kafasının
farklı konularda nasıl aynı anda çalışabildiğini düşündürdü. Sayfaların birinde
yer alan bir genç erkek kafası eskizi uzmanlara, bunun Leonardo da Vinci’nin şu
anda Milano’da bulunan tek tablosu olan Bir Müzisyenin Portresi adlı
eserinin bir ön çalışması olduğunu düşündürüyor. Bu tablo Ambrosiana
koleksiyonunda olmasına rağmen, Louvre Müzesi’ndeki özel bir sergi için ödünç
verildiği için, biz göremedik.
Belgelerden biri de, Leonardo da Vinci’nin 1482-1483
yıllarında Milano’ya yeni geldiği zaman yazdığı bir mektubun müsveddesi.
Mektup, Milano Dükü Ludovico Sforza’ya hitaben yazılmış. Kendisine bir hami
arayan Leonardo, Dükün siyasi ve askeri ihtiraslarını bildiği için, ona bir
mühendis olarak nasıl hizmet verebileceğini anlatmış. Sanatsal yeteneklerini
vurgulamak yerine daha çok, geliştirebileceği askeri savaş aletlerinden ve
makinalardan söz etmiş. Mektubun temiz bir kopyasının Ludovico Sforza’ya
gönderilip gönderilmediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak, daha önce belirttiğim
gibi, 1480’lerin ortasında Leonardo, Ludovico Sforza’nın dikkatini çekmeyi
başarıyor.
Tarihte Leonardo da Vinci’nin yazdığı bilinen bir başka
mektup daha var. Batılı kaynaklar, bu mektubun varlığının 1952 yılında Topkapı
Sarayı arşivinde bulunan bir mektup çevirisi ile öğrenildiğini belirtiyorlar.
Mektup 1503 yılı başlarında yazılmış. Bu dönemde Leonardo kendisine, emrinde
çalışabileceği yeni bir işveren aramaktaymış. 1499 yılında Milano’nun
Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra şehri terk etmiş. Bir süre Cesare
Borgia’nın emrinde çalışmış. Ancak süren arayışı, onun Osmanlı padişahı
Sultan
II. Beyazıt’a söz konusu mektubu yazmasına yol açmış. Mektubunda
Leonardo padişaha, onun için inşa edebileceği yel değirmenlerinden, silolardan,
savaş makinalarından ve bir de Haliç’in üstüne inşa edebileceği, Asya’yı
Avrupa’ya bağlayacak, bir köprüden bahsetmiş. Bu başvurudan bir sonuç çıkmamış
ki, Leonardo 1503 yılının Mart ayında Floransa’ya dönmüş. Üç yıl sonra ise
tekrar, bu kez 1506-1513 yılları arasında kalacağı, Milano’ya gitmiş.
Ambrosiana Kütüphanesi’nde uzun süre kaldık. Camekanlarda
sergilenen Leonardo’nun el yazmalarına tekrar tekrar ve uzun uzun baktım.
Yağmurlu ve kapalı Milano havasına tekrar adım atarken, büyük ustanın II.
Beyazıt’a yazdığı mektubu düşündüm. Aynı mektup, babası Fatih Sultan Mehmet’e
yazılmış olsaydı neler olabileceğini hayal etmeye çalıştım. İstanbul’da bir
Leonardo da Vinci…
Bir sonraki yazımda Milano’yu gezmeye devam edeceğiz…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere
tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden
kullanılamazlar.
Her sonbahar yaptığımız İtalya gezimizi bu sene 15-20 Ekim
tarihleri arasında Milano’ya yaptık. Bu yıl neden Milano’yu seçtiğimizi bir başka
yazımda yazacağım. Birçok insanın görülecek pek bir şey yok demesine karşın,
Milano’da görülecek çok şey var. Bu nedenle Milano birden çok yazıyı hak
ediyor. Dolu dolu gezmemize ve 4 gün içinde toplam 47 kilometre yol yürümemize
rağmen, görmek isteyip de vakit bulamadığımız bir sürü yer kaldı.
Milano’yu diğer İtalya şehirlerine kıyasla çekici
bulmayanlar çoktur. Evet, burası bir Roma değildir örneğin. Adım başı
meydanlarında gösterişli heykeller, çeşmeler yoktur. Ancak bu, tarihi eserler
ve güzellikler açısından çorak olmasından dolayı değildir. İtalya’nın kuzeybatısındaki
Lombardiya
bölgesinin başşehri Milano’da zenginlikleri gözler önüne sermek değil, saklı
tutma kültürü vardır. Merak ediyorsanız arar bulursunuz. Gördüklerinize sadece
hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda Milano’nun sadece bir finans, endüstri ve
moda merkezi olduğu klişesinin ne kadar basma kalıp bir değerlendirme olduğunu
da anlarsınız.
Milano, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca pek çok
istilaya uğramış. M.Ö. 3000 yılına kadar giden bu zengin tarihi de bir başka
yazıma bırakıyorum. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetineceğim; Milano’nun
İtalya tarihindeki yeri ve sanata olan katkısı Floransa’dan geride
değildir. Floransa’da Medici ailesi varsa, Milano’da da
ünlü Sforza
ailesi vardır. Sforza’lar da zamanın ünlü düşünür, bilim adamı ve sanatçılarını
şehirlerine davet ederek veya korumaları altına alarak Rönesans’a katkıda
bulunmuşlardır. Bu kişilerin arasında şüphesiz en ünlüsü Leonardo da Vinci’dir. O
hem eşsiz bir sanatçı hem de, giderek kabul gören bir görüşe göre, yorulmak
bilmeyen bir bilim adamıdır. Evet, o aslında Toskanalıdır. Adı üstünde, Floransa’ya
yakın Vinci’dendir. Ama, ömrünün 20 yıla yakın bir dönemini Milano’da
geçirmiştir. O, Floransalı olduğu kadar Milanoludur aynı zamanda…
“Mucizeler yaratmak istiyorum”
Böyle yazmış Leonardo da Vinci üç numaralı defterinde (Quaderni
III). Çok küçük yaşlardan beri doğa ile ilgili her şeye ilgi duymuş. Bu
merakı onun, çok usta olduğu resim sanatında dönemin diğer ünlü sanatçılarından
daha az eser yaratmasına neden olmuş. Çünkü sorgulayıcı aklı onun anatomiden,
mühendisliğe, mimarlığa, perspektife, felsefeye, jeolojiye, hidrolojiye ve
astronomiye kadar her alanda düşünmesine, deney yapmasına ve icatlarda
bulunmasına yol açmış. Geride bıraktığı çizimlerden, yaygın bir görüşe göre ilk
olarak 1608 yılında Hans Lippershey
tarafından icat edildiği kabul edilen teleskopu, ondan 100 yıl önce düşündüğü
anlaşılıyor. Yine benzer bir şekilde, güneşin hareket etmediğini Galileo’dan
çok önce defterine yazmış. O dönemde kafirlik olarak görülmesine ve yasaklanmış
olmasına rağmen, önce domuz ve öküz cesetleri sonra insan kadavraları üzerinde
yaptığı çalışmalar onun optik, insan organlarının işleyişi, kalp ve kan
dolaşımı üzerine önemli ve o güne kadar bilinmeyen keşiflerde bulunmasını
sağlamış. Örneğin, el yazmalarının incelenmesi sonucu bugün artık, kalbin
vücuda kan pompaladığını William Harvey’den önce keşfettiği
de biliniyor. Harvey’in bu buluşu 1616 yılına tarihlenirken, Leonardo’nun bu
konuda çalışmalarına 1507 yılından itibaren başladığı belirtiliyor. Leonardo
ile ilgili bir başka şaşırtıcı bulgu da günümüzden yüzlerce sene önce
kolesterolden söz etmiş olması. Bunlar sadece birkaç örnek. Optik, beyin ve üreme
üzerine daha pek çok yazısı ve çizimleri var. Yazma eserlerinin kabaca sadece dörtte
birinin günümüze ulaştığı (yaklaşık 7000 sayfa) düşünülürse, bizim bilmediğimiz
daha pek çok keşif yapmış olması kuvvetle muhtemel.
Size de olur mu bilmem, belli dönemlerde bazı konulara ya da
kişilere özel bir ilgi duymuşumdur. O zamanlarda ilgilendiğim konu ile ilgili
ne bulursam okurum. Bundan 13-14 sene önce de Leonardo da Vinci ilgi alanıma
girdi. Onun hakkında birçok kitap okudum. Bunların içinde özellikle iki
tanesini çok beğendim. Michael White’ın yazdığı “Leonardo- The First Scientist”
kitabı onun daha çok mühendislik ve fen alanındaki araştırma ve buluşlarına
odaklanırken, kendisi de bir doktor ve akademisyen olan Sherwin B. Nuland’ın “Leonardo
daVinci” kitabında tıp alanındaki çalışmalarına yer verilmiş.
Leonardo da Vinci’ye duyduğum bu ilgi nedeniyle Milano’ya gitmeden önce bu gezimizde onun izini sürmeye karar vermiştim. Sanırım daha önce de bir yerlerde yazmıştım. Gittiğimiz yerleri, ilgi ve merakıma göre, belli bir temaya göre gezmeyi severim. Bazen, Barselona’da olduğu gibi, birden fazla tema da olabilir. O zaman, her bir tema için ayrı bir yazı yazmayı daha uygun buluyorum. Bu düşünceden yola çıkarak, Barselona anılarımı da beş ayrı yazıda toplamıştım.
Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 tarihinde, saat akşam
10:30’da dünyaya gelmiş. Doğum tarihinin bu kadar kesin olarak bilinmesi, gayri
meşru bir bebek olmasına karşın, doğan ilk torunundan son derece gurur duyan
büyükbabası sayesinde olmuş. Babası, Piero da Vinci, ailenin kendisinden önceki
birkaç kuşak erkeklerinin olduğu gibi, notermiş. Çok güzel bir kadın olan
annesi Caterina ise, muhtemelen ailenin hizmetlilerinden birisi olan bir köylü
kızı. Ailenin soyadı, Floransa’ya bağlı Vinci’den olduklarını işaret ediyor
ama, Leonardo’nun oradan çok uzak olmayan Anchiano’da doğduğu düşünülüyor. Kaç
yıl olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmasa da, uzmanlar onun ilk birkaç
yılında annesi ile yaşadığı konusunda hemfikir. Kimi iki yaşına kadar kimi beş
yaşına kadar diyor. Ancak, daha sonra Leonardo babası tarafından kendi evine
alınmış ve nüfusuna geçirilmiş. Annesi köyden bir başkası ile evlendirilmiş. Annesinin
suçu gibi görünmese de, Leonardo annesinin kendisini bıraktığını düşünerek, onu
hayatı boyunca hiç affetmemiş. Aralarında Sigmund Freud da olan bazı
akademisyen ve biyografi yazarları, Leonardo’nun eşcinsel olmasını annesi ile
çok yoğun geçen ilk birkaç yıldan sonra ondan koparılmasına bağlıyorlar. Oysa,
kariyer hedefleri olan babasının annesi ile evlenmesi zaten söz konusu değilmiş.
Daha sonra dört kez evlenen Piero da Vinci’nin yedi tane oğlu daha olmuş.
Yıllar sonra Leonardo, hem babasından kalan miras payı hem de kendisini çok
seven ve çocukken çok ilgilenen amcasının kendisine tamamını bıraktığı mal
varlığı için çok çetin bir hukuksal mücadele vermek zorunda kalmış. 23 Nisan 1519
tarihinde ölmeden önce hazırlattığı vasiyeti ile tüm bu mal varlığını ve
Floransa’daki banka hesabında bulunan yüklü miktardaki parayı yine kardeşlerine
bırakmış.
Leonardo da Vinci’nin döneminde, şayet aristokrat ya da
köylü sınıfına mensup iseniz hiçbir sorun yaratmayan gayri meşru olma durumu,
orta sınıf ve yükselen burjuva sınıfı arasında şiddetle kınanıyormuş. Kimi
Papalar gayri meşru çocuklarını kardinal mertebesine dahi yükseltebilirken ya
da gayri meşru doğan asiller prens bile olabilirken, orta sınıfa doğan bu
çocuklar pek çok haktan mahrum bırakılırlarmış. Bunların başında, üniversiteye
gitme yasağı ve dolayısı ile hukuk, tıp gibi saygın mesleklere girme yasağı
bulunuyormuş. Leonardo da bu yüzden resmi bir eğitim alamamış. O nedenle
yazılarında sıkça kendisinin “okumamış” olduğundan söz ediyormuş. Üniversiteye
gidemeyişine ömrü boyunca üzülen Leonardo, sonsuz merak ve öğrenme arzusunu
kendisi araştırarak, deney yaparak ve okuyarak gidermeye çalışmış. Bazı
kaynaklar onun diğer kardeşleri ile birlikte resmi eğitim aldığını ve
üniversiteye gitmiş olabileceğini söyleseler de, buna itiraz eden uzmanlar var.
Onlara göre, eğer bir eğitim almış olsaydı,
sol eliyle yazıyor olmasının mutlaka düzeltileceğini belirtiyorlar.
Bundan da öte, Leonardo da Vinci’nin klasik dillere (Yunanca ve Latince) çok
hakim olmadığı da biliniyor. Bu dillerde ve Arapça yazılmış eski eserlere
ihtiyaç duyduğu zaman İtalyanca çevirilerini okuduğu söyleniyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen, Leonardo dönemin benzer durumdaki
diğer çocuklarına göre ayrıcalıklı sayılabilir. Babasının evine alınmış olması,
büyükannesi, kendi çocuğu olmayan babasının ilk eşi ve amcası tarafından sevilip
kendisine ilk eğitimin verilmiş olması onun açısından önemli. Ama şüphesiz onun
için en büyük şans, babasının onu 14 yaşında iken Floransa’da büyük bir
atölyesi olan Andrea del Verrocchio ustanın yanına vermiş olması. Verrocchio,
bu genç çocuktaki potansiyeli hemen fark etmiş. Kendisinin de resim ve heykel
dışında çeşitli tasarım , metal eşya ve müzik aletleri üretimi ile ilgilenmesi,
Leonardo’nun atölyedeki diğer genç çıraklarla birlikte özgür bir eğitim
almasını ve yaratma süreçlerine katılmasını mümkün kılmış. Bu dönemde ve tüm
gençliği boyunca, görmeye alışık olduğumuz yaşlılık halinin aksine, genç
sanatçı olağandışı bir güzelliğe sahipmiş. Kendi çağdaşı kaynakların da
doğruladığı bu özelliğinin yanında, o zamanlar giyimine de son derece
düşkünmüş. Sıra dışı kısalıkta tunikler giyer, sakalını uzatırmış. Müziğe son
derece meraklı olan genç Leonardo’nun sesi de çok güzelmiş. Nota okuyabildiği
gibi, defterlerinde görüldüğü üzere, besteler de yapıyor ve lir çalıyormuş.
Bunun yanında, bazı kendi icat ettiği müzik aletlerinin çizimleri de günümüze
ulaşmış.
Leonardo da Vinci’nin on yıldan fazla bir süre
Verrocchio’nun yanında kaldıktan sonra, 1478 yılında bağımsız bir sanatçı
olarak hayata atıldığı düşünülüyor. Dönem, Lorenzo Medici’nin dönemidir.
Bilindiği gibi, Medici ailesi sanatçıların hamisi bir ailedir. Ancak, Lorenzo
Medici entelektüel olmakla beraber, aynı zamanda çok elitist bir insandır. Klasik anlamda bir eğitim almamış olan
Leonardo da Vinci’yi küçük görür. Ondan çok daha az yetenekli sanatçılara kol
kanat gerip siparişler verirken, Leonardo’yu görmezden gelir. Genç sanatçı
bunun üzerine Floransa’dan ayrılmaya karar verir.
Çeşitli kaynaklarda çeşitli konularda farklı bilgiler olsa
da, Leonardo’nun Milano’ya geliş tarihinin 1482 yılı başları olduğu
konusunda fikir birliği bulunuyor.
Kimilerine göre, Lorenzo Medici tarafından Sforza’lara bir jest olarak müzisyen
kimliği ile gönderiliyor. Ancak, bu görüşe katılmayanlar çoğunlukta. Zira,
Leonardo da Vinci ne kadar istemiş olsa da, LudovicoSforza’nın
sarayına hak ettiği şekilde adım atması Milano’ya gelir gelmez gerçekleşmiyor.
Da Vinci Milano’ya geldikten sonra en az iki yıl, herhangi bir hamisi olmadan,
serbest bir sanatçı olarak yaşamak zorunda kalıyor.
Bu dönemde Leonardo, aynı evi paylaştığı sanatçı Preda kardeşlerle iş birliği yapıyor. Bu çerçevede, San Francesco Grande kilisesinin altarı için üçlü bir resim yapmak üzere bir sipariş alıyorlar. Ortalama yetenekleri olan Preda kardeşler Leonardo’nun değerini anlamakta gecikmedikleri için, üçlünün ortasında yer alacak en önemli resmin sorumluluğunu ona veriyorlar. Günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Kayalıklar Bakiresi (Virgin of the Rocks) tablosu bu şekilde yapılmış oluyor. Gerçi tablo, ne renkler ne kompozisyon olarak verilen siparişin şartnamesine uymuyor ama, Leonardo da Vinci özgürce yaptığı bu tablo sayesinde Ludovico Sforza’nın dikkatini çekiyor. Sforza’nın son sevgilisi, güzeller güzeli Cecilia Gallerani’nin tablosunu yapmak üzere bir sipariş almayı başarıyor. 1480’lerin ortalarına denk gelen bu zamandan sonra Leonardo artık Milano’nun saygın bir sanatçısı olarak kabul edilmeye başlanıyor. Sarayın kapıları ona açılırken, Dük için hem çok değer verdiği mimari ve mühendislik projeleri, savaş araçları, makinalar ve Dükün dillere destan davetleri için dev oyuncaklar tasarlıyor hem de bir sanatçı olarak eserler üretiyor. Anatomi çalışmaları ise, tüm zorluklara karşın, hep devam ediyor.
Leonardo da Vinci’nin Milano’da izini sürmeye nereden
başlamalı diye düşündükten sonra, önce kendisine Ludovico Sforza tarafından
1498 yılında hediye edilen evine ve üzüm bağına gitmeye karar verdim. Burası
aynı zamanda, o muhteşem “Son Akşam Yemeği” duvar resminin
bulunduğu Santa Maria delle Grazie kilisesinin karşısında bulunuyor. Kaldığımız
Hotel
Manzoni’den oraya rahat bir yürüyüş ile 35-40 dakikada gittik. Bir
şehri görmek için en iyi yöntem, mümkün olduğunca yürümek. Yol üstünde, daha sonra gezeceğimiz SforzaKalesi’nin
de önünden geçtik.
O zamanlar boş arazi olan bu bölgede Dük kendisine sadık
çevresi için yeni bir yerleşim yeri yaptırmayı düşünüyormuş. Saraya yakın
Attelani ailesi ile birlikte Leonardo’ya da burada bir ev ve üzüm bağı vermiş.
Amacı, hem o sırada Son Akşam yemeği üzerine çalışan Leonardo da Vinci’ye işine
yakın olma kolaylığını sağlamak hem de, ailesinin Toskana’da üzüm bağları
olduğu için, memleketine olan özlemini hafifletmekmiş. Gerçekten de, Leonardo
bu evde kaldığı sürece, canı istediği zaman, gece geç vakit bile olsa, karşıya
geçip duvar resmi üzerinde çalışma olanağı bulmuş. Üzüm bağı ile ise özel
olarak kendisi ilgilenmiş. Fideleri kendisi dikip aşılamış.
İlk halinde toplam 800 metre karelik bir alana yayılan bağın önemli bir bölümünün üstünde günümüzde, yüzyıllar içinde yapılmış, binalar, kiliseler ve manastırlar var. Bağ, Casa degliAtellani’nin (Atellanilerin Evi) bahçesinin alt ucunda yer alıyor. Dük aslında Atellani ailesine burada iki ev vermiş. Bağın yanındaki bu evde Leonardo’nun kalmasına izin verildiği anlaşılıyor. Üzüm bağı, Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölünce, vasiyeti üzerine sadık hizmetkarı olan Giovanbattista Villani ve öğrencilerinden Giacomo Caprotti arasında paylaştırılmış.
Casa degli Atellani iki avlulu bir yapı. Birinci avlunun
çevresindeki binalarda günümüzde
oturanlar var. Hemen yanındaki avlunun Leonardo dönemindeki haline çok yakın
olduğu belirtiliyor. Buradan girilen Casa Atellani ise tam anlamıyla öyle
değil. Evin yüzyıllar içinde el değiştirmesi ile birlikte çok sayıda farklı
süslemeler ve değişiklikler yapılmış.
Ancak, bunlar olumsuz değil, olumlu değişiklikler olmuş. Bunların içinde
özellikle Zodiak Salonu’nun süslemeleri olağanüstü güzel. Bir başka
salonda ise, Lombardiyalı ressam Bernardino Luini’nin (1480-1532) yaptığı Sforza ailesinin
fertlerinin portrelerini görebilirsiniz.
Üzüm bağını, beş yüz yıl boyunca yapılan binaların istilası, yangınlar ve bombalamalardan gördüğü tahribattan 2015 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir proje kurtarmış. Daha önce, 1920 yılında da mimar Portaluppi yaptığı bir proje ile bağın günümüze ulaşmasını sağlamış. Bağ, evin içinden çıkılan arka bahçenin en uç bölümünde bulunuyor. Elbette orijinal bağın çok küçük bir bölümü burası. Ancak, işin sevindirici yanı, botanik arkeologlarının yaptıkları çalışmalar sonucu, Leonardo’nun buraya diktiği orijinal üzüm fidelerinin cinsinin saptanabilmiş olması. Buna göre bağda şimdi, 500 yıl önce olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi üzüm yetiştiriliyor. Farklı cins üzüm fidelerinin aşılanması ile elde edilen bu üzümün kökeninin, Candia isminin bir zamanlar orası için kullanılıyor olması nedeniyle, Girit olduğu belirtiliyor. Söz konusu üzümlerden, şeker ve alkol oranı yüksek, son derece aromatik ve güzel şaraplar üretiliyor.
Daha önce belirttiğim gibi, Leonardo’nun ünlü Son Akşam
Yemeği duvar resminin bulunduğu kilise, evinin ve bağının karşı kaldırımında
yer alıyor. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; kilise her daim açık.
İstediğiniz zaman gezebilirsiniz. Ancak, Son Akşam Yemeği duvar resmini
görebilmeniz için çok önceden bilet almanız gerekiyor. Biletler saat randevulu
ve yaklaşık altı hafta önce tükeniyor. Ben erken davrandığımı düşünerek, aşağı
yukarı bir hafta önce harekete geçtiğimde bu acı gerçek ile karşılaştım. Tahmin
edebileceğiniz gibi, önce çok üzüldüm. Ne de olsa, gitmek için Milano’yu
seçmemizin en önemli nedenlerinden birini kaçırmış olacaktık. Ama, işin peşini
bırakmamaya karar verdim. Günlük turlar için araştırma yaptım ve GetYourGuide
uygulamasından hem Sforza Kale’sini hem de Son Akşam Yemeği’ni kapsayan bir tur
buldum. Çok da memnun kaldık. Rehberimiz çok iyiydi. Hatta bizi, programda
olmayan San Maurizio al Monastero Maggiore kilisesine de götürerek Leonardo
da Vinci’nin kendisinden sonraki dönemde yaşamış olan Lombardiyalı ressamları
nasıl etkilediğini de uzun uzun anlattı. Şayet siz de kendiniz çok önceden
bilet almayı unutursanız, yer bulma olasılığı daha yüksek olan günü birlik
turları deneyebilirsiniz.
Santa Maria delle Grazie kilisesi ilk olarak, mimar Guiniforte
Solari’nin tasarımı ile, 1463 yılında yapılmaya başlanmış. Kilise 1490
yılında bitmiş. İki yıl sonra, 1492 yılında, Milano Dükü Ludovico Sforza (nam-ı
diğer Il Moro), Leonardo da Vinci’nin de dostu olan Bramante’den
burayı bir aile mozolesine çevirmesini istemiş. Hayali, buranın Sforza
ailesinin görkemli bir mozolesi olması imiş. Bramante bunun için, Solari’nin yaptığı
apsisi yıkarak yerine Rönesans stili
bir apsis inşa etmiş. Ancak, 1499 yılında Milano’nun Fransızların saldırısına
uğraması ve Ludovico’nun iktidarını kaybetmesinden sonra, 1500 yılından itibaren
kiliseyi ellerinde bulunduran Dominiken rahipler burayı sanat eserleri ile
dekore etmeye devam etmişler. 1558 yılında Engizisyon Mahkemesi de buraya
taşınmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1943 yılında) bombalanan kilise çok
ağır hasar görmüş.
Yukarda belirttiğim gibi, Son Akşam Yemeği’ni görebilmek
için, almış olduğunuz bilete göre, tam vaktinde kapının girişinde olmanız
gerekiyor. Duvar resminin bulunduğu salon aslında bir zamanlar manastırın genel
yemekhane salonu imiş. İçeriye sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor.
Yanılmıyorsam, maksimum yirmi kişi. Ama, salona doğrudan giremiyorsunuz. Önce
otomatik bir cam kapıdan bir ara bölüme giriyorsunuz. Arkanızdan kapı
kapanıyor. Bir süre burada bekledikten sonra, yine otomatik cam bir kapıdan
salona giriyorsunuz. Tüm bu önlemler, salonun nem ve toz seviyesini kontrol
altında tutabilmek içinmiş. İçeride 15 dakikadan fazla kalamıyorsunuz. Yapılan
anons ile dışarı çıkmak zorundasınız.
Salona girerken nefesimi tuttum. Çok heyecan verici idi.
İçerisi oldukça loş. Son Akşam Yemeği resmi, kapıdan girince sağ tarafınızda bulunuyor.
Resim de sıcak, sarı ama oldukça loş bir ışıkla aydınlatılmış. Çevremdeki çoğu
insan büyük bir hızla fotoğraf çekmeye girişirken ben, bir süre hareketsiz
kalıp, resmi içime sindirmeyi tercih ettim. Büyülendim…
Ludovico Sforza’nın isteği üzerine Leonardo da Vinci’nin
1495-1497 yılları arasında yaptığı bu duvar resmi, İsa’nın ünlü, “İçinizden biri bana ihanet
edecek” cümlesini
söyledikten hemen sonraki anı konu ediyor. İşte sanatçı resimde, bu şaşkınlık
anını büyük bir ustalıkla masadaki Havarilerin yüzlerine ve vücut dillerine
yansıtmış. İsa’nın yüz ifadesi ise, sakin ve huzur içinde.
Son Akşam Yemeği resmi, sıklıkla ve yanlış bir şekilde, bir fresk (İtalyanca fresco) olarak tarif ediliyor olsa da, fresk değil. Bu tempera yöntemi ile yapılmış bir resim.
Zaman zaman Leonardo’nun yanlış yöntem seçtiği ve bu yüzden resmin henüz o
hayattayken bozulmaya başladığı söylense de, konunun uzmanları onun bu yöntemi
özel olarak seçtiğini söylüyorlar. İtalyanca taze anlamına gelen fresco
yönteminde resim, duvara çekilen alçı sıva henüz ıslakken yapılıyor. O nedenle
resmi son derece hızlı bir şekilde bitirmek gerekiyor. Oysa, tempera yönteminde
resim, kurumuş sıva üzerine yapıldığı için zamana karşı bir yarış söz konusu
olmuyor. İşte uzmanlar, Leonardo’nun yüz ifadeleri üzerinde daha uzun süre
çalışabilmek, onlara daha fazla anlam katabilmek için bu yöntemi seçtiğini
belirtiyorlar. Ancak, ortamdaki koşullar kontrol edilemediği için daha sonra
resmin boyalarının dökülmeye başladığı belirtiliyor. Bir de bu yetmiyormuş
gibi, bir süre sonra rahipler yemek salonundan mutfağa bir geçiş açmak için
resmin ortasından bir kapı açıyorlar. Bundan dolayı, resmin İsa’nın ayaklarını
gösteren bölümü yok oluyor.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği resminde Havariler
olarak kullanmak için Milano sokaklarında uygun yüzler aradığı bilinir. Bunun
için, sokaklarda rastladığı insanların sayısız eskizlerini yapmış. Bir
söylenceye göre, ihanet eden Judas’ı temsil etmek üzere bir
dilenci ya da caniyi kullanmış. Bizim rehberimizin de katıldığı bir başka
görüşe göre ise, Judas için, resmin ne zaman biteceği konusunda kendisini ikide
birde sıkıştıran manastırın başrahibini model almış.
Henüz 1550 yılına gelindiğinde bile sanat tarihçisi Vasari
resmin durumunun çok kötü olduğunu belirtmiş. 1726 yılından itibaren resmi restore etmek için birçok çalışma
yapılmış ama, her seferinde daha fazla zarar verilmiş, hatta figürlerde
tahribat meydana gelmiş. Napolyon’un Milano’yu işgal ettiği
dönemde bu salon atlar için ahır olarak kullanılmış. Doğal olarak, bu durum
resim için daha da kötü olmuş. 1943 yılındaki bombalanma salonda ağır tahribat
yapmış ama Son Akşam Yemeği, önüne koruma amaçlı yığılmış olan kum torbaları
sayesinde, mucizevi bir şekilde kurtulmuş.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği duvar resminin
yedinci ve son restorasyonu 1999 yılında tamamlanmış. Restorasyondan sorumlu Dr.
Pinin Brambilla Barcilon resmin her bir santimetre karesinin üzerinde
tam yirmi yıl boyunca çalışmış. Orijinal resmin üstüne yapılan tüm boya
tabakalarını özenle temizlemiş ve alttaki orijinal katmana ulaşmış. Böylelikle,
resmin günümüzdeki hali, tamamen olmasa da, otantik şekline çok yakın bir hale
gelmiş.
Son Akşam Yemeği’nin tam karşısındaki duvarda büyük bir fresk
var. Bu, Donato Montorfano’nun (1460-1502) yaptığı “Çarmıha Gerilme” isimli eseri.
Dominiken rahiplerin siparişi üzerine, 1495 yılında yapılmış. Sanatçı adını ve
eserin yapılış tarihini İsa’nın çarmıha gerildiği hacın dibindeki taşın üstüne
yazmış. Fresk olarak yapıldığı için günümüze kadar oldukça iyi bir durumda
kalabilmiş. Resmin sağ ve sol tarafında, Leonardo da Vinci tarafından eklendiği
düşünülen, Ludovico ve eşi Beatrice’nin iki oğulları ile birlikte resimleri
var. Ancak bunlar, alçı kuruduktan sonra (yani tempera olarak) yapıldıkları
için oldukça silinmiş duruyorlar.
Montorfano’nun salonun çıkışına yakın olan freskini
incelemek için istemeye istemeye Son Akşam Yemeği’ne arkamı dönmüştüm.
Açıklamaları dinledikten sonra, ben kendimi yine büyülenmişçesine büyük ustanın
eserine bakar buldum… Öylesine etkileyici idi… Sonra, dışarı çıkmamız
gerektiğini bildiren anons duyuldu. Çıkış kapısı açıldı ve dışarı çıktık…
Milano’da Leonardo da Vinci’nin izini sürmemiz bu kadarla kalmadı. Ancak, yazımız da epeyce uzadı. En iyisi, kalanları bir sonraki yazıma bırakmak…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.