Milano (4): La Scala’da Bir Gece…

Milano ile ilgili önceki yazılarımdan birinde, Ekim 2019’da neden Milano’ya gitmeyi seçtiğimizi daha sonra yazacağımı belirtmiştim. Doğal olarak, her gezinin bir çıkış noktası oluyor. Sanırım, bu herkes için böyle. Duyulan bir merak, özel bir ilgi ya da önceden gidip de, insanın unutamadığı bir özellik nedeniyle yeniden görme isteği. Önceki gidiş ya da gidişlerinizde görmeye fırsat bulamadığınız ama hala aklınızdan çıkmayan yerler. Hepsi olabilir.

Yolculuktan aylar önce, İtalya’da bu kez nereye gideceğimiz konusunda araştırma yaparken, operaya gidebileceğimiz bir şehre gitmenin çok güzel olacağını düşündüm. Ekim ayı İtalya’da opera için iyi bir mevsim değil. Özellikle, yazın opera sahnelenen Roma, Verona gibi kentlerde Ekim ayı bir ara verme dönemi oluyor. Bu gibi şehirlerde sezon epeyce geç başlıyor. Ama La Scala’nın öyle olmayabileceğini düşünerek, bir şansımı deneyeyim dedim ve programa baktım. Ne büyük sürpriz! Bizim İtalya gezimiz için planladığımız günlere denk gelen bir tarihte sahnelenecek bir opera vardı. Hem de bir Gala! Handel’in Giulio Cesare in Egitto (Jül Sezar Mısır’da) adlı eseri. Üstelik, başrolde ünlü mezzo-soprano Cecilia Bartoli ile… İnanması zor bir şans diye düşündüm. Handel’in bu eserini bilmiyordum ama konçerto ve süitlerini çok severim. O nedenle, eser konusunda tereddüt etmedim. Bartoli’yi de, kimilerinin yorucu ve sıkıcı bulmasına karşın, çok severim. Kendisini bir kere İstanbul Festivali sırasında Aya İrini’de izlemiştim. Albümleri de bana daima keyif vermiştir.

Böylece, 2019 sonbaharında nereye gideceğimiz belli oldu. Milano’ya gidecektik. Uçak ve otel rezervasyonundan önce, La Scala’ya biletlerimizi aldık. En son 21 yıl önce, 1998 yılında, gittiğim bu operanın birkaç mabedinden birine gidecek olmamız beni çok heyecanlandırdı.

Operayı sevmem çocukluk yıllarıma dayanır. Birkaç yıl önce yayınladığım La Diva Turca isimli yazımda (söz konusu yazıya erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz) opera sevgimin henüz çocukken Roma’da babamın götürdüğü operalar ile başladığını yazmıştım. Öyle ki, kışın Teatro dell’Opera di Roma ya da yazın Terme di Caracalla’daki açık hava temsillerine gitmediğimiz zamanlar, evdeki opera plaklarını libretto’larından takip ederek dinlerdim.

O zamanlar, kışın operaya gitmek öyle sıradan bir olay değildi ve beni temsiller kadar, ortam da çok etkilerdi. Uzun olmasa bile, daima çok şık gece giysileri içinde kadınlar ve smokin ya da koyu renk takım elbiseleri içinde erkekler. En az onlar kadar kibar görevliler. Kristal avizelerin altın rengi süslemelere yansıyan ışıltısı. Kibar selamlaşmalar, terbiyeli kahkahalar. Yazları gittiğimiz Terme di Caracalla’da durum farklıydı. M.S. 3. yüzyıldan kalma bu Roma hamamında sergilenen temsillerde, yazlık sinemalar gibi olmasa da, doğal olarak daha rahat bir ortam olurdu.

Teatro alla Scala

1998 yılında, bir arkadaşımla La Scala’da Giacomo Puccini’nin Manon Lescaut operasını izlemiştim. Milano’ya iş için gitmiştik. O zamanlar henüz önceden internetten bilet almak gibi bir olanak olmadığı için, ancak Milano’ya gidince bilet olup olmadığını soruşturabildik. Tabii ki, tüm biletler aylar önce satılmıştı. Ama, kaldığımız Hotel dei Cavalieri bu gibi durumlar için belli ki önlemini almıştı. Bilgi almaya çalıştığımız resepsiyondaki görevli,

– Bayanlar, biliyorsunuz, La Scala’nın biletleri aylar önce satıldı. Ancak, arzu ederseniz, biz size bilet sağlayabiliriz , demişti.

Böylece, normal fiyatın iki katını vererek, o akşam Manon Lescaut’ya gitmeyi başarmıştık. La Scala’nın kapısından girer girmez çocukluğuma geri dönmüştüm. Jilet gibi ütülü üniforması içindeki kibar bir görevli bizi karşılamış ve,

– Güzel bayanlar, La Scala’ya şeref verdiniz,

diyerek, türlü iltifatlarla yerimize kadar götürmüştü. Hemen hemen her kadına benzer iltifatlar yapıldığını tahmin etsek de, doğrusu söyledikleri kulağımıza, tarzı gönlümüze çok hoş gelmişti…

Yerimiz gerçekten mükemmeldi. Hiç unutmuyorum, ilk kattaki, sahnenin tam karşısında yer alan en iyi localardan birinde, öndeki iki sandalyeye oturduk. Aşağıda parterre ve yukarda localar şık insanlarla doluydu. Bir grup Japon erkek, smokinlerinin içinde hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Turistik ya da iş gezisi, her ne sebeple Milano’ya gelmişlerse, smokinlerini getirmeyi unutmamışlardı. Kısacası bana göre ortam, opera sanatına yaraşır bir haldeydi. Tıpkı çocukluk anılarımda olduğu gibi…

Sonraki yıllarda, Avrupa’ya gidişlerimde eğer denk gelen bir opera temsili varsa hep gitmeye gayret ettim. Zaman içinde, giyim kuşam ve opera izleme adabı açısından kalitesi düşen seyirci beni üzmeye başladı. 2013’te, Viyana Staatsoper’deki ortam beni eski güzel günlere götürse de, hemen arkasından gittiğim Prag ve Berlin’de hayal kırıklığına uğramıştım. Ama İtalya farklıydı. Bir süredir İtalya’da operaya gitmiyor olsam da, buna yürekten inanıyordum. Kapıcısından, duvarcısına kadar herkesin opera sevdiğini bildiğim İtalya’da, operanın anavatanında durum farklı olmalıydı.

İşte bu düşünce ve duygularla, 18 Ekim 2019 akşamı için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Yaz ortasında La Scala’dan bir e-mail geldi. Üzülerek, Cecilia Bartoli’nin sahne alamayacağını bildiriyorlardı. Kleopatra rolünü Bartoli yerine, Avusturalya asıllı Amerikalı soprano Danielle de Niese oynayacakmış. Düş kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Danielle de Niese’i tanımıyordum. Ama, programda daha önce dikkatimi çekmemiş olan, Sezar rolündeki Bejun Mehta’yı biraz araştırınca, La Scala’da güzel bir akşam geçireceğimize dair inancım geri geldi. Babası ünlü şef Zubin Mehta’nın kuzeni olan Bejun Mehta günümüzde dünyanın en iyi birkaç kontrtenorlarından birisi sayılıyormuş. Aldığı birçok ödül ve Grammy, Laurence Olivier gibi ödüllere adaylıkları var. Benim kafamı kurcalayan konu, sadece onun bir kontrtenor olarak Sezar rolünü oynayacak olması oldu. Bilindiği üzere, tıpkı geçmişte kastrato’ların yapabildiği gibi, kontrtenorlar da kadın sesi çıkarabiliyorlar. Handel de, zamanında kastratolar için birçok eser bestelemiş. Ancak bunlar, o dönem kadın sesinin Papa tarafından yasaklanmış olması nedeniyle, genelde kadın rolleri için sahneye çıkıyorlarmış. (Kastratolar ve tarihte en ünlülerinden biri sayılan Farinelli hakkındaki Sanat Aşkına başlıklı yazıma erişmek için linke tıklayabilirsiniz). Bu nedenle, Sezar gibi güçlü bir tarihi kişiliğin bir kontrtenor tarafından canlandırılması bana çelişkili geldi. Ancak, belirttiğim gibi, üzerinde fazla durmadım.

La Scala’nın her önünden geçişimizde gideceğimiz
operanın afişini görüyorduk

Milano’da kaldığımız otel, yürüyerek La Scala’ya en fazla beş dakikalık bir mesafede idi. Çok merkezi bir konumda olması nedeniyle de, günde en az bir iki kere önünden geçiyorduk. Temsil akşamının gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Bu arada, aralarla birlikte, 3 saat 43 dakika süreceği belirtilen temsil öncesinde bir şeyler yemek gerekecekti. Onun için de, La Scala’nın fuayesinde bulunan, Il Marchesino’da önceden yer ayırttık. 1998 yılında, arkadaşımla önceden değil, sonradan yemek yemeği tercih etmiştik ve temsilin sonunda yakınlardaki bir bara girmiştik. İçerisi oldukça karanlık ve çalan müzik, birkaç dakika önce bize keyif veren müzik ile alakası olmayan, yüksek perdeden bir günümüz müziği idi. Bizi kapıda karşılayan görevli, kıyafetlerimize bakarak,

– Sanırım siz La Scala’dan geliyorsunuz, demişti.

Öyle olduğunu söyleyince,

– O zaman, yan taraftaki restoran daha çok hoşunuza gidecektir,

diyerek, bizi başka bir işletmeye yönlendirmişti. Gerçekten de gittiğimiz restoranın klasik tarzdaki dekorasyonu ve çalınan klasik müzik ile, operada geçirdiğimiz büyülü saatlerin etkisi yemek boyunca devam etmişti…

Il Marchesino, kırmızı kadife ile kaplı koltuk ve sandalyelerine karşın modern tarzda döşenmiş bir restoran. Doğrusu, La Scala’nın çatısı altında daha farklı bir tarz bekliyordum. Tüm masalar, bizim gibi temsile gelenlerle doluydu. Sanırım, benim moralim yavaş yavaş bu yemek sırasında bozulmaya başladı. Bizim yaşımızda veya yaşları biraz daha fazla olan çiftler, eski günlerde olduğu gibi, son derece özenli giyinmişlerdi. Hanımlar gece elbiseleri, erkekler smokin ya da koyu renk takım elbiseleri ile mutlaka kravatlı veya papyonlu. Öte yandan, gözüme çarpan o diğer korkunç kıyafetler de neydi? Sokakta köpeğini gezdirmekten geliyormuş gibi giyinmiş kadınlar, kanvas, hatta jean pantolon giymiş erkekler. Bu doğru olamazdı. Bu insanlar bizimle temsile girecek olamazlardı. Sahnede bir kere görme fırsatı bulabildiğim ve zarafetine hayran olduğum, 25 sene prima donna olarak burada sahneye çıkmış olan Leyla Gencer’in La Scala’sı bu hale gelmiş olamazdı. 1998 yılında, değil bu kadar döküntü kıyafetlerle, kravatsız olarak gelenler kapıdan çevriliyordu.

Il Marchesino
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Karışık duygular içinde yemeğimizi yedik. Servis hızlı, yemekler lezzetli idi. İtalya’da her bölgenin, şehrin kendine has bir yemeği vardır. Milano’nunki nedir derseniz, hiç şüphesiz, başta Risotto alla Milanese (Milano usulü risotto) gelir. Avrupa’ya Araplar tarafından getirildiği düşünülen pirinç, İtalya’da ilk olarak Sicilya’ya 13. yüzyılda gelmiş. Buradan Napoli’ye, oradan da, Milano’lu Sforza ailesinin Napoli Krallığı ile olan bağı nedeniyle, Lombardiya bölgesine gelmiş. Günümüzde, ülkenin en geniş pirinç tarlaları burada bulunuyor. Tüm İtalya’da pirinçten yapılan risotto çeşitleri ile Milano usulü olanı ayıran en önemli özellik ise, burada safranın en önemli malzeme olması. Böylelikle, Milano usulü risotto’nun hoş, sarı bir rengi oluyor. Il Marchesino’da yediğimizin ilave özelliği ise, üstündeki eritilmiş altındı. Altının yemeklerde kullanıldığını biliyordum ama, daha önce hiç yememiştim. Doğrusu, çok lezzetli idi. Bir kadeh güzel şarap eşliğinde, güzel bir yemek oldu.

Altınlı Risotto alla Milanese
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Derken, temsil vakti geldi… Hesabı ödeyip, kalktık.

Kapıda düzeni sağlamaya çalışan bir iki görevli dışında etrafta personel görünmüyor. Nerede o yıllar önce iltifatlarla bizi karşılayıp locamıza götüren kibar görevliler? Bir itiş kakış. Sırtında koca sırt çantası ile gelenler. La Scala’ya yakıştıramadığım kılık kıyafette insanlar. Evet, artık iyice ikna oldum. Operanın bu son kalelerinden biri de seyircisindeki sakilliğe ve kılıksızlığa yenik düşmüş. Belli ki para kazanma kaygısı ile, artık kapıdan kimseyi kıyafetinden ötürü geri çevirmiyorlar. Kimi seyirciler de, bir opera akşamı için giyimlerine en ufak özeni göstermeyi düşünmüyorlar. Dünya nasıl bu kadar sakil, zevksiz ve banal bir hal aldı? Biliyorum, imkanı kısıtlı olmayanlar gitmesin mi denilebilir. Ama, en azından temiz ve düzgün ütülü giyinmek mümkün diye düşünüyorum. Benim düşünceme göre, La Scala’ya gitmek artık bazı insanlar için, Milano’ya gitmişken şöyle bir Duomo’yu gezmek gibi bir şey haline gelmiş. Milano’ya gidince, yapılacaklar listesindeki maddelerden biri olmuş. La Scala yönetimi de artık bundan rahatsız olmamaya karar vermiş. Yeter ki gelir olsun. Onlar da kendi açılarından haklı olabilir. Azalan eski opera severler nedeniyle ayakta kalmaya çalışıyorlar belki de.

La Scala’nın içi

Kalabalığın içinde zar zor yerimizi bulduk. İkinci kattaki 12 numaralı locanın en öndeki iki sandalyesine oturduk. Bir süre sonra, nasılsa, bir görevli Uzakdoğulu bir çifti de bizim locaya getirdi. Bu sayede, görevlinin anahtarla açtığı 12 numaralı locanın vestiyerine pelerinimi asabildim. Artık, temsil başlayana kadar biraz etrafı inceleyebilirdim.

Şeref Locası

Söylememe gerek yok, La Scala’nın içi çok güzeldir. Tam adı Teatro alla Scala olan opera binasının yapımına, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın himayelerinde, 1776 yılında başlanmış. O zamana kadar opera binası olarak Teatro Ducale kullanılıyormuş. Ducale o yıl yanınca, yeni bir opera binasının yapımı için hemen harekete geçilmiş.  İnşaat, eski binadaki loca sahiplerinden toplanan paralarla finanse edilmiş. Mimarı Giuseppe Piermarini olan La Scala’nın adı, burada daha önce bulunan ve opera binası için yıkılan, 1381 yılında yapılmış, Santa Maria della Scala kilisesinden geliyor.  Zamanında bu kilise, Dük Bernabo Visconti’nin eşi için yapılmış. 1778 yılında tamamlanan opera binasında ilk temsil, Antonio Salieri’nin L’Europa riconosciuta isimli eseri olmuş. Bundan sonra La Scala, İtalyan operasının ünlü bestecileri Rossini (1792-1868), Gaetano Donizetti (1797-1848), Verdi (1813-1901) ve Bellini’nin (1801-1835) eserlerinin sergilendiği başlıca mekanlardan biri olmuş. Ünlü şef Arturo Toscanini’nin (1867-1957) yönetime gelmesinden sonra, o zamana kadar İtalyan opera severlerin az tanıdığı, Richard Wagner’in de eserleri sahnelenmeye başlanmış. Renata Tebaldi, Maria Callas, Leyla Gencer gibi operanın Diva’ları, Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev gibi balenin unutulmazları burada sahneye çıkmışlar.

La Scala, Milano’nun 1943 yılındaki bombalanması sırasında yerle bir olmuş ve üç yıl sonra yeniden inşa edilmiş. En son 2002 yılında tekrar restorasyona girmiş ve 2004 yılında perdelerini yeniden açmış. Ancak, belki yakınlarda yeniden bir elden geçmesi gerekebilir. Örneğin, bizim locanın duvarında kocaman bir göçük vardı. Bunu kimin nasıl yaptığını bilemiyorum ama, düşmüş olduğuna kanat getirdiğim izleyici kalitesinden dolayı pek şaşırdığımı da söyleyemeyeceğim.

Nihayet, temsil saati geldi ve perde açıldı… Bundan sonrası, benim için önce bir şok, sonra hayretle karışık derin bir hayal kırıklığı ve yürek daralması ile geçti diyebilirim. Karşılaşacağımız durum ile ilgili daha önce en ufak bir ipucu fark etmemiştik. Belki, operayı sahneye koyan Robert Carsen’ı ve dekor ve kostümleri tasarlayan Gideon Davey’i bilenler, hatta sevenler, koşa koşa gelmiş olabilirler. Araştırdığım kadarı ile son yıllarda dünyanın belli başlı operaları ile çalışmış olan bu ikiliyi şahsen ben, kara listeme almış bulunuyorum. Bundan böyle, bu ikilinin yer aldığı hiçbir projeyi görme arzum yok. Bana göre bir maskaralık olan bu denemeler, aynı zamanda opera sanatına bir hakaret. Değişen zamandı, zevklerdi, gençleri operaya çekme çabasıydı… Kim ne derse desin, ben askeri kamuflaj kıyafetleri içinde bir Sezar ve Romalı askerler izlemenin zevkini anlayabilmiş değilim. Sanatta çağa uygun, yeni şeyler elbette denenir. Denenmelidir de. Ama, bu Handel ya da diğer klasik bestecilerin eserleri katledilerek yapılmamalı. Çok isteniyorsa, çağdaş besteciler yeni besteler yapabilirler. Hatta benim önerim, atonal denen o zevksiz formda yapmaları en iyisi olur…

Giulio Cesare in Egitto isimli eserden bir sahne
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Evet, perde açıldı ve salonda bir dalgalanma oldu. İlk anda kamuflaj kıyafetlerinin yarattığı şoku, giderek dozu artan başka şoklar izledi. Sahneye çıkarılan bir askeri cip ve daha sonraki perdelerde, muhtemelen sponsorluk alınarak, çıkarılan bir Mercedes araba. (Aklıma, çocukluğumda Terme di Caracalla’da izlediğim Aida operasında sahneye dört nala çıkan dört atlı zafer arabası, filler ve develer geldi.) Tayyör giymiş Kleopatra,  üzerinde kocaman FENDI yazan torbalarla Romalıların Mısırlılara hediyeler sunması (büyük olasılıkla bir sponsorluk daha), petrol boru hatları ve en sonunda i-phone ile hep beraber çekilen selfie… Hepsi, korkunç bir kabus gibi üstümüze çöktü. Bu saçmalığı bir şekilde protesto etmek, kabullenmediğimizi belli etmek  gerektiğini düşündüm. İlk aklıma gelen, alkışlamamak oldu. Sanırım, pek çok kişi benim yaşadığım çelişkiyi yaşadı. Önemli aryaların sonrasında ve perde aralarında alkışlar başlarda çok cılız oldu. Sonra, bunun da sanatçılara bir haksızlık olacağını düşündüm. Çünkü, onların icraatlarında herhangi bir falso yoktu. Bu duygular içinde geceyi tamamladık.

Fotoğraf: Marco Brescia & Rudy Amisano
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Daha önce Türkiye’de de, modern bir anlayışla sahne tasarımı ve kostümleri yapılmış klasik opera ve baleler görmüştüm. Doğal olarak, hiç hoşlanmamış, hatta kızmıştım. Bir ihtimal, kaynak sıkıntısına bağlamıştım. O tür nedenler de etkili olabilir ama, sanki bizde de yurtdışındaki gibi bir “çağdaşlaşma” çabası bu. Bir tür, “onlar yapıyor, biz de yapalım” hali.

Belli ki, artık opera sanatı için bir çağ kapanıyor. Seyircisi, kurumları ve hatta icracıları için durum bu. Geçmişin hiçbir Diva’sının bu tür saçmalıklara tahammül edeceğini düşünmüyorum. Ne Leyla Gencer’in ne Maria Callas’ın böyle bir rejiyi kabul edeceğini zannetmiyorum. Cecilia Bartoli’nin de bu tür bir projede yer almak isteyeceğinden emin değilim. Eğer vaz geçme nedeni buyduysa, hiç şaşırmam.

Gala akşamından sonra temsilin afişi değiştirildi…

Aslında, fazla söze gerek yok. Her şey La Scala’nın, 2008 yılında Leyla Gencer’in ölümü üzerine yayınladığı mesajda çok güzel bir şekilde ifade edilmiş…

“Leyla Gencer ile birlikte, yalnızca onun tiyatrosu ve ikinci evi olan La Scala değil, operanın kendisi de geri gelmez ihtişamlı yıllara veda ediyor.”

Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Milano (3): Gözümüze, Gönlümüze ve Damağımıza Değenler…

Ekim ayında İtalya’ya gidiyorsanız, dikkatli olmasınız. Özellikle yolculuk, İtalya’nın güneyine ise. Türkiye’nin güney sahillerinde Ekim ayında rahatlıkla denize girildiği için insan, İtalya’da da durumun aynı olduğunu düşünebilir. Oysa, işin doğrusu hiç de öyle değil. 2016 yılında bunu bizzat yaşadık. Coğrafi olarak çizmenin topuk kısmına denk gelen Puglia’da, Ekim ortasında bırakın denize girmeyi, sere serpe gezmek için bile hava oldukça serindi. Sahildeki tüm yerleşim yerleri boşalmış, plajlar kapanmıştı. Bunu haritaya bakınca da anlamak mümkün. Her iki ülkeyi gösteren bir haritaya bakarsanız, güney İtalya’nın bizim Akdeniz sahillerimizden epeyce kuzeyde olduğunu görebilirsiniz. O geziden sonra, her yıl Ekim ayında yaptığımız İtalya gezilerinde hep tedbirli olduk. Hele kuzeye doğru çıktıkça, o mevsimde havanın epeyce serin olabileceğini biliyorduk artık.

Milano’ya indiğimiz gün hava oldukça kapalı ve yağışlıydı. Sonraki iki gün daha şanslıydık. Güneş açtı. Arada hava kapasa da, en azından yağış yoktu. Son günümüzde, Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek için, Pinacoteca Ambrosiana’ya gittiğimizde, yine kapalı, yağışlı ve epeyce kasvetli bir hava vardı. Daha önce belirttiğim gibi, Milano meraklısı için sayısız gizli hazine barındıran bir şehir. Biz de, günlük programımızı hava durumuna uydurarak, dolu dolu bir dört gün geçirdik.

Milano’daki ilk günümüzde hava
oldukça kapalı ve yağışlı idi.
Arnaldo Pomodoro’nun heykeli (1980).
Piazza Filippo Meda

Milano, sadece bir finans, endüstri ve moda şehri değil demiştim. Burası aynı zamanda, zengin bir sanatsal ve kültürel geçmişi olan bir şehir. İlk bakışta öyle görünmese de, tarihi çok eskilere giden, coğrafi konumu nedeniyle birçok milletin gelip geçtiği ve izler bıraktığı bir yerleşim yeri. Milano hem Napolyon’un 1805 yılında Duomo’da taç giydiği şehir hem de, güçlü sendikalara ve sosyalist harekete rağmen,  Mussolini faşizminin 1919’da doğduğu ve onun 26 Nisan 1945 yılında Piazzale Loreto’da asılmasıyla son bulduğu yer.

Milano’nun da içinde bulunduğu bölgede (Lombardiya), M.Ö. 3000-2000 yılları arasında Liguryalılar yaşamış. Daha sonra buralara Hint-Avrupa halkları yerleşmiş. Göller bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan, M.Ö. 9. ve 6. yüzyıllar arasında buralarda Keltlerin, 5. yüzyılda ise Etrüsklerin yaşadıkları anlaşılmış. Şehir, 4. yüzyılın başlarında Galyalı kabileler tarafından kurulmuş.

M.Ö. 222 yılında Milano, Po vadisi ve bölgenin o zamanki diğer şehirleri ile birlikte, Romalıların eline geçmiş. Çok geçmeden, önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş ve zamanla imparatorluğun içinde politik ve yönetimsel bir bağımsızlık kazanmış. M.S. 286 yılında, Roma İmparatorluğu Batı ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, Batı Roma İmparatorluğunun başşehri olmuş. İmparator Maximianus burada oturmaya başlamış. Böylelikle şehir, batıda Roma’dan sonra en önemli şehir haline gelmiş. İmparator Konstantin 313 yılında, Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiğini Milano Fermanı ile ilan edince, şehir aynı zamanda önemli bir dini merkez haline de gelmiş.

Günümüzde, Milano’da Romalıların izleri o kadar az ki, insan buranın  bir zamanlar imparatorluğun  önemli bir şehri olduğuna inanamıyor. Örneğin, bir zamanlar kuzey- güney yönünde 470 metre uzunluğunda ve 80 metre eninde olduğu belirtilen hipodromdan geriye kalanlar yok denecek kadar az. Bu kalıntıları görmek için Via Circo’yu (Circo Sokağı) arayıp bulduk. Kalıntılar, İstanbul’daki Hipodromdan geriye kalanlardan bile azdı.  Yapının önemli bölümü, çevresindeki modern binaların içinde kalmış. Küçük bir kısmı görülen duvar, binanın temelinin ufak bir bölümü. Romalıların Mediolanum (Milano) Circo’su (Hipodromu), 3. yüzyılın sonlarında, İmparator Maximianus’un isteği üzerine yapılmış. Aynı dönemde, şehir duvarları büyütülmüş ve İstanbul’da olduğu gibi, içinden hipodroma doğrudan geçiş olan, bir İmparatorluk Sarayı yapılmış. Orta Çağ boyunca yavaş yavaş yok olmaya başlayan yapı, daha sonra tamamen ortadan kalkmış. Bulunduğu sokağın adının çağlar boyunca Via Circo olarak kalması, 1930’larda bir ipucu olarak değerlendirilmiş ve yapılan kazı ile günümüzde görülen kalıntılar ortaya çıkarılmış.

Via Circo’da apartmanların arasında, Romalıların Milano
Hipodromundan günümüze kalanlar

İki gün sonra, Pinacoteca Ambrosiana’dan dönerken, yolumuz yine Via Circo’ya düştü. Yağışlı ve kapalı havada, sokak boyunca bu kez daha uzun yürüdük. Belli noktalarda kavis yaparak dönen sokağın şekli, büyük olasılıkla, zaman içinde eski hipodromun yapısına göre şekillenmişti. Sokağın bir yerinde, hem dinlenmek hem de bir şeyler yemek için, kafe tarzı bir yere girdik. Günlerden Cumartesi, hava iç karartıcı idi. İçerisi, son derece sade, basit ama belli bir tarzı olan eşyalarla döşenmişti. Duvarlarda, canlı renklerde ilginç afişler vardı. Burası, tam bir mahalle mekanı idi. Zaman zaman mahalleliler içeri giriyor, sahibi ile üç beş laflarken, bir kadeh bir şey içip kalkıyordu. Kafenin sahibi, kravatı ve yeleği ile, tertemiz giyimli, kibar bir adamdı. Lezzetli birer tost yerken ve kahve içerken, tüm bu insanların böylesi iç karartıcı bir günde bile ne kadar yaşam dolu, neşeli ve birbirlerine karşı nazik olduklarını gözlemledim.

Via Circo sokağının belli noktalardaki kavisli yapısı, bir zamanlar burada bir hipodrom olduğuna dair
bir çağrışım yapıyor.

Ambrosiana Sanat Galerisinden bir önceki yazımda, burada bulunan Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unu anlatırken, söz etmiştim. Galerinin kütüphanesi, Bibliotheca Amrosiana’nın yanında bulunan, 1030 yılında yapılmış San Sepolcro Kilisesi, şehrin Roma dönemindeki Forum alanı üzerine yapılmış. Kilisenin kriptinin zemini bu Forum’dan kalan orijinal taşlardan meydana geliyor. Kilise, 1928 yılından itibaren Ambrosiana Kütüphanesi’nin mülkiyetine geçmiş. Ancak, orayı gezmek için ayrı bir biletiniz olması gerekiyor. Via S. Vittore al Teatro 14 adresindeki Ticaret Odası’nın altında bulunan ve randevu ile gezilebilen, M.S. 1. yüzyıldan kalma tiyatro kalıntıları ve Arkeoloji Müzesi’nin içindeki M.S. 1.-3. yüzyıllardan kalma ev kalıntıları, şehirdeki diğer az sayıda Roma dönemi eserleri arasında bulunuyor.

Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unun bulunduğu Bibliotheca Ambrosiana’nın yanındaki San Sepolcro Kilisesi, Romalıların Forum alanı üzerine yapılmış

Bu oldukça gizli saklı kalmış Roma dönemi eserlerinin yanında, şehrin içinde o döneme ait en göz önünde olan kalıntılar, San Lorenzo alle Colonne kilisesinin önündeki 16 adet sütun. M.S. 2. ve 3. yüzyıl arasına tarihlenen bu sütunlar, şimdi bulundukları yere 4. yüzyılda, kilise yapıldığı zaman, yerleştirilmişler. Kilisenin kendisi, Milano’nun en eski kiliselerinden biri. Daha önce burada bulunan bir Roma tapınağının üzerine yapılmış. Kilisenin, Romalıların Hristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk kiliselerden olduğu düşünülüyor. Yuvarlak formdaki yapının inşaatında tapınağın, yakınlardaki Romalılardan kalma yapıların ve amfi-tiyatronun taşları bol miktarda kullanılmış. San Lorenzo alle Colonne, geçirdiği sayısız yangından sonra, 11. ile 12. yüzyıllarda ve 1573 yılında, belirtilmeyen bir sebepten ötürü kubbesi yıkılınca, birkaç kez yeniden inşa edilmiş.

San Lorenzo alle Colonne’nin önündeki Roma
döneminden kalma sütunlar
San Lorenzo alle Colonne Kilisesi ve önündeki
İmparator Konstantin heykeli

Kilisenin önündeki meydanda İmparator Konstantin’in bronz bir heykeli var. Bu bir kopya. Heykelin aslı, Roma’daki San Giovanni in Laterano kilisesinde. Roma İmparatoru I. Konstantin,  Hristiyanlığı kabul ederek devletin resmi dini ilan etmesi nedeniyle, Batılı Hristiyanlar için çok önemli.

Milano’nun en eski kiliselerinden biri olan San Lorenzo alle Colonne, yuvarlak formda yapılmış bir kilise
Kilisenin yapımında daha önce burada bulunan Roma tapınağından çok sayıda malzeme kullanılmış. Bunlardan biri olan bu sütun da ters olarak konmuş.

Milano’nun erken Hristiyanlık dönemi kiliselerinden bir diğeri, ünlü Sant’Ambrogio (Aziz Ambros) Kilisesi. Buranın önemli olmasının ve en az Duomo kadar çok gezeni olmasının birkaç nedeni var. Öncelikle, Milano’nun koruyucu Azizi Sant’Ambrogio tarafından yaptırılmış olması ve Ambrogio’nun da burada gömülü olması. Biliyorsunuz, İtalya’da her şehrin bir koruyucu azizi vardır. Bazılarında birden fazladır. Milano’da yaşamış olan Piskopos Ambrogio da, sapkın kabul edilen Aryan inanca karşı verdiği mücadele nedeniyle, daha sonra Azizlik mertebesine yükseltilmiş.

Sant’Ambrogio Kilisesi
Solda, Romalılardan kalma “Şeytanın Sütunu” görülüyor. Sütunun ortasındaki iki delik, efsaneye göre, Aziz Ambrogio’yu kandırmaya çalışan şeytanın boynuzları tarafından açılmış.
Kilisenin 12. yüzyıldan kalma avlusu

Ambrogio’nun 339 ya da 340 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Kendisi, babası gibi, Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yönetici olmak üzere yetiştirilmiş. 370 yılında, Milano ve çevresindeki bölgeye vali olarak atanmış. Bu dönemde, çıkan dini bir kriz nedeniyle, başta kendisi istemese de, 374 yılında, oy birliği ile Piskopos seçilmiş. Dönemin diğer Piskoposları gibi, hem asker hem din adamı kimliğini birlikte yürütmüş. En büyük mücadelesi Aryan inanca karşı olmuş. 4. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan ve 325 yılında toplanan İznik Konsili tarafından aforoz edilen rahip Arius’un takipçileri olan Aryanlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ve İsa’nın tanrısal olduğunu reddetmekteydiler.

Kiliseye giriş kapısından detay

Sant’Ambrogio Kilisesi, 379-386 yılları arasında yapılmış. Kilisenin bulunduğu alan daha önce, pagan Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanların mezarlığı imiş. Yapı, sonraki yüzyıllarda Benediktin rahipleri tarafından genişletilmiş. Çeşitli ilaveler yapılmaya devam edilmiş. 1196 yılında kubbesi yıkılınca, tekrar yapılmış. 1492 yılında Sforza ailesi, dönemin ünlü sanatçısı ve mimarı Bramante’ye manastır ve yemekhane bölümünü yeniden inşa ettirmişler. Maalesef, Sant’Ambrogio Kilisesi de Milano’nun 1943 yılında maruz kaldığı yoğun bombardımandan ağır hasar alan yapılardan birisi olmuş.

Avludaki sütun başlıkları (11. yy.)
Sant’Ambrogio Kilisesi Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanlara ait bir mezarlığın üstüne yapılmış. Avluda, bu mezarlıktan
kalan bazı mezar taşları var.

Kapalı bir havada ve yağmur altında avluya adım atınca oldukça etkilendim. Puslu havada, revaklı avlu, tam karşıdaki kilise ve çan kulesi çok gizemli görünüyordu. Aklıma, bu tip yerlere her gittiğimde olduğu gibi, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabı geldi… Kilise birkaç kere yeniden inşa edilmiş olsa da, 4. yüzyıldan kalan izler az değil. Avlunun duvarlarında, eski mezarlığa ait mezar taşları, yazıtlar ve freskler var. 11. yüzyıldan kalma sütun başlıklarında ilginç kabartmalar göze çarpıyor. Bunların bir kısmında İncil’den sahneler, bir kısmında fantastik hayvanlar, ejderhalar var.

Kapısından içeri girince, erken dönem kiliselerinin çoğunun sahip olduğu sade bir görkemle karşılaşıyor insan. Buna bir de, Ave Maria’yı söyleyen etkileyici bir soprano sesi eklenince, her şeyden önce, sıralardan birine oturup, hem kendimi müziğin keyfine bırakmak hem de etrafımı doya doya incelemek istedim. Sanıyorum o gün özel bir hazırlık vardı. Bazı görevliler altarın etrafına özenle çiçek sepetleri yerleştiriyorlardı. Sağ tarafta, bir oda orkestrası ve bir soprano prova yapıyorlardı. Schubert’in bestesini tekrar tekrar seslendirdiler. Ben her seferinde keyifle dinlesem de, belli ki onların memnun olmadıkları noktalar vardı. Hep beraber, yapabileceklerinin en iyisini yaptıklarına ikna olana kadar çalışacaklardı.

Ciborium ve değerli taşlarla süslü Altın Altar

Sant’Ambrogio’nun apsisinde 4.ile 8. yüzyıllar arasında yapılmış bir mozaik var. Tahta oturmuş İsa ve Aziz Ambrogio’nun hayatından sahnelerin canlandırıldığı mozaiğin bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bombalarda tahrip olmuş. Bu kısımlar yeniden yapılmış. Apsisin önündeki Altın Altar, 9. yüzyılda yapılmış. Değerli taşlarla da bezenmiş altarın ön tarafında İsa’nın, arka tarafında Aziz Ambrogio’nun hayatından sahneler bulunuyor. Venedik’teki San Marco Bazilikasının Altın Altar’ından 400 yıl kadar önce yapılmış. Sant’Ambrogio’nunkini görmek için Venedik’te olduğu gibi ayrıca bir ücret ödemeniz gerekmiyor ama, buradakini de ancak uzaktan görebiliyorsunuz. Altın Altar’ın üstünü örten (ciborium veya baldachin ismi verilen) sayvan, 10. yüzyılda yapılmış ama, kullanılan dört sütun Roma döneminden kalma.

Altın Altar’ın altındaki kriptte Sant’Ambrogio’nun
mumyası bulunuyor
Hz. Musa’nın çölde diktiği rivayet edilen Yılanlı Sütun

Kilisenin Aziz Ambrogio döneminden kalma en nadide parçası, altarın sol tarafındaki Stilicho Lahiti. 385 yılında yapılmış lahitin üzerindeki kabartmaların Piskopos Ambrogio tarafından bizzat önerildiği söyleniyor. Farklı kaynaklar lahitte yatan kişi konusunda farklı bilgiler veriyor. Ancak, kesin olarak belirtilen, lahitte yatan kişinin, Roma İmparatoru Honorius’un bir generali olan Stilicho olmadığı. Bu ismin lahite, 18. yüzyılda yanlışlıkla verildiği düşünülüyor.

Stilicho Lahiti

Milano, 402 yılında başkent olma niteliğini kaybediyor. 452 yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından talan ediliyor ve şehir, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda düşüşe geçiyor. Germanik kabilelerin ve özellikle, Gotların Bizanslıları yenmesi sonucu, Gotların istilasına uğruyor. Şehir nerdeyse tamamen yakılıp, yıkılıyor. 569 yılında Lombardiyalıların, eline geçiyor ve 774 yılında Frenklerin bütün Kuzey İtalya’yı istilalarına kadar onların yönetiminde kalıyor. Bundan sonra şehir oldukça karışık dönemler geçiriyor. Bir ara Milano yine piskopos generaller tarafından yönetiliyor. Daha sonra, şehrin ileri gelen aileleri arasında şiddetli bir güç mücadelesi başlıyor.

Visconti ailesinden Bernabo Visconti (14.yy)
Bonino da Campione
Sforza Kalesi, Antik Sanatlar Müzesi

1277 yılında Visconti ailesinin yönetimi ele geçirmesi ile Milano’da yeni bir dönem başlıyor. Visconti’ler bir yandan dönemin en iyi sanatçı ve mimarlarını şehre davet ederek Milano’yu saraylar ve yeni binalar ile donatırken, yayılmacı bir politika ile, bir süre sonra tüm Kuzey İtalya’yı kontrolleri altına alıyorlar. Hatta, Toskana’nın bir bölümü de onların etki alanına  giriyor. Visconti ailesinin döneminde, Castello’nun ve Duomo’nun yapımlarına da başlanıyor.

Il Moro adıyla tanınan ünlü Milano Dükü Ludovico Sforza
Giovanni Ambrogio de Predis
Trivulzio Kütüphanesi

Visconti ailesinin bir erkek varisleri olmaması nedeniyle, 1447 yılında hanedanlıkları sona eriyor. Ancak, evlilik yoluyla yönetim ünlü Sforza ailesine geçiyor. Sforza’lar, yayılmacı bir politika yerine, Milano’yu ihya etmeyi tercih ediyorlar. Sforza ailesi yönetiminde geçen 50 yıl boyunca Milano, tarihindeki en zengin ve görkemli dönemini yaşıyor. Özellikle, Il Moro olarak tanınan Ludovico Sforza, 1480 yılından itibaren, Leonardo da Vinci ve Bramante gibi sanatçıları himayesine alarak, sanat ve mimarlık tarihine eşsiz eserler kazandırıyor. Leonardo da Vinci’nin Milano’da bıraktığı izler konusunda daha ayrıntılı bilgi için, linklere tıklayarak Milano (1) ve Milan (2) yazılarımı okuyabilirsiniz. Burada sadece bir parantez açıp, Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları ne kadar etkilediğini açıkça görebileceğiniz bir kiliseden söz etmek istiyorum.

San Maurizio Kilisesi dışardan oldukça iddiasız görünüyor
İçi ise insanı çarpıyor…
Altarın arkasındaki bu duvar, en üstteki resimlerin biraz üstüne kadar uzanıyor. Tavan ile arasında olan açıklıktan, arka bölümdeki rahibeler papazın yönettiği ayini duyabiliyorlar.

İtalya’da, ünlü olanların dışında, dışardan görünümleri çok da etkileyici olmayan birçok kilisenin önünden geçersiniz. Zaten adım başı kilise var diye düşünebilirsiniz. Ben de bir kilisenin önünden geçerken aynı şeyi düşünmüştüm. Leonardo’nun evini ve üzüm bağını görmeye gidiyorduk. Tesadüfe bakın ki, daha sonra Santa Maria delle Grazie kilisesine, Leonardo’nun Son Akşam Yemeği isimli duvar resmini görmeye giderken rehber, programda olmadığı halde, bizi bu kiliseye soktu. Amacı, Leonardo’nun kendisinden sonra gelen sanatçıların üzerindeki etkisini göstermekti. İçeri girer girmez neye uğradığımı şaşırdım diyebilirim. Çünkü, hiç beklemediğim bir görüntü ile karşılaştım.

Duvarın arka tarafındaki rahibelerin bölümü
Kilisenin orgu da rahibelerin bölümünde

Dışardan sıradan görünen San Maurizio Kilisesi’nin  içi girer girmez insanı çarpıyor. Kilisenin her yeri, capcanlı renklerle yapılmış fresklerle kaplı. Sahneler, doğal olarak İsa’nın yaşamı ve Hristiyanlıkla ilgili. 1518 yılında, yani Leonardo Fransa’da ölmeden bir sene önce takdis edilerek açılan Aziz Maurizio Kilisesi, aslında zamanında Milano’nun kadınlar için en önemli Benediktin manastırı olan Maggiore Manastırının bir parçası. O nedenle, tam adı Chiesa di San Maurizio al Monastero Maggiore. Manastır kısmında günümüzde Milano Arkeoloji Müzesi bulunuyor.

Duvar resimleri son derece canlı ve güzel.
Nuhun Gemisi…
Tüm duvar resimleri için geçerli olmakla beraber, Leonardo da Vinci’nin Luini üzerindeki etkisinin en çok bu resimde görüldüğü belirtiliyor. Özellikle, İsa’nın sol tarafında oturan havarilerin el hareketleri, ustanın Son Akşam Yemeği adlı eserini çağrıştırıyor.

1503 yılında yapımına başlanan kilise, 15 senede bitirilmiş. Kilisenin içindeki fresklerin çoğu Bernardino Luini ve oğulları tarafından, 1530’lu yıllarda yapılmış. Başka Lombardiyalı sanatçıların da eserleri var. Kilise, ikiye bölünmüş olarak inşa edilmiş. Altarın arka tarafında, tam tavana kadar çıkmayan yüksek bir duvar var.  Ön taraf normal kilise. Duvarın arkasında ise, büyük bir salon var. Rahibelerin ön taraftaki halka açık ayine katılmaları yasak olduğu için, onlar rahibin yönettiği ayini duvarın arkasından dinliyorlarmış. 1794 yılına kadar, rahibelerin bu duvarın önüne geçmeleri kesin olarak yasakmış. Bu nedenle rahibeler, ayin sonunda papazın inananlara dağıttığı kutsal ekmeği de, duvardaki kapaklı küçük bir delikten alıyorlarmış. Asırlar önce olsa da, hemcinslerinin gördüğü bu ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insanın içini yakıyor.

Ayin sonunda, ön kısımdaki altarın yanında bulunan bu küçük delikten rahip rahibelere kutsal ekmek veriyormuş
Duvarın arkasında sıraya giren rahibeler, ayin sonunda kapağın bu tarafından kutsal ekmeği alıyorlarmış

Yukarda belirttiğim gibi, Milano’nun görkemli kalesini ilk olarak Visconti ailesi yaptırıyor. 1360-1370 yıllarında inşa edilen kale, ilk başta tamamen askeri amaçlar için düşünülüyor. O dönemde Porta Giovia Kalesi  adı veriliyor. Şehrin ortasında, yüksek kuleleri ve askeri talim alanına benzeyen birinci avlusu ile kalenin verdiği izlenim halen de bir askeri garnizon havasında. Oysa, burası daha sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza zamanında, bir Dukalık Sarayına çevriliyor. Kaleye yaptırılan ilave binalar ve salonlar, aralarında Leonardo da Vinci’nin de olduğu, zamanın en iyi sanatçılarına süslettiriliyor. (Daha fazla bilgi için Milano (2) yazıma bakınız) kalenin ismi de bu dönemde değiştiriliyor ve Castello Sforzesco adını alıyor.

Castello Sforzesco
Hazine dairesine giriş kapısı

Sforzesco Kalesi’nde günümüzde 6-7 tane müze var. Birinci avluyu, el yazma kitapların ve bir zamanlar hazine dairesine girişin bulunduğu salonu ücretsiz gezebilirsiniz. Ne kadar zamanınız olduğuna ve ilgi alanınıza bağlı olarak, diğer müzelerden bir seçki yapabilirsiniz. Michelangelo’nun Pieta Rondanini adı verilen son heykel çalışmasını ve Antik Sanatlar Müzesi’nin sekiz numaralı salonu olan, Leonardo da Vinci’nin boyadığı, Sala delle Asse’yi görmenizi öneririm.

Orta Çağdan el yazma kitaplar

Sanırım, Milano’ya gelip de Duomo’yu gezmeyen ya da en azından önündeki meydandan geçmeyen yoktur. Milano’ya gittiğinizin en büyük kanıtı, arkanıza Duomo’yu alıp çektireceğiniz bir fotoğraftır. Selfie demiyorum çünkü Duomo’yu layıkıyla bir selfie’ye sığdırmak gerçekten zor. Burası, 45 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden birisi. Kapladığı alan 11.700 metrekare. Kapasitesi 40.000 kişi. Hem devasa bir büyüklükte hem de bir biblo görünümünde. Katedralin bulunduğu alanda daha önce, Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesi bulunuyormuş.

Duomo di Milano

Doumo’yu gezmek için önceden internetten aldığımız bilet, katedrale girişi, çatıdaki terası ve katedralin müzesini kapsıyordu. Bilet 72 saat geçerliydi. Bu, bizim için büyük bir şans oldu. Katedrali ve müzeyi kapalı ve yağışlı havada gezmenin hiçbir sakıncası yok. Ama, terasa güneşli bir havada çıkmak gerek. Hem Milano’yu yukardan seyredebilmek hem de çatıdaki sayısız heykelin yarattığı o büyülü havayı hakkıyla soluyabilmek için. Duomo’yu gezdiğimiz gün yağmurlu bir gündü. Terasa iki gün sonra, güneş açtığı zaman çıktık. İyi ki de öyle yapmışız. Terasın bir bölümü, sürdürülen restorasyon nedeniyle kapalıydı ama, ona rağmen, çıktığımıza değdi. Pırıl pırıl bir güneşin altında, sayısız heykelin arasında, nereye bakacağımızı şaşırarak dolaştık. Aşağıdan görülmesi imkansız detaylara bu kadar önem verilmesi inanılır gibi değildi.

Duomo’nun çatısı aşağıdan görülmesi imkansız
güzellikler ve detaylarla dolu

Doumo’nun yapımına 1386 yılında, zamanın  Milano Dükü, Gian Galeazzo Visconti’nin isteği üzerine başlanmış. Dük, gücünün simgesi olmasını istediği katedralin yapımı için Almanya, Fransa ve Lombardiya’nın her köşesinden sanatçılar ve mimarlar çağırmış. O sıralar, mimari olarak Gotik katedrallerin en gözde olduğu dönem olması, Duomo’nun mimarisine de yansımış. 1390 yılında, katedralin yapımı için kaynak sağlamak amacıyla, büyük bir jübile yapılmış ve halktan bağış toplanmış. Bağış yapamayanlardan işgücü olarak katkıda bulunmaları istenmiş.

Kendi boyu 4.16 metre olan ve katedralin en yüksek noktasında bulunan Meryem Ana heykeli 1774 yılında Giuseppe Bini tarafından yapılmış
Duomo’nun tepesinden Galeria Vittorio Emanuele II’nin girişi ve ünlü cam kubbesi

Katedralin yapımında kullanılan pembemsi mermerler, Alplerin eteklerindeki Ossolo vadisinin bir parçası olan Candoglia’dan getirilmiş. Taşıma için, bir önceki yazımda sözünü ettiğim kanallar (Navigli) kullanılmış ve Dükün özel emri ile, mermerler vergiden muaf tutulmuş. Duomo 1418 yılında takdis edilerek açılmış olsa da, aslında yapımı 500 yıldan fazla sürmüş. 26 Mayıs 1805’te Napolyon, Fransa İmparatoru olmasının yanında, İtalya Kralı olarak taç giymeden hemen önce, Duomo’nun ön cephesini tamamlamak için çalışmalar hızlandırılmış ama, katedral yine de tam olarak bitmemiş. Yapının tamamlanması, 1965 yılını bulmuş. 20. yüzyıl boyunca yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, günümüzde Duomo’nun altında bulunan Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesinin kalıntıları ortaya çıkarılmış. Katedrali gezdiğiniz zaman, 2012 yılında halka açılan bu bölümü de görmeniz mümkün.

Duomo’nun kriptinde Kardinal, Aziz San Carlo Borromeo’nun mezarı var

İçerde öncelikle, vitraylar çok güzel. İçlerinde en eski olanı (sağ tarafta beşinci), 1470-1475 yılları arasına tarihleniyor. En yenisi ise, 1988 yılında yapılmış. Diğerleri 19. yüzyıldan kalma. Ağırlıklı olarak, İncil’den sahneler var. Vitrayların dışında, bir de dev boyutlarda tablolar var. Bir başka dikkat çekici eser, 1562 yılında İtalyan heykeltıraş Marco d’Agrate (1504-1574) tarafından yapılmış olan Aziz Bartalomeo heykeli. İsa’nın 12 Havarilerinden biri olan Aziz Bartalomeo, Hristiyanlığı yaymaya çalıştığı için yakalanmış. Başı kesilerek öldürülmeden önce, canlı canlı derisi yüzülmüş. Heykel onun derisi yüzülmüş halini canlandırıyor.

Duomo’nun büyüleyici vitrayları

Katedral olur da, kutsal bir emanet olmadan olur mu? Tabii ki, Duomo’da da var. Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz. Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir çivinin saklandığı söyleniyor. 1461 yılından beri Duomo’da olduğu ve önceleri, Duomo’ya yer açmak için yıkılan, Orta Çağ kilisesi Santa Maria Maggiore’de saklandığı belirtiliyor. Rivayete göre, İmparator Konstantin’in annesi Aziz Helena tarafından bulunup oğluna verilmiş. Çivi daha sonra, Milano’nun koruyucu Azizi, Sant’Ambrogio’ya bağışlanmış. Belirtildiğine göre, her yıl 14 Eylül günü Milano Piskoposu, Nivola adı verilen, bulut şeklinde özel bir asansörle yukarı çıkarak büyük bir haçın ortasına yerleştirilmiş çiviyi, haçla beraber aşağı indirerek halka gösteriyormuş.

Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz
Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir
çivinin saklandığı söyleniyor
Her yıl 14 Eylül günü, Milano Piskoposu Nivola adı verilen asansöre binerek 40 metre yukarı çıkıyor ve çiviyi, üzerine yerleştirildiği haçla beraber, aşağıya indiriyor. İsmi, İtalyanca bulut anlamına gelen nuvola kelimesinden gelen Nivola 1624 yılında yapılmış.
Kaynak: La Repubblica.it
Katedralin en gözde eserlerinden derisi yüzülmüş
Aziz Bartalomeo heykeli

Duomo’ya girmeden veya çıktıktan sonra, beş bronz kapıyı da incelemenizi öneririm. Kapılar, çok eski görünmelerine karşın aslında nispeten yeniler. İçlerinde en eski olan ana kapı, Ludovico Pogliaghi tarafından yapılmış ve 1909 yılında katedrale yerleştirilmiş. Diğerleri daha sonra yapılmış. İçlerinde en yenisi 1965 yılında yapılmış. Kapılarda, Meryem Ana’nın ve Aziz Ambrogio’nun hayatlarından sahnelerin dışında, Milano’nun tarihi ve katedralin yapımı ile ilgili sahneler var.

Duomo’nun kapısından çıkmadan önce, bodruma inen merdivenlerden inerek, katedralin üstlerine yapıldığı kiliselerin ve mezarlığın
kalıntılarını görebilirsiniz.
Duomo’nun kapılarından biri

Duomo’nun müzesi, katedralden çıktıktan sonra solunuzdaki sokakta bulunuyor. Burası, şimdiye kadar çeşitli ülkelerin çeşitli şehirlerinde gördüğüm diğer tüm dini müzeler içinde, en modern ve güzel düzenlenmiş olanıydı. Müzede dev bir ahşap Duomo maketi var. Ayrıca, katedralin tepesinden indirilmiş çok sayıda heykel (yerlerine kopyaları konmuş), kapı kabartmalarının çömlek kalıpları ve benzeri var.

Duomo’nun müzesi bugüne kadar gördüğüm dini müzeler içinde
en modern düzenlenmiş ve iyi olanıydı

O gün öğlen molamızı, yakınlardaki La Rinascente’nin tepesinde yedik. La Rinascente, çocukluğumdan beri çok sevdiğim, çok katlı bir mağaza. İtalya’nın değişik kentlerinde rastlayabileceğiniz, 150 yılı aşkın mazisi olan bir yer. Buranın en üst katının bir bölümü yiyecek marketi olarak ayrılmış. İtalya’ya özgü hemen her şeyin en kalitelisini bulabilirsiniz. Her türlü şarap, en iyisinden balzamik sirke, peynir, makarna, cantucci… Her şey. Teras kısmında restoranlar var. 21 sene öncesinden, tek bir restoran vardı diye hatırlıyordum ama, bu sefer baktım yan yana birkaç tane var. Yemekler bir yana, buranın en sevdiğim yanı, manzarası. Tam Duomo’nun yanında olduğu için, katedralin tepesindeki heykelleri ve gezen insanları seyrederek yemek yiyorsunuz. Çok değişik bir deneyim. Öğle arası için İtalyanların çokça geldiği bir yer aynı zamanda. İster heykelleri seyredin, ister onları gözlemleyin. Ben, masaya ne yiyeceğimi bilerek oturdum. Yıllar öncesinden damağımda kalan o tadı yine bulur muyum diye biraz da endişeliydim doğrusu. Hafızam beni yanıltmamış. Zeytin ve domateslerle süslenmiş levrek yine aynı nefasette idi…

21 yıl öncesinden damağımda kalan tat…
La Rinascente’nin terasından Duomo’nun
terasına bakmak çok keyifli

Milano, 1499 yılında Fransızlar tarafından işgal ediliyor ve bundan sonra, eski politik ve askeri gücünü kaybederek, vasal bir devlet haline geliyor. Birkaç kere Fransa ve İspanya arasında el değiştiriyor. 1535 yılında II. Francesco Sforza ölünce, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken (V. Charles) tarafından bir vali atanarak, imparatorluğun bir parçası haline getiriliyor. Böylece, Milano’da 1706 yılına kadar sürecek bir İspanyol dönemi başlıyor. Bu arada, 1630 yılında şehirde büyük bir veba salgını oluyor. İspanyollar ve Avusturyalılar arasındaki taht savaşı sırasında Milano Avusturyalıların eline geçiyor ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası haline geliyor. Avusturya-Macaristan hakimiyeti iki kere kesintiye uğrasa da 150 yıla yakın sürüyor. Kesintilerden ilki, Napolyon’un Milano’yu ele geçirdiği 1796-1814 yılları arasında, ikincisi ise, Cinque Giornate di Milano (Milano’nun Beş Günü) adı ile anılan beş günlük ayaklanma (18-22 Mart 1848) nedeniyle oluyor. Bastırılan ayaklanmadan sonra, Avusturyalılar tekrar şehre hakim oluyorlar. Ancak bundan sonra, Milanolular İtalya’nın birleşmesi ve bağımsızlığı fikrinin en ateşli taraftarı oluyorlar. 1861’de tamamlanan birleşmeden sonra, Piemonte ve Sardunya Kralı, Vittorio Emanuele II bağımsız İtalya’nın ilk kralı oluyor.

Galeria Vittorio Emanuele II

Milano’ya gidenlerin, Duomo dışında, en çok fotoğraf çektirdiği ikinci yer sanırım Galeria Vittorio Emanuele II’dir. Yeni kurulan krallığın iddialı şehircilik projelerinin bir parçası olan bu yapı, sıra sıra kafe ve şık dükkanları ile her saat hareketli bir pasaj aslında. Piazza del Duomo ve Piazza della Scala meydanlarını birleştirmek üzere tasarlanmış. Bağımsızlıktan birkaç yıl sonra, 1865 yılında yapımına başlanan Galeria’nın mimarı Giuseppe Mengoni. İki yılda tamamlanmış ve Kral Vittorio Emanuele II tarafından açılmış.

47 metre yükseklikteki cam kubbe
Savoy Hanedanının arması
Roma’nın arması

Galeria’nın en adım atılmaz noktası, iki ana koridorun birleştiği orta nokta. Burada, pasajı kaplayan cam tavanların birleştiği, 47 metre yükseklikteki, dev cam kubbenin tam altında bulunan Savoy Hanedanının armasının üzerinde ya da yanında daima inanılmaz bir kalabalık var. O kadar çok fotoğraf çektirmek isteyen var ki, boş olarak yakalayabilmek için dakikalarca beklemeniz gerekiyor.  İtalya Krallarının Savoy Hanedanından olması nedeniyle, kırmızı üzerine beyaz bir haç olan bu arma aynı zamanda, Milano’nun arması sayılıyor. Etrafındaki, kurt (Roma), boğa (Torino) ve zambak (Floransa) içeren armaların ortasında, İtalya’nın dört önemli şehrinden biri olan Milano’yu temsil etmiş oluyor. Kafanızı kaldırdığınız zaman yukarda gördüğünüz mozaiklerin her biri Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarını temsil ediyor.

Pasajın içinde, oturup bir aperatif içebileceğiniz ya da yemek yiyebileceğiniz birkaç kafe var. Ancak, sunduklarının kaliteli olması yanında, sunum ve servis açısından da klas bir yer istiyorsanız, Savini’ye gitmenizi öneririm. 1867 yılından beri hizmet veren Savini, pahalı bir yer ancak, kolalı örtüleri, servis takımları, şık kutular içinde sundukları kurabiyeleri, pastaları ve en önemlisi, smokin giymiş işinin ehli garsonları ile, sizi başka bir dünyaya götürecek bir yer. Alt katta bulunan Caffe Savini’de günün yorgunluğunu atmak için beş çayınızı, kahvenizi veya aperatifinizi içerken, az ötenizdeki kalabalığı, yüzünüzde bir tebessümle izleyebilirsiniz.

Alt katta Cafe Savini, üst katta Ristorante Savini
7 numaralı masadan Galeria manzarası…

Savini’nin bir de restoranı var ki…. Birkaç yıl önce Positano’da karşılaştığımız bir garsonun ifadesiyle, “O, başka bir hikaye”… Ristorante Savini, kafe kısmının üst katında yer alıyor. Karşılanmanızdan, yerinize oturtulmanıza, yemek ve şarap servisine kadar her şey, yapmacık olmayan, gerçek bir nezaketle yapılıyor. Galeria Vittorio Emanuele II’nin açılması ile birlikte kapılarını açan Savini’nin tarihi boyunca pek çok ünlü konuğu olmuş. Monako Prensi Rainier ve eşi Prenses Grace, Charlie Chaplin, Frank Sinatra, Ava Gardner bunlardan bazıları. La Scala’ya da yakın olması nedeniyle, operanın ünlü bestecileri Verdi ve Puccini, efsanevi orkestra şefi Toscanini ve unutulmaz prima donna Maria Callas bu şık restoranın müdavimi olmuşlar. Biz de bir akşam, önceden ayırttığımız, Maria Callas’ın en sevdiği ve daima oturduğu 7 numaralı masada oturduk. Burası, geniş penceresinden aşağıdaki Galeria’yı keyifle seyredebileceğiniz, ana yemek salonundan bir duvar ile ayrılmış, özel bir masa.  Yanınızda başka herhangi bir masa yok. Kimse sizi görmüyor. Ancak, sanmayın ki, burada unutuluyorsunuz. Gece boyunca hizmet veren kibar garson sizi özenle uzaktan ve rahatsız etmeden izliyor. Doğru zamanda yanınıza gelip, leziz yemekleri, uzun şarap listesinden seçeceğiniz şarabınızı servis yapıyor ve sonra yine görünmez oluyor.  Evet, Savini pahalı bir restoran. Bu doğru. Ama, unutmayacağım restoranlardan biri.

Il Baretto

Milano’da kaldığımız süre içinde gittiğimiz diğer restoranlar, İstanbul’da iki kez açılıp yürütülemeyen Bice, Carlton Hotel Baglioni’nin içindeki Il Baretto ve Valentino Vintage oldu. Üçünün de yemekleri çok güzeldi. Zaten, turist kapanı yerlere gitmediğiniz sürece, bana göre, İtalya’da kötü yemek yemeniz zor. Bice’de bizim masaya bakan garson Carlo, İtalya’da doğmuş, ikinci kuşak, genç bir Nijeryalı idi. Gayet güzel İtalyanca ve İngilizce konuşan Carlo çok zeki, çok okuyan, meraklı, öte yandan köklerini de unutmamış birisi idi. Onunla sohbet etmekten zevk aldık. Yoğun göç alan tüm ülkelerde olduğu gibi, İtalya da son elli yılda etnik doku olarak çok değişti. Il Baretto, çok şık bir restorandı. Diğer masalarda çoğunlukla, şık İtalyan çiftler ve aileler vardı. Bir iki masadaki Amerikalılar da Avrupa kültürüne ve giyim kuşamına ayak uydurmuş görünüyorlardı. Ortam hoştu. Ancak burada, garsonların biraz abartılı bulduğum ilgisi oldukça bunaltıcı idi. Masamıza bakan bakmayan, her garsonun ikide birde gelip her şeyin yolunda olup olmadığını sorması bir süre sonra bizi sıkmaya başladı. Son gece gittiğimiz Valentino Vintage, 17. Yüzyıldan kalma bir sarayın giriş katında yer alıyordu. Adını aldığı Rodolfo Valentino’nun film afişleri ile süslenmiş duvarları, sütunları ve Belle Epoque dönemini anımsatan dekorasyonu ile pek hoş bir atmosferi vardı.

Bir opera sever olarak, Milano’ya gelip de La Scala’ya gitmemek olmazdı. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım…

Valentino Vintage

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Milano (2): Leonardo da Vinci’nin İzinde (2)…

Milano’da Leonardo da Vinci’den izler arayışımız Son Akşam Yemeği ile bitmedi. Bu şaheser beni ne kadar etkilemiş olsa da, henüz görmeden beni son derece heyecanlandıran başka bıraktığı şeyler de var büyük ustanın bu şehirde. Birinci yazımda belirttiğim gibi Milano, arayıp bulmaya hevesli ziyaretçiler için inanılmaz hazinelerle dolu bir şehir…

Castello Sforzesco (Sforza Kalesi)

Castello Sforzesco (Sforza Kalesi), Milano’da gezilecek önemli yerlerden birisi. Bu dev kale, ilk olarak 1360-1370 tarihleri arasında o dönem şehrin yönetimini elinde bulunduran Visconti ailesi tarafından, askeri amaçlar için yaptırılmış. Milano’nun evlilik yoluyla Sforza ailesine geçmesinden bir süre sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza (1444-1476) buranın aynı zamanda Dukalık Sarayı olarak kullanılmasına karar verince, kaleye ilave binalar ve ekler yapılmış. Buna karşın, gidenlerin görebileceği gibi, kale askeri bir yapı görünümünü sonuna kadar korumuş. Sforza ailesinin ikametgahı olduktan sonra, o güne kadar Porta Giovia Kalesi olarak anılan yapının adı da Sforza Kalesi olarak değiştirilmiş.

Günümüzde Sforza Kalesi’nde birkaç tane görülesi müze var. Bunlar, Antik Sanat Müzesi, Resim Müzesi (13.-18.yüzyıllara ait 1500’ün üstünde eser bulunuyor), Müzik Aletleri Müzesi, Mısır Müzesi, Milano Arkeoloji Müzesi, Uygulamalı Sanatlar Koleksiyonu, Antika Mobilya ve Ahşap Heykeller Müzesi. Ayırabildiğiniz süreye ve ilgi alanınıza göre içlerinden bir seçim yapabilir ya da, eğer vaktiniz varsa, hepsini birkaç güne yayarak gezebilirsiniz. Biz, zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle, özellikle görmek istediğimiz iki esere nokta atışı yaptık. Bunlardan ilki Leonardo da Vinci’ye aitti. Gerçek anlamda kapıların kapanmasına bir dakika kala, koşa koşa bulunduğu salona girdiğimiz ikinci eser ise, Michelangelo’nundu. Her ne kadar yazımız Leonardo da Vinci üzerine olsa da, Michelangelo’nun Sforza Kalesi’ndeki Pieta (Merhamet) Rondanini heykelinden de söz etmeden geçemeyeceğim.

Rondanini ismini, uzun yıllar kaybolduktan sonra, Romalı koleksiyoner Marki Giuseppe Rondinini’nin evinde tekrar ortaya çıktığı için alan bu Merhamet heykelinin en önemli özelliği, Michelangelo’nun son ve yarım kalmış eseri olması. Heykelin bulunduğu bina, Milano’nun İspanyol işgali sırasında kalenin içine yapılmış olan, Ospedale Spagnolo (İspanyol Hastanesi). Burası 1500’lü yılların ikinci yarısında, o dönem kale içine konuşlanan İspanyol garnizonunun askerleri için inşa edilmiş.

Sforza Kalesi’nde İspanyol Hastanesi
Pieta Rondanini
Michelangelo’nun bitiremediği eseri

1564 yılında ölen Michelangelo, ölümünden birkaç gün öncesine kadar Pieta Rondanini heykeli üzerinde çalışmayı sürdürmüş. Uzmanlar, Meryem Ana’nın yüzünün ve İsa’nın soldaki kolunun açısından dolayı sanatçının heykelin nasıl olacağı konusunda birkaç kere fikir değiştirdiğini düşünüyorlar. Sanatçının ölümünden sonra, bitiremediği heykeli Roma’daki evinden kaybolmuş ve uzun yıllar boyunca bulunamamış. Ta ki, Marki Rondanini’nin koleksiyonunda olduğu anlaşılana kadar. Sayısız el değiştirmeden sonra heykel, 1952 yılında, Milano Belediyesi tarafından satın alınmış ve 1956’dan itibaren Sforza Kalesi’nde sergilenmeye başlanmış.

Michelangelo’nun, Vatikan’daki Merhamet heykelinin aksine, Meryem’in İsa’yı haçtan indirildikten sonra yatay değil, dikey bir şekilde kucaklamasını  canlandırmayı düşündüğü bu heykel, tamamlanmış olmamasına rağmen insana dokunan bir güzelliğe sahip. Bir annenin çocuğuna ya da insanın insana duyduğu sevgi ve merhamet ifadesini bu kucaklamada insan hissedebiliyor. Yarım kalmış figürlerin mermer bloktan kurtulmak istermiş gibi halleri insanı ayrıca hüzünlendiriyor.

Şimdi biz yine Leonardo ustaya geri dönelim…

Birinci yazımda belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci 1480’lerin ortasından itibaren Ludovico Sforza’nın himaye ettiği ve saygı duyduğu bir sanatçı oluyor. Bundan sonra el üstünde tutuluyor. Dük için gerek askeri savunma gerekse mühendislik alanında birçok proje gerçekleştiriyor. Sanat eserleri üretmeye devam ediyor. Bir yandan da, merak duyduğu her konu üzerinde düşünmeyi, araştırmayı ve deney yapmayı sürdürüyor. İnsan vücuduna duyduğu sonsuz meraktan dolayı, geceler boyunca kestiği kadavralar üzerinde çalışıyor.

Sforza Kalesi askeri bir kaleden Milano Dukalık Sarayı’na çevrilince, rezidans bölümüne birçok ilave odalar ve salonlar yapılıyor. Özellikle, davetleri ile ünlü Sforza ailesi için konukların ağırlandığı ya da toplantıların yapıldığı salonların fresklerle donatılması önem kazanıyor. Bunun için dönemin sanatçılarına siparişler veriliyor. Kimi odaların duvarlarına nelerin resmedileceği bazen Galeazzo Maria Sforza tarafından tasarlanıyor. Kalenin bu şekilde dönüştürülmesi ve süslenmesi, kendisinden sonra Milano’yu yöneten Ludovico Sforza zamanında da devam ediyor. Ludovico, Leonardo’dan salonların birinin tavanını ve duvarlarını dekore etmesini istiyor.

Sforza Kalesi’nin avlusu.
Solda, Sala delle Asse’nin bulunduğu kule.

Leonardo da Vinci’nin Sforza Kalesi’nde boyadığı oda, önceleri Kule Odası olarak anılıyorken, daha sonra Sala delle Asse (Ahşap Plakalar Salonu) olarak adlandırılmış.  Çünkü, belgelere dayanılarak, bir zamanlar salondaki duvarların alt kısımlarının ahşap ile kaplı olduğu düşünülüyormuş. Günümüzde burası, Antik Sanat Müzesi’nin sekizinci salonu oluyor.

Leonardo’nun hem fresk hem tempera tekniklerini karışık olarak kullandığı belirtilen söz konusu salonun özelliği, büyük ustanın burada müthiş bir göz yanılsaması (trompe l’oeil) yaratarak, insana dışarıda dut ağaçlarından oluşturulmuş bir çardağın altındaymış hissi vermesi. Kökleri duvarlardaki kayaların arasından çıkan 18 adet dut ağacının yukarıya doğru yükselen dalları bir pergolaya sarılarak tavanda sık yapraklardan oluşmuş bir yeşillik meydana getiriyorlar. Günümüzde, Leonardo’nun resmettiği bu pergolanın üç boyutlu ahşap bir canlandırmasını kalenin avlusunda görebiliyorsunuz.

Leonardo da Vinci’nin Sala delle Asse’de yarattığı pergolanın canlandırması
sağ tarafta görülebiliyor

Çeşitli kaynaklara dayanılarak, Leonardo’nun Sala delle Asse’yi  1498 yılında yaptığı belirtiliyor. Dut ağaçları imgesinin kullanılmasının ise Sforza’ların ipek üretimine verdikleri önemden kaynaklandığı düşünülüyor. İpek böceklerinin besin kaynağı olması sebebiyle, daha 1479 yılında, Galeazzo Maria Sforza bir ferman yayınlayarak her toprak sahibinin yaklaşık her 654 metrekare arazisi için beş adet dut ağacı dikmesini emretmiş. Kendisinden sonra gelen Ludovico Sforza da birçok dutluk yaptırmış. Genelde takma adının siyah saçları ve koyu teni nedeniyle Il Moro (İngilizce the Moor, Arap) olduğu söylense de, bazıları Ludovico’ya bu ismin takılma sebebinin, Lombardiya lehçesinde dut anlamına gelen “moron” kelimesi olduğunu iddia ediyorlar.

Leonardo’nun fresk ve tempera tekniklerini kullanarak yaptığı
duvar ve tavan resminden geriye kalanlar…

Sala delle Asse, sonradan Milano’nun maruz kaldığı yabancı işgalleri döneminde ciddi tahribat görmüş. Duvar resminin üzerine kalın bir sıva çekilmiş. Kalenin 1893 yılında Milano Belediyesi’ne geçmesi ile birlikte, restorasyon çalışmaları başlamış. Beyaz sıvanın dikkatlice kaldırılmasından sonra 1902 yılında ciddi kurtarma çalışmaları başlamış. En son olarak 2011 yılında elden geçen salonda daha önceki restorasyonlarda yanlış yapıldığı düşünülen müdahaleler düzeltilmiş ve büyük ustanın el yazmalarındaki notlara dayanılarak çalışmalar yapılmış.

Gruplar halinde alınılan salonda toplam 15 dakika kalabiliyorsunuz. Bunun ilk birkaç dakikasında kendi kendinize duvarları ve tavanı incelemenize izin veriliyor. Daha sonra, duvarlara yansıtılan bir görsel-işitsel sunum ile odanın ve dönemin tarihi anlatılıyor.

Leonardo da Vinci, bir mühendis olarak yaptığı çalışmalarla da Milano’da iz bırakmış. Bunların başında, şehrin kanal ağı üzerinde yaptığı iyileştirme ve çalışmalar geliyor. Milano’da kanal çalışmaları ilk olarak 1177 yılında, Naviglio Grande (Büyük Kanal) ile başlamış. Daha sonra, dört kanal daha yapılmış. Günümüzde bu beş kanaldan sadece 3 tanesi kalmış. Bunlar, şehrin kuzey-doğusundaki Naviglio della Martesana ve güney-batısındaki Naviglio Grande ve Naviglio Pavese. Diğer ikisi 1930’larda doldurulmuşlar. Naviglio Grande ve Naviglio Pavese, günümüzde Navigli olarak adlandırılan semtin omurgasını oluşturuyorlar. İki kanal, Darsena denilen ve eskiden limanın merkezini oluşturan 750 metrelik bir bölgede birleşiyorlar. Şimdi buralar, kafe, restoran, bar ve gece kulüpleri ile birlikte, özellikle gençlerin çok sevdiği, capcanlı bir semt. Belli zamanlarda burada antika pazarı da kuruluyor. Şehir merkezinden yürüyerek o tarafa doğru gittiğinizde, çevrenizin ve gençlerin giderek daha bohem bir tarza büründüğünü görebiliyorsunuz. Şık orta yaş grubu giderek yerini daha rahat giyimli gençlere bırakıyor. Milano’nun ünlü Bocconi Üniversitesi de buraya çok uzak değil.

İki kanalın birleştiği Darsena

Kanallar, yapımlarından itibaren taşımacılıkta çok önemli rol oynamışlar. Öyle ki, Duomo’nun mermerleri bile Alpler bölgesindeki Maggiore Gölü’nden (Lago Maggiore) şehir merkezine bu su yolları aracılığı ile taşınmış. Ludovico Sforza döneminde Leonardo da Vinci’nin geliştirdiği mükemmel kapanlar sayesinde, o dönem için büyük teknolojik sorun olan, su seviyesindeki farklılıklara çözüm bulunmuş. Böylece, bir kıyı kenti olmayan ve yakınında büyük bir nehir de bulunmayan Milano, çok önemli bir liman şehri haline gelmiş. Bu su yolları sayesinde şehre kömür ve tuz gibi temel maddeler taşınırken, buradan da tekstil ürünleri ve el yapımı Milano’ya özgü eşyalar gitmiş. Kanalların en etkin kullanıldığı yıllarda toplam uzunlukları 150 kilometreye ulaşmış. Milano tamamen bir kara şehri olmasına karşın, 1953 yılında İtalya’nın 13. büyük limanı ilan edilmiş. Ancak, kara taşımacılığının önem kazanması ile birlikte, 1979 yılında kanallar taşımacılığa tamamen kapatılmış.

Kanallar bölgesine giderken yol üstündeki
San Lorenzo alle Colonne Kilisesi

Biz, Navigli bölgesine güneşli ama biraz serin bir günde yürüdük. Burası, Duomo meydanından yarım saatlik bir yürüme mesafesinde. Yol üzerinde, San Lorenzo alle Colonne kilisesini de gezdik. Önünde sıralı halde kalmış sütunlardan da anlaşılacağı üzere, burası bir Roma tapınağının üstüne yapılmış. Panteon gibi yuvarlak bir yapısı olan kilisenin içinde,  tapınağın sütunlarının kullanıldığını görmek mümkün.

Naviglio Pavese

Kanalların kıyısında biraz yürüdükten sonra, Naviglio Grande’nin kenarında, açık havada masaları olan bir kafede birer kahve içtik. Müdavimleri, salaş hali ve tuvaleti ile, tam bir öğrenci mekanı idi. Çevremizdeki masalarda değişik uluslararası diller konuşan gençlerin olması hoştu.

Naviglio Grande

Leonardo da Vinci’nin geride bıraktıkları içinde benim için belki de en önemlisini son günümüze bıraktık. Hava kapalı, serin ve yağışlıydı. Otelde kahvaltımızı yapıp çıktık. Cumartesi sabahı olduğu için yollar epeyce tenha idi. Bir iki kişi köpeğini gezdiriyordu. Yine yarım saat kadar yürüdükten sonra, Pinacoteca Ambrosiana’ya vardık.

Kapıdan girerken, dışarda bir yazı gördüm. Kütüphane kısmının Cumartesi günleri kapalı olduğu yazıyordu. Birden içim sızladı. Milano’ya gelip görmeden dönecek miydik? Bilet alırken, teyit etmek için tekrar sordum. Gişedeki kadın kütüphanenin kapalı olduğunu doğruladı. Üzüntüm yüzüme vurmuş olacak ki,

– Ama siz, kütüphanenin eski kısmını görebileceksiniz, dedi.

Ümitlendim,

– O halde Codex Atlanticus’u görebileceğiz…

İtalyancasını söyleyerek yanıtladı,

– Evet, Codice’yi görebileceksiniz.

Yüreğim hafifledi. Nasıl da sevindim… Demek Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek bu kadar önemli imiş benim için…

Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi) ve ona bağlı olan Bibliotheca Ambrosiana (Ambrosiana Kütüphanesi), 17. yüzyılda Kardinal Federico Borromeo tarafından, büyük bir kültür projesinin parçası olarak kurulmuş. Kütüphane 1609 yılında, sanat galerisi 1618 yılında, sanat akademisi (Accademia del Disegno) 1620 yılında açılmış. Yeni yetişen genç sanatçılara ilham vermesi için açılan sanat galerisine Kardinal Borromeo, kendi koleksiyonuna ilaveten, burası için özel olarak satın aldığı eserleri bağışlamış. Başlangıçtaki bu 172 eserlik koleksiyon, zaman içinde yapılan pek çok bağış ile büyümüş. Günümüzde, 1600’den fazla eser barındırıyor. Birçok ünlü ressamın eserlerinin yanında, Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el yazma koleksiyonu olan, Codex Atlanticus’a sahip olmak, galeri ve kütüphanenin en büyük gururu.

Kutsal aile, Aziz John, Tobias ve Başmelek Rafael (İsrafil) ile birlikte
Bonifacio Veronese (1487-1553)
Ambrosiana Koleksiyonu
Çocuk İsa kuzu ile
Bernardino Luini (1480-1532)
Ambrosiana Koleksiyonu
Daha sonra Aziz ilan edilen
Kardinal Carlo Borromeo’nun Portresi. Müzenin ve kütüphanenin kurucusu Kardinal Federico Borromeo’nun kuzeni.
Giovanni Ambrogio Figino (1548-1608)
Ambrosiana Koleksiyonu

Pinacoteca Ambrosiana gezmek için uzun zaman ayırabileceğiniz bir yer. Çocukluğumda Roma’da, benzer müzeleri babamla birkaç defa ziyaret ederdik. Aynı müzenin her seferinde farklı bir bölümüne gider, sevdiğimiz eserlerin önünde uzunca vakit geçirir ve eserler hakkında konuşurduk. Sayılı gün kaldığınız yerlerde bunu yapmak mümkün değil elbet ama, Milano’ya bir daha gidersem, buraya tekrar gitmek isterim. Galeri ve kütüphane mimari olarak da çok güzel. Her ikisi de kullanıldıkları amaçlar için özel olarak yapılmış binalar.

İsa doktorların arasında
Morazzone (1571-1626)
Ambrosiana Koleksiyonu
Müzenin gurur kaynaklarından biri…
Rafael’in (1483-1520) “Atina Okulu” isimli eseri için yaptığı dev boyuttaki eskiz. Söz konusu fresk, Vatikan Sarayı’ndadır. Bu eskiz, tamamını Rafael’in yaptığı kesin olan iki dev boyutlu çizimden biri. Rafael bu eserde, tüm önemli kişileri tanıdığı çağdaşlarını resmederek canlandırmış. Ortadaki iki kişiden biri olan soldaki Plato
olarak da Leonardo da Vinci’yi resmetmiş.

Kütüphane kısmı, Avrupa’daki halka açık ilk kütüphanelerden biri. 1609 yılında açıldığı zaman bile, ahşap rafları ve okuyucuların soğuktan üşümemeleri için yapılmış ayak tabureleri ile, bilim ve öğrenme meraklılarına en iyi hizmetin verilmesi hedeflenmiş. Belirtildiğine göre, günümüzde bu kütüphanede 750.000’den fazla eser bulunuyormuş. Bunların 36.000 tanesi el yazması, 2.500 tanesi ise ilk baskı kitaplardanmış. El yazmaların arasında, Aristo’nun bir kitabı ve Grekçe, Latince ve Arapça eserler varmış. Ama kütüphanenin en büyük övünç kaynağı, yukarda da belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’una sahip olmak. Ambrosiana Kütüphanesi, 1.000’den fazla sayfası olan Codex Atlanticus’u 1637 yılında satın almış. 1796 yılında Milano’yu işgal eden Napolyon Codex’i Paris’e götürmüş. Milano’lular işgalden sonra, 1815 yılında, Codex’in sadece bir bölümünü geri alabilmişler.

Ambrosiana Kütüphanesi’nin okuyuculara açık kısmı, Cumartesi günü olması nedeniyle kapalıydı

Leonardo da Vinci, 2 Mayıs 1519’da (23 Nisan 1519 diyen kaynaklar da bulunmaktadır), Fransa’da Amboise yakınlarında bulunan Cloux Şatosu’nda öldüğü zaman, bütün yazılı belgeleri ve entelektüel mirası, aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok daha fazlası olduğu bilinen, sanatçı ve aristokrat Francesco Melzi’ye kalmış. Melzi, Leonardo da Vinci’nin Fransa Kralı I. Francois’nın misafiri olarak yaşadığı şatoda bir süre daha kalmaya devam etmiş. Birkaç ay sonra hocasının tabloları, ahşap ve metal modelleri ve kutular dolusu el yazmaları ile yüklü büyük bir araba ile buradan ayrılmış. 13.000 sayfa kadar olduğu tahmin edilen bu notların çoğu ip ya da kurdelelerle bağlanmış, bir kısmı ise deri kaplı defter ya da dosyalarda bulunuyormuş. Melzi hocasının insanlığa bıraktığı bu mirası, Milano yakınlarındaki Vaprio’da bulunan aile malikanesine taşımış. Hayatının amacı, askeri kuşatmalarda kullanılacak kule tasarımlarından böbreklerin nasıl çalıştığına, kuşların uçuşundan ay üzerindeki kraterlere kadar geniş gözlem, deney ve düşünceleri içeren bu yazmaları tasnif etmek olmuş.

Adam profili
Leonardo da Vinci (1480’ler sonu-1490’lar başı)
Ambrosiana Koleksiyonu

Melzi birkaç yıl sonra evlenmiş ama, Leonardo’nun eserleri üzerinde çalışmaya devam etmiş. Ancak, iki tane tam zamanlı yardımcısı olmasına karşın, işin altından kalkamamış. Bu çabanın sonunda sadece, daha sonra Resim Üzerine Risale (Trattato della  Pittura) olarak adlandırılan bir cilt bir araya getirebilmiş. Bu eser bir süre sonra, bir şekilde Vatikan’ın kütüphanesine ulaşmış. Eser 1651 yılında, Vatikan tarafından epeyce basitleştirilerek ve değiştirilerek basılmış.

Şapkalı adam profili
Leonardo da Vinci (1490’ların başı)
Leonardo’nun bu çizimi, uzmanlar tarafından Rönesans
dönemi portre çalışmalarının en önemlilerinden
biri olarak nitelendiriliyor.
Ambrosiana Koleksiyonu

Francesco Melzi öldükten sonra, oğlu Orazio hiç ilgi duymadığı bu kağıtları hoyratça toparlayıp malikanenin tavan arasındaki bir dolaba istiflemiş. Ancak, Orazio’nun elindeki hazinenin değerini anlayan açıkgöz hocası Lelio Gavardi, onu içlerinden 13 kadar defteri vermesi için ikna etmiş ve daha sonra bunları zamanın Toskana Grand Düküne satmış. Bundan sonra, Orazio Melzi’nin elinde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının olduğu haberi her yere yayılmış. Meraklılar ve “hazine avcıları” Melzi malikanesine akın etmeye başlamışlar. Hiçbir giden eli boş dönmemiş. Her biri, Leonardo’nun defterlerinden koparılmış en az birkaç sayfa ile ayrılmış oradan. İşte bu nedenle, günümüzde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının ancak 7.000 sayfa kadarının nerede olduğu biliniyor. Bunların çoğunluğu halka açık koleksiyonlarda. Az bir kısmı ise özel koleksiyoncuların elinde.

Yürüyen at
Leonardo da Vinci (1489-1490)
Ambrosiana Koleksiyonu
Bu çizim, Ludovico Sforza’nın babası Francesco Sforza için yaptırmak istediği ünlü atlı heykelinin ön çalışmalarının bir parçası. Yapımına başlanan heykel hiç bir
zaman tamamlanamamış.

Da Vinci’nin el yazmaları Codex kelimesine (aslen, el yazması kağıt sayfası ya da kitap demek), o sırada sayfalara kim sahipse onun ismi eklenerek ifade ediliyor. Codex Arundel, Codex Hammer  ve benzeri gibi. Codex Atlanticus, adını hacminin büyük olmasından alıyor. Şu anda yeryüzündeki hiçbir Leonardo da Vinci Codex’i bu kadar çok yapraktan oluşmuyor. Tam olarak 1119 sayfa olduğu söylenen Atlanticus’un çoğu yaprağı çift taraflı kullanılmış.

İki baş çalışması
Francesco Galli (Neapolitan olarak da tanınıyor)
Leonardo da Vinci’nin sanatçı üzerindeki etkisini açıkça görmek mümkün. Leonardo da Vinci’den önce kırmızı tebeşir kullanılmazmış.
Ambrosiana Koleksiyonu
Kurtarıcı İsa’nın Başı
Gian Giacomo Caprotti
Leonardo da Vinci’nin kendisine taktığı isim Salai, yani şeytan. Leonardo, bir pazar yerinde (kimilerine göre kırlarda), keçilerin resmini yapmaya çalışan on yaşındaki Giacomo’yu görüyor ve çok güzel olan bu çocuğu yanına alıyor. Salai, ustanın yanında otuz yıla yakın kalıyor ama, tam bir baş belası oluyor. Kimilerine göre, artistik yeteneği olmayan Salai’nin kendisine atfedilen çoğu eserine aslında Leonardo’nun eli değiyor. Leonardo notlarında kendisinden, “hırsız, yalancı, inatçı ve aç gözlü” olarak söz ediyor. Sık sık ustasından para çalıyor ve
onu küçük düşürüyor. Bir keresinde Leonardo
onu hapse düşmekten de kurtarıyor.
Ambrosiana Koleksiyonu

Diğer Codex’ler gibi, Codex Atlanticus da Leonardo da Vinci tarafından bir araya getirilmemiş. 16. yüzyılın sonunda heykeltıraş Pompeo Leoni, Melzi’nin varislerini ikna ederek, sanatçıdan kalan yazılı materyallerin büyük bir bölümünü almış. Elindeki belgeleri iki ana grupta tasnif etmeye çalışmış. Teknik ve bilimsel çizim ve notları ayrı, anatomi ve sanat ile ilgili belgeleri ayrı gruplamış. Bu sınıflamanın ilki  günümüzde Codex Atlanticus, ikincisi ise Codex Windsor olarak biliniyor.

Pinacoteca Ambrosiana’da Leonardo da Vinci ve ondan etkilenen sanatçıların çizimlerinin sergilendiği salon

Bazı Codex’lerin ilginç hikayeleri de var. Örneğin, İngiliz Kraliyet ailesinin elinde bulunan ve 600 sayfa olduğu belirtilen Codex Windsor, birkaç yüzyıl Windsor Şatosu’ndaki bir sandıkta unutulduktan sonra, 18. yüzyılda tamamen tesadüfen bulunmuş. Codex Windsor’un İngiltere’ye nasıl geldiği konusunda ise bugüne kadar bir bilgi bulunamamış. Bir de tabii, Bill Gates’in 1994 yılında satın aldığı Codex Hammer var. Gates, 72 sayfa için 30,8 milyon dolar ödemiş. Bu durumda, Ambrosiana Kütüphanesi’nin koleksiyonundaki 1000 sayfadan fazla Codex Atlanticus’un değerini tahmin edebilirsiniz. Bill Gates, isim kuralını bozarak, daha önce Amerikalı zengin Armand Hammer’e ait Codex’i kendi soyadıyla isimlendirmemiş. Onun yerine, Codex’in Hammer’den önceki sahibine atfen Leicester ismini tercih etmiş. Bu nedenle, günümüzde Bill Gates’in elinde bulunan Leonardo da Vinci’ye ait el yazmalarına Codex Leicester deniyor.

Leonardo da Vinci ve çağdaşlarının kullandıkları
resim araç gereçleri

Leonardo da Vinci’nin not ya da defter tutmaya tam olarak ne zaman başladığı tespit edilememiş. Ancak, eserlerinin tamamının o öldükten sonra Melzi’nin toparlayıp malikanesine götürdükleri olmadığı biliniyor. Uzmanlar, yaşamı boyunca yazdığı bütün yazılı belgelerin 28.000 sayfa kadar olduğunu tahmin ediyorlar. Bu da, günümüze yazılarının ancak dörtte birinin ulaştığını gösteriyor. Da Vinci’nin sol eliyle yazı yazdığı ve resim yaptığı çağdaşları tarafından belirtilmiş. Bu nokta, Leonardo’nun üniversite eğitimi almadığının da en önemli kanıtı olarak görülmüş. Eğer üniversiteye gidecek kadar eğitim almış olsaydı, mutlaka sağ elini kullanmaya zorlanacağı belirtilmiş. Ancak, 11 Nisan 2019 tarihli Independent gazetesinde yayınlanan bir makaleye göre, bazı notlarından hareketle, Leonardo da Vinci’nin iki eliyle de yazabildiğine inanılmaya başlanmış. Sağ elini kullanmayı her nasıl öğrenmiş olursa olsun, sanatçının daha çok sol elini kullandığı düşünülüyor. Bundan da önemlisi, Leonardo’nun yazısının en önemli özelliği, yazılarını sağdan sola doğru, harfleri de tersine çevirerek yazması. Öyle ki, yazılarını ancak ayna tutarak deşifre etmek mümkün. Tüm yazılı metinlerini bu şekilde yazmasının nedeni olarak, sanatçının fikirlerinin ve çalışmalarının başkaları tarafından çalınması konusunda aşırı derecede hassas ve şüpheci olması belirtiliyor. Üstelik, Leonardo ayna yazısı olarak ifade edilen bu yazıyı kullanmakla da yetinmeyip, metinleri zaman zaman ilave kodlamalar kullanarak daha da deşifre edilmesi zor hale getirmiş.

Pinacoteca Ambrosiana bir müze binası olarak da çok güzel
Solda, Lucrezia Borgias’nın bir tutam saçı. Ortada, Napolyon’un Waterloo Savaşı sırasında kullandığı eldivenler.

Geliş amacımız Leonardo da Vinci olduğu için, vakit darlığından dolayı, sanat galerisinde Caravaggio, Rafael, Brueghel, Titian gibi sanatçıların eserlerini hızla geçtik. Derken, salonların birinde, büyük usta ile karşılaştık. Burada, 8 tanesi Codex Atlanticus’tan olmak üzere, Leonardo da Vinci’nin 15 çizimi ve Leonardesque olarak adlandırılan, ondan etkilenmiş öğrencilerinin ve Lombardiyalı sanatçıların eserleri sergileniyordu. Eserleri inceleyince insan, belirtilen etkiyi hem malzeme hem de figüratif olarak açıkça görebiliyor. Örneğin da Vinci, kırmızı tebeşir ile çizim yapan ilk sanatçı imiş. Daha sonra başka sanatçılar onu izlemişler. Bu etkileşim sadece kullanılan malzeme konusunda da olmamış üstelik. Çizdiği figürler ve konular da kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları etkilemiş. Bu salonda ayrıca bir camekanda, dönemin sanatçılarının kullandığı resim araç gereçleri de sergileniyor. Bunlar, Leonardo da Vinci’nin ve çağdaşlarının yaptıkları çizimlerden yola çıkılarak yapılmış replikalar.

Pinacoteca Ambrosiana’nın avlusu. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı, San Sepolcro Kilisesi

Pinacoteca Ambrosiana’da müzeyi gezme rotası her köşeyi görebileceğiniz şekilde düzenlenmiş. Leonardo da Vinci ile baştaki bu tadımlık karşılaşmadan sonra epeyce bir dolandık. Benim kafam ise, sürekli kütüphane kısmını nasıl bulacağımız konusu ile meşguldü. Bir ara, görüp göreceğimizin bu kadar olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü, Codex’in tamamını sergilemek mümkün olmadığı için, belirli aralıklarla sayfaların dönüşümlü olarak sergilendiklerini biliyordum. Derken, iddiasız görünen bir kapıdan içeri adım attık ve kendimizi başka bir alemde bulduk…

Bibliotheca Ambrosiana

Neredeyse karanlık denebilecek kadar loş ve yüksek tavana doğru uzanan dört duvarı boydan boya eski ciltli kitaplarla kaplı bu büyük salon, Ambrosiana Kütüphanesi idi. Ortam, eski kitap ve ahşap kokuyordu. Önce kendimi bu kitaplardan alamadım. Sonra, salonu çepeçevre dolanan camekanları gördüm. Ortada ise, bir camekanda dev bir cilt duruyordu.  Codex Atlanticus… Ancak, bu camekandaki cilt orijinal olmasına rağmen, içindeki sayfalar orijinal değil. Uzmanlar, 1119 sayfalık Codex Atlanticus’un kendi ağırlığı nedeni ile içindeki kağıt yapraklarına zarar verdiğini keşfetmişler. Bunun üzerine, her bir sayfa dikkatlice ciltten çıkarılmış ve yerleştirildikleri paspartuların arasında saklanmaya başlanmış. Ziyaretçilerin Codex Atlanticus’un hacmini anlayabilmeleri için camekanın içindeki cildin arasına orijinal sayfaların kopyaları yerleştirilmiş. Bu, Leonardo da Vinci’nin 40 yıllık (1478-1519) çalışmalarının fiziksel hacmini anlamak açısından çok iyi olmuş.

Önde, Codex Atlanticus’un kopya edilmiş sayfalarının
yer aldığı dev cilt

Codex Atlanticus’un birbirinden ayrılan sayfaları, çeşitli temalar çerçevesinde, belirli sürelerle sergileniyor. Salonu çevreleyen, esere zarar vermeyecek şekilde aydınlatılmış, camekanlarda bu dönem için seçilmiş sayfalar yer alıyordu. Bir süre sonra bunlar kaldırılıp yerlerine başka sayfalar konacak. Bizim gördüğümüz sayfalarda yer karosu dizaynı olduğu düşünülen çizimden, anatomik ve mekanik makine çizimlerine kadar çeşitli çizimler vardı. Bazı sayfalarda çok farklı konularda çizimler ve notlar bir arada bulunuyor. Ciddi konular üzerine yazılmış notların yanında bir alış veriş listesi ya da günlük bir not olabiliyor. Tüm bunlar bana Leonardo’nun kafasının farklı konularda nasıl aynı anda çalışabildiğini düşündürdü. Sayfaların birinde yer alan bir genç erkek kafası eskizi uzmanlara, bunun Leonardo da Vinci’nin şu anda Milano’da bulunan tek tablosu olan Bir Müzisyenin Portresi adlı eserinin bir ön çalışması olduğunu düşündürüyor. Bu tablo Ambrosiana koleksiyonunda olmasına rağmen, Louvre Müzesi’ndeki özel bir sergi için ödünç verildiği için, biz göremedik.

Louvre Müzesi’ne ödünç verildiği için göremediğimiz, Leonardo da Vinci’nin
Bir Müzisyenin Portresi adlı eseri
Leonardo da Vinci kırmızı tebeşir kullanmaya ilk olarak
Son Akşam Yemeği isimli duvar resmi için Havarilerin yüzlerinin eskizlerini yaparken başlamış. Daha sonra, anatomi, manzara ve botanik çizimlerinde “kırmızı üzerinde kırmızı” kullanmaya devam etmiş.
Bu sayfada yer alan tüm erkek kafası çizimleri Leonardo’ya ait değil. Ancak, kendisinin yaptığı soldaki çizimin yanında yer alan “Atalante’nin başı çizildi” notu uzmanlara, “Bir Müzisyenin Portresi” tablosundaki sanatçının Atalante Migliorotti olduğunu düşündürüyor. Bazı kaynaklara göre, Atalante ve Leonardo Toskana’dan Milano’ya birlikte gelmişler. Sayfada aynı zamanda, sanatçının Floransa’dan Milano’ya getirdiği eşyaların listesi de var.
Çeşitli makina çizimleri

Belgelerden biri de, Leonardo da Vinci’nin 1482-1483 yıllarında Milano’ya yeni geldiği zaman yazdığı bir mektubun müsveddesi. Mektup, Milano Dükü Ludovico Sforza’ya hitaben yazılmış. Kendisine bir hami arayan Leonardo, Dükün siyasi ve askeri ihtiraslarını bildiği için, ona bir mühendis olarak nasıl hizmet verebileceğini anlatmış. Sanatsal yeteneklerini vurgulamak yerine daha çok, geliştirebileceği askeri savaş aletlerinden ve makinalardan söz etmiş. Mektubun temiz bir kopyasının Ludovico Sforza’ya gönderilip gönderilmediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak, daha önce belirttiğim gibi, 1480’lerin ortasında Leonardo, Ludovico Sforza’nın dikkatini çekmeyi başarıyor.

Bu sayfada yer alan yazılar geometri, resim yapma teorileri ve statik sorunları ile ilgili. Bir erkek bacağının da sanatçı tarafından, ağırlık, karşı ağırlık ve eklemlerin dengeli bir sistemi temsil etmesi açısından, statik konusu ile ilintili olarak çizildiği düşünülüyor.
Bu sayfanın sol tarafında çeşitli pergel çizimleri var. Ortada büyük olan, daha önce camekanda gördüğümüz, dönemin resim araç gereçlerinin kopyalarının yapımında model olarak kullanılmış.
Leonardo’nun bir yer karosu için yaptığı düşünülen tasarımı. Sanatçı burada, ikiye katladığı kağıdın bir yarısına çizdiği deseni, duvar fresklerinde de kullanılan spolvero tekniği ile, kağıdın diğer yarısına geçirmiş.
Leonardo da Vinci tarafından çizilmiş bir
tiyatro mekanizması

Tarihte Leonardo da Vinci’nin yazdığı bilinen bir başka mektup daha var. Batılı kaynaklar, bu mektubun varlığının 1952 yılında Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bir mektup çevirisi ile öğrenildiğini belirtiyorlar. Mektup 1503 yılı başlarında yazılmış. Bu dönemde Leonardo kendisine, emrinde çalışabileceği yeni bir işveren aramaktaymış. 1499 yılında Milano’nun Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra şehri terk etmiş. Bir süre Cesare Borgia’nın emrinde çalışmış. Ancak süren arayışı, onun Osmanlı padişahı Sultan II. Beyazıt’a söz konusu mektubu yazmasına yol açmış. Mektubunda Leonardo padişaha, onun için inşa edebileceği yel değirmenlerinden, silolardan, savaş makinalarından ve bir de Haliç’in üstüne inşa edebileceği, Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak, bir köprüden bahsetmiş. Bu başvurudan bir sonuç çıkmamış ki, Leonardo 1503 yılının Mart ayında Floransa’ya dönmüş. Üç yıl sonra ise tekrar, bu kez 1506-1513 yılları arasında kalacağı, Milano’ya gitmiş.

Leonardo da Vinci’nin Milano Dükü Ludovico Sforza’ya
hitaben yazdığı mektup müsveddesi

Ambrosiana Kütüphanesi’nde uzun süre kaldık. Camekanlarda sergilenen Leonardo’nun el yazmalarına tekrar tekrar ve uzun uzun baktım. Yağmurlu ve kapalı Milano havasına tekrar adım atarken, büyük ustanın II. Beyazıt’a yazdığı mektubu düşündüm. Aynı mektup, babası Fatih Sultan Mehmet’e yazılmış olsaydı neler olabileceğini hayal etmeye çalıştım. İstanbul’da bir Leonardo da Vinci…

Bir sonraki yazımda Milano’yu gezmeye devam edeceğiz…

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Milano (1): Leonardo da Vinci’nin İzinde (1)…

Her sonbahar yaptığımız İtalya gezimizi bu sene 15-20 Ekim tarihleri arasında Milano’ya yaptık. Bu yıl neden Milano’yu seçtiğimizi bir başka yazımda yazacağım. Birçok insanın görülecek pek bir şey yok demesine karşın, Milano’da görülecek çok şey var. Bu nedenle Milano birden çok yazıyı hak ediyor. Dolu dolu gezmemize ve 4 gün içinde toplam 47 kilometre yol yürümemize rağmen, görmek isteyip de vakit bulamadığımız bir sürü yer kaldı.

Milano’yu diğer İtalya şehirlerine kıyasla çekici bulmayanlar çoktur. Evet, burası bir Roma değildir örneğin. Adım başı meydanlarında gösterişli heykeller, çeşmeler yoktur. Ancak bu, tarihi eserler ve güzellikler açısından çorak olmasından dolayı değildir. İtalya’nın kuzeybatısındaki Lombardiya bölgesinin başşehri Milano’da zenginlikleri gözler önüne sermek değil, saklı tutma kültürü vardır. Merak ediyorsanız arar bulursunuz. Gördüklerinize sadece hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda Milano’nun sadece bir finans, endüstri ve moda merkezi olduğu klişesinin ne kadar basma kalıp bir değerlendirme olduğunu da anlarsınız.

Leonardo da Vinci’nin Milano’daki Piazza della Scala meydanındaki heykeli. 1872 yılında Pietro Magni tarafından yapılmış. Heykelin alt tarafında, sanatçı ve bilim adamı Leonardo da Vinci’nin dört öğrencisi de canlandırılmış.

Milano, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca pek çok istilaya uğramış. M.Ö. 3000 yılına kadar giden bu zengin tarihi de bir başka yazıma bırakıyorum. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetineceğim; Milano’nun İtalya tarihindeki yeri ve sanata olan katkısı Floransa’dan geride değildir. Floransa’da Medici ailesi varsa, Milano’da da ünlü Sforza ailesi vardır. Sforza’lar da zamanın ünlü düşünür, bilim adamı ve sanatçılarını şehirlerine davet ederek veya korumaları altına alarak Rönesans’a katkıda bulunmuşlardır. Bu kişilerin arasında şüphesiz en ünlüsü Leonardo da Vinci’dir. O hem eşsiz bir sanatçı hem de, giderek kabul gören bir görüşe göre, yorulmak bilmeyen bir bilim adamıdır. Evet, o aslında Toskanalıdır. Adı üstünde, Floransa’ya yakın Vinci’dendir. Ama, ömrünün 20 yıla yakın bir dönemini Milano’da geçirmiştir. O, Floransalı olduğu kadar Milanoludur aynı zamanda…

Mucizeler yaratmak istiyorum

Böyle yazmış Leonardo da Vinci üç numaralı defterinde (Quaderni III). Çok küçük yaşlardan beri doğa ile ilgili her şeye ilgi duymuş. Bu merakı onun, çok usta olduğu resim sanatında dönemin diğer ünlü sanatçılarından daha az eser yaratmasına neden olmuş. Çünkü sorgulayıcı aklı onun anatomiden, mühendisliğe, mimarlığa, perspektife, felsefeye, jeolojiye, hidrolojiye ve astronomiye kadar her alanda düşünmesine, deney yapmasına ve icatlarda bulunmasına yol açmış. Geride bıraktığı çizimlerden, yaygın bir görüşe göre ilk olarak 1608 yılında Hans  Lippershey tarafından icat edildiği kabul edilen teleskopu, ondan 100 yıl önce düşündüğü anlaşılıyor. Yine benzer bir şekilde, güneşin hareket etmediğini Galileo’dan çok önce defterine yazmış. O dönemde kafirlik olarak görülmesine ve yasaklanmış olmasına rağmen, önce domuz ve öküz cesetleri sonra insan kadavraları üzerinde yaptığı çalışmalar onun optik, insan organlarının işleyişi, kalp ve kan dolaşımı üzerine önemli ve o güne kadar bilinmeyen keşiflerde bulunmasını sağlamış. Örneğin, el yazmalarının incelenmesi sonucu bugün artık, kalbin vücuda kan pompaladığını William Harvey’den önce keşfettiği de biliniyor. Harvey’in bu buluşu 1616 yılına tarihlenirken, Leonardo’nun bu konuda çalışmalarına 1507 yılından itibaren başladığı belirtiliyor. Leonardo ile ilgili bir başka şaşırtıcı bulgu da günümüzden yüzlerce sene önce kolesterolden söz etmiş olması. Bunlar sadece birkaç örnek. Optik, beyin ve üreme üzerine daha pek çok yazısı ve çizimleri var. Yazma eserlerinin kabaca sadece dörtte birinin günümüze ulaştığı (yaklaşık 7000 sayfa) düşünülürse, bizim bilmediğimiz daha pek çok keşif yapmış olması kuvvetle muhtemel.

Size de olur mu bilmem, belli dönemlerde bazı konulara ya da kişilere özel bir ilgi duymuşumdur. O zamanlarda ilgilendiğim konu ile ilgili ne bulursam okurum. Bundan 13-14 sene önce de Leonardo da Vinci ilgi alanıma girdi. Onun hakkında birçok kitap okudum. Bunların içinde özellikle iki tanesini çok beğendim. Michael White’ın yazdığı “Leonardo- The First Scientist” kitabı onun daha çok mühendislik ve fen alanındaki araştırma ve buluşlarına odaklanırken, kendisi de bir doktor ve akademisyen olan Sherwin B. Nuland’ın “Leonardo da Vinci” kitabında tıp alanındaki çalışmalarına yer verilmiş.

Leonardo da Vinci’ye duyduğum bu ilgi nedeniyle Milano’ya gitmeden önce bu gezimizde onun izini sürmeye karar vermiştim. Sanırım daha önce de bir yerlerde yazmıştım. Gittiğimiz yerleri, ilgi ve merakıma göre, belli bir temaya göre gezmeyi severim. Bazen, Barselona’da olduğu gibi, birden fazla tema da olabilir. O zaman, her bir tema için ayrı bir yazı yazmayı daha uygun buluyorum. Bu düşünceden yola çıkarak, Barselona anılarımı da beş ayrı yazıda toplamıştım.

Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 tarihinde, saat akşam 10:30’da dünyaya gelmiş. Doğum tarihinin bu kadar kesin olarak bilinmesi, gayri meşru bir bebek olmasına karşın, doğan ilk torunundan son derece gurur duyan büyükbabası sayesinde olmuş. Babası, Piero da Vinci, ailenin kendisinden önceki birkaç kuşak erkeklerinin olduğu gibi, notermiş. Çok güzel bir kadın olan annesi Caterina ise, muhtemelen ailenin hizmetlilerinden birisi olan bir köylü kızı. Ailenin soyadı, Floransa’ya bağlı Vinci’den olduklarını işaret ediyor ama, Leonardo’nun oradan çok uzak olmayan Anchiano’da doğduğu düşünülüyor. Kaç yıl olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmasa da, uzmanlar onun ilk birkaç yılında annesi ile yaşadığı konusunda hemfikir. Kimi iki yaşına kadar kimi beş yaşına kadar diyor. Ancak, daha sonra Leonardo babası tarafından kendi evine alınmış ve nüfusuna geçirilmiş. Annesi köyden bir başkası ile evlendirilmiş. Annesinin suçu gibi görünmese de, Leonardo annesinin kendisini bıraktığını düşünerek, onu hayatı boyunca hiç affetmemiş. Aralarında Sigmund Freud da olan bazı akademisyen ve biyografi yazarları, Leonardo’nun eşcinsel olmasını annesi ile çok yoğun geçen ilk birkaç yıldan sonra ondan koparılmasına bağlıyorlar. Oysa, kariyer hedefleri olan babasının annesi ile evlenmesi zaten söz konusu değilmiş. Daha sonra dört kez evlenen Piero da Vinci’nin yedi tane oğlu daha olmuş. Yıllar sonra Leonardo, hem babasından kalan miras payı hem de kendisini çok seven ve çocukken çok ilgilenen amcasının kendisine tamamını bıraktığı mal varlığı için çok çetin bir hukuksal mücadele vermek zorunda kalmış. 23 Nisan 1519 tarihinde ölmeden önce hazırlattığı vasiyeti ile tüm bu mal varlığını ve Floransa’daki banka hesabında bulunan yüklü miktardaki parayı yine kardeşlerine bırakmış.

Leonardo da Vinci’nin döneminde, şayet aristokrat ya da köylü sınıfına mensup iseniz hiçbir sorun yaratmayan gayri meşru olma durumu, orta sınıf ve yükselen burjuva sınıfı arasında şiddetle kınanıyormuş. Kimi Papalar gayri meşru çocuklarını kardinal mertebesine dahi yükseltebilirken ya da gayri meşru doğan asiller prens bile olabilirken, orta sınıfa doğan bu çocuklar pek çok haktan mahrum bırakılırlarmış. Bunların başında, üniversiteye gitme yasağı ve dolayısı ile hukuk, tıp gibi saygın mesleklere girme yasağı bulunuyormuş. Leonardo da bu yüzden resmi bir eğitim alamamış. O nedenle yazılarında sıkça kendisinin “okumamış” olduğundan söz ediyormuş. Üniversiteye gidemeyişine ömrü boyunca üzülen Leonardo, sonsuz merak ve öğrenme arzusunu kendisi araştırarak, deney yaparak ve okuyarak gidermeye çalışmış. Bazı kaynaklar onun diğer kardeşleri ile birlikte resmi eğitim aldığını ve üniversiteye gitmiş olabileceğini söyleseler de, buna itiraz eden uzmanlar var. Onlara göre, eğer bir eğitim almış olsaydı,  sol eliyle yazıyor olmasının mutlaka düzeltileceğini belirtiyorlar. Bundan da öte, Leonardo da Vinci’nin klasik dillere (Yunanca ve Latince) çok hakim olmadığı da biliniyor. Bu dillerde ve Arapça yazılmış eski eserlere ihtiyaç duyduğu zaman İtalyanca çevirilerini okuduğu söyleniyor.

Andrea del Verrocchio (1435-1488)-Otoportre, Uffizi, Floransa
Leonardo da Vinci’nin ünlü hocası

Tüm olumsuzluklara rağmen, Leonardo dönemin benzer durumdaki diğer çocuklarına göre ayrıcalıklı sayılabilir. Babasının evine alınmış olması, büyükannesi, kendi çocuğu olmayan babasının ilk eşi ve amcası tarafından sevilip kendisine ilk eğitimin verilmiş olması onun açısından önemli. Ama şüphesiz onun için en büyük şans, babasının onu 14 yaşında iken Floransa’da büyük bir atölyesi olan Andrea del Verrocchio ustanın yanına vermiş olması. Verrocchio, bu genç çocuktaki potansiyeli hemen fark etmiş. Kendisinin de resim ve heykel dışında çeşitli tasarım , metal eşya ve müzik aletleri üretimi ile ilgilenmesi, Leonardo’nun atölyedeki diğer genç çıraklarla birlikte özgür bir eğitim almasını ve yaratma süreçlerine katılmasını mümkün kılmış. Bu dönemde ve tüm gençliği boyunca, görmeye alışık olduğumuz yaşlılık halinin aksine, genç sanatçı olağandışı bir güzelliğe sahipmiş. Kendi çağdaşı kaynakların da doğruladığı bu özelliğinin yanında, o zamanlar giyimine de son derece düşkünmüş. Sıra dışı kısalıkta tunikler giyer, sakalını uzatırmış. Müziğe son derece meraklı olan genç Leonardo’nun sesi de çok güzelmiş. Nota okuyabildiği gibi, defterlerinde görüldüğü üzere, besteler de yapıyor ve lir çalıyormuş. Bunun yanında, bazı kendi icat ettiği müzik aletlerinin çizimleri de günümüze ulaşmış.

Leonardo da Vinci’nin on yıldan fazla bir süre Verrocchio’nun yanında kaldıktan sonra, 1478 yılında bağımsız bir sanatçı olarak hayata atıldığı düşünülüyor. Dönem, Lorenzo Medici’nin dönemidir. Bilindiği gibi, Medici ailesi sanatçıların hamisi bir ailedir. Ancak, Lorenzo Medici entelektüel olmakla beraber, aynı zamanda çok elitist bir insandır. Klasik anlamda bir eğitim almamış olan Leonardo da Vinci’yi küçük görür. Ondan çok daha az yetenekli sanatçılara kol kanat gerip siparişler verirken, Leonardo’yu görmezden gelir. Genç sanatçı bunun üzerine Floransa’dan ayrılmaya karar verir.

Çeşitli kaynaklarda çeşitli konularda farklı bilgiler olsa da, Leonardo’nun Milano’ya geliş tarihinin 1482 yılı başları olduğu konusunda  fikir birliği bulunuyor. Kimilerine göre, Lorenzo Medici tarafından Sforza’lara bir jest olarak müzisyen kimliği ile gönderiliyor. Ancak, bu görüşe katılmayanlar çoğunlukta. Zira, Leonardo da Vinci ne kadar istemiş olsa da, Ludovico Sforza’nın sarayına hak ettiği şekilde adım atması Milano’ya gelir gelmez gerçekleşmiyor. Da Vinci Milano’ya geldikten sonra en az iki yıl, herhangi bir hamisi olmadan, serbest bir sanatçı olarak yaşamak zorunda kalıyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
Louvre Müzesi, Paris
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Leonardo da Vinci’nin Louvre Müzesi’nde bulunan bu tablosunun Londra’daki aynı isimli tablodan daha önce, 1483-1486 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor. Tamamının Leonardo tarafından yapıldığı tespit edilen bu tabloyu sanatçının gizlice sattığı ve asıl sipariş için daha sonra günümüzde Londra’da sergilenen tabloyu yaptığı belirtiliyor.

Bu dönemde Leonardo, aynı evi paylaştığı sanatçı Preda kardeşlerle iş birliği yapıyor. Bu çerçevede, San Francesco Grande kilisesinin altarı için üçlü bir resim yapmak üzere bir sipariş alıyorlar. Ortalama yetenekleri olan Preda kardeşler Leonardo’nun değerini anlamakta gecikmedikleri için, üçlünün ortasında yer alacak en önemli resmin sorumluluğunu ona veriyorlar. Günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Kayalıklar Bakiresi (Virgin of the Rocks) tablosu bu şekilde yapılmış oluyor. Gerçi tablo, ne renkler ne kompozisyon olarak verilen siparişin şartnamesine uymuyor ama, Leonardo da Vinci özgürce yaptığı bu tablo sayesinde Ludovico Sforza’nın dikkatini çekiyor. Sforza’nın son sevgilisi, güzeller güzeli Cecilia Gallerani’nin tablosunu yapmak üzere bir sipariş almayı başarıyor. 1480’lerin ortalarına denk gelen bu zamandan sonra Leonardo artık Milano’nun saygın bir sanatçısı olarak kabul edilmeye başlanıyor. Sarayın kapıları ona açılırken, Dük için hem çok değer verdiği mimari ve mühendislik projeleri, savaş araçları, makinalar ve Dükün dillere destan davetleri için dev oyuncaklar tasarlıyor hem de bir sanatçı olarak eserler üretiyor. Anatomi çalışmaları ise, tüm zorluklara karşın, hep devam ediyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
National Gallery, Londra
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Louvre müzesindekinden 8 cm. kısa olan bu tablonun yapılışı 1508 öncesi olarak tarihleniyor. Uzmanlar, bu tablonun bir bölümünün sanatçının öğrencileri tarafından yapıldığını düşünüyorlar. San Francesco Grande kilisesinin siparişi üzerine teslim edilen bu tablo daha sonra,
1780’li yıllarda papazlar tarafından satılmış.

Leonardo da Vinci’nin Milano’da izini sürmeye nereden başlamalı diye düşündükten sonra, önce kendisine Ludovico Sforza tarafından 1498 yılında hediye edilen evine ve üzüm bağına gitmeye karar verdim. Burası aynı zamanda, o muhteşem “Son Akşam Yemeği” duvar resminin bulunduğu Santa Maria delle Grazie kilisesinin karşısında bulunuyor. Kaldığımız Hotel Manzoni’den oraya rahat bir yürüyüş ile 35-40 dakikada gittik. Bir şehri görmek için en iyi yöntem, mümkün olduğunca yürümek.  Yol üstünde, daha sonra gezeceğimiz Sforza Kalesi’nin de önünden geçtik.

Erminli Kadın-Leonardo da Vinci
Krakow Ulusal Müzesi
Ludovico Sforza’nın sevgilisi Cecilia Gallerani’nin resmedildiği bu tablo 1489 yılı civarına tarihleniyor. Gallerani’nin kucağında tuttuğu Erminin (Türkçede bu hayvana kakım da deniyor) sanatçı tarafından, “Beyaz Kakım” takma adı ile de anılan, Dük Ludovico Sforza’yı çağrıştırmasının amaçlandığı düşünülüyor.

O zamanlar boş arazi olan bu bölgede Dük kendisine sadık çevresi için yeni bir yerleşim yeri yaptırmayı düşünüyormuş. Saraya yakın Attelani ailesi ile birlikte Leonardo’ya da burada bir ev ve üzüm bağı vermiş. Amacı, hem o sırada Son Akşam yemeği üzerine çalışan Leonardo da Vinci’ye işine yakın olma kolaylığını sağlamak hem de, ailesinin Toskana’da üzüm bağları olduğu için, memleketine olan özlemini hafifletmekmiş. Gerçekten de, Leonardo bu evde kaldığı sürece, canı istediği zaman, gece geç vakit bile olsa, karşıya geçip duvar resmi üzerinde çalışma olanağı bulmuş. Üzüm bağı ile ise özel olarak kendisi ilgilenmiş. Fideleri kendisi dikip aşılamış.

Leonardo da Vinci’nin yaşadığı Casa degli Atellani.
Üzüm bağı evin arka bahçesinde.

İlk halinde toplam 800 metre karelik bir alana yayılan bağın önemli bir bölümünün üstünde günümüzde, yüzyıllar içinde yapılmış, binalar, kiliseler ve manastırlar var. Bağ, Casa degli Atellani’nin (Atellanilerin Evi) bahçesinin alt ucunda yer alıyor. Dük aslında Atellani ailesine burada iki ev vermiş. Bağın yanındaki bu evde Leonardo’nun kalmasına izin verildiği anlaşılıyor. Üzüm bağı, Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölünce, vasiyeti üzerine sadık hizmetkarı olan Giovanbattista Villani ve öğrencilerinden Giacomo Caprotti arasında paylaştırılmış.

Evin bir bölümünde halen oturanlar var

Casa degli Atellani iki avlulu bir yapı. Birinci avlunun çevresindeki binalarda  günümüzde oturanlar var. Hemen yanındaki avlunun Leonardo dönemindeki haline çok yakın olduğu belirtiliyor. Buradan girilen Casa Atellani ise tam anlamıyla öyle değil. Evin yüzyıllar içinde el değiştirmesi ile birlikte çok sayıda farklı süslemeler ve değişiklikler yapılmış.  Ancak, bunlar olumsuz değil, olumlu değişiklikler olmuş. Bunların içinde özellikle Zodiak Salonu’nun süslemeleri olağanüstü güzel. Bir başka salonda ise, Lombardiyalı ressam Bernardino Luini’nin  (1480-1532) yaptığı Sforza ailesinin fertlerinin portrelerini görebilirsiniz.

Zodiak Salonu
Bernardino Luini tarafından yapılan Sforza ailesinin portreleri

Üzüm bağını, beş yüz yıl boyunca yapılan binaların istilası, yangınlar ve bombalamalardan gördüğü tahribattan 2015 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir proje kurtarmış. Daha önce, 1920 yılında da mimar Portaluppi yaptığı bir proje ile bağın günümüze ulaşmasını sağlamış. Bağ, evin içinden çıkılan arka bahçenin en uç bölümünde bulunuyor. Elbette orijinal bağın çok küçük bir bölümü burası. Ancak, işin sevindirici yanı, botanik arkeologlarının yaptıkları çalışmalar sonucu, Leonardo’nun buraya diktiği orijinal üzüm fidelerinin cinsinin saptanabilmiş olması. Buna göre bağda şimdi, 500 yıl önce olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi üzüm yetiştiriliyor. Farklı cins üzüm fidelerinin aşılanması ile elde edilen bu üzümün kökeninin, Candia isminin bir zamanlar orası için kullanılıyor olması nedeniyle, Girit olduğu belirtiliyor. Söz konusu üzümlerden, şeker ve alkol oranı yüksek, son derece aromatik ve güzel şaraplar üretiliyor.

Casa degli Atellani
Leonardo’nun Bağı evin arka bahçesinin alt tarafında

Daha önce belirttiğim gibi, Leonardo’nun ünlü Son Akşam Yemeği duvar resminin bulunduğu kilise, evinin ve bağının karşı kaldırımında yer alıyor. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; kilise her daim açık. İstediğiniz zaman gezebilirsiniz. Ancak, Son Akşam Yemeği duvar resmini görebilmeniz için çok önceden bilet almanız gerekiyor. Biletler saat randevulu ve yaklaşık altı hafta önce tükeniyor. Ben erken davrandığımı düşünerek, aşağı yukarı bir hafta önce harekete geçtiğimde bu acı gerçek ile karşılaştım. Tahmin edebileceğiniz gibi, önce çok üzüldüm. Ne de olsa, gitmek için Milano’yu seçmemizin en önemli nedenlerinden birini kaçırmış olacaktık. Ama, işin peşini bırakmamaya karar verdim. Günlük turlar için araştırma yaptım ve GetYourGuide uygulamasından hem Sforza Kale’sini hem de Son Akşam Yemeği’ni kapsayan bir tur buldum. Çok da memnun kaldık. Rehberimiz çok iyiydi. Hatta bizi, programda olmayan San Maurizio al Monastero Maggiore kilisesine de götürerek Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonraki dönemde yaşamış olan Lombardiyalı ressamları nasıl etkilediğini de uzun uzun anlattı. Şayet siz de kendiniz çok önceden bilet almayı unutursanız, yer bulma olasılığı daha yüksek olan günü birlik turları deneyebilirsiniz.

Üzümler bir zamanlar olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi

Santa Maria delle Grazie kilisesi ilk olarak, mimar Guiniforte Solari’nin tasarımı ile, 1463 yılında yapılmaya başlanmış. Kilise 1490 yılında bitmiş. İki yıl sonra, 1492 yılında, Milano Dükü Ludovico Sforza (nam-ı diğer Il Moro), Leonardo da Vinci’nin de dostu olan Bramante’den burayı bir aile mozolesine çevirmesini istemiş. Hayali, buranın Sforza ailesinin görkemli bir mozolesi olması imiş. Bramante bunun için, Solari’nin yaptığı apsisi yıkarak yerine Rönesans stili bir apsis inşa etmiş. Ancak, 1499 yılında Milano’nun Fransızların saldırısına uğraması ve Ludovico’nun iktidarını kaybetmesinden sonra, 1500 yılından itibaren kiliseyi ellerinde bulunduran Dominiken rahipler burayı sanat eserleri ile dekore etmeye devam etmişler. 1558 yılında Engizisyon Mahkemesi de buraya taşınmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1943 yılında) bombalanan kilise çok ağır hasar görmüş.

Santa Maria delle Grazie
Kilisenin, Bramante’nin yıkarak yeniden yaptığı
apsisinin dışarıdan görünümü
Santa Maria delle Grazie kilisesinin günümüzdeki ve
İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanmış hali

Yukarda belirttiğim gibi, Son Akşam Yemeği’ni görebilmek için, almış olduğunuz bilete göre, tam vaktinde kapının girişinde olmanız gerekiyor. Duvar resminin bulunduğu salon aslında bir zamanlar manastırın genel yemekhane salonu imiş. İçeriye sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor. Yanılmıyorsam, maksimum yirmi kişi. Ama, salona doğrudan giremiyorsunuz. Önce otomatik bir cam kapıdan bir ara bölüme giriyorsunuz. Arkanızdan kapı kapanıyor. Bir süre burada bekledikten sonra, yine otomatik cam bir kapıdan salona giriyorsunuz. Tüm bu önlemler, salonun nem ve toz seviyesini kontrol altında tutabilmek içinmiş. İçeride 15 dakikadan fazla kalamıyorsunuz. Yapılan anons ile dışarı çıkmak zorundasınız.

Kilisenin içi

Salona girerken nefesimi tuttum. Çok heyecan verici idi. İçerisi oldukça loş. Son Akşam Yemeği resmi, kapıdan girince sağ tarafınızda bulunuyor. Resim de sıcak, sarı ama oldukça loş bir ışıkla aydınlatılmış. Çevremdeki çoğu insan büyük bir hızla fotoğraf çekmeye girişirken ben, bir süre hareketsiz kalıp, resmi içime sindirmeyi tercih ettim. Büyülendim…

Leonardo da Vinci’nin ünlü duvar resmi
Son Akşam Yemeği

Ludovico Sforza’nın isteği üzerine Leonardo da Vinci’nin 1495-1497 yılları arasında yaptığı bu duvar resmi, İsa’nın ünlü, “İçinizden biri bana ihanet edecek” cümlesini söyledikten hemen sonraki anı konu ediyor. İşte sanatçı resimde, bu şaşkınlık anını büyük bir ustalıkla masadaki Havarilerin yüzlerine ve vücut dillerine yansıtmış. İsa’nın yüz ifadesi ise, sakin ve huzur içinde.

Son Akşam Yemeği resmi, sıklıkla ve yanlış bir şekilde, bir fresk (İtalyanca fresco) olarak tarif ediliyor olsa da, fresk değil. Bu tempera yöntemi ile yapılmış bir resim. Zaman zaman Leonardo’nun yanlış yöntem seçtiği ve bu yüzden resmin henüz o hayattayken bozulmaya başladığı söylense de, konunun uzmanları onun bu yöntemi özel olarak seçtiğini söylüyorlar. İtalyanca taze anlamına gelen fresco yönteminde resim, duvara çekilen alçı sıva henüz ıslakken yapılıyor. O nedenle resmi son derece hızlı bir şekilde bitirmek gerekiyor. Oysa, tempera yönteminde resim, kurumuş sıva üzerine yapıldığı için zamana karşı bir yarış söz konusu olmuyor. İşte uzmanlar, Leonardo’nun yüz ifadeleri üzerinde daha uzun süre çalışabilmek, onlara daha fazla anlam katabilmek için bu yöntemi seçtiğini belirtiyorlar. Ancak, ortamdaki koşullar kontrol edilemediği için daha sonra resmin boyalarının dökülmeye başladığı belirtiliyor. Bir de bu yetmiyormuş gibi, bir süre sonra rahipler yemek salonundan mutfağa bir geçiş açmak için resmin ortasından bir kapı açıyorlar. Bundan dolayı, resmin İsa’nın ayaklarını gösteren bölümü yok oluyor.

Kilise manastırının yemekhanesindeki bir duvarda bulunan resimde İsa’nın ayakları, daha sonra açılan bir kapı nedeniyle yok olmuş

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği resminde Havariler olarak kullanmak için Milano sokaklarında uygun yüzler aradığı bilinir. Bunun için, sokaklarda rastladığı insanların sayısız eskizlerini yapmış. Bir söylenceye göre, ihanet eden Judas’ı temsil etmek üzere bir dilenci ya da caniyi kullanmış. Bizim rehberimizin de katıldığı bir başka görüşe göre ise, Judas için, resmin ne zaman biteceği konusunda kendisini ikide birde sıkıştıran manastırın başrahibini model almış.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Son Akşam Yemeği’ni korumak
için alınan önlemler

Henüz 1550 yılına gelindiğinde bile sanat tarihçisi Vasari resmin durumunun çok kötü olduğunu belirtmiş. 1726 yılından itibaren  resmi restore etmek için birçok çalışma yapılmış ama, her seferinde daha fazla zarar verilmiş, hatta figürlerde tahribat meydana gelmiş. Napolyon’un Milano’yu işgal ettiği dönemde bu salon atlar için ahır olarak kullanılmış. Doğal olarak, bu durum resim için daha da kötü olmuş. 1943 yılındaki bombalanma salonda ağır tahribat yapmış ama Son Akşam Yemeği, önüne koruma amaçlı yığılmış olan kum torbaları sayesinde, mucizevi bir şekilde kurtulmuş.

Sol tarafta, resimdeki İsa’nın restorasyondan önceki durumu.
Sağ tarafta, 1992 yılında restorasyonun birinci aşamasından sonraki İsa.
Dr. Pinin Brambilla Barcilon yirmi yıl boyunca resim
üzerinde çalışmış

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği duvar resminin yedinci ve son restorasyonu 1999 yılında tamamlanmış. Restorasyondan sorumlu Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her bir santimetre karesinin üzerinde tam yirmi yıl boyunca çalışmış. Orijinal resmin üstüne yapılan tüm boya tabakalarını özenle temizlemiş ve alttaki orijinal katmana ulaşmış. Böylelikle, resmin günümüzdeki hali, tamamen olmasa da, otantik şekline çok yakın bir hale gelmiş.

Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her santimetre karesini önce birkaç kat kazıyarak orijinal katmana ulaşmış. Daha sonra bu renklere uygun olarak restorasyonu yapmış.

Son Akşam Yemeği’nin tam karşısındaki duvarda büyük bir fresk var. Bu, Donato Montorfano’nun (1460-1502) yaptığı “Çarmıha Gerilme” isimli eseri. Dominiken rahiplerin siparişi üzerine, 1495 yılında yapılmış. Sanatçı adını ve eserin yapılış tarihini İsa’nın çarmıha gerildiği hacın dibindeki taşın üstüne yazmış. Fresk olarak yapıldığı için günümüze kadar oldukça iyi bir durumda kalabilmiş. Resmin sağ ve sol tarafında, Leonardo da Vinci tarafından eklendiği düşünülen, Ludovico ve eşi Beatrice’nin iki oğulları ile birlikte resimleri var. Ancak bunlar, alçı kuruduktan sonra (yani tempera olarak) yapıldıkları için oldukça silinmiş duruyorlar.

Çarmıha Gerilme-Donato Montorfano
Sanatçı, çarmıha sarılmış olan Maria Magdalena’nın önüne yerleştirdiği taşa yapım tarihini 1495 olarak yazmış
Çarmıha Gerilme freskinden detay.
Eser bittikten sonra, Leonardo da Vinci sağ ve sol köşelere ekleme yapmış. Sol taraftaki Ludovico Sforza ve oğlu Ercole Massimilliano ile sağ taraftaki eşi Beatrice d’Este ve
oğulları Francesco’nun figürleri günümüzde güçlükle fark ediliyor.

Montorfano’nun salonun çıkışına yakın olan freskini incelemek için istemeye istemeye Son Akşam Yemeği’ne arkamı dönmüştüm. Açıklamaları dinledikten sonra, ben kendimi yine büyülenmişçesine büyük ustanın eserine bakar buldum… Öylesine etkileyici idi… Sonra, dışarı çıkmamız gerektiğini bildiren anons duyuldu. Çıkış kapısı açıldı ve dışarı çıktık…

Milano’da Leonardo da Vinci’nin izini sürmemiz bu kadarla kalmadı. Ancak, yazımız da epeyce uzadı. En iyisi, kalanları bir sonraki yazıma bırakmak…

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.