Öfke göğsünü şişirdiğinde
bil geveze dilini tutmayı…
Sappho (M.Ö. 7-6.yy)
Dört arkadaş, pırıl pırıl bir eylül sabahı Ayvalık’tan Midilli’ye geçtik. Bir önceki hafta İstanbul, muson yağmurları benzeri yağmurlara boğulmuş, ortalığı sel basmıştı. Ama işte o sabah Ayvalık’ta , gökyüzü masmavi ve berraktı. Havada sonbaharın habercisi hafif bir serinlik olsa da, kesinlikle soğuk bir gün değildi. Ilık, limonata diye ifade ettikleri, tatlı bir hava vardı… Ne çok sıcak ne de soğuk…
Bundan beş sene önce, Ağustos ayında, bambaşka bir dörtlü grup olarak, gemi ile yine Yunan Adaları’na gitmiştik. Bir hafta süren yolculukta Kos, Girit, Rodos, Mikanos, Santorini adalarına ve Atina’ya gitmiş, çok da eğlenmiştik. Gezi benim için aynı zamanda, daha önce yapma fırsatı bulamadığım ve uzun zamandan beri hayalini kurduğum gemi yolculuğunun gerçekleşmesi olmuştu. Hatırladığım kadarı ile, o zaman kimileri bu gezi için yabancı gemi şirketlerini önermişler, daha iyi olduklarını söylemişlerdi. Aradaki farkı bilmediğim için bir karşılaştırma yapamayacağım ama, biz turu düzenleyen Türk şirketinin verdiği hizmetten çok memnun kalmıştık. Her limanda sunulan birden fazla seçenek ile, hem arkeolojik yerleri gezme fırsatı bulmuş hem de bol bol yüzmüştük.
Bu sene planımız, uzun zamandan beri Ayvalık’ta bir evi olan ve adayı iyi bilen bir arkadaşımızın çizdiği rotayı izleyerek, dört günde Midilli’yi gezmekti. Geceleri biraz serin olsa da, güzel hava Midilli’de kaldığımız süre boyunca bize hiç ihanet etmedi. Sonbaharı ve bu mevsimde yapılan gezileri ne kadar sevdiğimi daha önce de yazmıştım. Bu kez de aynısı oldu. Midilli gezimiz, unutmayacağım sonbahar gezilerimden birisi olarak anılarımda yerini aldı…
Ayvalık’tan Midilli’ye gitmek için iki ayrı şirket seçeneğiniz var. Bunun dışında, feribot ya da katamaran ile gitmeyi tercih edebilirsiniz. Biz, daha hızlı olduğu için katamaran ile gittik. 45 dakika sonra, Midilli’de idik. Yaz aylarında hem kuzeydeki Molyvos’a (Mithymna) hem de adanın en büyük şehri Midilli’ye (Mytilini) yapılan seferler, sonbahar ile birlikte tek seçeneğe indirilmişti. Eğer yaz aylarında gidilirse, bir limanı gidiş, diğerini de dönüş için kullanmak elverişli olabilir.
Midilli adası, yüz ölçümü olarak (1630 km2) Yunan Adaları içinde, Girit ve Eğriboz’dan (Euboia) sonra, üçüncü sırada yer alıyor. Rodos ve Sakız adaları ondan sonra geliyorlar. Adanın en hoşuma giden yönü, coğrafi çeşitliliği oldu diyebilirim. Masmavi deniz ve bakir kumsallar dışında, dağların, vadilerin; makilik arazilerin yanında, çam ormanlarının ve tabii ki asırlık ağaçları ile zeytinliklerin olduğu bir ada burası. Yapabileceğiniz şeyler açısından da seçenekler çok. İster kendinizi deniz ve güneşe bırakın, isterseniz arkeolojik ve tarihi yerleri, manastırları, kiliseleri ziyaret edin. Ayakta kalanların çok bakımlı oldukları söylenemese de, Osmanlı dönemine ait eserlerin peşine de düşebilirsiniz, eğer isterseniz. Bunların dışında, bir de meraklıları için, çeşitli yerleşim yerlerinde, bolca bar, kulüp, restoran var.
Restoran demişken, Midilli’de, en ücra köy lokantasında yediklerimizden, büyük yerleşim yerlerinin daha kerli ferli mekanlarında yediğimiz yemeklere kadar her şey, lezzetli idi. Karides, ahtapot, sardalye, kelime olarak tavada kızartma demek olan her türlü saganaki (ama benim için, ille de peynir saganaki!), musakka (bizimkinden epeyce farklı), köfte, cacıki… Bunların dışında da, leziz pek çok seçenek arasından oluşturacağınız bir menüyü yerel reçineli şarap veya uzo (yanılmıyorsam en ünlüsü Barbayanni) eşliğinde afiyetle yiyebilirsiniz. Midilli, son birkaç aydan beri yaşadığımız Türk lirasının değerindeki hızlı düşüşe rağmen, Türkiye ile karşılaştırıldığında hala ucuz. Zira, burası euro bazında ucuz. Gezimiz boyunca, belirttiğim türde öğünler için, adam başına en fazla 16 euro ödedik. Eğer içki içmezseniz, ortalama 10 euro.
Ayvalık’tan sabah saat 9’da kalkan katamaran, saat 10’a çeyrek kala Midilli’ye yanaştı. Yaz aylarında daha çok olmak üzere, günde karşılıklı birkaç sefer var. Adaya giden Türkler kadar, buradan da Ayvalık’a çarşı, pazar ya da gezmek için giden Midillililer oluyormuş. Karşılıklı böyle bir gidiş gelişin olması çok hoş bence. Ne de olsa, inkar edilemez ortak bir geçmiş, ortak bir tarih var. İki yakada da, yerinden yurdundan ayrılmış, kökleri karşı kıyıda olan insanlar var. Bu büyük bir zenginlik aynı zamanda. Yıllar boyunca, İsmail Cem, Yorgo Papandreu, Mikis Theodorakis, Zülfü Livaneli gibi birçok politikacı, sanatçı ve aydının savunduğu bu zenginlik ve yeşertmeye çalıştığı dostluk, temelde ekonomik nedenlerle de olsa, epeyce yol almış görünüyor.
Midilli adasını gezmenin en iyi yolu bir araba kiralamak. Biz de öyle yaptık. Burada araba kiralama ücretleri de son derece makul. Adanın dört bir yanını, karış karış olmasa da, görmek için üç gece konaklamak ve dördüncü gün akşamüzeri dönmek uygun oluyor. Görmeye fırsat bulamadığınız ya da daha uzun kalmayı arzu edeceğiniz yerler tabii ki oluyor. Bizim de, örneğin, uzonun memleketi olarak bilinen Plomari ya da M.S. 2. yüzyılın sonları ile 3. yüzyılın başları arasında İmparator Adrianos tarafından, Midilli şehrine su getirmek için yaptırılmış olan, Moria’daki Roma Su Kemerleri gibi, bir başka sefere bıraktığımız yerler oldu.
1935 yılında Thermi’de, İngiliz arkeolog W. Lamb tarafından yapılan kazılardan, Midilli adasında en az Neolitik (M.Ö. 8000-5500) dönemden beri yaşam olduğu anlaşılmış. Altı kat olduğu tespit edilen yerleşim yerinde, Tunç Çağında (M.Ö. 3000-1200) ileri bir medeniyet seviyesine ulaşıldığı ortaya çıkmış. Bu kazılardan elde edilen arkeolojik eserler şu anda, Midilli Eski Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar.
Adanın tarihine kısaca bakıldığında, birçok uygarlığın buradan gelip, geçtiği görülüyor. Midilli, çeşitli Yunan kabilelerinin istilalarından sonra, M.Ö. 1100-1000 yılları arasında, Anadolu’da Çanakkale ve İzmir arasında da koloniler kurmuş olan Aeol’lerin hakimiyetine geçiyor. Daha sonra Persler, Atinalılar, Spartalılar burada hüküm sürüyorlar. Büyük İskender zamanında Helen İmparatorluğu’nun bir parçası oluyor. İskender’in ölümünden sonra Mısırlı Ptolemi hanedanının, M.Ö. 88 yılında ise Romalıların eline geçiyor. Roma İmparatorluğunun M.S. 476 yılında ikiye bölünmesi sonucunda ada, Bizans İmparatorluğuna kalıyor. Bu arada, M.S. 52 yılında Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul de Midilli’ye geliyor.
Bizanslılar Midilli’yi, Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, bir sürgün yeri olarak kullanıyorlar. Adaya çeşitli zamanlarda Slav, Rus, Venedik ve Haçlı saldırıları oluyor. Korsanlar tarafından talan ediliyor. 1354 yılında İmparator Palaiologos Midilli’yi, drahoma (1) olarak, damadı Cenovalı asilzade Francesco Gattilusio’ya veriyor. Böylece adada, Gattilusio dönemi başlıyor. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet Midilli adasını zapt ediyor. Osmanlı hakimiyeti, 1912 Balkan Savaşı’nın sonuna kadar, 450 yıl sürüyor. 1941 yılında Almanlar adayı istila ediyor ve 1944 yılına kadar burada kalıyorlar.
Daha önce belirttiğim gibi, Midilli’de keyfinize ve ilgi alanınıza göre bir tatil yapabilirsiniz. Ancak benim önerim, nasıl bir tatil tercih ederseniz edin, adada bir yerde takılıp, kalmak yerine değişik köşelerine gitmeye çalışmanız. Zira, Midilli’nin dağ köyleri ayrı, bakir kumsalları ayrı güzel. Dik bir yamaçta kurulu bir köyde, kilisenin gölgesindeki tahta masalarda kahve içmek de, deniz kenarında araba ile giderken, beğendiğiniz bir kumsalda arabayı durdurup, denize girmek de çok keyifli.
Zamanınıza ve bütçenize bağlı olarak, farklı rotalar mümkün Midilli’de. Biz ilk gün Midilli (Mytilini) şehrinden, önce sahil boyunca kuzeye yöneldik. Skala Pamfilion, Termi Pigri, Skala Nees Kidonion üzerinden daha içerdeki Mandamados’a, oradan kuzeydeki şirin köy Skala Kaminias’a ve sonra da, gece konakladığımız Molyvos ’a (Mithymna) gittik.
Midilli’ye ayak basıp, araba kiralama ve benzeri işlerimizi hal ettikten sonra, ayağımızın tozuyla, Yeni Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Burada, Helenistik ve Roma dönemi eserleri sergileniyor. Eski müzeye gidemediğimiz için tarih öncesi döneme ait eserleri görme fırsatımız olmadı. Ancak, çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş yeni müzede sergilenen eşyalar, duvar resimleri ve özellikle döneme ait üç evden çıkarılmış mozaiklerle, M.Ö. 2. ve M.S. 3. yüzyıllarda adadaki yaşam hakkında bir fikrimiz oldu.
Mozaikler arasında özellikle, Menander’in Evi olarak adlandırılmış evden çıkarılmış mozaikler çok güzeldi. Menander (M.Ö. 342-291), antik çağda yaşamış, zamanının önemli bir şair ve oyun yazarı imiş. Bir atrium etrafına dizilmiş, önleri revaklı salon ve odalardan oluştuğu belirtilen bu evin, bir tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğu düşünülüyor. Yapım tarihi, tahmini olarak M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısı. Mozaiklerden birinin ortasında Menander ve ilham perisi Thaleia, onların çevresinde de yazarın oyunlarından sahneler görülüyor. Bir başkasında mitolojide Midilli adası ile bağı olan Orfeus (2), çaldığı lir ile çevresindeki hayvanları büyülerken resmedilmiş. Menander Evi’nin tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğunu öğrenince aklıma, geçen sene Sığacık’ta kaldığımız zaman gezdiğimiz Teos antik kenti geldi. Tarihte ilk olarak, M.Ö. 3. yüzyılın sonunda, Teos’da bir tiyatro oyuncuları birliği kurulmuş.
Mandamados, iki katlı taş evleri olan şirin bir köy. Kıyılardaki korsan saldırılarından bıkan bir grup insanın bir araya gelmesi ile kurulmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren günümüzdeki halini almaya başlamış. Okuduğum gezi kitabında, buranın halkının Midilli toplumu içinde, farklı karakteri ve kültürü olan, özel bir ırk olduğu belirtilmiş. Yeşillikler içindeki köyün bir özelliği de, seramikleri ile ünlü olması. Biz de, köyün girişindeki bir seramik atölyesinden ufak tefek şeyler aldık. Atölyenin sahibi, bir kenarda duran masada oturmuş, pişmiş seramikleri boyuyordu. Raflardaki tabaklar, sürahiler, tuzluklar, kumbaralar ve daha başka bir çok eşya canlı renkleri ile insana göz kırpıyordu. Taşıma derdi olmasa, aldığım sürahiden başka bir sürü şey alabilirdim doğrusu.
Mandamados’tan yukarı, Skaminia yönüne giderken, Midilli adasının koruyucusu olarak kabul edilen Başmelek Mihail’e adanmış Taksiyarhis Manastırı’nı gezebilirsiniz. İnanışa göre, 11. yüzyılda burada bulunan manastıra korsanlar saldırmışlar ve tüm rahipleri öldürmüşler. Sadece genç bir rahip kaçmış ve manastırın damına çıkmış. Dua etmeye başlamış. Derken, Başmelek Mihail belirmiş ve tüm korsanları yok etmiş. Genç rahip hemen, ölen rahiplerin kanını toprak ile karıştırarak, Başmelek’i hafızasında kaldığı şekliyle yapmış. Şimdi bu canlandırma, bir ikonanın parçası olarak, manastırın kilisesinde bulunuyor.
Gitmeden fotoğrafını görmüştüm. Ne o zaman ne de gittiğimiz vakit, Taksiyarhis Manastırı’nın girişindeki kocaman uçağa hiçbir anlam veremedim. Ayrıca, manastırın kilisesinin içinde de küçük bir uçak asılıydı. Ertesi gün, Agiasos’ta gezdiğimiz Panagia kilisesinde de, Başmelek Mihail’in ikonasının altında asker ve subay üniformaları asılıydı. Ben böyle bir şeyi başka hiçbir manastır ya da kilisede görmemiştim. Sonradan öğrendiğime göre bunun sebebi, Başmelek Mihail’in tüm savaşanların koruyucusu olarak kabul edilmesiymiş.
Taksiyarhis Manastırı’na gidenlere, orada mutlaka lokma yemeleri tavsiye ediliyordu. Biz de, manastırı gezdikten sonra, dışarıdaki kafenin ağaçların altındaki masalarına oturup, nefis loukoumades yedik. Hafif tarçınlı tadı çok lezzetliydi…
Akşama doğru Molyvos’a vardığımızda biraz yorulmuştuk. Lepetimnos dağının etrafından dolanarak izlediğimiz virajlı yol çoğunlukla kıraç yerlerden geçirmişti bizi. Kıyıya yaklaştıkça, ormanlar başlamıştı. Molyvos, Ortaçağdan kalma kalesi ile ilk anda insanı etkiliyor. Yamaca tutunmuş gibi duran, kendine özgü ve cumbalı evleri ile görsel olarak çok güzel bir yer. Şehir, Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmasından sonra gelişmiş ve serpilen burjuva sınıfı sayesinde yoğun bir ticari merkez haline gelmiş. Bakır Çağı’nın (M.Ö. 5000-3000) sonlarında kurulan Molyvos, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren çok kalkınmış ve Ege sahillerinde koloniler kurmuş. Şehir, daima Midilli kentinin rakibi olmuş ve sanırım olmaya da devam ediyor.
Kaldığımız Molyvos Hotel (I) iyi bir oteldi. Sade ve temiz odaları olan iki katlı binanın önündeki taş terasta sabahları, palmiye ağaçlarının gölgesi ve Ege’nin hafif esintisi eşliğinde güzel bir kahvaltı yapabiliyorsunuz. Terastan birkaç basamakla inilen kumsal ise, zeytin ağaçlarının altında. Deniz, şahane…
Molyvos, güzel restoranları, barları ve butikleri olan bir yer. Limana inen yolda, bazı barların yamaca asılı gibi duran küçük terasları var. Yaz aylarında buraların tıklım tıklım dolu olduklarını tahmin edebiliyor insan. Limanda yemek için tercih edebileceğiniz farklı yerler var. Biz, yemek yediğimiz The Octopus Restaurant’tan çok memnun kaldık.
Ertesi sabah yola çıkmadan önce, kaleyi gezdik. Molyvos’un kalesi, Midilli adasındaki ikinci büyük kale. En büyük kale, gezme fırsatı bulamadığımız, Mytilini’deki. Molyvos kalesi, Bizans döneminde Frenk ve Türk saldırılarına karşı korunmak için yapılmış. Ancak, kalenin o dönemden kalan kısımları çok az. Hatırladığım kadarı ile, sadece bir sarnıç var. Midilli, Cenovalı Gattilusio ailesine geçtiği zaman kale çoktan bir harabeye dönmüş. Gattilusio’lar ve daha sonra 1462’den itibaren Osmanlılar, kaleyi yeniden inşa etmişler. On altıncı yüzyılın ilk yarısından itibaren top kullanımı için uygun hale getirilmiş ve bir sıra sur daha eklenmiş. 1867’deki depremde ağır hasar alan kale, bundan sonra tamamen terk edilmiş.
Molyvos kalesinden çok güzel bir Türkiye manzarası var. Buradan Behramkale ’yi ve Babakale’ye doğru tüm sahili açık seçik bir şekilde görebiliyorsunuz. Sanırım bu kez, hazırlıklıydım. Birkaç yıl önce, Kos’tan Türkiye sahillerini gördüğüm zaman hissettiklerimi bu kez yaşamadım. O, değişik bir deneyim olmuştu benim için.
Gezimiz sırasında bizim, özel bir nedenden ötürü, ikinci gün Mytilini’ye dönmemiz gerekti. O nedenle Molyvos’tan, batıya doğru gitmek yerine, güneye doğru indik. Rotamız, Petra, Kalloni üzerinden, Messa Tapınak Kalıntıları, Agiasos, Gera Körfezi’nin batı kıyılarından aşağı inerek, Skala Loutron ve Mytilini, yani Midilli şehri şeklinde oldu. Sizler Midilli’ye gidip, tüm adada tam bir tur yapmak isterseniz, batı ve güneybatı yönünde giderek, güneyde Vatera ve Plomari gibi yerleri de gezerek, Mytilini’ye dönebilirsiniz.
Messa Tapınağı’nın konumu, Agia Paraskevi’nin kırsal bölgesi olarak tanımlanıyor. Çam ormanları ve zeytinliklerle kaplı, yemyeşil bir vadideki bu tapınak, “Midilli Üçlüsü” olarak adlandırılan Hera, Zeus ve Dionysus’a adanmış. Yapım tarihi, M.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor. Burada kazılara 1885-1886 yıllarında başlanmış ve 2006 yılına kadar aralıklarla devam edilmiş. Ancak, antik çağda sahip olduğu belirtilen önemine karşın, ortaya çıkarılmış eserler çok fazla görünmüyor. Hele bizim gibi, Türkiye’de ortaya çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış görkemli arkeolojik ören yerlerine alışkın insanlar için hayal kırıklığı bile olabilir. Ben yine de gördüğüme memnun olduğumu belirtmeliyim.
İyon stilinde yapılmış olduğu belirtilen dikdörtgen tapınağın yuvarlak bir sunak altarı bulunuyor. Kısa kenarlarda 8, uzun kenarlarda 14 sütun üzerinde yükselen tapınakta beyaz volkanik taş kullanılmış, mermer kullanımı az tutulmuş. Tapınak, M.S. 3.-4. yüzyıllarda deprem nedeniyle yıkılmış. Bu tür tapınaklarda çoğunlukla görüldüğü gibi, daha sonra, buraya (M.S. 5.yy) bir kilise yapılmış.
Antik kaynaklar, Messa’da yapılan dini törenlere Midilli’li ünlü kadın şair Sappho’nun da şiirleri ve liri ile katıldığını ortaya koymuş. Midilli üzerine yazı yazıp da, Sappho’dan söz etmemek olmaz elbette. Aristokrat bir aileden gelen Sappho, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Midilli’de yaşamış. Bir dönem zengin bir adamla evlenmiş olsa da, onun genç kızlara duyduğu özel ilgi, şiirlerinden de bilinen bir gerçek. Plato tarafından Onuncu İlham Perisi olarak adlandırılmış olan Saphho’nun şiirlerinden günümüze sadece iki uzun ve eksiksiz şiir ve çok sayıda kırık dökük dizeler kalmış. Bunların bazıları öylesine dokunaklı ki, bir kadın için yazılmış olmaları hiç fark etmiyor. Bir kadına ya da erkeğe duyulmuş olsun, ne önemi var. Aşk, aşktır sonuçta…
… ne yalan söyleyeyim ölmek istedim.
Yanımdan ayrılırken iki göz iki çeşme
ağlıyor ve şöyle diyordu bana:
“Ah Sappho, nasıl üzgünüm bilsen!
İnan, istemeden ayrılıyorum senden! ”
Bense şöyle yanıtladım onu: “Güle güle
git, ” dedim, ve beni unutma; biliyorsun
çünkü seni ne çok sevdiğimizi.
Ya da bırak, ben anımsatayım sana
…, …
birlikte geçirdiğimiz o güzel günleri
Kaç kez menekşelerden, güllerden
Ve (güzçiğdemlerinden) örülmüş taçlar
yerleştirdin başına yanı başımda!
Kaç kez, nice güzel çiçeklerden
örülmüş gerdanlıklar doladın,
o incecik boynuna!
Ya bütün o güzel kokular,
bir kraliçe benzeri bedenine sürdüğün
o değerli yağlar!..
Sonra da yumuşak döşeklerde
…
gideriyordun susuzluğunu.
Sappho’nun Midilli’li olması nedeniyle, Kraliçe Viktorya döneminde, kadınlara ilgi duyan kadınları tanımlamak için, İngilizce adı Lesbos olan adanın isminden lesbian kelimesi türetilmiş (3). Günümüze kadar gelen bu ifadenin kökeni nedeniyle ada hala, lezbiyenler için önemli bir yer. Sappho’nun doğum yeri olan Eresos onlar için sadece gözde bir tatil mekanı olmakla kalmıyor, her yıl burada, tüm dünyadan gelen lezbiyenlerin buluştuğu bir festival yapılıyor.
Agiasos’a vardığımızda öğlen vaktiydi. Önce köyün girişindeki bir lokantada yemek yedik. Önünde geniş bir teras olan lokanta, yukarıya giden yolun ağzında, köşede idi. Yediğimiz köfte porsiyonları iki kişiyi rahatlıkla doyuracak büyüklükte idi. Cacıki ile iyi gitti.
Agiasos, Olimpos dağının eteklerinde kurulmuş, yeşillikler içinde bir köy. Denizden yüksekliği 475 metre. Çevresindeki ormanlarda zeytin, kestane, elma, ceviz ve çam ağaçları olduğu belirtiliyor. Son derece zengin olarak nitelenen florası ve faunasında sadece burada görülen hayvanlar (örneğin, Sciurus Anomalous sincabı) ve bitkiler (30-35 çeşit vahşi orkide) varmış. Köyün rengarenk, ahşap cumbalı evleri çok sevimli. İki, üç katlı bu evler, yamaca yaslanarak yukarı doğru yayılmışlar.
Agiasos, aynı zamanda Ortodoks dünyası için önemli bir ibadet ve hac mekanı. Köydeki Panagia kilisesi 1170 yılında kurulmuş. Köy daha sonra, kilisenin etrafında gelişmiş. Her yıl on beş ağustosta, bütün Ortodoks dünyası ve Yunanistan’dan gelen insanlar, köye gelen yolun büyük kısmını yürüyerek, kiliseye gelmekte ve Meryem Ana gününü kutlamaktaymışlar. Çarşı içinde, dükkanların arasındaki bir kapıdan girilen, avlu içindeki kilisede, M.S. 800 yılında Efesli rahip Agathon’un adaya getirdiği belirtilen, 4. yüzyıldan kalma bir ikona bulunuyor.
Köyün içindeki çarşı, seramikçiler ve tahta oymacıları ile dolu. Ayrıca, bizim birer kahve içtiğimiz Taş Kahve gibi, şirin kahvehaneler ve yemek yerleri var. Sokakların üstünün sarmaşıklar ile kaplanmış olması insanları hem güneşten koruyor hem de hoş bir serinlik veriyor.
İkinci gün Mytilini’ye akşama doğru vardık. Geceyi geçirdiğimiz Zoumboulis Rooms’a yerleşip, dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere idi. O nedenle, Osmanlılardan kalan Yeni Cami ve Çarşı Hamamı gibi eserleri karanlıkta görebildik. Buna rağmen, her iki binanın da iyi bir restorasyona ihtiyacı olduğu açıkça fark ediliyordu. Bu kadar çok Türk turistin gittiği Midilli’deki Osmanlı dönemi eserleri dilerim, kısa zamanda elden geçirilirler. Komşularımız, kendilerine göre haklı nedenlerle, kabullenmekte zorlansalar da, adanın 450 yıllık inkar edilemeyecek bir ortak geçmişi var.
Bu gezimizde, Mytilini’yi hak ettiği ölçüde gezemediğimizi düşünüyorum. Bir daha gidersem, kalesi de dahil olmak üzere, kitaplarda yer alan yerlerini gezmek isterim. Okuduğuma göre, başka amaçlarla kullanılan, daha pek çok Osmanlı eseri, Türk evleri ve kiliseler bulunuyor bu şehirde. Ayrıca, Eski Arkeoloji Müzesi, Sultan Beyazıt’ın eski bir Bizans kalesinin bir kısmını tamir ettirerek inşa ettirdiği aşağı Kale ve içindeki az sayıda Türk evi de ilgi çekici olmalı. Şehirde, bizim kısaca gördüğümüz, Antik Çağlar’dan kalma kalıntılar da bulunuyor. O zamanlar şehir, günümüzde kalenin bulunduğu bölge olan, küçük bir adada kurulu imiş. Kuzey ve güneyde bulunan iki limanı birbirine bağlayan bu kanal (Evripos Kanalı), M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren önemli bir merkez olmuş. Sonraki çağlarda bu kanal doldurularak kapatılmış.
Mytilini şehrinde, bilmediğimiz bir nedenden ötürü tüm oteller doluydu. Bunun nedeni, yılın bu zamanına denk gelen özel bir toplantı olabilir. Kaldığımız yeri bulduğumuza şükrettik. Zoumboulis Rooms, beklentinizi çok yüksek tutmamanız gereken, asgari koşulları sağlayan bir işletme. Öte yandan, akşam yemeği yediğimiz, aile işletmesi Ouzeri Kalderimi, gerçekten leziz bir akşam yemeği yiyebileceğiniz bir yer. Yediğimiz çeşitli meze ve deniz ürünlerinin dışında bu işletmeden aklımda kalan şey, sahibinin gelini olduğunu öğrendiğim kadın oldu. 30-35 yaşlarında, tam bir Yunan güzeliydi ve bana eskilerden ünlü aktris Irene Papas’ı hatırlattı. Yemek üstüne gittiğimiz Cafe Panellinion taş bir binada idi. Duvarlarda, Büyük Mübadele ile Anadolu’dan Midilli’ye gelen göçmenlerin adaya ayak basmalarını gösteren, büyük boy fotoğraflar vardı.
Üçüncü günümüzde rotamız, Kalloni üzerinden, Vatousa, Andisa, Sigri ve Skala Eresou oldu. Böylece, bir günde adanın güneydoğusundan, önce kuzeybatı yönünde gidip, sonra batıda Sigri’ye ve son olarak, geceyi geçirdiğimiz güneybatıdaki Skala Eresou’ya ulaşmış olduk. Bu arada bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğim. Midilli’de pek çok yerleşim yerinin hem daha iç kısımlarda hem de deniz kıyısında aynı isimle yer aldığını görüyorsunuz. Örneğin, Eresos ve Skala Eresou ya da Loutra ve Skala Loutron gibi. İskele anlamına gelen Skala, burada yerleşim yerinin deniz kıyısında olduğu anlamına geliyor. İtalya’nın belli bölgelerini gezenler bilir. Benzer bir şey İtalya’da da vardır. Orada, Skala yerine Al Mare (deniz kenarında) kullanılır.
Kalloni’nin dışındaki Limonos veya Agios İgnatios Manastırı, Midilli’nin en büyük manastırı olarak tanımlanıyor. 1526 yılında kurulmuş olan manastırda her yıl, 14 Ekim tarihinde, kurucusu Aziz Ignatios için kutlama yapılıyormuş. Virajlı bir yoldan inerken aşağıdaki düzlükte karşınıza çıkan manastırın görünümü oldukça etkileyici. Düzlükte, yüksek duvarların ardındaki manastırın dışında, çok sayıda küçük, kilise benzeri yapılar var. Bunlardan, içini gördüğümüz iki tanesi boştu. O nedenle, belki manastırı ziyaret edenlerce farklı amaçlarla kullanılmak üzere, hayır için yaptırılmış olabileceklerini düşündük.
Manastırın ana kilisesini, kadınların girmesi yasak olduğu için, göremedik. Okuduğuma göre burası, “Osmanlı barok tarzındaki tahta oyma ve altın kaplama ibadet yeri ile şahane aziz ikonaları” olan bir kilise imiş. Gezme fırsatı bulduğumuz müze kısmında, çok sayıda ikona, el yazması İncil ve dini kitaplar, rahip kıyafetleri ve çeşitli eşyalar vardı. Bunların dışında, çeşitli Osmanlı padişahlarına ait, çok sayıda ferman vardı. 1734 tarihli, Sultan I. Mahmut’a ait olması gereken bir fermanda, padişahın izni olmadan hiç kimsenin Limonos Manastırı ile ilgili karar alamayacağı ve yaptırım uygulayamayacağı yazıyordu. Padişah fermanı ile korunan manastır, Osmanlı dönemi boyunca önemli bir eğitim ve kültür merkezi olmuş.
Adanın batısında bulunan Sigri, çok güzel denizi ve plajı olan bir yer. Sigri kalesi ise, Osmanlıların adada tamamen kendilerinin yaptıkları tek kale. Mytilini ve Molyvos’ta var olan kaleler sağlamlaştırılıp, elden geçirilmişken burada yepyeni bir kale yapılmış. Kare şeklinde, fazla büyük olmayan bu şirin kale, 1757 yılında, Sigri limanını korsanlardan korumak için yapılmış. Dört köşesinde kuleleri var. Biz gittiğimizde, kapıdaki demir parmaklıklı kapıda içeriye girmenin tehlikeli olduğu yazıyordu. Ancak biz, kapının aralık durmasından cesaret alarak girdik. Avlu, sararmış otlarla kaplıydı. İlk anda, pek görülecek bir şey varmış gibi gelmedi. Ama yukarıdan, duvarların tepesinden görünen manzara harikaydı…
O güzelim denize girmeden olmazdı. Deniz keyfi ve yine bol deniz ürünleri olan bir yemekten sonra, geceyi geçireceğimiz Skala Eresou’ya doğru yola çıktık. Ancak yol üstünde, hakkında okuduklarıma dayanarak, görmeyi çok istediğimiz bir yer vardı.
Günümüzden 20 milyon yıl önce, Kuzey Ege’de ve Midilli’de yoğun bir volkanik faaliyet olmuş. Bu sırada adadaki volkanik dağlardan püsküren volkanik çamur ve kül çok geniş bir alana yayılarak, adanın batısındaki tüm bitki örtüsünü ve ormanları kaplamış. Bunun sonuncunda, Taşlaşmış Orman oluşmuş. Taşlaşmış ağaç gövdelerinin yanı sıra kök, meyve, yaprak ve tohum fosillerinin bulunduğu ve koruma altında olan bu alan Sigri, Andisa ve Eresos köylerini ve Sigri’den kayık ile geçilebilen Nisiopi adacığının etrafını kapsıyor. Biz bu doğa harikası ile ilgili sadece, Sigri çıkışındaki Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi’ni ve bahçesindeki taşlaşmış ağaçları görebildik. Son derece iyi düzenlenmiş ve modern müzede sadece Midilli’ye ait değil, dünyanın hemen her köşesinden getirilmiş fosiller ve volkanik oluşumlar var. Sanıyorum bir köşesinden, hala ayakta duran ormanı ve 13,7 metre çevresi olduğu belirtilen dünyanın en geniş fosil ağacını görmek daha da heyecan verici olurdu.
Skala Eresou’ya günbatımından önce vardık. Şansımıza, Kadın Festivali için gelenlerin çoğu bir gün önce ayrıldığı için, kumsalın hemen üstündeki Sappho Hotel’de yer bulduk. Burada, yan yana dizili otel ve restoranların önünde, boylu boyunca giden deck insana Bozburun’u anımsatsa da, oradan farklı olarak, Skala Eresou’da aşağı inebileceğiniz bir kumsal var. Akşam, bu deck’in üzerinde, en sonda bulunan Blue Sardine’de çok güzel bir akşam yemeği yedik.
Skala Eresou’da kalmak, burada kendilerini son derece özgür hisseden lezbiyenlerle birlikte olmak açısından değişik bir deneyim. Laf atan, sizi içki içmeye davet eden ama, kesinlikle rahatsız etmeyen kadınlara hazırlıklı olmalısınız. Başta köy halkı olmak üzere, burada heteroseksüel çiftler de kalıyor olmasına rağmen, gelen yabancıların çoğunluğu kadın çiftler. Bu anlamda, azınlıkta olmanın ne anlama geldiğini de algılıyor insan. Benzer bir deneyimi otuz yıl önce, o zamanlar gay çiftlerin gözde kaçamak yeri olan, Amerika’daki Province Town’da yaşamıştım.
Son günümüzde, akşamüzeri saat 18’de Mytilini’den kalkacak katamarana yetişmemiz gerekiyordu. Buna karşın, sabah kahvaltısı sonrasında Skala Eresou’nun serin mavi sularında yüzecek vaktimiz oldu. Dönüş yolunda, Agra’dan geçerek, Kalonis Körfezi’ne ulaştık. sahil boyunca, Parakila üzerinden kuzeye yöneldik. Skala Kallonis’de kumsaldaki Dionysos Restaurant’da güzel bir öğlen yemeği yedik. Adadan ayrılmadan önce görmek istediğimiz son bir yer daha vardı.
Daha önce de geçtiğimiz, Agia Paraskevi mevkiinde bulunan Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi görülmeye değer bir yer. Piraeus Bank Vakfının katkıları ile düzenlenen müze, eski bir zeytinyağı imalathanesi. Burası zamanında kasabanın ortak üretim merkezi olması açısından da ilginç. Zeytinyağı üretiminin, kullanılan makinalarla birlikte, ayrıntılı olarak anlatıldığı daimi serginin dışında, iki tane de süreli sergi vardı. Bunlardan, 1910 İzmir doğumlu, Yunanlı agronomist Emmanouil Vathis’in bitki çizimlerinden oluşan sergi özellikle çok ilgimi çekti.
Böylece, Midilli gezimizin sonuna geldik. Az zamanda çok yer gördük. Aklımızın kaldığı, gidemediğimiz çok yer oldu ama, adanın genel bir tadına vardık ve ben bu tadı çok sevdim doğrusu.
____________________________________________________
(1)- Bazı Hristiyan mezheplerinde ve Musevilerde gelin tarafının evlenirken damada verdiği para veya mal.
(2)- Orfeus, ölüler dünyası tanrısı Hades’in sözünü dinlemeyip, eşi Eurydike’yi kurtarırken ardına baktığı için, eşinin sonsuza kadar ölüler dünyasında kalmasına sebep olur. Buna sinirlenen Trakyalı Maenadlar tarafından parçalanır. Kafası ve liri nehre atılır. Ege denizine ulaşan Orfeus’un kafası ve liri, Midilli adasında sahile vurur. Bu şekilde, lirik şiir geleneği de Midilli’ye gelmiş olur. Orfeus efsanesinin tamamı için mitoloji kaynaklarına bakabilirsiniz.
(3)- Lesbian kelimesi aynı zamanda Lesbos’lu, yani Midilli’li demek oluyor.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.