Sonbaharın ilk günü feribotla Kabatepe‘den Gökçeada‘ya doğru yol alırken, karşımızda görünen kara parçası aklıma bu iki kelimeyi getirdi. Gizemli ve hüzünlü… Gizemi, Türkiye’nin en büyük adası olmasına karşın az biliniyor olmasından. Hüzün kısmı ise, daha uzun bir öykü…
Güvertede hava oldukça serindi. Rüzgar sert esiyordu. Adaya yaklaşırken, arka tarafta yükselen sivriliğin Yunan adası Limni (Limnos) olup olmadığını merak ettim. Görüşün iyi olduğu havalarda Gökçeada’nın arkasından görünür de, insan onu Gökçeada’nın bir parçası sanır demişlerdi. Ondan emin olamadım ama, sağ tarafta yükselen kesin olarak Semadirek (Samothraki) idi. Bir başka Yunan adası. Onun konumunu daha önce baktığım haritadan biliyordum. Gökçeada’da kaldığımız günler boyunca adanın farklı noktalarından gördüğümüz Semadirek adasının da çok kendine özgü bir görünümü vardı. Yüksek tepesinde daima görünen bulutlar adaya, tütmeye devam eden bir yanardağ izlenimi veriyordu. Doğrusu, milyonlarca yıl öncesinde olsaydık bu çok da gerçek dışı olmazdı çünkü, tıpkı Limni ve Gökçeada gibi, Semadirek de volkanik bir ada.
Gökçeada’ya feribot ile geçmek aşağı yukarı 1 saat 25 dakika sürüyor. Yol boyunca, ada hakkında yola çıkmadan edindiğim bilgileri ve okuduklarımı düşündüm. Kafamda gezilecek yerler konusunda kabaca bir plan yapmıştım. Üç gece kalacaktık Gökçeada’da. Bu noktada, yola çıkmadan önce haberdar olup, katıldığım Gökçeada konulu on-line bir seminerden çok yararlandığımı belirtmek isterim. Kendisi de Gökçeadalı olan rehber Erkut Aldeniz‘in verdiği bu seminer sayesinde adanın yapısı, gastronomisi, gelenekleri ve ritüelleri konusunda başka kaynaklarda rastlamadığım bilgiler edindim. Veriliş tarihinin uygunluğu açısından benim için tamamen tesadüf olan bu seminer, adayı başka bir gözle gezmemizi ve anlamamızı sağladı. Bizim gezimize yaptığı bir başka değerli katkı da, farklı Rum köylerinde hangi restoranların gerçekten Rumlar tarafından işletildiklerini bir liste halinde vermesi oldu. Bunların sayısı çok fazla değil. Diğer restoranlar, isimleri Rumca da olsa, aslında Türkler tarafından işletiliyorlar. Önceden seçip, yer ayırttığımız otelimizin kendisinin önerdiği üç otelden birisi olduğunu öğrenmek de sezgilerimiz konusunda kendimize güvenimizi artırdı.
Gökçeada, daha çok bilinen ve son yıllarda gözde bir tatil durağı olan Bozcaada‘dan epeyce farklı bir yapıya ve kimliğe sahip. Zaten her iki adayı bilenlerin öncelikle vurguladıkları konu, Gökçeada’nın “Bozcaada gibi” olmadığı. Bu bir anlamda bir uyarı aslında ve haksız da sayılmaz. Hani, öyle çok fazla hareketli, her gece çılgın eğlenceli bir tatil yapmayı düşünüyorsanız, burası size uygun olmayacaktır.
Gökçeada, coğrafi olarak da çok farklı. Her şeyden önce, Bozcaada gibi tek bir yerleşim yerinden oluşmuyor. Bozcaada’da, adanın çeşitli yerlerine tek tek evler dağılmış olsa da, resmi olarak tek bir yerleşim merkezi var. O da ilçe merkezi. Gökçeada’da ise, ilçe merkezi dışında 10 tane köy var. Bunların bazıları tamamen Rum köyleri. Diğerleri, değişik tarihlerde buraya yerleştirilmiş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş insanların yaşadığı Türk köyleri. Adada Rum nüfus 1960’lara kadar daima çoğunlukta iken, bu tarihten sonra bu durum tersine dönmüş. 1960 yılı nüfus sayımına göre Gökçeada’da 5487 Rum, 289 Türk vatandaşımız yaşıyormuş. 2016 yılındaki sayıma göre ise, 8776 olan toplam ada halkının sadece 300 kadarı yaz kış oturan Rum vatandaşlarımızdan oluşuyor.
Resmi verilere göre Gökçeada’nın yüzölçümü 290 kilometre kare. 95 kilometrelik bir kıyı şeridi uzunluğu var. Adanın tam ortasından bir vadi geçiyor. Kuzey tarafı kayalık, dağlık ve engebeli. Güneye doğru tepeler alçalıyor ve yerlerini tarım yapılan ovalara bırakıyor. En yüksek tepe olan Doruk Tepe, 673 metre yüksekliğinde. Adada bir havaalanı var ama askeri amaçla kullanılıyormuş. Bir dönem, özel bir havayolunun yaptığı kısa süreli ticari uçuş denemesi karlılık açısından başarılı olmamış.
Gökçeada, akarsu açısından şanslı bir ada. Akarsuların içinde en büyüğü olan Büyükdere‘nin üzerindeki Zeytinli Barajı, adanın içme suyu ve tarımsal sulama gereksinimini karşılıyor. Kuzeydeki Kaleköy‘e giderken bu barajın yanından geçiliyor. Adada bu barajın dışında birkaç gölet daha var. Bir de, güneydoğudaki Aydıncık (Kefalos)Yarımadası‘nın karaya bağlandığı yerde doğal bir Tuz Gölü bulunuyor. Gölün sonbahar aylarında flamingoların uğrak yeri olduğu belirtiliyor ama, biz gittiğimizde görmedik. Yakındaki Aydıncık Plajı, rüzgarlı olması nedeniye, rüzgar sörfü yapanlar için gözde bir yer. Senenin 300 günü burada sörf yapılabildiği belirtiliyor. Gökçeada’nın kuzeydoğusunda (Yıldızkoy ve Kuzulimanı arasında) Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkı olarak tanımlanan bir koruma alanı var. Birçok su altı mağarası olan bölge, başta Akdeniz foku olmak üzere, nesli tükenmekte olan deniz canlıları için önemli bir habitatmış. Dalış yapmak için özel izin almak gerekiyor.
Sonunda, Kuzulimanı‘na vardık. Sanırım kafamda geminin, Bozcaada’da olduğu gibi, ada yaşamının tam ortasına yanaşacağını düşünmüşüm. O nedenle biraz şaşırdım. Liman bana çok ücra bir yerdeymiş hissi verdi. Aslında adada her yer birbirine en fazla 15-20 dakikalık mesafede. Nitekim, buradan kaldığımız Zeytinliköy‘e (Aya Teodori) gitmemiz 14-15 dakika sürdü. Giderken, orijinal adı Panaghia olan Gökçeada Merkez‘den geçtik. İtiraf edeyim, burada ve yol üstünde gördüğüm dağınıklık, kötü inşaatlar, toz ve pislik beni çok hayal kırıklığına uğrattı. Bir an, “acaba gelmeseydik mi?”, diye düşünmedim de değil. Zevksiz villalar, tuhaf birkaç site ile tipik bir Türk usulü talandı gördüğümüz. Doğrusu içim sızladı. Bu açıdan adanın büyük tehlike altında olduğunu söylemeliyim. Gökçeada, 2011 yılında CittaSlow ağına katılmaya hak kazanarak, dünyanın ilk Cittaslow adası ünvanını da almış. Sözünü ettiğim yerleri görünce, buna inanmakta zorlandım açıkçası. Belki, bu talan o zaman henüz başlamamıştı.
Bir tepede kurulmuş olan Zeytinliköy, günümüzde adanın “en Rum köyü” olarak tanımlanıyor. Tamamen koruma altında bulunan köy, aynı zamanda en çok yenilenmiş ve Yunanistan’dan adaya geri dönenlerin (bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değineceğim) en çok yaşadığı yerleşim yeri. Taş evleri ve daracık, parke taşından sokakları ile son derece sevimli. Burası, bir zamanlar adanın sosyal olarak en hareketli köyü imiş. Adanın meşhur dibek kahvesini en iyi yapan “Madam’ın Yeri” de buradaymış. (Köyün içinde bu isimde bir yer vardı ama, kapalı ve boşaltılmıştı). Başta köy meydanındaki Köy Kahvesi olmak üzere, rengarenk boyanmış ahşap çerçeveleri, masa ve sandalyeleri olan çok şirin kafeler var. Buralarda; dibek kahvesi, nefis sakızlı muhallebi ve kendi yaptıkları ev yapımı şarap içebilirsiniz. Adanın iki şarap üreticisinden birisi de (Kemancı Şarapları) Zeytinliköy’de bulunuyor.
Zeytinliköy, hem koruma altında olması hem de sokakların araba park etmeye uygun olmaması nedeniyle, trafiğe kapalı bir köy. Anayoldan saptıktan sonra, bulunduğu tepenin alt tarafında bir bariyer var. Eğer köyü gezmeye geldiyseniz, arabanızı buradaki otoparka park edip yukarı yürümeniz gerekiyor. Başta göz korkutucu gibi görünse de, bu çok zor değil. Biz, anayola yakın olan Son Vapur lokantasına gittiğimiz ilk akşam bu yolu yukarı yürüdük. Fazla zorlanmadık. Ama, sıcakta daha sıkıntılı olabilir. Eğer köyde kalıyorsanız, otelinize telefon ediyorsunuz. Ya birini yolluyorlar ya da aşağıdaki görevliye bariyeri açmasını söylüyorlar.Yukarda ise, ilkokulun önünde bir otopark var. Bavullarınızı otelin önünde indirdikten sonra arabanızı götürüp oraya park ediyorsunuz. Arzu ederseniz otelden birisi de götürebiliyor. Ayrıca, otelde kaldığınız süre boyunca size köy girişindeki bariyer için bir otomatik kumanda da veriyorlar.
Zeytinliköy’de, Zeydali Otel’de konakladık ve çok memnun kaldık. Restore edilmiş iki Rum evinde konumlanmış, 16 odalı bir otel burası. Köy meydanına bakan, çok güzel bir konumu ve çok keyifli bir verandası var. Odalar sade ama, zevkle döşenmiş. Yol yorgunluğu, limandan otele gelirken yaşadığım hayal kırıklığı ve genel bir endişe ile girdiğim lobide harika bir caz müziği ile karşılanmak beni çok mutlu etti. Otel az sayıda personelle ama çok özenle işletiliyor. Çalışanlar çok genç ve tatlı insanlar. Aksaklıklar yok değil. Örneğin, bir kere sıcak su, bir kere de su kesintisi problemi oldu. Ancak, sorunlar çok duyarlı bir şekilde, hemen çözüldü. Ada koşullarında olunduğunu ve bunun da kendine göre zorlukları olduğunu unutmamak gerek.
Adı üstünde, Zeytinliköy’ün civarı zeytin ağaçları ile dolu. Onun dışında, köy içindeki bahçelerde, diğer meyve ağaçlarının yanı sıra, nar ağaçları ve böğürtlenler göze çarpıyor. Köyde yıl boyunca yaşayanların 50-60 kişi civarında olduğu belirtiliyor. Gündüzleri köy, gezmeye gelenler nedeniyle, oldukça hareketli. Geceleri ise, epeyce sakin. Sessizlik hakim. İnsan, şehir hayatında bu sessizliği ne kadar çok özlediğini fark ediyor. Sabah erken öten horozlar, otlamaya giden koyunların melemeleri ile sokakta yankılanan pıtır pıtır ayak sesleri ve hafifçe çalan kilise çanı… Daha sonra, vadinin öte tarafından yankılanan, yüksek perdeden bir ezan sesi… Sanki bir mesaj vermek ister gibi…
Otelin kahvaltısı çok güzel. Hafif serin bir esintinin olduğu verandada güne keyifle başlamak pek hoş oluyor. Burada tanık olduğumuz bir olay bizi epeyce güldürdü. Bir sabah, kahvaltı yaparken önümüzden bir koyun geçti ve meydana açılan sokağın köşesini dönüp, durdu.Yokuştan aşağı doğru bakmaya başladı. Peşinden, 9-10 koyun daha önümüzden geçip, ona katıldılar. Sonra, birden hep beraber gerisin geri dönüp, sokaktan geldikleri yöne gittiler. Niye geldiler, neye baktılar ve neyi beğenmediler de geri döndüler? Hiç anlamadık…
Zeytinliköy’de görülecek yerlerin başında Patrik I. Bartholomeos‘un doğduğu ev var. Otelden çok uzak olmayan bu bakımlı ve güzel bina hemen göze çarpıyor. 1940 yılında doğan Patrik, yılda birkaç kez gelip, burada kalıyormuş. Kullanılan bir ev olduğu için, sadece dışarıdan görebiliyorsunuz. Onun hemen yakınında köyün tarihi çamaşırhanesi var. Diğer köylerde gördüğümüz çamaşırhanelere göre ufak bir yer ama köyün tarihi ve kültürel mirası olarak önemli. Çamaşırhanelerin Gökçeada’nın kültüründe önemli bir yeri var. Ona da daha sonra değineceğim. Köyde iki tane kilise var. Bunlardan Agios Georgios Kilisesi‘nin adanın en eski kilisesi olduğu belirtiliyor.
Gökçeada’da gezdiğimiz yerler ve izlenimlerim hakkında daha fazla yazmadan önce, adanın tarihinden de kısaca söz etmek istiyorum. Gökçeada, diğer Ege adaları gibi, tarih boyunca birçok milletin gelip geçtiği, kültürlerin harmanlandığı bir yer. Adada bulunan iki höyükte (Yeni Bademli ve Zeytinlik Höyükleri) yapılan arkeolojik çalışmalar, ilk yaşamın 8500 yıl öncesine kadar gittiğini ortaya çıkarmış. Höyüklerden daha eski olan Zeytinlik’te, M.Ö. 6000-5000 yıllarına ait yaşam izlerine rastlanmış. Buranın aynı zamanda Doğu Ege adalarında saptanan en eski yerleşim yeri olduğu belirtiliyor. Bulunan sur ve ev temellerinin yanında, çok sayıda seramik kap kacak, balta ve ok uçları gibi tarihi nesneler çıkarılmış. Bu eserler günümüzde Çanakkale’nin Tevfikiye köyü sınırları içinde bulunan muhteşem Troia Müzesi‘inde sergileniyorlar. Ayrıca, Zeytinlik’teki yerleşim yerinin batısında, girişinde büyük bir boğa boynuzu bulunan özel bir yapı ve onun önünde, içinde 13 insan iskeleti olan, bir çukur ortaya çıkarılmış. Tarihi bu kadar eskiye giden Gökçeada’nın ilk yerleşik halkının Pelasglar olduğu ve Atina’dan sürgüne gönderildikleri düşünülüyor. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıl klasik Yunan kaynaklarında isimlerine rastlanan Pelasglar’ın kökenleri konusunda çeşitli teoriler bulunuyor. Hint-Avrupa dil grubunda olmayan, Yunanca’dan farklı bir dil konuştukları biliniyor. Buna dayanarak, Anadolu’da Çatalhöyük‘ü ortaya çıkaran arkeolog James Mellaart ve tarihçi Fritz Schachermeyr gibi bilim insanları, Pelasgların aslında bir Anadolu halkı olduklarını savunmuşlar. Farklı kökenleri ve dilleri olması sebebiyle Atinalılar tarafından sevilmeyip, dışlanmış ve sürgün edilmişler.
Homeros‘un İlyada destanında birçok kez sözü edilen Gökçeada, tarih boyunca farklı isimlerle anılmış. Pelasglardan sonra ada, o dönem Anadolu’nun Ege kıyılarına kadar gelen Perslerin eline geçmiş. M.Ö. 448 yılında Atinalılar ile yapılan anlaşmanın sonucunda Atina‘ya bağlanmış. Daha sonra Roma İmparatorluğu‘nun bir parçası olmuş. İmparatorluğun ikiye bölünmesi ile birlikte Doğu Roma‘ya (Bizans) bağlanmış. Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarında Gökçeada’nın yönetimi Cenevizli Gattilusio ailesine geçmiş. Aynı aileye Midilli’ye yaptığım gezide de rastlamıştım. (Midilli gezim ile ilgili, Onlar Derler Lesbos, Biz deriz Midilli… başlıklı yazım için linke tıklayabilirsiniz). Yaptıkları evliliklerle Bizans hanedanı ile bağlarını kuvvetlendiren bu Cenevizli aile, Gökçeada’nın dışında, bölgede Semadirek, Taşoz, Limni, Midilli ve Enez gibi yerleri kapsayan bir dükalık kurmuş. Yukarı Kaleköy‘deki tarihi kalıntıların bir bölümü adanın bu Ceneviz dönemine ait.
Venedikliler de dönem dönem Gökçeada’da imtiyaz elde etmişler. Özellikle, deniz ticaret vergisi imtiyazı ve adanın Tuz Gölü’nden elde ettikleri tuz onlar açısından çok önemli olmuş. 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet Gökçeada’yı fethedince, Cenevizliler gibi Venedikliler de Karadeniz ve Boğazlar’daki ticaret ağlarını kaybetmişler. Ancak, Osmanlı döneminde ada birkaç kez Venedikliler ile Osmanlılar arasında el değiştirmiş. Osmanlılar, o zamana kadar İmbros olarak bilinen adanın ismini İmroz yapmışlar. 29 Temmuz 1970 tarihinde adanın ismi Türkiye Cumhuriyeti tarafından bir kez daha, Gökçeada olarak, değiştirilmiş.
Fatih Sultan Mehmet Gökçeada’yı, Bozcaada ile birlikte, başında Patrik Gennadius‘un bulunduğu Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlamış. Böylece, ada halkının dini güvence altına alınmış. Kanuni Sultan Süleyman ise, adayı bir vakıf haline getirerek, mal varlığının korunmasını sağlamış. Gökçeada bu şekilde, 20. yüzyılın başına kadar Osmanlı yönetimi altında bir Rum adası olarak varlığını refah içinde sürdürmüş. Bu tarihte adada sadece 50-60 kadar Türk aile bulunuyormuş.
Gökçeada, 1912 tarihli 1. Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’ın eline geçmiş. Ancak, 1913’te yapılan Atina Anlaşması uyarınca, Bozcaada ile birlikte, tekrar Osmanlılara verilmiş. Bu anlaşma ile, diğer tüm Ege adaları Yunanistan’ın olmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915 yılına gelindiğinde, İngilizler Gökçeada’ya el koymuşlar ve Çanakkale Savaşları boyunca deniz ve hava üssü olarak Osmanlılara karşı kullanmışlar. Gökçeada daha sonra, Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde, 22 Eylül 1923 günü, Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmış. Bu tarih, daha sonra adanın kurtuluş günü olarak kabul edilmiş ve her yıl kutlanmaya başlanmış.
Lozan Antlaşması’nın 14. maddesine göre, Gökçeada ve Bozcaada’nın Rum halkı (İstanbul’da yaşayan Rumlarla birlikte), anlaşmaya ek olarak yapılmış ve gelecekte yapılacak olan tüm nüfus mübadele anlaşmalarından muaf tutulmuşlar. Yine bu maddede yer alan ve benim bugüne kadar bilmediğim önemli bir diğer nokta ise, Gökçeada’nın ve Bozcaada’nın yönetimlerinin özerk olması konusudur. Her iki adada da, düzen ve güvenliğin yerel yönetimin emri altında olacak ve yerel halktan oluşturulmuş bir polis kuvveti tarafından sağlanacağı açıkça belirtilmiş. (Bakınız: http://www.ismetinonu.org.tr/lozan-baris-antlasmasi-tam-metni/ Madde 14.).
Gökçeada ve Bozcaada’nın özerklik statüleri, pratikte hiç bir zaman uygulanmamış. 1927 yılında çıkarılan bir yasa ile mahalli ve idari olarak Çanakkkale‘ye bağlanmışlar. İşin ilginç tarafı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda, anlaşmaya taraf diğer devletlerle, herhangi bir sorun yaşamamış olması. Bu arada, adanın Rum vakfiye okulları da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış.
Gökçeada’nın yakın tarihine bakınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin adada Rum nüfusun çok, Türklerin ise neredeyse yok denecek kadar az olmasından büyük tedirginlik duyduğunu anlıyoruz. Bu tedirginliğin özellikle Yunanistan ile (başta Kıbrıs kaynaklı olmak üzere) gerilimlerin yaşandığı dönemlerde arttığı ve bundan dolayı adaya dönem dönem Türklerin yerleştirildiği görülüyor. Örneğin, 1940’ların sonunda yaşanan bir gerginliğin sonrasında, 1947 yılında, Gökçeada’ya Sürmeneli Türk aileler yerleştirilmiş. Bu iskan hareketleri sonraki yıllarda da sistemli olarak sürdürülmüş. Günümüzde adada bulunan tüm Türk köyleri bu şekilde, devlet eliyle kurulmuş. 1951 yılında Yunanistan ile ilişkilerde yaşanan bir yumuşama sonucu Lozan’ın özerklik maddesi tekrar yürülüğe girmiş. Rum vakfiye okulları yine eskisi gibi eğitime başlamış. Ancak, yine Kıbrıs gerginlikleri ile bağlantılı olarak, 1964 yılında okulların bu statüsü tekrar iptal edilmiş. Özerk yönetim konusu da bir kez daha rafa kaldırılmış.
1964 yılı, Gökçeada için acı bir dönüm noktası olmuş. 1964 ve 1965’te Gökçeada’daki 300 hane MGK kararı ile Yunanistan’a göç etmeye zorlanmış. Aynı uygulama, Bozcaadalı ve İstanbullu bazı Rumlara da yapılmış. Türk vatandaşı olanlar vatandaşlıktan çıkarılmış. Yunanistan vatandaşı olanların oturma izinleri iptal edilmiş. Böylece bir anlamda, Nüfus Mübadelesi’nden muaf tutulan bu üç Rum azınlık grup da bu şekilde eritilmiş. Yine 1964’te, kurulacak Devlet Üretme Çiftlikleri bahane edilerek, yoğun bir istimlak başlamış. Balıkçılığın yanında tarım, zeytincilik ve bağcılık yaparak geçinen Gökçeadalı Rumların tarlalarına el konunca, bir kısmı da bu nedenle göç etmiş. Bazıları İstanbul’a bazıları da Yunanistan’a gitmişler. Yine aynı yıl adada yarı açık bir cezaevi açılmış. Suçunun en az yarısını çekmiş ağır suçlular burada gün içinde devletin tarım arazilerinde çalıştırılmışlar. Bu dönem ile ilgili olarak mahkumların sebep olduğu pek çok olay yaşandığı ve Gökçeada’da huzur kalmadığı iddiaları var. Cezaevi 1991 senesine kadar açık kalmış. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, o zamana kadar uygulanan Gökçeada’ya giriş için özel izin alma işlemi kaldırılmış.
Yukarda belirttiğim gibi, adada yaşayan Rumlara uygulanan politikalar ve baskılar genelde hep o dönemde Yunanistan ile olan ilişkilerin durumuna paralel olmuş. İyi ilişki dönemleri aynı zamanda huzur getirmiş. Ancak, bunun tek taraflı olduğunu düşünmek kanımca çok yanlış olur. Aydın kesim olarak, yaşananlardan duyulan utanç nedeniyle (ki duyulması da gerekir), zaman zaman sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlayıcı bir tavır içine girilebiliyor. Oysa biliyoruz ki, Yunanistan da aynı yıllarda Türk azınlığına iyi davranmamıştır. Türklerin yoğun olduğu Batı Trakya ve özellikle Gümülcine halkına ağır baskılar uygulanmış, bu bölgelere giriş çıkışlar izne tabi tutulmuştur. 1961-1963 yılları arasında Selanik’te yaşarken, bu tür baskılardan, bir çocuk olarak bile, haberdardım. Bence, her iki devlet de, Türk ve Rum azınlıklarını birbirlerine karşı silah olarak kullanmış, olan masum insanlara olmuş…
Gökçeada’dan bir diğer büyük göç, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında olmuş. Rum nüfus daha da azalmış. Tüm bu göç olaylarının bende yarattığı hüzün, son yıllarda Yunanistan’a göç edenlerin geri dönmeye başladıklarını öğrenmemle bir sevince dönüştü. Bu geriye dönüş hiç tahmin etmediğim bir durumdu ve beni oldukça şaşırttı. 1970’lerde gidenlerin geri dönmeleri en çok ekonomik sebeplere bağlanıyor. Artık emeklilik yaşında olan bu kişilerin emekli maaşları ile Atina gibi şehirlerde geçinemedikleri için geri döndükleri belirtiliyor. Köylerine dönüp, eski evlerini onarıyorlar ve daha çok turizm ile uğraşıyorlar. Terk edilmiş ve harap hale gelmiş o güzel köylerde yapılacak daha çok şey var ama bu gelişme çok umut verici. Adayı ziyaret edenlerin fotoğraf çekmeye doyamadıkları o şirin evler (genelde herkes aynı evleri çekiyor), resim gibi sokaklar işte bu tersine göçün ürünü. Geri dönenler memnun görünüyorlar. Hem Yunanistan’dan Avro olarak emekli maaşı alıyorlar hem de burada turizmden para kazanıyorlar. İnsan gelecek için umutlanıyor, mutlu oluyor. Ama ah… O kimi bakışlarda yakaladığım ürkeklik yok mu… İşte o, insanın içini yakıyor… Siz ne kadar içten, onlar ne kadar kibar ve cana yakın davransalar da, belli ki o, genlerle kuşaktan kuşağa geçmiş, kolay kolay geçmeyecek bir duygu…
Zeytinliköy’de bazı kafelerin ovaya bakan, güzel terasları var. İlk gün, otele yerleşir yerleşmez bunlardan Garaj Kafe‘ye gittik. Esintili terasta duvar dibinde bir masa bulduk ve oturduk. Üstünde birer top vanilyalı dondurma olan sakızlı muhallebi ve dibek kahve içtik. Servisi genç bir çocuk yaptı ama, ortalıkta masaları gezen, arada bir şeyler götüren ve müşterilerle şakalaşan orta yaşlı bir adam da vardı. Çok neşeliydi. Şen kahkahalar atıyordu. Bir süre oturduktan sonra, yan masadakilerden heveslenerek, ev yapımı şaraptan içmeye karar verdik. Siparişi, bu kez yakınımızda olan bu adama verdik. Kendisi şarapları getirmek için içeri gittiği sırada kenardaki, manzarası daha iyi olan, masalardan biri boşaldı. Şaraplarla geri gelen adam, o masayı işaret ederek,
– İsterseniz buraya geçin, dedi tatlı şivesi ile.
Diğer masaya geçtik ama, biraz ağırdan almış olmalıyız ki, kuru yemiş çanağını masaya koyarken,
– Vallahi ben istemedi sizden, hanım dedi söyle diye. Hanım patron. 32 yıldır benim patron, dedi neşeyle.
Çok güldük. Eşi, kafenin kapısından girdiğimiz zaman, tezgahın arkasından bize,
– Buyrun, buyrun, diyen hanım olmalıydı.
Şarabın baharatlı bir tadı vardı. Karanfil, tarçın gibi. O nedenle, sıcak olmamasına rağmen, bana sıcak şarabı anımsattı. Derken, bizim adam gene belirdi masanın başında.
– Benim Türkçe pek yok. Ama seviyor, masaları dolaşıp, gülmeyi, dedi neşe ile.
Adada kaldığımız günlerde, Türkçesi bu kafe sahibinden daha da az olan birkaç kişiye rastladık. Konuşmamızı anlamakta zorlandılar. Eşlerinin Türkçeleri ise, gayet iyiydi. Kanımca bu kişiler aslen, Gökçeadalılarla evlenmiş ana kara Yunanlılar. Şimdi, onlarla beraber adaya gelmişler. Gökçeadalı Rumların Türkçeleri gayet iyi çünkü, adadaki Rum okullarında ana dillerinde okudukları derslerin dışında Türkçe dersler de okuyorlar.
Benim için, yeni bir yeri gezmeye nereden başlamak gerektiği konusu önemlidir. Bu neredeyse tüm gezinin havasını belirler. Gezerken öğreneceklerimi kendime göre bir zemine oturtmak isterim. Gökçeada için bu noktanın Merkez’deki (Panaghia) Kent Müzesi olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyi Bozcaada için de söyleyebilirim. Orada da ilk önce müzeye gitmiş ve çok faydalanmıştık. Gökçeada Kent Müzesi, Gökçeada Belediyesi tarafından 2017 yılında açılmış. Bunun için, belediyeye ait bir hamam restore edilmiş. Aynı binanın bahçesi 1950’li yıllardan beri açık hava sineması olarak kullanılmaktaymış. Halen de kullanılıyor.
Müzede önce Gökçeada’nın tarihi ile ilgili kısa bilgiler veriliyor. Yalnız, sanırım o zaman Zeytinlik Höyüğü’ndeki buluntular henüz gün yüzüne çıkarılmadığı için, ada tarihi 5000 yıllık olarak belirtilmiş. Yukarıda belirttiğim gibi, Zeytinlik’te 2019 yılında yapılan kazılar, adadaki yaşamın çok daha eskiye gittiğini kanıtlamış. Müzenin hemen herkesin ilgisini çekecek bölümleri ada yaşamı ile ilgili olanlar. Bunun için Gökçeadalıların bağışladıkları eşyalar kullanılmış. Böylece, bir zamanlar adadaki ekonomik ve kültürel yaşamı, gündelik hayatı; giyim, mutfak ve kahve kültürlerini görebiliyorsunuz. Ayrıca, bir zamanlar Gökçeada için çok önemli olan süngercilik, balıkçılık, arıcılık ve sabun üretimi gibi alanlara ait araç gereç ve fotoğraflar sergileniyor.
Kent Müzesi’ne gelmişken yakınındaki Gökçeada ve Bozcaada Metropolitliği‘ni ve yanındaki kilisesini dışardan görebilirsiniz. Gökçeada’da kiliseler genellikle kapalı zaten. Ayin zamanı ve özel törenler için açıyorlar. Ada merkezi Çınarlı, Yeni Mahalle ve Fatih mahallelerinden oluşuyor. Buralarda da oturan Rumlara ve Rum mimarisinden örneklere rastlamak mümkün. Ancak, maruz kaldığı mimari ve kültürel tahribat nedeniyle, buranın adanın en az sevdiğim yeri olduğunu söylemeliyim. Eski orijinal dokusu gitmiş, yerine tipik bir Türk yerleşim yeri havası gelmiş. Gökçeada’daki tek Osmanlı camii olan Merkez Camii (1813) de burada bulunuyor.
Kaldığımız Zeytinliköy’ün dışında gittiğimiz ilk Rum köyü, Bademli idi. Buranın orijinal Rumca adı Gliki. Yeni Bademli diye bir köyün kurulmasından sonra buraya Eski Bademli de denmeye başlanmış. En çok badem kurabiyesi yapılan köy olarak bilinen Bademli, tepe üzerinde, çok sevimli bir köy. Manzarası çok güzel. Bu nedenle buraya Gökçeada’nın balkonu diyenler de varmış. Özellikle, buradan Semadirek adasının manzarasına bayıldım.
Bademli, adadaki koruma altına alınmış köylerden biri. Çevresinde bol miktarda badem ağacı var. Başka meyva ağaçları da var. Bir zamanlar çok zengin bir köymüş. Halk bağ bahçecilik, süngercilik ve hayvancılık ile uğraşırmış. Adadaki hayvancılık genelde koyun ve keçi üzerine. Biz gittiğimizde köy çok sakindi. Gezdiğimiz ara sokaklarda hiç insan görmedik ama, köyde bir evleri yenileme faaliyeti olduğu anlaşılıyor. Bazıları çok güzel restore edilmiş. Köyde sürekli kalan insan sayısı çok azmış aslında. Yaz aylarında İstanbul ve Yunanistan’dan gelenlerle 150-160 kişi oluyormuş.
Dolaşırken, küçük bir tabela sizi köyün kahvesine yönlendiriyor. Gerçi, o tabela olmasa da adımlarınız sizi doğal olarak oraya götürüyor. Her köyde olduğu gibi, burası bir meydanda bulunuyor. Kahvenin önünde ve karşı duvarın kenarında ufak masalar var. Biz kapı önündeki masalardan birine oturduk. Yanıbaşımızdaki dut ağacının üzerimizdeki tenteye vuran gölgesi, sıcak havada pek iyi geldi. Kahvecinin söylediğine göre, ağaç 300 senelik imiş. Kahvenin giriş kapısının tepesinde 1903 yılında yapılmış bir güneş saati var. Yakın zamana kadar kullanılıyormuş. Dut ağacının dalları güneşi engellemeye başlayınca, kullanılmaz olmuş.
Tüm köylerde en az bir tane tarihi çamaşırhane bulunuyor. Çamaşırhaneler, sadece burada çamaşırların kadınlar tarafından bir arada yıkandığı ortak alan olmalarından dolayı değil, aynı zamanda sosyalleşme noktaları olmalarından dolayı da çok önemlilermiş. Erkekler için kahvenin köy yaşamında önemi ne ise, kadınlar için çamaşırhanelerin önemi de benzermiş. Her kadın kendi evinin çamaşırını buradaki ocaklarda ısıttığı su ile yıkarken, bir yandan da en son gelişmelerden ve dedikodulardan haberdar olurmuş. Günümüzde çamaşırhaneler bu şekilde kullanılmıyor elbet ama, 15 Ağustos gibi önemli dini bayramların ritüelleri kapsamında daha farklı bir şekilde hala kullanılıyorlar.
Bademli köyünün çamaşırhanesi, diğer gördüğümüz köy çamaşırhanelerinden farklı olarak, açık sayılabilecek bir mekanda. Üç tarafı duvarla çevrili, bir tarafı açık. Ancak, son yıllarda gezmeye gelenlerin yaptıkları tahribat ve burada bulunan tarihi ibrik, leğen ve benzeri eşyanın çalınması nedeniyle, günümüzde demir parmaklıkla kapatılmış. Aslında, aynı şey tüm çamaşırhaneler için yapılsa ve sadece kapıdan bakılabilse, çok daha iyi olur. Diğer Rum köylerinin çamaşırhanelerinde gördüğümüz duvar yazıları, çöp ve bira kutuları çok üzücü bir manzara idi. Bu durumda insan kiliselerin kapalı tutulmasına da şaşırmıyor. Başlarında sürekli birisi duramadığı sürece, buralarda da her türlü hırsızlık ve tahribat olabilir. Bademli çamaşırhanesinin yanında bir de dev gibi, ulu bir çınar var. Birkaç asırlık olmalı.
Bademli’nin kurabiyeleri meşhurmuş dedik ama, biz orada yiyemedik. Henüz öğle saatleri olmasına karşın, kahveci ellerinde kalmadığını söyledi. Orada üzüldüm ama, Tepeköy‘de (Rumca adı Agridia veya Agridya) bu nefis kurabiyeleri ve daha fazlasını bulduk. Eğer Gökçeada’da buzuki eşliğinde hem yemek yemek hem de eğlenmek istiyorsanız, en iyi restoranlar Tepeköy’de bulunuyor. Buralar Rumların da eğlenmek için geldikleri yerler. Zaten, herhangi bir ülke ya da şehirde, bir yere yerli halk da gidiyorsa, orası iyidir. Tepeköy’de, Rumların işlettiği iki restoran önerilmişti. Bunlardan birisi meydanın köşesindeki Meraklis. Diğeri ise, 12 sene önce tekrar açılan özel Rum lisesinin karşısındaki Barba Yorgo. Biz, www.barbayorgo.com sitesinde okuduğum bilgilerin etkisi ile, ikincisini seçtik ve hiç pişman olmadık.
Köye akşam üzeri gittik. Saat sekiz için rezervasyon yaptırmıştık. Barba Yorgo’nun yakınında bir park yeri bulduk. Köyü gezmeden önce restorana gidip, masamızın yerini teyit etmek istedik. Pandemi nedeniyle, gezi boyunca özellikle kenar ve kalabalıktan uzak masaları tercih ediyorduk. Biz şef garson ile konuşurken, Barba Yorgo da geldi. Seçenekler arasından içimizin en rahat edeceği bir masada karar kıldık.
– Saat dokuzda müzik başlar. Geç kalmayın, dedi Barba Yorgo.
O sırada ıssız olan restoran birkaç saat sonra, tek bir masa kalmamacasına dolmuştu. Ama önce, köyü gezmek ve köy kahvesinde oturmaktı niyetimiz. Daha yemek saatine vakit vardı.
Kendi sitesinde de anlattığına göre, Barba Yorgo (yani Yorgo Amca) Gökçeadalı bir kimya mühendisi aslında. (Barba Yorgo’nun yaşamından bir kesit, Kent Müzesi’nde de karşınıza çıkıyor). Asıl adı, Yorgos Zarbuzanis(Yorgo Zarbozan). Barba Yorgo ilkokulu Tepeköy’de okumuş. Köyde ortaokul olmadığı için, eğitimine Gökçeada Merkez’de devam etmiş. Ancak, o yıllarda adada lise de olmadığı için, 1958 yılında İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da liseden başarı ile mezun olmakla kalmamış, üniversiteyi de kazanmış. Kimya mühendisliği okuduktan sonra, yıllar içinde kendi fabrikasını kurmuş. Bu arada, memleketi Tepeköy zorunlu göçlerle giderek ıssızlaşmış. Bir zamanlar 1200 kişinin yaşadığı köy, neredeyse tamamen boşalmış. Yorgo köyünü hiç unutmamış ve sonunda, 1996 yılında, 38 sene İstanbul’da yaşadıktan sonra, Gökçeada’ya geri dönmüş. Doğduğu Tepeköy’e gelerek, önce aile evini onarmış. Daha sonra, başka evler satın alarak, onları pansiyon haline getirmiş. Bu arada, adanın o zamanlar tek Rum tavernasını açmış. Kendi elleri ile nefis mezeler hazırlamış. Şarap imalathanesi kurmuş. Onun bu yaptıklarını örnek alanlarla birlikte Tepeköy, virane ve terk edilmiş bir köy olmaktan kurtulmuş. Tekrar arıcılık canlanmış. Adanın en iyi balının Tepeköy’de olduğu söyleniyor. Tıpkı Bozcaada’da gördüğümüz gibi, şimdi her yıl 15 Ağustos’ta, Yeni Zelanda ve Arjantin gibi uzak diyarlara dağılmış, dünyanın her yerinden Tepeköylü burada toplanıp, bu önemli yortuyu kutluyorlarmış.
Barba Yorgo, en çok Kıbrıs nedeniyle yaşanan gerginliklere lanet okumuş. Yüzyıllarca bu topraklarda yaşayan iki halkı birbirine düşman yapan o olayları ve etkilerini lanetlememek ve onun aşağıdaki sözlerine katılmamak mümkün mü?
“İki yabancı gibi, karşılıklı iki yakada, uzo ve rakı ile dumanlı kafaları, dillerinde aynı şarkı,
Dudaklarında aynı tebessüm, kim inanır düşman dolduklarına ?” Barba Yorgo.
Köyü gezmek üzere Barba Yorgo’nun tavernasından ayrıldık. Az ilerdeki meydana geldik. Henüz meydandaki tavernalar da boştu ama, köy kahvesinin meydanın ortasındaki ağacın altına konmuş masaları dolmuştu. Tek tük bizim gibi gezmeye gelen vardı. Çoğunluk ise, yerel Rum halktı. Birbirleri ile konuşuyor, masadan masaya laf atıyor, neşe içinde gülüyorlardı. Biz sokak aralarına daldık. Sessizliğin içinde, parke taşlarda ayak seslerimiz yankılanıyordu. Birkaç köşe döndükten sonra, 1832 yılında yapılmış olan, Meryem Ana’ya ithaf edilmiş kiliseye geldik. 1928 yılında restore edilen kilise oldukça bakımlı görünüyordu. Kilisenin yanındaki bina, 1885 yılında, çalışmak için Mısır’a giden bir Tepeköylünün yolladığı para ile inşa edilmiş bir ilkokulmuş. Köyün ilk okulu, ondan da önce, 1868 yılında yapılmış.
Köyü biraz gezdikten sonra, biz de meydana dönüp, köy kahvesinin kapısının önündeki büyük masaya oturduk. Kapının diğer yanındaki masada köyün yaşlıları oturmuş, neşeli ve gürültülü bir şekilde konuşuyorlardı.
Bir ümit, sipariş almaya gelen kahvehanenin sahibine sordum,
– Badem kurabiyeniz var mı?
Adam, meydandaki masalardan birine oturmuş, sohbet eden karısına Rumca seslendi. Kadın zayıf, siyah saçlı, hoş bir kadındı. Irkının güzellerinden…
Adam, bize dönüp,
– Kurabiyeleri hanım yapıyor. Fırındalarmış. Daha 45 dakikası varmış, dedi.
– Tamam, dedik.
Nasıl olsa, daha akşam yemeğine çok vakit vardı. Kahvemizi yudumlarken, etrafı incelemeye başladım. Biraz sonra, meydanın öbür ucunda ayağı aksayan ve bastonla zor yürüyen bir kadın ile Down Sendromu olan bir genç erkek belirdi. Ağır ağır meydanın ortasına yürüdüler. Özellikle kadının gelmesi epeyce uzun sürdü. Sonra onlar da kahvenin masalarından birine oturdular ve birkaç masa arasında devam eden neşeli sohbete katıldılar.
Köy kahvesinin önünde beyaz bir araba durdu. Kullanan kişi arabadan indi ve kapı önündeki diğer masada oturan kahve sahibine Rumca bir şeyler sorup, gitti. Biraz zaman geçti. Derken, kahvehane sahibinin hanımı iki kutu kurabiye ile geldi ve içeri girdi. Hemen arkasından beyaz arabalı adam tekrar geldi. O da içeri girdi ve kısa bir süre sonra elinde kutulardan birisi ile çıktı, arabaya binip, uzaklaştı. Bu durumda, geriye bir kutu kalmış oluyordu. Hemen harekete geçmeye karar verdim ve içeri gittim. Anlaşılan, bugünün üretimi bu kadar olacaktı.
Kadına kalan kutuyu ayırmasını, onu almak istediğimizi söyledim. Hesaba onu da eklemesini de belirterek, yerime geldim. Birazdan kahvehane sahibi geldi ve,
– Bizim hanım anlamadı sizin ne demek istediğinizi, dedi.
Neden anlamadığını, o sonradan tadıp, resmen bayıldığımız kurabiyelerin kutusunun üstünü okuyunca anladık. Günler sonra bile ağızda dağılan o enfes Kavala Bademlisi‘nin ve İspilioti ailesinin geçmişinin yazılı olduğu kutuda, Gökçeadalı Vasilis ile evlendiği Korfu Adalı Labrini’den de söz ediliyordu.
Kurabiyeleri orada tatmadık. Sonraya saklamaya karar verdik. Ama, arkamızdaki pencerenin camında asılı olan kocaman afişteki tatlıyı deneyelim dedik. Tatile çıkarken, kilo endişesi olmadan her şeyi yemeye karar vermiştim. Gönül rahatlığı ile iki tane Galaktobureko ısmarladık. Aman, iyi ki ısmaralamışız bu ağızda dağılan tatlıyı. Çok lezzetli idi. O sırada, iki tane gençce Rum hanım bizim oturduğumuz büyük masanın bir ucuna, izin isteyip, oturdular. Biri sarışın, biri esmer olan bu hanımlar aralarında bir şeye karar vermeye çalışıyorlardı. Birkaç dakika sonra, içlerinden sarışın olan Türkçe olarak, telefonumuzu taksi çağırmak için kullanıp, kullanamayacağını sordu. Kendi telefonları çekmiyordu. Verdik tabii. Taksiyi beklerken sohbet etmeye başladık. Ben, tatlıyı işaret ederek, çok güzel olduğunu söyleyince esmer olan,
– E işte, sizdeki Laz Böreği, dedi.
O güne kadar hiç Laz Böreği yemediğim için, o cahillikle börek olduğuna göre tuzlu olacağını düşünerek,
– Ama bu tatlı, dedim. Kadıncağız başını sallamakla yetindi.
Evet, sonradan öğrendim ki, Laz Böreği de, tıpkı Galaktobureko gibi, bir tatlıymış. Tek farkı, Rum ya da Yunanlıların, baklava yufkası gibi incecik yufkanın arasına irmikten yapılan bir krema koyması. Laz böreğinde ise, muhallebi konuyormuş. Her ikisinde de üstüne şerbet dökülüyor. Gökçeada’da Tepeköy’e giderseniz, köy kahvesinde Galaktobureko yemenizi öneririm.
Hanımlarla biraz daha sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince, gözleri parladı. Onlar Gökçeada’da iki farklı Rum köyündenlermiş. Sonra, adalarının ne kadar güzel olduğunu, denize girmek için en güzel yer dedikleri Laz Koyu gibisinin Bozcaada’da olmadığını anlatmaya koyuldular. Böylece, iki ada arasında tatlı bir rekabet olduğunu da anladık.
Yemeğe gitmek için kalktık köy kahvesinden. Ertesi sabah yine geleceğimizi bilmiyorduk henüz. Nitekim, öyle de oldu. Sabah, güneş gözlüğümü bulamayınca, aramaya Tepeköy kahvesinden başlamaya karar verdik. Ertesi gün, kahveye girdiğimde iki genç kız Rumca konuşup, şakalaşıyorlardı. Ben, bir önceki gün bir gözlük bulup, bulmadıklarını sorunca içlerinden biri,
– Anneme sorayım, dedi.
Kapının önünde dostları ile oturan Labrini hanıma seslendi. Gözlüğüm, buzdolabının üzerinde, güvendeydi. Çıkarken kendisine, hatırladığım biraz Yunanca ile, içtenlikle teşekkür ettim.
Güneş gözlüğümü bir gece önce Tepeköy’de unutmamın bir faydası oldu. Bu sayede, Tepeköy’e çıkan yoldan ulaşılan, köyün mesire yeri, Pınarbaşı‘na da gittik. Son derece rüzgarlı idi ama müthiş güzel bir manzarası vardı. Kır kahvesinde oturduk, birer kahve içtik. Burada da korumaya alınmış ulu bir çınar vardı.
Gökçeada’da, virane ve yıkık dökük haliyle, beni en çok üzen yer Dereköy (Shinudi) oldu. Bir zamanlar, 2000 kişilik nüfusu ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy, adanın göçten en çok etkilenen köyü olmuş. Evlerin çoğu harap vaziyette. Diğer köylerle karşılaştırınca, köy kahvesi bile acıklı görünüyor. Dereköy’e de son yıllarda geri dönenler olmuş. Göze çarpan az sayıda yenilenmiş ev onlara ait olmalı.
Köy kahvesinin karşısındaki kilisenin köşesini döndüğünüz zaman, Dereköy’ün çamaşırhanesine varıyorsunuz. Burası, Gökçeada’nın en büyük tarihi çamaşırhanesi olması nedeniyle önemli. Ayrıca, artık çamaşır için kullanılmasa da, dini ritüeller için belli bir işlevi var. İçerde, biz gittiğimiz zamandan on beş gün kadar önce kutlanmış olan 15 Ağustos Meryem Ana yortusundan izler vardı.
Gökçeada’da, dini bayramlar, kutlamalar çok önemli. Böylesi günler, insanların bir araya gelmesi için bir vesile. Dini olmalarının yanında, kültürel önemi de var. Bunların arasında 15 Ağustos’un, tüm Hristiyan dünyasında olduğu gibi, özel bir yeri olduğu belirtiliyor. Anlatıldığına göre, Meryem Ana’nın Miracı ya da göğe yükselmesinin (ascension) kutlandığı bu bayramda kutlamalar birkaç gün sürüyor. Bir gün önce, 14 Ağustos’ta, cemaat öğleden sonra kiliselere giderek, toplu olarak temizlik yapıyor. Aynı sırada, kurbanlık hayvanlar getirilip, kesiliyor ve parçalanıyor. Evet, yanlış okumadınız. Gökçeada Ortodokslarının da kurban geleneği var. Buna ben de en az sizin kadar şaşırdım. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, internet ortamında bulabileceğiniz, İskender Oymak’ın, Gökçeada Hristiyanlarında Kurban Geleneği makalesini okumanızı öneririm).
Gökçeada’da daha sonra, kadınlar toplu olarak kurban etlerini ve beraber yenmek üzere keşkek pişiriyorlar. İşte bu pişirme işleminin yapıldığı yerler, köy çamaşırhaneleri. Dereköy’deki çamaşırhanede 15 Ağustos’tan kalma olarak ifade ettiğim izler, bu pişirme işlemi için kullanılan ocaklardaki küllerdi. Arife gecesi ve bayram sabahı pişirilen yemekler, sabah ayininden sonra köy halkı tarafından topluca yeniliyor. Yemek sonrası yapılan mezarlık ziyaretinin ardından eğlencelerle devam eden kutlamaların 17 Ağustos sabahına kadar sürdüğü oluyormuş.
Bir diğer eski Rum köyü olan Kaleköy‘ü (Kastro) en sona bırakmıştık. Köyün kendisi tepede. Burada, ilk olarak Helenistik dönemde yapılıp, daha sonra Ceneviz ve Bizans döneminde güçlendirilen kalenin ve surların kalıntılarını görmek mümkün. Tepenin hemen altında, aynı ad ile anılan, adanın ikinci limanı var. Kaleköy halkının tamamı göçe zorlandığı için burada hiç Rum aile kalmamış. Daha sonra buraya, Doğu Anadolu’dan ve son yıllarda şehirli Türkler yerleşmiş. Konumu ve buradan bakıldığında manzaranın güzelliği, Kaleköy’ü gün batımı saatlerinde popüler bir yer yapmış. Ancak, bunun için erken gitmenizi öneririm çünkü, köyün yolları çok dik ve dar. Park eden araçların yolları neredeyse tamamen kapaması nedeniyle, yukarda epeyce korkulu dakikalar yaşadık ve park yeri bulamadığımız için aşağı indik.
Liman bölgesinde saat 18’den sonra araba park etmenize izin verilmiyor ve buraya gelen yolun başındaki bariyer indiriliyor. O nedenle aracınızı, bariyerin dışındaki otoparka park etmeniz gerekiyor. Eğer Gökçeada’nın ünlü Kaşkaval ya da Peynir Kayalıkları’nı görmek isterseniz, gidebilmek için doğru adres Kaleköy. Üst üste dizilmiş peynir kalıplarını andıran bu kaya oluşumlarını, buradan bir tekneye binerek görebilirsiniz. Mesafe olarak Kuzulimanı’na daha yakın olmasına karşın, Kaşkaval Kayaları için Kaleköy’den tekne bulmak daha kolay.
Son gece, akşam yemeği için Kaleköy sahilindeki Eleni‘de yer ayırtmıştık. Yan yana bir sürü mekan var. Bunların içinde bizim gittiğimiz Eleni ve Ağustos Böceği‘nin sahipleri Rum. Eleni’de, önceki akşamlarda gittiğimiz tavernalardaki gibi müzik yoktu ama yemekler çok güzeldi. Şahane bir lakerdası vardı. Fava, Yunanistan’da yapıldığı gibi sarı bakladan yapılmıştı. (Adada gittiğimiz tüm Rum restoranlarında fava, bizdeki gibi yeşil değil, Yunanistan’daki gibi sarı renkli idi). Girit ezmesi, Selanik ezmesi, ada gastronomisinde önemli yeri olan karışık otlar, Grek salata, kendi özel tabakları olan safran, yoğurt ve kuş üzümü ile yapılmış bir meze ve ardından kızarmış sardalya yedik. Hepsi çok lezzetli idi. Çok istememe rağmen, adada yapıldığını öğrendiğim zeytinyağlı kenger yemeğine hiçbir yerde rastlayamadık. Sanırım mevsimi değildi. Tahmin edeceğiniz gibi, ot kullanımı çok yaygın. Bildiğimiz otların dışında, rastık ve arap saçı otları kullanılıyor. Adada balık yemek istemezseniz, yaygın olarak oğlak, keçi, kuzu ve koyun tandırı yapılıyor. Ayrıca Gökçeada’da, eskiye göre daha az yapılmakla birlikte, salyangoz pişirme geleneği de olduğu söyleniyor.
Gökçeada’dan çok güzel anılarla ayrıldık. Tadı damağımızda kaldı diyebilirim. Pandemi ortamında yabancı bir ülkeye gitmiş kadar olduk. Bir daha gider miyiz, bilmiyorum ama, adanın turizmin neden olduğu yozlaşma ve bozulmadan en az seviyede etkilenerek, refah seviyesinin yükselmesini, iki halkın huzur içinde bir arada yaşamalarını diliyorum…