2017 Sonbaharında yaptığımız İtalya gezimizin üçüncü durağı, dünyada en küçük beşinci, Avrupa’da ise üçüncü devlet olan San Marino idi. 61 kilometre kare yüz ölçümü, 2016 verilerine göre 33.000 civarında nüfusu olan San Marino, aynı zamanda dünyanın en yüksek kişi başına geliri olan ülkelerinden biri. Çeşitli kaynaklara bakıldığında, kişi başına gelirin 60.000 dolar civarında olduğu görülüyor.
Parma’dan üç saatlik bir araba yolculuğu ile geldiğimiz San Marino’ya vardığımızı, sadece yol kenarındaki “Hoş Geldiniz” tabelasından anladık. Onun dışında sınırı belli eden herhangi bir giriş kapısı veya kontrol noktası bulunmuyor. Yalnız, yol kalitesi, düzen ve temizlik insanın hemen dikkatini çekiyor.
San Marino, aynı zamanda dünyanın en eski cumhuriyetlerinden birisi. Milattan sonra 301 yılından beri bağımsız ve demokratik bir ülke. Genel inanışa göre, San Marino bu tarihte Dalmaçya kıyılarından buraya bir grup Hristiyan ile birlikte kaçan Aziz Marinus tarafından kurulmuş. Bu küçük ülke, neredeyse inanılması zor bir şekilde, Napolyon’un İtalya’yı istilasından da, İtalya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısındaki birleşme sürecinden de, bağımsızlığını koruyarak çıkmış. San Marino’dan çok daha güçlü, Genova ve Venedik gibi, devletler birleşmenin lideri Giuseppe Garibaldi önderliğindeki orduya boyun eğerken, San Marino varlığını eskisi gibi sürdürmeyi başarmış. Tarihi kayıtlara göre, bu sonuncu durumda bir vefa borcu söz konusu olmuş. İtalya’nın uzun ve çetin birleşme sürecinin bir noktasında, Garibaldi ve yakın çevresi birleşme karşıtı güçlerden kaçmak zorunda kalıp, San Marino’ya sığınmışlar. Bunun karşılığında, birleşmeden sonra San Marino’ya dokunulmamış ve 1862’de imzalanan bir anlaşma ile, San Marino bağımsız varlığını sürdürmeye devam etmiş.
San Marino’da, her yıl gelen üç milyon civarında turistin çoğunlukla yaptığı gibi, başkent olan ve aynı adı taşıyan, Citta di San Marino’da (San Marino Şehri) kaldık. Burası, oldukça düz toprakların ortasında yükselen, 750 metre yüksekliğindeki Monte Titano dağının tepesinde yer alan bir şehir. 2008 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Orta Çağ’dan kalma kaleleri, burçları, evleri ve parke taşlı sokakları ile zamanda durmuş izlenimi veriyor insana.
Monte Titano’ya geniş ve güzel bir yoldan çıkılıyor. Ancak, şehre vardığınız zaman arabanızı surların dışındaki otoparklara park etmeniz gerekiyor. Bu, dar yerlere park edebilme yeteneğinizi gerçekten sınayabileceğiniz bir deneyim, inanın bana…
Otelimiz Hotel Cesare, surlardan içeri girer girmez sol tarafta idi. Yerli halktan konuştuğumuz birkaç kişi San Marino şehrinde kalınacak en iyi otel olarak ifade etti burayı. Bir kere, muhteşem bir manzarası var. Başka odaları bilmiyorum ama, bizim kaldığımız, üçüncü kattaki 305 numaralı odanın iki tarafında, L şeklinde yer alan büyük pencerelerden hem ikinci kale olarak adlandırılan Torre Cesta’yı hem de aşağıdaki ovayı görmek mümkün. Özellikle sabah erken saatlerde, henüz sis tam kalkmamışken, kendinizi uçakta gibi hissediyorsunuz.
Otelin karşısında La Fratta isimli bir pizzacı var. Odun ateşinde, nefis pizza yapıyorlar. Şehri gezmeye çıkmadan önce burada, Emilia-Romagna bölgesinin spumante (kabarcıklı) beyaz şarabı eşliğinde pizza yedik. Aylardan Ekim olması nedeniyle yaz aylarında olduğu gibi kalabalık yoktu etrafta. Yine de, biraz aşağıda kalan sokaktan, farklı diller konuşan insan toplulukları geçiyordu. Arkamızdaki masaya ise, Balkan ülkelerinden geldiklerini düşündüğüm, kalabalık bir erkek grubu gelip, oturdu. Hava, güneşli ve ılıktı. Sonbaharın o çok sevdiğim günlerinden biri…
Torre Cesta’ya gitmek için biraz tırmanmak gerekiyor. 13. yüzyılda yapılmış olan bu kalenin dört salonunda, Orta Çağdan itibaren kullanılan çeşitli silahlar ve zırhlar sergileniyor. Havanın açık olduğu günlerde buradan Adriyatik Denizini ve kıyısındaki Rimini şehrini görmek mümkünmüş. Hava puslu olduğu için biz göremedik ama, bir başka muhteşem manzara ile karşılaştık. Öyle sanıyorum ki, birinci kale olarak da adlandırılan Torre Guaita’yı uzaktan en etkileyici şekilde görebileceğiniz nokta burası. Sipsivri bir kayadan yükselen kale, Orta Çağda geçen masalları çağrıştırıyor. Buradan aynı zamanda, Titano dağının Adriyatik yönündeki, nerdeyse duvar gibi düz ve sarp tarafını da görmek mümkün. Belli ki, bu coğrafi yapı şehri çağlar boyunca deniz tarafından gelecek saldırılara karşı korumuş.
İlk günümüzde, uzaktan gördüğümüz Torre Guaita’ya da gitmek istedik ama, oraya vardığımızda kapanmıştı. Üstelik, oraya çıkmak için de epeyce dik bir yokuş çıkmıştık… Eğer San Marino’ya günü birlik değil de, bir veya iki günlüğüne gittiyseniz, müzeler için TuttoSanMarino kartı almak en iyisi. İkinci kalenin bilet gişesindeki kibar hanımın bize önerdiği bu kart ile iki kaleyi, Parlamento’yu ve Devlet Müzesi’ni gezebiliyorsunuz. İki kalenin dışında, Montale isminde bir üçüncü kale daha var ama, o daha çok küçük bir gözetleme kulesi gibi ve gezilmiyor.
Torre Guaita, San Marino’nun en eski ve en büyük kalesi. On birinci yüzyılda yapılmış ve daha sonra birkaç kere yenilenmiş. 1975 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Girişte, sol tarafta kalenin koruyucusu Azize Barbara’ya adanmış ufak bir kilise var. Burçlara ve kalenin yüksek kulesine çıkan dik merdivenleri çıkmayı göze alanların ödülü, yine doyumsuz bir manzara…
San Marino çok bakımlı ve temiz. İnsanlar son derece kibar. İtalyanların genel kibarlıklarından da öte bir incelikleri var sanki. Müzelerde, restoranlarda, alış veriş yaptığımız dükkanlarda çok zarif insanlarla karşılaştık. İstanbul’dan geliyor olmamızı ise, hep büyük bir hayranlık ve ilgi ile karşıladılar. İstanbul’a ya gittiklerini ya da gitme hayalleri olduğunu söyleyen çok insan oldu.
Demokrasi ve cumhuriyet yönetiminin nimetlerini çok eskiden fark etmiş olan San Marinolular, sanki güç sahibi insan ruhunun nasıl bozulup, kötüleşmeye açık olduğunu da erken keşfetmişler. Bu nedenle, kurdukları düzende yönetim hiçbir zaman tek bir kişinin elinde olmuyor. Halk tarafından beş yılda bir seçilen 60 kişilik meclis, her altı ayda bir ülkeyi yönetmek için iki kişiyi devlet başkanı olarak seçiyor. Böylece, yönetim hiçbir zaman tek kişinin elinde ve uzun süreli olmuyor. Toplantı olmadığı zaman gezmeye açık olan parlamento binasının meclis salonunda, iki cumhurbaşkanının koltukları yan yana duruyor.
Tarih boyunca özgürlük ve bağımsızlığına düşkün bir ülke olan San Marino’nun Parlamento binası, Piazza della Liberta’da (Özgürlük Meydanı) yer alıyor. Üç tarafı binalarla çevrili bu meydanın ortasında ise Özgürlük Heykeli bulunuyor. Bir akşam, meydana bakan restoranda yemek yerken, Parlamento binasının önünde toplanmış bir kalabalık olduğunu gördük. Binanın tüm ışıkları yanıyordu ve kapının önünde geleneksel kıyafetlerini giymiş, tüylü şapkalı görevliler vardı. Arada bir, toplanmış kalabalıktan yükselen sesler duyuluyordu. Ne olduğunu garsonumuza sorduğumuzda bizi gülümseyerek yanıtladı ve “bir hükümet krizi var da…” dedi.
San Marino Devlet Müzesi, ülkenin kendisi gibi ufak bir müze. Ancak, birkaç katlı bu müzeyi baştan sona gezdiğinizde ülkenin, İ.Ö. 3000 yılından itibaren geçirdiği Bronz ve Demir çağlarını, Roma, Gotlar ve Orta Çağ dönemleri ile Yakın Çağ tarihi hakkında bir fikir ediniyorsunuz.
Gezmeye vakit bulabildiğimiz son yer, Aziz Francis Kilisesi ve Sanat Galerisi oldu. Ama öncesinde, kilisenin hemen dibinde gördüğümüz şirin, Ristorante Bolognese’de yemek yiyelim dedik. Restoranın sahibi, işini zevkle yapan bir adamdı. Ailece çalışıyorlardı. Oğul da müşterilerle ilgileniyordu ama o, babası kadar neşeli görünmüyordu. Güzel bir yemeğin üstüne istediğimiz kahve ile birlikte, baba ikram olarak ufak bir şişe getirip, bıraktı masaya. Kare şeklindeki şişenin içinde fıstık yeşili bir likör vardı. O kadar hoşumuza gitti ki, ikişer kadeh içtik. Bir yandan da ne olduğunu merak ettik. Daha önce hiç içmediğim bir likördü. Masayı toplamaya gelen restoran sahibinden bunun, şam fıstığından yapılan Pistacchio olduğunu öğrendik. San Marino’ya mı özgü olduğunu sorduğumda ise, aslında Ravenna’dan olduğunu söyledi. Eh, bir sonraki durağımız nasıl olsa Ravenna idi. O nedenle, San Marino’da birkaç yerde bu likörü görsek de, yerinden alırız diyerek, almadık. Keşke alsaydık… Zira, Ravenna’da epeyce aramamıza rağmen, bulamadık. Dönüşte Bologna havaalanında bulduğumuz Pistacchio’nun ise ne rengi aynı ne de tadı bizim içtiğimiz gibi güzel çıktı…
1361’de yapılmış olan Aziz Francis kilisesi, tüm Fransisken kiliseler gibi, sade bir kilise. Tahta haç on dördüncü yüzyıldan kalma. Duvar resimleri ise, on beşinci yüzyılın başlarında, Ferraralı Antonio Alberti tarafından yapılmış. Kilisenin içi, on sekizinci yüzyılda önemli ölçüde değiştirilmiş. 1966 yılında, kilisenin manastır kısmı bir sanat galerisine dönüştürülmüş. Burada, sanatsal değeri olan kutsal eşyalar, tablolar ve heykeller sergileniyor.
San Marino’nun tarihi binalarının altında çok sayıda küçük dükkan var. Buralarda zarif takılar, yün eşarp ve atkılar, her türlü deri eşya bulmak mümkün. Bir de, hiçbir anlam veremediğimiz, silah satan dükkanlar var. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile tarafsızlığını korumuş bir ülkede bu kadar çok silah satan dükkan görmek insanı şaşırtıyor. Gümrüksüz ülke konumunda olması nedeniyle, turistler için cazip oluyor herhalde.
Bir gün önce, geçerken vitrinde gördüğüm güzel kemerler nedeniyle dükkanlardan birine girdik. Satış elemanı olan orta boylu, biraz çelimsiz genç kız bizimle ilgilenirken, tezgahın diğer ucundaki sarışın kadın, Amerikan aksanı ile telefonda İngilizce konuşuyordu. Bir süre sonra telefonu kapattı ve o da yanımıza geldi. Dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu sempatik kadın ile laf lafı açtı. Sadece güzel bir timsah derisi kemer almakla kalmadık, San Marino’ya on yaşında iken Amerika’dan geldiğini de öğrendik. Aslen San Marinolu olan ailesi, zamanında Detroit’e göç etmiş. Ancak, muhtemelen Detroit’in 1960’lardan itibaren yaşadığı ekonomik çöküntü nedeniyle, San Marino’ya geri dönmüşler. Çok okuyanın mı yoksa, çok gezenin mi çok bildiğine dair klasik bir soru vardır. Bence, ne biri ne de diğeri tek başına yeterli. Ama doğrusu, San Marinoluların bir dönem Detroit’in en önemli azınlık grubunu oluşturdukları bilgisini, gezerek öğrendiklerim hanesine yazmalıyım.