Ünlü İngiliz arkeolog ve yazar George E. Bean (1903-1977), Turkey Beyond the Maeander isimli kitabında, 1970’li yıllarda karadan Knidos‘a ancak cip ile gidilebileceğini yazmış. Durum 1980’lere gelindiğinde de çok değişmemiş olacak ki, 1983 yılında araba ile böyle bir deneme yapmış ama, kısa bir süre sonra geri dönmüştük. Marmaris-Datça yolundan, Datça ilçesine gelmeden önce, ayrılan Knidos yolu hiç de güven vermiyordu o zamanlar. Yol, kırmızımsı bir topraktandı. Kilometrelerce tek bir arabaya ya da insana rastlamadan, bir toz bulutu içinde gidiyordunuz. Derin çukurlar da cabası. Yolun bozuk olması bir yana, arabaya bir şey olsa, yardım alabileceğimiz hiç kimse görünmüyordu etrafta. Yol yardımı olmadığı gibi, cep telefonu da yoktu o zamanlar tabii ki. Bir süre sonra, Renault 12 arabamızın bu şartlara fazla dayanamayacağını anlamış ve geri dönmüştük. Daha birkaç gün öncesinde de, Bozburun‘a giden benzer bir toprak yoldan geri dönmüştük. O zaman da, orman içinde karşımıza çıkan kocaman bir yaban domuzu bizi daha fazla maceradan vazgeçirmişti.
Aslına bakarsanız, o tarihlerde Marmaris-Datça yolu da uçurumları nedeniyle epeyce ürkütücüydü. Günümüzde kimi yerlerde o eski yolun izlerini görmek hala mümkün. Çok kaliteli olmayan bir asfalttan yapılmış, daracık, uçurumun kıyısından giden, keskin virajlarla dolu yol gerçekten korku verici idi. Özellikle otobüsle bu yolu ilk kez gidenlerin çığlıkları araçta yankılanırdı. Hem gidiş hem geliş olup, kenarında hiçbir koruyucu bariyer bulunmayan yolda otobüs şoförleri nasıl giderdi, insan hep hayret ederdi. En önde oturan yolcular her viraj dönüşünde nefeslerini tutarlardı, çünkü bu noktalarda otobüsün ön tarafı sanki yolun dışına, uçuruma doğru taşardı. Bir keresinde, böyle otobüsle yazlık evimize giderken yanımdaki hanım fenalık geçirmiş ve bana,
– Sizde akıl yok mu? İnsan böyle bir yerde ev alır mı? demişti.
Gelin görün ki, tüm bu olumsuzluklara rağmen, o zamanlar o yolda hiç ölümlü kaza olmazdı. Yıllar sonra, bir sürü ağaç pahasına genişletilen ve kimi yerlerde rotası değiştirilerek yapılan yol ile birlikte, ciddi kazalar artmaya başladı…
Başarısız karadan gitme girişimimizden bir iki yıl sonra, Knidos’a bu kez denizden gitmiştik. Yine bugünün koşullarına göre son derece ilkel bir tekneye bir grup insan doluşmuş ve saatler süren bir yolculuk yapmıştık. Knidos’a vardığımızda etrafta ne bir tekne ne de karada bir tek insan vardı. Tekne ile yaklaşırken uzaktan kıyıdaki tiyatronun ve diğer kalıntıların görünümü beni çok etkilemişti. Biraz da hüzünlendirmişti…
Kıyıya çıkıp yürümeye başladığımızda, gruptaki on yaşlarında bir erkek çocuğu heyecanla,
– Baba! Baba! Burası pirzola kokuyor, demişti.
Herkes gülmeye başlamıştı. Babası dahil olmak üzere, kimse çocuğun utanacağını düşünmemişti. Ama gülünmeyecek gibi de değildi. Öylesine saf ve masum bir şekilde söylemişti ki…
Etrafta mis gibi, yoğun bir kekik kokusu vardı. Yıllar geçmesine rağmen beni hala güldürür bu olay.
Neredeyse kırk yıl sonra, 2021 yazında, Knidos’a tekrar gittim. Artık karadan gitmek hiç problem değil o taraflara. Yol sadece Knidos antik kentine değil, Palamutbükü gibi güzel koylara ve civardaki köylere de ulaşımı kolaylaştırıyor. Zaman içinde Knidos’daki kazılar da ilerlemiş. Pek çok yeni eser çıkarılmış. Antik alan daha önce kaderine terk edilmiş gibi iken, şimdi doğru düzgün bilet gişesi olan, etrafı çevrilmiş, daha düzenli bir ören yeri haline getirilmiş. Türkçe ve İngilizce açıklama tabelaları konmuş. Her zaman çok başarılı olmasa da, mümkün olduğunca yön tabelaları yerleştirilmiş. Knidos şehrinin yapı olarak taraçalar şeklinde olması ve henüz bazı yerlerde ara yolların açılmamış olması nedeniyle kimi tabelaların belirttiği yerlere fiilen ulaşamıyorsunuz. Böyle bir durumu iki kere yaşadık. Taraçaların arasının yüksek ve çalılıklarla kaplı olması bir üst kata geçmenizi imkansız kılıyor. Zamanla bu olumsuzlukların da giderileceğini düşünüyorum.
Bildiğiniz gibi Knidos, arkeologların Reşadiye olarak adlandırmayı tercih ettikleri, Datça yarımadasının en ucunda yer alıyor. Burada ilk kazılar 1857-1858 yılları arasında Sir Charles Newton (1816-1894) tarafından yapılmış ve o dönemde sandıklar dolusu eser buradan Londra‘daki British Museum‘a götürülmüş. 1980’lerin ortalarında, Knidos’dan kaçırılan ünlü Oturan Demeter ve Knidos Aslanı heykellerini British Museum’da görünce resmen içim sızlamıştı. Üstelik bu talan, bizim karadan Knidos’a ulaşamadığımız dönemden yüz yılı aşkın bir zaman önce, büyük olasılıkla deniz yoluyla, yapılmış.
Yaklaşık yüz senelik bir aradan sonra, 1967-1977 yılları arasında, Knidos’da Amerikalı arkeolog Iris Cornelia Love başkanlığında yeniden kazılar yapılmaya başlanmış. Daha sonra Love’in dinamit kullanarak eserleri tahrip ettiği ve bir kısım buluntuları kaçırdığı konusunda çeşitli söylentiler çıkmış olsa da, kazıda bulunmuş uzman Türk arkeologlar bunun doğru olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuşlar. Gazeteci Özgen Acar da, New York Metropolitan Müzesi‘nin deposunda saklı olduğunu bildiği Karun Hazinesi‘nin varlığını Love’un sağladığı bir fotoğraf sayesinde kanıtlayabildiğini belirtmiş. Fotoğrafı çeken ve gizlice Özgen Acar’a veren, eski ABD Başkanı J.F. Kennedy‘nin kızı Caroline Kennedy, Love’ın arkadaşı imiş. Metropolitan Müzesi’nde fotoğrafçı olarak çalışıyormuş. Böylesi bir tavır sergileyen Love’ın belirtilen suçlamaları yapmış olması insana pek inandırıcı gelmese de, bu tür konuların tartışma ve spekülasyona çok açık olduğunu düşünüyorum. Knidos kazıları, 1988 yılından itibaren, Prof. Dr. Ramazan Özgan‘ın başkanlığında, Selçuk Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.
Knidos günümüzde şimdi bulunduğu konumda bilinmesine ve ünlenmiş olmasına karşın, 1952 yılında G.E. Bean ve J.M. Cook tarafından yarımadada yapılan araştırmalar, Knidos’un tarihte ilk olarak Burgaz olarak adlandırılan yerde kurulduğunu ortaya koymuş. Burası Datça şehir merkezine oldukça yakın (2 kilometre uzaklıkta) bir yer. Eski Knidos olarak adlandırılan söz konusu arkeolojik alan Eski Datça ile karıştırılmamalı. Bu konuda, geçtiğimiz yaz kaldığımız Palamutbükü Mavi Beyaz Otel‘deki odamızda asılı olan ve aşağıda paylaştığım haritanın açıklayıcı olabileceğini düşünüyorum. Eski Datça (haritada E. Datça olarak gösterilmiş) Datça merkezinin kuzeybatısında ve iç tarafta iken, Eski Knidos kuzeydoğuda ve sahilde bulunuyor. 1980’lerden itibaren arkeolojik çalışmalar yapılan Eski Knidos’da, Datça’daki kentsel yayılma ve gelişim nedeniyle, 1993 yılından itibaren Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)Tarihsel Çevre Değerlerini Araştırma Merkezi (TAÇDAM) ile Kültür ve Turizm Bakanlığı iş birliği çerçevesinde bir kurtarma çalışması başlatılması ihtiyacı doğmuş. Günümüze kadar yapılan arkeo-jeofizik ölçüm ve sondajlar ile kazılar sonucunda, bölgede M.Ö. 8. yüzyıla ait antik yerleşim yerleri, avlulu konutlar, taş döşenmiş yollar, şarap fabrikaları, şarap depolama mahzenleri, çok sayıda çanak çömlek ve tapınak adaklarında kullanılan kadın heykelcikler ortaya çıkarılmış. Aynı proje çerçevesinde, Eski Knidos’un yakınındaki Sarı Liman ve diğer limanlarda da, liman kalıntılarını belgelemek ve haritalarını çıkarmak için, sualtı arkeologları da çalışmalar yapmışlar.
Yukarıda belirtilen ve süren çalışmalarla da desteklenen Bean ve Cook’un teorisine göre, Knidoslular M.Ö.4. yüzyılın ortalarına kadar Burgaz mevkiindeki Eski Knidos’da yaşamışlar. Zamanında Knidos, Batı Anadolu sahillerindeki en önemli şehir devletlerinden birisi imiş. Rodos‘taki Lindos, Ialysos ve Kamiros kentleri, Kos ve Halikarnassos ile birlikte Altılı Dor Kent Birliği‘nin (Dorian Hexapolis) bir parçası imiş. Aslen, tıpkı daha önce Rodos ve Kos’da olduğu gibi, Peleponez yarımadasından gelen Dorlar tarafından kurulmuş. Heredot onların Spartalı olduklarını iddia etmiş olsa da, bu önerme halen tartışmalı bulunuyor.
Zaman içinde, Knidoslular şarap, sirke ve yöreye özgü bir lahana ile ünlenmişler ve bu malların ticaretini yapmaya başlamışlar. Eski Knidos’da bulunan şarap fabrikaları ve depolama alanlarından da anlaşıldığı üzere, bu konuda çok ileri gitmişler. M.Ö. 7. yüzyıl boyunca Mısır firavunun izni ile, aralarında Halikarnassos’un da bulunduğu bazı Anadolu şehir devletleri ile birlikte, Nil nehrinin ağzında Hellenium isimli bir ticaret merkezi kurmuşlar. M.Ö. 6. yüzyılda, kendilerinden iki yüz yıl önce gitmeye başlayan diğer Dorlar gibi, koloniler kurmak üzere kuzey Sicilya‘ya gitmişler. Ancak burada yerleşik Sicilyalılardan ve oradaki Foçalı kolonilerden gördükleri tepkiler nedeniyle, daha kuzeydeki Lipara adasına yerleşmişler.
Bu arada, Lidya Krallığı‘nı yıkan (M.Ö. 546) ve Grek şehir devletlerini birer birer hükümranlıkları altına alan Persler, Knidoslular için de bir tehlike olmaya başlamışlar. Knidoslular kendilerini korumak için, Datça yarımadasının günümüzde halk arasında Balıkaşıran denilen yerinde bir kanal kazarak yarımadayı bir ada haline getirmeyi düşünmüşler. Yarımadanın karaya bağlandığı en doğu noktada olan bu bölge gerçekten de çok dardır ve özellikle Datça’dan Marmaris yönüne giderken size eşsiz bir manzara sunar. Bunca yıldır, her geçişimde, bir tarafında Gökova Körfezi, bir tarafında Hisarönü Körfezi uzanan bu manzaraya bakmaya doyamamışımdır. İşte Knidoslular, bu noktada kazacakları bir kanalın Perslilere engel olacağına inanmışlar ve kazmaya başlamışlar. Ancak, arazinin çok kayalık olması nedeniyle, çalışmaların başlamasından bir süre sonra, sıçrayan kaya parçaları yüzünden işçilerin yüzlerinde ve gözlerinde ciddi yaralanmalar olmaya başlamış. Ne yapacaklarını bilemeyen Knidoslular çareyi Delfi‘deki kahine danışmakta bulmuşlar. Kahin, eğer Zeus istese idi yarımadayı kendisinin bir ada şeklinde yaratmış olacağını söyleyerek, çalışmaları durdurmalarını ve kanal yapımından vazgeçmelerini tavsiye etmiş. Buna uyan Knidoslular kanal çalışmalarını durdurmuşlar ve bir süre sonra, buralara kadar gelen Persli General Harpagus‘a teslim olmuşlar. Pers hakimiyeti, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in gelişine kadar sürmüş.
Kaç yıl önceydi tam hatırlamıyorum, bir ara bir takım kişiler yine aynı noktada bir kanal açılmasını, bunun teknelere kolaylık sağlayarak, turizme büyük katkısı olacağını savunmuşlardı. Neyse ki sonradan bu sevdadan vazgeçildi. Buraya veya ülkemizin herhangi bir yerine kanal açma sevdalısı olanlara binlerce yıl önce Delfi kahininin söylediği sözler en güzel yanıt kanımca.
Kesin tarihi bilinmemekle beraber, M.Ö. 4. yüzyılda Knidos şehri bugün ziyaret ettiğimiz, yarımadanın en ucunda bulunan ve Tekir olarak anılan bölgeye taşınmış. Bazı bulgulara dayanılarak bu taşınmanın M.Ö. 360lı yıllarda olabileceği düşünülüyor. Ancak, Eski Knidos da hiçbir zaman tamamen boşaltılmamış. ODTÜ’nün yürüttüğü çalışma, bu tarihten sonra buradaki konutların çoğunun şarap, zeytinyağı, sabun, dokuma ve metal eşya üretim işliklerine dönüştürüldüğünü ortaya koymuş.
Yarımadanın ucundaki “yeni” Knidos hakkında yazmaya devam etmeden önce eski yerleşim yeri civarı hakkında birkaç satır daha ilave etmek iyi olur diye düşünüyorum. Son yıllarda Datça’ya her gidişimde, yarımadanın çeşitli yerlerinde antik kalıntılara işaret eden, artan sayıda tabelalara rastlıyorum. Ana yol üzerinde, daha önce dikkat etmeden yanından geçip gittiğimiz bazı duvarlar tel örgü ile çevrilmiş ve az da olsa bir açıklama konmuş. Bu, Datça yarımadasında sürekli çalışma yapıldığını gösteriyor. Daha önce, Eski Knidos’un yerini saptamalarına rağmen, Bean ve Cook bir zamanların ünlü Apollon Tapınağı‘nın izine rastlayamadıklarını belirtmişler. Oysa, Apollon’un Altılı Dor Kent Birliği’nin ortak tanrısı olması nedeniyle, tarihi kayıtlara dayanılarak, burada büyük bir tapınak olduğu biliniyormuş. Günümüzde, henüz fazla kazı yapılamamış olsa da, bu önemli tapınağın Emecik köyüne yakın, Sarı Liman‘a bakan bir noktada olduğu tesbit edilmiş. Bulunan bir yazıt, tapınma eşyaları, pişmiş topraktan kap ve heykelcikler Marmaris Arkeoloji Müzesi‘ne gönderilmiş. Apollon Tapınağı’nın önemi, bir zamanlar burada, Knidos’un da bir parçası olduğu, Altılı Dor Kent Birliği’ne dahil şehir devletlerinin düzenli olarak ortak bir şenlik düzenlemesinden kaynaklanıyor. Günlerce süren şenlikler boyunca, spor karşılaşmaları, at yarışları, müzik yarışmaları ve eğlenceler yapılırmış.
Datça yarımadasında henüz tam olarak kazılmamış olan bir de Triopium diye bir yerleşim merkezi var (Haritaya bakınız). Bazı kaynaklarda buranın bağımsız bir şehir devlet olduğu belirtilse de, kendisine ait basılmış para veya yazılı kanunları olmaması, Triopium’un Knidos’a bağlı bir yerleşim olduğu görüşüne ağırlık kazandırıyor.
Knidos’un günümüzde bildiğimiz yere taşınmasının sebebinin tamamen deniz ticaretindeki artış ve başarı olduğu belirtiliyor. Zira burası yerleşim yeri olarak oldukça kayalık ve (Eski Knidos’un aksine) çevresinde tarıma uygun alan olmayan bir yer. Bulunduğu nokta itibari ile, güneyden gelen teknelerin sert esen rüzgarlardan korunmak için zaman zaman günümüzde bile konakladıkları bir yer. Böyle bir yerin antik çağlarda ticaret açısından çok canlı olacağının düşünülmesi son derece doğal. Aslında, kazılarda bulunan M.Ö. 14. ve 13. yüzyıllara ait seramik buluntular burada, Knidoslular yeni yerleşim yerlerini kurmadan çok önce, yaşam olduğunu kanıtlamış. Bu kanıtlardan yola çıkarak, Knidos’da en az 3000 yıldan beri yaşam olduğu söylenebiliyor.
Strabon‘un (M.Ö.63-M.S.63) belirttiğine göre Knidos, taraçalar şeklinde kat kat inşa edilmiş bir şehir. Bunu gezerken de algılayabiliyorsunuz. Kamusal yapılar, tiyatrolar ve tapınaklar ana karada yapılmış. Konutlar ise, dışarı doğru uzanan ve arkeologların Cape Crio dedikleri burun kısmında (Deveboynu) yer alıyormuş. Burası aslında bir ada imiş. Knidos’lular önceleri köprüler yapmışlar. Daha sonra, ana kara ile adanın arasını doldurarak, birleştirmişler. Böylece, sağlı sollu iki tane liman yaratmışlar. Batı taraftaki küçük liman askeri, diğer taraftaki büyük liman ticari amaçlar için kullanılmış.
Knidos tarihteki en parlak zamanını Helenistik dönemde (M.Ö.323-M.Ö.33) yaşamış. M.Ö. 2. yüzyılda seramikçilikte çok büyük ilerleme olmuş ve Knidos bölgede bir seramik merkezi haline gelmiş. Romalılar döneminde ise şehrin başarılı ve zengin iş adamları sayesinde vergiden muaf tutulmuş, “civitas libera” statüsü kazanmış. Bu tür şehirler, öz yönetim ve kendi paralarını basma hakkına sahipmişler. M.S. 7. yüzyıla gelindiğinde, bölgedeki diğer kentler gibi, Knidos da Arapların istilasına uğramış. Arkeologlar bu bilgiye, kentteki kiliselerden birinin tabanına Arapça harflerle kazınmış bir yazıdan ulaşmışlar. Sonraki dönemlerde depremlerle tahrip olan Knidos, zamanla terk edilmiş.
Knidos’a gittiğiniz zaman ilk ziyaret edeceğiniz yerlerden biri tiyatro olacaktır. Yaklaşık 8.000 kişilik olduğu düşünülen bu tiyatro aslında kentin küçük tiyatrosu. Daha yukarda bir tane daha büyük tiyatro olduğu biliniyor. Hatta o yöne doğru, “Büyük Tiyatro” yazan bir tabela da var ama, daha önce belirttiğim nedenlerden ötürü, tüm çabalarımıza rağmen oraya ulaşamadık. Gezinin sonunda sıcaktan bunaldığımız için oturup, dinlendiğimiz sahildeki restoranın sahibi bize uzaktan bu büyük tiyatronun yerini gösterdi. 45 dakika kadar uğraştığımız halde oraya ulaşamadığımızı söyleyince de, zaten şu anda görülecek pek fazla bir şey olmadığını belirtti. Küçük tiyatronun ilerisinde bulunan odeon‘dan ise, geriye pek fazla bir şey kalmamış.
Tarihte Knidoslu olan ünlüler de var. Bunlardan biri zamanın en önemli matematikçi, astronom ve filozoflarından biri olan Eudoxos (M.Ö. yaklaşık 400-350). Henüz bulunamamış olmasına rağmen, Eudoxos’un burada bir rasathanesi olduğu biliniyor. Antik Çağ’da Dünyanın Yedi Harikası‘ndan biri sayılan ünlü İskenderiye Deniz Feneri’nin mimarı Sostratos da (M.Ö.3. yüzyıl) bir Knidoslu. Öte yandan, tarihteki en ünlü Knidoslunun bir heykel olduğunu söylesek, hiç de abartmış sayılmayız. Zira, zamanın en ünlü heykeltıraşlarından Praxiteles‘in yaptığı bilinen, dillere destan Knidos Afroditi‘nin şöhreti herkesinkini geçmiş.
Apollo, Altılı Dor Kent Birliği’nin ortak tanrısı olmasına ve onun adına büyük şenlikler düzenlenmesine rağmen, Knidos’un ana tanrısal varlığı değilmiş. Knidos için bu varlık Afrodit imiş. Öyle ki, M.Ö.7. yüzyıldan başlayarak, Roma dönemine (M.Ö.2. yüzyıl ortaları) kadar Knidos paralarında hep Afrodit yer almaktaymış. Aynı zamanda denizcilerin koruyucusu kabul edildiği için, Afrodit kimi zaman paraların üzerinde gemi pruvası resmi ile de canlandırılırmış. Şehir için bu kadar önemli bir tanrısal varlık olunca, Knidos’da bir Afrodit tapınağı olması da doğal. Tapınağın kendisi de, barındırdığı Knidos Afroditi kadar sıra dışı imiş. Günümüzde ancak kaidesini görebildiğimiz bu yapı, yuvarlak bir tapınak. Eski Yunan şehirlerinde yuvarlak tapınaklara pek rastlanmadığı halde yapının bu şekilde tasarlanma nedeninin, içine yerleştirilen Praxiteles’in muhteşem Afrodit heykelinin ziyaretçiler tarafından her yönden görülebilmesi olduğu düşünülüyor. Çünkü söz konusu heykelin şöhreti antik dünyada o kadar yayılmış ki, her yıl Knidos’a bunun için büyük bir akın olurmuş.
Knidos Afrodit’i maalesef günümüze kadar ulaşmamış. Ancak, daha sonra birçok kopyası ya da benzeri yapılmış. Bu da, heykelin aşağı yukarı nasıl olduğunu hayal etmek açısından çok işe yaramış. Aynı şekilde, tapınağın da sonraki yüzyıllarda kopyaları yapılmış veya duvar resimlerinde yer almış. Örneğin, Tivoli‘deki (Roma yakınlarında) Hadrian Villası‘nda, yuvarlak ve Dorik sütunlarla çevrelenmiş bir yapıda, Knidos Afroditi kopyası olan bir heykel bulunmuş. İmparator Hadrian‘ın (M.S.76-M.S.138) villasının arazisini Yunan dünyasının ünlü anıtlarının benzerleri ile donatma merakı olduğu biliniyor. Bir başka örnek de, Troya Müzesi‘inden verilebilir. Müzede sergilenen ve Dardanos Afroditi olarak bilinen 31,5 cm boyutundaki heykelciğin, Praxiteles tarafından yapılan Knidos Afrodit’inin bir kopyası olduğu belirtiliyor. Diğer kopyalardan farklı olarak, bu heykelcikte Afrodit’in koluna ve bacağına Asklepios‘un simgesi olan yılan sarılmış.
Rivayete göre, Knidoslular bir Afrodit heykeli istedikleri sırada, Koslular da Praxiteles’e tanrıçanın bir heykelini sipariş vermişler. O sırada, ünlü heykeltıraşın atölyesinde iki tane Afrodit heykeli varmış. Birisi giyinik, diğeri çıplak. Önce seçme şansı Koslulara verilince, onlar giyinik olanı seçmişler. Çıplak olan Knidos’a kalmış. Ancak, Knidos heykelinin şöhreti zamanla o kadar yayılmış ki, Kos’daki heykel gölgede kalmış.
Knidos’da dört saatten fazla zaman geçirdik. Eylül ayının ortaları olmasına rağmen, hava çok sıcaktı. Ona rağmen yılmadık. Ulaşabildiğimiz yerlere tırmandık. Daha önce belirttiğim gibi, kolaylıkla erişilebilecek yollar henüz açılmadığı için büyük tiyatroya, Demeter Tapınağı‘na ve Cape Crio’da bulunan Roma Mezarına ulaşamadık. Gezinin sonunda, taşların arasından yol bulup çıkmış kum zambaklarını görmek ayrı bir mutluluk verdi. Öylesine narin ve güzellerdi ki… Doğa tahribatının acımasızca arttığı günümüzde, en az arkeolojik eserler kadar kıymetli ve korunmaya muhtaçlardı…
KAYNAK:
(1)- Bean, G.E., Turkey Beyond the Maeander