Biz her seferinde bu cümleyi okumakta zorlanırken, bir de böylesi bir emiri vermenin nasıl bir şey olduğunu düşünün… Ya böyle bir kararı almış ve insanları ölüme göndermiş olmanın yükünü bir ömür boyunca taşımak nasıldır sizce? İnsanın aklı ve yüreği bunu nasıl kaldırır? Böylesi bir emir herhalde ancak vatanınızı ölümüne savunuyorsanız verilebilir. 1915 Çanakkale Savaşları‘nda (17 Şubat 1915-9 Ocak 1916) olduğu gibi. Yedi cihan zamanın en ileri askeri silahları ile alevler saçarken ve sizden sayıca çok askerlerini üstünüze salarken, vatanınızı savunmak konusunda kararlıysanız yapabılabilir sanırım. Sanırım diyorum çünkü, Gelibolu Yarımadası‘nı gezerken ne kadar yüreğimiz sıkışsa da, ne kadar etkilensek de, bunca zaman sonra bile tarihin en kanlı savaşları arasında anılan o günleri tam olarak kavramak mümkün değil gibime geliyor. İnsan olsa olsa bir dehşet, şükran ve hayranlık hissedebiliyor.
İnsanın bazı şeyleri algılaması için belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olması gerekiyor. Çanakkale Savaşları’nı orta okul ve lisede defalarca okumuşuzdur. Zamanın siyah beyaz televizyonlarında bir o kadar anma günleri ve çok bozuk kaliteli, Çanakkale Savaşı sırasında çekilmiş fotoğraf ve filmleri görmüşüzdür. Bunları, itiraf edelim, epeyce sıkılarak, önemini algılayamadan izlemişizdir. Hatta o akşam için normal program akışından vaz geçilip, bunların gösteriliyor olmasına için için içerlemişizdir de. O günlerde takınılan matem havası bize ağır gelmiş, bizi boğmuştur. Hiç unutmam, lisedeyken edebiyat dersinde Mehmet Akif Ersoy‘un Çanakkale Şehitlerine şiirini işliyorduk. Savaşın tüm dehşetini ve ağırlığını anlatan bu şiiri öğretmenimiz okuduğu sırada bir arkadaşımız, o yaşların ergen duyarsızlığı ile, kıkırdayarak gülmüştü. Öğretmenimiz çok kızmış, utanmamız gerektiğini söylemişti. Dersin tadı tuzu kaçmış, dakikalarca azar işitmiştik. Aynı şiirden dört mısrayı şimdi Çanakkale Şehitler Abidesi‘nde okuyunca boğazım düğümlendi…
Günümüzün gelişmiş teknolojik olanakları, ileri müzecilik yöntemleri ve kaliteli programları ile Çanakkale Savaşları’nın genç kuşaklara daha iyi ve profesyonelce aktarılabildiğini düşünüyorum. Gelibolu yarımadasındaki tarihi alanları gezerken gördüğüm çok sayıda genç bana bunu düşündürdü ve beni sevindirdi. Bu anlamda, bir önceki yazımda belirttiğim Çanakkale Savaşları Tanıtım Merkezi ve Çanakkale Deniz Müzesi özel olarak takdir edilmeyi hak ediyorlar. Ayrıca, savaş alanları ve şehitliklerdeki düzenlemeler ve bakım çok memnuniyet verici. Diliyorum aynı özen, başta Afyonkarahisar‘daki Büyük Taaruz alanları olmak üzere, Kurtuluş Savaşı‘nın verildiği tüm mekanlar için de gösterilsin.
Çanakkale gezimizin bir gününü Gelibolu Yarımadası’ndaki şehitlik ve savaş alanlarını görmeye ayırdık. Nisan ayından beklenmeyecek kadar sıcak bir günde, gezebildiğimiz kadar gezdik. Yüreğimi derin bir hüzün ve ağırlık kapladı. Öte yandan, bir umut da yeşermedi değil. Günün sonunda, “Tüm bunlar boşa mı gitti?” diye karamsarlığa kapılmaktansa, “Bunu başaranların torunları neleri başarmaz ki?” dedim kendime. Yeter ki, her türden düşmana karşı birlik olunsun…
Kendilerini Müttefik Devletler olarak adlandıran İtilaf Devletleri‘nin Gelibolu’ya saldırmalarının birkaç amacı vardı. Bunlar, İstanbul’u ele geçirmek, Osmanlı Devleti‘ni savaşın dışında bırakmak, bu arada Avusturya-Macaristan‘a karşı bir cephe açmak ve o sıralar henüz I. Dünya Savaşı‘ından çekilmemiş olan müttefikleri Rusya‘ya Akdeniz‘den bir ikmal yolu açabilmekti. Bu müthiş planın beyni ise, o sıralar Deniz Kuvvetleri Bakanı (First Lord of the Admiralty) olan Winston Churchill idi. Churchill’in inancı, deniz yoluyla yapılacak birkaç bombardımandan sonra Türklerin mevzileri bırakıp kaçacakları yönündeydi. Evdeki hesap çarşıya uymadı. On ay, üç hafta, iki gün süren savaşların sonunda, Müttefik Birlikler‘i çekilmek zorunda kaldılar. Bu yenilginin sonucu Churchill için de ağır oldu. İstifa etmek zorunda kaldı ve bir daha siyasete ancak on dört yıl sonra, 1939’da dönebildi.
Uzmanlar Çanakkale Savaşları’nı dört aşamaya ayırıyorlar. 1915 yılının başlarında başlayıp 18 Mart 1915‘te en şiddetli noktasına ulaşan birinci aşama, deniz harekatı olarak gerçekleşiyor. Bu harekat, bildiğiniz gibi, saldıranlar için başarısızlıkla sonuçlanıyor. 25 Nisan‘da başlayan ikinci aşamada, İngiliz ve Fransız birlikleri Seddülbahir‘e, Avusturalya ve Yeni Zelanda (Anzak) birlikleri Arıburnu‘na,ya da daha sonra resmi olarak verilen adıyla, Anzak Koyu‘na çıkarma yapıyorlar. Düşman, ağır kayıplara rağmen, Seddülbahir’de 5 Haziran‘a kadar geçen sürede bir miktar ilerleme sağlıyor. Ama Anzak Koyu’ndaki çıkartma, hem karşılaşılan beklenmedik derecede güçlü savunma hem de çıkarma yapılan noktanın çok dik olması nedeniyle, çok ağır kayıplar ve ancak bir kilometrelik bir ilerleme ile sonuçlanıyor. 6 Ağustos‘ta başlayan üçüncü aşamada, diğer noktalarda savaş devam ederken, Anzak kuvvetleri Arıburnu’nun kuzeyindeki Anafartalar (Suvla) koyuna çıkartma yapıyor. Önce bir ilerleme sağlıyorlar gibi olsa da, daha sonra savaş karşılıklı kazılan siperlerde aylar boyunca sürüyor. Bu arada, aşırı sıcaklar şartları her iki taraf için de zorlaştırıyor. Doğal koşullara ek olarak, Türk tarafında sürekli malzeme, teçhizat ve en önemlisi gıda yokluğu savaşı daha da ağırlaştırıyor. Bizim askerlerimizin günde bir öğün, o da çorba ya da hoşaf şeklinde olan gıdalarının yanında düşman kuvvetlerinin koşullarını anlamak için, Çanakkale Deniz Müzesi‘inde sergilenen Anzak askerlerine ait konserve ve içecekleri görmeniz yeterli. Dördüncü aşama, Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anlayan düşman kuvvetlerinin çekilmesi. Müttefik Birlikler Gelibolu Yarımadası’nı iki aşamada terk ediyorlar. 19-20 Aralık gecesi Anafartalar (Suvla) ve Arıburnu’nu (Anzak Koyu), 8-9 Ocak gecesi de Seddülbahir’i terk ediyorlar. Ne acıdır ki, kazandığımız bu büyük zafere rağmen, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya ile birlikte yenik sayıldığımız için, iki yıl sonra, 1918’in sonunda, İngiliz Ordusu tek kurşun atmadan buralara geri dönüyor…
Aklınız Çanakkale Savaşları ile dopdolu, Gelibolu Yarımadası’nda gezerken, insan gerçekten bastığı her karış toprağın altında, Türk olsun karşı taraftan olsun, birisinin yattığını düşünüyor. Ürperiyorsunuz. Aylar boyunca süren savaşta, özellikle savaşın siperlerde kilitlendiği sıcak havalarda, gömülemeyen cesetlerin yaydığı yoğun ve ağır kokudan söz ediliyor. Her türlü zor koşula bir de bunu eklemek gerek. Düşünün ki İngilizler, savaş alanlarında kalan çoğu asker cesetlerini ancak 1918’de geri döndükleri zaman gömebiliyorlar. Cesetlerden arta kalanları demek daha doğru olur herhalde. Bizim şehitliklerimizin çoğunun gerçek olmayıp, temsili olduklarını düşünürsek, benzer şekilde bizim şehitlerimizin de çoğunun bedenlerinin doğal koşullarda yok olduğunu, toprağa karıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Askeri kaynaklar, kamuoyunda Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenler konusunda 250.000 gibi çok abartılı sayılardan söz edildiğini ve bunun doğru olmadığını belirtiyorlar. Bunun nedeni olarak olası bir yanlış anlamaya işaret ediliyor. Çeşitli kaynaklarda 214.000 ile 253.000 arası olarak gösterilen sayının aslında kayıp sayısını ifade ettiği belirtiliyor. Konunun uzmanı olmayan kimi köşe yazarları tarafından bu sayı bazı gazetelerde çeşitli zamanlarda şehit sayısı olarak açıklanmış. Oysa, askeri terminolojide kayıp, ya da eski ifade ile zayiat, sadece şehit olanları değil, yaralanan, hastalanan, esir düşen, kaybolan, kaçan, sakat kalan ve bu nedenle savaşamayan herkesi kapsıyor. Aslında, Genel Kurmay Başkanlığı dahil olmak üzere, çeşitli askeri kaynaklar ve asker kökenli yazarların araştırmalarında belirtilen sayılar da birebir birbirini tutmuyor. Bunun, zamanın şartları nedeniyle, kesin bilgi bulunamamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çimenlik Kalesi’ndeki Deniz Müzesi’nin verilerine göre, Çanakkale Savaşları sırasında biz 213.882 kayıp vermişiz. Şehit sayısı olarak verilen rakam ise, 59.000 civarında. Britanya Kuvvetleri ve Fransızların kayıpları sırasıyla 205.000 ve 47.000 olmuş. Britanya verilerine göre, 10 ayda Britanya askerlerinden 36.000’den fazlası ölmüş. Fransız askerlerinden ise yaklaşık 15.000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Biz, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını gezmeye Mecidiye Tabyası‘ndan başladık. 8 sığınak (bonet) ve 6 top alanı bulunan Mecidiye Tabyası, 1892 yılında Asaf Paşa tarafından yaptırılmış. Konum olarak, Kilitbahir Kalesi‘nin güneyinde, bir tepede bulunuyor. 18 Mart 1915 tarihindeki deniz savaşı sırasında düşman donanması tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış ve burada 16 er şehit olmuş. Buna karşın, tabyadan yapılan atışlar da deniz zaferinin kazanılmasında büyük rol oynamış. Ölenlerin anısına bir anıt var. Mecidiye Tabyası aynı zamanda, adı destanlaşarak günümüze ulaşmış olan Seyit Onbaşı‘nın savaştığı yer. Seyit Onbaşı (1889-1939) savaş sırasında net ağırlığı 215 kilo olan top mermilerini tek başına toplara taşıması ile ünlü. Bu noktada Seyit Onbaşı’nın bir heykeli dikilmiş. Heykeldeki canlandırmada Seyit Onbaşı’nın top mermisini fotoğraflarındaki gibi arkasında değil de, kucağında taşıması tartışmalara neden olunca, bir ara kaldırılmış. Daha sonra yeniden yerine konmuş. Mecidiye Tabyasına yerleştirilmiş olan raylar, top ve çevresindeki canlandırma insanın, buradan yapılan atışları gözünde canlandırmasına yardımcı oluyor.
Gelibolu Tarihi Milli Parkı‘nda ellinin üzerinde şehitlik bulunuyor. Bunların birkaç tanesi gerçek şehitlikler. Çoğu temsili şehitlikler. Gerçek şehitliklerin içinde ise, hastane şehitlikleri çoğunlukta. Buralar, yaralıların tedavi gördüğü sahra hastanelerinde veya sargı yeri olarak tabir edilen yerlerde tedavi edilen yaralılardan vefat ederek şehit olanların mezarlarının bulunduğu yerler. Gezdiğimiz şehitlikler içinde Soğanlıdere Şehitliği ve Şahindere Şehitliği böyle gerçek mezarların bulunduğu şehitliklerdi. Her ikisinde de benzer birer anıt vardı. Ay ve yıldız şeklinde yapılmış anıtıların yıldız bölümünden yükselen üçgen prizmaların şehitlerin Allah’a yükselişini temsil ettiği belirtiliyor. Soğanlıdere Şehitliği’ndeki gerçek kabristan (Şüheda Kabristanı) anıtın yan tarafında ve biraz altında bulunuyor. Şahindere’de ise, yukarıya doğru, anıtın arkasına yürümeniz gerekiyor. Bu gerçek kabristanlar benim yüreğimi bir başka türlü yaktı. Kimi taşlarla çevrilmiş, kiminin sadece baş tarafına bir taş saplanmış. Neyse ki bu mezarlara dokunulmamış. Oldukları gibi korunmuş. Ülkemizde restorasyon adına yapılan faciaları bilince, insan yapılabilecekleri düşünerek korkuyor. Sadece ortalarına veya üstlerine çiçekler ekilmiş. Çok da güzel olmuş. Ziyaretimiz sırasında Soğanlıdere’de çiçek ekimi devam ediyordu. Genel olarak Gelibolu Yarımadası’nda gittiğimiz şehitliklerin hepsinde askerlerin geldikleri yerlerin çeşitliliği beni hem şaşırttı hem de etkiledi. Çanakkale Savaşı’nda gerçekten de imparatorluğun her yerinden gelen insanlar savaşmışlar. Anadolu’nun dört bir köşesinin dışında gözüme çarpan yerlerden bazıları şunlar oldu: Şam, Hama, Bağdat, Varna, Filibe, Filistin, Tiflis, Batum, Priştine, Midilli, Drama, İşkodra, Sakız, Bosna, Köstence, Rakka, Debre, Selanik, Kudüs, Silistre, Kerkük, Tebriz.
Gelibolu Yarımadası’na her giden, ziyaret edeceği anıt ve şehitlikleri farklı kriterlere ve kendi ilgi alanına göre belirleyebilir. Ancak, şüphesiz her ziyaretçinin gittiği ortak bir yer var: Çanakkale Şehitler Abidesi. Bu görkemli abide Seddülbahir’de, Eski Hisarlık Burnu üzerinde bulunuyor. Abidenin temeli 1954’te atılmış ve 21 Ağustos 1960’ta ziyarete açılmış. Dört ayak üzerinde yükselen anıtın üstünde savaşı yansıtan rölyefler var. Anıt, açılan yarışmada 37 proje arasından seçilmiş. Eser, Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Feridun Kip tarafından tasarlanmış. Mimar Doğan Erginbaş’ın ifadesiyle abide, “Tüm coğrafyalardan gelen şehitlerimizin toplu bir şekilde göğe yükselişini” temsil ediyor. Görkemli, sade ve etkileyici. Anıtın kendi yüksekliği 42 metre. Denizden yüksekliği ise 92 metre. Çocukken, bir ara evde anıtın ayaklarının çatladığından söz edildiğini hatırlıyorum ama, bu konuda bir yazı bulamadım. Olduysa da, herhalde gerekli tamir ve bakım yapıldı. Şu anda anıt ve çevresi çok bakımlı bir park görünümünde. Anıta sırtınızı döndüğünüz zaman, tam karşınızda, Çanakkale Savaşları’nı temsil eden, 45 metre uzunluğunda bir rölyef var. Eser, heykeltıraş Azmi Sekban‘a ait. Rölyefin arka tarafında ise, 2007 yılında ziyarete açılan sembolik şehitlik var. Burada, Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenlerden bugüne kadar isimleri tesbit edilebilen 59.408 şehidin, illere göre gruplanmış temsili mezarları bulunuyor.
Sembolik şehitliğin girişinde, rölyefin arkasında, bir meçhul asker mezarı var. Ama, bu sıradan bir meçhul asker mezarı veya anıtı değil. Arıburnu’ndaki çatışmalar sonrasında, bir Anzak askeri bir Türk askerine ait kafatasını yanında Avusturalya’ya götürmüş. Avusturalya hükümeti, 10 Mart 2003 tarihinde bu kafatasını Türkiye Devleti’ne teslim etmiş. 18 Mart 2003 tarihinde yapılan resmi törenle buraya gömülmüş.
Biliyorsunuz, son yıllarda tabuları yıkmak adına, Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün Çanakkale Savaşları’ndaki rolünü yok saymak bir moda haline geldi. Beklenen çevrelerin bu çabaları bir yana, bir de 2. Cumhuriyetçiler denilen grup da bu kervana katıldı. Atatürk’ün savaşın kaderini değiştiren kararlarını göz ardı ederek, aslında onun Çanakkale’de rolünün çok da önemli olmadığını yaymaya çalıştılar. Buna inanan inandı. Ancak, belgeler yalan söylemez ve “güneş balçıkla sıvanmaz”. Bu çevreler, Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünün bir resmi tarih söylencesi olduğunu tekrarlaya dursunlar. Diyelim ki, Türk belge ve kayıtlarına güvenmiyorlar, peki yabancı devlet adamı ve üst düzey askerlerin görüşleri? Onlar da mı bizim resmi tarihe hizmet ediyorlar? Sormak isterim. Örneğin, İngiliz askeri tarihçisi ve Çanakkale Savaşı sırasında Britanya Birlikleri komutanı General Sir Ian Hamilton‘ın en güvendiği yardımcısı, General Cecil Faber Aspinall-Oglander‘in sözleri.
“Tek bir kumandan tarafından sarf edilen gayretin ayrı ayrı üç defa yalnız bir harbin yahut bütün harekât-ı harbiyenin neticesi üzerine değil, bir milletin mukadderatı üzerine bu derece müessir olduğu tarihte görülmemiştir”.
Cümle Oglander tarafından, 1929 ve 1932 yıllarında iki cilt halinde yayınlanan, Military Operations, Gallipoli isimli eserinde yazılmış. Bu eser daha sonra, 1934 yılında, içinde Britanya Devleti’nin resmi ithafı ile birlikte, Ankara’daki Büyükelçi tarafından Atatürk’e takdim edilmiş.
Yarbay Mustafa Kemal düşmanın, 18 Mart yenilgisinden sonra, Seddülbahir ve Kabatepe tarafından karaya çıkartma yapacağını düşünüyordu. Kendisinin bağlı olduğu Ordu Komutanı Liman von Sanders ise düşmanın Saros Körfezi yönünden geleceği konusunda ısrarlıydı. Mustafa Kemal haklı çıkmakla kalmadı, üst komutanlarından emir almadan, kendi insiyatifi ile harekete geçti ve emrindeki 57. Alayı kullanarak savaşın gidişatını değiştirdi. Henüz 33 yaşındaydı.
25 Nisan sabahı çıkarma başladığında Mustafa Kemal Bigalı köyünün doğusunda, Değirmenlik bölgesindeki karargahındaydı. Top seslerinden çıkarmanın kendi beklediği yönden başladığını anladı ve bir durum değerlendirmesi yaparak, Gelibolu’daki 3. Kolordu Komutanlığı’na düşmanın konumunu bildirdi ve yapılması gerekenler konusunda düşüncelerini ileten bir rapor gönderdi. Ancak, bu konuda bir emir beklemeden, kendi insiyatifi ile, emrindeki 57. Alayı alarak Kocaçimen mevkisine gitti. Yol iz olmayan, sarp bir rota izledikten sonra burada 57. Alayı dinlenmeye bıraktı. Kendisi, yanına birkaç yaverini alarak, yaya olarak Conkbayırı‘na gitti. Orada, düşman tarafından kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı. Sonrasını Mustafa Kemal, Falih Rıfkı Atay‘a şu şekilde anlatmış:
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman…
– Nerede düşman?
– İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Düşman bana askerlerimden daha yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere:
– Düşmandan kaçılmaz dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim. Ve bağırarak,
– Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel Bataryası’nın erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldım. Erler yatınca, düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu andır.’
Bu duraklama sayesinde, 57. Alay Conkbayırı’na yetişmiş ve buraya yerleşmiş. Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emirine alan Mustafa Kemal, Tümen Komutanı olarak, 57. Alay’a o tarihe geçen emirini vermiş.
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
Çıkarmanın ilk gününden düşman kuvvetlerinin Gelibolu’dan ayrıldığı güne kadar görev yapan 57. Alay’ın temsili şehitliğinde 25 subay ve 1817 erin isimleri yazılı. Burası, Çanakkale Savaş Alanı’nda en çok ziyaret edilen şehitliklerden biri. Şehitliğin yakınındaki restore edilmiş, bize ait ve çok uzağında olmayan Anzak siperleri, burada aylarca yaşanan cehennemi de gözünüzde daha iyi canlandırmanızı sağlıyor. Bazı yerlerde 8-10 metre olan uzaklık insanı ürkütüyor. Biz siperleri gezerken, Anzak torunları da kendi dedelerinin mevzilendikleri siperleri geziyorlardı.
14 Mayıs 1915 günü, İngilizler Bombasırtı olarak anılan yeri ele geçirmek için amansızca saldırmışlar. O dehşeti yine Atatürk’ün ağzından duyalım:
‘Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.’
Atatürk daha sonra, I. Anafartalar ve II. Anafartalar Savaşları‘nda (9-10 Ağustos 1915 ve 21-22 Ağustos 1915) gösterdiği başarı ile Çanakkale Savaşları’na damgasını vurmuştur. Esasında, bu konuda fazla söze de gerek yok. Winston Churchill’in şu cümleleri yeter:
“Şu anda mağlûbiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm. Daha düne kadar Çanakkale bizimdir diyordum çünkü bu savaşı kazanmak için askeri, parayı, cephaneyi, her şeyi hesaplamıştım. Hepsinde çok üstündük. Yalnız bir şeyi hesaba katmamışız… Mustafa Kemal’i… Bağrımda İngiliz gururu olmasa, Türkleri alnından öpmek, onları ayakta alkışlamak isterdim’’.
Gelibolu Yarımadası’nda son olarak, Anzak Koyu’ndaki Arıburnu Anzak Mezarlığı‘na gittik. Mimarı Sir John Burnet olan mezarlık son derece sade ve güzeldi. Yarımada’daki diğer 30 tane Britanya Milletler Topluluğu’na ait mezarlık gibi burası da onların Savaş Mezarlıkları Komisyonu tarafından korunuyor ve bakımı yapılıyor. Tüm mezarlıklarda yatanların sadece 9000 tanesinin isimleri tesbit edilebilmiş. Arıburnu Anzak Mezarlığı’nda yatan askerler arasında İngiliz, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Seylanlı ve milliyeti tesbit edilemeyenler olmak üzere toplam 253 kişi yatıyor. Koyun biraz daha güneyindeki “Beach Mezarlığı”nda ise, yine aynı milletlerden 391 kişi yatıyor. Biz gittiğimiz sırada mezarlıkta bir tane yabancı çift vardı. Mezarlığın alt tarafında, denize karşı, sessizlikte oturuyorlardı. Önlerindeki kumsalda iki küçük çocukları oynuyordu. Dedelerinin 107 yıl önce çıktıkları kumsalda düşüncelere dalmışlardı. Bir gün önce, tüm Britanya Milletler Topluluğu ülkelerinde 25 Nisan Anzak Günü olarak kutlanmıştı. Büyük olasılıkla, bu çift de, gün boyu siper ve savaş alanlarında gördüğümüz Anzak torunları gibi, şafak ayinine katılmışlardı. Orta okul ve lise yıllarımızda iken, Anzaklar her sene Gelibolu’daki törenlere katılmak için kendileri gelirlerdi. Siyah beyaz televizyondaki görüntüleri hala gözümün önünde. Tekerlekli sandalyade olan bazılarının yanlarında hemşireler de olurdu.
Mezarlığın girişinde, Atatürk’ün 1934 yılında kendi yazıp, Çanakkale’deki törende okuması için zamanın İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya‘ya verdiği satırlar da var. Ertesi gün, törende Şükrü Kaya’nın yaptığı bu konuşma, Britanya ve özellikle Avusturalya ve Yeni Zelanda basınında büyük yankı uyandırıyor. Daha sonra konuşmanın aslında Atatürk tarafından yazıldığı ortaya çıkıyor. Ondan sonra, Avusturalya ve Yeni Zelanda’da Anzakları anmak için yapılan bütün anıtlarda Atatürk’ün o dokunaklı ve erdemli cümleleri yer alıyor.
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
(Söz konusu metin, değişik kaynaklarda ufak tefek farklılıklarla yayınlanmaktadır. Yukardaki paylaşım, Uluğ İğdemir‘in yazdığı ve Türk Tarih Kurumu yayını olan, Atatürk ve Anzaklar kitabının 1985 tarihli baskısından alınmıştır.)
Anzak Şehitliğinde de, bizim şehitliklerimizde olduğu gibi, bazı askerlerin çok küçük yaşta oldukları dikkatimi çekti. Bir mezar taşının dibinde, yakaya takılan gelincik şeklinde bir rozet gördüm ve aldım. Belli ki, bir gün önceki törene katılanlardan birisinin yakasından düşmüştü. Birleşik Krallık ve Milletler Topluluğu ülkelerinde yakaya gelincik takma geleneği, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir gelenek. Söylendiğine göre, savaş sırasında Fransa ve Belçika‘da toprak o kadar alt üst olmuş ve karışmış ki, toprakta henüz uyumakta olan bütün gelincik tohumlarından binlerce gelincik fışkırmış. Bu inanılmaz manzara, önce Birinci Dünya Savaşı’nda, sonra İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen tüm savaşlarda ölenleri sembolize etmek için kullanılır olmuş.
Ölenler bizim askerlerimiz olsun yabancı olsun, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını ve şehitlikleri gezerken aynı üzüntüyü ve savaşa karşı aynı öfkeyi duydum. Ne yazık ki, insanoğlu hiç ders almıyor. İki Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce savaş oldu. Savaşlar devam ediyor. Hala masum insanlar ölüyor. Politikacılar ve silah sanayi patronları hala insanları kandırıyor…
Biz yine de, John Lennon gibi, insanların barış içinde yaşayacakları bir dünya hayal etmeye devam edelim. Varsın bize hayalperest desinler…