Yine Yeniden Çanakkale (4): Çanakkale Seramik Müzesi

Çanakkale’den ayrılacağımız gün, görmediğimiz iki yere daha gitmeyi planlamıştık. Bunlardan ilki olan Çanakkale Seramik Müzesi kaldığımız Akol Otel’e yürüme uzaklığındaydı. Doğrusunu söylemem gerekirse, söz konusu müze kent ve il sınırları içinde görmek istediğimiz yerler listesinde çok yukarılarda değildi. O nedenle Çanakkale’ye ilk gelişimizde gitmeyi hiç düşünmemiş, bu kez de vakit kaldığı için, “Eh, hadi gidelim bari” demiştik. Gidip gezdikten sonra şimdi, “İyi ki gitmişiz” diyorum.

Çanakkale Seramik Müzesi
Giriş kapısı üzerindeki iki kitabe

Çanakkale Seramik Müzesi, Cevatpaşa Mahallesi Kaya Sokak No: 33-35 adresinde bulunuyor. Müze, Çanakkale Belediyesi’nin yönetimi altında hizmet veriyor. Belediyenin müze ile ilgili sayfasında belirtildiği üzere, burada farklı koleksiyonlardan bir araya getirilmiş Çanakkale seramikleri ile günümüzde yapılmış seramik ürünler sergileniyor. Ayrıca, seramik sanatçılarının sergilerine yer verilen bir bölüm de var. Ancak, internette gözüme çarpan bir yorumda belirtildiği gibi, sergilenen eserlerin hangileri eski koleksiyonlara ait, hangileri günümüzde yapılmış, anlamak pek mümkün değil. Ayrıca, müze tarafında sergilenen bazı objelerin mağaza bölümünde satılıyor olması daha da kafa karıştırıcı. Vitrinlere ya da müze girişine bu konuda daha net açıklamalar konması gerekir. Bu eleştirimden sonra, müzede Çanakkale seramiklerinin tarihi ile ilgili oldukça açıklayıcı bilgiler verildiğini de belirtmeden geçmemeliyim. Bunun yanında, şehir içinde çokça rastladığımız seramik atölyeleri ve özellikle alışveriş yaptığımız bir dükkan sahibi ile yaptığımız sohbetten anladığımız kadarıyla, belediye seramik sanatının sürdürülmesi için gayret gösteriyor.

Yapının zemin kat girişinin yukarıdan görünüşü

Müzede sergilenenler bir yana, Çanakkale Seramik Müzesi içinde bulunduğu bina nedeniyle de ziyareti hak ediyor. İnsan, bu vesile ile tarihi bir binanın yok olup gitmekten kurtarılmasına ve restore edilerek yapıya işlev kazandırılmış olmasına seviniyor. Bu konuda emeği geçen herkesi kutluyorum.

Müzede, tarihi hamamın göbek taşında, seramik sanatçısı
Prof. Dr. Güngör Güner‘in bağışladığı eseri sergileniyor
Müzeyi gezerken tarihi yapının orijinal
özelliklerini de görebilmek güzel
20. yüzyılın başında yapılan hamamın eski su boruları

Müzeye, kahvaltı sonrasında otelden 20 dakika yürüyerek ulaştık. Kırmızı, tuğla yapının giriş kapısının üzerinde iki tane kitabe var. En üsttekinde Osmanlıca rakamlarla binanın yapıldığı tarih Hicri takvime göre 1322 olarak yazılmış. Türk Tarih Kurumu’nun çevirme kılavuzuna göre bu tarih 1904/1905 yıllarına karşılık geliyor. (Müzenin açıklama panosunda Miladi takvime göre 1904 olarak belirtilmiş). İkinci kitabede ise, “MST. MV. ER HAMAMI” (Müstahkem Mevkii Er Hamamı) yazıyor. Yani, savunma tesislerinin bulunduğu askeri bölgenin er hamamı demek oluyor. Binanın geçmiş fotoğrafları yapının zaman içinde birçok değişiklikten geçtiğini göstermiş. Örneğin, Çanakkale’nin İngiliz işgali altında olduğu 1919 yılında çekilen fotoğraflarda, günümüzde ana giriş cephesinin sol tarafında bulunan ek binanın olmadığı görülmüş. Yine aynı yöntemle, Cumhuriyet döneminde binada önemli değişiklikler ve ilaveler yapıldığı fark edilmiş. Tahminlere göre hamam, 1940’lı yıllara kadar geleneksel şekilde ısıtılıp çalıştırılmış. Sonraki yıllarda kazan ilave edilmiş ve kaloriferli ısıtma sistemine geçilmiş. 1950-1960’lı yıllarda, askerlerin dışında, Çanakkale’de yatılı okuyan öğrenciler de bu hamamdan yararlanmışlar.

2000’li yılların başında, modernleşen askeri tesisler nedeniyle giderek kullanılmayan hamam, Çanakkale Boğaz Komutanlığı tarafından, Seramik Müzesi olarak kullanılmak üzere, Çanakkale Belediyesi’ne devredilmiş. Bina, rölöve ve restitüsyon projelerinin hazırlanmasından ve gerekli izinlerin alınmasından sonra yapılan restorasyon ile günümüzdeki halini almış. Kanımca, tarihi binaların ayakta kalmaları, restorasyon çalışmaları kadar, onlara yeni işlevler kazandırılmasına da bağlı. Çanakkale Seramik Müzesi bu açıdan son derece başarılı bir çalışma olmuş. Müzeyi gezmek sadece içinde barındırdığı seramikler nedeniyle değil, hamamın mimari özellikleri nedeniyle de ilginç. Bu arada, müzenin ücretsiz olduğunu da belirteyim. Pazartesi günleri dışında, 01 Eylül – 31 Mart tarihleri arasında 09.00-17.00, 01 Nisan – 31 Ağustos tarihleri arasında 10.00-19.00 saatlerinde gezmek mümkün.

Çanakkale seramiklerinin ilk olarak 17. yüzyılın sonlarında görülmeye başlandığı belirtiliyor. Bu tarihten 18. yüzyıl sonuna kadar olan dönemde üretilen seramiklerde özen ve yalınlık ön plana çıkmış. Daha sonra, 19. yüzyıl başlarından itibaren ise, birkaç rengin kullanıldığı ve ana objenin üzerine yoğun eklemelerin yapıldığı görülmüş. Çanakkale seramiklerinin bazı kişiler tarafından İznik ve Kütahya çinilerine göre kaba bulundukları bir gerçek. Tarihsel olarak da İznik ve Kütahya ürünleri İmparatorluk sarayları ve konaklarında kullanılmak üzere tercih edilirken, Çanakkale seramikleri daha çok halk kesimine yönelik yapılmışlar. Çanakkale’de seramik üretimi 20. yüzyılın ortalarına doğru eski önemini kaybetmeye başlamış. Bu konuda gerek daha düşük maliyetle üretilen endüstriyel ürünlerin piyasada yaygınlaşması gerekse seramik atölyelerinin yarattığı düşünülen kirlilik nedeniyle kent dışına çıkarılmaları etken olmuş. Günümüzde Çanakkale’de seramik üretimi, farklı kamu ve özel kuruluşlarla birlikte, şahısların çabaları ile canlandırılmaya çalışılıyor.

Üst kat süreli sergiler için ayrılmış.
Ayrıca, binada söyleşi ve konferanslar için bir salon da var.
Başarıyla restore edilmiş ahşap tavan

Seramik Müzesi’ni gezdikten sonra, doğrusu Çanakkale’ye geldiğimizden beri burnumuzda tüten Sardalye’nin yolunu tuttuk. Çanakkale’ye bir önceki sene geldiğimiz zaman yediğimiz ekmek arası sardalyanın tadı damağımızda kalmıştı. Yine aynı keyifle, çıtır çıtır ekmeğin arasında, tek bir kılçık bile bırakılmadan temizlenmiş ve kızartılmış sardalyalarımızı yedik ve nefis turşu suyundan içtik. Burayı sadece, son yılların moda tabiri ile çok lezzetli bir “street food” (sokakta tüketilen yemek) mekânı olduğu için değil, her kesimden yerli halkın da gelip yemek yediği bir yer olduğu için de seviyorum. Civardaki esnaf, öğrenciler, alışverişten dönen ev hanımları ve yanlarındaki çocukları, bizim gibi Çanakkale’yi gezmeye gelenler. Kısacası, gözlem yapabileceğiniz renkli bir yaşam yelpazesi…

Çanakkale’ye gidip de Sardalye’ye gitmemek olmazdı…

İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce son olarak, bir önceki gelişimizde yaptığımız gezi programında kapalı gününe denk geldiğimiz Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gittik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan ve Kabatepe Limanı mevkiinde olan merkez 2012 yılında açılmış. Hayli büyük (8600 metrekare) ve gösterişli bir yer. Ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Burada, Çanakkale Savaşları’nın aşamaları birbiri ardına yönlendirildiğiniz 11 salonda ileri simülasyon teknikleri aracılığı ile yansıtılıyor. Gösterimin tamamı 60 dakika sürüyor. Gün boyunca yapılan seanslar en fazla 50 kişi ile sınırlandırılıyor. Giriş ücretli. Merkezde ayrıca bir müze de var. Gösterimlerin bazı bölümlerini etkileyici bulmakla beraber, müze bölümünü gerek sergilenenler gerekse camekan düzenlemelerindeki özensizlik nedeniyle çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu konuda daha önce yazdığım gibi, Çanakkale Savaşları ile ilgili bölgedeki en donanımlı müze, kent içinde TSK bünyesinde hizmet veren Çimenlik Kalesi Müzesi. Mükemmel müzecilik anlayışı, İngilizce ve Türkçe açıklamaları ve her yönden ilginç koleksiyonu ile bu müzeyi tarihimizin bu dönemine ilgi duyan herkese öneririm. Söz konusu müze ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz, ilgili yazıma ulaşmak için linki kullanabilirsiniz.

Yine Yeniden Çanakkale (3): Paris’in Kenti Parion

Antik kentte yürütülen kazı çalışmalarının resmî web sitesinde Parion’u, “Kuzey Troas’ın Parlayan Yıldızı” olarak tanımlamışlar. Henüz tam olarak halka açılmamış, hâlâ bir kazı alanı statüsünde olan kenti gidip gördükten sonra ben de Parion’un sürdürülecek kazılarla bölgenin dikkat çeken arkeolojik sit alanlarından birisi olacağına inanıyorum. Kazı alanında tanıştığımız birisinin söylediği gibi ileride buranın Efes antik kenti kadar önemli bir çekim merkezi olup, olamayacağını bilemem. Konunun uzmanı değilim. Ancak kanımca, günümüze kadar yapılan çalışmalar, ileride buranın kesinlikle arkeoloji meraklıları için görülmeye değer bir yer olacağını hissettiriyor. Doğrusu, ben de Parion’u bir 50-60 yıl sonra tekrar görmek isterdim.

Benim için çoğunlukla, bir kitabı okumak ya da bir yeri görmek arzusunu tetikleyen (bazen doğrudan ilintili bazen bambaşka) bir neden vardır. Bu okuduğum bir kitap, birisinden öğrendiğim yeni bir bilgi, gördüğüm bir obje ya da düpedüz bilinç akışı sırasında süzgecime takılan ve ilgimi çeken bir şey olabilir. Parion’u görme isteği de bende benzer bir şekilde uyandı diyebilirim. Bir yıl önce gittiğimiz Troia Müzesi’ndeki Parion buluntuları ve bunların arasında özellikle M.Ö. 4. yüzyıldan kalma bronz bir amfora aklımı fena halde çelmişti. Oysa müzede çok daha değerli ve eşsiz eserler vardı. Hepsine hayran kalmış ve müzede 5 saate yakın zaman geçirmiştik. Buna karşın, Parion’u da aklımın bir köşesine yazmıştım.

Troia Müzesi‘nde sergilenen Parion antik kenti buluntuları
Bronz amfora (M.Ö. 4. yy.)

Troia Müzesi’nin giriş katında, antik Troas bölgesinin çeşitli antik kentlerinde bulunan arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu’nun kuzeybatısında yer alan bu bölge, Çanakkale ilimizin büyük bölümü ile örtüşüyor ve adını bölgenin en önemli kenti olan Troia’dan alıyor. Ancak, bölgede daha pek çok antik yerleşim yeri var. Bu yazı dizisinin ilkinde Çanakkale’nin, ülkemizde sınırları içinde en çok antik yerleşim yeri barındıran illerimizden birisi olduğunu belirtmiştim. Troas bölgesinin diğer önemli antik kentleri arasında daha önce gittiğimiz Assos, Alexandria Troas, Neandria, Apollon Smintheion tapınağının bulunduğu Chryse de bulunuyor. Parion da Troas bölgesinin sınırları içinde bir antik kent. Kentte yapılan kazılarda çıkarılan gözyaşı şişeleri, koku ve içki kapları, pişirme ve servis tabakları, hayvan ve insan figürleri ve süslü kandiller Troia Müzesi’nde sergileniyor. Yukarıda sözünü ettiğim bronz amfora da bu buluntulardan birisi.

Savaşçı Kuklalar (Pişmiş Toprak)
Roma Dönemi (M.Ö. 1. yy.)

Parion, Çanakkale Boğazı‘nın Anadolu yakasında, boğazın Marmara Denizi‘ne doğru genişlediği doğu ucunda bulunuyor. Günümüzde kentin konumu, Çanakkale’ye bağlı Biga ilçesinin Kemer köyü sınırlarının içine denk geliyor. Parion’u bulmak için de biraz dolandık ama neyse ki, bir gün önce Neandria’ya ulaşmak kadar zahmetli olmadı. Google Maps uygulamasına Parion diye girmiştik. Navigasyon bizi tarlaların ortasında bir yerlere götürdü. Orada çalışan birkaç kişi vardı. Biraz ümitsizce onlara sorduk. Adamların hemen gitmek istediğimiz Parion’u anlayıp bizi yönlendirmesi epeyce şaşırtıcı oldu. Meğer, aynı şekilde yanlış gelen bir sürü insan oluyormuş. Artık alışmışlar. Bazı yerlerin konumlarının navigasyona yanlış girilmiş olması yüzünden başka şehirler ve ülkelerde de maceralar yaşamışlığımız var. Bunu kim neden yapıyor, anlamış değilim. Parion için de durum aynı idi. Eğer hala düzeltilmemiş ise, Kemer/Biga/Parion olarak aramakta yarar var.

Tarihçi Eusebius (c. 260- 339) Parion’un M.Ö. 709 yılında kurulduğunu belirtmiş. Ancak, bugüne kadar yapılan kazılarda çıkarılan seramikler en erken M.Ö. 625-600 yıllarına tarihlenebilmişler. Kuruluş tarihi ile ilgili (en azından şimdilik) var olan belirsizliğin dışında, Parion’un kimler tarafından kurulduğu konusunda da bir fikir birliğine varılamamış. Bu konuda da farklı kaynaklarda, Erythrai, Miletos ve Paroslular tarafından kurulduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmış. Öyle anlaşılıyor ki, Parion’da yapılan çalışmalar ilerledikçe, bu konuda daha kesin söylemler benimsenebilecek. Sanıyorum şimdilik, Troia Müzesi’nın Parion bölümündeki açıklamaları referans alarak, kentin M.Ö. 7. yüzyılda Milet‘ten ve Ege‘nin karşı kıyısındaki Paros‘dan gelenler tarafından kurulduğunun düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Parion ile ilgili bir başka tartışma konusu da antik kentin adı ile ilgili. Bir görüşe göre Parion adı, kenti kuranların ana vatanı olduğu düşünülen Paros’tan geliyor. Diğer bir fikre göre, kentin ismi Erythrailı göçmen Iason ve Demetria’nın oğlu Parius‘a, bir başkasına göre ise, Paris‘in şehri anlamında, Troia prensi Paris’e dayanıyor.

Parion’un ilk başta küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuşken, zaman içinde gelişerek büyüdüğü ve önemli bir liman şehri haline geldiği belirtiliyor. Kentin, biri büyük diğeri küçük olmak üzere, iki limanı var. Bu da giderek göçlerle büyüdüğünün ve stratejik konumunun da etkisi ile, önemli bir ticari ve askeri merkez haline geldiğinin göstergesi kabul ediliyor. Kuruluşundan sonra Parion’un tarihi, kabaca bölgenin diğer kentleri ile bir paralellik göstermiş. M.Ö. 547 yılında Persler tarafından istila edilmiş. Daha sonra, M.Ö. 478-477 yılında Atinalılar tarafından Perslere karşı kurulmuş olan Delos Birliği‘ne katılmış. M.Ö. 431-404 yılları arasında Atina ve Sparta arasında yapılan Peleponez Savaşları‘nda da Atinalıların tarafını tutmuş. (Sicilya yazı dizimin Selinunte ve Siracusa bölümünü okuyanlar, Peleponez savaşları’nın Sicilya‘da yaşanan uzantılarını anımsayacaklardır). Bu bir dizi savaşın sonunda Atinalıların Spartalılara yenilmesinden sonra, Spartalıların M.Ö. 387 yılında Perslerle yaptıkları Kral Barışı’nın ardından, Parion tekrar Pers hakimiyeti altına girmiş. Şehrin Perslerden kurtuluşu, bölgenin diğer antik kentlerinin tarihinden öğrendiğimiz gibi, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender‘in Persleri yenmesi ile mümkün olmuş. M.Ö. 188 yılında Romalılar Parion’u bölgenin diğer kentleri ile birlikte, ödül olarak Pergamon Krallığı‘na vermiş. Bunun nedeni, zamanında Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından kurulmuş olan Seleukos Krallığı ile M.Ö. 190 yılında Magnesia‘da yaptıkları savaşta Pergamon Krallığının Roma’nın yanında yer alması olmuş. Kent, tüm Troas bölgesi ile birlikte, Pergamon Kralı III. Attalos‘un M.Ö. 133 yılında ölümünden sonra vasiyeti üzerine, Romalılara geçmiş.

Parion’da yapılan kazılarda bulunan sikkelere dayanılarak, ilki Julius Caesar ya da Augustus döneminde, ikincisi ise Hadrianus döneminde olmak üzere, kentin iki kere koloni statüsü elde ettiği belirtiliyor. Roma yönetim sisteminde koloni terimi, en üst statüye sahip kentler için kullanılırmış. Parion özellikle Hadrianus döneminde koloni statüsünü ikinci kez elde ettikten sonra mimari açıdan çok gelişmiş. Tiyatrodan çıkarılan, M.S. 2. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bezeme ve kabartmalar bunun kanıtı olarak gösteriliyor. Romalılar döneminde ihya olup gelişen Parion, bir süre sonra Romalı askerlerin emeklilik günlerini geçirdikleri büyük bir kent haline gelmiş. M.S. 2. yüzyıldan itibaren Parion’da Hristiyan bir topluluk da oluşmaya başlamış ve bu açıdan Bizans İmparatorluğu döneminde de, bir piskoposluk merkezi olarak, önemini korumuş.

Yakındaki Kemer köyünün adını aldığı su kemeri İmparator Hadrianus dönemindeki imar projesinin bir parçası olarak, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. Söz konusu su sistemi kentin 12 Km. güneyindeki Kolonai (Çataltepe) bölgesinden
su getirmek için inşa edilmiş.

Parion antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarının resmi web sitesinde belirtildiğine göre, aralarında Herodotos, Ksenophon, Aeneas Tacticus, Diodorus, Strabon, Plinius ve Plutarkhos‘u sayabileceğimiz birçok yazar eserlerinde Parion’dan söz etmişler. Kentteki ilk tespit araştırması 1801 yılında İngiliz arkeolog P. Hunt tarafından yapılmış. 1970’li yıllarda İlhan Akşit tarafından Çanakkale Müzesi adına bir yüzey araştırması gerçekleştirildikten sonra, 1997-2015 yılları arasında kazılar Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yürütülmüş. Kendisinin sağlık sorunları sebebiyle, 2015 yılından itibaren kazı başkanlığını Prof. Dr. Vedat Keleş devralmış. Kentte henüz cavea (oturma) bölümü tam olarak ortaya çıkarılmamış bir tiyatro, büyük bir Roma Hamamı, Yamaç Hamamı olarak adlandırılmış ayrıca başka bir hamam, Kemer köyünün adını aldığı söylenen su kemeri, odeon, surlar ve kuleler ile agora ve dükkanlar var.

Roma Hamamı bölgesinde çalışan arkeologlar
Roma Hamam alanının üstü bir gölgelikle örtülmüş

Parion resmî olarak bir kazı alanı olduğu için, yapılara ancak koruma amaçlı çekilmiş tel çitlerin ve uyarı tabelalarının izin verdiği ölçüde yaklaşabiliyorsunuz. Biz gittiğimiz zaman, Roma hamamı alanında yoğun bir çalışma vardı. Rahatsız etmemek için uzaktan sessizce bir süre izledik. Biraz sonra, hocalardan birisi olduğunu düşündüğüm, yaşça daha büyük bir bey yanımıza geldi ve oldukça sıcak davrandı. Hem kendisi birtakım bilgiler verdi hem de sorularımızı yanıtladı. Parion’u merak edip, gelmiş olmamızdan memnun gibiydi. Genel olarak gözlemlediğim bir noktayı da burada belirtmeden geçmeyeyim. Ekipte çalışan genç arkeologlar daha asık yüzlü ve insanın cesaretini kırıcı görünürken, daha kıdemli görevliler çok daha sıcak ve bilgi vermeye istekliydiler. Bu durum bende önce çok negatif hisler uyandırdıysa da sonradan bunun bilgi ve deneyim eksikliğinden veya yetkiyi aşıp, başlarını derde sokmaktan çekindiklerinden dolayı olabileceğini düşündüm.

Parion Roma Hamamı
Arka tarafta cavea (oturma) kısmı çalılarla kaplı
olan antik tiyatro alanı görünüyor

Üstü büyük bir gölgelikle örtülmüş olan Parion’daki Roma Hamamı’nın ilk olarak M.S. 2. yüzyılın ilk çeyreğinde yapıldığı tahmin ediliyor. Yapı, 200 yılı aşkın bir süre kullanıldıktan sonra, M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında tahrip edilmiş. M.S. 5. yüzyılın başından itibaren kısmen çöplük olarak kullanılmaya başlandıktan sonra, aynı yüzyılın ikinci yarısında tamamen bir çöplüğe dönüşmüş. Bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar devam etmiş. Roma hamamında çalışmalara ilk olarak 2006 yılında başlanmış. Günümüze kadar iki ılıklık bölümü ve bir soğuk su havuzu toprak altından çıkarılmış. Çalışmalar sonucunda, ılıklık bölümlerinin bir zamanlar tabandan ve duvarların içinden ısıtıldığı anlaşılmış.

Şimdilik çalılık ve yeşilliklerle kaplı olsa da burada
bir antik tiyatro olduğu anlaşılıyor
Yaşanan tahribatlar nedeniyle tiyatronun sahne bölümünün planı henüz tam olarak anlaşılamamış

Yukarıda belirttiğim gibi, Parion’daki tiyatronun cavea, yani oturma bölümü, henüz çalılıklar ve yeşilliklerle kaplı. Ancak şeklinden dolayı, uzaktan baktığınız zaman bir antik tiyatro olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Buranın tiyatro olduğu, henüz yüzey çalışmaları yapılırken yaşanan bir çöküntü sayesinde anlaşılmış ve 2006 yılından itibaren kazı yapılmaya başlanmış. Uzmanlar, oturma kısmının doğuya ve denize bakıyor olmasından dolayı, Parion tiyatrosunun bu özelliği nedeniyle Afrodisias tiyatrosuna benzediğini belirtiyorlar. Günümüze kadar bulunan mimari büyük kalıntılar ile seramik parçalar ve sikke gibi diğer küçük buluntular yardımıyla tiyatronun ilk olarak M.S. 1. yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiğine karar verilmiş. M.S. 2. yüzyılın sonlarında onarılmış ve sahnesi yenilenmiş. Daha sonra, çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerle, M.S. 4. yüzyılın ilk yarısına kadar kullanılmaya devam edilmiş. M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmış ve çok fazla tahribata uğramış. Gerek ortasından bir sur geçirildiği belirtilen cavea bölümü gerekse sahne kısmı zarar görmüş. Açıklama tabelasında okuduğuma göre, bugüne kadar yapılan çalışmalardan sahne binasının planı konusunda tam olarak bir fikir elde edilememiş. Buna karşın, sahne tarafının en az iki katlı olduğu ve heykel ve kabartmalarla süslü olduğu sonucuna varılmış.

Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartma
Kabartmanın sol tarafında görülen tarım, hasat, bolluk ve bereket tanrıçası Demeter

Tiyatrodan çıkarılanların bulunduğu açık alanda inanılmaz güzellikteki kabartmaları inceler ve fotoğraf çekerken yaşlıca bir kişi yanımıza geldi. Bizi, “Hoş geldiniz”, diyerek selamladı. Aslında eski bir SAT komandosu imiş ama, o sırada kazı alanında çevirmenlik yapıyormuş. Kazı ekibi ile kimin arasında çevirmenlik yaptığını tam olarak anlayamasam da birkaç dakikalık bir sohbet sonucu kendisinin artık Parion ile bir gönül bağı olduğunu ve burada yapılan çalışmalarla gurur duyduğunu anladım. Arkeoloji merakı ve Parion kazılarına gösterdiği ilgi ışığında bize çok güzel bilgiler verdi. Tiyatrodan çıkan alınlıkta resmedilmiş olan Demeter, kızı Persephone ve Hades ile ilgili kabartmayı özel olarak gösterdi. Ben de bu mitolojik efsanenin ve benzer kabartmaların Sicilya’da da çokça insanın karşısına çıktığını anlattım. Sicilya ve oradaki eski Yunan antik kent kalıntıları hakkında biraz daha konuştuk.

Hades Persephone‘yi kaçırır ve yer altı dünyasına götürür…
Bu sırada, güneş de tutulmuştur (yukarıda).
Persephone’nin kaçırılışı ve tutulmuş güneş
(Detay)

Efsaneyi çok kısaca özetlemeye çalışayım. Anadolu kültlerindeki tanrıça Kybele ile de sıkça ilişkilendirilen Demeter tarım, hasat, bereket ve bolluk tanrıçasıdır. Persephone, Demeter’in erkek kardeşi Zeus‘dan olma kızıdır. Bir gün, yer altı dünyasının tanrısı Hades Persephone’u çiçek toplarken görür ve âşık olur. Bu durumu kardeşi Zeus’a anlatır ve ondan aldığı izin ile Persephone’u kaçırıp, yer altı dünyasına götürür. Demeter kızını her yerde arar ama bulamaz. Hades’in kızını kaçırdığını öğrenince, tüm görevlerini ihmal eder. Tarım yapılamaz, hiçbir bitki büyümez, korkunç bir kıtlık olur ve insanlar ölmeye başlar. Felaketin son bulması için, Zeus kardeşi Hades’e Persephone’u annesine geri vermesini emreder. Ancak, Persephone yer altında birkaç nar tanesi yediği için, artık yeryüzünde sürekli yaşaması mümkün değildir. Her yıl ilkbaharda yerin üstüne çıkar. Bu zamanda annesi Demeter bitkilerin ve ekinlerin yeşermesine izin verir. Bolluk ve bereket olur. Sonbahar geldiğinde Persephone kocası Hades’in yanına dönmek zorundadır. Onun yokluğunda tohumlar yeşermez, hasat yapılamaz. Böylece, Yunan mitolojisinde mevsimsel döngü de açıklanmış olur.

Çıkarılan diğer kabartmalardan birkaçı

Tiyatrodan çıkan alınlıktaki figürler gerçekten çok güzeldi. Atlı savaş arabasına binmiş Demeter, Hades’in Persephone’u kaçırışı çok açık seçik görülebiliyordu. Bu efsane ile ilk karşılaşmam küçük yaşlarda, Roma‘daki Galleria Borghese‘de gördüğüm ve çok etkilendiğim, Gian Lorenzo Bernini‘nin (1598-1680) heykeli ile olmuştur. Persephone’nun, Latince adı Proserpina olarak anıldığı (heykelin adı Proserpina’nın Tecavüzü olarak geçer) bu heykeldeki usta işçiliğe bir çocuk olarak bile hayran olmuştum. Babam ile defalarca gittiğim Galleria Borghese’de her seferinde bu heykelin bulunduğu salona koşturarak gider ve Persephone’un yüzündeki dehşet ifadesine ve Hades’in güçlü parmaklarının kızın etine gömülmesine büyülenmişçesine bakardım. Öylesine gerçektir ki o parmakların gömülüşü, bir süre sonra insan o bedenin mermerden yapılma olduğunu unutur…

Agora ve dükkanlar

Parion antik kentinin merkezi olduğu belirtilen ve tiyatro, hamam ve odeonun bulunduğu bölgede, tahmin edilebileceği gibi, agora ve dükkanlar da yer alıyor. Ancak, verilen bilgilerde, buranın da yapımından sonra epeyce tahrip edildiği ve değişikliğe uğradığı belirtiliyor. Buluntulardan şu ana kadar varılan sonuç, buranın M.S. 2. yüzyıl sonuyla M.S. 4. yüzyıl başları arası bir zamanda yapıldığı yönünde. Sonradan, M.S. 5 ile 7. yüzyıllar arasında eklemeler yapılmış. Bölgede bulunan sikkelerden agora ve dükkanların M.S. 11-12. yüzyıllara kadar kullanıldıkları anlaşılmış.

Odeon
Kazı alanı olduğu için yakınına gidemediğimiz odeonun
bilgi tabelasından fotoğraflar. Çalışma yapan
Prof. Dr. Cevat Başaran ve buluntular

Pareon’da odeonu açık seçik görebilmek güzel bir sürprizdi. Kazı alanı olduğu için yakınına gitmemiz mümkün olmadı. Uzaktan bakabildik. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen odeon, ilk olarak 2009 yılında yüzey kalıntılarını inceleyen Prof. Dr. Cevat Başaran tarafından tespit edilmiş. Başlangıçta buranın bir stadyum olduğu düşünülse de 2010 yılında kazılar ilerledikçe ortaya çıkan cavea bölümünün kavisi sonucunda odeon olduğu anlaşılmış. Yapılan hesaplamalara göre buranın 950-1050 kişilik bir oturma kapasitesi olduğu tahmin ediliyor. Bir yangın geçirdiği anlaşılan sahne kısmında bir Artemis ya da Roma mitolojisindeki adıyla Diana heykeli parçalarına ve başka heykel parçalarına rastlanmış.

Yamaç Hamamı
Kent surlarından bir bölüm

Antik kentte son olarak, bir yamaçta yer alması nedeniyle bu şekilde anılan, Yamaç Hamamı tarafına yürüdük. Yapılan çalışmalar sonucu bir Roma dönemi hamamı olduğu saptanan yapının başlıca üç evre geçirmiş olduğu belirtiliyor. İlk evre, M.S. 1. yüzyıl olarak saptanmış. Bundan sonraki ikinci evrede (M.S. 3. ile 4. yüzyılın başları) çok yoğun olarak kullanılmış. Son olarak, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda eklemeler yapılmış ve kullanılmış. Çalışmaların devam ettiği yapıda su havuzları, su deposu, su boruları ve temiz su hattının parçası olan künklere rastlanmış.

Dönüş yolunda…
Kemer Balıkçı Barınağı
Kemer Köyü

Hava çok sıcak olmasına rağmen, Parion antik kentinden çok memnun ayrıldık. Büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir antik kenti gezmekten daha farklı bir heyecan yaşadık. Deniz kenarında, çok hoş bir konumu da olan kentte çalışmaların sürmesini ve gelecek yıllarda bir çekim merkezi olmasını diliyorum.

Yine Yeniden Çanakkale (2): Alexandria Troas ve Neandria

Nar Konak’ın sessiz ve sakin ortamında lezzetli bir kahvaltı yaptıktan sonra yola çıktık. Bir sonraki konaklama yerimiz olan Çanakkale’ye gitmeden önce iki antik kenti daha görmek istiyorduk: Alexandria Troas ve Neandria. Aslında konum olarak Assos bir başka antik ören yeri olan Chryse antik kentine çok yakın. Yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan Gürpınar köyündeki Chryse’nin Apollon Smintheion Tapınağı’ını Çanakkale’ye bir önceki gidişimizde görmüştük. Buradan Troia ile ilgili yazımda söz etmiştim. (Dilerseniz, link aracılığı ile okuyabilirsiniz). O zaman, vakit kalmadığı için, çok yaklaşmamıza rağmen Assos’a gitmemiştik.

Çanakkale Troia Müzesi‘nde sergilenen Alexandria Troas buluntuları
Figürün Başları
M.Ö. 3. yy. (Helenistik Dönem)
Alexandria Troas buluntuları
Çanakkale Troia Müzesi

Tarih boyunca birçok uygarlığın kurulup yıkıldığı bir coğrafyada böyle olmasının doğal olduğunu düşünsek de, Alexandria Troas’ın büyük bölümünün zeytinliklerin, tarlaların ve çalılıkların altında kaldığını görmek insanı üzüyor. Ülkemizde büyük olasılıkla bastığımız hemen hemen her yerin ve yerleşim alanlarının önemli bir kısmının altı tarihi zenginliklerle dolu. Bunların bazıları için, az da olsa, çözümler üretilebiliyor. Ama, Alexandria Troas gibi, belki yüzyıllardır ekilip biçilen tarım arazileri için sahiplerini tatmin edecek bir çözüm bulmak zor olsa gerek. Mecburen, geride kalan ya da görünür olan az sayıda eser ile yetinme durumu söz konusu sanırım şu anda. Bu zor şartlara karşın, Alexandria Troas’da kazılar 2011 yılından beri Ankara Üniversitesi tarafından yürütülüyormuş.

Bronz Heykel Eli
M.Ö. 1.yy (Roma Dönemi)
Alexandria Troas buluntusu
Çanakkale Troia Müzesi

Alexandria Troas antik kenti, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı olan Dalyan köyünün sınırları içerisinde bulunuyor. İzleyeceğiniz rotaya bağlı olarak, Assos’a yaklaşık 50 dakika ile bir saat arası bir uzaklıkta. Ancak, yukarıda belirtiğim  şartlar nedeniyle Alexandria Troas’a gittiğiniz zaman öyle derli toplu bir antik kent ile karşılaşmayı beklemeyin. Kent sadece bitki örtüsü altında kalmamış, bir de araba yolu nedeniyle ikiye bölünmüş. Bu nedenle, bazı kalıntılar yolun solunda, bazıları sağında, ağaç ve makilerin arasına saklanmış durumda.

Kent, M.Ö. 310 yılında Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından, Antigoia ismiyle  kurulmuş. İskender’in ölümünden sonra, yine onun komutanlarından Lysimachos tarafından bu isim değiştirilerek, İskender’in Troas’daki kenti anlamına gelen Alexandria Troas adını almış. Yapılan çalışmalar sonucu kentin bir zamanlar 8 kilometre uzunluğunda surlarla çevrili olduğu sonucuna varılmış. Kentin ilk kuruluşunda buraya, o dönemde çok gelişmiş ve nüfuzlu bir kent olan Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilerek büyük bir metropol yaratılmış. Limanı olması nedeniyle, kent kısa bir sürede çok güçlenmiş ve zenginleşmiş. O dönemde kuzeybatı Anadolu’nun en önemli ticaret merkezi haline gelen bu limanın kalıntılarını günümüzde biraz ilerideki Dalyan köyünün sahilinde görmek mümkün.

Podyumlu Tapınak
Alexandria Troas

Alexandria Troas özellikle Roma döneminde çok gelişmiş ve M.Ö. 188 tarihinde özgür ve özerk şehir staüsünü kazanmış. Çeşitli kaynaklarda bir dönem şehrin nüfusunun 100.000’ne ulaştığı belirtiliyor. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (M.S. 117-138) kentte büyük bir imar hareketi başlamış ve o zamanın en zengin kişilerinden Atinalı Herodes Atticus’un katkıları ile, Kaz Dağları’ndan su getiren bir su yolu ve kemeri ile birlikte, günümüzde çok az bir bölümü ayakta olan, büyük bir hamam inşa edilmiş. Herodes Atticus Hamamı olarak anılan bu hamamın yanına aynı zamanda bir de gymnasium yapılmış.

Forum Çeşmesi
Geriye maalesef bir tek yuvarlak kaidesi kalmış

Alexandria Troas’ın, erken Hristiyanlık döneminde de önemli bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. Bir önceki yazımda Assos’u ziyaret ettiğini belirttiğim Aziz Paulus deniz yoluyla gittiği Makedonya yolculuğuna buradan çıkmış.Yola çıkmadan önce, bir hafta kaldığı bu kentte vaazlar vermiş ve taraftar toplamış. Bu sebeple, Hristiyanlar için Alexandria Troas bir hac merkezi haline gelmiş. Kayıtlarda, M.S. 4. ve 5. yüzyıllar arasında üç yerel piskopos adına rastlanması, kentin bir zamanlar Hristiyanlık açısından önemli bir merkez olmasının kanıtı olarak görülüyor.

Tarih boyunca yoğun bir talana maruz kalan kentin
tapınağından geriye kalan sütunlar

Antik kentin denize yakın konumu, yerleşim yeri olmaktan çıktıktan sonra yoğun bir şekilde yağmalanmasını kolaylaştırmış. Taşları başka inşaatlarda kullanıldığı için kent adeta bir taş yığını haline gelmiş. 14. yüzyılda Troas bölgesine Karasioğulları yerleşmiş. 1336 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş. Bu dönemde de kentin taşları inşaatlar için kullanılmaya devam edilmiş. Sütunları İstanbul’un bazı camilerinde kullanılmış.

Büyük olasılıkla tapınağa ait süslemeler

Alexandria Troas’ın günümüze ulaşmış kalıntılarını gezmeye tapınaktan başladık. Yol kenarında, Dalyan yönüne giderken sol kolda kalan tapınağın hangi tanrı veya tanrıçaya adandığı konusunda ulaşabildiğim kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlayamadım. Bu konuda, tapınak çevresindeki açıklama tabelalarında da bir bilgi yoktu. Forum alanının ortasında yer aldığı belirtilen yapı, Podyumlu Tapınak olarak adlandırılmış. Temelinin 8 metre derine gittiği, 16,60 metre genişliği ve 23,65 metre uzunluğu olduğu belirtilen tapınak, İmparator Augustus dönemine (M.Ö. 27- M.S. 14) tarihlenmiş. Tapınağın yanındaki sundurmanın altında bu yapıya ait güzel süslemeleri, ayrıca açık alanda yere yatırılmış bazı sütunları görebilirsiniz. Podyumlu Tapınak ile odeon arasında kalan alanda Forum Çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşme olduğu belirtiliyor. M.S. 2. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı yazılan bu çeşmeden de geriye bir tek yuvarlak kaidesi kalmış. Bu bölge forum alanı olduğu için, çevresinde kentin sivil yönetim binalarının kalıntıları da var.

Forum alanındaki yapı kalıntıları
Korumaya alınmış bir yazıt

Kentin görülebilecek yerleri arasında bulunan Herodes Atticus Hamamı’nı görmek için geldiğimiz yöne doğru, araba ile birkaç yüz metre geriye gitmemiz gerekti. Hamamdan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez ama, ayakta kalabilmiş ve çelik iskeleler ile desteklenmeye çalışılmış kemerler, bir zamanlar yapının ne kadar görkemli olduğunu hissettiriyorlar. Açıklamalarda, M.S. 135 yılında inşa edildiği düşünülen hamamın Anadolu’da bilinen en büyük hamamlardan birisi olduğu yazılmış. Hamam ve yanındaki gymnasium büyük ölçüde 1809-1810 kışında yaşanan deprem sırasında yıkılmış. O nedenle, yapının özellikleri hakkında bilgi edinmek için 18. ve 19. yüzyıllarda buralara gelen gezginlerin eserlerinden yararlanılmış. Hamam çevresini gezdiğimiz sırada, iki görevli burada ilaçlama yapıyordu. Kendi ifadelerine göre, yaz mevsimi ile birlikte gelecek ziyaretçi sayısında beklenen artış nedeniyle bu işlem gerçekleştiriliyormuş.

Herodes Atticus Hamamı ve yanındaki gymnasium‘dan geriye kalanlar

Yolun karşısında, yine yeşilliklerin arasında, bir de anıtsal çeşme, nymphaion, kalıntısı var. M.S. 2. yüzyılın ortasında yapılan çeşmelerle aynı özellikleri taşıdığı ve yarım daire şeklinde olduğu ifade edilen nymphaion’dan da geriye pek bir şey kalmamış.

Anıtsal Çeşme
Nymphaion

Zamanımız kısıtlı olduğu için biz, kentin en yüksek noktasında olduğu belirtilen tiyatroya gitmedik. Belirtildiğine göre buradan, kent manzarası dışında, Çığrı Dağı’nın tepesindeki Neandria, Midilli Adası, Bozcaada ve Çanakkale Boğazı da görülebiliyormuş. Ayrıca, 21. yüzyılın başında Alman arkeologların yaptıkları kazılar sonucu M.Ö. 100 civarında yapılmış olabilecek bir stadyum bulunduğundan da söz ediliyor.

Alexandria Troas’ın antik liman kalıntılarını Dalyan köyünün
sahilinde görmeniz mümkün

Bu bölgede görebileceğimiz kalıntılardan sonra sahildeki Dalyan köyüne doğru yola çıktık. Köye vardığımızda epeyce şiddetli esen, rüzgarlı bir hava ile karşılaştık. Deniz de çok çırpıntılı idi. Biraz sorduktan sonra, Alexandria Troas’ın büyük ölçüde suyun içinde kalmış liman kalıntılarını görmek için sahil boyunca yürüdük. Kumdan fışkıran bitki ve çiçekler çok güzeldi. Bir süre sonra kumsalda kıyıya paralel uzanan duvar kalıntılarını ve suyun içinde de, dalgaların dövdüğü sütunları gördük.

Suyun içinde kalmış liman kalıntıları

Alexandria Troas’ın antik limanının bulunduğu Dalyan köyünde ilginç bir doğa oluşumu da görmek mümkün. Suyun içindeki sütunların karşısında, çok yüksek olmayan bir kumul tepesinin ardında, Kalpli Göl olarak bilinen küçük bir göl yer alıyor. Bu isim ile bilinmesinin iki nedeni var. Birincisi, şeklinin bir kalbe benzemesi, ikincisi ise, yılın belli zamanında suyun pembe ya da kırmızı  bir renk alması. Bunun sebebi olarak, sıcaklık ve tuzun arttığı dönemlerde dunaliella salina (su yosunları) olarak bilinen mikroskobik bitkisel canlıların fazlaca üremesi gösteriliyor. Söz konusu renk değişikliği özellikle eylül ayında olurken, kasım ve aralık ayının bazı günlerinde de yaşanan sıcaklık değişiklikleri sonucu görülebiliyormuş. Uzmanlara göre, dünyanın farklı bölgelerinde buna benzer sekiz tane göl varmış.

Kalpli Göl‘ün yılın belli dönemlerinde görülen kırmızımsı hali
Kaynak: www.canakkaletravel.com
Fotoğraf: Cihan Kurnaz/Çanakkale
Baharda gittiğimiz için gölü renkli görmeyi beklemiyorduk zaten ama,
kuraklık nedeniyle gölün suyu da azalmıştı

Hava çok sıcak, güneş ise çok yakıcı idi. Buna karşın, planladığımız gibi, yakınlarda olduğunu düşündüğümüz Neandria antik kentine de gitmeye karar verdik. Navigasyon uygulamasından Neandria’yı bulduk ve yola koyulduk. Yollarda antik kenti gösteren hiçbir tabelaya rastlamadık. Uygulama bizi önce bir taş ocağına götürdü. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama, internette bu taş ocağının antik çağlarda da inşaatlar için kullanıldığı yazılıydı. Aklıma Sicilya’daki Selinunte antik kentinin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı tarihi taş ocakları ve Siracusa’da yine aynı amaç için kullanılan Grotta del Salnitro mağarası geldi. Ancak, burada öyle gezilecek ne bir tarihi taş ocağı ne de antik bir kent vardı. Doğal çimenlik bir alanda araba ile ilerledikten sonra, toprak yol da bitti. Mecburen geri döndük ve yakında görünen Koçali köyüne gittik. Sıcakta etrafta hiç kimseler yoktu. Köy kahvesinde oturan birkaç kişi gördük. Onlara sorduk. Önce yanlış geldiğimizi söyledikten sonra, bir süre kendi aralarında tartıştılar. Sonunda, içlerinde bu konuda daha bilgili görünen bir adamın ısrarı üzerine, bizi Kayacık köyüne yolladılar. Antik kente köyün içinden çıkılacağını söylediler.

Kayacık köyünü de bulmak çok kolay olmadı doğrusu. Ana yoldan köye doğru saparken üzerinde Neandria yazan bir tabela görünce ümitlendik. Ama, hem yazının çok silik olması hem de tabelanın renginin genelde antik ya da turistik yerleri yönlendirenler gibi kahverengi olmaması beni biraz şüphelendirdi. Köye vardığımızda etrafta bir tek insan yoktu. En yakın gölgeye doğru koşturan birkaç tavuk dışında hayvan da görünmüyordu ortalıkta. Güneşin en tepe noktaya ulaştığı saatlerin kavurucu sıcağında sanki köydeki tüm canlılar derin bir uykuya dalmışlardı. Köyün parke taşlı sokaklarında bir iki tur attık. Yoldan ve binaların duvarlarından alev topu gibi bir sıcaklık yansıyordu. Derken, 7-8 yaşlarında iki kız çocuğu gördük. Biz, antik kent falan diye derdimizi anlatmaya çalışırken, içlerinden birisi,

– Kaleyi mi arıyorsunuz siz? diye sordu.

Kentin surları olduğunu okumuştum.

– Evet, dedim.

Çocuk, biraz ileride, sağ tarafta göreceğimiz yokuştan yukarı doğru çıkmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür ettik ve söylediği tarafa yöneldik ama çocukların doğru yolu bilip bilmediklerinden de emin olamadık. Yolun başlangıç noktasında da Neandria ile ilgili hiçbir tabela yoktu. Tam o sırada genç bir adam belirdi. O da aynı tarifi yapınca, başladık araba ile tırmanmaya. Kıvrımlı ve asfalt yolda tahminimden daha uzun süre çıktık. Etrafta ne bir canlı ne de gelip geçen bir araba vardı.

Neandria, Alexandria Troas’tan aşağı yukarı 13 kilometre içeride, Çığrı Dağı’nın 500 metre yükseklikteki tepe noktasında kurulmuş bir kent.  Prof. Dr. Ekrem Akurgal’a göre, 1400 metre uzunluğunda ve 450 metre genişliğinde bir alanı kaplıyor. Kent, 1899 yılında, Alman arkeolog Robert Koldewey tarafından kazılmış. Kentin etrafına kalınlığı 3 metre, uzunluğu 3200 metre olan çokgen bir sur yapılmış. Kentin kuruluşu hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber, büyük olasılıkla M.Ö. 5. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bu varsayım, Neadnria’da bulunan ev kalıntılarına göre bu yapılarda en az 100 sene yaşandığı ve daha sonra, M.Ö. 310 yılında Alexandria Troas kurulduğu zaman, kentin tamamen terkedildiği bilgisine dayandırılıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Alexandria Troas kurulduğu zaman buraya, Neandria da dahil olmak üzere, 5 ayrı kentin halkı yerleştirilmiş.

Kent duvarları içinde bulunan, daha eski dönemlere (M.Ö. 6 yy.) ait ve daha kısa bir surun dağın en yüksek noktasındaki akropolü çevrelediği belirtiliyor. Akurgal’a göre, Neandria’daki en önemli yapıt, M.Ö. 600 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen tapınakmış. Zamanında sütunları tahtadan olan tapınağın Aeolik tarzda yapılmış sütun başlıkları günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. (Aeolis, antik çağda Batı Anadolu’nun kuzeyindeki bölgeye verilen isim. M.Ö. 1000 yılının başından itibaren, Yunanistan’dan göç eden Aeol halkı önce Midilli Adası’nda daha sonra Troas bölgesinde kentler kurmuşlar).

Çığrı Dağı’nı biraz endişe duyarak tırmandık. Bir süre sonra oldukça sağlam görünen kent duvarları ile karşılaştık. Yol da bu sırada bir düzlükte bitti. Arabayı park ettik. Sanırım, önce ben indim. Toprak göz alabildiğine doğal bir çim ile kaplıydı ve etrafta bol miktarda koyun pisliği vardı. Belli ki, köyün çobanı hayvanları otlamaları için buralara çıkarıyordu. Bunda yadırganacak bir durum yoktu. Ancak, hayatımda o güne kadar hiç deneyimlemediğimiz bir şeyi yaşamak için bir iki adım atmamız yetti. Toprağa bastığımız her adım ile birlikte yerden iri böcekler havalanıp, kimi zaman bacaklarımıza çarpmaya başladı. Kelimelerle anlatması zor, son derece rahatsız edici bir durumdu. Buna karşın, söylenerek de olsa, surlardaki bir açıklığa doğru yürümeye devam ettik. Kent surları bu noktada yıkılmış mıydı, yoksa burası kentin kapılarından birisiydi de çökmüş müydü, emin olamadım ama, zorlukla da olsa, taşların üstünden atlayarak, içeriye girdik.

Neandria kent surları

Her gidilen yer insana yeni bilgiler ve farklı deneyimler sunar. Pek çok şey öğrenilir. En azından benim için gezmek bu demektir. Elbette bu maceradan da öğrendiklerim oldu. Bunların ışığında size önerim şu olacaktır. Eğer devletimiz antik kent veya diğer ören yerleri ile ilgili yol tabelası koymamışsa, bir bildiği vardır. Bu demektir ki, gitmeseniz de olur…

Surların ötesi…

Ne kadar talan edilmiş ya da henüz yeteri kadar gün yüzüne çıkarılmamış olursa olsun, genel olarak bu tür yerlerde ilgimi çeken bir detay yakalarım. Neandria’da ise, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şey yoktu. Duvarı aştıktan sonra, yer yer kayaların yükseldiği bir düzlükten başka etrafta bir şey görünmüyordu. Belki kaya olarak görünenlerin bir kısmı eski yapı parçaları idi. Binlerce yıllık doğal aşınmalar sonucu doğa ile bütünleşmişlerdi. Bilemiyorum. Kent duvarları içerisinde de o tuhaf böcekler bizi rahat bırakmadı. Her adımda onlarcası adete yerden fışkırmaya ve sağa sola uçuşmaya devam etti. Biraz da bu nedenle, bir an önce oradan ayrılmaya karar verdik. Akurgal’ın kitabındaki çiziminde yer alan akropol ve tapınağın nerede olduklarına uzaktan bile bakmadan arabaya döndük.

Belki de bu taş yığını, elimdeki krokide yer alan yapılardan biriydi

Bu tuhaf deneyimin ardından, ancak akşam Çanakkale’de gittiğimiz Yalova restoranda kendimize geldik diyebilirim. Önceki gidişimizde olduğu gibi, birbirinden güzel mezeler eşliğinde günün yorgunluğunu attık. Buzlu rakı ile birlikte tuzlu sardalya, enginar fava, Atatürk (börülce, tahin ve çeşitli baharatlarla yapılıyormuş), salata ve barbunya balığı yedik. O gün gördüklerimizin yanında, ertesi gün gideceğimiz antik kenti konuştuk. Tüm gezimizin odak noktası olarak planladığımızı söyleyebileceğim o kenti bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Not: Bu yazıyı yazarken, sinema yönetmeni Reha Erdem’in 2023 yılında Koçali köyünde ve Neandria’da çektiği, Neandria isimli bir film olduğunu öğrendim. Merak ettim doğrusu…

“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum”: Çanakkale (3)

Biz her seferinde bu cümleyi okumakta zorlanırken, bir de böylesi bir emiri vermenin nasıl bir şey olduğunu düşünün… Ya böyle bir kararı almış ve insanları ölüme göndermiş olmanın yükünü bir ömür boyunca taşımak nasıldır sizce? İnsanın aklı ve yüreği bunu nasıl kaldırır? Böylesi bir emir herhalde ancak vatanınızı ölümüne savunuyorsanız verilebilir. 1915 Çanakkale Savaşları‘nda (17 Şubat 1915-9 Ocak 1916) olduğu gibi. Yedi cihan zamanın en ileri askeri silahları ile alevler saçarken ve sizden sayıca çok askerlerini üstünüze salarken, vatanınızı savunmak konusunda kararlıysanız yapabılabilir sanırım. Sanırım diyorum çünkü, Gelibolu Yarımadası‘nı gezerken ne kadar yüreğimiz sıkışsa da, ne kadar etkilensek de, bunca zaman sonra bile tarihin en kanlı savaşları arasında anılan o günleri tam olarak kavramak mümkün değil gibime geliyor. İnsan olsa olsa bir dehşet, şükran ve hayranlık hissedebiliyor.

Çanakkale Şehitler Abidesi

İnsanın bazı şeyleri algılaması için belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olması gerekiyor. Çanakkale Savaşları’nı orta okul ve lisede defalarca okumuşuzdur. Zamanın siyah beyaz televizyonlarında bir o kadar anma günleri ve çok bozuk kaliteli, Çanakkale Savaşı sırasında çekilmiş fotoğraf ve filmleri görmüşüzdür. Bunları, itiraf edelim, epeyce sıkılarak, önemini algılayamadan izlemişizdir. Hatta o akşam için normal program akışından vaz geçilip, bunların gösteriliyor olmasına için için içerlemişizdir de. O günlerde takınılan matem havası bize ağır gelmiş, bizi boğmuştur. Hiç unutmam, lisedeyken edebiyat dersinde Mehmet Akif Ersoy‘un Çanakkale Şehitlerine şiirini işliyorduk. Savaşın tüm dehşetini ve ağırlığını anlatan bu şiiri öğretmenimiz okuduğu sırada bir arkadaşımız, o yaşların ergen duyarsızlığı ile, kıkırdayarak gülmüştü. Öğretmenimiz çok kızmış, utanmamız gerektiğini söylemişti. Dersin tadı tuzu kaçmış, dakikalarca azar işitmiştik. Aynı şiirden dört mısrayı şimdi Çanakkale Şehitler Abidesi‘nde okuyunca boğazım düğümlendi…

Ey Bu Topraklar İçin Toprağa Düşmüş Asker!
Gökten Ecdad İnerek Öpse O Pak Alnı Değer
Sana Dar Gelmeyecek Makberi Kimler Kazsın?
Gömelim Gel Seni Tarihe Desem Sığmazsın

Günümüzün gelişmiş teknolojik olanakları, ileri müzecilik yöntemleri ve kaliteli programları ile Çanakkale Savaşları’nın genç kuşaklara daha iyi ve profesyonelce aktarılabildiğini düşünüyorum. Gelibolu yarımadasındaki tarihi alanları gezerken gördüğüm çok sayıda genç bana bunu düşündürdü ve beni sevindirdi. Bu anlamda, bir önceki yazımda belirttiğim Çanakkale Savaşları Tanıtım Merkezi ve Çanakkale Deniz Müzesi özel olarak takdir edilmeyi hak ediyorlar. Ayrıca, savaş alanları ve şehitliklerdeki düzenlemeler ve bakım çok memnuniyet verici. Diliyorum aynı özen, başta Afyonkarahisar‘daki Büyük Taaruz alanları olmak üzere, Kurtuluş Savaşı‘nın verildiği tüm mekanlar için de gösterilsin.

Çanakkale gezimizin bir gününü Gelibolu Yarımadası’ndaki şehitlik ve savaş alanlarını görmeye ayırdık. Nisan ayından beklenmeyecek kadar sıcak bir günde, gezebildiğimiz kadar gezdik. Yüreğimi derin bir hüzün ve ağırlık kapladı. Öte yandan, bir umut da yeşermedi değil. Günün sonunda, “Tüm bunlar boşa mı gitti?” diye karamsarlığa kapılmaktansa, “Bunu başaranların torunları neleri başarmaz ki?” dedim kendime. Yeter ki, her türden düşmana karşı birlik olunsun…

Kendilerini Müttefik Devletler olarak adlandıran İtilaf Devletleri‘nin Gelibolu’ya saldırmalarının birkaç amacı vardı. Bunlar, İstanbul’u ele geçirmek, Osmanlı Devleti‘ni savaşın dışında bırakmak, bu arada Avusturya-Macaristan‘a karşı bir cephe açmak ve o sıralar henüz I. Dünya Savaşı‘ından çekilmemiş olan müttefikleri Rusyaya Akdenizden bir ikmal yolu açabilmekti. Bu müthiş planın beyni ise, o sıralar Deniz Kuvvetleri Bakanı (First Lord of the Admiralty) olan Winston Churchill idi. Churchill’in inancı, deniz yoluyla yapılacak birkaç bombardımandan sonra Türklerin mevzileri bırakıp kaçacakları yönündeydi. Evdeki hesap çarşıya uymadı. On ay, üç hafta, iki gün süren savaşların sonunda, Müttefik Birlikler‘i çekilmek zorunda kaldılar. Bu yenilginin sonucu Churchill için de ağır oldu. İstifa etmek zorunda kaldı ve bir daha siyasete ancak on dört yıl sonra, 1939’da dönebildi.

5. Kolordu Komutanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın
Savaş İdare Merkezi Anıtı

Uzmanlar Çanakkale Savaşları’nı dört aşamaya ayırıyorlar. 1915 yılının başlarında başlayıp 18 Mart 1915‘te en şiddetli noktasına ulaşan birinci aşama, deniz harekatı olarak gerçekleşiyor. Bu harekat, bildiğiniz gibi, saldıranlar için başarısızlıkla sonuçlanıyor. 25 Nisan‘da başlayan ikinci aşamada, İngiliz ve Fransız birlikleri Seddülbahir‘e, Avusturalya ve Yeni Zelanda (Anzak) birlikleri Arıburnu‘na,ya da daha sonra resmi olarak verilen adıyla, Anzak Koyu‘na çıkarma yapıyorlar. Düşman, ağır kayıplara rağmen, Seddülbahir’de 5 Haziran‘a kadar geçen sürede bir miktar ilerleme sağlıyor. Ama Anzak Koyu’ndaki çıkartma, hem karşılaşılan beklenmedik derecede güçlü savunma hem de çıkarma yapılan noktanın çok dik olması nedeniyle, çok ağır kayıplar ve ancak bir kilometrelik bir ilerleme ile sonuçlanıyor. 6 Ağustos‘ta başlayan üçüncü aşamada, diğer noktalarda savaş devam ederken, Anzak kuvvetleri Arıburnu’nun kuzeyindeki Anafartalar (Suvla) koyuna çıkartma yapıyor. Önce bir ilerleme sağlıyorlar gibi olsa da, daha sonra savaş karşılıklı kazılan siperlerde aylar boyunca sürüyor. Bu arada, aşırı sıcaklar şartları her iki taraf için de zorlaştırıyor. Doğal koşullara ek olarak, Türk tarafında sürekli malzeme, teçhizat ve en önemlisi gıda yokluğu savaşı daha da ağırlaştırıyor. Bizim askerlerimizin günde bir öğün, o da çorba ya da hoşaf şeklinde olan gıdalarının yanında düşman kuvvetlerinin koşullarını anlamak için, Çanakkale Deniz Müzesi‘inde sergilenen Anzak askerlerine ait konserve ve içecekleri görmeniz yeterli. Dördüncü aşama, Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anlayan düşman kuvvetlerinin çekilmesi. Müttefik Birlikler Gelibolu Yarımadası’nı iki aşamada terk ediyorlar. 19-20 Aralık gecesi Anafartalar (Suvla) ve Arıburnu’nu (Anzak Koyu), 8-9 Ocak gecesi de Seddülbahir’i terk ediyorlar. Ne acıdır ki, kazandığımız bu büyük zafere rağmen, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya ile birlikte yenik sayıldığımız için, iki yıl sonra, 1918’in sonunda, İngiliz Ordusu tek kurşun atmadan buralara geri dönüyor…

Mecidiye Tabyası Şehitler Anıtı
Mecidiye Tabyası

Aklınız Çanakkale Savaşları ile dopdolu, Gelibolu Yarımadası’nda gezerken, insan gerçekten bastığı her karış toprağın altında, Türk olsun karşı taraftan olsun, birisinin yattığını düşünüyor. Ürperiyorsunuz. Aylar boyunca süren savaşta, özellikle savaşın siperlerde kilitlendiği sıcak havalarda, gömülemeyen cesetlerin yaydığı yoğun ve ağır kokudan söz ediliyor. Her türlü zor koşula bir de bunu eklemek gerek. Düşünün ki İngilizler, savaş alanlarında kalan çoğu asker cesetlerini ancak 1918’de geri döndükleri zaman gömebiliyorlar. Cesetlerden arta kalanları demek daha doğru olur herhalde. Bizim şehitliklerimizin çoğunun gerçek olmayıp, temsili olduklarını düşünürsek, benzer şekilde bizim şehitlerimizin de çoğunun bedenlerinin doğal koşullarda yok olduğunu, toprağa karıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mecidiye Tabyası’ndaki top atışı canlandırmasında mermileri taşıyan
Seyit Onbaşı‘ya da yer verilmiş

Askeri kaynaklar, kamuoyunda Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenler konusunda 250.000 gibi çok abartılı sayılardan söz edildiğini ve bunun doğru olmadığını belirtiyorlar. Bunun nedeni olarak olası bir yanlış anlamaya işaret ediliyor. Çeşitli kaynaklarda 214.000 ile 253.000 arası olarak gösterilen sayının aslında kayıp sayısını ifade ettiği belirtiliyor. Konunun uzmanı olmayan kimi köşe yazarları tarafından bu sayı bazı gazetelerde çeşitli zamanlarda şehit sayısı olarak açıklanmış. Oysa, askeri terminolojide kayıp, ya da eski ifade ile zayiat, sadece şehit olanları değil, yaralanan, hastalanan, esir düşen, kaybolan, kaçan, sakat kalan ve bu nedenle savaşamayan herkesi kapsıyor. Aslında, Genel Kurmay Başkanlığı dahil olmak üzere, çeşitli askeri kaynaklar ve asker kökenli yazarların araştırmalarında belirtilen sayılar da birebir birbirini tutmuyor. Bunun, zamanın şartları nedeniyle, kesin bilgi bulunamamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çimenlik Kalesi’ndeki Deniz Müzesi’nin verilerine göre, Çanakkale Savaşları sırasında biz 213.882 kayıp vermişiz. Şehit sayısı olarak verilen rakam ise, 59.000 civarında. Britanya Kuvvetleri ve Fransızların kayıpları sırasıyla 205.000 ve 47.000 olmuş. Britanya verilerine göre, 10 ayda Britanya askerlerinden 36.000’den fazlası ölmüş. Fransız askerlerinden ise yaklaşık 15.000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor.

Çanakkale Savaşı sırasında top mermileri taşıyan Seyit Onbaşı (üstte) ve Seyit Onbaşı Anıtı (altta)

Biz, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını gezmeye Mecidiye Tabyası‘ndan başladık. 8 sığınak (bonet) ve 6 top alanı bulunan Mecidiye Tabyası, 1892 yılında Asaf Paşa tarafından yaptırılmış. Konum olarak, Kilitbahir Kalesi‘nin güneyinde, bir tepede bulunuyor. 18 Mart 1915 tarihindeki deniz savaşı sırasında düşman donanması tarafından yoğun bir şekilde bombalanmış ve burada 16 er şehit olmuş. Buna karşın, tabyadan yapılan atışlar da deniz zaferinin kazanılmasında büyük rol oynamış. Ölenlerin anısına bir anıt var. Mecidiye Tabyası aynı zamanda, adı destanlaşarak günümüze ulaşmış olan Seyit Onbaşı‘nın savaştığı yer. Seyit Onbaşı (1889-1939) savaş sırasında net ağırlığı 215 kilo olan top mermilerini tek başına toplara taşıması ile ünlü. Bu noktada Seyit Onbaşı’nın bir heykeli dikilmiş. Heykeldeki canlandırmada Seyit Onbaşı’nın top mermisini fotoğraflarındaki gibi arkasında değil de, kucağında taşıması tartışmalara neden olunca, bir ara kaldırılmış. Daha sonra yeniden yerine konmuş. Mecidiye Tabyasına yerleştirilmiş olan raylar, top ve çevresindeki canlandırma insanın, buradan yapılan atışları gözünde canlandırmasına yardımcı oluyor.

Soğanlıdere Şehitliği (Temsili Şehitlik)
Soğanlıdere’de gerçek şehit mezarları

Gelibolu Tarihi Milli Parkı‘nda ellinin üzerinde şehitlik bulunuyor. Bunların birkaç tanesi gerçek şehitlikler. Çoğu temsili şehitlikler. Gerçek şehitliklerin içinde ise, hastane şehitlikleri çoğunlukta. Buralar, yaralıların tedavi gördüğü sahra hastanelerinde veya sargı yeri olarak tabir edilen yerlerde tedavi edilen yaralılardan vefat ederek şehit olanların mezarlarının bulunduğu yerler. Gezdiğimiz şehitlikler içinde Soğanlıdere Şehitliği ve Şahindere Şehitliği böyle gerçek mezarların bulunduğu şehitliklerdi. Her ikisinde de benzer birer anıt vardı. Ay ve yıldız şeklinde yapılmış anıtıların yıldız bölümünden yükselen üçgen prizmaların şehitlerin Allah’a yükselişini temsil ettiği belirtiliyor. Soğanlıdere Şehitliği’ndeki gerçek kabristan (Şüheda Kabristanı) anıtın yan tarafında ve biraz altında bulunuyor. Şahindere’de ise, yukarıya doğru, anıtın arkasına yürümeniz gerekiyor. Bu gerçek kabristanlar benim yüreğimi bir başka türlü yaktı. Kimi taşlarla çevrilmiş, kiminin sadece baş tarafına bir taş saplanmış. Neyse ki bu mezarlara dokunulmamış. Oldukları gibi korunmuş. Ülkemizde restorasyon adına yapılan faciaları bilince, insan yapılabilecekleri düşünerek korkuyor. Sadece ortalarına veya üstlerine çiçekler ekilmiş. Çok da güzel olmuş. Ziyaretimiz sırasında Soğanlıdere’de çiçek ekimi devam ediyordu. Genel olarak Gelibolu Yarımadası’nda gittiğimiz şehitliklerin hepsinde askerlerin geldikleri yerlerin çeşitliliği beni hem şaşırttı hem de etkiledi. Çanakkale Savaşı’nda gerçekten de imparatorluğun her yerinden gelen insanlar savaşmışlar. Anadolu’nun dört bir köşesinin dışında gözüme çarpan yerlerden bazıları şunlar oldu: Şam, Hama, Bağdat, Varna, Filibe, Filistin, Tiflis, Batum, Priştine, Midilli, Drama, İşkodra, Sakız, Bosna, Köstence, Rakka, Debre, Selanik, Kudüs, Silistre, Kerkük, Tebriz.

Şahindere Şehitliği (Temsili Şehitlik)
Şahindere’de gerçek şehit mezarları
Bu şehit mezarı bana Nazım’ın şiirini anımsattı…

Gelibolu Yarımadası’na her giden, ziyaret edeceği anıt ve şehitlikleri farklı kriterlere ve kendi ilgi alanına göre belirleyebilir. Ancak, şüphesiz her ziyaretçinin gittiği ortak bir yer var: Çanakkale Şehitler Abidesi. Bu görkemli abide Seddülbahir’de, Eski Hisarlık Burnu üzerinde bulunuyor. Abidenin temeli 1954’te atılmış ve 21 Ağustos 1960’ta ziyarete açılmış. Dört ayak üzerinde yükselen anıtın üstünde savaşı yansıtan rölyefler var. Anıt, açılan yarışmada 37 proje arasından seçilmiş. Eser, Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Feridun Kip tarafından tasarlanmış. Mimar Doğan Erginbaş’ın ifadesiyle abide, “Tüm coğrafyalardan gelen şehitlerimizin toplu bir şekilde göğe yükselişini” temsil ediyor. Görkemli, sade ve etkileyici. Anıtın kendi yüksekliği 42 metre. Denizden yüksekliği ise 92 metre. Çocukken, bir ara evde anıtın ayaklarının çatladığından söz edildiğini hatırlıyorum ama, bu konuda bir yazı bulamadım. Olduysa da, herhalde gerekli tamir ve bakım yapıldı. Şu anda anıt ve çevresi çok bakımlı bir park görünümünde. Anıta sırtınızı döndüğünüz zaman, tam karşınızda, Çanakkale Savaşları’nı temsil eden, 45 metre uzunluğunda bir rölyef var. Eser, heykeltıraş Azmi Sekbana ait. Rölyefin arka tarafında ise, 2007 yılında ziyarete açılan sembolik şehitlik var. Burada, Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşenlerden bugüne kadar isimleri tesbit edilebilen 59.408 şehidin, illere göre gruplanmış temsili mezarları bulunuyor.

Çanakkale Şehitler Abidesi Şehitliği
Çanakkale Savaşları’nı temsil eden rölyef
heykeltıraş Azmi Sekbannın eseri

Sembolik şehitliğin girişinde, rölyefin arkasında, bir meçhul asker mezarı var. Ama, bu sıradan bir meçhul asker mezarı veya anıtı değil. Arıburnu’ndaki çatışmalar sonrasında, bir Anzak askeri bir Türk askerine ait kafatasını yanında Avusturalya’ya götürmüş. Avusturalya hükümeti, 10 Mart 2003 tarihinde bu kafatasını Türkiye Devleti’ne teslim etmiş. 18 Mart 2003 tarihinde yapılan resmi törenle buraya gömülmüş.

Meçhul Asker Mezarı

Biliyorsunuz, son yıllarda tabuları yıkmak adına, Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün Çanakkale Savaşları’ndaki rolünü yok saymak bir moda haline geldi. Beklenen çevrelerin bu çabaları bir yana, bir de 2. Cumhuriyetçiler denilen grup da bu kervana katıldı. Atatürk’ün savaşın kaderini değiştiren kararlarını göz ardı ederek, aslında onun Çanakkale’de rolünün çok da önemli olmadığını yaymaya çalıştılar. Buna inanan inandı. Ancak, belgeler yalan söylemez ve “güneş balçıkla sıvanmaz”. Bu çevreler, Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünün bir resmi tarih söylencesi olduğunu tekrarlaya dursunlar. Diyelim ki, Türk belge ve kayıtlarına güvenmiyorlar, peki yabancı devlet adamı ve üst düzey askerlerin görüşleri? Onlar da mı bizim resmi tarihe hizmet ediyorlar? Sormak isterim. Örneğin, İngiliz askeri tarihçisi ve Çanakkale Savaşı sırasında Britanya Birlikleri komutanı General Sir Ian Hamilton‘ın en güvendiği yardımcısı, General Cecil Faber Aspinall-Oglander‘in sözleri.

Tek bir kumandan tarafından sarf edilen gayretin ayrı ayrı üç defa yalnız bir harbin yahut bütün harekât-ı harbiyenin neticesi üzerine değil, bir milletin mukadderatı üzerine bu derece müessir olduğu tarihte görülmemiştir”.

Cümle Oglander tarafından, 1929 ve 1932 yıllarında iki cilt halinde yayınlanan, Military Operations, Gallipoli isimli eserinde yazılmış. Bu eser daha sonra, 1934 yılında, içinde Britanya Devleti’nin resmi ithafı ile birlikte, Ankara’daki Büyükelçi tarafından Atatürk’e takdim edilmiş.

Yarbay Mustafa Kemal Çanakkale’de

Yarbay Mustafa Kemal düşmanın, 18 Mart yenilgisinden sonra, Seddülbahir ve Kabatepe tarafından karaya çıkartma yapacağını düşünüyordu. Kendisinin bağlı olduğu Ordu Komutanı Liman von Sanders ise düşmanın Saros Körfezi yönünden geleceği konusunda ısrarlıydı. Mustafa Kemal haklı çıkmakla kalmadı, üst komutanlarından emir almadan, kendi insiyatifi ile harekete geçti ve emrindeki 57. Alayı kullanarak savaşın gidişatını değiştirdi. Henüz 33 yaşındaydı.

Atatürk’ün Çanakkale cephesinden arkadaşı Madam Corinne’e yazdığı,
20 Temmuz 1915 tarihli, Fransızca mektup
Kaynak: www.onedio.com

25 Nisan sabahı çıkarma başladığında Mustafa Kemal Bigalı köyünün doğusunda, Değirmenlik bölgesindeki karargahındaydı. Top seslerinden çıkarmanın kendi beklediği yönden başladığını anladı ve bir durum değerlendirmesi yaparak, Gelibolu’daki 3. Kolordu Komutanlığı’na düşmanın konumunu bildirdi ve yapılması gerekenler konusunda düşüncelerini ileten bir rapor gönderdi. Ancak, bu konuda bir emir beklemeden, kendi insiyatifi ile, emrindeki 57. Alayı alarak Kocaçimen mevkisine gitti. Yol iz olmayan, sarp bir rota izledikten sonra burada 57. Alayı dinlenmeye bıraktı. Kendisi, yanına birkaç yaverini alarak, yaya olarak Conkbayırı‘na gitti. Orada, düşman tarafından kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı. Sonrasını Mustafa Kemal, Falih Rıfkı Atay‘a şu şekilde anlatmış:

– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.

– Efendim düşman…

– Nerede düşman?

– İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Düşman bana askerlerimden daha yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere:

– Düşmandan kaçılmaz dedim.

– Cephanemiz kalmadı, dediler.

– Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim. Ve bağırarak,

– Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel Bataryası’nın erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldım. Erler yatınca, düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu andır.’

Bu duraklama sayesinde, 57. Alay Conkbayırı’na yetişmiş ve buraya yerleşmiş. Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emirine alan Mustafa Kemal, Tümen Komutanı olarak, 57. Alay’a o tarihe geçen emirini vermiş.

“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”

Çıkarmanın ilk gününden düşman kuvvetlerinin Gelibolu’dan ayrıldığı güne kadar görev yapan 57. Alay’ın temsili şehitliğinde 25 subay ve 1817 erin isimleri yazılı. Burası, Çanakkale Savaş Alanı’nda en çok ziyaret edilen şehitliklerden biri. Şehitliğin yakınındaki restore edilmiş, bize ait ve çok uzağında olmayan Anzak siperleri, burada aylarca yaşanan cehennemi de gözünüzde daha iyi canlandırmanızı sağlıyor. Bazı yerlerde 8-10 metre olan uzaklık insanı ürkütüyor. Biz siperleri gezerken, Anzak torunları da kendi dedelerinin mevzilendikleri siperleri geziyorlardı.

Conkbayırı Siperleri

14 Mayıs 1915 günü, İngilizler Bombasırtı olarak anılan yeri ele geçirmek için amansızca saldırmışlar. O dehşeti yine Atatürk’ün ağzından duyalım:

Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.’

Opet’in Tarihe Saygı Projesi kapsamında yaptırdığı Bombasırtı çarpışması canlandırmasında Türk mevzileri
(Yer: Eceabat feribot iskelesi yanı)

Atatürk daha sonra, I. Anafartalar ve II. Anafartalar Savaşları‘nda (9-10 Ağustos 1915 ve 21-22 Ağustos 1915) gösterdiği başarı ile Çanakkale Savaşları’na damgasını vurmuştur. Esasında, bu konuda fazla söze de gerek yok. Winston Churchill’in şu cümleleri yeter:

Şu anda mağlûbiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm. Daha düne kadar Çanakkale bizimdir diyordum çünkü bu savaşı kazanmak için askeri, parayı, cephaneyi, her şeyi hesaplamıştım. Hepsinde çok üstündük. Yalnız bir şeyi hesaba katmamışız… Mustafa Kemal’i… Bağrımda İngiliz gururu olmasa, Türkleri alnından öpmek, onları ayakta alkışlamak isterdim’’.

Aynı anıtta Anzak mevzileri canlandırması

Gelibolu Yarımadası’nda son olarak, Anzak Koyu’ndaki Arıburnu Anzak Mezarlığı‘na gittik. Mimarı Sir John Burnet olan mezarlık son derece sade ve güzeldi. Yarımada’daki diğer 30 tane Britanya Milletler Topluluğu’na ait mezarlık gibi burası da onların Savaş Mezarlıkları Komisyonu tarafından korunuyor ve bakımı yapılıyor. Tüm mezarlıklarda yatanların sadece 9000 tanesinin isimleri tesbit edilebilmiş. Arıburnu Anzak Mezarlığı’nda yatan askerler arasında İngiliz, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Seylanlı ve milliyeti tesbit edilemeyenler olmak üzere toplam 253 kişi yatıyor. Koyun biraz daha güneyindeki “Beach Mezarlığı”nda ise, yine aynı milletlerden 391 kişi yatıyor. Biz gittiğimiz sırada mezarlıkta bir tane yabancı çift vardı. Mezarlığın alt tarafında, denize karşı, sessizlikte oturuyorlardı. Önlerindeki kumsalda iki küçük çocukları oynuyordu. Dedelerinin 107 yıl önce çıktıkları kumsalda düşüncelere dalmışlardı. Bir gün önce, tüm Britanya Milletler Topluluğu ülkelerinde 25 Nisan Anzak Günü olarak kutlanmıştı. Büyük olasılıkla, bu çift de, gün boyu siper ve savaş alanlarında gördüğümüz Anzak torunları gibi, şafak ayinine katılmışlardı. Orta okul ve lise yıllarımızda iken, Anzaklar her sene Gelibolu’daki törenlere katılmak için kendileri gelirlerdi. Siyah beyaz televizyondaki görüntüleri hala gözümün önünde. Tekerlekli sandalyade olan bazılarının yanlarında hemşireler de olurdu.

Anzak Koyu

Mezarlığın girişinde, Atatürk’ün 1934 yılında kendi yazıp, Çanakkale’deki törende okuması için zamanın İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya‘ya verdiği satırlar da var. Ertesi gün, törende Şükrü Kaya’nın yaptığı bu konuşma, Britanya ve özellikle Avusturalya ve Yeni Zelanda basınında büyük yankı uyandırıyor. Daha sonra konuşmanın aslında Atatürk tarafından yazıldığı ortaya çıkıyor. Ondan sonra, Avusturalya ve Yeni Zelanda’da Anzakları anmak için yapılan bütün anıtlarda Atatürk’ün o dokunaklı ve erdemli cümleleri yer alıyor.

Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

(Söz konusu metin, değişik kaynaklarda ufak tefek farklılıklarla yayınlanmaktadır. Yukardaki paylaşım, Uluğ İğdemir‘in yazdığı ve Türk Tarih Kurumu yayını olan, Atatürk ve Anzaklar kitabının 1985 tarihli baskısından alınmıştır.)

Arıburnu Anzak Mezarlığı

Anzak Şehitliğinde de, bizim şehitliklerimizde olduğu gibi, bazı askerlerin çok küçük yaşta oldukları dikkatimi çekti. Bir mezar taşının dibinde, yakaya takılan gelincik şeklinde bir rozet gördüm ve aldım. Belli ki, bir gün önceki törene katılanlardan birisinin yakasından düşmüştü. Birleşik Krallık ve Milletler Topluluğu ülkelerinde yakaya gelincik takma geleneği, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir gelenek. Söylendiğine göre, savaş sırasında Fransa ve Belçika‘da toprak o kadar alt üst olmuş ve karışmış ki, toprakta henüz uyumakta olan bütün gelincik tohumlarından binlerce gelincik fışkırmış. Bu inanılmaz manzara, önce Birinci Dünya Savaşı’nda, sonra İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen tüm savaşlarda ölenleri sembolize etmek için kullanılır olmuş.

Ölenler bizim askerlerimiz olsun yabancı olsun, Gelibolu Yarımadası’ndaki savaş alanlarını ve şehitlikleri gezerken aynı üzüntüyü ve savaşa karşı aynı öfkeyi duydum. Ne yazık ki, insanoğlu hiç ders almıyor. İki Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce savaş oldu. Savaşlar devam ediyor. Hala masum insanlar ölüyor. Politikacılar ve silah sanayi patronları hala insanları kandırıyor…

Biz yine de, John Lennon gibi, insanların barış içinde yaşayacakları bir dünya hayal etmeye devam edelim. Varsın bize hayalperest desinler…

Kent Sokaklarında: Çanakkale (2)

Çanakkale’de kaldığımız Kule Otel’in konumu hem büyük bir avantaj hem de aynı zamanda dezavantajdı. Bulunduğu noktanın en büyük artısı, neredeyse feribottan karaya ayak basar basmaz kendinizi otelde bulmanızdı. Otel, iskele çıkışındaki büyük meydana bakıyordu. Şehir içinde gezilecek yerlerin pek çoğuna da çok yakındı. Öte yandan, merkezi bir yerde olması nedeniyle, neredeyse sabaha kadar süren bir gürültünün ortasındaydı. Sabah da erken saatte gürültü tekrar başlıyordu. Biz, kaldığımız dört gece boyunca neredeyse yorgunluktan baygın uyuduğumuz için çok fazla dert etmedik ama, bu meydandan biraz daha uzak, örneğin kordon boyundaki veya daha içerideki sokaklarda olan oteller tercih edilebilir. Bir de, personelin iyi niyetli ve güler yüzlü hizmetine karşın, delinmiş çarşaflar, eğri takılmış prizler ve elinizde kalan sifon üniteleri gibi sorunlar vardı. Üç yıldızlı bir otelde beş yıldızlı bir konfor ve hizmet beklemiyorduk elbet. Ama, bu gibi durumlarda aklıma ister istemez İtalya geliyor.

Kule Otel‘deki odamızdan manzara.
Otel, Gestaş Feribot İskelesi‘ne çok yakın.

2016 yılında, İtalya‘nın Puglia bölgesindeki Alberobello köyüne gitmiştik. Burada, yörenin trullo (çoğulu trulli) adı verilen, ünlü konik çatılı birkaç evinden meydana gelen bir aile işletmesinde kalmıştık. Ailenin köyün içinde, hediyelik eşya sattıkları bir de dükkanları vardı. Kaldığımız trullo’nun ne kadar zevkle döşenmiş olduğunu, temizliğini ve benzeri şeyleri uzun uzun anlatmayacağım. Aile fertlerinin hepsinin belirli görevleri vardı. Kahvaltı her sabah evinize büyükanne tarafından getiriliyordu. O hanımın her sabah, tertemiz keten örtü serdiği masayı özenle hazırlamasını, keten peçetelerin, kullanılan tabak çanağın güzelliğini unutamam. Uzun yıllar önce, İstanbul’da da birkaç yıl oturmuş bir İtalyan ile günlük yaşam ve hizmet sektöründeki bu zevk farklılığını konuşmuştum. O bunu, İtalyanların toplum olarak Rönesans’ı yaşamış, bizim ise yaşamamış olmamıza bağlamıştı. İlginç gelmişti bana. “Sizde, iş görsün yeter anlayışı var. Estetik o kadar önemli değil,” demişti. Tam da bu elektrik prizi olayını örnek vermişti. “Sizde bir elektrikçi elektrik düğmesini ya da prizi duvara eğri takınca bundan rahatsız olmaz. İtalyan bir elektrikçi o işi asla öyle teslim etmez,” diye eklemişti. Haksız sayılmaz. Yaşantımızda karşılaştığımız pek çok durumda bu anlayış hakim bizim ülkemizde. Her neyse, lafı uzatmayalım ve biz konumuza dönelim.

Saat Kulesi

Gelmeden, bir günümüzü Çanakkale’nin içinde geçirmeye karar vermiştik. Kahvaltıdan sonra, otelin hemen yanı başındaki Saat Kulesi’nin sağ tarafından yürüyerek çarşı içine doğru yöneldik. Kulenin bir yanında Yalı Caddesi, diğer yanında Fetvane Sokak bulunuyor. Her iki yoldan da ilerlemek mümkün. Üzerindeki plakete göre, Saat Kulesi, Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirminci yılı kutlamaları çerçevesinde, 1895-1896 yılları arasında inşa edilmiş. Zaten, bildiğim kadarıyla, pek çok Anadolu kentindeki saat kulesi Abdülhamit dönemine aittir. Herkesin bir saate sahip olmadığı o dönemde saat kuleleri, kentler için büyük bir hizmet olsa gerek. Çanakkale’deki saat kulesi de, II. Abdülhamit’in emriyle, o sıralar Çanakkale mutasarrıfı olan Cemil Bey tarafından yaptırılmış. Çok sevimli bir görünümü var. Aynı plakette yazdığına göre, halk arasında saatin yapımı ile ilgili yaygın bir söylenti varmış. Buna göre saatin, tüccar ve İtalya Fahri Konsolosu Emilio Vitalis’in kente su getirilmesi için vasiyeti ile bıraktığı paradan artanlarla yapıldığına inanılıyormuş. Ancak, bu konuda resmi bir belge bulunamamış.

Yalı Caddesi
Çanakkale’nin Çarşı bölgesi elden geçirilmeyi bekleyen
tarihi binalarla dolu.

Çanakkale, aydınlık fikirli, aydınlık yüzlü, uygar insanların yaşadığı bir şehir. Bu kısa ziyaretimiz sırasında benim edindiğim izlenim bu yönde oldu. Genç kızların ve kadınların gece geç saatlere kadar sokaklarda rahatça gezdiklerini, kafe ve restoranlarda oturduklarını görmek güzeldi. Her genellemede olduğu gibi, bu ifade de bir hata payı olacaktır. Beklenmedik durumlarla ve kişilerle karşılaşmak her yerde, her zaman mümkün. Biz kibar ve yardımsever insanlarla karşılaştık hep. Öyle ki, iki kere, biz sormadan, kendiliklerinden bize bir yeri arayıp aramadığımızı soran, iki ayrı kişi oldu. Her ikisi de orta yaşın bir hayli üstünde, iki beyefendi idi. Biri, “Deniz Müzesi’ni de mutlaka görün,” diye bir öneride de bulundu. Görmek istediğimiz yerler listemizde orası zaten vardı ama, bu şekilde ilgi göstermesi çok hoşuma gitti.

Çanakkale’de ilk önce Kent Müzesi’ne gittik. Daha önceki gezilerimizde gezdiğimiz kent müzelerinin de Çanakkale’ye bağlı yerlerde olması bir raslantı mı, bilmiyorum. Ama, onları gezdikten sonra, ister Bozcaada’nınki gibi özel ister Gökçeada’nınki gibi belediyeye ait olsunlar, kent müzelerinin bir kent bilinci yaratma konusunda çok önemli olduklarını düşünmeye başladım. Herhangi bir şehrin tarihinin günlük yaşam ve orada yaşamış, kente mal olmuş bazı insanlar çerçevesinde bilinir kılınması çok önemli. Bu tür müzeler, belediyelerin öncülüğünde, tüm illerimizde yaygınlaştırılmalı.

Çanakkale Kent Müzesi küçük ama değerli bir müze
Müze olarak kullanılıyor olması sayesinde, kültürel bir miras olan tarihi bina da korunmuş

Kent Müzesi’nin bulunduğu Fetvane Sokak, Çanakkale’nin Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin izlerinin birlikte var olduğu, özel bir sokak. Adını, bir zamanlar burada bulunan müftülük binasından verilen fetvalardan almış. Eskinin şarap imalathaneleri, gazoz fabrikaları günümüzün barlarına kafelerine dönüşmüş. Müzenin bulunduğu tarihi bina da ilk olarak 19. yüzyılda yapılmış bir sivil mimari örneği. O zamandan kalan birinci ve ikinci katın üstüne Cumhuriyet döneminde üçüncü bir kat eklenmiş. Kayıtlardan, binanın en eski sahibinin Osmanlı döneminde bir gayrimüslim olduğu belirlenmiş. Daha sonra bina, Büyük Mübadele ile Girit’ten gelen bir aile tarafından satın alınmış. Konut olarak kullanıldıktan sonra, bir dönem iş yeri ve Askerlik Şubesi olmuş. 1936 yılından itibaren otel olarak kullanılmaya başlanmış. Emek Otel olarak hizmet veren bina, 2004 yılında belediye tarafından satın alınarak, Kent Müzesi ve Arşivi haline getirilmiş. Binanın giriş katı süreli sergiler için, üçüncü katı ise, toplantı salonu ve çalışma atölyeleri için ayrılmış. İkinci katta yer alan sürekli sergi bölümü, esas müze kısmı diyebiliriz. Burada, Antik Dönemden başlayarak, Çanakkale ile ilgili temel bilgileri edinmeniz ve burada yaşamış kentlilerin anılarını, kullandıkları eşyaları görmeniz mümkün.

Yalı Camii ya da Tavil Ahmet Paşa Camii
Soldaki bina Yalı Camii, sağdaki Kent Müzesi.
Sol tarafta görünen ağaçlı bölge caminin haziresi.
Mezar taşlarını hem buradan hem de caminin avlusundan görebilirsiniz.
Yalı Camii’nin haziresi
Arkada görünen bina Kent Müzesi

Çanakkale’nin tarihi camilerinden Yalı Camii, Kent Müzesi’nin karşı köşesinde bulunuyor. Caminin kullanılan diğer adı, Tavil Ahmet Paşa Camii. Caminin ilk yapılışına ait bir kitabe bulunamamış. Onarım kitabesinden anlaşıldığına göre, burada daha önce bulunan ve yanan bir caminin yerine Tavil Ahmet Paşa bir cami yaptırmış. Ancak, onun da yanması üzerine, 1854 yılında, Miralay Halil Bey tarafından, bugün gördüğümüz cami yaptırılmış. Hem Fetvane sokaktan hem de caminin avlusundan görülebilen caminin haziresinde (kabristanında) bir dönemin askeri ve sivil ileri gelenlerinin mezarları bulunuyor. Tarihi mezar taşlarının korunması açısından bu tür hazirelerin korunması önemli. Nitekim, epeyce arayarak bulduğumuz bir sonraki hazire Yalı Camii’ninki kadar şanslı görünmüyordu. Oysa, orada çok daha önemli devlet adamlarının yattığı belirtiliyordu.

Civardaki diğer camilerden birisi de Tıflı Camii. 1891 yılında yapılan cami adını, Osmanlıca “çocuk” anlamına gelen, “Tıfl” kelimesinden almış. Bunun nedeni caminin, bir zamanlar yan tarafında bulunan, Sübyan Mektebi’nin ibadethanesi olarak yapılmış olması imiş. Okul, camiden çok önce, 1870 yılında, dönemin valisi Kayserili Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış. Günümüze okulun sadece kitabesi kalmış. Kitabeyi caminin girişindeki bahçe kapısının
üstünde görmek mümkün.
Kurşunlu Cami
Yanan Çınarlık Camii’nin yerine, 1869 yılında, Biga Sancağı Mutasarrıfı Arap İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış.

Fatih Camiinin haziresini bulabilmek için epeyce dolaştık. Aslında, o kadar zor bir yerde değil. Sadece alışık olduğumuz gibi caminin içinde değil, karşısında ve biraz da fark etmesi zor bir noktada bulunuyor. Büyük olasılıkla, cami ile arasından geçen yol ve civardaki evlerin bir kısmı bir zamanlar caminin arazisi içerisindeydi. Sonradan yapılan düzenlemeler ve imar planları belli ki bu tuhaf durumu yaratmış. Hazireyi ararken, Roman olduğunu tahmin ettiğim bir kadına yol sorduk. Bilmediğini söyledi. Aramaya devam ederken etrafta, Romanların zevkine uygun, rengarenk ve pırıltılı kıyafetler satan birkaç dükkan gördüm. Sonradan öğrendiğime göre, Fevzi Paşa Mahallesi denilen bu bölge gerçekten de Çanakkale’de bulunan Roman mahallelerinden birisi imiş. Kendileri atalarının, mahallenin yakınındaki Çimenlik Kalesi’nin yapımında çalıştırılmak üzere, Fatih Sultan Mehmet tarafından Bulgaristan, Rusya ve Makedonya’dan getirilerek, buraya yerleştirildiklerine inanıyorlar. Son zamanlarda ortaya çıkan kentsel dönüşüm nedeniyle buralardan çıkarılmak istenmelerine yanıt olarak da, “Bizi buraya Fatih Sultan Mehmet yerleştirdi. Ancak o çıkarır,” diyorlar.

Fatih Camii
Caminin haziresi yolun karşı tarafında

Cami-i Kebir (Büyük Cami) olarak da bilinen Fevzi Paşa Mahallesi’ndeki Fatih Camii, 1462 yılında, Çimenlik Kalesi ile birlikte yapılmaya başlanmış. Kalenin içinde bir tane daha Fatih Camii var. Cami birçok kez yenilenmiş. Kitabesine göre, bu yenilemelerin en önemli olanlarından ilki 1862 yılında Sultan Abdülaziz, ikincisi ise 1904 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmış. Cumhuriyet döneminde de birkaç kere elden geçirilmiş.

Sadrazam Hafız İsmail Paşa ve Sadrazam Ali Paşa‘nın kabirlerinin bulunduğu Fatih Camii haziresi

Caminin haziresinde iki Osmanlı sadrazamı yatıyor. Sadrazam Hafız İsmail Paşa (1758-1807) ve Sadrazam Ali Paşa. Duvardaki plakette Hafız İsmail Paşa’nın yaşam öyküsü var ancak, Ali Paşa hakkında hiçbir bilgi yok. Daha sonra yaptığım araştırmalar sonucunda da herhangi bir bilgi bulamadım. Hazirenin hali maalesef içler acısı idi. Arka tarafta, iki yapı arasında kalan duvarın bir bölümünün yıkık olduğunu fark edince, arka sokağı dolanıp, oradan içeri girdik. Tam bir mezbelelikti. Atılan çöplerin yanında, kediler için konmuş mamalar, ıslatılmış ekmekler de bu manzaraya katkıda bulunmuştu. Bir de, mezar taşlarının üstünde, yatan kişilerin meslek, makam ve benzeri statülerini belirtmek üzere yapılmış olan fes, sarık gibi yerleri yeşile boyanmıştı. Aynı şekilde, ayak ucundaki taşların tepeleri de boyalı idi. Belki benim bilmediğim özel bir anlamı var bunun. Ya da sadece, birilerinin aklına esti. Bilemiyorum. Yukarda belirttiğim mezarların dışında başka mezarlar ve çocuk mezarları olduklarını tahmin ettiğim çok küçük mezarlar da vardı.

Bölgede bulunan eski binaların çoğu 19. yüzyılda yapılmışlar. Daha sonra başka binalarda da gördüğüm bu dışarı doğru, kuş kafesi gibi kavisli pencere demirleri pek güzeldi.
Civarda gördüğüm bu tür yeni yapıların, kentsel dönüşüm kapsamında, tarihi binalar yıkılarak yapılmadıklarını diliyorum… Aradan görünen yapı, Çimenlik Kalesi‘nin duvarı.

Çanakkale’de Eski Ermeni Kilisesi olarak bilinen Surp Kevork (Aziz George) kilisesi de Fevzi Paşa Mahallesi’nde bulunuyor. Kilise bir meydana (Zafer Meydanı) bakıyor. Günümüzde, Mevlevi semah törenlerinin düzenlendiği kilisenin tarihine dair çok farklı bilgiler var. Üstelik bu farklı bilgileri veren kaynakların arasında iki tanesi de devlet kurumlarımız. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne göre kilise, 83 Ermeni ailenin Çanakkale’ye yerleşmesi üzerine, 1669 yılında yapılmış. Halen üniversitenin koruması altındaki kilise, Tasavvuf Topluluğu tarafından Kültür ve Sanat Evi olarak kullanılmaktaymış. Kültür Bakanlığı’nın Çanakkale Envanterine göre ise, 1873 yılında, Sultan Abdülaziz’in emri ile yapılmış. Şehrin Ermeni nüfusunun yok olmasından sonra, bir süre atıl kalmış. 1934-1984 yılları arasında Çanakkale Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış. Bu tarihten sonra birkaç kere Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiş ve sırasıyla, Namık Kemal Tiyatro Salonu ve Çanakkale Etnoğrafya Müzesi olarak düzenlenmiş. Ancak, Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılmadan, 2005 yılında üniversiteye devredilmiş. İlk yapım tarihi ile ilgili bilgi olarak 200 yılı aşan bir fark olması bana kilisenin bir ara doğa kaynaklı nedenlerle veya insan eliyle yıkılıp sonra, Sultan Abdülaziz tarafından, yeniden yaptırılmış olabileceğini düşündürdü. Kilisenin yan tarafında, daha önce papazın evi ve sübyan okulu olduğu söylenen yapılar var.

Eski Ermeni Kilisesi olarak bilinen Surp Kevork Kilisesi

Çanakkale’ye gelip de, çarşı içindeki Aynalı Çarşı’ya gitmeden olmazdı, öyle değil mi? Çarşı Caddesi üzerindeki bu kapalı çarşı, şüphesiz en çok o ünlü türküde adının geçmesi nedeniyle tanınıyordur. Günümüze çarşının sadece giriş kapısı orijinal olarak ulaşabilmiş. Kapının üzerindeki hem Osmanlıca hem İbranice olan kitabede buranın, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, 1889 yılında, Çanakkale’nin önde gelen Yahudi tüccarlarından İlya Halyo tarafından yaptırıldığı yazıyor. Ayrıca, pasajın adı da, Passage Hallio olarak Fransızca yazılmış. 1934 yılında Yahudi vatandaşlarımıza, başta Edirne’de olmak üzere yapılan saldırı, yağmalama ve baskı olayları sırasında bu kitabe sıvanmış. 1967 yılında tekrar ortaya çıkarılmış. Bir görüşe göre, Evliya Çelebi 17. yüzyılda burada bir çarşının varlığından söz ettiği için, İlya Halyo çarşıyı sadece onartmış olabilir deniyor. Çarşı, 1915 Gelibolu Savaşı sırasında bombalanmış ve yanarak tahrip olmuş. 1918-1921 yılları arasındaki İngiliz işgali sırasında ahır olarak kullanılmış. 2004 yılında çarşı, orijinal giriş kapısı korunarak, yeniden yapılmış. Çarşının adının kaynağı konusunda farklı görüşler var. Kimileri bu ismin girişteki aynalardan kaynaklandığını düşünürken, başka bir görüşe göre ise, bir dönem burada satılan ve ayna gibi parlak olan at koşum takımlarından dolayı imiş.

Aynalı Çarşı ve kitabesi
Restore edilen Aynalı Çarşı’nın içi

Aynalı Çarşı’nın içinde, sağlı sollu sıralanmış dükkanlarda, hiçbir özelliği olmayan, son derece zevksiz hediyelik eşyalar satılıyor. Çanakkale’ye özgü olarak satılan çoğu seramik eşyanın da Çin malı olduğu söyleniyor. Geçenlerde haberlerde duyduğuma göre, Venedik kent yönetimi şehirde Çin malı ucuz hediyelik eşya satılmasını yasaklamış. Bence çok da iyi yapmış. Benzer bir önlemin Türkiye’deki şehir yönetimleri tarafından da alınması gerektiğini düşünüyorum. Onun yerine, el emeği ile yerli halk tarafından üretilen, özgün eşyaların satılması teşvik edilmeli kanımca. Civarda çok sayıda seramik atölyesi gördük. Onlar desteklenmeli. Tüm bunları, çarşının arka kapısından çıktıktan sonra sol tarafta gözümüze çarpan ve kendi imalatlarını satan küçük bir dükkan sahibi ile konuştuk. Esen Seramik, seramikten el yapımı özgün maskların ve hediyelik eşyaların satıldığı bir yer. Kibar ve tatlı bir hanım tarafından işletiliyor.

Öğle yemeği için lezzetli bir duraktı…

Bu kadar dolaştıktan sonra bir öğle yemeğini hak ettik. Yemek için çarşı içinde Sardalya’ya gittik. Hakkında internette epeyce yazı okumuştum. Bazı olumsuz değerlendirmeler de olmasına karşın, içimden bir his buranın iyi olacağını söylemişti bana. Yanılmamışım. Kaldırımdaki yüksek taburelerde, dükkanın içine bakarak oturulan Sardalya’da her türlü deniz mahsülü ve balık yapılıyor. Ekmek arası yediğimiz sardalya ve içtiğimiz turşu suyu çok lezzetliydi. Porsiyonlar fazlası ile doyurucu. Civardaki esnaftan ve yerli halktan insanların burada yemek yemesi dikkatimi çekti. Bilirsiniz bu, yurt içinde veya yurt dışında olsun, benim için çok önemli bir kriterdir. Arzu ederseniz, yemek üstüne bir peynir tatlısı yemek için çok uzakta olmayan ünlü Kadir Usta’ya da uğrayabilirsiniz.

Deniz Müzesi’nin girişinde bulunan bu yapı, 1810 yılında Belediye Binası olarak yapılmış. 1956 yılında Askeriye’ye devredilmiş.
Bir süre Merkez Komutanlığı olarak kullanılmış.
Atatürk, 1 Eylül 1928’de buradan halka hitap etmiş. Günümüzde, Deniz Müzesi’nin yönetim binası olarak kullanılıyor.

Yemekten sonra, Çanakkale’ye gelen herkesin gezmesi gerektiğini düşündüğüm Deniz Müzesi’ne gittik. Müze birkaç açıdan önemli. Öncelikle, müzenin içinde bulunduğu yapı ve alan, tarihi Çimenlik Kalesi. Eski adıyla, Kala-i Sultaniyye. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, karşı kıyıdaki Kilitbahir Kalesi ile birlikte, 1462-1463 yılları arasında, Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un savunması için yaptırılmış. Burası daha sonra, aynı zamanda etrafında şehrin gelişeceği bir merkez haline gelmiş. Kale zaman içinde bazı değişikliklere de uğramış. 19. yüzyılda, Çanakkale Boğazı’nın kıyısındaki batı sur duvarları yıkılarak, bu kısım bir tabya haline getirilmiş. Zamanın silah teknolojisine uygun bir şekilde top mevzileri ve cephanelikler yapılmış.

Müzenin bahçesinde çeşitli askeri ağır silahlar sergileniyor.
Burası aynı zamanda çok güzel bir park görünümünde.
Çeşitli mayınlar
Müze Gemi Acar
1936-1937 yıllarında Almanya’da inşa ettirilmiş. Daha sonra, Atatürk tarafından İstanbul Boğazı’nda diplomatik geziler ve Savarona Yatı’na intikal için kullanılmış. 2000 yılında restore edilmiş ve 2015 yılına kadar Kuzey Deniz Saha Komutanlığı tarafından kullanılmış.
2015 yılında müze haline getirilmiş.

Bu noktada belki de, Çanakkale ve Gelibolu’da çokça söz edilen tabya kelimesinin tam olarak ne olduğunu biraz açıklamakta fayda var. Osmanlı’da tabyalar 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılmaya başlanmış. Önceleri kalelerin dış duvarları toprak ile takviye edilerek oluşturulmuşlar. Daha sonra, toprak yığınlarının ardına gizlenmiş, bağımsız savunma yapıları olarak yapılmaya başlanmışlar.

Şimdiki adı Çimenlik Kalesi olan Kala-i Sultaniyye
Kalenin girişi Deniz Müzesi’nin bahçesinden

Çimenlik Kalesi, benzerleri gibi, iç ve dış kale kısımlarından meydana geliyor. Kalede başlıca dört yapı bulunuyor. Fatih Camii, Abdülaziz Camii, Baruthane ve İç Kale. sonradan eklenen Abdülaziz Camii dışındaki yapılar, kalenin ilk yapım zamanından kalan, orijinal binalar. Çimenlik Kalesi, 1915 Çanakkale Savaşları sırasında Merkez Savunma Grubu’nun sevk ve idare merkezi olarak kullanılmış.

İç Kalede bulunan orta kule dört katlı bir yapı.
Müzenin ana koleksiyonu bu binada sergileniyor.
Baruthane
Fatih Camii
Abdülaziz Camii

Kalede bulunan Deniz Müzesi, barındırdığı önemli koleksiyon dışında, çağdaş müzecilik anlayışına göre düzenlenmiş olması, müze yönetimi, her noktadaki ayrıntılı Türkçe ve İngilizce açıklamalar ile özellikle Çanakkale Savaşları ile ilgili filmler ve görevli askeri personelin profesyonel yaklaşımı nedeniyle ayrıca hayranlık uyandıran bir yer. Doğrusu, ne yalan söyleyeyim, böyle bir şey beklemiyordum. Her ayrıntısı titizlikle düşünülmüş, örnek bir müze burası.

Sultan Abdülaziz döneminde, batı surları yıkılarak yapılan tabyalar
Çimenlik Kalesi Çanakkale Savaşları sırasında ağır bombardıman yaşamış. Bu delik, HMS Queen Elizabeth gemisinden atılan bir mermi tarafından orta kulenin duvarında açılmış.
Aynı mermiye ait şarapnel parçasını binanın iç tarafında duvara saplanmış olarak görmek mümkün

Deniz Müzesi, Çanakkale Savaşları sırasında tarihsel ve kronolojik olarak tam olarak ne olduğunu anlamak açısından da çok yararlı. Her ne kadar hepimizin az çok bir bilgisi olsa da, verilen mücadelenin inanılmazlığını kavramak için Gelibolu tarafındaki şehitlik ve savaş alanlarını gezmek yeterli olmuyor. Bunun için, Çanakkale Savaşları Tanıtım Merkezi ve Çimenlik Kalesi’ndeki Deniz Müzesi ziyaret edilmeli. Tanıtım Merkezi maalesef bizim Gelibolu için ayırdığımız gün kapalıydı. Deniz Müzesi o açığı fazlası ile kapattı. Yine de, Çanakkale’ye bir sonraki gidişimizde Tanıtım Merkezi’ne de mutlaka gideceğiz. Müzede özellikle Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun, Çanakkale Savaşı’nın gidişatını değiştiren önemli rolüne çok geniş yer ayrılmış olması çok memnuniyet verici idi.

Müze koleksiyonundaki ilginç objelerden biri de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün el yazısının bulunduğu bu mantar şapka. “Wolseley Tipi Kask” da denilen bu şapkalar I. Dünya Savaşı’nda İngiliz Ordusu’nda kullanılmış. Mantardan yapılıp üstü pamuklu kumaş ile kaplanmış. Sıcak havada serin tutma özelliği varmış. Bu şapka Çanakkale Savaşları sırasında ele geçirilimiş. Üzerine, Atatürk el yazısı ile not düşmüş ve imzalamış. Notta, “57. Alay’ın 3. Tabur’u tarafından 4-5/3/331 (17-18 Mayıs 1915) gecesi yapılan keşif sırasında ele geçirilmiştir. 19. Tümen Komutanı M. Kemal” yazılmış.
Atatürk‘ün, 17 Haziran 1915’te, Düztepe tümen gözetleme yerinde Haydar Mehmet Alganer tarafından çekilmiş ünlü fotoğrafı ve kullanılan fotoğraf makinası.

Müzenin koleksiyonunda Anzaklara ait çok sayıda askeri obje, bilgi ve belge de var. Gerek Anzak gerekse Osmanlı siperlerinin canlandırmaları son derece başarılı. Bu zenginlik nedeniyle olsa gerek, ziyaretçiler arasında müzeyi gezen çok sayıda Anzak torunu da vardı.

Osmanlı ve Anzak siper canlandırmaları gayet başarılı

Deniz Müzesi’nin gezilecek bir diğer ilginç bölümü de Nusret Mayın Gemisi. 1910 yılında Almanya’ya siparişi verilen Nusret Gemisi, 1913 yılında Osmanlı Donanması’na katılmış. Özellikle, döşediği 26 mayın ile, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi’nin kazanılmasında çok önemli rolü olmuş. Bu mayınlar nedeniyle, Fransız Bouvet ve İngiliz Irresistible ve Ocean gemileri batmış. Ayrıca, Müttefik Donanması’nın üç gemisi de ağır hasar almış. Gemide yapılan çok güzel bir görsel sunum, bu zaferi ayrıntıları ile anlatıyor. Cumhuriyet döneminde de hizmet veren Nusret gemisi, 1962 yılında özel bir şahısa satılmış. Kuru yük gemisi olarak çalıştırılırken, 1990 yılında Mersin açıklarında batmış. 1999 yılında bir grup gönüllü tarafından su yüzüne çıkarılmış ve belediyeye hediye edilmiş. 2003 yılında Tarsus Belediyesi gemiyi, Nusret Mayın Gemisi Kültür Parkı olarak düzenlenen bir parka anıt olarak yerleştirmiş. Öte yandan, 2009-2010 yılları arasında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından geminin bire bir kopyası inşa ettirilmiş. 2011 yılında TCG (Türkiye Cumnhuriyeti Gemisi) Nusret adıyla müze olarak hizmete girmiş. Modern cihazlarla da donatılarak, yüzer gemi olması sağlanmış.

1927 yılında yapılmış olan sağ taraftaki sarı bina, müzenin
Binbaşı Nazmi Bey Sanat Galerisi
TCG Nusret Müze Gemisi

Çanakkale’nin içinde, akşam yemeklerinden ilkini, yol yorgunluğu ile, kaldığımız otelin restoranında yemiştik. Kötü olmasa da, fazla bir özelliği yoktu. Bir akşam, sahildeki Akol Otel’in en üst katındaki Radika restoranda yedik. Burada da mezeler fena değildi. Standart tatta, fazla çarpıcı olmayan tabaklardı. Ancak, manzarası ve gün batımı güzeldi. Esas muhteşem yemeği, Çanakkale’nin ünlü Yalova Restoranı’nda yedik. Hak edilmiş bir şöhreti olduğunu düşünüyorum. Mezeler gerçekten çok lezzetli ve değişikti. Tuzlu sardalya ise, şahane. Çanakkale’ye giderseniz, burada yemek yemenizi öneririm ama, özellikle hafta sonu, rezervasyon yaptırmayı unutmayın.

(Devam edecek)

Gezmekle Bitmeyecek Bir Güzel İlimiz: Çanakkale (1)

Çanakkale içinde aynalı çarşı

Ana ben gidiyom düşmana karşı, off, gençliğim eyvah!

…………………

Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni, off, gençliğim eyvah!

Türkünün tamamını bilmesek de, hepimiz en azından bu mısraları biliriz. Hiç gitmemiş, görmemiş olsak da, Çanakkale denince içimiz bir başka sızlar…

107 yıl önce yapılan o insanüstü savunma ve dünyanın o zamanki süper güçlerine karşı verilen destansı mücadeleyi duygulanmadan aklından geçirenimiz var mıdır, bilmiyorum. Gidip görmeden bu ifadeler insana basma kalıp gelebilir. Ya da Çanakkale Savaşları herhangi bir savaş olarak görülebilir. Çanakkale’nin önemini gerçekten kavramak için gitmeli, gezmeli. Ancak, Çanakkale sadece 1915 nedeniyle görülmesi gereken bir ilimiz değil. Tarih öncesi çağlardan beri insanlara yurt olmuş bu ilimizde, çok farklı temalar izleyerek, kendinize farklı rotalar ve geziler yaratabilirsiniz. Böyle olunca, bir kere değil, sayısız kere gidip yeni keşifler yapabileceğiniz bir ilimiz Çanakkale.

Nisan ayının son haftasında, dört günlüğüne uzun zamandan beri gitmek istediğimiz Çanakkale’ye gittik. Bu birkaç gün içinde, antik dönem, Osmanlı’nın ilk zamanları ve Çanakkale Savaşları ile ilgili sayısız yer gördük. Gayet disiplinli bir şekilde, sabah 7:30’da kalkarak gezdiğimiz halde, isteyip de gidemediğimiz pek çok yer kaldı. Bozcaada ve Gökçeada‘ya daha önce gitmiştik. (İlgili yazılarıma erişim için linklere tıklayabilirsiniz).

Çanakkale gezimizi, yol üstünde giderken gördüğümüz yerlerden başlayarak anlatmak istiyorum. Ancak, yazının çok uzun olmaması için birkaç bölüm halinde yayınlayacağım. Gezi planınızın bu yazıların sırasına göre olması gerekmiyor. Nitekim, benim yazılarımın sıralaması da gün olarak bizim izlediğimiz programa birebir uymuyor. Ancak, geriye baktığımda, Çanakkale’ye hiç gitmemiş veya az bir bölümünü görmüş okuyucularım açısından bu sıralamanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Yol boyunca gelincikler ve kır çiçekleri…

Pazartesi sabahı saat 9’da İstanbul’dan yola çıktığımızda, bir süre için hafta başı trafik yoğunluğuna denk geleceğimizi biliyorduk. Yine de, keseye zarar ama zaman açısından elverişli, Avrasya Tüneli sayesinde oldukça çabuk bir şekilde karşıya geçtik. Şehirden çıkıp Tekirdağ‘a doğru giderken doğa çok güzeldi. Bilirsiniz, bu aylarda ülkemizde doğa uyanır ve etraf inanılmaz güzel olur. Yol boyunca, bu ekonomik şartlara rağmen, ekilmiş yemyeşil tarlalar, yol kenarlarında gelincikler, papatyalar, sarı kır çiçekleri, bir de aralarda son yıllarda Trakya‘da çok ekilen kanolanın çiçekleriyle sarıya boyanmış tarlalar vardı. Çevreme bakmaya doyamadım. Çok güzeldi.

Kanola ekilmiş tarlalar

Biz aslında bu yolculukta daha çok sahilden gitmek niyetindeydik. Paralı yola göre sadece yarım saatlik bir fark olacaktı. Zaman açısından bir kısıtımız olmadığı için kıyıdan keyifle gideriz diye düşünmüştük. Silivri‘den itibaren Marmara Ereğlisi‘ne inecek ve oradan Şarköy‘e kadar deniz kenarından devam edecektik. Ancak, navigasyon türlü numaralarla bizi yukardan giden paralı yola soktu. Yılmadık. Sonunda, Muratlı üzerinden Tekirdağ’a inerek, kıyıya ulaştık. Bir süre için bir hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur. Özellikle Kumbağ yerleşim olarak, çirkin yapılarla dolu, son derece sevimsiz bir yerdi. Zevksizlik içimi kararttı. Ancak, Kumbağ’dan sonra ormanlar başladı. Yapılaşma faciaları son buldu. Aşağıda masmavi deniz, yukarda yemyeşil ormanlar. Doğa çok güzeldi buralarda.

Çayınızı yudumlayın ve manzaranın tadını çıkarın

Yeniköy‘den geçtikten sonra, dağda virajlı yollardan gittik. Bir virajı dönerken, yol kenarında, denize tepeden bakan bir noktada ufak bir işletme gördük. Tabelasında “Gözleme, Köfte, Ayran, Çay” olduğu yazıyordu. Mola için durduk. Kenardaki uzun tahta masalardan birinde bir çift daha vardı. Aşağıda vahşi güzellikte bir manzara. Etrafta hiç çirkin bir bina yok. Ufak bir alana üzüm dikilmiş. Tavuklar, köpekler dolaşıyor. Sonradan buranın sahibi olduğunu öğrendiğimiz aydınlık yüzlü, genç adam kibar bir şekilde hizmet verdi. Sanıyorum, rahatsızlık vermemek adına, başlarda mesafeli idi. Daha sonra, ayran eşliğinde gözlemelerimizi yerken, sohbeti ilerlettik. 18 Mart Üniversitesi, Turizm Bölümü mezunuymuş. Belli başlı turistik şehirlerimizde çalıştıktan ve sonra birkaç yer de işlettikten sonra, köyüne dönmeye karar vermiş. Halinden çok memnun ve huzurlu görünüyordu. Buranın epeyce esintili olduğunu söylediğimde, bulunduğumuz noktadan görünmeyen, aşağıdaki köylerinin adının zaten bu nedenle Uçmakdere olduğunu söyledi. Yörede yamaç paraşütü çok yapılıyormuş. Burası eskiden bir Rum köyü imiş. Mübadele ile bütün köy boşalmış. Buna karşılık, Yunanistan’dan gelenler de buraya yerleştirilmişler. Rumlar zamanında bağcılık ve şarapçılık çok ileri imiş. Daha sonra, Müslüman halk da bağcılığı devam ettirmiş. Ta ki, Tekel’in şarap fabrikası kapatılana kadar. Şimdi bağcılık iyice azalmış. Doğanın neredeyse el değmemiş olması dikkatimi çekmişti. Buralar doğal tabiat parkı olarak koruma altındaymış. Dilerim, koruma devam eder. Sohbet nedeniyle düşündüğümüzden uzun süren molanın bitiminde, yolumuzun üstündeki köyün içinden de geçtik. Sakin ve güzel bir köydü. Civarda yamaç paraşütü okulu ve uzaktan bungalow’larını gördüğüm güzel bir işletme vardı.

Şarköy’den sonra, sahilden ayrılıp yukarı çıktık. Bir sonraki durağımızın, Çanakkale’nin Gelibolu ilçesine bağlı, Bolayır olmasına karar vermiştik. Bunun birkaç sebebi vardı. İlki, Bolayır’da bulunan, Orhan Gazi‘nin oğlu, Gazi Süleyman Paşa‘nın ve aynı yerde gömülü olan Namık Kemal‘in kabirlerini ziyaret etmekti. İkincisi, yakındaki Çimpe Kalesi‘ni görmekti. Lisede, tarih dersinde Gazi Süleyman Paşa (1316-1357) ve onun Rumeli’ye ayak basan ilk Osmanlı komutanı olması konusunun işlenmesini çok net hatırlıyorum. Bu tarih çoğunlukla 1352 olarak verilse de, bazı kaynaklar onun 1349 yılında da Rumeli’ye geçtiğini yazıyorlar. Buna göre, annesi Bizans Prensesi Nilüfer Hatun olan Gazi Süleyman Paşa, dedesi Bizans İmparatoru Kantakuzenos‘a (VI. Ioannes) (1292-1383) yardım etmek için 1349 yılında Sırplara karşı savaşmış ve Selanik‘i onlardan geri alarak Bizanslılara vermiş. 1352 yılında ise, Bizanslılar adına bu sefer Bulgarları Dimetoka‘da yenmiş. Söylendiğine göre, bu harekatı sırasında, dedesi Kantakuzenos kendisine Çimpe Kalesi’ni vermiş. Bundan sonra Gazi Süleyman Paşa kendisine Bolayır’ı üs olarak belirlemiş ve Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de kalıcı olmasının adımlarını atmış. Anadolu’dan bazı Türkmen aileleri buralara getirilerek yerleştirilmiş. Gelibolu Yarımadası’ndaki fetihleri birbirini izlemiş.

Gazi Süleyman Paşa‘nın türbesi

Gazi Süleyman Paşa’nın türbesi Bolayır’da güzel yeşillik bir alanda bulunuyor. Yüksek ağaçlar ve çimenlerle park gibi bir yer. Kapıda, ilçe yönetiminin iyi niyetle Türkçe ve İngilizce olarak hazırlattığı Bolayır, Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ve Gazi Süleyman Paşa hakkında oldukça ayrıntılı bir açıklama panosu var. İyi niyetle diyorum çünkü, epeyce emek verilmiş olan çalışma maalesef cümle düşüklüklükleri ve ifade bozuklukları ile dolu. Yine de takdir ediyorum. İçeride, birilerinin aklına estiği için yapıldığı ama daha sonra hiç bakılmadığı belli olan havuz-çeşme-şadırvan karışımı bir yapı var. Tepesinden solmuş bir Türk bayrağı sarkıtılmış. Tüm bunlar ilk anda gözüme çarpanlar. Girişte bir de Namık Kemal büstü var.

Türbenin içi

Uzakta sol tarafta görünen türbeye doğru yürürken tüm bunları geride bıraktık. Uzun selvilerin arasında hoş bir esinti ve sessizlik vardı. Ağaçların arasından tepenin aşağısında uzanan ova ve ekili tarlalar görünüyordu. Rumeli fatihi olarak bilinen Gazi Süleyman Paşa, Bolayır dolaylarında avlanırken attan düşerek ölmüş. Sağlığında, Veliaht Şehzade olarak, 1337-1338 yıllarında Bursa-Yenişehir’de yaptırdığı Süleyman Paşa Külliyesi’nde kendine bir de türbe inşa ettirmiş. Ancak, daha sonra ettiği vasiyet üzerine, Bolayır’a gömülmüş. Orhan Gazi öldüğü zaman yerine, Süleyman Paşa’nın fetihlerinde yanında götürdüğü kardeşi I. Murat padişah olmuş. Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin gerek dışı gerekse içi son derece sade. İçeride Paşa ile birlikte, Lalası (hocası) ve kazada bindiği atı da gömülü.

Namık Kemal (1840-1888)

Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde bir anayasa hazırlanması ve parlamenter bir yönetime geçilmesi için mücadele veren, Genç Osmanlılar‘ın kurucularından, yazar, şair, gazeteci ve devlet adamı Namık Kemal’in (1840-1888) mezarı türbenin hemen önünde bulunuyor. Muhalif olması sebebiyle Londra ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış olan Namık Kemal, yurda döndükten sonra da Kıbrıs, Rodos, Midilli gibi yerlere sürgün edilmiş. Ancak, bu yerlere aynı zamanda mutasarrıf olarak, devlet adamı kimliği ile gönderilmiş. (Mutasarrıf, Osmanlı döneminde, vilayetlerden sonra gelen sancak yönetimlerinin en üst yöneticisi oluyor). Buralarda pek çok yerel soruna çözüm bulmuş. Gelibolu’da mutasarrıf iken, ölünce Gazi Süleyman Paşa’nın yanına gömülmeyi vasiyet etmiş. 2 Aralık 1888 tarihinde, yine mutasarrıflık yaptığı Sakız Adası’nda vefat edince, oradaki bir caminin haziresine gömülmüş. Daha sonra, vasiyetini bilen arkadaşı Ebüziyya Tevfik‘in konuyu Sultan II. Abdülhamit’e iletmesi üzerine, naaşı Bolayır’a getirilmiş. Padişah, Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına, çizimlerini Tevfik Fikret‘in yaptığı bir türbe yaptırmış. Bu türbe, 1912 yılında olan Mürefte-Şarköy depreminde hasar görmüş. Günümüzde Namıl Kemal, mermer kaplı bir mezarda yatıyor.

Namık Kemal’in mezarı

Çimpe kalesi olarak belirtilen yer, buradan çok uzakta değil. Araba ile birkaç dakika diyebilirim. Ancak, kalenin dibinde herhangi bir tabela olmadığı için neredeyse geçiyorduk. Ana yoldan sapılan kısa bir toprak yoldan sonra, kale olarak adlandırılan yere vardık. Etraf oldukça bakımsız görünüyordu ama yapı çok ilginçti. Bir Orta Çağ kalesinden çok, yanyana, bir dizi korugana benziyordu. İçlerine girilebiliyordu. Bazılarına girdik. İçerde ocaklar ve pencereler vardı. Belirttiğim gibi, bir kaleden çok, daha sonra Gelibolu Yarımadası‘nda göreceğimiz tabyalara benziyordu. Bu konu kafama takıldı. Döndükten sonra internette, Adnan Menderes Üniversitesi’nden Dr. Osman Ülkü’nün bir makalesine ulaştım: “Tartışmalı Bir Yapı Olarak Bolayır Merkez Tabyası”. Bu bilimsel makalede, Çimpe Kalesi’nin yerinin tam olarak bilinmediği ve tartışmalı olduğu belirtilerek, bizim gittiğimiz yerin Bolayır Kaymakamlığı ve Belediyesi tarafından yanlış bir şekilde söz konusu kale imiş gibi lanse edilerek burada Gelibolu’nun fethi anısına tören ve kutlamalar yapıldığı yazıyordu. Oysa burası, aslında II. Abdülhamit döneminde yapılan Bolayır Merkez Tabyası imiş. Osmanlı döneminde tabyalar ilk olarak, 1853-1856 Kırım Savaşı öncesinde, Rus saldırılarına karşı yapılmaya başlanmış. 1885 yılından sonra, Bulgarların güçlenmesi üzerine, Sultan II. Abdülhamit’in emriyle hem batıda Bulgarlara karşı Bolayır’daki gibi hem de doğuda Ruslara karşı yeni tabyalar yapılmış. Belki de, yol tabelaları bu bilgilerin ışığında sonradan kaldırılmışlardı.

Yıllarca Çimpe Kalesi olarak bilinen Bolayır Merkez Tabyası ve koruganlardan birinin içi

Bolayır’dan Gelibolu’ya oldukça bozuk bir toprak yoldan geldik. Geri dönüp doğru dürüst ana yoldan da gelmek mümkündü ama, yine navigasyonun azizliğine uğradık diyebilirim. Bu uygulamaların hayatı inanılmaz kolaylaştırırken bazen de insanı yanlış yönlendirdiğini bilen bilir elbet. İlk bakışta Gelibolu’nun yerleşim yeri olarak çok düzenli ve temiz olduğunu gözlemledim. Belediyesi iyi çalışıyor demek. Bir önceki gün, 25 Nisan Anzak Günü idi. Bu nedenle etrafta Anzak torunları göze çarpıyordu. 25 Nisan 1915 günü şafak vakti Anzak Koyu’na çıkan atalarını anmak için iki senedir pandemi nedeniyle gelemeyen Avusturalyalı ve Yeni Zelandalılar, bu sene 300 kişilik bir grup olarak gelmişler. Bu sayı, normalde her yıl gelen binlerce kişilik gruplara göre oldukça düşük. O tarihi günde karaya çıkan 16.000 Anzak askerinin büyük çoğunluğu için bu hayatlarındaki ilk savaş deneyimi imiş. Akşama kadar bu askerlerin 2.000 tanesi ya yaralanmış ya da ölmüş. Bir önceki gün Şafak Ayini’ne katılan Anzak torunları arasında çok genç olanlar ve çocuklar da vardı. Bunlar artık Gelibolu’da savaşan Anzakların 4. kuşak torunları olmalıydı. Çanakkale’de kaldığımız günlerde savaş alanlarını ve müzeleri gezerken onlarla sık sık karşılaştık. Bazıları rehberler eşliğinde geziyorlardı. Çok değişik duygular içinde olduklarını tahmin edebiliyordum. Başlarda sadece Gelibolu’da ölen Anzakları anma günü iken, günümüzde 25 Nisan tüm dünyadaki çeşitli savaşlarda ölen Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerleri anmak için kutlanıyor.

Tabyanın etrafında bir hendek yapılmış

1856 yılından beri Çanakkale Boğazı’ndan geçen gemilere yol gösteren Gelibolu Deniz Feneri‘nin yer aldığı çevre, Fener Parkı olarak biliniyor. Parkta ilgi odağı olan bir türbe ve bir namazgah bulunuyor. Bayraklı Baba Türbesi olarak adı geçen tarihi türbenin üstünde bir tane büyük Türk bayrağı var. Onun dışında, türbenin her bir yanı buraya gelenlerin adak olarak astığı çeşitli boylarda bayraklarla kaplı. Bayrakların arasından içeri girdiğiniz zaman, aslında türbe olarak anılan mekanın üstünün açık olduğunu ve içeride mermer bir mezar bulunduğunu anlıyorsunuz. Tepedeki büyük bayrak, yukarıdan bakılınca insana buranın kapalı bir türbe olduğu izlenimini veriyor. Türkiye’nin en fazla ziyaret edilen türbeleri arasında olduğu belirtilen Bayraklı Baba’nın elbette bir hikayesi de var.

Gelibolu Fener Parkı’nın içindeki Bayraklı Baba Türbesi

Asıl adı Karacabey olan Bayraklı Baba, Yıldırım Beyazıt döneminde (1389-1402) Osmanlı ordusunda sancaktar olarak görev yapıyormuş. Ankara Savaşı yenilgisinden sonraki dönemde I. Beyazıt’ın oğullarından Süleyman Çelebi‘nin ordusunda yer almış. Söylenceye göre, 1410 yılında Bizanslılarla savaşılırken, etrafının sarıldığını ve esir düşeceğini anlayınca sancağı, düşmana teslim etmemek için, küçük parçalara bölmüş ve yutmuş. Ancak, bir süre sonra savaşın seyri değişmiş ve Karacabey, arkadaşları ile birlikte, kurtulmuş. Komutanı sancağı ne yaptığını sorunca, yuttuğunu söylemiş ancak inandıramamış. İspatlamak için, midesini kendi eliyle yarmış ve bayrağı göstermiş. Ölmeden önce, “Benim yerim burasıdır. Beni buraya gömün ve üzerimi bayraksız bırakmayın”, diye vasiyet etmiş. O zamandan beri mezarı bayraksız kalmamış. her türlü dilek için insanlar buraya akın etmişler. Sizin de öyle bir isteğiniz olursa, yanınızda bayrak yok diye hiç üzülmeyin. Yakındaki bir dükkanda her boy bayrak satılıyor.

Azebler Namazgâhı

Namazgâh, açık havada namaz kılmak için düzenlenmiş bir ibadet mekanı demek oluyor. Ben, ilk olarak bir namazgâhı İstanbul’da, Anadolu Hisarı’nda görmüştüm. Oradaki biraz bakımsız durumdaydı. Her tarafını otlar bürümüştü. Belki şu sıralar süren restorasyon sonrası bir düzenleme yapılır. Gelibolu’daki namazgâhın bir restorasyon gördüğü anlaşılıyor. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Orijinal olarak geriye çok az şeyin kaldığı anlaşılan yapı, bembeyaz mermerlerle donatılmış. Azaplar veya Azebler Namazgâhı olarak da bilinen söz konusu ibadet yeri, 1407 yılında Hacı Paşaoğlu İskender Bey tarafından yaptırılmış. Denize sefere çıkacak deniz tüfekçi erleri, yani Azaplar, burada toplu namaz kılarlarmış. Azap (Azeb) bekar erkek anlamına geliyormuş. İstanbul’da, Haliç kıyısındaki Azapkapı’yı anımsarsınız. Orası da adını yakındaki, bekar erkeklerden oluşan, denizci erler kışlasından alıyormuş.

Gelibolu Kalesi
Kale ilk olarak Bizanslılar tarafından yapılmış.
Daha sonra, Osmanlılar döneminde onarılmış.
Gelibolu’da Zafer Peynir Helvacısı
Çanakkale’nin geleneksel peynir tatlısı.
Fırınlanmış veya normal haliyle yiyebilirsiniz.

Gelibolu’da, Çanakkale’ye özgü peynir tatlısını tatmak üzere, çoğu kişi tarafından övülen Zafer Peynir Helvacısı‘na da gittik. 2020 yılında, Eceabat’taki Porta Caeli Bağcılık ve Otel‘inde Çanakkale’nin peynir tatlısından ilham alınarak yapılmış nefis bir tatlı yemiştik. Şimdi geleneksel olanını tadınca onun, üzerinde bayağı çalışılıp modernleştirilmiş bir çeşitleme olduğunu anladım. Geleneksel Çanakkale peynir tatlısı, çayla bile benim için biraz fazla şekerli idi. Fırınlanmış olanı daha hoşuma gitti. Yine de tatmaya değer kanımca.

Kilitbahir Kalesi

Gelibolu’dan Çanakkale merkezine Kilitbahir’den geçmeye karar vermiştik. Burası Çanakkale’ye bağlı bir köy aslında. Sahildeki Kilitbahir Kale Müzesi görülmeye değer. Biz, 2020 yılında gezmiştik. Kilitbahir (Kilîdü’l-bahr) Kalesi ile karşı kıyıdaki Çimenlik Kale‘si (Kala-i Sultaniyye), İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un olası saldırılara karşı savunulması için yaptırılmış iki kale. Fatih, fetih sırasında Bizanslıların, Avrupa devletlerinin gönderecekleri yardımların Çanakkale Boğazı üzerinden gelmesini beklediklerini fark etmiş. Bunun sonucunda, daha sonra aldığı İstanbul’un savunmasının da buradan başlaması gerektiğine karar vermiş. Her iki kale de, Çanakkele Boğazı’nın en dar yerinde, 1462-1463 yıllarında yapılmış. Kilitbahir (yani Deniz Kilidi) Kalesi yapı olarak iki kısımdan meydana geliyor. Üç yapraklı bir yonca biçimindeki iç kale oldukça heybetli ve etkileyici. Dış kale olan kısımın etrafında eskiden bir hendek varmış. Kale 1541 yılında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından elden geçirilmiş ve Sarı Kule olarak adlandırılan bir kule eklenmiş. Kalenin deniz tarafındaki dış duvarlarının bazı bölümleri günümüze ulaşmamış. 1666 yılında, Sabetaycıların lideri Sabetay Sevi, Sultan IV. Mehmet (1642-1693) tarafından birkaç ay için Kilitbahir Kalesi’ne kapatılmış. Ancak faaliyetlerine burada da devam etmesi ve kendisini görmeye gelen müritlerinin sayısının giderek artması nedeniyle, yargılanmak üzere, Edirne‘ye götürülmüş. Bilindiği gibi, buradaki yargılamanın sonunda, kendisine Müslümanlık ya da ölüm arasında bir seçim yapması emredilmiş. Bu oldukça uzun ve çetrefilli konu bu yazının konusu değil elbet.

Kilitbahir Kalesi

Çanakkale’ye geçmemiz ve feribot iskelesine çok yakın olan otelimize yerleşmemiz akşam saat 8’i buldu. Epeyce uzun ve yorucu bir gün olmuştu. Sanırım burası, Çanakkale ile ilgili yazılarımın ilki için de noktayı koymak için doğru bir yer. Devamı gelecek…

Namazgâh Tabyası
Kilitbahir Kalesi’nin yakınındaki bu tabyanın, Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinde yapılan ilk tabya olduğu belirtiliyor.